KARA YAĞMUR
Çıldırmak üzereyim.
Çıldırmaktan korkmuyorum.
Belki hepten çılgınım.
Çıldırmaktan korkmuyorum.
Korkmuyorum, korkmuyorum ki mahkumu olduğum bu azabı akılcı gözle seyretmek mecburiyetinde kalmayayım. içinde bulunduğum, vasata abes gelebilecek nizamı akılcı gözle seyredip acı çekmemi benden kim isteyebilir? Acıdan başka nasibim ne? Neden geceler boyu, neden günler, haftalar, aylar, yıllar ve evet evet asırlar boyu, bu gri ürpertinin hem içinde hem de dışında yaşıyorum? Sabrını sonuna kadar zorlama. Bırak kendi halime beni. Neden duvarlar hem bende ve hem bende değil? Neden ben onların hem içinde ve hem de dışındayım? Neden hem bu günde ve hem de dündeyim? Gerçekten hem de dünde miyim? Neden seni işte şu ilk görüşte tanıyor ve neden hem de kimliğini araştırıyorum? Neden benim kimliğim seninkini bulmama bağlı? Buraya nereden düştüm? Yerim burası mı? Burada mı olmam gerek? Bugünki kimliğim ne? Ya daha evveli? Ya daha evveli ve daha daha daha evveli? Ya sen?
Bana ancak o yardım edebilir, içimden güller havalanıyor, içimden kuşlar havalanıyor. Bütün kainatı kucaklayabilecek ve kendimi bir yere oturtabilecek güçteyim. Bütün varlığımla ona gidebilirim. Gözleri şehrin üstünden geçen yağmur bulutları kadar gri iken, yağmur bulutları kadar ıslak geçerken ömrümden, gözleri kentin kalabalığında yalnızlığıma, asırlara sinmiş yalnızlığıma bir anda dür diyecekken. Nasıl mümkün olur çıldırmak? Bütün varlığımı asırlardır yayıldığı, dağıldığı yerden toplayabilecek güçteyim. Bütün varlığımı dağıldığı zamandan ve mekandan toplayarak bir araya getirebilecek ve nihayet bütünlük duygusuna ulaşabilecek kaabiliyetteyim. Ve bu her şeyin sonu, mutlak huzurun çağrısı olmaz mı? ‘Varlığın emeli kendini tasvir ve teyid’ değil mi? Nerede olduğunu görebilen insandan daha bahtiyar kim var? Söyle bana, kim var?
İçimden güler havalanıyor, ilk bakışta onlardan farkın yok. Şimdi garip bir müzeye dönüştürülmüş sarayımızda, sen dünyanın kim bilir hangi köşelerinden gelmiş şu sarı saçlı mavi gözlü yabancı ve hoyrat kalabalığın arasında. Ben senin arkanda. Temmuz güneşi ne kadar acımasız. Hiçbir gölgeye yer yok. Bu yabancı kalabalığa benziyorsun ama biliyorum, sen ‘o’sun. ilk bakışta ona benzemesen de, böyle bir firuze salkımıyken gözlerin sen ‘o’sun. Bir defa gözlerime baksan, gözlerimiz karşılaşsa bir defa, bir defa gözlerinim içindeki macerayı tüylerin ürpermeden seyredebilsen. Anlayacaksın. Tanıyacaksın. Hem kendini, hem beni. Bütün macerayı toptan kucaklayarak bana bütün ülkeni açacaksın. Sen benim kim bilir kaç asır hep başkaları tarafından kuşatılmış ve nihayet zorla düşürülmüş kale’m değil misin?
Kimselere anlatamadım. Korkum, anlaşılmamak filan değildi. Çılgın zannedilmek de değildi endişem. Rakibi araya sokmaktan hangi aşık hazzeder? Anlamayacaklara en güzel hikayeyi ne diye anlata idim? Bunun için şahs-ı nadana kitab-asa açılmadım, esrarıma kimseler vakıf olmadı. Kimsenin taşıyacak gücü olmadığını kestirmek güç değildi. Bir tek kişi vardı dökülüp saçılabileceğim. O da sendin. Sen işte. Sensin işte. İlk bakışta benzemesen de, sırtında kadife üç eteğin, basında mor yaşmağın, zümrütlerin olmasa da. Saçlarını berber başı düzeltmemiş olsa da. Amber kokularıyla ovulmamış olsa da tenin. Itırlarla yıkanmamış, yedi gümüş leğenden geçirilmemiş olsa da giysilerin. Her şeyin buharlaşabileceği kadar sıcak şu günde, bizim maceramıza, bizim tiyatromuza, bizim hikayemize, ne kadar yabancı şu kalabalığın arasında. Senin dahi farketmediğin kuytu ve serin gölgeliklerde herkesten fazla sen ‘o’sun. Bir tek sana anlatabilirim ve dahası bir tek sen anlayabilirsin. Beni bana bir tek sen iade edebilirsin. Lütfet güzelim.
Söylesem acaba bana inanacak mı? Söylesem acaba kim bilir kaç gece işte şu önünde durduğu dehlizin sonundaki gölgelerin kucağında, sabahlara kadar tek kelime etmeksizin ülfet eylediğimizi. Kaç gece mey içerken camıma aksinin düştüğünü. Kaç gece belki o bile bilmeksizin ruhuna sahip olduğumu. Hayır inanmaz. inanmaz ve korkarım o yağmur yemiş gözlerinin grisini. gözlerime dikerek sorar ve yine kaçar. Belki sormaz bile. Ona desem ki, sen bilmiyorsun sevgilim, sen bilmiyorsun ama biz seninle ‘bir eski zaman aynasının derinliğinde öpüştük’. Biz, biz artık iflah olmayız. Çünkü bizi bir yerlerde unuttular. Şimdi de işte bir yerlerden toplanılmayı bekliyoruz. Biz seninle kaç gece şu taşlıkları adımladık. Hangi zamanlardan kalmayız? Birlikte olduk mu? Beraberce kala kaldığınız o zamanda ve mekanda bana iğrenmeden, kim bilir hangi talihin sana bağladığı şu çirkin ve noksan bedenime bir an ürpermeden bakabildin mi? Beni hem sevdin hem de kaçtın ve korktun değil mi? Bunun için zaten gerideki hikaye bu kadar karışık, tavırlar böylesine belirsiz.
Çirkinim ben. Hiç güzel değilim. Tenim kapkara. Uzak ve sıcak ülkelerin kum fırtınaları kadar; yağlı ve isli kandillerin, üzerine, ölüm ürpertileriyle sarı ve titrek yandığı, aydınlatmaya çalıştığı, dipsiz kuyulara benzer taşlıklar kadar; her biri gördüğü kan ve ölüm ve aşk kokan acımasız maceraların ardından bir defa daha sağır ve dilsiz kendi üzerine kapanan cellat duvarlar kadar; kirli ve karayım. Sen karşımda hala dünyalar güzeli. Teşbihe ne şükür. Güller kadar, ahular kadar güzel. Serv-i hıramanım, vücüd ikliminin, gönül mülkünün sultanı, derdimin dermanı efendimsin sen.
Seni ilk gördüğüm günü bilir misin? Kaç asır evvel. Varlığının en büyük eksiği ile ben, utancı ile ben, tamlık, mükemmellik duygusunun teşnesi ben, koparılıp getirildiği kara gecelerin gökleri kadar kapkara ben. Ve sen yine şimdiki gibi. Mahmur uykuların içinden çiğdemli sabahlara bir ruh gibi, bir rüya gibi süzüldün. Seninle karşılaştığım, senin bana emanet edildiğin o ilk anda, ulaştığım bütünlük duygusu. Tastamam, bütün, eksiksiz bir ruh. Ama sadece senin yanında Sadece senin acılarını, göz yaşlarını, hatta mahremiyetini paylaştığım, ikliminde bulunduğum anlarda. Bu duyguyu koruyabilmek için hep sen lazımdın. Sen, beni, bilmem benim tahayyülünden dahi ürperdiğim manada, hiç gördün mü? Sanmam. Sanmam ama bana baktın ya. Benimle ülfet ettin ya. Benimle sabahları yakaladın ya. Bana derdini, bana onu, bana aşkını anlattın ya. Beni ben olarak gördün ya. Hiçbir şey tahayyül etmiyorum. Gördüğüm bana yetiyor. Bazan oymalı endam aynalarının derinliğinde ruhlarımız sarılıyor. Bazan ince su sızıntılarının yıkadığı taşlıklarda ağlıyorsun. Bazan sen kaçıyorsun da ben asırlarca arkandan geliyorum. Bu karmaşa, bu buğu varlığınım bütünlüğünü engelleyemeyecek kadar ufak bir ayrıntı. Önemli olan senin var olduğunu bilmem ve bütünlük duygusuna ulaşabilmem. Dağılmış, yayılmış olduğum yerlerden ve zamanlardan kendimi toplayabilecek gücü idrak edebilmem. Bazan en yakınında, en kuytuluğunda, bazan uzağında, istiğnada. Ama daima zamanı ve mekanı belli, işte şimdi de sen lazımsın. Bir defacık gözlerimin içine baksan ve bakışlarınla, seni tanıdım, desen. Yirmi bilmem kaçıncı asrın sonlarında, basit bir resmî daire memurunu, koca kentin kalabalığında boğulmak üzere olan bir yazıcı müsveddesini kendi kendisine iade etsen. Bir defacık gözlerinle gözlerimin içine bakman ve hiç konuşmaksızın, bakışlarınla, seni tanıdım, sen ‘o’sun, ben de ‘o’yum, demen lazım.
Her yandan ocakların, çeşmelerin, perdelerin aralarından bir ney sesi yükseliyor. Çalan, söyleyen yok. Varlığı ürpertilerime yönelik bir ney sesi. Belki padişahınız efendimiz, cennet-mekan Selim-i salis ney üflüyordur. Belki biraz evvel, katlinden biraz evvel o müthiş beyti söylemiştir; Kendi elimle kesip yare verdiğim. kalem/Fetva-i hun-i na-hakkım yazdı ibtida demiştir. Belki Alemdar, Arz odasının önüne boylu boyunca uzatılmış, şimdi yerinde kırmızı bir porfir taş, sağ şakağı çenesine kadar yarılmış, kanlar içindeki mübarek cesedlerini görerek, hıçkıra hıçkıra Orta avludaki dokuzuncu servinin dibine çöküvermiştir. Bu kan deryasının ortasında sen neredeydin? Şimdi neredesin? Halime acı ve bir nigah et ne olur ey gonce-delıen. Bir nigah et ki bu acımasız masal bir defa da bütünlüğünü gözlerinden toplasın.
* * *
Şimdi artık ne anılar var ve ne de göz yaşları.
Şimdi artık anılar da yok göz yaşları da. Demek ki sen hiç yoktun ve hiç de var olmadın.
Ben hikayemde bu kısmı görmemiştim. Ben hikayenin bu kısmını daha evvel seyretmemiştim. Bu bölüm bana ne kadar yabancı. Anılar da yok göz yaşları da. Hiç yaşanmamış anıları yaratarak arkasından sürüklenen de ben değilim. Oysa fazla değil, bir kaç saniye evveline; gözlerini gözlerime dikerek öyle boş, öyle umarsız, öyle yabancı ve öyle acımasız bakmazdan evvel sen, yeter artık, demezden evvel sen, zannediyordum ki her şey yerli yerinde. Bu kısmı daha evvel görmemiştim. Demek ki sen yoksun. Demek ki sen hiç var olmadın. Bunu neden şimdi farkediyorum? Tersinden mi yakalıyorum bütün tekamülatı? Bu defa mesele kendi varlığını filan değil, senin varlığın. Tamamını vehmettiğim senin varlığın. Demek ki sen yoksun. Hatta hatta, evet, sen galiba hiç var olmadın. Ne garip ve anlamak ne kadar zor.
Oysa bir kaç saniye evveline kadar zannediyordum ki, bütün o karanlık ve rutubetli koridorların sonunda sen varsın. Zannediyordum ki bir yerlerde esmer tenli kalfalar seni ortalarına alıyorlar, tenini misk ü amber kokularıyla ovuyorlar, saçlarını fil dişi taraklarla tarıyorlar, seni gümüş musluklu mermer hamamların mor sularında yıkıyorlar. Teninin her zerresini muhteşem gecelere hazırlıyorlar. Vehim filan değildi. Buna inanıyordum. Dahası görüyor ve duyuyordum. Kalfalar, zannediyordum, saçının her telinde yaraşmanın büyüsünü yaratıyorlar. Yolların, hümayun gecelere açılıyor ama ruhun kapanıyor. Ve ben zannediyordum ki bir başka köşede, bir başka kırık ney sesi senin için ağlıyor. Ben sana ağlıyorum. O sana ağlıyor. Sen ona ve bana ağlıyorsun. Fakat neticede hep var olan güzel bir şey için ağlıyoruz. Gözlerin gözlerime böyle umarsız ve böyle soğuk ve böyle yabancı açılmazdan evvel bütün bunların var olduğunu zannediyordum.
Bütün bu duvarlar canlıydılar. Hep bana bir şeyler anlattılar. Şu tezgahın üzerinde günde üç öğün yemeğiniz yer alırdı. Şuradaki çinili ocakta sizi ısıtan ateş kilitliydi. Şurada şarkılar söylüyor, şurada özlüyor, şurada bir kuş olup sılaya uçmayı diliyor, şurada kıskanıyor ve şurada ağlıyordunuz. Şurada Sadullah Ağa, Mihriban’ı seviyordu. Kimdim ben? Belki Sadullah’ın sesindeki hicran yarası, boynundaki ilmik. Kim bilir belki de elindeki ney ile kendisini müdafaaya çalışan bir Selim. Belki anahtar deliklerine kadar kurşun dökülerek hücreye dönüştürülen dairesinde, daire ne, odasında, sabahlara kadar feryad ederek harem halkım bîzar eden bir ibrahim. Belki onun katli için hücreye dalan dilsiz ve sağırlardan biri de bendim. Ne ise, ama bir bütündüm. Çünkü senin var olduğunu zannediyordum. Belki bir havuzun mermerine çarparak güzelim sağ şakağı yaralanan da bendim. Artık bilmiyorum, artık ayıramıyorum. Fakat bütün bu duvarlar vardılar, benimdiler ve benimle konuştular. Bana çok şeyler anlattılar. Zamanlara mekanlara ve kişiliklere yayıldım.
Şimdi artık bütün bunlar yok, biliyorum. Belki de hiç var olmadılar. Biz seninle birbirimizi çılgın bir ateş ve kan deryasının ortasında görmedik. Kendimizce sevmedik. Aşkı, acıyı, sadakati, ahde vefayı ve vefasızlığı hiç tatmadık. Şu gözlerin, şu kocaman ve boş gözler, bütün bunları bir anda hem de hiçbir gayret sarfetmeksizin nasıl da haykırdı? O gözlerde istiğna var, yalan bile değil. Yeter, diyen gözlerin, bırak arkamızı, diyen gözlerin. Ben ki senin ardından asırlarca gelmedim mi? Seninle şu eyvanın önünde ruhlarımız kendince sevgilerle defalarca kucaklaşmadı mı? Bütün bunların var olduğuna nasıl da inanmıştım. Oysa demek yoktular. Bir zamanlar dahi yokmuştular.
Akşam inmeye döndü. Ilık bir rüzgar, ince bir yağmur. Temmuz sıcağı hafifledi. Uzaklardan bekçilerin düdükleri. Müzenin, evet şimdi müze, boşaltılması gerek. Islanmaya hakkım kalmadı. Kendimi ortaya koymak için sebebim de kalmadı. Şimdi eve, o tahta karyolaya dönecek ve ilk iş olarak bütün o asırlık hikayeleri yakacağım. Bir gün gelir de bir daha kendimi ortaya koyma arzusunu duyarsam eğer, ortaya koyacak hiçbir şeyim kalmamış olduğunu farketmem için bu. Seni bütün zavallılığın, çıplaklığın ve yalnızlığınla farkettim. Yetmeli, doğru, istesem de gelemem artık. Çünkü sende beni bana iade edecek, beni bir araya getirecek kaabiliyet yok. Sen o değilsin ve hiç var olmadın.
Hayret, demek bir yerlerde akşamlar kurşunî renkli kubbelere inmiyor artık. Bir yerlerde buz grisi akşamlara ramazan rüyaları sinmiyor. Hepsi yüzünü Bab-ı Hümayun’a dönmüş ifrit yuvası Yeniçeriler mahşerî bir uğultuyla dalgalanmıyorlar. Palaları parıldamıyor. Murad-ı salis, Sepetçi köşküne inmiyor, bîmarım ey ecel bu gece bekle şarkısını hanende ve sazendelerden istemiyor. Donanmanın selam toplarından, köşkün camları kırılmıyor ve Hünkar, gözleri dolarak ölümün nefesini ense kökünde hissetmiyor. Filhakika bir kaç gün sonra ölmüyor. Bütün bunlar, bütün bunlara benzer bir sürü hayat, topyekün ve yekpare yaşanmıyor. Bütün bunlara takılıp, aralarında kaybolmuyorum. Ne feci kader, güne kalmış tek ve son örnek. Hepsinin sorumluluğunu ben üstlenmiyorum, hepsinin hesabım ben tutmuyorum. Aralarında boğulmuyorum. Aralarında gözlerim, kulaklarım ve dillerim tutulmuyor. Çıldırmak üzere olan artık ben değilim. Zavallı odamdan dışarı fırlayarak, geceler boyu bağırmak, geceler boyu haykırmak, camlan bu defa ben aşağı almak istemiyorum. Sepetçi köşkünün yıkıntıları benim omuzlarımda değil. Denizlere, yüzmesini bilmediğim denizlere dalmak istemiyorum artık.
Keşke istiğna olsaydı. Keşke rakîbi araya soksaydın, alışıktım. Vefasızlığından yakınsaydım. Sana bir bütün geçmişi hatırlatmaya çalışsaydım. O zaman, hiç olmazsa, varlık tehlikeye düşmezdi. Hanım sultanın karşısında birlikte diz çökseydik keşke. Hangi kafeslerden, hangi kapıların arkalarından verildiği belli olmayan meş’um emirler gelseydi üzerimize. Bütün teşrifatı birlikte alt üst etseydik. Birlikte ürperseydik. Bu zamansız, bu mekânsız, bu karmakarışık, bu saçma sapan hikayeyi, bu bir türlü mana toplayamayan romanı birlikte tekrarlasaydık.
Yağmur başladı hiç olmamış sevgilim.
Görüyor musun bir yerlerden bilmem ama bu hikayenin sonu gelmeli artık. Yağmur başladı.
Bütün o taşlar, taşlıklar, duvarlar, kuleler, kubbeler, dolaplar, hamamlar ve hücreler, aydınlığım içimin yangınından ve ezikliğinden alarak yağlı bir kara ile tutuşmuş kandiller, yağmurun altında sırılsıklam. Hepsi bir zamanlar üzerlerinde katledilmiş ruhları ve bedenleri, hepsi üzerlerinde bir zamanlar gezinmiş güvercin ayakları ve onlara tapınanları, hepsi bütün iliklerine kadar sıçramış aşk, kan ve göz yaşlarım kustular. Hepsi sağ şakağından yaralı, hepsinin boynundan kan damlıyor. Hepsi dilsiz, kör ve sağır. Hepsinin ipi cellat elinde. Söylemek istediğim onca söz, anlatmak istediğim onca şey, toplamak ve birleştirmek istediğim bir bütün varlık artık içime sığmıyor. Onu artık taşımak imkansıza dönüştü. Bütün o kubbeler, o kuleler, o dehliz ve dolaplar, o hamam ve taşlar ve taşlıklar yağmur altında yaralı. Bana fısıldayacakları ne kaldı? Kimdiler ve neredeydiler? Nerelerde unutulmuştuk? Nerelerden toplayamadılar bizi? Yağmur yaralı. Güller vuruldu. Bu hikayenin artık sonu gelmeli hiç olmamış sevgilim.
Nun Masalları, Dergah Yayınları, Mayıs 1997, s. 120-128