İnsanın hayata bakış açısı, onun
yaşamı açısından çok önemlidir. Çünkü süreceği yaşam onun hayat
hakkındaki anlayışına göre şekil alır. Temel dinamik ve kişinin hayat
hakkında kabul ettiği temel fikir ne olursa, süreceği yaşam da onun
üzerine binâ edilecektir. Kişi şu soruları kendisine sormalı, cevap
verirken de insaflı davranmalı, cevaplarda kesinlik ve katiyyet
aramalıdır. Bu kesinlik ve katiyyet onda imanı meydana getirecektir.
İman kelimesi şeksiz, şüphesiz emin olma anlamına gelir.
İslâm'ın hayat hakkında ortaya koyduğu fikir, her şeyin öncesinde bir yaratıcının varlığına iman ki o da; Allahu Teala'dır. Hayat sonrasına da iman etmek gerekir ki o da; Ahiret günüdür. Hayat ile hayat öncesi arasındaki münasebet iki konuyu kapsar. Yaratıcı, yaratık ilişkisi ve Allah'ın emirleri. Hayat ile hayat sonrası arasındaki münasebet de iki şeyi kapsar. Ölümden sonra dirilme, haşr-u neşr ve insanın dünyada yaptığı fiillerinden sorulması.
Allah'a iman yani onun
varlığına iman, bizler için atalarımızdan kalma geleneksel bir iman
olmaktan çıkıp, daha delilli ve tahkiki olmalıdır. Yani insan Allah'a
iman etmesi gerektiğini araştırma ve incelemeler sonunda ikna olarak
anlamalı ve bundan emin olmalıdır. Aksi taktirde kişinin Müslüman anne
ve babadan doğması bir avantaj kabul edilebilir. Kişi tahkiki imanı
gerçekleştirdiği takdirde Yahudi bir anne babadan veya dinsiz bir anne
babadan olması onu etkilemeyecektir. Çünkü o araştırması sonucu Allahu
Teala'yı tespit edecektir. Geleneksel olarak iman eden kişi Hıristiyan
bir anne babadan doğdu ise Hıristiyan, Yahudi anne babadansa Yahudi ve
ateist anne babadansa ateist olur. Çünkü o kişide taklitçilik mevcuttur.
Bu anlamda Müslüman Allah'a olan inancını delilleriyle, kanıtlarıyla
tahkiki olarak kabul etmesi gerekir.
Allahu Teala'nın varlığını şu üç yolla bulabiliriz:
1-) İnsanoğlu aciz bir varlıktır. Bu sebeple aciz olmayana yönelir.
2-) İnsanoğlunda mevcut olan içgüdülerden 'tapınma içgüdüsü' onu bir yaratıcıya kulluk etmeye zorlar.
3-) Eşyayı kontrol ettiğinde ve
onu incelediğinde (asi olan insan haricinde) her şeyin görevini
harfiyen yerine getirdiğini ve insanın müdahalesi olmadığı sürece
tabiatın müthiş bir düzene sahip olduğunu görür. Bu düzenin içindeki
varlık birbiri ile ilişkili ve birbirine bağımlıdır. Bu da göz önünde
bulundurulduğunda kendiliğinden oluşması imkansızdır. Sonuç itibariyle
mutlak yaratıcıya ihtiyaç vardır. Bazı ideolojiler varoluşu tesadüflere
bağlamışlardır. Bazıları için ise, varoluşun sebebinin yaratılmışlık
veya tesadüfîlik olmasının o kadar da önemli olmadığı kanaatini
taşımaktadır. Müslümanlar için, yukarıda saydığımız şıklardaki esaslar
önem arzeder. Çünkü temel budur. Baştan söylediğimiz gibi temel sağlam
ise bina sağlam olur, temel bozuk ise bina ihtişamına rağmen yıkılmaya
mahkûmdur.
Yukarıda bahsedilen maddeleri örneklerle açıklayacak olursak:
İnsanın acizliği
İnsan, belli bir mesafeye kadar
görebilir, belli bir mesafeden ses işitebilir veya belli bir mesafeye
sesini ulaştırabilir, belli bir hızda koşabilir ve yaşam süresini
kendisi belirleyemez. Bu saydıklarımız daha da arttırılabilir. Bu
sebeple zaafa düştüğü aciz kaldığı zamanlar ve muhtaç olduğu zamanlar
çoktur. İşte bu zamanlarda kendisini düştüğü bu çıkmazdan-açmazdan
kurtaracak bir güç arar veya hayatın devamını sağladığını zannettiği bir
güce yönelerek onu ilah edinir. Bu aynı zamanda onda mevcut olan
tapınma içgüdüsünün tecellisidir. Çevresini aydın bir bakışa sahip
olmadan incelediğinde şöyle bir tespit yapabilir: Güneş suyun
buharlaşmasını, bu da yağmur bulutlarının meydana gelmesini, bunun
sonucu olarak da yağan yağmurla nebatın meydana geldiğini, aynı zamanda
güneşin olmaması halinde bunların meydana gelmeyeceğini düşünerek güneşi
yaratan edinebilir. Nitekim, geçmişte yaşamış buna benzer birçok
toplumlar vardır ve ilahları kainat içindeki varlıklardan oluşmaktadır.
İşte bu, problemin esasını teşkil etmektedir. Çünkü, insan duyu
organlarıyla algıladıklarını sınıflandırırsa karşısına kainat, bu
kainatta bulunan canlı, cansız varlığın yaşam süreci, kainatın içinde
bulunmasına rağmen onlardan düşünme yetisi ve karar verme yetisiyle
ayrılan insan gerçeğiyle karşılaşacaktır. Bu algıladıklarının hepsi
insanın kendisi gibi acizdir ve sınırlıdır. O halde bu aşama da bu aciz ve muhtaç varlık aleminin öncesinde ne vardır? sorusu
akla gelmektedir. Çünkü aciz ve muhtaç olanın, aciz ve muhtaç olmayan
bir düzenleyiciye (daha net bir ifade ile) yaratana ihtiyacı vardır ki,
bu da her şeyi yoktan var eden Allah'u Teala'dır.
Bu gelinen aşamadan sonra şu sorular insanın aklını kurcalayabilir: Yaratıcı yarattı, peki ben yaratıcımla nasıl alâka kuracağım ve yaratıcının yaratmasındaki maksat nedir? İşte
bu sorunun akabinde devreye peygamberler girmektedir. Yani Allah'ın
elçileri. Onlar yaratan tarafından aramızdan seçilmişler ve Allahu
Teala'nın yaratmasındaki maksadını bizlere bildirmişlerdir. Bu maksat
Kuran’da şöyle zikredilmektedir:
"Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat 56)
Buraya kadar yaratıcının varlığı ve yaratılış gayemizin ne olduğu açıklandığına göre sınırlı olan bu kainatın yok oluşundan sonra ne var? sorusu akla gelir ki, bu da Ahirete imanla bağlantılı bir husustur.
Yeniden dirilme ve hesap gününe iman, Cennet ve Cehenneme iman gibi hususlar hayata bakışın esası ve açısı olmalı. İslâm akidesinin ve ona imanın önemi, ayrıca hayatla bağlantısı kavranmalıdır.
İster Mü’min, ister kafir olsun bütün insanlar bu hayatın bir
sonunun (ölümün) olduğunu kabul etmektedir. Ancak ölümün varlığını kabul
etmek bizi kurtarmaz. Düşünen insan, ölümden sonra ne var? sorusunu kendisine sormalıdır.
Bu soruya işaretle Allahu Teala Kur-an’ı Kerim de şöyle buyurmaktadır:
“O Allah ki hanginizin daha güzel amel (Kur-an ve Sünnete uygun iş)
işleyeceğini imtihan için ölümü ve hayatı yaratmıştır....” (Mülk 2)
Bu ayet gösteriyor ki; hayatın sonunda ölüm
vardır, hayata gelişin gayesi kulluktur (iman edip salih amel
işlemektir), öldükten sonra ise, diriliş, hesaba çekiliş, ceza ve
mükafat vardır.
Dinimiz bu konuyu iki ana kaynakta detayları ile işlemiştir.
İnsan, hayat, kainat ve bunlara ait düzenlerin yok olacağını, bozulacağını şöyle bildirmektedir:
“Sur’a bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla
birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar. Gök
yarılır, o gün düzeni bozulur. Melekler onun çevresindedirler, o gün
Rabbinin arşını onlardan başka sekiz tanesi yüklenir.” (Hakka 13-17)
İçinde bulunduğumuz kainatın, mevcut olan düzenin nasıl yok olacağını ise:
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman. Yıldızlar düşüp, söndüğü
zaman. Dağlar yürütüldüğü zaman. Doğurması yaklaşmış develer başıboş
bırakıldığı zaman. Yabani hayvanlar bir araya toplatıldığı zaman.
Denizler kaynaştırıldığı zaman. Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman.
Kız çocuğunun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman.
Amel defterleri açıldığı zaman. Gök yerinden oynatıldığı zaman.
Cehennem alevlendirildiği zaman Cennet yaklaştırıldığı zaman. İnsanoğlu
önceden ne hazırladığını görecektir.” (Tekvir 1-14)
Kıyametin anını Rabbimiz şöyle bildirmiştir:
“Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur,
her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, oysa
sarhoş değillerdir, fakat bu sadece Allah’ın azabının çetin
olmasındandır.” (Hac 2)
“Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlık beklerler.” (Yasin 49)
Bu ayet önce sur’un üfürülüşten bahsetmektedir. Böylece insanların tamamı ölür.
“Sur’a üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar.” (Yasin 51)
Bu ayet sur’a ikinci defa üfürülüşte insanların mezarlarından kalkarak Rablerine gideceklerini bildirmektedir.
“Tek bir çığlık kopar, hepsi hemen huzurumuza getirilmiş olur.” (Yasin 53)
Böylece insanlar Allahu Teala’nın huzuruna getirilirler ve daha sonra;
“Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır, kitap açılır, peygamber ve
şahitler getirilir ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adaletle
hüküm verilir.” (Zümer 69)
Hesap günü; Resule gelen Risalete (Kur-an ve
Sünnet ölçülerine) iman edip etmediğimiz, Şeri hükme bağlı kalıp
kalmadığımız hususunda hesaba çekileceğiz.
Efendimiz (sav) muhakeme ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Kişi ....şu beş değişik şahitler ile mahkemeye gelir. Bir ameli
işlerken yeryüzü, onun lehine ve aleyhine şahittir, vücudundaki bütün
uzuvlar onun lehine aleyhine şahittir, amel defterleri onun lehine
aleyhine şahittir, yazıcı melekler onun lehine aleyhine şahittir ve her
şeyi bilen Allah (C.C) onun lehine aleyhine hüküm verir.”
Başka bir Hadis-i Şerifte Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kişi Rabbimin mahkemesinde iken Kur-an’ı Kerim gelir o kişi lehinde
aleyhinde şahitlik eder” (İbn-i Kesir Furkan suresi 32’nci ayetin
tefsiri)
Yukarıda geçen şahitlik hususunda Rabbimiz Kitab-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır;
“İnsanın : Buna ne oluyor? dediği zaman; İşte o gün, yer, Rabbinin ona vahiy etmesiyle kendi haberlerini anlatır.” (Zilzal 3-5)
“Allah’ın düşmanları o gün cehenneme sürülürler. Hepsi bir aradadırlar.
Sonunda oraya varılınca, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları
hakkında onların aleyhine şahitlik ederler.” (Fussilet 19-20)
“İşte o gün ağızlarını mühürleriz, bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” (Yasin 65)
“Amel defteri ortaya konunca, suçluların, onda yazılı olanlardan
korktuklarını görürsün, ‘Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuşta
küçük büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!’derler. İşlediklerini
hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez” (Kehf 49)
“Her can, kendisiyle beraber bir sürücü ve şahit bulunduğu halde gelir.” (Kaf 21)
“Yanındaki melek ‘İşte bu yanımdaki hazırdır’ der” (Kaf 23)
Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu
anlaşılmaktadır ki Kur-an ve Sünnet, dünya hayatında yaptığımız bir
işten, söylediğimiz bir sözden dolayı hesap günü beş değişik şahidin
şahitliğinde, muhakeme olacağımızı bildirmektedir. Rasulullah (sav)
şöyle buyurdu:
“Aişe (r.anhâ) hesap günü insanların durumunu sorar. Efendimiz; ‘Ya Aişe
insanlar kıyamet günü yalın ayak, sünnetsiz olarak, çırılçıplak anadan
doğma bir şekilde haşr olacak.’ dedi.
Aişe: “Ben utanırım Ya Rasulullah’ dedi. Efendimiz; ‘Ya Aişe, durum
senin anladığın gibi değil, o gün her insan kendi nefsinin kurtuluşu
derdine düşecek, o yanındakinin cinsiyetine bakmaktan daha büyük bir
işle karşı karşıya kalacak.” buyurdu.” (Müslim 1193)
Aişe (ra) annemiz anlatıyor: "Ateşi hatırlayıp ağladım, Resûlullah (sav):"Niye ağlıyorsun?" diye sordu. "Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, Kıyamet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?" dedim.
"Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan yanında; tartısı ağır
mı geldi hafif mi öğreninceye kadar. Sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi
defteri nereye düşecek, öğreninceye kadar; sağına mı soluna mı yoksa
arkasına mı? Sırat'ın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca,
bunu geçinceye kadar." (Ebu Davud, Sünen 28, 4755)
Rabbimiz bu anları Kur-an’ı Kerim de şöyle açıklıyor:
“O gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve
oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır.” (Abese
34-37)
Evet, bu mahkemeden sonra insanlar Cennet veya Cehenneme doldurulurlar. Bu anı Rabbimiz şöyle bildiriyor:
“Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse ‘Kitabım keşke bana
verilmeseydi, keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, bu iş keşke son
bulmuş olsaydı, malım bana fayda vermedi, gücümde kalmadı’ derler.
İlgililere şöyle buyrulur; ‘Onu alın, bağlayın. Sonra Cehenneme
yaslayın. Sonra onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun. Çünkü, o, yüce
Allah’a inanmazdı.” (Hakka 25-33)
“İnkar edenler bölük bölük Cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında
kapıları açılır, bekçileri onlara; ’Size içinizden Rabbinizin ayetlerini
okuyan ve bu güne kavuşacağınızı ihtar eden Peygamberler gelmedi mi?’
derler. ‘Evet geldi’ derler. Lakin azap sözü, inkarcıların aleyhine
gerçekleşir.’ ‘Onlara; ‘Temelli kalacağınız Cehennemin kapılarından
girin; böbürlenenlerin durağı ne kötüdür! ’ denir.” (Zümer 71-72)
“Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler.” (Mülk7)
“Nerede ise öfkesinden paralanacak! İçine her bir toplumun atılmasında,
bekçileri onlara; ’Size bir uyarıcı gelmemiş miydi? ’diye sorarlar.”
(Mülk 8)
“Onlar; ‘Evet doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve
Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içindesiniz
demiştik’ derler.” (Mülk-9)
“Eğer kulak vermiş veya akıl etmiş olsaydık, çılgın alevli Cehennemlikler içinde olmazdık.’ derler.” (Mülk-10)
“Böylece günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli Cehennemlikler yokolsunlar!” (Mülk-11)
Bu ayeti kerimelerde, kendilerine gelen peygamberi inkar edip,
onu dinlemeyerek onun getirdiklerine uymayanların gideceği yerin
korkunçluğu bir şekilde bize anlatmaktadır. Kafirleri gerçekten çok kötü
bir akıbet beklemektedir. İbni Abbas’tan Efendimiz (Sav) şöyle buyurdu;
“Ey inananlar! Allah’tan sakınılması gerektiği gibi sakının, sizler, ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Ali İmran-102) ayetini okuyup şöyle buyurdu;
“Eğer zakkumdan bir damla yere damlatılmış olsaydı o damla dünyadaki
canlıların geçim vesilesi (olan tüm gıda maddelerini) bozardı. Artık
zakkumdan başka yiyeceği olmayanın (Cehennem halkının) hali
nasıldır?”(İbni Mace 4325)
“Biz o ağacı, zalimler için bir dert yaptık. O, Cehennemin dibinde çıkan
bir ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir. İşte Cehennemlikler
bundan yerler, karınlarını onunla doldururlar.” (Saffat 63-66)
“Sonra, siz ey sapıklar, yalanlayanlar! Doğrusu zakkum ağacından
yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Onun üzerine kaynar
su içeceksiniz. Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi
içeceksiniz. İşte onlara, ceza günü sunulacak konukluk budur.” (Vakıa
51-56)
“Yakıcı ateşe yaslanırlar, kızgın bir kaynaktan içirilirler. Onlar için
kuru dikenden başka yemek yoktur. O ise ne besler ne de açlığı giderir.”
(Gaşiye 4-7)
“İnkar edenlere Cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki
ölsünler, kendilerinden Cehennemin azabı da hafifletilmez. Her inkarcıyı
böylece cezalandırırız.” (Fatır 36)
“Cehennemde şöyle seslenirler; Ey nöbetçi! Rabbin hiç değilse canımızı
alsın. Nöbetçi; ‘Siz böyle kalacaksınız.’ der.” (Zuhruf 77)
“Doğrusu ayetlerimizi inkar edenleri ateşe sokacağız, derilerinin her
yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz.
Allah güçlüdür, hakimdir.” (Nisa 56)
Hasan-ı Basri (ra.) bu ayeti şöyle tefsir
etmiştir: Ateş onları her gün yetmiş bin defa yiyip bitirir. Onları her
bitirdikçe onlara, ‘eski halinize dönün denir.’ Onlar eski hallerine
dönerler.
“Onlar için Cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zalimleri böyle cezalandırırız.” (Araf 41)
“O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandan olacak, yüzlerini ateş bürüyecektir.” (İbrahim 49-50)
“Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise
dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Biz, zalimlere öyle bir
cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepe çevre
kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş
maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek
ve ne kötü bir kalma yeri!” (Kehf 29)
Buraya kadar naklettiğimiz ayetler kafirler, iman etmeyenler,
Allah’a eş koşanlar, tağutlar, münafıklar, hainler ve bazıları da
günahkar mü’minler hakkındadır. Ancak günahkar mü’min iman sahibi olduğu
için ebedi olarak Cehennemde kalmayacaktır. Allah (cc) şöyle buyurdu:
“Rabbinin dilediği hariç, (onlar) gökler ve yer durdukça o ateşte ebedi
kalacaklardır. Çünkü Rabbin, istediğini hakkıyla yapandır.” (Hûd 107)
Bu ayetlerdeki vasfedilen kişilerin dünya
hayatlarına bakıldığında iman etmedikleri, Peygamberi tanımadıkları,
vahyi dünya hayatlarına hakem kılmadıkları görülür ve bundan dolayı da
kötü son ile karşılaşacak, ebedi bu hal üzere kalacaklardır. Rabbimiz,
iman etmeyenlerin dünya hayatındaki amellerinin hiçbir değerinin
olmadığını yüce kitabında şöyle bildiriyor:
“İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap
gibidir ki susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında orada
herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı,
kendisinden sakınmadığı) Allah'ı bulmuştur; Allah ise, onun hesabını
tastamam görmüştür. Allah hesabı çok çabuk görür.” (Nur 39)
“Durmadan çalışır, (fakat boşuna) yorulur, kızgın ateşe girer.” (Gaşiye 3)
Bir topluluk vardır ki, samimi olmalarına
rağmen farz sınırlarını gözetmeyerek bazı önderlerin arkasından
gitmişlerdir. Bunların da kötü bir sona ulaşacaklarını Rabb’imiz
kitabında şöyle bildirdi:
“Yüzleri ateşte evirilip çevirildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah'a
itaat etseydik, Peygambere de itaat etseydik! derler. Ey Rabbimiz! Biz
reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar,
derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle
rahmetinden kov.” (Ahzap 66-68)
“Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle
rahmetinden kov. Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost
edinmeseydim!” (Furkan 27-28)
“Allah buyuracak ki: "Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları
arasında siz de ateşe girin!" Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lânet
edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca,
sonrakiler öncekiler için, "Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar!
Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!" diyecekler. Allah
da: Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz
bilmezsiniz, diyecektir.” (Araf 38)
“İşte o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından
gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da)
azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.
(Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri
gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz
de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve
üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar. Ey
insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin,
şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.”
(Bakara 166-168)
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki; kişi kimi
takip ediyorsa, hangi kitle ile çalışıyorsa, nasıl bir devlete ve
idareciye tabii ise, kimi yardımcı edindiyse, kimi dost seçiyorsa
onlarla beraber haşrolunacaktır. Eğer Kur-an ve Sünneti ölçü alınıp;
marufu emreden, münkerden sakındıranlarla beraber olursak Allah’ın (cc)
rızasına nail olabiliriz. Aksi takdirde sonuç, ayetlerde belirtildiği
gibi hüsran ile bitebilir.
Rabb’imizin, akîbeti kötü olanlar için Kur’an da verdiği misal
gerçekten akıllara durgunluk verecek derecededir. Şöyle buyuruyor:
“İnkarcılara o gün şöyle denir; Yalanlayıp durduğunuz şeye gidin. Gölge
yapmayan ve ateşten de korumayan Cehennem dumanının üç kollu gölgesine
gidin. O gölgenin saldığı her bir kıvılcım sanki birer sarı devedir,
konak gibi de büyüktür. Yalanlamış olanların o gün vay haline.”
(Mürselat 29-34)
Efendimiz (sav) Cehennem ateşinin ısısını şöyle anlatıyor:
“Allah’u Teala, Cehennemin bin sene yanmasını emir buyurdu. Ta ki ateşi
kıpkızıl kesildi. Sonra bin sene daha yakıldı. Ta ki ateş bembeyaz
kesildi. Sonra bin sene daha yakıldı. Ta ki ateşi simsiyah kesildi.
Binaenaleyh Cehennem simsiyah ve karanlıktır.” (Tirmizi)
“Muhakkak ki, dünya ateşi rahmet sularıyla yetmiş defa yıkanmıştır.
Dünya ehlinin kendisinden istifade edebileceği bir duruma
getirilmiştir.” (İbni Abdulberr)
Ahiret gününde ne kadar korkunç bir son ile
karşı karşıya kalabileceğimizin hesabını şimdiden yapmalı ve kendimize
bir çeki-düzen vermeliyiz. Allah ve Rasulüne teslim olmalıyız.
Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“İman etmeyenlerin içinde en hafif azabı amcam Ebu Talib’e çektirilir
ki, onun ayağına bir terlik giydirilir ve Cehennemin bir katmanında
gezdirilir. Ayağından aldığı ısıdan dolayı beyni kaynar. Diğer taraftan
azılı kafirler ateş içinde cezalandırılırken ateşin sıcaklığından dolayı
su ister ona bir kase içinde su verilir, onun içinde kan, irin karışımı
vardır. O kaseyi içmek için ağzına yaklaştırdığında, kasenin içindeki
su karışımının sıcaklığından dolayı yüzünün deri ve etleri kaseye
dökülür, böyle olmasına rağmen o kişi bu suyu içer çünkü içinde
bulunduğu ateş daha sıcaktır.”
Şu bir gerçektir ki, Cennet ve Cehennem
hakkındaki bütün deliller akla hitap eder ve de her akıl sahibi bu
delilleri anlayabilir, ona göre de kendisine bir istikamet seçebilir.
Dünya hayatında iman eden ve salih amel işleyenlerin durumu,
yukarıda anlatmaya çalıştığımız isyan ehlinin durumundan çok farklıdır.
Bu durumu Rabb’imiz mü’minler için nur ve hidayet kaynağı olan Kur-an’ı
Kerim de şöyle anlatır:
“Kitabı sağından verilen; Alın kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplama
ile karşılaşacağımı umuyordum, der. Artık o meyveleri sarkmış, yüksek
bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir. Onlara şöyle denir; Geçmiş
günlerde, peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz içiniz.”
(Hakka 19-24)
“Orada tahtlara yaslanırlar, orada yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk
görmezler. Meyve ağaçlarının gölgeleri, üzerine sarkmış ve onların
koparılması kolaylaştırılmıştır. Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur
kaseler dolaştırılır. Billurları gümüş gibi parlaktır, onları ölçüp
ölçüp dağıtırlar. Orada zencefil karışık bir tasla içirilirler. O pınara
selsebil (tatlı su) denir. Yanlarında ölümsüz gençler dolaşır. Onları
gördüğünde saçılmış birer inci sanırsın. Oranın neresine baksan, nimet
ve büyük bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak
atlastan elbiseler vardır. Gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri
onlara tertemiz içecekler içirir. İşte bu sizin işlediklerinizin
karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer, denir.” (İnsan 13-22)
“İnanıp yararlı iş işleyenleri, içinde temelli ve ebedi kalacakları,
içlerinden ırmaklar akan Cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz
eşler vardır. Onları en koyu gölgeliklere yerleştireceğiz.” (Nisa 57)
“Doğrusu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara kurtuluş vardır. Bahçeler,
bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu kadehler vardır.
Orada boş ve yalan söz işitmezler. Bunlar Rabbinin katından, hesapları
karşılığı verilenlerdir.” (Nebe 31-36)
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük
bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapıları açıldığında,
bekçileri onlara; Selam size, hoş geldiniz. Temelli olarak buraya girin,
derler. Onlar; Bize verdiği sözde duran ve bizi bu yere varis kılan
Allah’a hamdolsun. Cennette istediğimiz yerde oturabiliriz. Yararlı iş
işleyenlerin ecri ne güzelmiş, derler.” (Zümer 73-74)
“Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen Cennet şöyledir; Orada
temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren
şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü ürün
ve Rablerinden mağfiret vardır. Bunların durumu, ateşte temelli kalan
ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin
durumu gibi olur mu?” (Muhammed 15)
Enes İbn-i Malik (R.a)’dan Peygamber (Sav) şöyle dedi: “Pak
ve yüce olan Allah Cehennemliklerin en hafif azaplısına ‘Dünya ve
dünyadaki her şey senin olsa şu azaptan kurtulmak için onu fidye eder
miydin? buyurur.’ O kul; ‘Evet fidye ederdim.’ der. Allah; ‘Sen ademin
sülbünde iken ben senden bu fedakarlıktan daha ehven bir şey istemiştim.
Bu bana ortak koşmamandı. (Ravi şöyle dediğini de zannediyorum dedi.)
Ben de seni ateşe katmayacaktım. Fakat sen (dünyaya gelince tevhitten)
imtina ettin de şirkten ayrılmadın, buyurdu.”
Enes İbn-i Malik (ra) şöyle dedi: “Rasulullah
(sav) şöyle buyurdu; ‘Cehennemliklerden dünya ehlinin en nimetli ve
refahlısı olan kimse kıyamet gününde getirilir ve ateşe bir daldırılış
daldırılır. Sonra ‘Ya Adem oğlu, sen hiçbir hayır gördün mü? Sana
herhangi bir nimet uğradı mı? diye sorulur. O kul; ‘Hayır vallahi ya
Rab, der. Cennet ehlinden olup da en çetin ve meşakkatli hayat süren bir
kişi getirilir ve Cennete bir daldırılış ile daldırılır. Müteakiben ona
da; ‘Ey Adem oğlu, sen hiçbir çetinlik ve sıkıntı gördün mü? sana
herhangi bir sıkıntı ve zorluk uğradı mı? diye sorulur. O da; Hayır
vallahi ya Rab. Bana asla şiddetli fakirlik ve ihtiyaçtan dolayı fena
bir hal arız olmamıştır. Ben asla bir hayat çetinliği ve zorluğu
görmedim, der.” (Müslim 2807)
Ebu Hüreyre (ra) den Peygamber (sav) şöyle dedi: “Aziz
ve Celil olan Allah;‘Ben iyi kullarım için hiçbir gözün görmediği,
hiçbir kulun işitmediği ve hiçbir beşer kalbine gelmedik şeyler
hazırladım.’ buyurdu.”
Rabb’imiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Yaptıklarına karşılık onlar için saklanan müjdeyi kimse bilmez.” (Secde 17)
İmam Malik İbn-İ Enes, Zeyd İbn-i Estem’den,
o da Ata İbn-i Yesar’dan, o da Ebu Said Hudri (ra) den tahsis etti ki,
Efendimiz (Sav) şöyle demiştir: “Allah,
Cennet ahalisine; ‘Ey Cennet ahalisi’ diye buyurur. Onlar; Ey Rabbimiz
ferman buyur, emrini ifaya her zaman hazır ve kullukta daimiz. Hayır
senin iki elindedir’ derler. Allah; ‘Nasıl bu halinizden razı mısınız?’
buyurur. Kullar; ‘Ya Rab nasıl razı olmayalım? Sen bize mahlukatından
hiçbir kimseye vermediğin bunca nimetleri ihsan buyurdun’ derler. Allah;
‘Ben sizlere muhakkak bunlardan daha faziletli ve daha şerefli bir
nimet vereceğim’ buyurur. Kullar; ‘Ey Rabbimiz bu nimetlerden daha
faziletli ve daha kıymetli hangi nimet vardır ki?’ derler. Bunun üzerine
Allah; ‘Ben sizin üzerinize Rıdvan’ımı (Razı ve hoşnut olmamı)
indiriyorum ve artık bundan sonra sizlere ebediyen darılmayacağım’
buyurur.” (Müslim 2892)
İbn-i Abbas (ra) şöyle rivayet etti. Rasul (sav) buyurdu ki:
“Ey insanlar! Muhakkak sizler Allah’ın huzuruna yalın ayakla, çıplaklar ve sünnetsizler olarak toplanacaksınız.”
“Göğü, kitap dürer gibi dürdüğümüz zaman,
yaratmaya ilk başladığımız gibi - katımızdan verilmiş bir söz olarak -
onu tekrar var edeceğiz. Doğrusu biz yaparız.” (Enbiya 104)
“Haberiniz olsun ki kıyamet günü mahlukat içinde ilk olarak
elbise giydirilecek kimse İbrahim (as)’dır. Şu da; haberiniz olsun ki
ümmetimden bir takım insanlar getirilecek onlar yakalanıp sol tarafa
(Cehennem tarafına) götürülürler. Hemen ben, Ey Rabbim onlar benim
Sahabelerimdir, diye sesleneceğim de, bana, sen onların senden sonra
(dinde) neler icat ettiklerini bilmezsin, denilir. Ben de Allah’ın salih
kulu ve Peygamberi olan (Meryem oğlu İsa’nın) dediği gibi derim; "...
Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir gözcü idim. Fakat
vakta ki sen beni (içlerinden) aldın üstlerinde gözetici ancak Sen
kaldın ve Sen hakkıyla şahitsin. Eğer kendilerine azap edersen, şüphe
yok ki onlar Senin kullarındır. Eğer onları mağfiret edersen yine
şüphesiz ki mutlak galip ve yegane hüküm ve hikmet sahibi olan Sensin.”
(Maide 117-118) Rasul (sav), “Bunun
üzerine bana; ‘emin ol ki sen bunlardan ayrıldığından beri onlar
ökçelerine basarak, geri dönmüş, mürtetler olmakta devam etmişlerdir’
denilir.” (Müslim 2860)
Bu gün ümmet nasıl da topuklarının üzerine dönmüştür! Hiç
şüphesiz buna en büyük neden Hilafetin yıkılması ve Şer-i hükmün hayat
sahasından kaldırılması ile olmuştur. Ne yazık ki ümmet, İslam’ın
öngörmediği işleri yapmakta ve küfür nizamlarından kaynaklanan bir çok
şeylere itikat eder olmuşlardır. Bunlar; demokrasi, laiklik, kapitalist
ideolojiyi, komünizm, tasavvuf, körü körüne şahıslara bağlanma ve onları
hüküm koyucu konumuna yükseltme, mantık, felsefe, atalar dini,
fayda-zarar, kolay-zor, menfaatçilik, tedricilik, milliyetçilik,
vatancılık, heva ve nefsi hüküm koyucu edinme vs. dir. Bunlara daha
sonra detaylı olarak değineceğiz. İnşallah...
Cennet ve Cehennem hakkında Ebu Said’ten (ra) rivayetle Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Kıyamet günü Cennet ehli Cennete, Cehennem ehli Cehenneme ayrıldıktan
sonra, ölüm, aklı karalı alaca bir koyun suretinde getirilir. Cennet ile
Cehennem arasında durdurulur. Müteakiben, Ey Cennet ahalisi! ‘sizler
bunu tanıyor musunuz’ denilir. Cennetlikler hemen boyunlarını uzatıp
başlarını ona doğru kaldırırlar ve ona bakarlar. Ardından; ‘evet
tanıyoruz bu ölümdür’ derler. Sonra, Ey Cehennem ahalisi! ‘sizler bunu
tanıyor musunuz’ diye sorulur. Onlar da başlarını kaldırıp bakarlar ve
‘evet tanıyoruz bu ölümdür’ derler. Bunu takiben koyun suretindeki
ölümün Cennet ile Cehennem arasında kesilmesi emrolunur ve derhal
boğazlanır. Bundan sonra Ey Cennet halkı! ‘Cennette ebedi yaşayacaksınız
artık ölüm yoktur. Ve Cehennem halkı sizler de karargahınızda
ebedisiniz, artık ölüm yoktur’ denilir.”
Bundan sonra Efendimiz (sav) şu ayeti okudu:
“Ey Muhammed! Hâlâ gaflet içinde bulundukları ve hâlâ inanmayanları,
onları, işin bitmiş olacağı o haslet günü ile uyar. Şüphesiz biz bütün
yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara varis olacağız. Onlar bize
döneceklerdir.” (Meryem-39-40)
“Efendimiz bu ayeti okurken eliyle dünyaya işaret etmiştir.” (Müslim 2849)
“Cennetlikler Cehennemliklere ‘Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek
bulduk, Rabbinizin size de vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye
seslenirler. Evet, derler. Aralarında bir münadi, Allah’ın laneti Allah
yolundan alıkoyan, o yolun eğriliğini isteyen ve ahireti inkar eden
zalimleredir, diye seslenir.” (Araf 44-45)
“İki taraf arasında bir perde ve burçlar üzerinde her iki tarafı da
simalarından tanıyan adamlar vardır. Cennetliklere, Size selam olsun
derler. Bunlar henüz girmeyen fakat Cenneti uman kimselerdir.” (Araf 46)
“Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma! derler.” (Araf 47)
“ (Yine) A'râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara
seslenerek derler ki: "Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük
size hiçbir yarar sağlamadı.” (Araf 48)
“Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete
erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?" (ve cennet
ehline dönerek): "Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek
de değilsiniz" (derler).” (Araf 49)
“Cehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği
rızktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları
dinlerini alay ve eğlenceye alan, dünya hayatına aldanan inkarcılara
ikisini de haram kılmıştır, derler.” (Araf 50)
Buraya kadar aktardıklarımızdan da
anlaşılacağı gibi Ahiret günü hesap, haşru neşr’in gerçekten çok çetin
geçeceğidir. Rabb’imiz şöyle buyurmuştur:
“Bunlar, büyük bir günde tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? O gün
insanlar alemlerin Rabbinin huzurunda dururlar.” (Mutaffifin 4-6)
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminun 115)
“Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir
ödemede bulunamaz; hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul
olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.” (Bakara 48)
“O gün hiç kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün iş Allah’a kalmıştır.” (İnfitar 19)
“Ruh (Cebrail) ve melekler saf saf olup
durduğu gün, Rahmânın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar; konuşan
da doğruyu söyler.” (Nebe 38)
“Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına
bakacak ve inkârcı kişi: "Keşke toprak olsaydım!" diyecektir.” (Nebe 40)
“De ki: Bütün şefâat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı Onundur. Sonra Ona döndürüleceksiniz.” (Zümer 44)
“(Ey insanlar) Nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir 26)
“Ey insanlar! Allah'ın vaâdi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi
aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek (şeytan) sizi ayartmasın!”
(Fatır 5)
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve
herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır. Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da
onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan
kimselerdir. Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli,
kurtuluşa erişenlerdir.” (Haşr 18-20)
“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan
ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine
buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan pek haşin melekler
vardır.” (Tahrim 6)
Ey Ademoğlu! Öyle bir mahkemeden geçeceksin
ki orada torpil yok, aracı yok, rüşvet yok, Allah izin vermezse şefaatçi
yok, her yönden çepeçevre kuşatılmışsın, yaptığın her iş ve sözde, beş
ayrı şahit ile Yüceler Yücesi Allahu Teala’nın mahkemesine geleceksin.
Gel yol yakın iken, yaşarken, kendi kendini muhakeme et... Yol yakın
iken hidayete tabi ol, kalıcı olan nimetlere bağlan, talep et... Allah
(cc) katında hayırlı olan nimetlere bağlan. Allah’a ve Allah’tan gelen
iman ve yaşam esaslarına sımsıkı sarıl, akideni yeniden gözden geçir,
kontrol et, amellerinin ölçüsünü nereden alıyorsun ona bir bak, yanlışsa
o ölçüleri terk et, tövbe et. Böylece ahiret gününde yüzleri
ağaranlardan ol, yüzleri kararanlardan değil...
Şunu bil ki, Allah’ı asla kandıramazsın. Sözünde özünde dosdoğru ol...“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ilahi emrine Efendimiz (sav) sımsıkı sarılmıştı sende rehberini takip et, ona uy...
LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDURRASULULLAH
Bu emre göre yaşa ki, iki cihanda Allah’ın
rızasını kazanasın, hüsrana uğramayasın. Aksini yaparsan o mahkemede
“Eyvah!” dersin, pişman olursun ama o pişmanlık fayda vermez. Esasen
Allah’u Teala insanlığın ilk atasını yeryüzüne gönderirken şöyle
buyurmuştu:
“Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de
her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve
onlar üzüntü çekmezler. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince,
onlar cehennemliktir, onlar orada ebedî kalırlar.” (Bakara 38-39)
Allah ve Rasulüne iman edip salih amel
işleyenlerin, şer-i hükme tabi olanların yeri Cennet olacaktır. Bu
kişiler Allah’ın rızasına nail olmuşlardır. İnkar edenlerin yeri ise
Cehennemdir. Bunlarda Allah’ın gazabına uğrayacaklardır.
Burada ince bir noktayı da ayırmak gereklidir. Efendimiz (sav) bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor: “Hiçbir
kimse ameline güvenerek Cennete gireceğini sanmasın. Sahabe; ‘Ya
Rasulullah sen de mi?’ deyince, ‘Ben de’ buyurdu. ‘Şu kadar ki Allah
bana kendinden bir Rahmet ile yetişir.” (Müslim 74)
Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana,
İlâhınızın, sadece bir İlâh olduğu vahiy olunuyor. Artık her kim Rabbine
kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak
koşmasın.” (Kehf 110)
Bu ayette, yapılan bir işin Allah katında makbuliyeti için iki şart koşulmuştur.Birincisi; yaptığı ibadeti Şer-i hükme uygun ve işi yalnızca Allah için yapmalı.İkincisi; Allah
için yaptığı salih ameli Şer-i hükmün sınırları içinde yapmalı ve
yukarıdaki Hadis-i Şerifi de göz önüne alarak bu ibadetin Allah katında
kabulünü ummalıdır. Böylece ne ameline güvenip dengesini sarsmalı, ne de
amel etmekten geri durmalı. Yani korku ile ümit arasında olmalı ki
amellerinde devamlılık olsun, hesap gününü gözetsin, şer-i hükme uygun
amel işlesin, yaptığı ibadette hiç kimseyi O’na ortak etmesin. Bu
durumda o kişi dünya hayatında kulluğun kamil manada gerçekleşmesi için
çalışır. Bu düşünce onu kamil manada kulluğu yapmayı engelleyen
nedenleri araştırıp, bulup, bu noktada şerîatın ona ne yükümlülük
yüklediğine karar vermeye, varılan sonucu tahkik ettirmek için hareket
etmeye sürükler. Bu sonuç ise, dinin diğer dinler üzerine hakim olmasını
gerekli kılar. Aksi takdirde Allah’ın hükmü yerine getirilmiş olmaz.
Dinin diğer dinler üzerine hakim olmasının yolu ise Kur-an ve Sünnette
belirlenmiştir.
Şer-i hükmün belirlediği yol ise kitlesel, siyasi bir hizip ile
çalışmaktır. O hizbin, şeriata uygun bir metodu, hedefi ve o hizipte
kişileri birbirlerine bağlayan fikri rabıta ve İslam kardeşliği
olmalıdır. Bu hizip, toplumda var olan fikir ve fikrin tezahürü, sevgi
ve nefret, nizamların değişmesi, nefislerde ve toplumda olan şeylerin
değişmesi için var gücü ile çalışmalıdır.
Bilelim ki; ölüm bizim için bir kaledir ve her nefis ölümü
tadacaktır. Ancak iman eden mü’minlerin iman esaslarından biri; öldükten
sonra diriliş ve hesaba çekiliştir. Ahirette dünyada yaşadığımız müddet
içerisinde iman ve şeriata uyup uymadığımız hakkında hesaba
çekileceğiz. Muhakemenin sonu ceza veya mükafattır.
Mükafatı istiyorsak; ‘ya Hilafet ya Şahadet’ parolası ile
yürüyelim. Bilelim ki; sebep ve sonuç Allah'ın yanındadır, yardım da
Allah’ın yanındadır.
Eğer iman eder, dinin ve şeriatın hayata hakimiyeti için
hareket edersek Allah’ın (cc) yardımı ulaşacak ve vaadi mutlaka bir gün
gerçekleşecektir. Eğer bu uğurda şahadete ulaşırsak bu bizim için
kurtuluştur. Bu kurtuluş ise, kul hakkı hariç Allah’ın üzerimizdeki
kulluk hakkından kurtuluştur.
Haydi! Ey Müslüman!.. 100 yıldır yattığın uykundan uyan! 13
asır dünyaya nuru ve hidayeti götüren ümmetin çocukları gelin hayırda
yarışalım, iyiliği emredip kötülüğü nehyedelim. Allah ve Rasulünün bize
hayat verdiği şeye (Kur-an ve Sünnete) koşalım. Hilafeti en kısa zamanda
nasbedelim. Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Ali İmran 133)
“Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine
itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır;
orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve
Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı
kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (Nisa
13-14)
Bu ayetlerde dünya hayatının Ahiret ile bağlantısı ortaya konuyor.
c-) Dünya hayatının kıymeti: Daha
önce de değindiğimiz gibi, dünya hayatı başlangıcı ve sonu belli olan,
içerisinde insanların, hayvanların ve daha başka canlı cansız birçok
varlığın bulunduğu bir hayattır. Bu dünya hayatında var olan her yaratık
Alemlerin Rabbi olan Allah (cc) tarafından kendileri için tayin edilen
sınırlar çerçevesinde hareket etmekle sorumludurlar. Her birinin
belirlenmiş bir yaratılış gayesi ve amacı vardır. Bu konuya işareten
Alemlerin Rabbi olan Allah (cc) bize şöyle seslenmektedir:
"Size yeryüzünü boyun eğdiren O'dur. O halde yerin sırtlarında yürüyün. O'nun rızkından yiyin, nihayet dönüş O'nadır." (Mülk 15)
"Görmedin mi ki göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar
Allah'ı tesbih etmektedirler. Her biri kendi duasını tesbihini bilir.
Allah, onların yaptıklarını bilendir." (Nur 41)
Ayetlere baktığımızda, konu ile ilgili
olarak insanların ve cinlerin dışında kainatta bulunan tüm varlıkların
yaratılış amaçlarına uygun olarak hareket ettiklerini görürüz.
Hayvanlar, diğer canlı-cansız varlıklar, hem Allah'ı tesbih ederler hem
de Mülk suresi 15. ayette belirtildiği üzere insanların hizmetine hazır
halde bulunurlar. Kesinlikle bunun tersine hareket etmezler. Ancak
insanların kainatta var olan eşyalardan yararlanabilmeleri için Allah
(cc) tarafından her bir madde ve eşya ile ilgili özellikleri
keşfetmeleri ve buna uygun olarak hareket etmeleri gereklidir. İnsanlar
bu özellikleri keşfettikleri zaman bu eşyalar Sünnetullaha aykırı tavır
takınmazlar. Çünkü, onların yaratılış gayeleri içerisinde hem Allah'ın
kendilerine öğrettiği şekilde Onu tesbih etmek, hem de yaratılış
özellikleri çerçevesinde insanlara hizmet etmek yer almaktadır. Kainatta
var olan cansız varlıkların birtakım sorumluluk taşımakla karşı karşıya
kaldıklarının bir başka delili de Allah (cc)'ın şu sözüdür:
"Gerçekte biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara sundukta onlar bunu
yüklenmekten çekindiler ve korkup titrediler. Onu insan yüklendi.
Doğrusu insan pek zalim ve pek cahil oldu." (Ahzap 72)
Kainatta var olan mahluklar içerisinde
insanların ve cinlerin dışında kalanların yaratılış gayeleri ve
sorumlulukları ile ilgili durum budur. İnsanların ve cinlerin yaratılış
gayeleri ise ayette şöyle belirtilmektedir:
"İnsanları ve cinleri ancak bana kulluk etmeleri için yarattım." (Zariyat 56)
Ancak, cinler meselesi konumuzla alakalı
olmadığı için onlarla ilgili durumu burada ele almaya gerek duymuyoruz.
İnsan olmamız hasebiyle bizim asıl konumuz insan dairesi
çerçevesindedir. Dolayısıyla ciddi bir şekilde ele alınması ve hakkında
çözümler ortaya konulması gereken varlık da insandır. Zira cinlerin
nasıl bir varlık olduklarını ve detaylıca özelliklerini bilmediğimiz
için onlar hakkında birtakım değerlendirmelerde bulunmamız kesinlikle
doğru olmaz. İnsanların ve cinlerin dışında kalan diğer canlı ve cansız
varlıklarla ilgili çok kısa ve net olarak söylenebilecekleri ise
yukarıda belirtmiştik. Öyleyse dünya hayatının değeri ve hayat tasviri
konusunu insanla ilgili boyutuyla ele almak gerekmektedir.
Zariyat suresi 56. ayette de belirtildiği üzere insanların
yaratılış gayeleri; insanı, hayatı ve kainatı yaratmış olan Yüce
Yaratıcı'ya hakkıyla kullukta bulunmaktır. İnsanların bu kulluk
görevlerini layıkıyla yerine getirebilmeleri için ise yine, Alemlerin
Rabbi'nden gelen emir ve yasaklara kulak vermeleri mutlak surette
gereklidir. Ne yazıktır ki, Osmanlı Hilâfet Devleti'nin yıkılmasının
ardından İslâm'ın pratik olarak tüm insanların hayatından silinmesiyle
birlikte Müslümanlar pusulalarını şaşırdılar ve kendilerine kendi
dinlerinden olmayan kimseleri rehber edinmeye başladılar. Sahip
oldukları İslâmi düşünceleri yanlış, küfür fikirlerini ise doğru
fikirler olarak algılamaya başladılar. İslâm'ın kesin nassıyla bilinen
apaçık ve net hükümlerini bırakarak küfür fikirlerine uymaya başladılar.
Kendileri uyduğu gibi hükümleri de küfür düşüncelerine uydurmaya
çalışmaktadırlar. Delaleti ve sübûtu kati naslarla her türlüsünün haram
kılındığı faize cevaz verdiler. Hayata bakış açılarını ve hayat
tasvirlerini İslâm'ın istediği şeklin dışında (batı düşüncesi
çerçevesinde) demokratik normlara göre değerlendirdiler. Hayatlarında
yapacakları işlerin doğruluğunu veya yanlışlığını şer'i hükümlere göre
belirlemek yerine batı düşüncesinde olduğu gibi akla göre, fayda veya
zarar kavramlarına göre belirlemeye başladılar. Allah'ın kalplerine
yerleştirmiş olduğu imanın gücüne ve üstünlüğüne güvenmek yerine makama,
mevkie, zenginliğe güvenmeye ve değer vermeye başladılar.
Güçlü-kuvvetli olabilmek, bu türden unsurları elde etmek için uğraşırken
yaptıkları işlerin şer'i hükümlere uygunluğunu veya uygunsuzluğunu
kesinlikle hesaba katmadılar. Böyle bir şeye gereksinim duydukları zaman
ise; ya karşılaştıkları şer'i hükümleri akıllarına göre yorumlama, ya
da şer'i usûllere uygun olmayan çıkarımları kullanarak getirdikleri
delillerle ispatlama yoluna gittiler.
Rasulullah (sav)'in Medine'ye hicret etmesiyle başlayıp Osmanlı
Hilâfet Devleti'nin yıkılmasına kadar 13 asır boyunca yeryüzünde hakim
olan İslâm devletinin ve İslâm hükümlerinin, hayatın her alanından
uzaklaştırılmasının ardından Müslümanların karşı karşıya kaldıkları
sıkıntıların, problemlerin ve hatalı davranışlarının nedenlerini ve
çözüm yollarını ortaya koyma ayrı bir çalışmayı beraberinde getireceği
için biz burada konuyu daha fazla uzatmak istemiyoruz.
Dünya hayatının değeri ve hayat tasviri
Allah’ın (cc) Rasulü şöyle buyurmaktadır: "Ümmetler
ve milletler (din mensupları) birbirlerini sofraya davet ettikleri gibi
birbirlerini sizin üzerinize davet edecekler ve üzerinize üşüşecekler." Bu sözü duyanlardan birisi: -Bizim
azlığımızdan mı? -"Hayır! Aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat sizin
çokluğunuz tıpkı selin önüne katıp sürüklediği çer çöp gibi olacaktır.
Allah düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak
ve sizin kalbinize vehn bırakacak." Yine bu sözü duyanlardan birisi: -Ya Rasulallah! Vehn nedir? "Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi." dir.
Bu hadiste Rasulullah (sav), 14 asır önce yaptığı bir tasvirle
adeta günümüz Müslümanlarının durumunu ortaya koymaktadır. Hadisin
sonunda yer alan“Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi” ifadeleri
gerçekten bugün karşı karşıya kaldığımız sorunlardan birisidir.
Günümüzün Müslümanları olarak bizler dünya hayatına ne kadar değer
verip-vermememiz gerektiği hususunda şaşkın bir hale geldik. Müslümanlar
sahip oldukları inançlarından kaynaklanan düşüncelerden vazgeçip batı
fikirlerini benimsemekle dünya hayatına bakışları değişti.
Kafirler nezdinde dünya hayatı; Allah'a ve Resulüne inanmayan,
Allah'ın dinini tek din olarak kabul etmeyen kişilerin yaşamında,
nimetlerinden sınırsız bir şekilde, en üst düzeyde faydalanılması
gereken bir yer olarak algılanmaktadır. Çünkü, kafirlerin bir kısmı
ahiret hayatına kesinlikle inanmamakta ve ahiret inançları şeklî
olmaktan öteye geçmemektedir. Onlar için yaşanabilecek tek hayat bu
dünya hayatıdır. Onların ahiretteki nasipleri ise ancak cehennemdir.
Evet, gerçekten bu dünya hayatı kafirlere süslü gösterilmiş bir
hayattır. Onların bu hayata sahip çıkmaktan başka yapabilecekleri bir
şey yoktur. Çünkü onlar ahirette hüsran içerisinde olacaklardır.
Müslüman ise, kafirler veya müşrikler gibi değildir. Müslümanlar için
ahirette içinde ebedi kalmak üzere hazırlanmış cennet vardır.
Dolayısıyla Müslüman'ın dünya hayatına bakışı da kafirlerin bakışından
farklı olmalıdır. Müslüman'ın gözünde dünya hayatı, ne pahasına olursa
olsun her şeyiyle kaçırılmaması gereken bir hayat değil bir imtihan
dünyası olarak değerlendirilmelidir. Çünkü insanların tamamı bu dünyaya
imtihan için gelmişlerdir. Bu konuyla ilgili bir ayette şöyle
buyurulmaktadır:
"Hanginizin daha iyi iş (salih amel) işleyeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur." (Mülk 2)
Tüm insanlar, özellikle de Müslümanlar bu
dünya hayatında imtihan için bulunduklarının bilincinde olmalıdırlar ve
dünya hayatına da ona göre değer vermelidirler. Müslüman'ın gayesi her
ne olursa olsun dünyayı kazanmak değil ahireti kazanmak, Allah'ın
rızasını elde etmek olmalıdır. Dünya hayatı yalnızca ahireti kazanmak
için hazırlanmış bir tarla konumundadır.
Allah'ın kitabında kendilerinden övgü ile bahsettiği, razı
olduğunu bildirdiği Sahabelerin hayatlarına bir bakalım. Acaba onların
yaşadıkları dönemin "asrı saadet" olarak
isimlendirilmesinin nedeni sahip oldukları dünya zenginliklerinden mi
yoksa bundan çok daha değerli şeylere sahip olmalarından mı
kaynaklanıyordu?.. Aişe (r.anha)'den gelen bir rivayete göre şöyle
demektedir:"Üzerinden üç hilal geçerdi de Allah Resülu’nün
evlerinde ateş yanmazdı."Yani iki ay üst üste Rasulullah (sav)'in
evlerinde sıcak yemek pişmezdi. Sahabelerden bir çoğu yiyecek
bulamadıkları için günlerce aç gezerlerdi, günlerini oruçla
geçirirlerdi. Suheyb er-Rumi (ra) Mekke'den Medine'ye hicret ederken
yolunu kesip Mekke'de kaldığı süre içerisinde sahip olduğu mal varlığını
almak isteyen müşriklere, Medine'ye hicretine engel olmamaları
koşuluyla malının tamamını bırakmıştır. Medine'ye geldiğinde ise
Resülullah (sav): "Suheyb kazandı. Suheyb kazandı" diyerek
yaptığı işi tasvip etmiştir. Ebu Bekir (ra) Mekke'de iken sahip olduğu
40.000 ukiyelik mal varlığının 34.000 ukiyelik kısmını Allah için
harcamış, Müslüman köleleri alıp âzad etmiştir. Müslüman olmadan önce
yaptığı ticari seyahatlerin hepsini iptal ederek yalnızca Mekke
içerisinde ticaret yapmakla yetinmiştir. Tebük savaşına gidecek ordunun
hazırlanması için Resülullah (sav), Müslümanların tasaddukta
bulunmalarını istediğinde malının tamamını getirmesi üzerine Ömer (ra),
‘bu sefer de Ebu Bekir'i geçemedim’ diyerek
kendi kendine hayıflanmış ve Resülullah (sav)'a: Ya Resülullah Ebu
Bekir evinde çocuklarına hiçbir şey bırakmadı, dediğinde Ebu Bekir (ra)
şöyle cevap vermiştir:
- Getirdiklerimden daha hayırlısını bıraktım.
- Ne bıraktın?
- Allah ve Resülünü bıraktım.
Ömer (ra)'in Hilâfeti zamanında yapılan fetihler sonucunda
İslâm Devleti’ne bol miktarda ganimet gelmeye başlamıştı. Ömer (ra) bir
yandan önünde yığılı olarak durmakta olan altınlara bakıyor bir yandan
da hüngür hüngür ağlayarak şöyle diyordu: "Allah biliyor ya, bunu peygamberinden ve Ebu Bekir'den sakındırdı da bana verdi. Bununla hayır mı yoksa şer mi diledi?" Yani
Ömer (ra) önünde yığılı bir halde bulunan altınlara sevineceği yerde
bunun kendisi için bir imtihan olduğunu düşünerek, imtihanı kaybetmekten
korkuyordu. Gerçekten de Sahabeler (r.ahm) dünya hayatına gerektiğinden
fazla önem vermiyorlardı. Onların dünyaya bakışlarının temel esaslarını
Allah'ın şu ayetleri oluşturuyordu:
“İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu
yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.”
(Bakara 86)
“Kafir olanlar için dünya hayatı câzip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman
edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkardan sakınanlar
kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız lütufta
bulunur." (Bakara 212)
“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın
karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp
cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise
aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Ali imran 185
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî
olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl
erdiremiyor musunuz? ” (En'am 32)
“ (Ey Muhammed!) Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü
Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve
onların kafir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” (Tevbe 55)
“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya
hayatıyla şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir
faydadan başka bir şey değildir.” (Rad 26)
“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya
kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun
ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura 20)
“Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Allah'ın
yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman
edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir.” (Şura 36)
“Fakat siz (ey insanlar!) Ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” (Ala 16-17)
Evet, Sahabe-i kiramı ve dünya hayatına
bakışlarını bir kısmını yazdığımız bu ayetler şekillendiriyordu. Onların
gayeleri dünyayı, dünyanın geçici nimetlerini kazanmak değil Alemlerin
Rabbi olan Allah'ın rızasını kazanmaktı. Temel düşünceleri bu nokta
üzerinde yoğunlaşıyordu. Ahiret yurdunu kazanabilmek için sahip
oldukları dünya varlıklarının tamamını feda etmeye her zaman için hazır
kimselerdi. Çünkü onlar Resülullah (sav)'in şu sözlerini kendilerine
şiar edinmişlerdi:
Ebu Hureyre (ra)'den: “Resülullah
(sav) şöyle dedi: "Allah (cc) buyuruyor ki: Salih kullarım için
gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve herhangi bir insanın
hatırından dahi geçmeyen (nimetler) hazırladım. Dilerseniz şu ayeti
okuyunuz: [Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.] Cennette
bir atlının gölgesinde yüz yıl boyunca gideceği ancak yine de
aşamayacağı büyüklükte bir ağaç vardır. Dilerseniz şu ayeti okuyunuz: [Uzamış gölgeler] Sizin cennetteki bir kamçı kadar yeriniz, dünyadan ve dünyadakilerden daha hayırlıdır." Dilerseniz şu ayeti okuyunuz: [Kim
cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa
ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.]
(Tirmizi,K. Tefsiri'l Kur-an, 3214; [Secde 17, Vakıa 30, Ali imran
185])
"Allah'a and olsun ki ahirete göre dünyanın durumu; birinizin denize
parmağını daldırması gibidir. Baksın bakalım parmağı ona denizden ne
getiriyor.” (Ahmet b. Hanbel, Müs. Şamiyyin, 17326)
Aişe (r.anha)'den gelen bir rivayette
Resülullah (sav) şöyle buyurmaktadır:"Dünya; yurdu olmayanın yurdu, malı
olmayanın malıdır. Aklı olmayan kimse dünya için biriktirir." (Ahmet b.
Hanbel, Baki Müs. Ensar, 23283)
Ebu Musa el-Eşari'den Resülullah (sav) şöyle buyurdu:
“Kim dünyasını severse ahiretine zarar verir. Kim de ahiretini severse
dünyasına zarar verir. Baki kalanı (ahireti) yok olana tercih ediniz."
(Ahmet b. Hanbel, Müs. Kufiyyin, 18866)
“Kimin derdi dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder,
fakirliği alnına yazar. Dünyadan eline geçen miktar da kendisinde
yazılandan fazla olmaz. Kimin de niyeti (tek derdi) ahiret olursa, Allah
onun işlerini toplar ve zenginliği kalbine koyar, dünya nimetleri ona
koşarak (kendiliğinden) gelir.” (İbni Mace, K. Zühd,4095)
Sahabeler, Resülullah (sav)'in dünya
hayatına asla değer vermediğini, Allah'ın rızası uğrunda her türlü
sıkıntıya katlanmaya hazır olduğunu, dünyanın her türlü nimetlerini
elinin tersi ile ittiğini gösteren şu ifadelerini görüyorlar ve aynen
onun peşinden gidiyorlardı:
Mekke'de müşriklere karşı mücadelesini yürütürken, davasından
vazgeçmesini, putlarına, Mekke'nin liderlerine, yöneticilerine, sosyal
hayatlarına ve ticari ilişkilerine çatmamasına karşılık kendisini
başlarına lider yapacakları, Mekke'nin en güzel kızı ile
evlendirecekleri veya istediği kadar para verecekleri teklifini amcası
aracılığı ile gönderdiklerinde amcasına şöyle diyordu:
"Allah'a yemin olsun ki ey amcacığım. Bu işten vazgeçmem için onlar bir
elime ayı bir elime de güneşi verseler ben yine bu davadan vazgeçmem. Bu
baş bu vücuttan ayrılıncaya ya da bu din hakim oluncaya kadar
mücadelemi sürdüreceğim."
Amcası Ebu Talib'in ve eşi Hatice
(r.anha)'nin vefatından sonra davet amacıyla gittiği Taif'te ve
dönüşünde karşılaştığı kötü muamele karşısında ellerini kaldırarak şöyle
diyordu:
"Allah'ım! Gücümün azlığını, çaresizliğimi ve insanların bana
yaptıklarını, beni hakir görmelerini yalnızca sana şikayet ediyorum. Ey
merhametlilerin en merhametlisi. Sen güçsüzlerin, hor ve hakir
görülenlerin Rabb’isin. Benim de Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Kötü
sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi? Yoksa işlerimi eline bıraktığın
bir düşmana mı? Eğer bana karşı öfkeli değilsen ben bunların hiç
birisine aldırmam. Senin af ve merhametin bana bunları da göstermeyecek
kadar geniştir. Senin gazabına uğramaktan, ilahi rızandan uzak kalmaktan
sana, senin o karanlıkları aydınlatan dünya ve ahiret işlerini yoluna
koyan ilahi nuruna sığınırım. Allah'ım! Sen hoşnut oluncaya kadar affını
dilerim. Allah'ım kuvvet ve kudret ancak senin elindedir."
Rasulullah (sav), Taiflilerden gördüğü bunca
hakarete, dönüş yolunda taşa tutulmasına rağmen Allah'ı razı etmekten
başka hiçbir şeyi hedeflemiyordu. Mekke müşriklerinin kendisine teklif
ettikleri dünyalıklara hiçbir şekilde tenezzül etmiyordu. Allah (cc)'ın
rızasını kazandıracak olan Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılma
görevini yerine getirmekten başka hiçbir şeyi kendisine dert
edinmiyordu. Onun ne dünyada ne de dünya malında gözü yoktu. Ruhunu
Allah'a teslim etmesinden kısa bir süre önce söylediği şu ifadelerle,
dünyaya bakışını net olarak ortaya koyarak ashabına ve onlardan sonra
kıyamete kadar gelecek tüm İslâm ümmetine en güzel bir örnek olma
özelliğini koruyordu.
Abdullah b. Amr, Resülullah (sav)'in kölesi Ebu Müveyhibe'den
rivayet ediyor:“Bir gece yarısı Resülullah (sav) beni uyandırdı ve bana
şöyle dedi: "Ey Eba Müveyhibe! Ben, Baki kabristandakilere mağfirette
bulunmakla emrolundum, haydi birlikte gidelim.” Ben
de onunla birlikte yola çıktım. Oraya vardığımızda onların aralarında
durarak şöyle seslendi: “Allah'ın selamı üzerinize olsun ey kabir halkı
sizin şu andaki haliniz insanların içerisinde bulundukları halden daha
iyidir. Allah’ın sizi kurtardığı şeyleri (tehlikeleri) ah bir bilseniz.
Sonra gelen öncekinden daha kötü olan karanlık geceler gibi peş peşe
gelen fitneler olacaktır.” Sonra bana yöneldi ve şöyle dedi: “Ey Eba
Müveyhibe! Bana, dünya hazinelerinin anahtarları ve dünyada sonsuza
kadar kalmak ve cennet vadedildi. Bunlarla, Rabbime ve cennete kavuşma
tercihlerinden birisini seçmek arasında serbest bırakıldım.” Dedim ki:
-Anam, babam sana feda olsun. Keşke dünya hazinelerinin anahtarlarını,
içinde sonsuza kadar kalmayı sonra da cenneti tercih etseydin.
-“Allah’a yemin olsun ki hayır, ey Eba Müveyhibe. Ben Allah Azze ve
Celle’ye kavuşmayı ve cenneti seçtim.” Sonra Baki kabristanda
bulunanlara istiğfarda bulundu, oradan da evine gitti.” (Ahmet b.
Hanbel, Müs. Mekkiyyin, 15425)
Yeryüzünde yaratılmışların en şereflisi,
Allah nezdinde insanların en değerlisi, peygamberlerin sonuncusu, tüm
insanlara uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilen, rahmet Peygamberi Rasul
Muhammed (sav); dünyada sonsuza kadar kalma, dünya hazinelerinin
anahtarlarına sahip olma teklifini elinin tersi ile iterek, ebedi olanı,
bunlardan çok daha değerli olanı, Alemlerin Rabbine kavuşmayı tercih
etmiştir.
Kerim Resülun yolundan giden Sahabe de aynı şekilde dünyayı
değil ahireti kazanmayı kendilerine düstûr edinmişlerdir. Allah'ın
rızasını kazanmak, dinini dünyanın en ücra köşelerine taşımak için
cepheden cepheye koşmuşlardır. Dünyanın peşinden koşmamışlar dünyayı
peşlerinden koşturmuşlardır. Allah'a, Resülüne, dinine ve Müslümanlara
düşmanlık edenlerden korkmamışlar, aksine onların kalplerine korku
salmışlardır. Allah'ın dinini hakim kılmak için Cebelitarık Boğazını
geçerek İspanya kıyılarına varmasının ardından tüm gemileri yaktıran
Tarık b. Ziyad askerlerine şöyle sesleniyordu:
-İşte arkanızda koskoca ordu gibi bir derya, önünüzde de derya
gibi bir ordu bulunmaktadır. Ya Allah yolunda, önünüzdeki derya gibi
ordu ile karşılaşır öldürülüp şehadet şerbetini içer veya Allah
tarafından zafere eriştirilirsiniz ya da geri dönmeyi arzular
arkanızdaki derya ile boğuşursunuz. Tercih sizindir.
Bu konuşmanın ardından Tarık b. Ziyad komutasındaki İslâm
ordusu iki saat içerisinde Tulaytıla'nın sarayına girerek tüm hazineleri
ganimet olarak ele geçiriyor ve Tarık b. Ziyad ayağını Tulaytıla'nın
hazinelerine basarak şöyle diyordu:
Ey Tarık! Bir zamanlar para ile alınıp satılabilen bir köle idin, şu
anda ise Tulaytıla'nın hazineleri ayaklarının altında durmaktadır.
Evet, Tarık b. Ziyad İspanya'yı dünya malına
sahip olmak, batı dünyasında olduğu gibi sömürgecilik için feth
etmemişti. Tarık b. Ziyad ve onun dışındaki tüm İslâm komutanları,
sultanları ancak Allah'ın dinini dünyaya taşımak, hakim kılmak için
cihad etmişlerdir. Dünyanın peşinde koşmadan dünyayı kendi peşlerinden
koşturmuşlardır. Allah'ın rızasını taleb için çalışırlarken aynı zamanda
Allah (cc), dünyanın tüm nimetlerini onların ayakları altına sermiştir.
Halid b. Velid'ler, Tarık b. Ziyad'lar, Selahaddin Eyyubi'ler,
Halife Mutasım'lar, Fatihler, Yavuzlar ve daha nice kahraman ve cesur
İslâm komutanları Allah'tan başka hiç kimseden korkmadan, yalnızca
Allah'ın dinini tüm dünyaya hakim kılmayı ve Allah yolunda şehit olmayı
arzulayarak hareket etmişlerdir. Onların kalplerinde günümüzün
komutanlarında olduğu gibi dünya sevgisi değil, cennet özlemi vardı.
Onlar İslâm düşmanlarından değil İslâm düşmanları onlardan
korkuyorlardı. Ölümden kaçmıyorlar, koşarak, seve seve ölüme
gidiyorlardı. Çünkü onlar bu dünyayı değil cenneti istiyorlardı. Onların
hayata bakış açılarını; fayda-zarar, iyi kötü veya çıkarcılık değil,
Allah ve Resülü'nden gelen şer'i hükümler, helaller ve haramlar
şekillendiriyordu. Bunun için her şeye bakışları farklıydı. Başları
dimdik, tok sesli, cesur, uyanık, dünya sınırlarını aşarak ahireti ve
cenneti kuşatan bir ufka sahip ileri görüşlü kimselerdi.
Geçmişte olduğu gibi bugün de İslâm ümmeti içerisinden böylesi
komutanları çıkartmaya elbette ki muktedirdir. Ümmet, öncekilerdeki
üstün özelliklere sahip kişileri en yakın zamanda görmeyi
arzulamaktadır. Başlarında; Allah’a, Rasulü’ne, İslâm’a ve Müslümanlara
düşmanlık yapmayan, korkaklardan korkmayacak kahraman ve cesur
komutanları, yöneticileri görmek istemektedirler. Haçlıların egemenliği
altındaki Kudüs'ü fethetmeden rahat bir uyku uyuyamayan ve gülmeyen
Selahaddin Eyyubi'leri arzulamaktadırlar. Resülün hadisinde belirttiği
müjdeye nail olabilmek için gece gündüz İstanbul'u fethetme
hazırlıklarını sürdüren ve planlar yapan Fatihleri beklemektedirler.
Filistin'de, Suriye'de, Bosna'da, Azerbaycan'da, Özbekistan'da,
Türkiye'de ve Kosova' da ve daha birçok bölgede; Müslüman kızlarımızın,
annelerimizin ve kız kardeşlerimizin namuslarına, başörtülerine el
uzatanlara haddini bildirecek Halife Mutasım gibi komutanların
çıkmasının özlemini çekmektedirler. Allah (cc) şöyle buyurdu:
"Sizden öncekilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden
cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamberler ve onunla beraber
bulunan müminler: Allah'ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve
sıkıntıya uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı
şüphesiz yakındır." (Bakara 214)
Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, ayaklarımızı sabitleştir ve kafir topluluğa karşı bize yardım et.
Rabbimiz! Bizim üzerimize sabır boşalt, ebrar sahipleriyle, Müslümanlarla birlikte bizim canımızı al.
Rabbimiz! Bizi
doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, katından bize
rahmet bağışla. Şüphesiz ki Sen, sonsuz bağışta bulunansın.
Rabbimiz! Peygamberlerine vaad ettiklerini bize de ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Sen şüphesiz sözünden caymazsın.
Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et. Bizi muttakilerle beraber kıl.
Ey Allah'ım! Bizi,
senin yolunda şehitlikle rızıklandır. Bizi, senin yolunda şehitlikle
rızıklandır. Bizi, senin yolunda şehitlikle rızıklandır. Bize, nimetine
eriştirdiğin peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve salihlerle bir
arada bulunmayı nasip et.
Rabbimiz! Bize dünyada güzel olanı ver ahirette de güzel olanı ver. Bizi ateşin azabından koru.
Rabbimiz! Bizi ve çocuklarımızı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Dualarımızı kabul buyur