16 Kasım 2017

TOKAT’TA İMAM HATİP LİSESİ’NE ADI VERİLEN VATAN HAİNİ ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ’NİN KALEME ALDIĞI VE YUNAN UÇAKLARIYLA CEPHEDEKİ ASKERİMİZİN ÜZERİNE ATILAN TEALİ İSLAM CEMİYETİ BİLDİRİSİ



TOKAT’TA İMAM HATİP LİSESİ’NE ADI VERİLEN
VATAN HAİNİ ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ’NİN KALEME ALDIĞI VE YUNAN UÇAKLARIYLA CEPHEDEKİ ASKERİMİZİN ÜZERİNE ATILAN TEALİ İSLAM CEMİYETİ BİLDİRİSİ 

 Teâli İslam Cemiyeti’nin 26 Eylül 1919 tarihinde İkdam Gazetesi’nde yayınlanan ve izleyen günlerde Yunan Uçaklarıyla Eskişehir cephesinde savaşan Türk Askerlerinin ve cephe gerisindeki halkın üzerine de atılan “BEYANNAME” başlıklı birinci bildirisi: 

 “Anadolu’nun muhterem ve masum ahâlisi! Teâli İslam Cemiyeti’nin işbu beyannamesini nazar-ı dikkat (dikkatli gözlerle) ve ehemmiyetle (önemle) okuyunuz! Ey Anadolu’nun masum ve mazlum ahâlisi! Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında, tarlalarınızın, bağlarınızın başı ucunda, çiftinizle, çubuğunuzla uğraşıp vaktinizi hoş geçirmeye çalışır idiniz. Bir müddetten beri size ne oldu? Niçin öyle boynunuz bükük tıpkı bir yetim gibi mahzun duruyorsunuz? 

Hakkınız var. Çünkü kiminiz yerinizden yurdunuzdan mal ü menalinizden (elinizdeki şeylerden), kiminiz, çoluğunuzdan, çocuğunuzdan oldunuz. Vaktiyle gürül gürül tüten ocaklarınız şimdi söndü ve her akşam tarladan gelirken keyifli keyifli türkü söyleyen babalarınız ve yavrularınız şimdi öldü. Acaba şu halin neden ileri geldiğini biliyor musunuz; şüphesiz ki bazılarınız bilir fakat içinizde bilmeyenler de bulunur. Bunun için cümlemizin yani aziz milletimizin ve mukaddes vatanımızın bir vakitten beri başına gelen belâların ve tâundan (bulaşıcı hastalık-veba) beter olan âfetlerin esbabını size biraz anlatalım: Oniki sene evvel “İttihat ve Terakki” namıyla memleketimizde bir bid’at (din dışı uygulama) çıktı. 

Selanik dönmeleriyle aslü nesli (soyu sopu) ve mezhep meşrebi belirsiz (dini inançları belli olmayan) ecnası muhtelife türedilerden mürekkep olan (cinsleri muhtelif yaratıklardan oluşan) bu cemiyet, istibdadı (diktatörlüğü) kaldıracağız, meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet ahaliye zulmetmeyecek, halk rahat edecek, devletlerin yanında kadrimiz, itibarımız yükselecek diye bizi aldattılar. Padişah ile millet baba evlat gibi birbirine ısınacak, yaklaşacak dediler. Arası çok geçmedi. İbtida (önce) Padişahı aldattıkları meydana çıktı. Bir “Otuz bir Mart” desisesiyle Sultan Hamid’i bigayri hak (haksız yere) tahtından indirdiler ve sarayını Bulgar eşkıyasıyla birlikte yağma ettiler. Hatta bu eşkıya ile beraber Harem-i Humayun’a (sarayın padişahın kadınlarının bulunduğu bölümüne) kadar girerek, oradaki muhadderat-ı muhteremenin (muhterem kadınların) üstünü başını aradılar, zinetlerini soydular. Otuz bu kadar sene makam-ı hilafet (hilafet makamı) ve saltanatta bulunmuş bir padişahı zişanın (şanlı padişahın) kendine ve ailesine karşı reva gördükleri o hakaret bu denîlerin (alçakların) nasıl cibilliyetsiz (soysuz) ve hayasız bir eşkıya çetesi olduklarını göstermişti. Padişaha yaptıkları muameleden milletin başına neler getireceklerini anlamak güç bir şey değildir. 

Fakat biz o zaman anlayamadık, Cenab-ı Hakk basiretimizi (algı yeteneğimizi) bağlamıştı. Yine “Otuz bir Mart” hadisesini bahane ederek Selânik’ten İstanbul’a gelen düzme Hareket Ordusu, yani İttihat çetesi, Payitahttaki (başkentteki) asker neferlerini, zavallı vatan kuzularını, din hâdimleri (din hizmetçileri) olan talebe-i ulumu (ilim tahsil eden öğrencileri), ulemayı (alimleri) sokak ortalarında süngülemişler ve birçok mazlumları darağacına asmışlar ve Fatih Camii Şerifi’ne kurşun yağdırmışlardır. O vakalardan da bu heriflerin maksat ve mahiyetlerini anlamak lazım gelirdi. Fakat yine anlayamadık. 

O günden sonra bu eşkıya Devleti Osmaniye’nin (Osmanlı Devleti’nin) iradesini ellerine aldılar. Ellerine geçirdikleri devlet ve Saltanat-ı Osmaniye’nin (Osmanlı İmparatorluğu’nun) hududu Bağdat, Basra, Hicaz, Şam, Halep, Diyarbekir, Musul, Yemen, Erzurum, İzmir, Bosna, Arnavutluk, Edirne, Trablusgarp, Rumeli gibi büyük büyük vilayetleri ve ülkeleri cami idi (içine alıyordu). Sonra gaflet ve cehaletleri yüzünden ibtida (önce) Trablusgarp gibi milyonlarca İslam memleketini elden çıkardılar. Biraz sonra Arnavutluk’taki din kardeşlerimize de fena muamele ederek Rumeli’nin kalesi mesabesinde olan o yerleri karıştırdılar, ateşe verdiler. 

Bu yüzden kendilerinin de mevkileri sarsıldı. Arnavutların gayreti ile ve İstanbul’da çalışan mücahit ve muhaliflerin muavenetiyle (yardımlarıyla) İttihatçılar devrildi. Gazi Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa heyetleri hükümete geçti. Fakat İttihatçılar, el altından çalıştılar. Balkan Harbi’ni ihdas ettiler (ortaya çıkardılar) ve Kâmil Paşa hükümetini küçük düşürmek için bu muharebede Osmanlı Ordusu’nun içine girerek Allah’tan korkmadan ve vatana acımadan bin türlü yalan dolan, hile ve desiselerle (siyasi ayak oyunlarıyla) İslam askerlerinin bozulması için çalıştılar. Daha sonra apaçık eşkıya gibi Bab-ı Âli’yi (hükümeti) bastılar. Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı ve sair bigünah (günahsız) devlet memurlarını öldürdüler ve tekrar hükümete geçerek eski zulüm ve şiddetlerini kat kat ziyadesiyle tekrara başladılar. 

Mahmut Şevket Paşa Hadisesi vesilesiyle yine darağaçlarını kurdular. Damad-ı Şehriyari (Padişahın Damadı) Salih Paşa merhum ile beraber sürü sürü insanları astılar. Vapurlar dolusu binlerce halkı Sinop’a sürdüler. Sözde hürriyet verilen ahalinin ve efrad-ı milletin (milletin fertlerinin) ağızlarını kapadılar, kilitlediler. İstediklerini yaptılar ve bir kelime itiraz edeni boğdular, susturdular. Yapılan mebusan intihaplarında (milletvekili seçimlerinde) sopayla silahla halkı tehdit ederek ve bazı yerlerde adam öldürerek milletin reyini cebren (oyunu zorla) istediklerine verdirdiler, bu suretle intihap olunan (seçilen) mebuslar da milletin hukukunu müdafaa edecek yerde, İttihatçıların dalkavukluğunu yaptılar, hak ve hakikati ketmettiler (gizlediler), millete söylemediler. 
Eğer millet, bu gibi intihap 

TOKAT’TA İMAM HATİP LİSESİ’NE ADI VERİLEN VATAN HAİNİ ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ’NİN KALEME ALDIĞI VE YUNAN UÇAKLARIYLA CEPHEDEKİ ASKERİMİZİN ÜZERİNE ATILAN TEALİ İSLAM CEMİYETİ BİLDİRİSİ 

 Teâli İslam Cemiyeti’nin 26 Eylül 1919 tarihinde İkdam Gazetesi’nde yayınlanan ve izleyen günlerde Yunan Uçaklarıyla Eskişehir cephesinde savaşan Türk Askerlerinin ve cephe gerisindeki halkın üzerine de atılan “BEYANNAME” başlıklı birinci bildirisi: “Anadolu’nun muhterem ve masum ahâlisi! Teâli İslam Cemiyeti’nin işbu beyannamesini nazar-ı dikkat (dikkatli gözlerle) ve ehemmiyetle (önemle) okuyunuz! Ey Anadolu’nun masum ve mazlum ahâlisi! 

Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında, tarlalarınızın, bağlarınızın başı ucunda, çiftinizle, çubuğunuzla uğraşıp vaktinizi hoş geçirmeye çalışır idiniz. Bir müddetten beri size ne oldu? Niçin öyle boynunuz bükük tıpkı bir yetim gibi mahzun duruyorsunuz? Hakkınız var. Çünkü kiminiz yerinizden yurdunuzdan mal ü menalinizden (elinizdeki şeylerden), kiminiz, çoluğunuzdan, çocuğunuzdan oldunuz. Vaktiyle gürül gürül tüten ocaklarınız şimdi söndü ve her akşam tarladan gelirken keyifli keyifli türkü söyleyen babalarınız ve yavrularınız şimdi öldü. 

Acaba şu halin neden ileri geldiğini biliyor musunuz; şüphesiz ki bazılarınız bilir fakat içinizde bilmeyenler de bulunur. Bunun için cümlemizin yani aziz milletimizin ve mukaddes vatanımızın bir vakitten beri başına gelen belâların ve tâundan (bulaşıcı hastalık-veba) beter olan âfetlerin esbabını size biraz anlatalım: Oniki sene evvel “İttihat ve Terakki” namıyla memleketimizde bir bid’at (din dışı uygulama) çıktı. Selanik dönmeleriyle aslü nesli (soyu sopu) ve mezhep meşrebi belirsiz (dini inançları belli olmayan) ecnası muhtelife türedilerden mürekkep olan (cinsleri muhtelif yaratıklardan oluşan) bu cemiyet, istibdadı (diktatörlüğü) kaldıracağız, meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet ahaliye zulmetmeyecek, halk rahat edecek, devletlerin yanında kadrimiz, itibarımız yükselecek diye bizi aldattılar. Padişah ile millet baba evlat gibi birbirine ısınacak, yaklaşacak dediler. Arası çok geçmedi. İbtida (önce) Padişahı aldattıkları meydana çıktı. 

Bir “Otuz bir Mart” desisesiyle Sultan Hamid’i bigayri hak (haksız yere) tahtından indirdiler ve sarayını Bulgar eşkıyasıyla birlikte yağma ettiler. Hatta bu eşkıya ile beraber Harem-i Humayun’a (sarayın padişahın kadınlarının bulunduğu bölümüne) kadar girerek, oradaki muhadderat-ı muhteremenin (muhterem kadınların) üstünü başını aradılar, zinetlerini soydular. Otuz bu kadar sene makam-ı hilafet (hilafet makamı) ve saltanatta bulunmuş bir padişahı zişanın (şanlı padişahın) kendine ve ailesine karşı reva gördükleri o hakaret bu denîlerin (alçakların) nasıl cibilliyetsiz (soysuz) ve hayasız bir eşkıya çetesi olduklarını göstermişti. Padişaha yaptıkları muameleden milletin başına neler getireceklerini anlamak güç bir şey değildir. Fakat biz o zaman anlayamadık, 

Cenab-ı Hakk basiretimizi (algı yeteneğimizi) bağlamıştı. Yine “Otuz bir Mart” hadisesini bahane ederek Selânik’ten İstanbul’a gelen düzme Hareket Ordusu, yani İttihat çetesi, Payitahttaki (başkentteki) asker neferlerini, zavallı vatan kuzularını, din hâdimleri (din hizmetçileri) olan talebe-i ulumu (ilim tahsil eden öğrencileri), ulemayı (alimleri) sokak ortalarında süngülemişler ve birçok mazlumları darağacına asmışlar ve Fatih Camii Şerifi’ne kurşun yağdırmışlardır. O vakalardan da bu heriflerin maksat ve mahiyetlerini anlamak lazım gelirdi. Fakat yine anlayamadık. O günden sonra bu eşkıya Devleti Osmaniye’nin (Osmanlı Devleti’nin) iradesini ellerine aldılar. 

Ellerine geçirdikleri devlet ve Saltanat-ı Osmaniye’nin (Osmanlı İmparatorluğu’nun) hududu Bağdat, Basra, Hicaz, Şam, Halep, Diyarbekir, Musul, Yemen, Erzurum, İzmir, Bosna, Arnavutluk, Edirne, Trablusgarp, Rumeli gibi büyük büyük vilayetleri ve ülkeleri cami idi (içine alıyordu). Sonra gaflet ve cehaletleri yüzünden ibtida (önce) Trablusgarp gibi milyonlarca İslam memleketini elden çıkardılar. Biraz sonra Arnavutluk’taki din kardeşlerimize de fena muamele ederek Rumeli’nin kalesi mesabesinde olan o yerleri karıştırdılar, ateşe verdiler. Bu yüzden kendilerinin de mevkileri sarsıldı. Arnavutların gayreti ile ve İstanbul’da çalışan mücahit ve muhaliflerin muavenetiyle (yardımlarıyla) İttihatçılar devrildi. 

Gazi Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa heyetleri hükümete geçti. Fakat İttihatçılar, el altından çalıştılar. Balkan Harbi’ni ihdas ettiler (ortaya çıkardılar) ve Kâmil Paşa hükümetini küçük düşürmek için bu muharebede Osmanlı Ordusu’nun içine girerek Allah’tan korkmadan ve vatana acımadan bin türlü yalan dolan, hile ve desiselerle (siyasi ayak oyunlarıyla) İslam askerlerinin bozulması için çalıştılar. Daha sonra apaçık eşkıya gibi Bab-ı Âli’yi (hükümeti) bastılar. Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı ve sair bigünah (günahsız) devlet memurlarını öldürdüler ve tekrar hükümete geçerek eski zulüm ve şiddetlerini kat kat ziyadesiyle tekrara başladılar. 

Mahmut Şevket Paşa Hadisesi vesilesiyle yine darağaçlarını kurdular. Damad-ı Şehriyari (Padişahın Damadı) Salih Paşa merhum ile beraber sürü sürü insanları astılar. Vapurlar dolusu binlerce halkı Sinop’a sürdüler. Sözde hürriyet verilen ahalinin ve efrad-ı milletin (milletin fertlerinin) ağızlarını kapadılar, kilitlediler. İstediklerini yaptılar ve bir kelime itiraz edeni boğdular, susturdular. Yapılan mebusan intihaplarında (milletvekili seçimlerinde) sopayla silahla halkı tehdit ederek ve bazı yerlerde adam öldürerek milletin reyini cebren (oyunu zorla) istediklerine verdirdiler, bu suretle intihap olunan (seçilen) mebuslar da milletin hukukunu müdafaa edecek yerde, İttihatçıların dalkavukluğunu yaptılar, hak ve hakikati ketmettiler (gizlediler), millete söylemediler. 

Eğer millet, bu gibi intihap esnalarında (seçimler sırasında) biraz daha gayrete gelerek İttihatçılara karşı mücadele eden muhaliflerle elele verip de bu zorbaları vaktiyle başından defetmiş olsaydı bugünkü felaketlere maru esnalarında (seçimler sırasında) biraz daha gayrete gelerek İttihatçılara karşı mücadele eden muhaliflerle elele verip de bu zorbaları vaktiyle başından defetmiş olsaydı bugünkü felaketlere maruz olmayacaktı. Maatteessüf (üzülerek söylemek gerekirse) öyle zamanlarda yalnız muhalifler çalıştı, İttihatçıların cebir ve cevrine göğüs gerdi, fakat milletten hakkıyla yardım göremeyen o bir avuç erbab-ı hamiyet ve muhalefet ordunun bir kısım zabitanına (subaylarına) isnat eden (dayanan) İttihatçılarla başa çıkamadı; kahroldu, perişan oldu ve zavallılar vaktiyle İttihatçıların ne kadar muzır (zararlı) ve muhlik (tehlikeli) bir mahluk olduğunu anlamak üzere her türlü belalara maruz olurken beri tarafa milletin ekseriyeti (çoğunluğu) seyirci gibi duruyor ve güya, “bize dokunmayan yılan bin yaşasın” der gibi aldırmıyordu. 

Harbi Umumi (Birinci Dünya Savaşı) ihdas olunup da harp ve açlık sebebiyle her evden bir ölü çıkmaya başladığı gün millet ve memleket vaktiyle İttihatçılarla çarpışan mücahitlere yardım etmemesinin cezasını reyelayn (kendi gözüyle) müşahede etti, fakat iş işten geçmişti. Filhakika (gerçekten) İttihat ve Teraki’nin kıpkızıl cahil ve kanlı elleriyle bütün dünya için bir tehlike olan Harbi Umumiye istemeye istemeye sürüklendiğimiz zaman, millet ve memleketimiz için kıyamet kopmuştu. Bu muharebeye karışmayıp uzakta durmak eslem (selametli) ve elzem (gerekir) iken Almanların teşviki ve Enver ve Talat gibi çılgınların delaletiyle (önderliğinde) kendimizi öyle ir tehlike-i uzmaya ilka ettik(büyük bir tehlikenin içine girdik). 

Bütün dünya ve bütün Âlem-i İslam ayıpladı. Artık bizim işimiz daha o gün bitmişti. Koskoca Saltanat-ı Osmaniye beş on serserinin keyif ve arzusuna feda edilmişti. Artık hudutta ve muhtelif cephelerde milyonlarca evlâd-ı vatan su yerine kırılıyordu. Halbuki bu kadar fedakârlığa rağmen İngiliz ve Fransız gibi muazzam ve muntazam devletlere karşı bu muharebede katiyen bizim için kazanmak ihtimali yoktu. Bir taraftan da meydan-ı harplerdeki zayiatımız kadar (savaş meydanlarındaki kayıplarımız kadar) ve belki daha fazla olarak ahali açlıktan ve sefaletten zayiat veriyordu. 

Efrad-ı Millet (milletin fertleri) bu hal-i felaket ve sefalette kıvranırken, biçare (çaresiz) Anadolu yavruları, ana baba kuzuları kızgın çöllerde ve karlı dağlarda mihnet ve meşakkat (sıkıntı ve zorluk) altında aç ve susuz can verirken İttihatçılar İstanbul’da ve tehlikeden uzak yerlerde zevkü sefa ile vakit geçiriyor, istediği gibi yiyor, içiyor, yüzmilyonlarca lira borca soktuğu hazine-i milletten, beytülmal-i müsliminden (Müslümanların hazinesinden), nafaka-i masuminden (Masumların geçimleri için ayrılan paralardan) para çalıyor, zengin oluyor ve milletin hali pürmelâliyle (üzüntüsüyle) adeta istihza (alay) ediyordu. 

 Çünkü bu hainler, bu hinoğlu hinler memleketin başına kendi elleriyle getirdikleri her belada, her muharebede âlemi ölüme teşvik etmek, halkı kırdırarak kendi canlarını beslemek ve evvelkinden daha zinde ve kuvvetli bir mevcudiyetle muharebenin sonuna çıkmak usulünü pek iyi biliyorlardı. Muharebe olur, harbi kendisi çıkarmayan her sınıf halk zayiata uğrar, cidden azalır. Fakat İttihatçılar eskisinden fazla çoğalır. Bu hal gözbağcı İttihatçılara mahsus bir sihirdir. Harbi Umumi’den önceki İttihatçılarla sonrakiler arasında mukayese yaparsanız bu dakaika (ayrıntıya) vakıf olursunuz. 

Bu sır ve sihrin miftahını (anahtarını) da, arz ettiğimiz vechile başkalarını harbe ve ölüme sevk ederek kendileri geride yaygara ile vakit geçirmek ve tehlikeden kendilerine iltica ederek kendilerine kul köle yazılanların adediyle kendi mevcutlarının adedini artırmak usulünü maharetle idare etmelerinde aramalıdır. Nitekim bu defa da Anadolu’da Mustafa Kemal ve Kuvâ-yı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden nâmerdâne (nâmetrçe) bir surette kaçarken, zavallı saf ve gafil ahâlî ve askerden cem’ettikleri (topladıkları) kuvvetleri düşmanla harbe tutuşturarak ve “siz mevkiinizde sebat edin, biz şu taraftan onların arkasını çevireceğiz” tarzında yalanlar ve hilelerle savuşup kaçarak zavallı neferlerimizi ve ahâlimizi boşu boşuna kırdırmak usulünü takip ediyorlar. 

Biçare millet, bu yankesicilerin hilelerini, desiselerini (oyunlarını) hâlâ tamamen anlayamamıştır. Yazık, bin kere yazık ki gerek harp içinde ve gerek mütârekeden (Mondros ateşkes antlaşmasından) sonra memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evlâdını telef ediyor da Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal vesaire gibi beş on şakînin (eşkıyanın) vücudunu ortadan kaldırmak için icap eden küçük fedakârlığı göze aldıramayarak memleketi ve kendilerini ebedi tehlikeden kurtarmak ve selâmete çıkarmak tarikini (yolunu) idrâk edemedi ve hâlâ da edemiyor! 

Millet meşrutiyeti kabul ettiği zaman bunun ahkamını (hükümlerini) ve Kanun-ı Esasisini (anayasasını) kendi muhafaza edecek ve hukukunu zorbalara ve yalancılara, dolandırıcılara kaptırmamak üzere kendisi olanca kuvvetiyle ve bütün azim ve dikkatiyle çalışacaktı. Uyumayacak ve yaldızlı sözlerle aldanmayacak, mazarrat (zararlarını) ve menfaatini bihakkın (hakkıyla) takdir edecekti. Halbuki millet hâlâ aldanıyor, aldatılıyor, lüzumsuz yere girdiği ve mağlubiyetle çıktığı bir muharebenin ferdasında (sonrasında) da aklını başına toplayamıyor. Kendisini hâlâ aldatmaya çalışan heriflere niçin diyemiyor ki; Ey hainler, ey Allah’tan korkmayan ve Peygamberden haya etmeyen mahluklar, muharebe ettiniz, başımızı bin türlü belalara soktunuz, mağlup oldunuz, bizi de o yolda mahv (yok) ve perişan ettiniz, devletlere karşı “mağlup olduk” dediniz, mütareke imzaladınız, silahlarımızı, boğazlarımızı, payitahtımızı (başkentimiz İstanbul’u) teslim ettiniz. 

Şimdi neye tekrar, gücünüz yetmediğini ikrar ve imza ettiğiniz devletleri yeniden kızdırarak üzerimize husumet (düşmanlık) ve gazaplarını (öfkelerini) davet etmekten ve istila olunmayan bakiye-i memleketimizi (memleketimizin geri kalan kısımlarını) de istila ettirmekten başka bir faidesi (yararı) olmayacak surette mecnunane (delicesine) hareketlere kalkışıyor ve bizi de eskisi gibi boşu boşuna kırdırıyorsunuz?! İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Harb’de mağlup olduktan sonra uslu oturmak ve mağlubiyetin netâyicine (sonuçlarına) katlanarak telâfisini sabr ü sükûn ve akl ü tedbir dâiresinde izâle etmekten (sabırlı ve sakin bir şekilde akıllı tedbirlerle gidermekten) başka çare var mıdır? 

Yunanlılarla harbe tutuşuyor, sonra da bir taraftan kaçıyor ve bir taraftan şöyle mukavemet ettik (direndik), böyle zayiat verdik gibi yalanlarla halkı iğfale (aldatmaya) çalışıyorsunuz! Düşünmüyorsunuz ki Yunanlılara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve menfaatli bir şey olmaz: Hudânegerde (Allah göstermesin) sizin yalanlarınızı şahit tutarak işgal ettiği memleketimizde; “bu kadar kan döktüm ve şöyle fedakârlık ettim, böyle emek çektim” diyerek hakk-ı feth (harp tazminatı) davasına kalkar! Hem sizler ey yalancı ve deni (alçak) şakîler! Kendi milletimize karşı ecnebi milletlerden hiçbirinin yapmadığı şekavet (haydutluk) ve şenaatleri (alçaklıkları) irtikâp edip (işleyip) dururken milleti, eşrafı memleketi (memleketin şerefli insanlarını), ulemâyı (alimleri) asıp keserek mallarını yağma ederken kendinize ne hakla, ne yüzle, ne utanmazlıkla Kuvâ-yı Milliye (Ulusal Kuvvet) namını veriyorsunuz? Milleti öldürerek, mahvederek hukuk-ı milleti müdâfaa edeceksiniz öyle mi? Utanmaz hâinler, artık yetişir, yakamızı bırakın: Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve laneti sizin üzerine olsun! Şimdi sulh imzalandı Kuvay-ı Milliye belasının tevlit ettiği (doğurduğu-sebep olduğu) mecburiyetle galip devletlere karşı yeniden taahhüt altına girdik. Devletler şimdi bize “Eğer Anadolu’da Kuvay-ı Milliye isyanını devam ettirir ve bastırmazsanız İstanbul’u da elinizden alacağız” diyorlar. 

Kuvay-ı Milliye eşkıyası ise İstanbul’u da elimizden çıkarmak ve memlekete son hizmet şeklinde son ihanetlerini de yapmak için çalışıyorlar. Ey Anadolu’nun Mazlum ve muhterem Ahalisi! İyi biliniz ve emin olunuz ki bu hal böyle devam edemez. ve memleketin her sancağına ve her bucağına sarmış olan bu ateş-i vahşet (vahşet ateşi) ve şekâvet (alçaklık) böyle sürüp gidemez. Vaktimiz pek daraldı; ve bu âsilerin, bâğîlerin (isyankârların), şekâvetlerinden(alçaklıklarından), cinayetlerinden halk bunaldı kaldı. Eğer bu ateşi kendi kendimize söndüremeyecek ve Anadolu’da asayişi temin ile biçare vatandaşlarımıza refah ve huzur veremeyecek olur isek galip devletler tarafından bildirildiği vechile payitahtımızdan (başkentimizden), sevgili İstanbul’umuzdan mahrum edileceğimiz gibi Anadolu’nun da ecnebiler tarafından istila (işgal) olunacağı şüphesizdir. 

Binaenaleyh (bu sebeple) bu bâğîleri (isyankârları), bu âsileri mümkün olduğu kadar az zaman zarfında tedip (yakalamak) ve tenkil etmek (görevden uzaklaştırmak) cümlemiz için bir fârizadır (ilahi görevdir). Balâda münderiç (yukarıda zikredilen) resmi ve kat’i vesikalardan anlayacağınız vechile (üzere) İstanbul ahalisi ve Hükümet-i Merkeziye (Merkezi Hükümet) nasıl vahim (korkulu) ve elim (üzüntülü) dakikalar yaşamakta olduğumuzu dikkate alarak kemal-i azmü ciddiyetle (büyük bir ciddiyetle) lazım gelen tedabire (tedbirlere) tevessül etmiş olduğunu size bildiririz; ve haber aldığımıza göre Halife-i Zişanımız ve sevgili Hakanımız Efendimiz Hazretlerinin de âsileri tedip etmek (yakalamak) ve sizin rahatınızı temin eylemek için cem edilecek kuvvetin başında olarak bizzat geleceklerini sizlere tebşir ederiz(Müjdeleriz). 

Hazır olunuz! Ve bu hainlerden, bu canilerden vatanı kurtarmak için size düşen vazifeyi ifada (görevlerinizi yerine getirmede) kusur etmeyiniz. Ey kahraman askerler! Harb senelerinde sizi cephe cephe sürükleyen ve aç susuz süründüren ve din kardeşlerinizin, hemşehrilerinizin beyhude (boş) yere ölmelerine sebebiyet veren birkaç kişi arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zâlimler de var idi! İşte bu hâinlerin harb cephesi haricinde kalmış olan efrâd-ı alinize (aile fertlerinizin başına) kanlı elleriyle ne kadar fecâyii irtikâb etmiş olduklarını (belalar getirdiklerini) harbden avdetinizi müteakib (harpden dönüşünüzden sonra) gördünüz! Bugün yine o şakiler (eşkıya), bağilerdir (asilerdir) ki elleri birtakım yetimlerin, dul kadınların kanlarına mülamma (bulaşmış) olduğu halde kalbgâhınıza (canevinize) sokularak sizi mahvetmek ve evlâd u iyâlinizi yetim ve dul bırakmak ve servet ve saadetinizi külliyen (bütünüyle) çalmak için şeytanın dahi hatırına gelmeyen hiyle ve desâisi irtikâb ediyorlar (oyunlar oynuyorlar). 

Siz bu zâlimleri cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız? Elinize aldığınız fetvâ-i şerif ki (Dürrizade’nin idam Fetvası) Allahın emridir, okuduğunuz hatt-ı münif (yüksek dereceli yazı) ki halifemizin, padişahımızın bir fermanıdır, siz Allanın emrine halifenin fermanına ittibâen (uyarak) bu canileri, bu katil canavarları daha ziyade yaşatmamakla memur ve mükellefsiniz. Şu alçaklar ve hempaları (yardımcıları) bu cinayetleri hep sizin sayenizde yapıyor; bunların vücudlarını külliyen dünyadan kaldırmak beşeriyet için, Müslümanlık için bir farz olmuştur. Memleketin başına bu kadar felaket getirmiş olan bu hainler yaşatılacak mı? Siz daha ne kadar böyle gafletle bunların gayrimeşru emirlerine ittiba edeceksiniz (uyacaksınız)? Korkuyoruz ki; sizin bu aklınız, bu gafletiniz körü körüne hainlere itaatiniz daha pek çok mescitlerimizi ve mabetlerimizi harap eyleyecektir! 

 Askerler! Bu kadar uyuduğunuz artık yeter, bu zalimlere âlet olduğunuz artık kifayet eyler! Padişahımız Halifemiz Efendimiz Hazretlerinin merhamet ve şefkat kucağı size açılmıştır. Hepiniz koşunuz, geliniz dünya ve ahiret saadetini ihraz ediniz (kazanınız): İşte size ihtar eyliyoruz. Allah’ını, Peygamberini ve Padişahını seven bu tarafa gelsin!”(*) 
 _____________ 
*Bildiri Metni, ATASE Arşivi Kl:525, D:129, F:1-14’ü kaynak gösteren Mustafa Çalışkan’ın, A.Ü. İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde hazırlamış olduğu “Kurtuluş Savaşı Sırasında Din Faktörü, Ankara,” isimli Yüksek Lisans Tezi’nden alınmıştır. Ankara,1990. Bildiri metni için ayrıca bkz. Güner, Zekâi; Orhan Kabataş, Millî Mücâdele Dönemi Beyannâmeleri ve Basını, T.C. İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1990, s. 218-223; Hayri Yıldırım, İskilipli Atıf Hoca Neden Haindi, Togan Yayınları,1.Baskı, İstanbul,2014, s, 110-118. Bazı araştırmacılar, Teali İslam Cemiyeti’nin birden çok bildiri yayınladığı görüşündedirler. Onlardan birisi olan Yrd. Doç. Dr. Rahmi Doğanay, kitabında bu derneğin ikinci bir bildirisini daha yayınlamış bulunmaktadır. Bkz. Rahmi Doğanay, “Teâlî İslâm Cemiyeti’nin Beyannameleri (Metin ve Değerlendirme)”, Manas Yayınları, Elazığ,2008, s, 69-75; aynı kaynaktan alıntı ile Hayri Yıldırım, İskilipli Atıf Hoca Neden Haindi?, Togan Yayınları, İstanbul, 2014, s, 119-125. (Parantez içi açıklamalar tarafımızca yapılmıştır; ö.s.)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...