TÜRK HALKI HIRPALANIRKEN // Ahmet Kılıçaslan Aytar
Bir çok şeyle birlikte Orta Doğu’da kurulmakta olan Sünni ve Şii eksende;
Artık Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye’den İslam coğrafyasında vizyona konan,
Barışın ve adaletin dini inanışlar üzerinde inşa edilmesine dayanan ve sadece ekonomi değil siyasal, kültürel ve sosyal boyutlarında bütün etnik yapıları da İslam Birliği potasında algılayan, en fenası İslami Cihad’ı da teşvik eden “Siyasal İslamcılığa” hiç bir kredi tanınmıyor…
Erdoğan’ın İslam Birliği çerçevesinde “bölgeyi kazanırsak petrolü ve Misak’ı Milli topraklarını da kazanırız” oportunizmine ise tahammül dahi edilmiyor…
*
Çünkü Batı Medeniyeti, bugün yaşanan durumun bir benzerini 17. yüzyılda İngiliz İç Savaşı’nda hem Katolik hem de Protestan olan yerleşmiş Hristiyan kiliselerinin diğer modern özgürlük hareketlerinin mücadelesinde yaşamıştır.
Sonuçta herhangi bir kiliseye abone olunmaksızın, “Tanrı’nın imajında yaratılmış olmaya” ilişkin teolojiye dayanan Amerikan Devrimine yol açılmıştır…
*
Bu yüzden ABD ve Batı demokrasilerindeki anayasalar, yerleşmiş laik versiyonlardan ziyade kalıcı devrimcilik anlayışına dayanıyor.
Böylece çatışmalar ulus devletlerin siyasi egemenliğinin başlıca birimi olan sözleşmelere dayandırılmıştır.
*
ABD bu konsepti; Ulusal Güvenlik Stratejisinde belirttiği üzere farklı coğrafyaların sorunlarının sadece askeri değil yeniden yapılanma, kalkınma, yetki devri, eğitim gibi insan odaklı yöntemlerle çözüleceği esasındaki dış politikasıyla sağlıyor.
Avrupa Birliği ise Kopenhag ve Maastricht kriterleriyle…
*
Bu yüzden Türkiye, mutlaka farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanları bir arada yaşatmak için normalleşecektir.
Bir yanda, “Toplumsal hayat” ta siyaset ve kültürün ancak bir bölümünde tarikatlar, cemaatler ve dini kurumlara serbestlik verilecek,
Farklı ideoloji, görüş ve inançta Kürtlerin demokratikleşme perspektifi esasında siyasal nicelik ve niteliklerini kazanmaları siyaseti özgürleşecektir…
Öte yanda “Devlet” bu toplumu küresel sözleşmeler ya da siyasi ve ekonomik kriterler dengesinde tutacak bir doğrultuda gelişirken;
Türkiye yeniden “Küresel İstikrar, Büyüme ve Güvenlik ” bileşkesinin güvenilir bir üyesi olacaktır…
*
Halbuki Türkiye, 15 Temmuz 2016’da askeri darbenin acı verici deneyiminden geçerken,
Avrupa: hükümetin orantısız tepki vermesi ve önlemlerin bir çoğundan, eleştirileri zayıflatma ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarı ele geçirme amacına hizmet ettiği izlenimi almıştır.
16 Nisan 2017 referandumunda ise mevcut parlamenter demokrasiyi kaldırıp bir cumhurbaşkanı sistemi ile değiştiren bir dizi anayasa değişikliği onaylanınca,
Bu kez 11 Mart 2017’de Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan Venedik Komisyonu bu değişikliklerin, gerekli kontroller ve dengeler olmaksızın bir “Tek Adam Başkanlık Sistemi” kurmayı amaçlandığını iddia etmiş,
AGİT Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Ofisi’de; OHAL ortamında yapılan referandumda tarafların eşit olmayan koşullarda yarıştığını: Oy sayım prosedüründe yapılan değişikliklerin önemli bir güvenceyi ortadan kaldırdığını: YSK’nın mühürsüz pusulalar hakkındaki kararının yasa dışı olduğunu: Bu hallerin demokratik siyasetin esasına aykırı olduğunu rapor etmişti.
*
Eh,Türkiye zaten AB üyeliği için şart olan Kopenhag ve Maastricht kriterlerini de yerine getirmeyince,
Bu gelişmelerin tümü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üyelik müzakerelerinin temelini yok ettiği biçiminde algılandı.
Türkiye demokrasinin mevcut durumuyla AB’ye tam üyeliği gerçekçi bulunmadı.
O yüzden Avrupa, Türkiye’ye o günlerden beri adı konulmamış bir tecrit politikası uyguluyor…
*
Bu noktaya kadar Fethullah Gülen en aşağılık şekilde tasfiye edilmiştir, Recep Tayyip Erdoğan sırasını bekliyor…
*
Son olarak ABD Başkonsolosluğu çalışanı bir Türk vatandaşının tutuklanmasının ardından ABD’nin Türk vatandaşlarına vize yasağı koyması, buna Ankara’nın aynı yöntemle misillemede bulunmasıyla;
Türkiye, Avrupa’dan sonra ABD ile ilişkilerinde tarihte görülmemiş bir krize girmiştir.
Doğrusu Türkiye, Batı Medeniyeti tarafından muhtemelen giderek koyulaşacak bir “Tecrit” sürecine alınmış bulunuyor…
*
Erdoğan bu süreçle ilgili, ” Türkiye bir hukuk devletidir. Her şeyden önce, biz bir kabile değiliz. Bir kabile devleti de değiliz. Onların açıkladığı metin neyse, mütakabiliyet esasına dayalı olarak o metnin karşı metnini de büyükelçimiz ABD’de açıklamıştır. Süreç bundan ibarettir” diyor…
*
Aslında Erdoğan, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlının dağılması ve hilafetin yıkılmasından bu yana İslamcıların tek bir ümmet olabilme hayaliyle yanıp tutuşuyor…
Her İslamcı fraksiyon İslam ümmetinin vahdetini programının ilk hedefi olarak kabul etmektedir.
İslami davet çalışması yapan ve İslami kanunların dünyaya egemen olması için mücadele eden çeşitli İslamcı Hareketler;
Bu taleplerini bir nevi komuta karargâhı olan Afganistan ve Pakistan’ın Veziristan bölgesindeki Taliban hareketleri ile ittifak oluşturarak pratikleştiriyor.
*
Ve bugün Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde, sınırları Ortadoğu’dan Balkanlar’a, Endonezya’dan Fildişi Sahilleri’ne uzanan evrensel bir İslam Devleti kurmak isteyen,
50’den fazla ülkeden çeşitli İslami Hareketin desteklediği Uluslararası bir İslamcı Güç ile bunların cihadını engellemek ve İslam âlemini seküler hale getirmek isteyen Batı arasında bir savaş cereyan ediyor…
*
Ama uluslararası ve ulusal sermaye buna izin veremez ve vermiyor.
Nitekim AB’nin tecriti ardından ABD’nin tecridiyle;
Türkiye’nin küresel sistemin santrifüj kuvvetleriyle sarsılması,
Yeniden ABD ve AB’nin istisnaî siyasi ve ekonomik gücünü hissederek kararlılığını pekiştirmesi,
IMF’in denetiminde yapısal bir dizi reformlardan geçerek borç akışını düzene soktuktan sonra,
Yeniden küresel ekonomiye entegre edilmesi öngörülüyor.
*
Ne yazık ki, bu yöntem Türk halkına çok pahalıya mâlolacaktır ama bakınız;
Neden Erdoğan bundan hiç ibret almıyor ve “Yaşasın Türk Halkı” diyemiyor?
Bu çağdışı akıl ile Batı Medeniyeti’ne karşı antiemperyalist bir mücadele vermek mümkün müdür?
O halde, Türk Halkının çağdaş muassır medeniyete ulaşmasının ve Erdoğan’ın demokratik usullerde tasfiye edilmesinin başka yolu yoktur...