BAŞARILARI VE MÜSBET NETİCELERİ ALLAH’A VERMEDE HASSASİYETİMİZ NASIL OLMALIDIR?
Her türlü muvaffakiyet ve müsbet netice Allah’a aittir.
Hiçbir kul, gücü, bilgisi ve imkânları ne ölçüde olursa olsun, Allah muvaffakiyet vermezse, müsbet hiçbir şey yapamaz. İnsanın yapısı hayra değil, günaha ve tahribe yöneliktir. Müsbet netice ve muvaffakiyetlere gelince, bir defa, bunların tahsili için gerekli mekanizmayı kuran Allah’tır. İnsanın yaptığı, bu mekanizmada bir düğmeye dokunmaktan daha fazla değildir. Ona o imkân ve gücü bahşeden, dokunmasına müsaade eden, o dokunmaya sevk eden de Allah’tır. Eğer Allah izin vermemiş, onu öyle bir donanımla dünyaya getirmemiş, o işi yapmaya sevk etmemiş olsa idi, bir düğmeye dokunmak bile olsa, insanın elinden ne gelirdi? Üstad demiyor mu, insanın ekl ve şürb (yeme-içme) gibi en basit ve iradesine taallûk eden işlerde bile rolü binde bir bile değildir? O halde, hele, sanki Firavunca ve Nemrutça ben yarattım” dercesine, “ben yaptım, ben başardım; bu, bendeki güç ve ilimden dolayı böyle oldu; falan yerde konuştum, işte şu kadar insan müteessir oldu; şöyle yazdım, şu kadar insana tesir ettim” şeklinde hezeyanlar sarf etmek, hattâ bunları düşünmek, akıldan geçirmek, küstahlıktan başka ne manâya gelir? Hiçbir peygamber, “ben yaptım, ben başardım, ben hidayet ettim” dememiştir. “Ben,” firavunların ağzından çıkan sözdür. Şirkin en hafifi “nahnü”, yani “biz”dir; cemaat, millet, kavim, kabile enaniyetidir. Üstad, bu meseleleri, anlamaktan bile aciz olduğumuz Ene ve Zerre Risalesi’nde ne güzel ifade eder! O’nun dediği gibi, “ene”yi, hattâ “nahnü”yü de yırtıp, altındaki “Hüve”yi ortaya çıkarmak, “Hüve”yi göstermek gerekir.
Bir kulluk deryasına yelken açtık ki, dalgalar amansız çıktı karşımıza, kenara varmaya koymuyor bizi. İstihdam eden Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun; olsun da, nâil kılındığımız lütufların zerresini kendimizden bilmeyelim; bilmeyelim ki, O, lütuflarını sonuna kadar devam ettirsin. Bu lütufların bir tanesini, hattâ bir zerresini bile kendimizden bilsek, bilgimize, tedbirimize versek, O, vâridât-ı Sübhaniyesini keser ve “haydi yürüyün bakalım, yürüyebilirseniz,” der. Allah korusun, âhir ömrümüzde kendi kendimize bırakıldığımız için hizlana uğrarız. O’ndan diler ve dileniriz, bizi göz açıp kapayacak kadar bile olsa, Allah Rasûlü’nün o mübarek dualarından ayırmasın: “Ya Hayyu Ya Kayyûm, bi-rahmetike estağîs; eslah lî şe’nî küllehü, ve lâtekilnî ilâ nefsî tarfete ayn: … Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, bizi nefsimizle baş başa bırakma” Her şey O’ndan; ne veriyorsa, aczimize, fakrımıza, za’fımıza merhameten veriyor. Akıldan geçer, “en güzel talebeleri yetiştirdim, tedbirimle hiç birinin kılına dokundurmadım.. onları öyle bir sevk ve idare ettim ki..” mülâhazalarına dalar gider. Neden sonra, o hasta kalbine gelir de, mırıldanır, “Vakıa, bunları Allah yaptırdı ya!” Bir gün sana, “hay, Allah hayrını versin! O kadar becerikli idin, başarılı idin.. Allah dediğin O Zâtı şimdiye kadar bulman gerekmez miydi; hâlâ bir yabancı gibi, başı açık, yalın ayak hayallerinle şaşkınlık çöllerinde dolaşıp duruyorsun” demezler mi?.
Bu türden, eskiden de olsa söylenmiş sözleri hatırlayınca, bende depresyon yapıyor. “Bu zenginlik, bana ilmimden dolayı verildi” diyor, kim?: Karun. Böyle konuşanlar, böyle düşünenler, Karun’dur, Firavun’dur. Kendini yenememiş, benliğinin altında kalmış insanların sözlerine, davranışlarına biraz dikkatle nazar etseniz, hepsinde “ben” davulunun öttüğünü, “kendi kabiliyetim ve istidadımla, irademle, bilgimle, marifetimle.. tesiri nâkâbil olanlara tesir ediyorum, sözümü dinlettiriyorum” sözlerinin çınladığını görür veya duyarsınız. Çok dikkatli de konuşsalar, mutlaka bir yerlerinden sızar o mülâhaza…
Vasiyetim olsun, elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın. Eğer bir gün, o ideal nesil, ütopyalarda resmedilen nesil isbat-ı vucud edecekse, o, bencilliği olmayan, “ben” davasından geçmiş, “ene”yi bırakıp, hattâ şirkin en hafifi olan “nahnu”yu da aşarak, “Hüve”de tevhidi yakalamış, “ene”yi yırtıp, “Hüve”yi göstermiş nesil olacaktır.
İnsan, bir başkasıyla rekabete girebilir, fakat Allah’a karşı rekabet hissi düpedüz saygısızlıktır. O bakımdan, her muvaffakiyet, her güzel iş, Allah’a verilmeli ve, “bunu O yaptı” denmelidir. Yememize, içmemize, hemcinsimize duyduğumuz alâkaya bakınca, hayvandan farklı bir yanımızın olduğunu görüyor muyuz? Hattâ, haram-helâl demeden, açlığımıza-tokluğumuza bakmadan, başkalarının haklarını da üzerimize geçirerek, öyle yiyip içiyor ve hayvanlar, hemcinslerine karşı üreme adına senede bir alâka duyarken, biz, tamamen nefsânî arzuların pençesinde doymak bilmez bir hırsla yaşıyoruz. Bu hâlimizle, hayvanların mertebesinde olduğumuz bile söylenebilir mi bilemiyorum. İki Nobel ödülü sahibi Alexis Carrel’in başında bulunduğu bir heyet, 20. Asır gençliğini bütün duygu, tavır ve davranışlarıyla inceleyip formüle ettiklerinde, karşılarına “serseri köpek” resmi çıkmıştı.. saldırgan, başıboş, istediği gibi yer, sonra yan gelip kulağı üzerine yatar.. işte böyle bir tip. Evet, çirkin bunlar ve böyle tasvirler bize yakışmaz ama, gel gör ki, nefis çok daha çirkin.. Estağfirullah, sümme estağfirullah.
Allah karşısında insanın kendisini zelil, hakir, hor görmesi lâzım. Evliyaullahtan bazıları var ki, münacatlarında şöyle derler: “Şu hâlimle, kalbimin şu durumu itibarıyla, iman, İslâm gibi hususiyetler müstesna, kâfirler benden çok iyidir; falan hayvan, filan hayvan benden iyidir.” Evet, insan bir yandan budur; diğer yandan da Allah’ın insanlığımıza terettüp eden bir kısım lûtufları, ihsanları var. Öyle ise, kimse, bu lûtuf ve ihsanlara sahip çıkmamalı. Mü’min, her halinde mütevazi olmalı, mahviyet ve hacalet içinde bulunmalı. Onun için, Kur’an-ı Kerim’de, “Ezilletin alâ’l-mü’minîn (Mü’minlere karşı tevazu kanatları ve yüzleri yerlerde)”, “eızzetin alâ’l-kâfirîn (kâfirlere karşı ise izzetli ve çetin” buyurulur. Hiç kimse, kendisini müzekkâ bilmemeli; böyle bilmek şöyle dursun, hadisteki ifadesiyle, kendini “racül-ü fâcir” bilmeli. Kimse, “ben müfsidim” demez; demez ama, bilmeyerek ifsad etmediği ne malûm? Acaba, vicdanında kendini ikna edecek şekilde, “hakikaten ben bir müfsid miyim?” diye bir mülâhazası bulunmalı değil mi?
Kendisine zerre kadar bile itimat eden insan, İlâhî teveccühleri kaybetmiş demektir. Kimse, nefsine güvenmemeli, âkıbet ve âhireti hususunda emniyette olduğunu sanmamalıdır. Bu manâda mutlak emniyet küfürse, onun en küçüğü de küfre yakınlıktır. Yani, nasıl yeis küfürse, bir insanın âkıbeti ve Âhireti hususunda ameline güvenmesi, Cennet’e gireceğinden emin olması da küfürdür. Böyle bir emniyetin en küçüğünün bulunması da, küfür istikametinde bir adım demektir.
Rabbi’ğfir ve’rham ve ente hayru’r-rahimîn.”