22 Kasım 2012

KALU BELA HAKKINDA


KALU BELA HAKKINDA....
         
Üstadım,
Selam, sevgi ve saygılar…
Her şeyden önce şunu söylemek isterim ki, ilahiyatçı, sosyalci, fenci, dinci, bilimci… gibi bir tasnif yoktur. Çünkü düşünce ve teoride bulunan hükümler ve bilgiler bir bütün olup ayrılmaz. Yani bilgi dediğimiz bir hüküm, ilahiyatçıya göre şöyle, sosyal bilimciye göre böyle, fenciye göre ise daha bir başka olmaz. Kesin bilgi değişmez, bizde kesin bilgi ise üzerinde icma edilmiş bilgilerdir.  Biz Müslümanları böyle anlaşmaz, uzlaşmaz ve deniz kıyısındaki yan yana duran, fakat aralarında hiçbir irtibat bulunmayan kum yığınları gibi yapan beynimizdeki hüküm-ahkâm bölünmüşlüğüdür. Bana göre ilahiyatçı yok, ilim adamı var, ya da insan var veya inanan insan var…
Bu soruları bana sorduğun için size gerçekten çok teşekkür ediyorum.
Düşünen ve düşünmek isteyen insanların bir araya gelip aralarında çalıştay veya tartışma yapabilmeleri için kullandıkları terimler aynı ortak anlamı ifade ettiği gibi, ayrıca kavaidi külliye dediğimiz ön kabuller ve hipotezde birlik olması gerekiyor. Ayrıca mevzu, KALU BELA’da olduğu gibi, perde ötesi bir yer ile ilgili ise o zaman yapacağımız tasnif de çok önemli olur. Yani biz insanlar, zamanla ve mekânla kayıtlı olmakla beraber aynı zamanda uzay geometrisine değil, düzlem geometrisine tabi olduğumuz için hadise ve olayları ilk bakışta küresel bir biçimde algılayamayız.  Bence bugün bilim adamlarının sorunu bilgi melesidir. Mesela biz Türk’üz, Türkçe konuşmak ve anlaşmaktan daha normal ne olabilir.  Ama ilim, bilim, bilgi ve bilişim kelimeleri nelerdir. Bu kelimelerin Türkçede anlamları nedir ben tam olarak bilmiyorum. O sebeple dil, dil olmayanınca ilim ilim olur mu? 
            Bence bilgi ile bizim fıkıhtaki hüküm (çoğulu ahkam) kelimesi aynı manayadır. Ben ilim kelimesi, ile bilim kelimesini aynı manada kullanıyorum. Bilim, duyu vasıtalarımızla, deney ve gözlemlerle elde edildiği için birtakim özellikler taşır. Onun için bilgilerimiz izafidir, nispidir, takribidir ve ihtimalidir. İlim izafi olması dolayısıyla farklılıklar gösterebilir. Mesela bir kimse sobaya üstten bakarsa onu daire şeklinde görür, yandan bakan kimse ise onu silindir şeklinde görür.     
             Bilim nispidir; kişi olayları kendi varsayımları ile ve kendi imkanları nispetinde algılayıp anlar. Mesela gözleri görmeyen bir kimse için yeşil ve kırmızı yani renk yoktur, denilebilir. Böylece biz gerçekleri kendi organlarımızın, araç ve vasıtalarımızın müsadesi nispetinde algılayıp bilebiliriz.
             Bilim takribidir; yani biz varlıkları parça parça veya dış görünüşleri ile anlayıp kavrayabiliriz. Yoksa onların tümünü kavramamız mümkün değildir. Bizim varlıklardan algıladığımız şey varlığın kendisi değil, ondan gelen dalgalardır ve bu dalgalar da arızalıdır. O halde biz bildiklerimizi kesin bir şekilde değil, yaklaşık olarak bilebiliriz.
       Bilginin bir başka özelliği de onun ihtimali olmasıdır. Mesela bizim olmasını istediğimiz bir şeyin olmama ihtimali de vardır. Bunu şu misal ile daha güzel açıklayabiliriz. Mesela havada bulutlar varsa büyük bir ihtimal ile yağmur yağar, yağmurun yağma ihtimali vardır. Fakat bu bulutların dağılıp yağmurun yağmama ihtimali de vardır.
        Bize göre insanın fiziği-biyolojisi bilimsel, yani vücudunda irade dışı olarak cereyan eden olaylar (solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım organlarının faaliyetleri gibi) bilim kanun ve kurallarına tabidir. İnsanın organlarının faaliyetleri ise yani beyne tabi olan ve beyin-ruh merkezli yaptıkları işler ise irade kanunlarının ürünü olup dinseldirler. Onun için insan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen düzlemde yaşayan bir varlıktır ve ilmen bulur ve dine yaşar. Yani insan için ilim ile din unhelvasındaki bileşenler gibidir; bilim dinin içinde, din de bilimin içinde olup bir hayat bileşkesi meydana getirirler. İnsan açısından ilim ile din, insan vücudundaki kalb ile beyin gibidir. Kalb ile beynin birbirlerine ne kadar muhtaç oldukları ortadadır. Akıl-nakil, din bilim ve beyin ile kalb birliktelikleri, bunlar hep dünyadaki ikili sistemin göstergeleridir. Onun için şimdi Kuranda din-bilim konusunu işleyen ayetler hakkında kısa bir tarama yapalım. Aslında bence ayette çift çift yaratılmadan bahsettiğine göre din bilimden biri diğerinin eşidir diyebiliriz. Bugünkü tabirle de fen bilimleri ile sosyal bilimler biri diğerinin eşi denilebilir. Siz benim yazıda soru işareti koymuşsunuz. Bunlar aynı bisikletin ön ve arka tekerleklerinde olduğu gibi veya karı koca gibi, biri diğerinin eşidir. Bizim teorimizde bunun sebebi budur.  Yani akıl-nakil, din-bilim, (isterseniz fen ve sosyal bilim deyin, çünkü bize göre sosyal bilimler dindir), dünya-ahiret, birey-tplum, fert-devlet, yöre-küre ve tabii ki, kadın erkek, bunlar biri diğerinin eşidir.
          Allah Teâlâ, varlıklardan bahsederken her şeyi çift çift yarattığını açıkladığı ayette söyle buyurmaktadır: “Biz, düşünesiniz diye her şeyden çift çift yarattık.”[1] Bundan sonra ilim ile din konusuna gelecek olursak yine Kuran’a baktığımız zaman dini de ilmi de Allah’ın koyduğu görülmektedir. Bu hususta ayetlerde söyle denilmektedir. “Allah Âdem’e bütün isimleri (yani eşyanın adlarını ve ne için yaratıldıklarını) öğretti.”[2] Şu halde ilmi ilk öğreten Allah’tır. “Melekler, ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemal sıfatlar ile tavsif ederiz ki, senin bize öğrettiklerinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz âlim ve hâkim olan ancak sensin, dediler.”[3] Öyleyse meleklere de ilim öğretip bilgi veren Allah’tır. “Eğer sen, sana ilim geldikten sonra onların hevalarına-arzularına-heveslerine uyarsan, iste o zaman sen zalimlerden olursun.”[4] “Eğer siz doğru iseniz bana bir ilim ile haber veriniz.”[5] “Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a iftira eden kişiden daha zalim kim vardır?”[6] “Her bir ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır.”[7] “Size ilimden az bir şey verilmiştir.”[8] İlim hakkında Kuran’da daha birçok ayet ve açıklamalar vardır.
               İlimden sonra simdi dine gelecek olursak, bu konuda da Kuran’a baktığımız zaman din hakkında da bir takim açıklamalar getirdiğini görürüz. Din Allah’ındır ve dini o koymuştur. Bu hususta “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır, din de devamlı olarak onundur.”[9] “Hiç şüphesiz Allah sizin için dini seçip koymuştur.”[10], buyrulmaktadır. “Allah’ın yanında din İslam’dır.”[11] “İnsanlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde olanlar ister istemez Allah’ın emir ve kanunlarına teslim olmuşlardır.”[12], denilmektedir.
               İnsanlar dine, Allah’ın emirlerine kendi iradeleriyle uydukları halde Allah, duman halinde olan göğe ve yere itaat ederek veya zorla gelin buyurduğu zaman onlar “itaat ederek geldik”, dediler. Su halde insanlar irade sahibi olmaları dolayısıyla itaat veya isyan edebildikleri halde yer ve göklerde ise itaat etmek ve uymak vardır. O sebeple hayvan, bitki ve cansız varlıklar, Allah’ın kendileri için koymuş oldukları kanun ve kuralların dışına çıkmazlar ve çıkamazlar. İnsanlar ise dinlerine kendi istek ve arzuları ile uyarlar. Onun için ayette “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır. ArtIk kim tağutu (Allah’tan başka kendisine boyun eğilen şahıs, kuruluş veya putları) inkâr edip Allah’a iman ederse, o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.”[13], buyrulmuştur.
Misak ayeti olarak bilinen el-Araf (7) suresinin 172. Ayetinde sanki mahşerde bazı insanlar (kâfirler) bahane üretmesinler ve haberimiz yoktu demesinler diye C. Hak baştan onları uyarmakta ve bu bağlamda ruhlar âleminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna onların “Evet şahit olduk” dediklerini hatırlatmaktadır.  Bu paragrafınıza fikir ve düşünce olarak katılıyorum; doğrudur. Yalnız tercümede yanlışlık var: Elmalılıya bakarsanız evet sen bizim rabbimizsiniz, dediler. Allah da onlar kıyamet gününde bizim bundan haberimiz yoktu diyecekler diye onları ( evet Rabbimizsiniz ikrarlarını) kendilerine şahit yaptı, şeklinde olması lazım. Yani Allah, onların bu sözlerini kıyamet gününde hani böyle demiştiniz diye koz, aleyhlerine delil olarak kullanacaktır.  
    Usul-ü fıkıh (yani Kuranı anlama ve mana verip hüküm çıkarma metoduna) göre insanların hepsi evet deyip Allah’ın Rab olduğunu kabul etmişlerdir. Fakat ruhların Allah’ı gördüğü iddia edilemez. Ayette her ne kadar insanlar ikinci şahıs olsalar ve Allah onları hitap etmiş olsa da Allah’ı insanın görmesi olmaz. Görmek Arapçada ru’yetdir, bakmak ise nazar’dır. Hz. Musa Rabbim dedi, bana kendini göster de sana bakayım dedi[14], Kıyame suresinde de[15] “O gün kimi yüzler parlaktır, Rablerine bakarlar” denilmektedir. Netice olarak Allah’ın görülmesi meselesi çok şiddetli tartışmalara vesile olmuştur. Bence görülmeyecektir. İnş. Bunu sözlü olarak sonra tartışırız.
Malum olduğu üzere hadiste de insanların İslam fıtratı üzere doğduğu, fakat onu ailesi sonra Yahudi ve Hıristiyan yaptığından bahsedilmektedir. Tüm insanlar kim olursa olsun, hangi zaman ve mekânda doğarlarsa doğsunlar İslam fıtratı üzere doğarlar. Elmalılıya bakarsanız bu fıtrattan çokça bahsetmektedir.  Sayenizde ben Kalu Bela tefsirini tekrar okudum. Zaten bu sözleşme fıtri bir sözleşmedir. Allah ben sizin Rabbiniz değil miyim diye sorunca her ruh da evet rabbimizsin dedi. Bunu Allah’ı gördüğü için, etkilendiği için demedi. Ruhlar âleminde dünyada olduğu gibi imtihanlar yanlışlar, yanılmalar olmadığı ve olmayacağı için öyle dediler.  (Burada bir latife yapayım. Orada sosyal bilimler olmadığı için sapmalar da yoktu).
EVET diyen bütün ruhlardan bazıları, dünyaya geldikten sonra EVET sözüne ihanet edip bu sözleşmeyi unuttuklarını ve dolayısıyla kıyamette ceza almaya hak ettiklerini söyleyebilir miyiz? Bu soruya evet diyemeyeceğim. Orada sadece evet demek normal bir cevap vermektir. Ama burada yani dünyadaki nizam ve düzene uyulmadığı için, din alanında din yaşanmadığı, ilim alanında da ilmi kanun ve kurallara uyulmadığı için kıyamette cezalar vardır. Yoksa kıyametteki ceza sadece verilen sözün tutulmamasından değil, dünyadaki amellerin karşılığı olarak ahiret cezaları vardır.  
    Unutma, zihnen özürlü olma meselesinde de bizim ikili sistemi uygulayacağız. İsterseniz şimdi bu ikili sistemi bir anlatayım:
Önce Allah vardı; ondan başka hiçbir şey yoktu. Allah Teâlâ murat etti; varlıklar âlemini yarattı. Allah, kâinat ve insanı var edip bunların hepsinin ayrı ayrı kanun ve kurallarını koydu. Zaten kainat ve tabiat demek, üzerlerinde Allah’ın mühür ve imzasını (dizayn-çizim ve tasarımını) taşıyan varlıklar demektir. Çünkü “tabaa” kelimesi, şekil vermek, bir şekil üzere yapmak, basmak ve basım anlamlarına gelir. 
Allah, canlı ve cansızları yaratmış nizam ve düzeni kurup koymuştur. O, âlemi çift, çift yaratmış; kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratıp koymuştur. Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını; idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı hamd sadece Allah’a mahsustur.
İkili sisteme göre azimet-ruhsat var. Normal-anormal var. İslam hukukunda amelin şartı akıldır. Batıda hukuk sebebi akıldır ve akıllı olmaktır. Hâlbuki İslam’da hukuk sebebi insan olmak, işte bu kalu bela sözleşmesini yapmış olmaktır. Akıl ise amelin, yani hukuku uygulamanın şartıdır. Yoksa delinin bize göre hukuku vardır, bebeğin çocuğun hukuku vardır ama onlar hukuklarını bizzat kendileri kullanamaz. Sebep yoksa müsebbep de yok olacağından Avrupalıya göre veya tr.deki hukukçulara göre delinin ve bebeğin hukuku olmaması gerekir.
Din kendisine tebliğ edilmeyen kimse mesul değildir. Enam suresi 6/ 19. Ayeti tefsirini okumanızı isterim. Ne tür özür olursa olsun özürlü olmak, yani amel etmeye bir engel varsa kıyamette ona süal ve ceza yoktur. Mesela ayakları olmayan, topal, kötürüm ya da dizleri arızalı cumaya gitmeye zorlanan kişi cumaya gitmeyebilir. Allah hiçbir kimseyi gücünün yetmediği bir şeyle mükellef tutmaz.[16] 
Bugün din açısından asıl suçlu olan toplum, cemiyet, devlet ve kurumlardır. Biz bireyleri suçlamaya hakkımız yoktur. Normal kişiler bile mazürdürler. Çünkü öğretmek yok, alıştırma yok, tanıtma anlatma zaten yok, insan alışmadığı bir şeyi nasıl yapacaktır. Hâlbuki tam aksine ayıplama var, kötüleme var, tepeleme var. İrtica yaftası var, kahrolsun gerici mürteci yaftaları var, sokaklarda kahrolsun şeriat naraları var. Kaldı ki, özür ve engel her zaman ve her yerde mazerettir. Onun için İslam’da kanunu bilmemek bugünün aksine bir mazerettir.
Takdir, bir kimsenin erkek kadın, alman veya türk olmasıdır. Bunun artı veya eksi bir tarafı yoktur. Burada sevinilecek veya yerinilecek bir şey olamaz. Değer hükmü bakımından günah veya sevap bakımından tüm insanlar aynıdır, eşittir. Dolayısıyla Cermen ırkı ve Türk ırkı diye bir şey yoktur ve olmaz. Biz, yapmadığımız şeylerle övünemeyiz.[17]
Bir de kader var: Kader bir tarafında Allah diğer tarafında bizim bulunduğumuz bir duvarı birlikte örmektir. Kader bize göre budur.  Biz istiyoruz Allah da veriyor. Onun için bizimle alakalı olan ve irademize göre olmuş olan şeyler hep kaderdir. İşte asıl sorumluluğumuz buradadır.  
İman var, küfür var; iman çağları ve medeniyetleri olur, küfür çağları ve medeniyetleri olur. Bana göre batı medeniyeti küfür medeniyeti ve küfür çağıdır. Mesela bugün dünyadaki insanlar Hz. Peygamberden Osmanlının gücünü kaybetmeye başladığı 1600 yıllarına kadar bu çağlar din çağları olduğu için daha çok sorumlulukları vardır, diyebiliriz.
Mümin nizamı kabul eden onu koruyup kollayan demektir. Kâfir ise nizamı düzeni kabul etmeyen onu tanımayan kimse demektir. Aslında iman kalpte olduğu için ve insan kalbini kimsenin de bilemeyeceği için kimin kâfir ve kimin mümin olduğunu ancak Allah bilir. Bazı insanların kâfir olması ne demektir. Bu bir defa çok zor bir iştir. İnsanların kâfir olması, Allah yok demesi, Allaha şirk koşması bunlar çok kolay şeyler değildir. Küfür çağında olduğumuz için moda olan şeyler bunlar. Onun için insanların küfür meselesinde ne kadar samimi veya değil, anlamak bile zordur. Onun için kâfirin kâfir olmasında tüm insanların az uz katkısı vardır. Bunları bilmek ve yüzdelerini çıkarmak mümkün olmadığından kimin kâfir olduğunu ve cehenneme gideceğini ve orada ne kadar ceza göreceğini ancak Allah bilir.
Allah levh-i mahfuzda kimseye kâfir ve mümin diye yazmaz. İman etmenin veya küfür etmenin kaderle asla takdirle asla ilgisi yoktur. Allah imanı da yaratmış küfrü de yaratmıştır. Ancak bu takımlara katılma konusu kişilerin kendi ellerindedir. Allah sadece iman takımına üye olamaya da izin veriyor, küfür takımında olmaya da izin veriyor. Zaten hayat imtihan değil mi?
Siz öyle bir sorular sormuşsunuz ki, 2 gündür çalışıyorum hala sonuna gelemedim. Bu sorular tam olarak yazılsa en az 100 sayfa yazmam lazım.
Mesela tebliğ meselesi çok zor bir açıklama...Namaz kılmak bir tebliğdir. Mesela Kuran anayasadır demek bir tebliğdir. Bakınız İslamda 2 savaş sebebi vardır. Birisi zulmü önlemek, diğeri ise tebliğe mani olmak. Ama kendisine tebliğ ulaşan kimse kabul edip etmemekte tamamen serbesttir.
Herkes kalu bela demiştir. Ama bunun kaderle ilgisi yoktur. Bunu unutmamızın sebebi ise bilgilendirmemek, tebliğ etmemektir ve yaşayarak göstermemektir.
Birey farzı ayındır, toplum ise farzı kifayedir. İslam toplumu olmadan ve İslam devletini kurmadan dünyaya İslam düşüncesi kültürü ve yaşayışı gelmez. Hz. Peygamber Mekkeden Medineye sadece bunun için gitti. Farzı ayın farzı kifaye olmadan çalışmaz. Yani ikili sistem, bisikletin ön ve arka tekerlekleri gibi...
Batı medeniyeti Allah’ı unutturmuş, insan merkezli bir dünya demiş, biz Allah merkezli bir dünyayı anlatmadıkça ve bunun ekonomi, sosyoloji, hem dünya ve hem de ahiret bakımından daha faydalı ve daha iyi olduğunu mantık olarak açıklayıp insanlara inandırmadıkça  hiçbir yere varamayız. Ebu Hanife gibi bir ekol olmalıyız. Din ve bilimi öğrenip tüm dünyaya anlatmalıyız. Misyonumuz bu, görevmiz bu, hasbünellah ve nimel vekil diyeceğiz, kolları sıvayıp çalışmaya koyulacağız, paçaları sıvayıp yollara düşeceğiz. Durmak yok yola devam diyeceğiz. Müttekıyler ise sonuç mutlaka bizim olacak son sözümüz Alemlerin Rabbi olan Allaha hamdolzun olacak...Allah küreyi vadediyor...bunun şartı ise iman ve amel-i salitir. Çalışanlara başarılar dilerim. AEO

Tekrar selam sevgi ve saygılar.


[1] Zariyat 51/ 49
[2] Bakara 2/ 31
[3]Bakara 2/ 32
[4] Bakara 2/ 145
Enam 6/ 143[5]
[6] Enam 6/ 144
[7] Yusuf 12/ 76
[8] Yusuf 12/ 76
[9] Nahl 16/ 52
[10] Bakara 2/ 132
[11] Al-i Imran 3/ 19
[12] Al-i Imran 3/ 83
[13] Bakara 2/ 256
[14] A’raf 7/ 142
[15] Kıyame 75/ 23) 

[16] Bakara 2/ 286
[17] Ali İmran 3/ 188

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...