SABIR VE RIZA
Vefâyât adlı eserinde İbn-i Hallikān, şu hâdiseyi nakletmektedir:
“Urve bin Zübeyr -radıyallâhü anh-, oğlu Muhammed ile birlikte, Halîfe Velid bin Abdülmelik‘i ziyaret maksadıyla Medîne’den Şam’a gitmişti.
Oraya vardıklarında çok sevdiği oğlu Muhammed, bir ara hayvanların bakımı için ahıra girdi. Lâkin serkeş bir hayvanın kendisine attığı fecî tekme neticesinde hemen orada vefat etti.
Bu elîm kazânın üzerinden henüz bir müddet geçmişti ki, Urve -radıyallâhü anh-’ın ayağında kangren hastalığı zuhûr etti.
Bunu haber alan Halîfe Velid bin Abdülmelik, Urve bin Zübeyr’e ayağının kesilmesinin zarûrî olduğunu, aksi takdirde hastalığın bütün vücuduna yayılabileceğini söyledi.
O da, ilâhî takdîre büyük bir rızâ ve teslîmiyet içerisinde bunu kabul etti. Bunun üzerine derhal, Urve’nin ayağını kesmesi için mâhir bir cerrah çağrıldı.
Gelen cerrah, yapacağı ameliyatın çok fazla ıztırap vereceğini, bu sebeple hastanın narkoze edilmesi gerektiğini ifâde ettikten sonra Urve Hazretleri’ne: «‒Efendim! Müsâadeniz olursa ayağınız kesilirken acı hissetmemeniz için size bir miktar şarap içirelim?» teklifinde bulundu.
Urve -radıyallâhü anh- ise, bu suâl karşısında hayretle cerrahın yüzüne baktı ve takvâ ile yoğrulmuş engin gönül iklîminden diline şimşek hızıyla şu sözler akın etti:
«‒Velev ki hastalıktan kurtulmak için bile olsa, Allâh’ın haram kıldığı bir şeyi aslâ kullanmam!» Cerrah, aldığı kesin cevap üzerine bu defâ: «‒Efendim! O hâlde uygun görürseniz sizi uyutacak bir ilaç verelim.» teklifinde bulundu.
Urve -radıyallâhü anh-: «‒Hem bir uzvum kesilirken acısını hissetmeyeceğim, hem de Cenâb-ı Hak’tan onun ecrini isteyeceğim, öyle mi? Böyle bir şeye nasıl râzı olabilirim!» diyerek bunu da kabul etmedi. Bu defa odaya birkaç kişi girdi.
O: «‒Bunlar da kimdir? Niçin geldiler?» diye sorunca cerrah: «-Efendim! Ayağınız kesilirken kimi zaman acı dayanılmaz olacaktır. Bu gelenler, sizi bu esnâda tutmak için geldiler.» dedi. Bunun üzerine Urve –radıyallâhü anh– cerraha: «‒İnşâallah sabreder, size de güçlük çıkarmam!” dedi ve gelenlere teşekkür edip onları gönderdi.
Cerrah, bunun üzerine ameliyatına başladı. Önce topuğu bıçakla kesti. Bıçak kemiğe dayanınca da testere ile kesme işine devam etti. Urve bin Zübeyr Hazretleri ise, ameliyatının sonuna kadar büyük bir teslîmiyet, tevekkül ve Hakk’a rızâ hâlinde, dâimâ tehlil ve tekbir getirerek, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ واللّٰهُ أَكْبَرُ dedi ve sabretti.
Ayağın kesilmesi tamamlandıktan sonra, kesilen yer, kızdırılan zeytinyağı ile dağlandı. Urve -radıyallâhü anh-, bu esnâda çektiği büyük ıztırap neticesinde daha fazla dayanamayıp bayıldı.
Ayıldığında yüzündeki teri silerek şu âyet-i kerîmeyi okudu:
«…Hakikaten şu yolculuğumuz sebebiyle başımıza (epeyce) sıkıntı geldi!»(el-Kehf, 62) Daha sonra ayağını doktorların elinde görünce onu istedi, eline alıp kesik ayağını evirip çevirdi ve onunla şöyle konuştu:
«‒Beni sana taşıttıran Zât’a yemin ederim ki, bu ayağım -çok şükür- hiçbir zaman harama gitmemiş ve ona yönelmemiştir.»”
Mal, mülk, makam ve mevkîden, evlât, sıhhat ve cana kadar, sahip olduğu bütün nîmetlerin, hakîkatte Cenâb-ı Hakkʼın bir lûtfu ve emâneti olduğu şuuruyla yaşayan bir müʼmin, -tıpkı Urve bin Zübeyr -radıyallâhü anh- gibi- ilâhî bir imtihan tecellîsi olarak mâruz kaldığı her türlü çile ve musibete karşı, takvâsı ölçüsünde sabr-ı cemîl sergiler.
Kâmil mü’minler, Allâhʼın kendileri hakkında takdîr ettiği bir hâlden şikâyetçi olmaktan son derece teeddüp ederler. Feryat, isyan, şikâyet ve sızlanmayı unuturlar. Zira onlar bilirler ki, böyle anlar, imtihan yurdu olan şu fânî âlemde gönüllerin kontrolden geçirildiği nâzik zaman dilimleridir.
Nitekim Firavun’un sihirbazları da, Hakk’ın hidâyet tecellîsine mazhar olunca, çektikleri eziyet ve sıkıntılara aldırmayarak, son nefeste müslüman olarak can verebilmenin endişesine düşmüşler ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmişlerdir: “…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır (Firavun’a minnet sebebiyle îmânımızdan dönmeyelim) ve canımızı müslüman olarak al!”(el-A’raf, 126) Mânevî olgunluk yolu olan tasavvuf da, kulu rızâ ve teslîmiyet pınarından kana kana içirmenin tâlim ve terbiyesidir.
Hangi şartlar altında olursa olsun Hakkʼın takdîrinden dâimâ râzı olarak Allah ile dost kalabilme sanatıdır. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve acı-tatlı sürprizleri karşısında metânet ve muvâzeneyi koruyup “Allâhʼım, Sana her hâlükârda hamd ü senâlar olsun!” diyebilmek, rızâ makamında, güzel bir kul olabilme mahâretidir.
Nitekim hayat ve ölüm, âyette bildirildiği üzere kimin güzel davranacağını sınamak için yaratılmıştır. (bkz. el-Mülk, 2) Başa gelen acı hâdiselere sabredip Cenâb-ı Hakk’a sığınmak; hayır veya şer her şeyin O’ndan geldiğini bilmek ve bir imtihan olduğunu idrâk edip mükâfâtını kazanmaya çalışmak, Hak dostlarının meşrebidir.
Şikâyetler, feryâd ü figânlar, sızlanmalar ise; zarar ve ziyânı artırmaktan başka bir şey değildir. Ayrıca Ebû Bekir -radıyallâhü anh-’ın buyurduğu gibi: “Hiçbir belâ yoktur ki, ondan daha kötüsü olmasın.” Yani, dâimâ beterin beteri vardır. Bu hakîkat de, içinde bulunulan hâl ne kadar kötü olursa olsun, şükretmek gerektiğini ifâde eder.
Nitekim İbn-i Hallikān, eserinde naklettiği rivâyetine şöyle devam eder: “Bu sene Şam’a Absoğulları’ndan bâzı kimseler gelmişti. Aralarında âmâ biri de vardı. Halîfe Velid ona gözlerini neden kaybettiğini sordu. O da şu cevabı verdi: «‒Ey müʼminlerin emîri! Bir gün bir vâdide geceledim.
Absoğulları’ndan hiçbirinin benim kadar malı yoktu. Gece uğradığımız bir sel baskını, bir deve ve yeni doğmuş bir bebek dışında âile fertlerimin ve malımın hepsini alıp götürdü.
Deve de bu sırada kaçıp uzağa gitmişti. Çocuğu bırakıp devenin peşine düştüm. Pek fazla gitmemiştim ki çocuğumun feryatlarını duydum.
Bir kurt, yavrumun başını ağzına almış yiyordu! Onu kurtaramadım.
Sonra devenin peşine düştüm, ona yetiştiğimde deve yüzüme öyle bir tekme attı ki, iki gözüm de kör oldu.
İşte neticede gördüğün gibi ne malım, ne çocuklarım, ne de gözlerim kaldı.» Bunun üzerine Velid bin Abdülmelik: «‒Bu zâtı Urve bin Zübeyr’e götürün de insanlar arasında ondan daha büyük belâlara dûçâr olanlar bulunduğunu görsün!» dedi.
Urve -radıyallâhü anh- Medîne-i Münevvere’ye dönünce: «Ey Rabbim! Benim iki elim, iki ayağım vardı. Ayaklarımdan birini aldın, diğerini bana bıraktın. Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Allâh’a yemin ederim ki, Sen bir şeyi alırsan, pek çok nîmet lûtfedersin; bir defa iptilâ verirsen, çoğu zaman âfiyette kılarsın!» diye duâ ederek Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükürler etti.
Onun bu dâsitânî sabrı, şâirin şu sözüne ne kadar da benzemektedir: «Sabırla yarışa başladı, sabır ondan yardım diledi.
Sabûr olan (yani çok sabreden kişi sabrı tesellî ederek: “‒Ey sabır, sabırlı ol!” dedi».”
Yine beterin beteri olduğuna dâir şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: “Bir hanımın doğumu yaklaşmıştı.
Birkaç gün içerisinde yavrusunu kucağına alarak doya doya koklayabilecek olmanın heyecanı içerisinde içi içine sığmıyordu.
Lâkin doğumdan sonra kendisine, kalçadan birbirlerine yapışık ikizleri olduğu söylendiğinde, sanki dünya başına yıkıldı.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki takdîrinin onun için daha hayırlı olduğunu düşünmeden devamlı bu hâlden şikâyet etti.
Dâimâ «üf, of!» dedi. Sâliha bir hanım olan komşusu onu şöyle uyardı: «-Sevgili komşum! Sabret, bu takdîr-i ilâhîdir.
Hem sabrın başı acı, sonu tatlıdır. Hem bil ki, beterin de beteri vardır!»
Bu sözleri duyan ikizlerin annesi, sâliha komşusuna
: «-Ey komşum! Biri hasta olsa, diğerini huzursuz ediyor.
Biri uyuyamasa, diğerini de rahat bırakmıyor.
Biri ağlasa, diğeri de ağlıyor.
Bundan daha beteri ne olabilir ki?..» dedi.
Ömür takvimi sayfalarını tek tek mâzîye gönderirken gün geldi ikizlerden biri öldü. Böylece diri olan, ölü kardeşini sırtında taşımaya başladı.
Bu hâl üzerine, ikizlerin annesi, vaktiyle kendisine sabır ve rızâ tavsiyesinde bulunan sâliha komşusuna: «-Sevgili komşum! Sen haklıymışsın, beterin de beteri varmış.» diyerek gözyaşı döktü.
Ertesi gün, ikizlerin diri olanı da öldü. Beraberce kabre defnedildiler.” Sabır, zarûreten değil, gönül hoşluğu ile kulun, Rabbine teslîmiyetidir.
Sabrın birinci şartı ise, musîbet ile karşılaşıldığı ilk anda olmasıdır.
Tavı geçmiş bir sabrın, fazla bir mükâfâtı yoktur.
Ayrıca büyük mükâfatlar, dâimâ büyük sabırların, musîbet ve iptilâlara tahammülün arkasından gelir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10) buyrulmuştur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, sabrın çeşitlerini ve fazîletlerini bildirdiği bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: “Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır…
Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse Allah ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında semâ ile arz arası kadar mesâfe vardır. Kim de tâatte sabrederse Allah ona altı yüz derece yazar.
Her iki derece arasında yeryüzü ile yedi kat aşağısı arası kadar mesâfe vardır. Kim de mâsiyete (günaha) karşı sabrederse Allah ona dokuz yüz derece yazar.
İki derece arasında yer ile Arş arası kadar mesâfe vardır.”
(Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)
Sözün özü, sabır insanın derûnundaki kıymetli bir hazinedir.
Onu hem varlığın hem yokluğun, hem acının hem neş’enin, hem belânın hem de nîmetin tehlikesine karşı koruyan güvenli bir kalkandır.
Sabır, bütün peygamberlerin kuşandığı ve ümmetlerine tavsiye ettiği bir zırhtır.
Sabır, îmânını koruması için müslümanın en büyük sığınağı ve silahıdır. Allah Teâlâ’nın râzı olduğu ve büyük mükâfatlar va’dettiği ulvî bir haslettir. Allah Rasûlü’nün ifâdesiyle: “Sabır ziyâdır.” (Müslim, Tahâret, 1)
İnsanın dünyâ ve ukbâsını aydınlatır.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, mü’minlerin bir musîbet ve darlık zamanında ümitsizlik ve isyâna düşmeyip Allah Teâlâ’ya tevekkül ve niyazda bulunmalarını da şöyle tavsiye etmişlerdir:
“Kendisine bir musîbet gelen müslüman, Allâh’ın emrettiği: «Biz Allâh’a âidiz ve ancak O’na döneceğiz.
Allâh’ım! Bana bu musîbetten dolayı ecir ver ve bana bundan daha hayırlısını ihsân eyle!» derse, Allah o musîbeti alır ve mutlakâ daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz, 3)
Velhâsıl, varlık ve darlıktaki mânevî âfetlerden kurtulmak ve rızâ-yı ilâhîye kavuşmak için, sabretmek mecburiyetindeyiz! Zira sabır, kadere rızâ çizgisinde kalabilmenin yegâne yolu, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, îmânın yarısı, ferah ve saâdetin anahtarıdır.
Yâ Rabbi! Gönüllerimizi sabr-ı cemîl ile tezyîn eyle… .
Osman Nuri Topbaş
“Urve bin Zübeyr -radıyallâhü anh-, oğlu Muhammed ile birlikte, Halîfe Velid bin Abdülmelik‘i ziyaret maksadıyla Medîne’den Şam’a gitmişti.
Oraya vardıklarında çok sevdiği oğlu Muhammed, bir ara hayvanların bakımı için ahıra girdi. Lâkin serkeş bir hayvanın kendisine attığı fecî tekme neticesinde hemen orada vefat etti.
Bu elîm kazânın üzerinden henüz bir müddet geçmişti ki, Urve -radıyallâhü anh-’ın ayağında kangren hastalığı zuhûr etti.
Bunu haber alan Halîfe Velid bin Abdülmelik, Urve bin Zübeyr’e ayağının kesilmesinin zarûrî olduğunu, aksi takdirde hastalığın bütün vücuduna yayılabileceğini söyledi.
O da, ilâhî takdîre büyük bir rızâ ve teslîmiyet içerisinde bunu kabul etti. Bunun üzerine derhal, Urve’nin ayağını kesmesi için mâhir bir cerrah çağrıldı.
Gelen cerrah, yapacağı ameliyatın çok fazla ıztırap vereceğini, bu sebeple hastanın narkoze edilmesi gerektiğini ifâde ettikten sonra Urve Hazretleri’ne: «‒Efendim! Müsâadeniz olursa ayağınız kesilirken acı hissetmemeniz için size bir miktar şarap içirelim?» teklifinde bulundu.
Urve -radıyallâhü anh- ise, bu suâl karşısında hayretle cerrahın yüzüne baktı ve takvâ ile yoğrulmuş engin gönül iklîminden diline şimşek hızıyla şu sözler akın etti:
«‒Velev ki hastalıktan kurtulmak için bile olsa, Allâh’ın haram kıldığı bir şeyi aslâ kullanmam!» Cerrah, aldığı kesin cevap üzerine bu defâ: «‒Efendim! O hâlde uygun görürseniz sizi uyutacak bir ilaç verelim.» teklifinde bulundu.
Urve -radıyallâhü anh-: «‒Hem bir uzvum kesilirken acısını hissetmeyeceğim, hem de Cenâb-ı Hak’tan onun ecrini isteyeceğim, öyle mi? Böyle bir şeye nasıl râzı olabilirim!» diyerek bunu da kabul etmedi. Bu defa odaya birkaç kişi girdi.
O: «‒Bunlar da kimdir? Niçin geldiler?» diye sorunca cerrah: «-Efendim! Ayağınız kesilirken kimi zaman acı dayanılmaz olacaktır. Bu gelenler, sizi bu esnâda tutmak için geldiler.» dedi. Bunun üzerine Urve –radıyallâhü anh– cerraha: «‒İnşâallah sabreder, size de güçlük çıkarmam!” dedi ve gelenlere teşekkür edip onları gönderdi.
Cerrah, bunun üzerine ameliyatına başladı. Önce topuğu bıçakla kesti. Bıçak kemiğe dayanınca da testere ile kesme işine devam etti. Urve bin Zübeyr Hazretleri ise, ameliyatının sonuna kadar büyük bir teslîmiyet, tevekkül ve Hakk’a rızâ hâlinde, dâimâ tehlil ve tekbir getirerek, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ واللّٰهُ أَكْبَرُ dedi ve sabretti.
Ayağın kesilmesi tamamlandıktan sonra, kesilen yer, kızdırılan zeytinyağı ile dağlandı. Urve -radıyallâhü anh-, bu esnâda çektiği büyük ıztırap neticesinde daha fazla dayanamayıp bayıldı.
Ayıldığında yüzündeki teri silerek şu âyet-i kerîmeyi okudu:
«…Hakikaten şu yolculuğumuz sebebiyle başımıza (epeyce) sıkıntı geldi!»(el-Kehf, 62) Daha sonra ayağını doktorların elinde görünce onu istedi, eline alıp kesik ayağını evirip çevirdi ve onunla şöyle konuştu:
«‒Beni sana taşıttıran Zât’a yemin ederim ki, bu ayağım -çok şükür- hiçbir zaman harama gitmemiş ve ona yönelmemiştir.»”
Mal, mülk, makam ve mevkîden, evlât, sıhhat ve cana kadar, sahip olduğu bütün nîmetlerin, hakîkatte Cenâb-ı Hakkʼın bir lûtfu ve emâneti olduğu şuuruyla yaşayan bir müʼmin, -tıpkı Urve bin Zübeyr -radıyallâhü anh- gibi- ilâhî bir imtihan tecellîsi olarak mâruz kaldığı her türlü çile ve musibete karşı, takvâsı ölçüsünde sabr-ı cemîl sergiler.
Kâmil mü’minler, Allâhʼın kendileri hakkında takdîr ettiği bir hâlden şikâyetçi olmaktan son derece teeddüp ederler. Feryat, isyan, şikâyet ve sızlanmayı unuturlar. Zira onlar bilirler ki, böyle anlar, imtihan yurdu olan şu fânî âlemde gönüllerin kontrolden geçirildiği nâzik zaman dilimleridir.
Nitekim Firavun’un sihirbazları da, Hakk’ın hidâyet tecellîsine mazhar olunca, çektikleri eziyet ve sıkıntılara aldırmayarak, son nefeste müslüman olarak can verebilmenin endişesine düşmüşler ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmişlerdir: “…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır (Firavun’a minnet sebebiyle îmânımızdan dönmeyelim) ve canımızı müslüman olarak al!”(el-A’raf, 126) Mânevî olgunluk yolu olan tasavvuf da, kulu rızâ ve teslîmiyet pınarından kana kana içirmenin tâlim ve terbiyesidir.
Hangi şartlar altında olursa olsun Hakkʼın takdîrinden dâimâ râzı olarak Allah ile dost kalabilme sanatıdır. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve acı-tatlı sürprizleri karşısında metânet ve muvâzeneyi koruyup “Allâhʼım, Sana her hâlükârda hamd ü senâlar olsun!” diyebilmek, rızâ makamında, güzel bir kul olabilme mahâretidir.
Nitekim hayat ve ölüm, âyette bildirildiği üzere kimin güzel davranacağını sınamak için yaratılmıştır. (bkz. el-Mülk, 2) Başa gelen acı hâdiselere sabredip Cenâb-ı Hakk’a sığınmak; hayır veya şer her şeyin O’ndan geldiğini bilmek ve bir imtihan olduğunu idrâk edip mükâfâtını kazanmaya çalışmak, Hak dostlarının meşrebidir.
Şikâyetler, feryâd ü figânlar, sızlanmalar ise; zarar ve ziyânı artırmaktan başka bir şey değildir. Ayrıca Ebû Bekir -radıyallâhü anh-’ın buyurduğu gibi: “Hiçbir belâ yoktur ki, ondan daha kötüsü olmasın.” Yani, dâimâ beterin beteri vardır. Bu hakîkat de, içinde bulunulan hâl ne kadar kötü olursa olsun, şükretmek gerektiğini ifâde eder.
Nitekim İbn-i Hallikān, eserinde naklettiği rivâyetine şöyle devam eder: “Bu sene Şam’a Absoğulları’ndan bâzı kimseler gelmişti. Aralarında âmâ biri de vardı. Halîfe Velid ona gözlerini neden kaybettiğini sordu. O da şu cevabı verdi: «‒Ey müʼminlerin emîri! Bir gün bir vâdide geceledim.
Absoğulları’ndan hiçbirinin benim kadar malı yoktu. Gece uğradığımız bir sel baskını, bir deve ve yeni doğmuş bir bebek dışında âile fertlerimin ve malımın hepsini alıp götürdü.
Deve de bu sırada kaçıp uzağa gitmişti. Çocuğu bırakıp devenin peşine düştüm. Pek fazla gitmemiştim ki çocuğumun feryatlarını duydum.
Bir kurt, yavrumun başını ağzına almış yiyordu! Onu kurtaramadım.
Sonra devenin peşine düştüm, ona yetiştiğimde deve yüzüme öyle bir tekme attı ki, iki gözüm de kör oldu.
İşte neticede gördüğün gibi ne malım, ne çocuklarım, ne de gözlerim kaldı.» Bunun üzerine Velid bin Abdülmelik: «‒Bu zâtı Urve bin Zübeyr’e götürün de insanlar arasında ondan daha büyük belâlara dûçâr olanlar bulunduğunu görsün!» dedi.
Urve -radıyallâhü anh- Medîne-i Münevvere’ye dönünce: «Ey Rabbim! Benim iki elim, iki ayağım vardı. Ayaklarımdan birini aldın, diğerini bana bıraktın. Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Allâh’a yemin ederim ki, Sen bir şeyi alırsan, pek çok nîmet lûtfedersin; bir defa iptilâ verirsen, çoğu zaman âfiyette kılarsın!» diye duâ ederek Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükürler etti.
Onun bu dâsitânî sabrı, şâirin şu sözüne ne kadar da benzemektedir: «Sabırla yarışa başladı, sabır ondan yardım diledi.
Sabûr olan (yani çok sabreden kişi sabrı tesellî ederek: “‒Ey sabır, sabırlı ol!” dedi».”
Yine beterin beteri olduğuna dâir şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: “Bir hanımın doğumu yaklaşmıştı.
Birkaç gün içerisinde yavrusunu kucağına alarak doya doya koklayabilecek olmanın heyecanı içerisinde içi içine sığmıyordu.
Lâkin doğumdan sonra kendisine, kalçadan birbirlerine yapışık ikizleri olduğu söylendiğinde, sanki dünya başına yıkıldı.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki takdîrinin onun için daha hayırlı olduğunu düşünmeden devamlı bu hâlden şikâyet etti.
Dâimâ «üf, of!» dedi. Sâliha bir hanım olan komşusu onu şöyle uyardı: «-Sevgili komşum! Sabret, bu takdîr-i ilâhîdir.
Hem sabrın başı acı, sonu tatlıdır. Hem bil ki, beterin de beteri vardır!»
Bu sözleri duyan ikizlerin annesi, sâliha komşusuna
: «-Ey komşum! Biri hasta olsa, diğerini huzursuz ediyor.
Biri uyuyamasa, diğerini de rahat bırakmıyor.
Biri ağlasa, diğeri de ağlıyor.
Bundan daha beteri ne olabilir ki?..» dedi.
Ömür takvimi sayfalarını tek tek mâzîye gönderirken gün geldi ikizlerden biri öldü. Böylece diri olan, ölü kardeşini sırtında taşımaya başladı.
Bu hâl üzerine, ikizlerin annesi, vaktiyle kendisine sabır ve rızâ tavsiyesinde bulunan sâliha komşusuna: «-Sevgili komşum! Sen haklıymışsın, beterin de beteri varmış.» diyerek gözyaşı döktü.
Ertesi gün, ikizlerin diri olanı da öldü. Beraberce kabre defnedildiler.” Sabır, zarûreten değil, gönül hoşluğu ile kulun, Rabbine teslîmiyetidir.
Sabrın birinci şartı ise, musîbet ile karşılaşıldığı ilk anda olmasıdır.
Tavı geçmiş bir sabrın, fazla bir mükâfâtı yoktur.
Ayrıca büyük mükâfatlar, dâimâ büyük sabırların, musîbet ve iptilâlara tahammülün arkasından gelir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10) buyrulmuştur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, sabrın çeşitlerini ve fazîletlerini bildirdiği bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: “Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır…
Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse Allah ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında semâ ile arz arası kadar mesâfe vardır. Kim de tâatte sabrederse Allah ona altı yüz derece yazar.
Her iki derece arasında yeryüzü ile yedi kat aşağısı arası kadar mesâfe vardır. Kim de mâsiyete (günaha) karşı sabrederse Allah ona dokuz yüz derece yazar.
İki derece arasında yer ile Arş arası kadar mesâfe vardır.”
(Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)
Sözün özü, sabır insanın derûnundaki kıymetli bir hazinedir.
Onu hem varlığın hem yokluğun, hem acının hem neş’enin, hem belânın hem de nîmetin tehlikesine karşı koruyan güvenli bir kalkandır.
Sabır, bütün peygamberlerin kuşandığı ve ümmetlerine tavsiye ettiği bir zırhtır.
Sabır, îmânını koruması için müslümanın en büyük sığınağı ve silahıdır. Allah Teâlâ’nın râzı olduğu ve büyük mükâfatlar va’dettiği ulvî bir haslettir. Allah Rasûlü’nün ifâdesiyle: “Sabır ziyâdır.” (Müslim, Tahâret, 1)
İnsanın dünyâ ve ukbâsını aydınlatır.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, mü’minlerin bir musîbet ve darlık zamanında ümitsizlik ve isyâna düşmeyip Allah Teâlâ’ya tevekkül ve niyazda bulunmalarını da şöyle tavsiye etmişlerdir:
“Kendisine bir musîbet gelen müslüman, Allâh’ın emrettiği: «Biz Allâh’a âidiz ve ancak O’na döneceğiz.
Allâh’ım! Bana bu musîbetten dolayı ecir ver ve bana bundan daha hayırlısını ihsân eyle!» derse, Allah o musîbeti alır ve mutlakâ daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz, 3)
Velhâsıl, varlık ve darlıktaki mânevî âfetlerden kurtulmak ve rızâ-yı ilâhîye kavuşmak için, sabretmek mecburiyetindeyiz! Zira sabır, kadere rızâ çizgisinde kalabilmenin yegâne yolu, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, îmânın yarısı, ferah ve saâdetin anahtarıdır.
Yâ Rabbi! Gönüllerimizi sabr-ı cemîl ile tezyîn eyle… .
Osman Nuri Topbaş