BİD'AT VE HURAFE NEDİR
✴BİDAT➡Dinde yer almadığı halde daha sonradan kabul edilen inanış biçimidir.
✴HURAFE➡Kur'an ve sünnet ile zıtlaşan. Akla ve mantığa uygun olmayan inanış ve ya inanışlardir.
Kelime olarak bidat, önce bulunmayan veya bir örneği önceleri görülmeyen ve yeni ortaya çıkan fiil, uygulama, kaide ve âdettir.
Dinî literatürde kullanılan bidat kelimesi ise bir terimdir ve sınırlı bir anlam taşımaktadır. Âlimler tarafından yapılan bidat tariflerinden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:
1. Hz. Peygamber’in dine ait söz, fiil ve takrirlerinden bize aktarılanlar sünnet, bunun zıddı da bidattır.(Şatıbî, 4/4).
2. Bidat öyle bir görüşün ileri sürülmesidir ki, o görüşü ortaya koyan ve o görüşle amel eden, şeriatın sahibine (Hz. Peygamber) ve dinin büyüklerine uymamış, dinin kesin esaslarına muhalefet etmiş olur(İsfahanî, 50).
3. Şeriat’ta kendisine delâlet edecek bir kaynak olmadan ortaya çıkarılan şeydir. Dinde bir kaynağı/dayanağı olana bidat denilmez, kelime anlamıyla bidat olsa bile (İbni Receb, 2/127).
4. Bidat, seleften aktarılmayan yeni söz/görüştür.
5. Bidat, sünnete muhâlif olan fiildir (İsfahanî, 43).
6. Resulullah Efendimizden ma’ruf olan bir şeyin hilafına muanede tarikiyle (inatlaşarak) olmayıp, belki bir nevi şüphe ile ihdas edilen (ortaya çıkarılan) bir şeye inanmaktır. İnat ile olursa, o vakit bidat değil küfür olur (Pakalın, 1/232).
7. Bidatın asıl manâsı, sonradan ortaya çıkan şey olmakla birlikte, daha sonra, din konusunda yeni ortaya çıkan eksiklik ve fazlalıklar için kullanıldı. Dolayısıyla dinî literatürde, kâmil manâda tamamlanan dinde, Hz. Peygamber’in sünnetine, şer’î hükümlere, ashap ve tabiûnun görüşlerine tamamen aykırı olan ve sonradan ortaya çıkarılan hâl ve işlere denir (Asım Efendi, Kamus).
8. Bidat, Hz. Peygamber’den alınan gerçeğin hilafına ortaya çıkarılan ve dinin bir parçası olarak telâkki edilen şeydir (Eş-Şekirî, 15).
9. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan fikir ve davranışlardan biri de ayet ve hadislerin emir veya nehiy şeklinde temas etmediği, sonradan ortaya çıkarılan ve iman veya ibadet olarak dine katılan fikir ve davranışlardır. İşte bidat bunlardır (Karaman, 2/159).
Tarifler, zahiren farklı da olsa, hemen hepsi de ortak gerçeğe işaret etmektedir.
Bidatin Çeşitleri:
Daha önce bidatin, biri sözlük anlamıyla, dolayısıyla her yeniyi kapsayan, diğeri de terim anlamıyla, yani efradını câmi ağyarını mani iki tarifinin yapıldığını belirtmiştik. Birinci tarifi yapanlar daha sonra bidati ikiye ayırarak, bir kısmına bidat-ı hasene diğer kısmına ise bidat-ı seyyie adını vermek zorunda kalmışlardır. Bunlara dinî ve dünyevî bidat adını verenler de vardır. Bu konuda ilim adamlarının izahlarından bir kısmını kaydetmek istiyoruz.
Bidat-ı Hasene, Bidat-ı Seyyie:
Bidatı hasene ve seyyie olarak ikiye ayıran alimlerin ilki, İmam Şafii’dir (204/819). Harmele ibn Yahya, İmam Şafii’den şunu nakleder: “Bidat iki kısımdır: Övülen (mahmûd) ve yerilen (mezmûm). Sünnet’e uygun olana övülen, sünnete muhâlif olana ise yerilen bidat denir.” Beyhakî, İmam Şafii’nin bu sözünü şöyle izah eder: “Yerilen (kötü/seyyie) bidatın dinde dayanacağı bir aslı yoktur. Şer’î ıstılahta buna mutlak bidat denir. Övülen (hasene/güzel) bidat ise Sünnet’e uygundur. Yani Sünnet’ten dayanacağı bir delil vardır. Bu şer’î manâsıyla değil, sözlük manâsıyla bidattır. İmam Şafii’den şöyle bir söz de nakledilmiştir: “Sonradan ortaya çıkan şeyler (muhdesat) iki çeşittir. Bir kısmı, Kitap, Sünnet, Eser veya İcma’dan birine muhâliftir ki, bu dalâlet olan bidattır. Hayır/iyilik olarak ortaya çıkarılan yenilikler ise, ihtilafsız bir şekilde iyidirler, tenkit edilemezler” (Askalânî, 17/10).
İmam Şafii’yi takip eden bir çok âlim de yaklaşık aynı taksimatı benimsemişlerdir. Bunlardan biri de meşhur Şafii alimi İz b. Abdiselam’dır (260/874). Ona göre bidat üç kısma ayrılır:
1. Şeriat’ın mendup veya vâcip olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet’te yapılmayanlara bidat-ı hasene;
2.Şeriat’ın haram veya mekruh olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet’te yapılmayanlara bid’ay-ı kabihe/seyyie;
3.Şeriat’ın mubah olduğuna delâlet edip Asr-ı Saadet’te yapılamayanlara ise mubah bidat denir(Abdüsselâm, 578).
İmam Gazalî (505/1111), bu konuda geniş bilgi vermemekle birlikte, İhya’da, masa veya benzeri bir şey üzerinde yemek yeme konusunu işlerken şöyle diyor: “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan şeylere bidat denir ama, her bidat kötü değildir. Kötü bidat, bir sünnete zıt olan, şer’î bir emri kaldıran ve illeti sabit olan şeydir. Oysa sebepler değiştiğinde, bazen yenilik yapmak (bidat) gereklidir” (Gazalî, 2/6).
Nihaye sahibi İbni Esir ise, konuyu şöyle açıklamaktadır: “Bidat, bidat-ı hüda ve bidat-i dalâl olmak üzere iki çeşittir. Allah ve Resûlü’nün emrettiğine muhâlif olan yenilik, tenkit ve reddedilir. Allah’ın emir ve Resûlü’nün yapılmasını teşvik ettiği genel kurallardan birinin kapsamına giren yenilikler ise övülür. Daha önce bir benzeri bulunmayan, bazı cömertlik çeşitleri gibi hususlar da övülen fiillerdir. Ancak bunlar, Şeriat’a muhâlif olmamalıdır. Çünkü Hz. Peygamber, Kim İslam içinde güzel bir çığır açar ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiç bir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri kendi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiç bir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır” buyurmuştur. (Müslim, “Zekât”, 69; Nesaî, “Zekât”, 64) Hz. Ömer’in teravih için söylediği “bu ne güzel bidat oldu” sözü de buna delâlet etmektedir. Yani övülen bidatlerdendir. Çünkü “bidat” dedikten sonra, “ne güzel” sözüyle bunu övmüştür (İbni Esîr, 1/107).(Tahanevî, 1/133).
Abdulhakk ed-Dehlevî de, “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkıp sünnetinin genel prensiplerine ve esaslarına uyan bidata, hasene, uymayana ise seyyie denir.” şeklinde görüşünü açıklar
Bidatı kısımlara ayıranların tarifleri topluca değerlendirilirse, bidat-ı hasene, aslı dinde olup, faslı [ayrıntıları] formüle edilmeyen; bidat-ı seyyie ise, hem aslı hem de faslı dinde olmayan hususlar olduğu anlaşılır. Bu düşüncede olanlar, bidat-ı haseneye şu örnekleri verirler: Minare, ribat, medrese, han, vb. şeyler inşa etmek; her ilimde kitap yazmak, hadis toplamak ve bunları şerh etmek (Süyutî, 38).
Bidat bir Bütün müdür?
Bidatın hasenesinin, iyisinin, güzelinin olmayacağını; “Her bidat dalâlettir ..” hadisine dayanarak bidatın bir bütün olduğunu savunan âlimler de vardır. Mesela, Şatıbî (790/1388), Zerkeşî (794/1392), İbn Recep (795/1393), İbn Hacer el-Askalanî (852/1448), İbn Hacer el-Heytemî (974/1566), İmam Rabbanî (1563-1625), İmam Birgivî, (981/1573), Suyûtî, (911/1505), muasır alimlerden Muhammed Buhayt, Ali Mahfuz, Muhammed Abdusselam, Mevdudî, Ahmed Ferid, Muhammed b. el-Alevî, İzmirli İsmail Hakkı, Abdullah Draz bunlardandırlar.
Şatıbî, İz b.Abdisselam’ın bidatı ikiye ayıran fikirlerini verdikten sonra şöyle der: “Böyle bir taksimatı gerektirecek hiç bir şer’î delil bulunmamaktadır. Zaten kendi içinde çelişki vardır. Çünkü bidat, nass veya genel kaide cinsinden şer’î bir delili olmayan şeye denir. Eğer o işin vâcip, mendup veya mubah olduğuna delil olabilecek bir dayanak varsa, bidattan söz edilemez. O iş, ya emirler manzumesine dahildir ya da en azından yapılması serbest bırakılmıştır. Hem bidat olsun, hem de vâcip, mendup veya mubah olduğuna delil bulunsun; bu çelişkiden başka bir şey değildir. Haram veya mekruh sayılan bidatlara gelince, bunların haram veya mekruh olduklarına şer’î bir delil varsa onlar da bidat olmazlar; günah ve isyan hükmünü alırlar. Adam öldürme, zina, hırsızlık vs.. bidat değiller, birer günahtırlar” (İ’tisam, 1:191-192). Başka bir yerde de, “bidat çıkaranların bütünü, hasene, seyyie ayırımına sarılarak kendilerini savunurlar. Bu onların tek dayanağıdır” (a.g.e. 1:144) der. İmam Birgivî ise, görüşünü şöyle açıklar: “Bidat kelimesi genel bir kelime olduğu için, aslında red edilmeyen âdet [mubah] cinsi yenilikleri de kapsamına alır. Değilse, şer’î ıstılah olarak bidatın hasenesi yoktur. İbadet cinsinden, bid’ay-ı hasene denilen hususlar araştırılsa, hepsinin, işaret veya delâlet yoluyla Şari’ tarafından serbest bırakılan cinsten oldukları görülür. İbadetlerdeki bidat, sünen-i hüdanın karşıtıdır. Âdetlerdeki yenilikler ise, sünen-ı zaidenin karşıtıdır. İnançtaki bidatların karşıtı da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın inançlarıdır. İlk dönemlerde bu tür şeylerin konuşulmaması ya ihtiyaç olmadığından ya da başka mühim işlerle uğraşıldığı için vakit bulunmadığındandır” (Birgivî, 9-12). İbn Recep el-Hanbelî de (795/ 1393) aynı görüşü paylaşır (İbn Recep, 2:129). Buharî şarihi İbn Hacer el-Askalanî, (852/1448), “Aslında bidat, geçmişte (Asr-ı Saadet’te) örneği görülmeyip yeni ortaya çıkarılan şeydir. Terim olarak, Sünnet’in mukabili olana denir. Dolayısıyla bidat, mezmum yani seyyi’edir.” der (Askalânî, 17/9). Reşit Rıza da, İ’tisam’a yazdığı tahkikte, sözlük anlamıyla bidatın hasene-seyyie kısımlarına ayrılabileceğini ama terim anlamıyla bütün bidatların seyyie olduğunu söyler.
Temel hizmetlerinden biri Sünnet’i ihya ve bidatla mücadele olan İmam Rabbanî
de bidatın ikiye ayrılmasının uygun olmadığını şöyle açıklar: “Bazı kimseler bidatı, hasene ve seyyie şeklinde ikiye ayırarak, hasene, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin zamanında olmayıp Sünnet’i kaldırmayan, seyyie ise Sünnet’i kaldıran her amel olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu fakir, bidat olup da güzel, nûranî, iyi olan hiç bir şeye rastlamadı. Onda karanlık, bulanıklık ve yanlışlıktan başka bir şey yoktur.
Bir kimse, basiretinin zayıflığından ötürü, ilk zamanlar bidatta bir tazelik, tatlılık, hoşluk görse bile, bir süre sonra o bidatın pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey olmadığını anlayacaktır. Hz. Peygamber, [dinde] yapılan her yeniliğin bidat, her bidatın da dalâlet olduğunu bildirmişlerdir. Öyle ise bidata hasene (iyi) demek mümkün değildir.
Diğer bir hadiste (İbni Hanbel, 4/105) belirtildiği gibi, her bidat mutlaka bir sünnete engel olmaktadır. Meselâ, bazı âlimler namaza kalben niyetlenmenin yanı sıra, niyeti dille de söylemenin bidat-ı hasene olduğunu söylerler. Hâlbuki bize, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiinden, niyetin dille söylendiğine dair, ne sahih ne de zayıf hiç bir haber gelmemiştir. Onlar ayağa kalkınca, ihram (başlangıç) tekbiriyle hemen namaza girmişlerdir. Bu durumda dille söylemek bidat olur. Bazı âlimler buna bidat-ı hasene demişlerdir ama, fakire göre, bu bidat, sünnet bir yana farzı dahi kaldırmaktadır. Çünkü, insanların pek çoğu, sadece dille niyet getirmekle yetinecek, kalp, namazdan gafil olsa bile buna aldırış etmeyecektir. İşte o zaman, namazın farzlarından olan kalben niyet, bütünüyle terk edilmiş olacak ve namazın fesadına sebep olunacaktır. Diğer bidatları da buna kıyas edebilirsin (İ. Rabbani, 1/293).
Bu aktarılanlardan şöyle bir neticeye varıyoruz: Hz. Peygamber’in Biliniz ki, sözün hayırlısı Allah’ın kitabı, yolun hayırlısı da Muhammed’in yoludur. Ve işlerin en kötüsü dinde sonradan çıkarılan şeylerdir. Dinde sonradan çıkarılan her bidat bir sapıklıktır. Ve her sapıklık ateştedir” (Buharî, “İ’tisam”, 2; Müslim, “Cum’a”, 43) hadisi, ıstılahî anlamda her bidatın seyyie olduğunun yeterli ve en güzel delili olmalıdır. Buna mukabil, yukarıda kaydettiğimiz “Kim İslam içinde güzel bir çığır açarsa…” hadisi ileri sürülerek bidat, hasene ve seyyie şeklinde ikiye ayrılmak istenmiştir. Burada tartışma, kanaat-i acizanemce biraz lafzî olmaktadır. Yukarıda da arz edildiği gibi, dine, onun iman, ibadet ve temel muamelat, ukubat esaslarına ait ve zıt, Sünnet’e muhalif, bir itikat, ibadet, muamelat ve ukubat prensibi gibi dinden sayılan, ama dinde aslı olmayan her yenilik bidattır ve bunun asla iyisi olmaz. Buna mukabil, aslı dinde olan, tarikatlarda evrad ü ezkâr gibi, tesbih kullanma gibi uygulamalar ise bidatın içine girmemelidir. Eğer bunlar bidata dahil edilmezse, o zaman bidat da hasene-seyyie diye ayrılmaz. Şu kadar ki, mevlid gibi, dinde olmamakla beraber, dine muhalif de olmayan uygulamalar, dinden sayılmamak, dinî bir ibadet gibi algılanmamak kaydıyla, dine de hizmet eden bir yanı varsa, bu takdirde seyyie bidat sayılmamalıdır.
Bidatı izafî ve hakikî bidat adıyla ikiye ayıranlar da olmuştur. Bunlara göre hakikî bidat ilim adamlarının araştırmaları neticesinde Kitap, Sünnet, İcma veya diğer geçerli bir delile, ne umumi kaide olarak ne de detaylarda dayanan bidattır. Zaten bundan ötürü buna hakikî bidat denilmiştir. Çünkü tamamıyla dayanaksız, uydurma bir şeydir; her ne kadar bunu ortaya çıkaran, bir yerlere yamamaya çalışsa bile. İzafî bidat ise iki yönlüdür. Bir yönüyle şer’î bir delile dayandığı için bidat denilemiyor. Diğer yönden ise hakikî bidat gibi sonradan ortaya çıkmış ve dayanağı da net değildir. Bu özelliğinden ötürü izafî bidat, hakikî bidata düşmemek için kaçınılması gereken bir durumdur (Şatibî, İ’tisam, 1/277)
Nitekim şer’î ahkam açısından net olmayan durumlardan kaçınmak gerektiği şu hadiste dile getirilmiştir: “Helâl olan şeyler bellidir. Haram olanlar da bellidir. Fakat helâl ile haram arasında bir takım şüpheli şeyler vardır [ki, helâl veya haram olduklarını çok kimseler bilmezler.] Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, şerefini, haysiyetini ve dinini kurtarır. Kim de şüpheli şeylere dalarsa, yasak bölge [beylik koru] etrafında koyunlarını otlatan çoban gibi, koruya dalıvermeğe yaklaşmış demektir. İyi biliniz ki, her hükümdarın ilan ettiği bir yasak bölgesi olduğu gibi, Allah’ın da yer yüzündeki koruluğu [yasak bölgesi], haram ettiği şeylerdir” (Buharî, “İman”, 39; Müslim, “Müsakat”, 107).
Yeni Ümit Dergisi