20 Kasım 2017

İSA ALEYHİSSELAM .....İKİ


İSA ALEYHİSSELAM .....İKİ

Hıristiyanlıkta büyük mezhepler:

Bugün her biri ayrı dînin ortaya çıkışı gibi görülen bu mezheplerin en mühimleri; Katolik, Ortodoks ve Protestan'dır. Bunlar, çok sayıda kollara ayrılmıştır.
Katolik mezhebi: Bu mezhebi temsil eden Katolik Roma kilisesinin zirvesinde papa bulunur. Papa, rûhânî bir devletin başkanıdır. Papadan sonra kardinaller, piskoposlar ve râhipler gelir. Bunlar rûhban sınıfını teşkil ederler. Râhiplerin özel görevleri arasında evlenmemek de vardır. Katolik inancında teslis (Baba-oğul-aziz rûh) esastır. Başlıca takdis âyinleri; vaftiz, tevbe, çile, evlenme, papazlığa tâyin ve ölülere yağ sürme gibi törenlerdir. Hıristiyanların, papazlara günâh çıkarttırma mecbûriyetleri vardır. Merkezi Vatikan olan katolik kilisesi, kendini, hıristiyanlığı dünyâya yayan tek evrensel kilise sayar. Katolik kilisesine Batı ve Latin kilisesi dendiği gibi, Petrus’un kilisesi de denir.
Ortodoks mezhebi: Bu mezhebi temsil eden kiliseye Ortodoks kilisesi dendiği gibi Şark, Yunan ve Roma kilisesi de denir. Merkezi İstanbul'dur. Ortodoks kilisesi, Katolik kilisesinden kesin olarak XI. asırda (M. 1054) de ayrılmıştır. Katolik kilisesine göre kutsal rûh, baba ile oğuldan çıkmıştır. Ortodoks kilisesine göre ise, kutsal rûh yalnız babadan çıkmıştır. Ortodoks kilisesi; Meryem'in bir erkekle münâsebette bulunmadan hâmile oluşu ve papanın yanılmazlığı gibi görüşleri reddeder. Papazlar genellikle evlenir. Halk, ekmek ve şarapla işâ-i Rabbânî (communion) âyini yapabilir.
Protestanlık: Bu mezhebi temsil eden kiliseye, İncîl Kilisesi adı verilir. Bu isim, bu kiliseye mensup olanların İncîl’den başka bir şeye inanmadıklarına işâret eder. Protestanlarca, herkes İncîl’i okuyup anlar.
Luther ismindeki Alman papazı da, 1517 senesinde Roma'daki papaya isyân edince, kiliselerin bir kısmı buna uydu. Bunlara da Protestan kiliseleri denildi. Luther'in başlattığı bu hareket; İngiltere'de Anglikanizm kilisesini, Fransa ve İsviçre'de de Kalvinizm'i ortaya çıkarmıştır.
Protestanlığın özellikleri şunlardır: Protestan kiliseler, papanın otoritesini reddederler. Tanrıya ulaşabilmek için hiç bir kilise adamının aracılığını kabûl etmezler, papazlar evlenirler. Günâh çıkartmak umûmiyetle kaldırılmıştır. En yüksek otorite, kitaptır. Protestanlık Almanya'da, kuzey Avrupa memleketlerinde ve Kuzey Amerika'da yayılmış bulunmaktadır.
Hıristiyanlık mezhepleri arasında târihte çok şiddetli mücâdeleler olmuştur. Meselâ Saint Bartelemy yortu günü olan 1572 yılı 14 Ağustos'unda, 9. Şarl ve Kraliçe Katerin'in emri ile Paris ve civarında 60.000 protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan kanları, müslümanların harp meydanlarında döktükleri hıristiyan kanlarından kat kat fazladır.

İncîl:

Allahü teâlânın, peygamberleri vâsıtasıyla insanlara gönderdiği mukaddes kitaplardandır. İncîl, Îsâ aleyhisselâma indirilmiştir. İncîl kelimesi Süryanîce olup, lügatte göz nûru demektir. Hazret-i Îsâ'ya vahyolunan, gönderilen İncîl, hiç şüphesiz Allah kelâmıdır. Fakat şimdi bu hakîkî İncîl mevcût değildir. Bugün hıristiyanların elinde bulunan ve Evangelium veya Bible adını verdikleri Mukaddes kitapta, eski hakîkî İncîl’den kalmış pek az parça vardır. Esas İncîl, İbranî dili ile idi. Bu kitap, sonraları Yunan ve Latin dillerine yanlış olarak çevrilmiş, zamanla içerisine birçok parçalar eklenmiş, sık sık değiştirilmiş ve nihâyet bugünkü bozulmuş ve karışık şeklini almıştır.
Kur'ân-ı kerîm; Îsâ aleyhisselâma vahyedilen İncîl’in, ilâhî bir kitap olduğunu ve diğer ilâhî kitaplarla beraber onun da aslına îmân etmenin lâzım olduğunu, haber vermektedir. Âl-i İmrânsûresi 84. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey Resûlüm) deki, biz Allah'a îmân ettik. Bize indirilene (Kur’ân-ı kerîme), İbrâhim'e, İsmâil'e, Ya’kûb'a ve oğullarına indirilenlere, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere, Rablerinden verilenlere de inandık...” buyrulmaktadır. Mâide sûresinin 68. ve Tevbe sûresinin 111. âyetlerinde de ilâhî kelâm olmaları ve aynı esasları telkin etmeleri yönünden İncîl, Kur'ân-ı kerîm ve Tevrât'la beraber zikredilmiştir. Ayrıca Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîminde, Hazret-i Îsâ’ya gönderdiği İncîl’ini, bir hidâyet (kurtuluş), bir nûr, bir rahmet ve fenâlıktan sakınanlar için bir nasîhat olarak vasıflandırmaktadır. Mâide sûresinin 46. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Arkalarından da (bu peygamberlerin) izlerince, Meryem oğlu Îsâ’yı kendinden önceki Tevrât'ın bir tasdikçisi olarak gönderdik ve ona, sakınanlara bir hidâyet olmak üzere de, içinde nûrla hidâyet bulunan ve önündeki Tevrât'ı tasdik eden İncîl’i verdik” buyrulmaktadır.
Yine Kur'ân-ı kerîmde Allahü teâlâ, İncîl’i Hazret-i Îsâ'ya vahyettiğini ve onu da peygamber olarak gönderdiğini çeşitli âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirdi:
“Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ'yı gönderdik. Ona İncîl’i verdik.” (Âl-i İmrân sûresi: 3)
(Îsâ, beşikte iken dile gelip) dedi ki; Ben, hakîkaten Allah'ın kuluyum! O, bana kitap (İncîl) verdi. Beni peygamber yaptı.” (Meryem sûresi: 30)
“Hani sana kitabı (yazı yazmayı), hikmeti, Tevrât'ı ve İncîl’i öğretmiştim.” (Mâide sûresi: 110)
Müslümanlar, diğer ilâhî kitaplarla beraber, hakîkî İncîl’in de Allah tarafından Hazret-i Îsâ'ya gönderilmiş hak bir kitap olduğuna inanırlar.

İncîl’in tahrif edilmesi (değiştirilmesi):

Îsâ aleyhisselâma gönderilen İncîl tek kitaptı. İbranî dilinde olan bu hakîkî İncîl, bugün mevcût değildir.
Bolüs (Paulos) adındaki bir yahudi, Hazret-i Îsâ’ya inandığını söyleyerek ve hıristiyanlığı yaymaya çalışıyor görünerek, gökten inen İncîl’i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, oniki havârîden işittiklerini yazarak, İncîl adında dört kitap meydana geldi ise de, Bolüs'ün yalanları, bunlara da karıştı. Böylece Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra yahudiler tarafından sinsice değiştirildi. Barnabas adındaki bir havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işittiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı.
Yahudi olan Bolüs'ün yaptığı tahrifatların yanında, İncîl’in bozulmasında başka sebepler de tesirli oldu. İncîl üzerinde yapılan ilmî tetkiklerden de anlaşılacağı gibi, İncîl, Yunanca'ya ve Latince'ye çevrilince, o zamana kadar yüzlerce tanrısı olan putperest Romalılar ve Yunanlılar, ilâh adedini -haşa- çoğaltmak istediler. Doğru İncîl’deki tek Allah inancının Yunanca tercümede üçe çıkarılmasına, Yunanlıların Eflatun felsefesine bağlı olmaları sebep olmuştur.
Bilindiği gibi, hıristiyanlık akîdesinin (inancının) esası olan mukaddes kitaplar, Ahd-i atîk ve Ahd-i cedîd ismiyle iki kısma ayrılır: Ahd-i atîk (Eski ahid) ismindeki kısmı, semâvî kitap olan Tevrât’dan alındığı bildirilen parçalar ile, bâzı Benî İsrâil peygamberlerine isnat edilen hikayelerden meydana gelmiştir. Ahd-i cedîd (Yeni ahid) ise, dört İncîl ile, bâzı havârîlerin ve Bolüs'ün etrâflarındaki yerlere gönderdiği iddia edilen bir kısım mektuplar gibi risalelerden ibârettir. Ahd-i atîk kitaplarının tahrif edildiği, hıristiyanlar tarafından da, tasdik edilmiştir.
“Îsâ'nın Hayatı”, “Hıristiyanlık Tâlimi”, “Îsâ'nın Yeni Hayatı” gibi, eserler neşretmiş olan Alman protestan târihçilerinden Strauss şöyle demektedir: “İsevîliğin ilk yayıldığı zamanlarda hıristiyanlar, yahudiler tarafından çeşitli zamanlarda değiştirilmiş olan Ahd-i atîk'i Yunanca'ya tercüme ettiler. Bu tercüme o zaman, Benî İsrâil'in ellerindeki İsrâiliyyat kitaplarına uymuyor diye, yahudiler buna karşı çıktılar. Hıristiyanlar yahudileri susturacak cevaplar bulmak için, Ahd-i atîk'in bu Yunanca tercümesine, yeniden ilaveler yaptılar.
Meselâ, Îsâ aleyhisselâmın babaları diyerek, bâzı isimler Zebur'a sokuldu. Îsâ aleyhisselâmın Cehennemlere girmesi kısmı, Ermiyâ kitabına yerleştirildi. Yahudiler bu tahrifleri görüp; “Bunlar bizim kitaplarımızda yoktur” diye feryâd ettikçe, papazlar; “Ey Allah'tan korkmaz hîlekârlar! Siz kütüb-i mukaddeseyi tahrif etmeğe cesâret ediyorsunuz" diye yahudilere saldırdılar. Daha sonra, hıristiyanlarla yahudiler arasındaki bu çekişme ilerledi. Hıristiyan papazlardan bir kısmı da şüphe ve tereddüde düştü. Böylece hıristiyanlar pek çok fırkalara bölündüler. Bu ihtilaflar, aralarında büyük harblerin yapılmasına sebep oldu.
Miladî 325 senesinde Bizans imparatoru Büyük Konstantin'in emri ile üçyüzondokuz papaz, İznik’te bir mecliste toplandılar. Her birinde pek çok şüpheler ve zıtlıklar bulunan İncîl nüshaları hakkında meşveret ve tahkik için işe başladılar. Bu mecliste, papazlar, Hazret-i Îsâ'nın ulûhiyyetini kabûl ettikleri gibi, İsrâiliyyat kitaplarından tercüme ettikleri kısımları da karıştırarak İncîlleri dörde indirdiler. Kabûl ettikleri bu nüshaların dışındaki diğer nüshaların şüpheli olduklarına karar verdiler.
364 senesinde Lodisiye isimli bir meclis daha toplandı. Bu meclis, Ahd-i atik kitaplarını kabûl ettikten sonra, İznik meclisinde reddedilen yedi adet İncîl kitabının da sıhhat ve doğruluğunu kabûl etti. Bunlar; “Kitab-ı Ester, Risâle-i Ya’kûb, Petrus'un ikinci risalesi, Yuhannâ'nın ikinci ve üçüncü risalesi, Yehuda risalesi, Paulos'un İbranîlere yazdığı risâle”dir. Bu kitapların ve mektupların doğruluğunu her yere îlân ettiler. Yuhannâ'nın müşâhedeler yâni vahiy kitabı 325 ve 364 senelerinde toplanan her iki mecliste de kabûl edilmeyip, şüpheli kaldı.
Bundan sonra 397 senesinde Kartaca'da, yüzyirmialtı kişiden müteşekkil bir meclis daha toplandı. Bu meclis, önceki iki meclisin şüpheli, uydurma gözü ile bakıp, reddettikleri kitaplardan, bir kaç tanesinin daha doğruluğunu kabûl etti. Bunlar “Kitab-ı Tûbiya, Kitab-ı Bârûh, Kitab-ı Kilisâî, Kitab-ül-Makâbiyyîn, Kitab-ı Muşahedât-ı Yuhannâ, yâni Vahiy kitabı”dır. Kartaca meclisinde bu kitapların kabûlünden sonra, şüpheli denilmiş olan kitaplar, bütün hıristiyanlarca makbûl oldu. Bu hal, binikiyüz sene kadar böylece kaldı. Protestanlığın ortaya çıkması ile Kitab-ı Tûbiya, Kitab-ı Bârûh, Kitab-ı Yehudiyyet, Kitab-ı Vezdüm, Kitab-ı Kilisâî, Kitab-ül Makâbiyyin-i evvel ve sâni hakkında büyük tereddütler meydana geldi. Protestanlar, daha önce hıristiyanların kabûl ettikleri bu kitapların doğru olmadığını ve reddedilmelerinin lâzım olduğunu söylediler. Kitab-ı Ester'in bâzı bâblarını red, bâzı bâblarını kabûl ettiler. Red ve inkarlarını ise çeşitli deliller ile ispat ettiler. Bunlardan birisi, bu kitapların aslının İbranî ve Keldanî lisânları ile olduğu ve şimdi bu lisânlarda mevcût böyle bir kitabın olmamasıdır.
Protestanlar, binikiyüz seneden beri, bütün hıristiyanların rûh-ül-kuds (kutsal rûh) ile ilham olunmuş zannettikleri ve verdikleri kararları, Hıristiyanlığın esası kabûl ettikleri Konsil yâni eski rûhban meclislerinin, yanlış ve bâtıl şeyler üzere icma ve irtifakta bulunduğunu kabûl ve îtirâf ettiler. Böyle olmakla beraber, yine o meclislerin akıl ve kabûlden çok uzak olan, bir çok kararlarını kendileri de kabûl ettiler. Böylece birbirine zıt esaslar üzerine kurulmuş ve misli görülmemiş bir yola girdiler.
Hıristiyanlar, gerek Ahd-i atik, gerekse Ahd-i cedîd kitaplarından îmân esaslarını tespit etmektedirler. Bu kitaplar, şüphe ve tereddütlerden uzak değildir. Hiç birisinin, aslının sahih bir senet ile zamanımıza kadar geldiği de doğrulanmamıştır. Yâni adil kimselerce Îsâ aleyhisselâmdan, zamanımıza kadar ulaştırılmış değildir. Bilindiği gibi, bir kitabın doğruluğunun ve semâvîliğinin yâni Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş olmasının kabûlü; “Şu kitap falan peygamber vâsıtası ile gelmiş, değiştirilmekten ve bozulmaktan uzak, muttasılan sağlam senet ile, adil kimseler tarafından rivâyet edilerek bize kadar ulaşmıştır” diye bildirilmesine bağlıdır. Akl-ı selim sâhibi olanlara, sağlam delillerle bu husûs ispat edilmedikçe, o kitap hakkında şüphe ve tereddütler yok olmaz. Çünkü, sâdece kendisine ilham geldiği zannedilen şahıslara isnat edilen bir kitap, o şahsın bizzat kendisinin tasnif etmiş olduğunu ispata kâfi değildir. Ayrıca bir veya bir kaç hıristiyan fırkasının taassup ve gayret ile, mücerret olarak doğruluğunu iddiaları da, bu kitapların sıhhatini ispata kâfi değildir. Hıristiyan papazların Kitab-ı Mukaddeslerinin sıhhatini geçmiş peygamberlerden veya havârîlerden birine isnattan başka ortaya koyacakları bir delilleri yoktur. Bu iddiaları, îtikâd (iman) esaslarını beyân eden ve doğruluğunda kalblerden şüpheleri giderecek, ikna edici delillerden değildir. Hiç bir akıl sâhibi, kendisini dünyâda rahata ve huzûra, âhırette de, azâbdan kurtaracak ve sonsuz saâdete kavuşturacak dîni, zayıf esaslar üzerine kurarak, emîn ve rahat olamaz. Halbuki, Ahd-i atîk'in içindeki kitapların birçoğunu ve Ahd-i cedîd kitaplarından, Hazret-i Îsâ ve Hazret-i Meryem'e âit olan ve o asırlardan bahseden yetmişi aşkın hattâ bâzıları bugün mevcût olan kitapları hıristiyanlar inkâr edip bunlar uydurulmuş yalanlardır, demektedirler.
Cîrum (Jerome) yazdığı bir makalesinde; Eski hıristiyan âlimlerinden bâzıları Markos İncîl’inin son bâbının ve bâzıları Luka İncîl’inin yirmiikinci bâbının bâzı âyetlerinde ve bâzıları yine Luka İncîl’inin ilk iki bâbının doğruluğunda şüpheye düştüler. Hıristiyanların Marsiyon (Marcion) fırkasının ellerinde bulunan İncîl nüshalarında bu iki bâb yoktur demektedir. Bugün hıristiyanlar dört İncîl’i kabûl etmektedirler:
1- Matta İncîl’i: Filistinli olan Matta, Îsâ aleyhisselâmı yalnız göğe çıktığı sene görmüş ve bundan sekiz sene sonra, birinci İncîl’i yazmıştır. Burada Hazret-i Îsâ'nın, Filistin'de doğumunda görülen şaşılacak şeyleri ve yahudi pâdişahı Herod'un, onu çocuk iken öldürmek isteyince, annesi Hazret-i Meryem'in oğlunu alıp, Mısır'a götürdüğünü yazmaktadır. Hazret-i Meryem, oğlu göğe çıktıktan altı sene sonra vefât etti. Kabri Kudüs'tedir.
Matta İncîl’inin 9. bâbının, 9. âyetinde şöyle yazılıdır: “Ve Îsâ oradan geçerken gümrük yerinde oturan ve Matta denilen bir adam görüp, ona, bana tâbi ol, ardımca gel deyince, o da kalkıp ona tâbi oldu, ardınca gitti.” Buradan anlaşılıyor ki, bu İncîl’i başka bir Matta yazmıştır. Şâyet bu cümleleri yazan Matta'nın kendisi ise, niçin kendisi olduğunu söylemeyip, bir başka Matta gibi söylemiştir. Eğer, bu İncîlli yazan Matta'nın kendisi olsa idi, hâdiseyi, “Ben gümrük yerinde oturur iken, Îsâ (aleyhisselâm) oradan geçiyordu. Beni gördü ve bana tâbi ol, ardımca gel dedi. Ben de, kalkıp ona tâbi oldum, ardınca gittim” şeklinde zikretmesi icâb ederdi.
Matta İncîl’inde, Îsâ aleyhisselâmın ağzından söylenilen her makale, o kadar, uzundur ki, bunların her birini, bir mecliste ve bir defâda söylemek mümkün değildir. Yine bu husûsta 10. bâbda havârîlere verdiği nasîhatler ve talimât 5, 6, ve 7. bâblarında devamlı söylediği sözler ve 23. bâbında Ferîsîlere hitâben yaptığı azarlamalar ve 8. bâbında devamlı getirdiği misâller, şüphesiz birer mecliste vâki olan şeyler değildir. Bunun delili de bu sözler ve getirdiği misâllerin, diğer İncîllerde değişik pek çok meclise taksim edilmesidir. Buradan anlaşılıyor ki, bu İncîl’in müellifi Îsâ aleyhisselâmın devamlı arkadaşı olan gümrükçü Matta değildir.
Matta İncîl’inde zikredilen, Îsâ aleyhisselâmın; körleri, baras ve cin çarpmış kimseleri iyi etmesi ve mûcize olarak fakirlere yemek yedirmesi hep ikişer mahalde beyân edilmiştir. Halbuki Markos ve Luka İncîllerinde bu vakalar yalnız bir mahalde zikredilmişlerdir. Bundan anlaşılıyor ki, Matta'ya nispet edilen İncîl’in müellifi, bu kitabı yazarken, iki mehaza müracaat edip, bir vakayı ikisinde de görmüştür. Ancak, yanlış anlama sebebi ile birbirinden farklı zannederek kitabına yazmıştır.
Matta İncîl’inin 10. bâbının 5. âyetinde, Hazret-i Îsâ'nın, resûllere yâni havârîlere, putperest milletlere (dine dâvet için) gitmemelerini ve Sâmirîlilerin şehirlerine girmemelerini tembih ettiği yazılıdır. Daha sonra ise, kendisinin putperest yüzbaşının hizmetçisine ve Kenânlı bir kadının kızına şifâ verdiği bildirilmektedir.
7. bâbın 6. âyetinde; “Mukaddes şeyleri köpeklere (putperestlere) vermeyin ve İncîllerinizi domuzların önüne atmayın” dediği hâlde. 28. bâbının 19. âyetinde ise; “Siz gidip bütün milletleri şakird edinin... Dininizi onlara öğretin” demektedir.
10. bâbının 5. âyetinde; “Milletler yoluna gitmeyin ve Sâmirîlerin şehirlerinden hiç birine girmeyin” diye emredildiği hâlde, 24. bâbın 14. âyetinde ise; “İncîl, bütün milletlere vâz edilecektir ve sonu kurtuluş olacaktır” demektedir. Bu ve yukarıdaki âyetler, birbirine tamâmen zıttır.
Bunlar ve bunlar gibi sayısız ihtilaf ve tenakuzlar bu İncîl’de tekrarlanmıştır. Bu ilaveler, Matta İncîl’inde tahrif yapıldığını hiç şüphe bırakmayacak şekilde ispat etmektedir. Bâzı mühim hâdiseler diğer İncîllerde mevcût olduğu hâlde, Matta İncîl’inde yoktur. Meselâ, Îsâ aleyhisselâm tarafından yetmiş şakirdin seçilmesi, Mele-i havârîyyûnda urûcu, bayram yapmak için iki kere Yerûşâlim'e (Kudüs'e) gelmesi ve Luazer'in mezârdan kalkması kısımları bu İncîl’de yoktur. Bunun için Matta İncîl’inin havârîlerden Matta'ya isnadı yâni Matta'dan rivâyet edildiği şüphelidir.
Hıristiyan papazların eskileri ve sonra gelenleri ittifâk ile bildiriyorlar ki, Matta İncîl’i İbranîce idi. Hıristiyan fırkaları, birbirlerinden ayrılmaları sebebi ile, sonradan bu asıl nüshayı kaybettiler. Bugün mevcût olan Matta İncîl’i, İbranîce asıl nüshanın tercümesidir. Bu tercümeyi yapanın kim olduğu da belli değildir. Zamanımıza kadar müterciminin kim olduğunun bilinmediğini, hıristiyan papazların ileri gelenlerinden olan Cîrum da îtirâf etmektedir.
Markos İncîl’i: Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra İsevî olmuş, tercümânı olduğu Petrus adındaki havârîden işittiklerini İncîl ismi ile yazmıştır. Markos'un havârîlerden olmadığında, bütün târihçiler ittifâk hâlindedir. Sâdece havârîlerden Petrus'un tercümânıdır.
Paypas diyor ki: “Markos, Petrus'un tercümânı idi. Markos, Îsâ aleyhisselâmın sözlerini ve fiillerini mümkün mertebe, doğrudur diyerek ezberden yazdı. Fakat intizamlı, düzgün bir şekilde yazmadı. Çünkü kendisi ne hazret-i Îsâ'dan işitti, ne de onun yanında bulundu. Dediğim gibi, Markos yalnız Petrus'un arkadaşlarından idi. Petrus ile konuştuğu şeyleri ve Îsâ aleyhisselâmın sözlerini içerisine alan bir kitap olsun diye tertipli ve düzgün söylemeyip, icâb ettiği vakit ve meclise göre söyledi. Bunun için, eğer Markos kitabında bâzı husûsları üstâdı Petrus'tan öğrenmiş gibi yazarsa, onu ayıblamamalıdır. Çünkü Markos işittiği şeyleri unutmayarak, değiştirmeyerek yazmaya lüzum görmemişti.”
Markos İncîl’ine eski hıristiyan âlimler, çok fazla şerhler yazdılar. Bunlardan İren diyor ki: “Markos, ezberlediği şeyleri Petrus ve Paulos'un vefâtlarından sonra yazdı.” İskenderiyyeli Kalman diyor ki: “Petrus daha Roma'da vâz verirken, Petrus'un talebeleri, Markos'a ricâ ettiler. O da, İncîl’ini yazdı. Petrus kitabın yazıldığını işitti. Fakat yazıp-yazmaması için bir şey demedi.”
Târihçi Ousb diyor ki: “Petrus bu hâli işitince, talebelerinin bu gayretine memnun oldu. Kiliselerde onun okunmasını tembih etti.” Halbuki Markos'un İncîl’i, Petrus'un risalelerinden (mektuplarından) ziyâde, Matta'nın İncîl’inin taklididir yâni ona benzetilmiştir. Buna göre, Paypas'ın Markos yazdı dediği kitap, elde bulunan ikinci İncîl’den başkadır.
Markos İncîl’inin 6. bâbının 17. âyetinde; “Fakat, Hirodes kardeşi Filupus'un zevcesi Hirodia ile evlenmişti. Bunun için Yahyâ'yı tutturup zindana hapsetti. Çünkü Yahyâ, Hirodes'e, kardeş hanımı ile evlenmek câiz değildir, derdi demektedir. Bu tamâmen yanlıştır. Çünkü Yosibis târihinde, 18. kitabın 5. bâbında, Hirodia'nın zevcinin ismi Filupus olmayıp, Hirius olduğu açıkça bildirilmektedir. Bu hatâ, Matta İncîl’inde de vardır. Hattâ 1821-1844 senelerinde basılan Arabca tercümenin mütercimleri, bu âyeti tahrif ederek, Matta ve Luka'nın ibarelerinde olan Filupus kelimesini düşürmüşler ise de, diğer senelerdeki tercüme nüshalarında mevcûttur. Nortin (Norton) 1253 (m. 1837) senesinde Boston'da basılan kitabının 70. sahifesinde Markos İncîl’i hakkında şöyle diyor: “Bu İncîl’de tahkîke muhtâç ibareler vardır ki, bunlar 16. bâbının 9. âyetinden sonuna kadar olan âyetlerdir.” Metinde bir şek ve şüphe alâmeti göstermeyip, şerhinde bu âyetlerin İncîl’e sonradan sokulduğunu söyleyen ve bunun delillerini sıralayan Nortin, hayretini bildirerek, şöyle demektedir: “Kitapları istinsah eden kâtiplerin âdetlerini incelediğimiz zaman, onların metinlerdeki ibareleri anlayıp yazmaktan ziyâde, metinlere kendi fikirlerini sokmaya çalıştıklarını görürüz. Bu husûs bilinince, İncîl’deki ibarelerin niçin şüpheli olduğu anlaşılmış olur.”
Luka İncîl’i: Antakyalı olan Luka, Îsâ aleyhisselâmı görmemiş, Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra münâfık olan Bolüs tarafından güyâ hıristiyanlık dînine alınmış ve onun (bozuk) fikirleriyle aşılanarak, Allahü teâlânın kitabını büsbütün değiştiren bir İncîl yazmıştır.
Luka'nın, havârîlerden olmadığı muhakkaktır. Luka İncîl’inin başında diyor ki: “Ey fazîletli Teofilos! Kelâmın vekilleri, hizmetçileri olup, gözleri ile görmüş olanların bize naklettiklerine göre, aramızda vâki olan şeylerin hikayesini tertip ve tahrîr etmeğe bir çok kimseler giriştiğinde, ben de tâ başından beri olanların hepsini dikkat ile araştırıp, tahkik ederek, olduğu gibi, sırası ile sana yazmağı uygun gördün.” (Luka: bâb 1, âyet 1-4)
Bu ibareden bir kaç mânâ anlaşılıyor:
Birincisi: Kendi zamanında daha bir çok kimseler İncîl yazdıkları sırada, Luka da bu İncîl’i yazmıştır.
İkincisi: Havârîlerin kendi elleri ile yazdıkları hiç bir İncîl bulunmadığını, Luka işâret etmektedir. Zirâ; “Kelâmın vekilleri ve gözleri ile görmüş olanların bize naklettiklerine göre” cümlesi ile, İncîl yazanları gözleri ile görenlerden tefrik etmiş, ayırmıştır.
Üçüncüsü: Kendisi için havârîlerden birinin şakirdi, talebesiyim demez. Çünkü o asırda havârîlerden birine isnat edilen pek çok telifler, yazılar, risaleler bulunduğundan, öyle bir senedin yâni havârîlerden birinin talebesi olduğunu bildirmesinin, kendi kitabı için, başkalarının itimadına sebep teşkil edeceğini ümîd etmemiştir. Belki her husûsu kendisi araştırarak, esasından öğrendiğini, daha kuvvetli bir delil olarak göstermiştir.
Dikkat edilecek bir husûs da şudur: Bugün ellerde mevcût olan İncîllerin her yeni baskısında, îtirâz edilen ibareleri münâsip bir kelime ile değiştirerek tahrif etmek, protestan papazların âdetleri olduğu gibi, Maârif nezaretinin 1301 târihli ve 572 numaralı rûhsatı ile İngiliz ve Amerikan Bible şirketlerinin, 1303 (m. 1886) senesinde İstanbul'da bastırdıkları Türkçe İncîl nüshasında dahî bu ibareyi başka şekle sokmuşlardır. “Bütün husûsları en ince noktalarına kadar bildiğim üzere” ibaresi yerine; “Benim de başından beri bütün husûslara dâir tam bir vukufum, bilgim bulunduğundan” ibaresi konularak, mânâyı maksatlarına göre değiştirmişlerdir. Fakat, Fransızca nüshalarda ve Almanya'da basılan nüshalarda bu ibare, yukarıdaki gibidir.
Luka'nın 2. bâbının başında; “O günlerde bütün dünyânın tahrîr-i nüfûsu yapılsın diye Kayser Augustus tarafından fermân çıktı. Kirinius, Suriye valisi iken, yapılan ilk tahrir bu idi” diye bildirilen 1 ve 2. âyetleri de yanlıştır. Zirâ Romalılar, bütün dünyâya hiç bir zaman hâkim olamamışlardır ki, bütün dünyânın tahrîr-i nüfûsuna fermân çıksın. Hattâ protestan papazları, âdetleri üzere bu soruyu geçiştirmek için, 1886 senesinde İstanbul'da bastırdıkları Ahd-i cedîd nüshasında bu ibareyi tahrif edip; “O günlerde Kayser olan Augustus tarafından bütün dünyânın deftere kaydedilmesi bâbında fermân çıktı” şeklinde yazdılar. Fakat, 1243 (m. 1827) senesinde İngiltere cemiyetinin Paris’te bastırdığı Türkçe nüshada, bu ibare; “Ve o günlerde vâki oldu ki, Kayser Augustus tarafından bütün dünyâyı tahrir etmeğe fermân çıktı. Yûsuf dahî tahrir olunmak için hâmile olan nişânlısı Meryem ile Beyt-i Lahm denilen Dâvûd'un şehrine çıktı” şeklinde yazılıdır. Bundan sonra yazılan tahrir maddesi incelenmeğe başlayınca; ne Luka'ya muasır olan eski Yunan târihçilerinden bir kimse, ne de Luka'dan biraz önce geçen târihçiler bu tahrîr-i nüfusa dâir bir söz söylememişlerdir. Kirinius ise Îsâ aleyhisselâmın doğumundan onbeş sene sonra Suriye'ye vali olduğundan, tahrîr-i nüfûs işi şüpheli vukû bulmuş ise de, Kirinius zamanında olamıyacağı açıkça ortadadır.
Yuhannâ İncîl’i: Yuhannâ, Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu olup, Hazret-i Îsâ'yı bir kaç kere görmüştür.
Yuhannâ'ya nispet edilen dördüncü İncîl’in ortaya çıkmasına kadar; Îsâ aleyhisselâmın dîni, esasen Mûsâ aleyhisselâmın şeriatinden ayrılmayıp, tevhid esasına dayanıyordu. Çünkü, üç uknum yâni teslisten ilk defâ bahseden, Îsâ aleyhisselâma inananlar arasına teslis (üç ilâha inanmak) akidesini (inancını) sokup, onları Îsâ aleyhisselâmın dîninden ayıran Yuhannâ İncîl’idir. Bu sebep ile, Yuhannâ İncîl’inin aslının doğruluğu üzerinde araştırma, inceleme yapmak gâyet mühimdir.
Bu kitap, Zeydî oğlu Yuhannâ'ya âit değildir. İkinci asırdan sonra, aslı meçhul bir şahıs tarafından kaleme alınmıştır. Bu husûsu, asrımız târihçilerinden Avrupalı müsteşrikler çeşitli delillerle ispat etmişlerdir.
Birinci delil; Yuhannâ İncîl’inin başında; “Kelâm başlangıçta var idi ve kelâm Allahü teâlânın nezdinde, indinde idi ve kelâm Allah idi” sözleri yazılıdır. Bu sözler, ilm-i kelâmın ince mes’elelerinden olup, diğer İncîllerin hiç birinde yoktur. Eğer bu sözler Îsâ aleyhisselâmdan işitilmiş olsaydı, diğer İncîllerde de bulunurdu. Bundan anlaşılıyor ki, bunu yazan, havârîlerden Yuhannâ olmayıp, Roma ve İskenderiyye mekteplerinde Eflatûn'un üç uknum felsefesini okumuş bir kimsedir.
İkinci delil: Yuhannâ İncîl’inin 8. bâbında, 1. âyetten 11. âyete kadar olan, zina eden kadın hakkındaki yazılarını, bütün hıristiyan kiliseleri kabûl etmeyip, reddetmekte ve bu yazılar İncîl’den değildir demektedirler. Bundan anlaşılıyor ki, bunu yazan, eline geçirdiği bir çok İncîllerden toplayıp, gözüne ilişen bir çok şeyleri de ayrıca kitabına koymuş veya kendinden sonra bir başkası bu kısımları ilave etmiştir. Halbuki birinci hâle göre, müellif doğruyu ve yanlışı birbirinden ayıramayarak bir mecmua yazmış olacağından, yazdığı bu mecmuada kabûle şayan olmayan şeyler olması mümkündür. İkinci hâle göre, bu İncîl’in tahrif edilmiş olduğunu îtirâf etmek lâzım gelir. İki hâle göre de, aslı şüpheli ve inanılmağa lâyık değildir.
Üçüncü delil: Diğer İncîllerde getirilen bâzı misâllerin ve ahvâlin ve mûcizelerin, bu İncîl’de bulunmayıp, diğerlerinde bulunmayan bir çok şeylerin de bu İncîl’de bulunmasıdır. Luazer'in diriltilmesi, suların şaraba çevrilmesi ve çarmıhta iken sevdiği şakirdi ile annesini birbirilerine emânet etmesi gibi şeyler, sâdece Yuhannâ İncîl’inde bulunup, diğer İncîllerde yoktur.
Dördüncü delil: Eski hıristiyanlardan ne Paypas, ne de Justen bu İncîl’i gördüklerine dâir herhangi bir şey bahsetmemişlerdir. Hususen Justen de, Yuhannâ İncîl’ini yazanın Yuhannâ olmadığını tasdik ettiği hâlde, bu İncîl hakkında bir şey söylemez.
Beşinci delil: Diğer üç İncîl’de toplanan ve anlatılan haberlerin anlatılış tarzı ile, Yuhannâ İncîl’inin anlatış tarzı, tamâmen birbirlerine zıttır. Meselâ, diğer üç İncîl’de Îsâ aleyhisselâm halkın terbiyesini isteyen bir muallim gibi, Ferisîlerin riyâkar hâllerine îtirâz eder. Kalbin tasfiyesini yâni temizlenmesini Allahü teâlâya yaklaşmayı, insanları sevmeyi, güzel ahlâkı emreder ve Mûsâ aleyhisselâmın şeriatine zıd olan temayüllerden nehyeder. Halka öğrettiği şeyleri ve nasîhatleri gâyet açık ve tabiî ve herkesin anlayabileceği şekildedir. Bu üç İncîl, her ne kadar bâzı haberlerde birbirine zıt ve muhalif iseler de, müttefik oldukları husûslarda, hepsinin bir kaynaktan çıktığı anlaşılmaktadır. Fakat, Yuhannâ İncîl’i böyle olmayıp, gerek ifâde şekli, gerekse Îsâ aleyhisselâmın ahlâk ve davranışları husûsunda, bambaşka bir yol tâkip eder. Bu İncîl’de hazret-i Îsâ; Yunan felsefesini bilen, gâyet ince, güzel konuşan bir kimse olarak gösterildiği hâlde, onun sözleri, Allah korkusu ve güzel ahlâklı olmak gibi husûslarda olmayıp, kendi şahsının yüksekliğinden bahsetmektedir. Bunu da, insanlar arasında bilinen şekli yâni Mesîh'in konuşma tarzı olan kelime ve tabirlerle söylemez. İskenderiyye mekteplerinde kullanılan kelime ve cümlelerle anlatır. Bu sözleri diğer üç İncîl’de gâyet açık ve sade olduğu hâlde bu İncîl’de kapalıdır. Mühim ve çok defâ iki mânâya gelen ve husûsi bir şekilde düzülmüş, muntazam tekrarlar ile doludur. Yuhannâ'da kullanılan üslûp, kalpleri kendisine çekecek yerde, red ve nefret uyandırır. Eğer bu İncîl, şimdiye kadar bir yerde gizlenmiş ve bugün ansızın ortaya çıkmış olsa idi, bunun havârîlerden birinin telifi olduğuna kimse inanmazdı. Fakat, asırlardan beri işitilmiş olduğundan, bu gariplikleri hıristiyanlar göremezler. Bu İncîl’de görülen hatâlar, diğer İncîllerde görülenlerden daha çoktur.
Yuhannâ'ya nispet edilen bu İncîl’de sağlam bir rivâyet senedi yoktur. Markos İncîl’i gibi, tahkike muhtâç, müphem, hattâ birbirine zıd ibareleri vardır. Meselâ:
Birincisi: Bu İncîl’de, Yuhannâ'nın, gördüğü şeyleri yazmış olduğuna dâir açık bir delil yoktur. Bir şeyin aksi ispat edilmedikçe eski hâlinin doğruluğuna hükmedilir.
İkincisi: Yuhannâ'nın 21. bâbın 24. âyetinde; “İşte bu cümleleri (yani Yuhannâ İncîl’ini) yazan ve doğruluğuna şehâdet eden şakird budur (yani Yunannâ'dır). Biz onun şehâdetinin doğru olduğunu biliriz” denilmektedir. Görülüyor ki, bu sözü Yuhannâ hakkında, Yuhannâ İncîl’ini yazan kâtib söylemiştir. Burada Yuhannâ'ya gaip zamiri olan “O” ile işâret edilmiş, asıl kitabı yazan (uyduran) kâtib kendisini, mütekellîm (yazan kimsenin kendisi) sîgası ile, “Biz” diye yazmıştır. Bundan anlaşıldığı gibi, Yuhannâ İncîl’ini yazan Yuhannâ'nın kendisi olmayıp, bir başkasıdır. Kendisi, Yuhannâ'nın şehâdetinin doğru olduğunda malûmatı bulunduğunu iddia etmiştir. Bunlardan anlaşılan; bu İncîl’i yazan adam, Yuhannâ'nın bâzı mektuplarını ele geçirip, bâzı ibareleri çıkarmış, bir kısım şeyler de ilave ederek, bu kitabı yazmıştır.
Üçüncüsü: Miladî ikinci asırda Yuhannâ İncîl’i üzerine ihtilaflar ve inkârlar meydana çıktığı zaman, Yuhannâ'nın talebelerinden Polycarpe'nin (Poltarp) talebesi İriyüs (İyryanûs) hayatta idi. Şâyet bu İncîl hakîkaten Yuhannâ'nın ve doğru ise, ihtilaflar çıktığında niçin inkârcılara cevap vermemiş, nakil ve rivâyet ettiği İncîl’in, doğru olduğunun delillerini ortaya koymamıştır. Eğer rivâyeti doğru olsaydı, harâretle bunu beyân eder; “Benim rivâyetim doğrudur” derdi.
Eğer bu husûsun doğruluğu Polycarpe ile talebesi İriyüs arasında geçmemiştir denilirse, bu söz hakîkatten çok uzaktır. İriyüs pek çok lüzumsuz mes’eleleri durmadan üstâdından sorarak öğrenirken; “Bu İncîl, Yuhannâ'nın mıdır?” suâlini sormaması ve bunu öğrenmemesi mümkün müdür? Eğer unuttu denilirse, bu daha uzak bir ihtimâldir. Zirâ İriyüs'ün üstâdının yolunu, âdetlerini çok iyi bildiği ve duyduğu şeyleri lâyıkıyla hıfz ettiği bilinmektedir.
Yosibis (Eusebe), 1263 (m. 1847) senesinde neşredilen târihinde, 5. cilt, 20. bâbı, 219. sahifesinde, İriyüs'ün, Yuhannâ İncîl’inin rivâyet edildiği lisânlar hakkında olan sözünü, şöyle nakletmiştir: “Ben Allahü teâlânın fadlı ile şu sözleri işittim ve bunları ezberledim. Üzerine herhangi bir şey yazmadım. Eskiden beri âdetim budur. Böylece ezberlediğim şeyleri dâimâ tilâvet eder, okurum.” Buradan anlaşılıyor ki, 2. asırda dahi, İncîl’i inkâr edenler olmuş ve onlara karşı cevap verilerek, doğruluğu ispat edilememiştir. Hıristiyan din adamlarından Selsus (Celsus), miladın 2. asrında; “Hıristiyanlar, İncîllerini üç-dört defâ, belki daha fazla, mânâsını değiştirecek şekilde, tebdîl ve tahrif ettiler” diye feryâd etmiştir. “Mâni Kiz” fırkasının ileri gelen âlimlerinden Fastus da miladî 4. asırda; “İncîller üzerinde tahrif yapılmıştır. Bu doğrudur. Ahd-i cedîd'i ne Îsâ aleyhisselâm, ne de havârîleri telif etmemiştir. Bilakis hâli meçhul kimseler telif etmiştir. İnsanların îtibârını kazanmak için de, havârîlere ve onların arkadaşlarına nispet etmişlerdir. Bir çok yanlışlıklar ve tanâkuzlar bulunan kitaplar telif ederek hıristiyanları incitmişlerdir” demektedir.
Dördüncüsü: Katolik Herald, 1844 senesinde neşredilen kitabının 7. cilt, 250. sahifesinde, Estadlen isimli müellifden rivâyet ile, bu Yuhannâ İncîl’ini İskenderiyye mektebi talebelerinden birisinin yazmış olduğundan, hiç şüphesi olmadığını bildirmiştir.
Beşincisi: Bretşnayder, Yuhannâ İncîl’inin tamamı ve Yuhannâ'nın mektuplarının hepsinin Yuhannâ'ya âit olmayıp, ikinci asırda meçhul bir şahıs tarafından yazılmış olabileceğini bildirmiştir. İncîl’i tenkit eden kitap yazmıştır.
Altıncısı: Kirdinius; “Yuhannâ İncîl’i 20 bâb idi. Sonradan Efsûs (Efes) kilisesi 21. bâbı ilave etmiştir” demiştir.
Yedincisi: Bu Yuhannâ İncîl’ini ve Yuhannâ'nın bütün yazdıklarını miladın ikinci asrında Vecîn (Alogiens) fırkasında olanlar inkâr ettiler.
Sekizincisi: Yuhannâ İncîl’inin, sekizinci bâbının başında olan 11 âyetini, bütün hıristiyan ilim adamları reddetmiştir. Japonca tercümesinde de yoktur.
Dokuzuncusu: Dört İncîl, telif edilirken, senetsiz pek çok bâtıl rivâyetler, içerisine karıştırılmıştır. Bu rivâyetlerle dahi, eldeki dört İncîl’in sıhhatine, doğruluğuna dâir getirebilecekleri bir senetleri yoktur. Thomas Hartwell 1237 (m. 1822) senesinde, neşrettiği kitabının 4. cilt, 2. bâbında şöyle diyor: “İncîllerin telif zamanları hakkında bizlere ulaşan nakil ve haberler, tamâmen noksan ve netîcesizdir. İncîllerin sıhhati husûsunda bizlere hiç bir yardımları yoktur. Hıristiyanların ilk din adamlarının ileri gelenleri, bâtıl rivâyetleri tasdik ve kabûl ederek, durmadan yazdılar. Daha sonra gelenler de, onlara hürmeten, yazdıklarını, nasıl olursa olsun, hiç düşünmeden ittifâk ile kabûl ettiler. İşte bu yalan yanlış rivâyetler, bir kâtipten diğer kâtibe, bir nüshadan diğer bir nüshaya nakledilerek zamanımıza kadar geldi. Üzerinden yüz yıllar geçtikten sonra, artık İncîlleri bu bâtıl rivâyetlerden temizlemek çok zor olmuştur.”
Yine aynı cildde diyor ki: “İncîl-i evvel yâni Matta İncîl’i, miladî 37, 38, 41, 47, 61, 62, 63, 64 veya 65 senelerinde; İncîl-i sanî yâni Markos İncîl’i, miladî 56 senesinde veya daha sonra 65 senesine kadar herhangi bir senede gâlip olan rivâyete (görüşe) göre, 60 veya 63'de telif olunmuştur. İncîl-i sâlis yâni Luka İncîl’i, miladî 53, 63 veya 64 senesinde, Yuhannâ İncîl’i ise 68, 69, 70 veya 98 senesinde yazılmıştır.”
İbrânilere mektup, Petrus'un ikinci risalesi, Yuhannâ'nın, ikinci ve üçüncü risaleleri, Risâle-i Ya’kûb, Risâle-i Yehuda ve Muşahedât-ı Yuhannâ'nın (Yuhannâ'nın vahyinin) bâzı kısımlarının, havârîlerden rivâyet edildiği husûsunda hiç bir senet ve vesika yoktur. Bunların, 365 senesine kadar durumları şüpheli idi. Bâzı kısımları ise, bu ana kadar, hıristiyan din âlimlerine göre yanlış ve reddedilmiş idi. Hattâ Süryanî lisânına yapılan tercümelerinde bu kısımları yoktur. Arab ve Süryanî kiliselerinin hepsi, Petrus'un ikinci risalesini, Yuhannâ'nın ikinci ve üçüncü risalelerini, Risâle-i Yehuda ve Muşahedât-ı Yuhannâ'nın doğruluğunu kabûl etmemişler, başlangıcından bugüne kadar, bunları red ve inkâr etmişlerdir.
İncîl araştırmacısı Horn, kitabının 2. cilt, 206 ve 207. sahifelerinde diyor ki: “Petrus'un risalesi, Risâle-i Yehuda; Yuhannâ'nın ikinci ve üçüncü risaleleri ve Muşahedât'ı yâni vahyi ve Yuhannâ İncîl’inin sekizinci bâbının 2. âyetinden 11. âyetine kadar 9 âyet, Yuhannâ'nın 1. risalesinin 5. bâbının 7. âyeti, İncîl’in Süryanîce tercümesinde aslâ mevcût değildirler.” Demek ki, Süryanî tercümeyi yapan mütercim, bu zikrettiğimiz kısımların doğru ve şer'i bir hüküm için senet olamayacağını anlamış ve tercüme ederken farkına varabildiği bu yerleri tercüme etmemiştir. Katolik Ward, 1841 senesinde neşrettiği kitabının 37. sahifesinde, Protestanların ileri gelenlerinden Rogers'in, “Risâle-i İbrâniyye'yi, Risâle-i Ya’kûb'u ve Yuhannâ'nın ikinci ve üçüncü risaleleri ile Müşahedât'ını, îtikâden tekzîb ettiğinden, papazların ileri gelenleri, bu risaleleri Kitab-ı mukaddesten çıkarmışlardır” dediğini bildirmektedir.

Dört İncîl arasında görülen tenâkuz ve ihtilaflar:

Mevcût İncîllerde görülen yanlışlıklar, tenakuzlar ve tahrifler, hesap edilemeyecek kadar çoktur. Bunlardan bir çoğu İzhar-ül-hak kitabında anlatılmıştır. Ayrıca, Alman müsteşriklerinden Joizer, Davis, Miel, Kepler, Maçe, Bred Schneider, Griesbach Huge, Lesinag, Herder Straus, Haus, Tobian, Thyl, Cari Butter ve daha nice araştırmacının yazdıkları ve hâlâ yazıp da neşretmekte oldukları kitaplarda, bu husûsta ayrıntılı ve pek çok malûmat olup, bunlardan bâzıları şöyledir:
Îsâ’nın (sallallahü ala nebiyyina ve aleyhi ve sellem) nesebi hakkında, Matta ve Luka İncîlleri arasındaki ihtilaf büyüktür.
Matta İncîl’inde, Îsâ aleyhisselâmın babaları olarak, İbrâhim aleyhisselâmdan hazret-i Îsâ'ya gelinceye kadar olan nesli bildirmek üzere yazılı isimler şunlardır: “İbrâhim, İshak, Ya’kûb, Yehuda, Fâris, Hasron, İram, Âminadab, Nahşon, Salmon, Buaz, Obid, Yessî, Dâvûd, Süleymân, Rehbeam, Abiya, Asâ, Yehaşafat, Yorâm, Uzziyâ, Yotam, Ahaz, Hazkiyâ, Manessî, Amon, Yûşiya, Yekonya, Şaltoil, Zerubâbel, Abihûd, Elyakim, Azor, Sadok, Ahim, Eliud, Eliazer, Mattan, Ya’kûb, Yûsuf.”
Luka İncîl’inin 3. bâbının 23 ve sonraki âyetlerinde ise; “Târuh, İbrâhim, İshak, Ya’kûb, Yehuda, Fâris, Hasron, Aram, Âminadab, Nahşon, Salmon, Buaz, Obid, Yessî, Dâvûd, Nâtan, Mattasa, Mînân, Milya, Elyakîm, Yonan, Yûsuf, Yehuda, Şem’ûn, Lavî, Metsad, Yorîm, Eliazâr, Yusâ, Eyr, Elmodam, Kosam, Addi, Melkî, Neyrî, Şaltoil, Zerubâbel, Risa, Yuhannâ, Yehuda, Yûsuf, Şemî, Mattasiya, Mahat, Nâcay, Heslî, Nahum, Amos, Metasiya, Yûsuf, Yannâ, Melki, Lavi, Metsat, Heli, Yûsuf olarak yazılıdır.
1- Matta'ya göre, Hazret-i Îsâ'nın babası denilen Yûsuf, Ya’kûb'un oğludur. Luka'ya göre ise, Heli'nin oğludur. Matta, Hazret-i Îsâ'ya yakın olup, Luka da Petrus'un talebelerindendir. Bunların ikisi de, kendilerine yakın olan bir zâtı, inceleyerek, araştıracak kimselerdir. Böyle olduğu hâlde, Hazret-i Îsâ'nın dedesi dedikleri kimseyi tahkîk edip, doğrusunu yazamazlar ise, yazdıkları diğer rivâyetlerin doğruluğuna, nasıl itimat edilir, bunlara kim inanır?
2- Matta, Dâvûd aleyhisselâmın oğlu Süleymân aleyhisselâmdır diyerek hakîkati bildiriyor. Luka'ya göre ise, Dâvûd aleyhisselâmın oğlu Süleymân aleyhisselâm değil, Nâtan'dır.
3- Matta, Şaltoil, Yekonya'nın oğludur, diyor. Luka ise Neyrî'nin oğludur, diyor. Matta'da, Zerubâbel'in oğlunun adı Abihud, Luka'da ise, Risa'dır. Şuna da çok hayret edilir ki, sefer-i ûlanın yâni birinci târihlerin 3. bâbının 19. âyetinde, Zerubâbel'in oğullarının isimleri; Meşullam ve Hananye olarak yazılıdır. İçlerinde Abihûd ve Risa yoktur.
4- Matta'nın 1. bâbının 17. âyetine göre, İbrâhim aleyhisselâmdan Yûsuf-i Neccâr'a kadar Îsâ aleyhisselâma atfedilen dedelerin sayısı 42 batındır. Halbuki yukarıda yazılı isimler sayıldığı zaman, yalnız 40 kişi vardır. Luka’nın beyânına göre ise, bu adet 55 kişiye ulaşır.
Hıristiyan âlimleri, İncîllerin ilk ortaya çıkmasından zamanımıza kadar, bu husûsta şaşkınlık içinde kaldılar. Bâzıları bu ihtilafları, hiç bir akl-ı selimin kabûl edemeyeceği zayıf deliller ile tevil ettiler. Bundan dolayı Ekhârn, Kîser, Haysî, Ghabuth, Wither, Fursen ve başkaları gibi araştırmacılar; “Bu İncîllerde, mânâ ihtilafı çoktur” diyerek, bu hakîkati îtirâf etmişlerdir. Doğru olan da budur. Zirâ her mevzuda ihtilaf ve yanlışlıklar olduğu gibi, burada da mevcûttur.
Îsâ aleyhisselâm babasız dünyâya gelmiştir. Fakat yahudiler, ona -haşa-veled-i zina diye iftirâlarında ısrâr ederlerken, hıristiyanların baba tarafından kendisine bir nesep ispat etmeleri ve hazret-i Îsâ'nın, babası olmayan Yûsuf'u onun babası kabûl etmeleri, pek şaşılacak bir gaflet ve tenakuzdur. Kur'ân-ı kerîmde, Îsâ aleyhisselâm için, vârid olan âyet-i kerîmelerde; “Îsâ ibni Meryem, yâni Meryem'in oğlu Îsâ” tabiri geçmektedir. Kur'ân-ı kerîmde Îsâ aleyhisselâmın babasının olmadığı açıkça bildirilmiştir.
5- Markos'un 1. bâbının 6. âyetinde; Yahyâ'nın, çekirge ve yaban balı yediğini yazmaktadır. Matta ise, 11. bâbının 18. âyetinde, Yahyâ'nın yemediğini ve içmediğini yazmaktadır. Söyledikleri birbirine tam terstir.
6- Yuhannâ İncîl’inin 5. bâbının 31. âyetinde, Îsâ aleyhisselâm der ki: “Eğer ben, kendi nefsim için şehâdet edersem, şehâdetim doğru olmaz.” 3. bâbının 11. âyetinde yine, Îsâ aleyhisselâmder ki: “Biz bildiğimizi söyler ve gördüğümüze şehâdet ederiz.” Bu iki cümle arasında tenakuz muhakkaktır.
7- Matta İncîl’inin 10. bâbının 27. âyetinde; “Benim size karanlıkta söylediğimi siz aydınlıkta söyleyin ve kulağınıza söylediğimi damlarda bağırın” demektedir. Luka'nın 12. bâbının 3. âyetinde ise; “Karanlıkta söylediğiniz her şey, aydınlıkta işitilir. Gizli olarak kulağa söylediğiniz şeyler damlar üzerinde îlân edilir” demektedir. Görülüyor ki, söz, tek bir kaynaktan alınmış, fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiştir.
8- Petrus'un, Îsâ aleyhisselâmı tanıdığını inkâr etmesi husûsunda, İncîllerin arasında pek çok ihtilaflar vardır. Matta İncîl’inin 26. bâbının, 69 ve daha sonraki âyetlerinde diyor ki: “Petrus dışarıda, avluda otururken, yanına bir câriye (hizmetçi kız) gelip; “Sen de Celîleli Îsâ ile beraber idin” dedi. Fakat o herkesin önünde inkâr edip; “Senin söylediğin kimseyi ben bilmem” dedi. Avlu kapısına çıkınca, bir başka hizmetçi kız onu görüp, orada bulunanlara; “Bu Nâsıralı Îsâ ile beraber idi” dedi. O da; “Ben o adamı bilmem” diye yemîn ederek, tekrar inkâr etti. Biraz sonra orada duranlar gelip, Petrus'a; “Gerçek sen de onlardansın. Çünkü söyleyişin de seni bildiriyor” dediler. O zaman Petrus lânet ve yemîn ederek başlayıp; “Ben o adamı bilmiyorum” dedi. O anda horoz öttü. Petrus da Îsâ'nın; “Horoz ötmeden önce üç kere beni inkâr edeceksin” dediğini hatırladı ve dışarı çıkıp acı acı ağladı.
Markos İncîl’inin 14. bâbının 66 ve 72. âyetleri arasında ise; “Petrus aşağıda, avluda iken baş kâhinin câriyelerinden biri gelip, Petrus'u ısınırken gördü ve ona bakıp; “Sen de Nâsıralı Îsâ ile beraber idin” dedi. Fakat o inkâr edip; “Senin söylediğini ben bilmiyorum ve anlamam” dedi ve hariçteki dehlize çıktı ve horoz öttü. Câriye ise, yine onu gördü ve orada duranlara; “Bu da onlardandır” demeye başladı. Fakat, o yine inkâr etti. Biraz sonra tekrar orada duranlar Petrus'a; “Gerçekten sen onlardansın. Zirâ sen Celîlelisin” dediler. O ise, lânetle; “Dediğiniz adamı tanımıyorum” diye yemîn etmeye başladı ve horoz ikinci defâ öttü. Petrus, Îsâ'nın; “Horoz ötmeden evvel üç kere beni inkâr edeceksin” dediğini hatırladı ve ağlamaya başladı demektedir.
Luka İncîl’inin, 22. bâbının 55, âyeti ve devamında diyor ki: Avlunun ortasında ateş yakıp oturdukları zaman, Petrus da aralarında idi. Bir câriye (hizmetçi kız) onu ateş yanında görünce, ona dikkat ile bakıp; “Bu da onunla beraber idi” dedi. Fakat o, inkâr edip; “Ey kadın! Ben onu tanımam” dedi. Biraz sonra başka birisi onu görüp; “Sen de onlardansın” dedi. Fakat Petrus; “Ey adam! Değilim!” dedi. Bir saat kadar sonra bir başkası; “Gerçekten bu adam onunla beraber idi. Zirâ Celîlelidir” diye ısrâr etti. Fakat Petrus; “Ey adam! Senin söylediğini bilmem” dedi. Henüz söz söylemekte iken horoz öttü ve rab (Îsâ aleyhisselâm) dönüp Petrus'a baktı. Petrus, rabbin kendisine; “Bugün horoz ötmeden önce sen beni üç kere inkâr edeceksin” dediğini hatırladı ve dışarı çıkıp acı acı ağladı.
Yuhannâ İncîl’inin 18. bâbının 25. ve daha sonraki âyetlerinde ise; Petrus orada durup ısınırken, ona hitâben; “Sen de onun şakirdlerinden değil misin?” dediler. O inkâr edip; “Değilim” dedi. Petrus'un kulağını kesmiş olduğu adamın akrabâlarından ve baş kâhinin hizmetçilerinden biri; “Ben seni bahçede onunla beraber görmedim mi?” dedi. Petrus yine inkâr etti ve hemen horoz öttü” demektedir. Bu dört çeşit rivâyette ne gibi ihtilaflar olduğu akıl sâhiplerine açıktır.
9- Luka İncîl’inin 22. bâbının 36. âyetinde diyor ki: Hazret-i Îsâ, yakalanacağı gün havârîlere hitâben; “Kesesi olan onu alsın ve torbası olan yanına alsın ve olmayan esvabını satsın ve kılıç satın alsın” dedi. 38. âyetinde de şöyle diyor: Havârîler hazret-i Îsâ'ya; “İşte burada iki kılıç var” dediler. Îsâ’da onlara; “Kifayet eder” dedi. 49, 50, 51 ve 52. âyetlerinde; Onun etrâfında olanlar vâki olacakları görünce: “Yâ rab! Kılıçla vuralım mı?” dediler. Hattâ onlardan biri baş kâhinin hizmetçisine vurup sağ kulağını kesti. Îsâ cevap verip; “Bırakın bu kadar yetişir” dedi ve onun kulağına dokunup şifâ verdi demektedir. Halbuki diğer üç İncîl’de kılıç satın almak ve sonra hizmetçinin kesilen kulağına şifâ vermek gibi kısımlar yoktur.
10- Matta İncîl’inin 26. bâbının 51 ve daha sonraki âyetlerinde; O esnada Îsâ ile beraber olanlardan, şakirdlerden birisi kılıcını çekti ve baş kâhinin hizmetçisine vurup, kulağını düşürdü. O zaman Îsâ ona dedi ki: “Kılıcını yerine koy! Çünkü kılıç çekenler, kılıç ile helâk olur. Yoksa ben Babama ricâ etsem, şimdi bana oniki alaydan ziyâde melekler göndermesi mümkün değil mi zannedersiniz? Fakat böyle olması gerektir diye yazılanları o vakit nasıl yerine gelirdi?” demektedir. Halbuki diğer İncîllerde bu mânevî askerlerden meleklerden hiç bir şey yoktur.
11- Matta, Yehûdâ'nın intihar etmesi kıssasını, İncîl’inin 27. bâbının 3 ve daha sonraki âyetlerinde; O zaman Îsâ'yı haber veren Yehuda, katle hüküm olunduğunu görünce pişman olup, almış olduğu 30 gümüşü baş kâhinlere ve ihtiyârlara geri getirip; “Ben suçsuz bir kimseyi ele vermekle günâh işledim” dedi. Fakat onlar; “Bundan bize ne? Onu sen düşün” dediler. Yehûdâ, gümüşleri mabedin içine atıp gitti ve varıp kendisini astı. Baş kâhinler gümüşleri alıp; “Bunu mabedin hazînesine koymak câiz değildir. Çünkü kan bahâsıdır” dediler. Müşavere ettikten sonra, yabancılara mezârlık olmak üzere, onunla çömlekçinin tarlasını satın aldılar. Bunun için bu tarlaya, bugüne kadar “Kan tarlası” denildi demektedir.
Luka ise, Petrus’tan naklederek Resûllerin İşleri risalesinin 1. bâbının, 18. âyetinde; “Yehuda fısk (Îsâ aleyhisselâmı haber verme günâhı) ücreti ile tarla edindi. Başaşağı düşüp ortadan çatladı. Bütün barsakları döküldü. Bunu bütün Orşilim'de (Kudüs'de) oturanlar bilir. Hattâ o tarlaya onların lisânında Haki yâni kan tarlası denilir” demektedir. Bu iki rivâyet, iki şekilde birbirine uymamaktadır:
Birincisi: Matta'nın rivâyetine göre, Yehuda pişman olup, aldığı gümüşleri geri vermiş ve kâhinler onunla tarla satın almışlardır. Luka’nın rivâyetine göre ise, o gümüş ile kendisi bir tarla sâhibi olmuştur.
İkincisi: Matta'nın rivâyetine göre, Yehuda kendini asmış, intihar etmiştir. Luka'nın rivâyetine göre ise, baş aşağı düşmüş ve karnı parçalanmıştır.
Dört İncîl’in bir çok mes’elelerde bir diğerine zıd ve muhalif olmasından başka, her İncîl’in içinde de birbirinden ayrı ve birbirini nakzeden nice mes’eleler de vardır. Buna misâl olarak;
1- Matta İncîl’inde yazdığına göre, Îsâ aleyhisselâm, oniki havârîyi, ilk defâ, dîne dâvet için vazifelendirip gönderdiğinde, putperest tâifelerin ve Sâmirîlerin şehirlerine gitmekten ve onlarla buluşmaktan men etti. (Matta; Bâb 19, âyet 5)
Dağdaki vâzında da, şakirdlerine, mukaddes şeyleri köpeklere vermekten ve İncîllerini hınzırlara atmaktan men etti. (Matta; Bâb 7, âyet 6) Yine aynı Matta İncîl’inde, bu emrin tam tersi emredilmektedir. 8 ve 21. bâblarında, yahudilerin yerine putperestlerin dîne dâvet edilmesini istemekte ve yahudilerin îmânsızlıklarından da şikayet edilmektedir. 24. bâbın 14. âyeti ile diğer yerlerinde, İncîl, yeryüzünde bulunan kavimlerin, milletlerin hepsine ulaştırılmadıkça, tebliğ edilmedikçe, dünyânın sonunun gelmeyeceği îlân edilmektedir. 28. bâbında ve başka yerde yalnız bir tek vaftiz ile, hiç bir fark gözetmeksizin başkalarının hıristiyanlığa kabûl edilmesi havârîlere tembih edilmektedir.
2- Yine Matta İncîl’inin 26. bâbının, 26. âyetinde ve Luka İncîl’inin 22. bâbının 19 ve 20. âyetlerinde ve Markos'un 14. bâbında anlatılan işâ-i rabbanî, kıssası birbiriyle karşılaştırılırsa, görülür ki, birisi yatsıdan önce, birisi yatsıdan sonra olduğunu ve bu üç İncîl de, sofrada şarap bulunduğunu zikrederler. Yuhannâ İncîl’inin 6. bâbında bu vakânın zuhura geldiğini ve bunun sâdece ekmek olduğunu nakletmekle beraber, şaraptan aslâ bahsetmez.
Halbuki, hıristiyanlığın îtikâd ve ibâdet esaslarından biri de işâ-i rabbânî yemek ve bundaki ekmeğin Îsâ aleyhisselâmın eti ve şarabın da kanı olduğuna inanmaktadır. Yuhannâ'nın bu gibi îtikâd esaslarındaki dikkat ve ihtimamı, diğerlerinden daha fazla olduğu âşikâr olduğu hâlde, şarabı zikretmemesi, bu itikatlarının bir hurafe olduğunu da açıkça göstermektedir.

Risâleler:

Bunlar 22 risale olup, 14'ü Paulos'a, 3 tanesi Yuhannâ'ya, 2 tanesi Petrus'a, bir tanesi Ya’kûb'a ve bir tanesi Yehuda'ya aittir. Bunlara, Hazret-i Îsâ'yı kurban edilmiş bir kuzu olarak tasvir eden Yuhannâ'nın vahyi risalesi de ilave edilir. Dört İncîl’in tamamlayıcısı ve ekleri denilen bu risalelere nazar edilirse, bunların da gerek birbirleri ile, gerekse İncîller ile çok fazla tenakuzları vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Resûllerin İşleri'nin 9. bâbının 7. âyetinde; “Onunla beraber yolculuk eden adamların, nutku tutulup durdular. Sesi işitiyorlar. Fakat kimseyi görmüyorlardı” demektedirler.
22. bâbının 9. âyetinde ise; “Benimle beraber olanlar gerçi nûru gördüler. Fakat bana söz söyleyenin sesini işitmediler” demektedir.
26. bâbda ise, sesin işitilip işitilmediği husûsu hiç bir şey söylenmeyerek kapalı geçilmiştir.
2- Aynı kitabın 9. bâbının 6. âyetinde; “Rab ona dedi ki: Kalk şehre gir, ne yapman icâb ediyorsa sana söylenecek” demektedir.
22. bâbın 10. âyetinde; “Rab bana; Kalk Şam'a git, orada ne yapılması lâzım geleceği sana söylenir dedi” demektedir.
26. bâbının 16. 17. ve 18. âyetlerinde ise; “Kalk ve ayakta dur! Çünkü hem gördüğün şeylerde, hem sana göstereceğim şeylerde, seni hizmetçi ve şâhid tâyin etmek için sana göründüm. Seni, kendilerine göndereceğim kavimden ve milletlerden kurtaracağım. Tâ ki, onların gözlerini açıp kendilerini karanlıktan nûra ve şeytanın tasallutundan (sataşmasından) Allah'a döndüresin ve bana îmân etmeye ve günâhların bağışlanmasına ve mukaddesler arasında nasîbe nâil olsunlar” diye yazılıdır.
Bunlardan şu netîceye varılır: 9. ve 22. bâbdaki âyetlerde, onun yapacakları, şehre vardıktan sonra, kendisine beyân edileceği söylenmiş iken, 26. bâbdaki âyetlere göre, sesi işittiği yerde ne yapacağı kendisine söylenmiştir.
3-26. bâbın 14. âyetinde; “Nûrun görünmesinde biz hepimiz yere düştük” demektedir. Halbuki, 9. bâbın 7. âyetine göre, onunla beraber bulunanların nutku tutulur, ses çıkaramaz olurlar. 22. bâbında ise, susmak, nutku tutulmak diye bir şeyden bahsedilmemiştir.
Paulos'un, Korintoslulara yazdığı 1. mektubun 10. bâbının 1. ve sonraki âyetlerinde; “Ecdadımız bulutun altında idiler. Denizden geçtiler. Bulutta ve denizde Mûsâ tarafından vaftiz oldular. Siz onların bâzıları gibi putperest olmayasınız ve zina etmeyesiniz. Nitekim onlardan bâzıları zina edip bir günde yirmiüçbini birden öldü” demektedir. Ahd-i atik’te Adetler (sayılar) kitabının 25. bâbının 1. ve sonraki âyetlerinde; “İsrâiloğulları zina etmeye başladı. Cenâb-ı Hak taûn hastalığını musallat eyledi. Taûndan ölen yirmidörtbin kişi idi” denilmektedir. Ölenlerin miktarı arasında 1000 kadar bir fark göründüğünden, ikisinden birisi elbette yanlıştır.
Yine Resûllerin İşleri'nin 7. bâbının 14. âyetinde; “Yûsuf (aleyhisselâm) adam gönderip babası Ya’kûb ile bütün akrabâsı, yetmişbeş kişiyi Mısır'a dâvet etti, çağırdı” demektedir. Bu ibarede Yûsuf aleyhisselâmın Mısır'da olan iki oğlu ile kendisi, bu yetmişbeş kişiye dâhil değildir. Zikredilen adet, sâdece Ya’kûb aleyhisselâmın aşiretinin sayısını bildirmektedir.
Halbuki Tekvîn'in 46. bâbının 27. âyetinde ise; “Ya’kûb oğullarından olup, Mısır'a gelenlerin adedi yetmiş kişi idi” demektedir. Resûllerin İşleri kitabının ibaresinin yanlış olduğu meydandadır.
İşte hıristiyanlık akidesinin (inancının) temel kitabı olan dört İncîl’in ve risalelerin hâli budur.
Müslümanların kendisine sarıldıkları, (kendisine uymaları sebebi ile dünyâ ve âhıret saâdetine kavuştukları) Kur'ân-ı kerîm ise, Allahü teâlânın; Kur'ân-ı kerîmi biz indirdik ve yine onu biz hıfz edeceğiz” meâlindeki Hicr sûresinin 9. âyetinin mânâ-i şerîfi mucibince, hicret-i nebeviyyeden zamanımıza kadar, çeşitli milletlere mensup müslümanların ellerinde bulunduğu hâlde, bir noktası dahî fazla veya eksik olmayarak, Allahü teâlânın ilâhî hıfzı ile mahfûz olduğu, herkes tarafından tasdik edilmiştir.

Barnabas İncîl’i:

Hakîki İncîl’e çok yakın İncîllerin de mevcût olduğu bu gün bilinmektedir. Bunlardan en mühimi de Barnabas İncîl’idir. Barnabas, Kıbrıs’ta doğmuş bir yahudi olup, asıl ismi Joses idi. Îsâ aleyhisselâma îmân etti. Kendisi hazret-i Îsâ'ya inananların en başında gelmektedir. Havârî olup olmadığı kat’î bilinmemekte ise de havârîlerin arasında mühim bir mevkîi bulunmaktadır. Kendisine verilen Barnabas lakabı, nasîhat verici, iyiliğe teşvik edici anlamına gelmektedir. Hıristiyanlık âlemi, Barnabas'ı, Sen Pol (Saint Paul), (Paulos) ile birlikte ilk defâ olarak hıristiyanlığı yaymaya giden büyük bir azîz olarak tanımakta ve her senenin 11 Haziran'ı onun yortu günü sayılmaktadır. Barnabas, hazret-i Îsâ'dan duyduğu ve öğrendiği husûsları hiç bir değiştirme yapmadan kaydetmiştir. Bu İncîl, hıristiyanlığın ilk üçyüz senesinde diğer İncîllerle birlikte elden ele dolaşmış ve okunmuştur. 325 senesinde İznik (Nicene) rûhanî meclisi, ibrânîce yazılı bütün İncîllerin ortadan kaldırılmasına karar verince, Barnabas İncîl’i nüshaları da yakılmış, sâdece bir nüshası kalmıştır. Diğer İncîller, Latince'ye tercüme edilmiş, fakat kalmış olan Barnabas İncîl’i de birdenbire ortadan kaybolmuştur. Yalnız 383 senesinde, papa Damasus, tesâdüfen eline geçen, Barnabas İncîl’inden arta kalan bir nüshayı papalık kütüphânesinde saklamıştır. 993 (m. 1585) senesine kadar burada kalan Barnabas İncîl’ini papa Sixtus'un dostu olan Fra Marino, kütüphânede bulmuş ve onunla çok ilgilenmiştir. Çünkü tanınmış hıristiyan din adamlarından Irananeus (130-200) tahminen 160 senesinde, “Bir tek Allah olduğunu, Îsâ'nın Allah'ın oğlu olmadığını” ileri sürerek, “Saint Paul, Romalıların bir çok tanrıya tapmak alışkanlığından ilham alarak teslisi, yâni üç Allah'a tapmak yanlış kanaatini Hıristiyan akîdesi arasına sokmak istemiştir” diyor ve Saint Paul'ü tenkit ederken, şâhid olarak yalnız bir tek Allah olduğunu belirten Barnabas İncîl’ini gösteriyordu. Bunu bilen Fra Marino, Barnabas İncîl’ini büyük bir dikkatle okumuş ve tahminen 1585-1590 seneleri arasında İtalyanca'ya çevirmiştir.
Bu İtalyanca el yazısı, bir çok sâhip değiştirdikten sonra, Prusya kralı müşavirlerinden Cramer'in eline geçmiş ve Cramer, 1120 (m. 1713) senesinde bu kıymetli el yazısını, Türkleri Zenta'da yendiği ve onların elinden Macaristan ile Belgrad kalesini geri aldığı için, Avrupa'da büyük bir ün kazanmış olan Prens Öjen'e (Eugene de Savoie) (1663-1736) hediye etmiştir. Prens Ojen öldükten sonra Barnabas İncîl’i, onun özel kütüphânesi ile birlikte, 1738'de Viyana'daki kraliyet kütüphânesine (Hofbibliothek) nakledilmiştir.
İlk defâ olarak bu kütüphânede Barnabas İncîl’inin İtalyanca tercümesini bulan iki İngiliz, Bay ve Bayan Ragg, bunu İngilizce'ye çevirmişler ve bu İngilizce tercüme, 1325 (m. 1907) târihinde Oxford'da basılmıştır. Fakat bu tercüme de esrârlı bir tarzda ortadan kaybolmuştur. Bu tercümeden yalnız bir tanesi, Britsh Museum ve bir tanesi de Vaşington'da Amerikan Kongresi Kütüphânesi'nde bulunmaktadır. Pakistan Kur'ân-ı kerîm cemiyeti (Qoran Council) büyük bir gayretle İngilizce nüshasını 1973 yılında tekrar basmaya muvaffak olmuştur.
Avrupa ansiklopedilerinde Barnabas İncîl’i hakkında şu bilgi vardır: “Barnabas İncîl’i diye tanımlanan bir el yazısı, onbeşinci yüzyılda İslâmiyeti kabûl etmiş bir İtalyan tarafından yazılmış uydurma bir kitaptır.” Bu açıklamanın tamamıyla yanlış olduğu şundan bellidir: Barnabas İncîl’i daha üçüncü yüzyılda, yâni hazret-i Muhammed'in gelmesinden 300 veya 700 sene evvel aforoz edilerek ortadan kaldırılmıştır. Demek ki, daha o zaman da içinde fanatik hıristiyanların işine gelmeyen yâni üç ilâh inancının aleyhinde olan, başka bir peygamberin geleceğini bildiren bahisler vardı. Onun için, daha İslâmiyet başlamadan evvel, müslüman olması mümkün olmayan bir kimse tarafından yazılmasına imkân yoktur. İtalyanca'ya çeviren Fra Marino ise, bir katolik rahibi olup, müslümanlığı kabûl ettiğine dâir elimizde hiç bir vesika yoktur. Bunun için tercümeyi değiştirmesine bir sebep bulunmamaktadır.
Unutmamak gerekir ki, çok zaman evvel, yâni milattan sonra 300 ile 325 seneleri arasında bir çok önemli hıristiyan din adamları, hazret-i Îsâ'nın, Allah'ın oğlu olduğunu kabûl etmemiş ve Îsâ'nın bizim gibi bir insan olduğunu ispat etmek için Barnabas İncîl’ini öne sürmüşlerdir. Bunlardan en mühimi, Antakya piskoposu olan Luçian'dır. Fakat bundan da meşhûru, onun şakirdi olan Arius'dur. (270-336). Arius, İskenderiyye piskoposu tarafından aforoz edilmesine rağmen, etrâfında o kadar fazla taraftar toplanmıştı ki, onu tutup hapse atmak kabil olamamış, Bizans imparatoru Konstantin'in kız kardeşi bile onun kurduğu Arianlar mezhebine girmiştir.
Bundan sonra, Muhammed aleyhisselâm zamanında papa olan Honorius, hazret-i Îsâ'nın yalnızca insan olduğunu ve üç Allah'a inanmanın doğru olmadığını ileri sürmüştür. “Bu sebeple, 630'da ölen papa Honorius, ölümünden 48 sene sonra, 678 senesinde İstanbul'da toplanan rûhanî meclis tarafından resmen lânetlenmiştir.”
L.F.M. Sozzını, hıristiyanların en büyük din bilginlerinden biri olan Fransız Jean Calvin'e (1509-1564) müracaat ederek; “Ben teslise (üçlü tanrıya) inanmıyorum” diye meydan okumuş, Arius tarikatını tercih ettiğini bildirmiş ve mühim bir hıristiyan akîdesi olan; “Hazret-i Âdem'in esas büyük günâhı ve insanların bunun keffâreti için dünyâya geldiği” nazariyesini reddetmiştir. Bu zâtın yeğeni olan F.P. Sozzını, 1562'de bir kitap neşrederek, Îsâ'nın ilâhlığını kat’îyen inkâr etmiştir. 1577'de Sozzını, Transilvanya'da Klausenburg şehrine gitmişti. Çünkü bu memleketin başında bulunan Sigismund, teslisin aleyhtarı idi. Yine burada Piskopos Francis David (1510-1579) teslisin tamamıyla karşısında idi ve teslisi reddeden bir mezhep kurmuştu. Bu mezhep, Polonya'da Rakov şehrinde kurulduğu için, sâlikleri Rakoviyanlar adını almışlardı. Bunların hepsi Arius'a inanıyorlardı.
Bütün bu târihi bilgiler, aklı başında olan bir çok hıristiyan din adamının, ellerinde bulunan İncîl’e inanmadıklarını ve Barnabas İncîl’inin doğruluğunu kabûl ettiklerini belirtmektedir. Bu isyânı gören papalar ve onların avânesi, Barnabas İncîl’ini ortadan kaldırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır.
Barnabas İncîl’inden bâzı bölümler: 70. bâbından: “Hazret-i Îsâ, kendisine; Sen Allah'ın oğlusun diyen Petrus'a çok kızdı. Onu azarladı. Ona; Sen benden uzaklaş! Çünkü sen fenâ şeyler düşünüyor ve bana fenâlık yapmak istiyorsun dedi. Ondan sonra havârîlerine dönerek; Veyl (yazıklar olsun!) bana böyle söyleyenlere! Çünkü, Allah, bana bunlara lânet etmek emrini verdi” dedi.”
71.babından: “Ben kimsenin günâhını affedemem. Ancak Allah günâhları affeder.”
72. bâbdan: “Ben bu dünyâya, Cenâb-ı Hakk'ın dünyâya selâmet getirecek olan Resûlünün yolunu hazırlamak için geldim. Fakat sizler dikkat ediniz! O gelinceye kadar bir çok yalancı peygamberler zuhûr edebilir. Benim İncîl’im bozulabilir.” Havârîlerin; “Geleceğini söylediğin bu Resûl hakkında bize bâzı işâretler verebilir misiniz? suâline karşı; “Bu Resûl sizin zamanınızdan sonra gelecektir. O geldiği zaman, benim İncîl’im tahrif edilmiş olacak ve hakîkî inananlar 20 kişiyi geçmeyecektir. İşte o zaman, Cenâb-ı Hak insanlara acıyarak, hakîkî Mesîh'i yollayacaktır. O'nun başının üzerinde dâimâ beyaz bir bulut bulunacaktır. O çok kudretli olacak, putları kıracak, puta tapanları cezâlandıracaktır. O'nun sayesinde, insanlar Allah'ı tanıyacak ve O'nu tebcil edecektir. Benim insandan başka bir şey olduğumu söyleyenlerden intikâm alacaktır...”
96. bâbından: “Ben, bütün dünyânın beklediği ve İbrâhim'in kendi kavmine geleceğini müjdelediği Mesîh değilim. Ben bu dünyâdan çekildiğim zaman, şeytan birçok insana benim Allah ve Allah'ın oğlu olduğumu söyleyerek onları kandıracaktır. Cenâb-ı Hak, dünyâ üzerinde ancak 30 hakîkî hıristiyan kaldığı zaman insanlara acıyarak, hakikî Mesîh'i (Resûl'ünü) yollayacaktır. Bu resûl güneyden gelecektir. Büyük kudret sâhibi olacaktır. Putları kıracak, puta tapanları ortadan kaldıracak, şeytanın insanlar üzerindeki hâkimiyetine son verecektir. Kendisi ile birlikte Cenâb-ı Hakk'ın selâmeti de, inanan insanlara varacak ve kendisinin sözlerine inananlar, Cenâb-ı Hakk'ın türlü nîmetlerine nâil olacaktır.”
197. bâbından: “Söylediğin Mesîh'in ismi nedir ve O'nun geldiğini nasıl anlayacağız?” diye soran havârîlere, hazret-i Îsâ şöyle dedi: “Mesîh'in (Resûl'ün) adı, hayran olmaya değer güzelliktedir. Cenâb-ı Hak, O'nun nûrunu yarattığı zaman, O'na bu ismi verdi ve O'nu semâvî ihtişamı içine koydu ve; “Senin hatırın için ben Cennet’i, dünyâyı ve bir çok mahlûku yarattım. Bunları sana hediye ediyorum. Seni takdir eden, benden nîmet bulacak. Sana küfreden, tarafımdan lânet olunacaktır. Ben seni dünyâya benim resûlüm olarak göndereceğim. Senin sözün sırf hakîkat olacaktır. Yer ve gök ortadan kalkabilir. Fakat, senin îmânın dâimâ sonsuz olacaktır” dedi. O'nun mukaddes ismi Ahmed'dir. Bunun üzerine Îsâ’nın etrâfında toplanmış olan halk, seslerini yükselterek; “Ey Ahmed! Dünyâyı kurtarmak için çabuk gel! diye bağırdı.”
128. bâbından: “Kardeşlerim! Ben tıpkı sizin gibi topraktan yapılmış (yaratılmış) insanım. Sizin gibi toprak üzerinde yürüyorum. Günâhlarınızı bilin ve tevbe edin! Kardeşlerim! Şeytan, Romalı askerlerin yardımı ile, size benim Allah olduğumu söyleyerek sizi aldatacak. Ona inanmayın! Yoksa, Allah'ın lânetine lâyık (müstahak) olursunuz.”
136. bâbdan: “Bu bâbda, Cehennem hakkında izâhat verildikten sonra, hazret-i Muhammed'in kendi ümmetini Cehennem’den nasıl kurtaracağı anlatılmaktadır.”
163. bâbdan: “Havârîlerin: Geleceğini söylediğin zât, nasıl bir kişidir? suâline karşı, hazret-i Îsâ, kalbinin bütün sevinci ile; “O'nun ismi Ahmed'dir. O geldiği zaman, uzun müddet yağmur yağmasa bile, toprakta meyve ağaçları yetişecektir. Birlikte getirdiği, Allah'ın rahmeti sayesinde insanlar, O'nun zamanında iyi şeyler yapmak fırsatını bulacaklar, Allah'ın rahmeti insanlar üzerine yağmur gibi yağacaktır dedi.”
Hazret-i Îsâ'nın son günleri hakkında Barnabas İncîl’i aşağıdaki bilgiyi veriyor; (Bâb 215-222) Roma askerleri Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için evden içeri girdikleri zaman, Cenâb-ı Hakk'ın emriyle Kerubiyyun (dört büyük melek) Cebrâil, İsrâfil, Mikâil ve Azrâil aleyhimüsselâm onu kucaklayıp pencereden çıkararak göğe kaldırdılar.
Romalı askerler kendilerine kılavuzluk eden Yehuda'yı (Judas), “Sen Îsâ’sın!” diye yakaladılar. Bütün inkârlarına, bağırıp çağırmasına, yalvarmasına rağmen, sürükleye sürükleye hazırlanmış olan çarmıha götürüp astılar. Sonra hazret-i Îsâ, annesi Meryem ve havârîlerine göründü. Meryem'e; “Anne, görüyorsun ki, ben asılmadım. Benim yerime hâin Yehuda haça gerildi ve öldü. Şeytandan sakının! Çünkü o, dünyâyı yanlış bilgi ile aldatmak için her şeyi yapacaktır. Gördüğünüz ve duyduğunuz şeyler için sizi şâhid yapıyorum” dedi. Ondan sonra inananları koruması ve günâhkârların nedamet getirmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Şakirdlerine dönerek; “Allahü teâlânın nîmeti ve rahmeti sizinle olsun” dedi. Bundan sonra dört büyük melek onu şakirdlerinin ve anasının gözü önünde tekrar semâya kaldırdılar.
Görülüyor ki, Barnabas İncîl’i son Peygamberin geleceğini, O'ndan 600 veya 1000 sene kadar evvel bildirmektedir ve bir tek Allah'tan bahsetmektedir. Teslisi yalanlamaktadır.

Îsâ aleyhisselâmın hikmetli sözlerinden bâzıları:

“Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. Gözde bakışı, kalbde şehveti büyütür. (insanı aç gözlü, doymaz eder.) Yemîn ederim ki, şehvet (nefsin isteklerine uymak), sâhibine uzun süren sıkıntı bırakır.” “Dünyâdan geçmeye bakın. Tamîri ile uğraşmayın.”
“Ey Âdemoğlu! Ey zayıf insan! Nerede olursan Allah'tan kork! Dünyâda yolcu gibi ol! Mescidleri ev edin. Gözüne ağlamayı, bedenine sabrı, kalbine tefekkürü öğret! Yarınki rızkı düşünüp üzülme! (Allahü teâlâ rızkı kendi üzerine almıştır, bunda şüphen olmasın,) yoksa günâha girersin.”
“Sizden biriniz, denizin dalgaları üzerine ev yapamadığı gibi, dünyâyı da devamlı kalma yeri bilmesin.”
“Su ile ateş bir kapta durmadığı gibi, dünyâ ile âhıret sevgisi de aynı kalbde bulunmaz.”
“Dünyâyı isteyen, deniz suyu içene benzer, Ne kadar içerse, harâreti o kadar artar ve nihâyet ölür.”
“Şeytan dünyâ iledir. Mekri, aldatması mal ile; tezyini (süslemesi, güzel göstermesi), hevâ (nefsin arzuları) ile; yerleşmesi de şehvetler iledir.”
“Günâhlarını hatırladığı zaman ağlayana, dilini koruyana ve başını sokacak kadar evi olana müjdeler olsun.”
“Uyuyup da günâhla meşgûl olmayan ve günâhsız olarak uyanan göze müjdeler olsun.”
Mâlik bin Dinâr anlatır: Îsâ aleyhisselâm eshâbı ile giderken, yolun kenarında bir hayvan ölüsü gördüler. Eshâbı, ne fenâ kokuyor dediler. Îsâ aleyhisselâm, kötü söz ve gıybetten onları men etmek için; “Dişleri ne kadar da beyazdır” buyurdu.
Allahü teâlânın zikri, hatırlatıcısı olan sözden başkasına teşekkür etmeyiniz, kalblerinizi katılaştırır. Katı, sert kalb ise, Allah'tan uzaktır, fakat uzak olduğunu bilmez. Kendinizi Rab gibi görüp, kulların günâhlarına o nazarla bakmayınız. Kendinize zayıf kullar bularak, onlara bakınız. Zirâ insanlar, âfiyet sâhibi ve müptela (belâ ehli) diye ikiye ayrılırlar. O hâlde belâ ehline merhamet edin ve âfiyette bulunduğunuz için de Allahü teâlâya hamd edin.”
“Allah için amel edin (çalışın), karınlarınız (mideleriniz) için çalışmayın! Şu kuşa bakın! Karnı tok, sırtı pektir yâni rahattır. Ne tarla eker, ne ekin biçer, fakat rızkını Allah verir. Eğer bizim midemiz kuşunkinden daha büyüktür derseniz, şu yabanî büyük hayvanlara, geyiklere, yabanî eşeklere bakınız. Hepsi de yiyor ve rahattırlar. Hiç birisi ekip biçmiyor. Rızıklarını Allah veriyor.”
“Allah katında en sevgili olan şey, sâlih kalblerdir. Allahü teâlâ, onların hürmetine dünyâyı yaşatır. Onlar bozulunca, yeryüzünü harâb eder.”
“Üç kişiye şaşarım. Dünyâyı elde etmeye çalışana şaşarım, zirâ ölüm ona yaklaşıyor; köşkler yapana şaşarım, zirâ kalacağı yer kabirdir; katıla katıla, ağız dolusu gülene şaşarım, halbuki önünde ateş (Cehennem) vardır.”
“Ey Âdemoğlu! Çokla doymaz, aza kanaat eylemezsin. Malını, seni iyilikle anmayan için biriktirirsin; halbuki Rabbinin huzûruna çıkacaksın ve özür ileri süremeyeceksin. Sen sâdece midenin ve şehvetinin kulusun. Miden ise, ancak kabre vardığında dolar. Ey Âdemoğlu! Sen topladığın malını başkasının terâzisinde görürsün.”
“İlim öğrenen, öğreten ve öğrendiği ile amel eden kimse; göklerdeki melekler arasında, ulu kişi diye çağrılır, anılır.”
“Ey havârîler topluluğu! Ehli olmayana hikmet, ilim söylemeyin. Hikmete, ilme hakâret etmiş olursunuz. Hikmeti, ilmi ehli olandan da esirgemeyin. Esirgerseniz, o kişelere zulmetmiş olursunuz.”
“İşler üç çeşittir: Emredilmiş, güzel şeyler; saâdete götürürler. Bunları yapınız. Men edilmiş, kötü işler; felakete götürürler. Bunlardan kaçınınız. Aranızda ihtilaf ettiğiniz şeyler; bunların ilmini Allah’a havâle edip, ihtiyatlı davranınız!”
Îsâ aleyhisselâma; “Fitne bakımından insanların en şiddetlisi, zararlısı hangisidir?” dediklerinde; “Yanılan âlimdir. Çünkü âlim yanılır, ayağı kayarsa, onunla birlikte birçok kimselerin de ayağı kayar” buyurdu.
Dinini dünyâya alet eden bozuk ilim adamları için buyurdu ki: “Ey kötü âlimler! Dünyâyı başınızın üzerinde tutup, âhıreti ayaklarınızın altına aldınız. Sözünüz şifâ; ameliniz, yaptığınız işler ise hastalık vericidir. Siz zakkum ağacı gibisiniz. Gören hayran olur, meyvesini yiyen ölür.”
“Kim ki faydalı ilim öğrenir, öğrendiği ile amel eder ve bunu başkalarına da öğretirse, göklerde bulunan melekler arasında hürmet ve tâzimle anılır.”
“Ağaçlar çoktur, ama hepsi meyve vermez. Meyveler çoktur, ama hepsi tatlı değildir. İlimler çoktur, ama hepsi faydalı olmaz.”
Îsâ aleyhisselâm yolda giderken, bâzı insanlara rastladı. O kimselerin vücutları zayıflamış, yüzlerinin rengi gitmişti. Bu hâli gören Îsâ aleyhisselâm; “Nedir bu hâliniz? Bu hâle düşmenizin hikmetini söyler misiniz?” buyurdu. Onlar da; “Cehennem ateşinin korkusu bizi bu hâle getirdi” dediler. Bunu işiten Îsâ aleyhisselâm; “Allahü teâlâ, korkanları, selâmete erdireceğini vâd etmiştir ve bunu zât-ı ilâhîsi için bir hak saymıştır” buyurdu ve yoluna devam etti. İkinci bir grup insana rastladı. Onları da diğerlerinden daha çok zayıflamış, renkleri değişmiş bir hâlde buldu. Bunlara da; “Bu hâle gelmenizin hikmeti nedir?” diye sordu. Onlar da; “Biz Cennet’e âşıkız, onun hasretiyle bu hâle geldik” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “Allahü teâlâ sizin gibilerin arzu ve isteklerini vermeyi zât-ı ilâhîsi için hak kabûl etmiştir” buyurdu ve yoluna devam etti. Bu defâ daha da zayıflamış ve renkleri değişmiş bir gruba rastladı. “Sizlerin bu hâle gelmenizin hikmeti nedir?” diye sordu. Onlar da; “Bizler, Allahü teâlânın aşkından bu hâle geldik” deyince, Hazret-i Îsâ; “Siz Allahü teâlâya yakın olan kimselersiniz” buyurdu ve bu sözlerini üç defâ tekrar etti.
Îsâ aleyhisselâmın havârîleri; “İhlâs nedir?” diye suâl ettiklerinde buyurdu ki: “İşleri ve amelleri yaparken, insanların beğenmesini düşünmemek, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır.” “İhlâslı kimse nasıldır?” diye sorduklarında da; “Önce Allahü teâlânın emirlerine uyar, hukûkullaha riâyet eder, sonra da insanların haklarını gözetir. Meselâ bu kimseye; biri dünyâya diğeri âhırete âit iki iş verilse, âhırete âit olanını yapar” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Allahü teâlâyı, O'nun emir ve yasaklarını aranızda anlatınız. Bunlardan başkasıyla fazla meşgûl olmayınız. Eğer böyle şeylerle çok meşgûl olursanız, kalbiniz katılaşır. Katı bir kalb ise Allahü teâlâdan uzaktır” buyurdu.
Vehb bin Münebbih (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatır: Havârîler, Hazret-i Îsâ'ya; “Kendileri için korku olmayan ve mahzûn da olmayacak olan, Allahü teâlânın velî kulları kimlerdir?” diye sordular. Îsâ aleyhisselâm onlara şöyle cevap verdi: “İnsanlar dünyâya baktıkları (meyledip yöneldikleri) zaman, onlar âhırete bakarlar. Kendilerini günâha götürecek şeyi yapmazlar. Kendilerini terkedeceğini bildikleri şeyi terkederler, Onlar, hak etmeden kazandıkları dünyâ yüksekliğini bırakırlar. Onlara göre, dünyâ eskidir. Onu yenilemeye çalışmazlar. Evleri (dünyâ) harâb olmuştur, tâmire kalkmazlar. Dünyâ, onların kalblerinde ölmüştür. Onu canlandırmaya teşebbüs etmezler. Bilakis onlar, dünyâ ile âhıretlerini kurtarmaya, ahretlerini ma’mûr etmeye, güzelleştirmeye çalışırlar, (Dünyâyı gaye değil, âhıretleri için bir vâsıta görürler.) Onlar, fânî olan dünyâyı satıp, karşılığında baki olan âhıreti satın alırlar. Sonra dünyâ ehlinin, belâ, musîbet ve sıkıntılar ile yere serilmiş olduklarını görürler. Onun için, dünyânın isminden bile bahsetmeyip, âhıreti çok hatırlarlar. Onlar, Allahü teâlâyı ve O'nu anmayı severler. Allahü teâlânın kendilerine verdiği nûr ile aydınlandıkları gibi, bu nûr ile etrâflarını aydınlatırlar.”
Îsâ aleyhisselâm, havârîlerine buyurdu ki: “Ey yeryüzünün sâlihleri! Fesat çıkarmayınız. Bir şey fesada uğradığı zaman, onu ancak sâlih, iyi olan kimseler düzeltir. Biliniz ki, sizin iki hasletiniz vardır: Birincisi, devamlı güler yüzlü olmanız, ikincisi de uyumadan sabahlamanızdır.”
Îsâ aleyhisselâm; “Sağırı, dilsizi tedavi ettim, ölüyü dirilttim. Fakat, cehl-i mürekkebin ilacını bulamadım” buyurmuştur. Çünkü, böyle kimse, câhilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır. Câhil ve rûh hastası olduğunu bilmez ki, ilacını arasın! Ancak, Allahü teâlânın hidâyeti ile hastalığını anlayan, bu dertten kurtulabilir.”
“Ey havârîler! Rüzgâr çok ışıkları söndürmüştür. Ucb yâni kendini ve ibâdetini beğenmek de, çok ibâdetleri söndürmüştür, sevaplarını yok etmiştir.”
“Hasta olup musîbete, felakete uğrayıp da, günâhları affolacağı için sevinmeyen kimse, âlim değildir.”
“Varacağı yer âhıret iken, dünyâyı seven; bir de amel için değil de yalnız başkasına anlatmak için ilim öğrenen kimse, nasıl âlimlerden olabilir?”
“Allah'ım! Benimle, düşmanımı sevindirme, dostumu mahcup etme, ibâdetimde bana kusur ettirme. Maksadımı, dünyâlık eyleme. Bana acımayanı, bana musallat etme yâ Hayyu yâ Kayyûm.”
Rivayete göre, Îsâ aleyhisselâm gördüğü bir adama; “Ne yaparsın?” diye sordu. Adam; “İbadetle meşgûl olurum” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Geçimini kim te’min eder?” diye sordu. Adam; “Kardeşim te’min eder” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Asıl abid kardeşimdir desene” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâma; “Cennet’e götürecek bir amele bizi irşad et” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “Hiç konuşmayın” buyurdu. Onlar; “Buna imkân yok” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “O hâlde hayır söyleyin” dedi.
“Yalanı çok söyleyenin, güzelliği; insanlarla mücâdele edenin de mürüvveti gider. Meşgaleyi çoğaltanın vücûdu hastalanır. Ahlâkı kötü olanın da dâimâ canı sıkılır ve sıkıntı içinde kalır” Yahyâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâma; “En şiddetli şey nedir?” diye sordu. Îsâ aleyhisselâm; “Allah'ın gadabıdır” dedi. Yahyâ aleyhisselâm; “Allah'ın gadabına yakın olan hangisidir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Senin gadab etmen yâni insanların kızmasıdır” dedi. Yahyâ aleyhisselâm; “Gadabın kaynağı nedir?” diye sordu. Îsâ aleyhisselâm; “Böbürlenmek, bencillik, üstünlük iddiası ve kıskançlıktır” dedi.
Îsâ aleyhisselâm; “Dünyâyı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın. Zirâ dünyâ hazînelerine sâhip olanların, muhtelif afet ve felaketlerle karşılaşmalarından korkulur. Ama, Allahü teâlânın hazînelerine sâhip olanlar için, böyle bir korku bahis mevzuu değildir” demiştir.
Yine Îsâ aleyhisselâm; “Yazıklar olsun o dünyâlık peşinde koşanlara, nasıl olup da o servetlerinden ayrılacaklardır. Halbuki onlar dünyâlığa bağlanmış, ona aldanmışlardır. Onlar ona bel bağlarken, o, onları rezil etmiştir. Yine yazıklar olsun o dünyâya mağrur olanlara, o dünyâ, nasıl onlara hoşlanmadıkları şeyi gösterecektir. Onları sevdiklerinden ayıracak ve mukadder akıbetlerine uğratacaktır. Düşüncesi dünyâlık, işi isyân olan kimseye yazıklar olsun. Nasıl olsa yarın günâhları ile rezil olacaktır” demiştir.
Îsâ aleyhisselâm; “Ateşin yiyemediği şeyi çoğaltın” dedi. Dinleyenler, “Bu nedir?” diye sordular. Îsâ aleyhisselâm; “İkramdır” diye cevap verdi.
“Ey kötü âlimler! Namaz kılar, oruç tutar ve sadaka verirsiniz. Fakat emrettiğinizi yapmaz, yapmadığınızı öğretirsiniz. Ne çirkin hüküm veriyorsunuz. Dil ve sözünüz ile tevbe ederken, nefsinizin istek ve arzularına göre hareket edersiniz. Kalbleriniz isyânla kirlenmiş ve kararmış olduğu hâlde, vücutlarınızı sabunla yıkamak size bir fayda sağlamaz. Size hakîkati söylüyorum; unu çıkarıp da kepeği içinde kalan elek gibi olmayın. Sizin yaptıklarınız böyledir. Ağızlarınızdan hükümleri savurursunuz, gıll-u gış yâni hîle ve gizli düşmanlık içinizde kalır. Ey dünyâ kulları! Rağbet ve şehvetini dünyâdan kesmeyenler, âhıreti nasıl bulabilir? Size hakîkati söylüyorum; kalpleriniz amellerinize ağlar. Çünkü dışınız içinize uymuyor. Dünyâyı dilinize doladınız. Ameli ve âhıreti ise ayağınızın altına aldınız. Size doğru söylüyorum; dünyâlığı mükemmel yapacağız diye, âhıretinizi kaybettiniz. Sizin için dünyâ düzeni âhıret düzeninden daha sevimli oldu. Sizden daha âdî kim olabilir? Bunu bir bilseydiniz. Yazıklar olsun size, ne vakte kadar bu karanlık içinde bocalayacak ve bu şaşkınlık içinde kalacaksınız. Sizin dâvetiniz dünyâlığadır. İstediğiniz şey; dünyâ halkı, sizin için dünyâlıktan feragat etsin ve bütün dünyâ, varlıkları ile size kalsın. Karanlıkta kalan evin damına ışık yakmakla, evin içine bir fayda olur mu? Oradan ışığın gelmesi mümkün mü? Siz de böylesiniz. Ağzınızdan ilim nûrları parlarken, kalbleriniz karanlık içinde kıvranıyor. Ey dünyâya tapanlar, dünyânın bir gün sizi kökünüzden koparıp yüz üstünde sürümesi yakındır. Sonra sizi burnunuzun üzerine sürter, günâhlarınızı boynunuza geçirir. Bir de ilminiz sizi arkanızdan iter, yalın ayak ve çıplak olarak, teker teker Allahü teâlânın huzûruna sevkeder. Orada, kötü amellerinizin cezâsını size çektirir” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Dünyâda alçak gönüllü olanlara müjdeler olsun ki, kıyâmet günü onlar, kürsî sâhipleridir. Dünyâda ara bulup barıştıranlara müjdeler olsun. Çünkü, kıyâmette, Firdevs Cennet’ine onlar vâris olacaktır. Dünyâda kalbini temizleyenlere müjdeler olsun. Çünkü, kıyâmet günü, Allahü teâlânın cemâline onlar bakacaklardır” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Mahsul; dağlarda, sert topraklarda değil, ovada, sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Bunun gibi, hikmet de; kibirlilerin gönüllerinde değil, mütevazı olanların kalblerinde gelişir. Görmez misiniz? Başını tavanlara kaldıranların, başları tavana değer ve yaralanır, başını eğenlere ise tavan gölgelik yapar ve kendini korur” buyurdu.
Rivâyete göre Îsâ aleyhisselâm, cüzzam hastalığından etleri dökülen, kötürüm, gözleri kör, her tarafı perişân bir adam gördü. Adam; “Kullarından çoklarını müptela ettiği dertten beni koruyan Allah'a hamdederim” diyordu. Îsâ aleyhisselâm adama yaklaşarak; “Daha hangi belâ kaldı” diye kendisine sorunca, adam; “Ey Allah'ın peygamberi! Benim kalbime yerleştirdiği marifete sâhip olmayanlardan, ben çok daha iyiyim” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Doğru söylersin, elini ver” dedi. Elinden tutup duâ etti. Bütün hastalıkları geçti. Îsâ aleyhisselâma arkadaş olarak, uzun müddet ibâdetle meşgûl oldu.
Havârîler, Îsâ aleyhisselâma; “Amellerden hâlis olan hangisidir?” diye sorduklarında, Îsâ aleyhisselâm; “Hiç kimsenin övmesini sevip beklemeden, Allah için yapılan ameldir” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Yarını düşünmeyin, eğer ömrünüz var da yarına ulaşacaksanız, rızkınız da beraberinizdedir. Eğer ulaşamayacaksanız, âlemin rızkı için uğraşıp durmayın” demiştir.
Havârîlere buyurdu ki: “Dünyâyı yüzüstü bıraktım. Zirâ benim, ne ölecek bir zevcem, ne de harâb olacak bir evim yoktur.”
Îsâ aleyhisselâm; “Başkaları ile birlikteyken de, yalnızken de Allahü teâlâdan hayâ ediniz!” buyurdu.
“Kim; “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yümît ve hüve hayyün lâ yemût bi-yedihil hayr. Ve hüve alâ külli şeyin kadîr” duâsını yüz defâ okursa, o gün yeryüzünde hiç kimsenin ondan üstün ameli olmaz. Kıyâmet günü de sevâbı, diğer ibâdetlerden çok olur.”
“Her kim; “Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Ehaden sameden lem yelid ve lem yûled ve lem yekûn lehû küfüven ehad” duâsını yüz defâ okursa, milyonlarca sevap verilir ve o kadar günâhı defterinden silinir. Cennet’teki derecesi binlerce kat yükselir. Binlerce melek duâ ederler ve bu duâları okuyanlara mağfiret dilerler.”
“Her kim; “Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yümît ve hüve hayyün lâ yemût bi yedihil hayr. Ve hüve ala külli şey’in kadîr” duâsını yüz defâ okursa, bir Melek o kulun duâsını, Melik, Celil ve Cebbâr olan Allahü teâlâya arzeder. Allahü teâlâ, bunu okuyan kuluna rahmet nazarı ile bakar. Allahü teâlânın rahmet nazarı ile baktığı kimse ise bedbaht olmaz.”

Hıristiyan iken müslüman olanlar:

Hıristiyan olarak doğup yetiştiği hâlde, İslâm dînini inceleyerek seve seve kabûl edenler, uzun uzadıya düşündükten ve İslâmiyeti dikkatle inceledikten sonra müslüman olmuşlardır. Başka dinden oldukları hâlde İslâmiyeti kabûl eden, çeşitli ırk, memleket, kavim, renk ve meslekten pek çok kimse, kendilerine sorulan; “Niçin müslüman oldunuz?” gibi suâllere samîmi olarak cevap vermişlerdir. Böyle müslüman olanlardan 42 zâtın, her biri vesika (belge) olan cevapları, çeşitli kitap ve mecmualardan alınıp tercüme edilerek, “Herkese Lâzım Olan Îmân” kitabının, Müslümanlık ve Hıristiyanlık kısmında neşredilmiştir. Bu kitapta; bu sözlerden alınacak çok dersler olduğu ve bunları okuyanların İslâmiyetin yüceliğini, yegane hak din olduğunu bir kere daha kalblerinde hissedecekleri bildirilmekte, 42 zâtın cevapları uzun uzun zikredilmektedir. Buradan bir kaç zâtın cevapları özetlenerek aşağı alınmıştır:
Bayan Âmina Mosler diyor ki: “Ne için müslüman oldum? Ben oğlumun bana sorduğu bir çok suâllere cevap veremiyordum. O bana; “Anne, Allah niçin üç tane?” diye soruyor, ben kendim de üç Allah'a inanamadığım için, ona inandırıcı bir cevap veremiyordum. Nihâyet 1346 (m.1928) senesinde, yaşı artık oldukça ilerlemiş olan oğlum, bir gün gözleri yaşlı olarak bana geldi; “Anne, ben müslümanlığı tetkik ettim. Onlar bir tek mâbuda (yaratıcıya) inanıyorlar. Onların dîni, en doğru din. Ben de müslüman olmaya karar verdim. Sen de bana katıl!) diye yalvarmaya başladı. Onun ricâsı üzerine ben de İslâm dînini incelemeye başladım. Berlin Câmii'ne gittim. Câmi'nin imâmı bizi çok iyi karşıladı ve bana müslümanlığın esaslarını anlattı. O anlattıkça, sözlerinin ne kadar doğru, ne kadar mantıkî olduğunu görüyordum. Artık ben de, oğlum gibi İslâm dîninin tek doğru bir din olduğuna inanmaya başlamıştım. Her şeyden evvel, daha genç yaşta iken bile, bir türlü anlayamadığım, aklımın bir türlü kabûl etmediği üçlü tanrıyı müslümanlık red ediyordu. Müslümanlığı iyice inceledikten sonra, günâh çıkarmanın, papayı günâh işlemez masum bir varlık olarak tanımanın, vaftiz'in (günah affı) ve buna benzer bir çok merasimin ne kadar mânâsız olduğunu anladım ve bütün bunları red ederek seve seve müslüman oldum.
Bütün ecdadım koyu hıristiyandı. Ben bir katolik manastırında büyütüldüm. Tamamen dîni bir terbiye aldım. Fakat, emîn olunuz ki, aldığım bu dîni terbiye, beni hakîkî Allah'a götürecek dîni seçmeme yardım etti. Çünkü, bu terbiye esnâsında bana öğretilen bütün iyi şeyleri Hıristiyanlıkta değil, müslümanlıkta buldum. Müslümanlığı kabûl etmekliğim benim için büyük bir talih eseridir.
Bugün ben bir büyük anneyim. Torunum müslüman olarak doğduğundan dolayı bahtiyârım. Biliyorum ki, Allahü teâlâ, doğru yola koyduklarına dâimâ yardım eder.
Amerikalı, Muhammed Alexander Russel Webb diyor ki: “Bana, ahâlisinin pek çoğu hıristiyan olan Amerika'da doğan, büyüyünceye kadar mütemadiyen hıristiyan papazların yaptıkları vâzları, daha doğrusu saçmaları dinleyen benim gibi bir insanın, niçin dînini değiştirerek müslüman olduğunu soranlar çok oldu. Ben de onlara; müslümanlığı niçin hayat rehberi olarak seçtiğimi kısaca şöyle anlattım: Müslüman oldum! Çünkü, yaptığım incelemeler, araştırmalar, insanların rûhî ihtiyaçlarının ancak müslümanlığın koyduğu sağlam esaslarla te’min edileceğini gösterdi. Ben daha çocukken bile, hıristiyanlığa bir türlü iki elle sarılamamıştım. Yirmi yaşıma geldiğim ve artık reşit olduğum zaman, kilisenin her şeyi günâh sayan, garib (mistik) ve can sıkıcı terbiyesine tamâmen isyân etmiştim. Yavaş yavaş kiliseden ayrıldım ve bir daha ona dönmedim. Benim, araştırıcı ve inceleyici bir ahlâkım (karakterim) vardı. Her şeyin sebebini ve maksadını arıyordum. Bunlar için mantıkî cevaplar bekliyordum. Halbuki râhiplerin ve diğer hıristiyan din adamlarının bana verdiği cevaplar, beni tatmin etmiyordu. Onlar çok kereler suâllerime tatmin edici cevaplar verecekleri yerde; “Bunları biz anlayamayız. Bunlar ilâhî sırlardır” diyorlar veya; “Bunu bizim aklımız kavramaz” gibi kaçamaklı bir cevap veriyorlardı. Bunun üzerine, bir yandan şark dinlerini, öbür taraftan meşhûr filozofların eserlerini incelemeye karar verdim.
Filozoflardan; Mill, Locke, Kant, Hegel, Fichte, Huxley ve diğerlerinin eserlerini okudum. Bu filozofların eserlerinde, hep protoplazmadan, atomlardan, moleküllerden, taneciklerden bahsolunuyor, fakat (insanın rûhu ne oluyor, öldükten sonra nereye gidiyor, bu dünyâda rûh nasıl terbiye ediliyor) hakkında bir fikir bulunmuyordu.
Halbuki İslâm dîni, insanın bedeni yanında, rûhu ile de meşgûl oluyor, bu husûslarda bizi aydınlatıyordu. İşte bunun içindir ki, ben, ne yolumu şaşırdığımdan, ne de hıristiyanlara kızdığımdan veya âni bir karara kapıldığımdan dolayı değil, tam aksine, İslâmiyeti inceden inceye araştırdıktan, büyüklüğünü, ulvîyetini, ciddiyetini, mükemmelliğini iyice anladıktan sonra müslüman oldum. İslâm'da esas; tek Allah'a inanmak, O'na kendini teslim etmek ve O'na ibâdet ederek lütûflarına şükür etmektir. İslâm, bütün insanlara kardeşliği, iyiliği, sevgiyi emreder. Onlardan rûh, beden, dil ve amel (iş) temizliği ister. İslâm dîni, şimdiye kadar insanların bildiği dinlerin muhakkak en mükemmeli, en üstünü ve sonuncusudur.
Amerikalı Selahaddîn Board diyor ki: 1338 (m. 1920) senesinde bir doktoru ziyâret için muayenehanesine gittiğim zaman, bekleme odasında, Londra'da çıkan “Ornient Review” ve “African Times” mecmualarını görmüştüm. Bu mecmuayı karıştırırken, okuduğum; “Ancak bir tek Allah vardır” cümlesi, benim üzerimde çok derin bir tesir yaptı. Çünkü hıristiyanlık dîninde, tam üç tane tanrı vardı ve aklımız yatmadığı hâlde, buna inanmak mecbûriyetindeydik. Bu, “Yalnız bir tek Allah vardır” ibaresi, bu târihten îtibâren aklımdan çıkmaz oldu. Bu kutsî ve ulvî îtikâd, müslümanların kalblerinde taşıdıkları, paha biçilmez bir hazînedir.
Artık İslâmiyete alâkam arttı. Bir müddet sonra müslüman olmaya karar vermiştim. Müslüman olduktan sonra, Selahaddîn ismini aldım. Müslümanlığın en doğru din olduğuna inanıyordum. Zirâ müslümanlık, Allahü teâlânın hiç bir ortağı olmadığını ve bir günâhın ancak Allah tarafından atfedilebileceğini esas olarak kabûl etmektedir. Bu îmân, tabîat kanunlarına ne kadar uygundur! Tarlada, çiftlikte, köyde, şehirde, okulda, hükümette, devlette kısaca her yerde, bir tek baş vardır. İkilik dâimâ ayrılığa sebep olmuştur...
Avusturyalı bayan Cecilla Cannolly diyor ki: “Niçin müslüman oldum? Size çok samîmi olarak söyleyebilirim ki, ben farkına varmadan müslüman olmuştum. Çünkü daha genç yaşta iken, bağlı olduğum hıristiyan dînine karşı zerre kadar itimadım kalmamış, hıristiyanlıktan soğumaya başlamıştım. Ben dinde bir çok şeyleri bilmek ve anlamak istiyordum. Bana öğretilmeye çalışılan dogma (yani îtikâd) ları, öyle körü körüne kabûl etmek taraftarı değildim. Neden üç tanrımız vardı? Neden dünyâya hepimiz günâhkâr olarak gelmiştik ve keffâret vermeye mecbûrduk? Neden ancak râhip vâsıtası ile Allah'a yalvarıyorduk? Sonra bize gösterilen türlü türlü işâretlerin, anlatılan türlü türlü mûcizelerin ne mânâsı vardı? Ben bunları ders veren râhiplere sorduğum zaman, onlar kızıyor; “Kilisenin sana öğrettiği şeylerin aslını sen soramazsın. Bunlar gizlidir. Sen yalnız inanmakla mükellefsin” diyorlardı, ama buna da benim aklım ermiyordu. İnsan, anlamadığı, aslını bilmediği bir şeye nasıl inanır? Fakat, o zamanlar ben, düşüncelerimi açıktan açığa söylemeye cesâret edemiyordum. Ben emînim ki, kendilerini hıristiyan sayan pek çok insan, tıpkı bizim gibi düşünmekte ve kendilerine verilen dîni bilgilerin çoğuna inanmamakta, fakat bunu açıklamaktan korkmaktadırlar.
Nihâyet daha yaşlanınca, bana üç tanrıya tapmağı emreden hıristiyan kilisesinden uzaklaşarak, tek bir Allah'a ibâdet etmeyi öğreten başka bir din var mıdır, diye aramaya başladım. Çünkü bütün vicdanım; mânevîyatım, ancak bir tek Allah'ın mevcût olabileceğini bildiriyordu. Sonra etrâfıma bakınca, papazların bize öğretmeye kalktıkları o anlaşılmaz mûcizelerin, kerâmetlerin, o azîzlerin başlarından geçtiğini söyledikleri garib hikayelerin ne kadar mânâsız olduğunu hâdiseler bana gösteriyordu. Çünkü hakîkî mûcize bu dünyâ idi. Dünyâdaki her şey; insanlar, hayvanlar, ormanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, çiçekler, bunları bir büyük hâlıkın (yaratıcının) yarattığını göstermiyor muydu. Yeni doğan bir bebek, bir mûcize değil miydi? Halbuki kilise, her yeni doğanın günâhla örtülü bir zavallı olduğunu telkîne çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı. Bu yalandı. Her doğan çocuk, Allahü teâlânın günâhsız bir kulu, bir mahlûku idi. Bir mûcize idi ve ben ancak tek Allah'a, O'nun yarattığı mûcizelere inanıyordum.
Dünyâda hiç bir şey günâhla dolu, kirli ve çirkin değildi. Ben böyle düşünürken, bir gün kızım İslâmiyet hakkında yazılmış bir kitap getirdi. Ana kız oturup, bu kitabı büyük bir dikkat ile okuduk. Aman Allah'ım! Bu kitap tam bizim düşündüklerimiz gibi söylüyordu. İslâmiyet ancak bir tek Allah'ın bulunduğunu bildiriyor, insanların masum varlıklar olarak dünyâya geldiğine inanıyordu. Ben o zamana kadar İslâmiyet hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Mektepte İslâmiyet bir alay mevzuu idi. Bize bu dînin yapma (uydurma), saçma ve uyuşturucu olduğu, müslümanların doğru Cehennem’e gidecekleri söylenirdi. Fakat bu kitabı okuduktan sonra, beni bir düşünce aldı. İslâmiyet hakkında biraz daha bilgi sâhibi olmak için, bulunduğum şehirde müslümanları aradım. Bulduğum müslümanlar, benim gözümü açtılar. Sorduğum suâllere o kadar mantıkî cevaplar verdiler ki, artık bu dînin bizim papazların dediği gibi uydurma bir din değil, Allahü teâlânın hakîkî dîni olduğuna inanmaya başladım. Kızımla beraber İslâmiyet hakkında yazılı daha bir çok eserleri de okuduktan sonra, onun ulvîyetine ve doğruluğuna tamamı ile inanarak, ikimiz birlikte müslüman olduk. Ben “Reşîde”, kızım da “Mahmûde” isimlerini aldık.
İslâmiyette en çok beğendiğim şey, duâlardır. Çünkü, hıristiyanlarda duâlar, Allahü teâlâdan hazret-i Îsâ vâsıtasıyla, servet, mevki, îtibâr vesâir dünyâ varlıklarını istemek için yapılır. Halbuki müslümanlar duâ ederken, cenâb-ı Hakka şükranlarını arz ederler ve bilirler ki, onlar dinlerine ve Allahü teâlânın emirlerine riâyet ettikleri müddetçe, cenâb-ı Hak, onlara muhtâç oldukları her şeyi, onlar istemeden verecektir.
İngiliz bayan Maviş B. Joly diyor ki: Ben İngiltere'de hıristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bu gün elimizde bulunan İncîl’de yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gittiğim zaman, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve muhteşem elbiseler giymiş râhipler, üzerimde büyük bir tesir yapıyordu. Manasını hiç anlayamadığım duâlar okunurken, bunların ahengi beni ürpertiyordu. Sanırım ki, bu çocukluk zamanımda, ben koyu bir hıristiyandım. Fakat, zaman geçtikçe ve benim tahsil derecem yükseldikçe, kafamda bâzı suâller hâsıl olmaya başladı. O zamana kadar tamâmen inandığım hıristiyanlık dîninde bâzı noksanları bulmaya başladım. Gün geçtikçe içimdeki şüphelerin arttığını görüyordum. Yavaş yavaş dinden çözülmeye başladım. Artık hiç bir şeye inanmıyordum. Kilisenin çocukken beni kendisine hayran eden o muhteşem manzarası, bir hayâl gibi gözümün önünden uçup gitmişti. Mektepten çıktığım zaman, tam mânâsı ile bir dinsiz (ateist) olmuştum. Fakat, bir müddet sonra, farkına vardım ki, hiç bir şeye inanmamak, insanın rûhunda derin bir yeis, zafiyet, boşluk bırakmaktadır. İnsanın muhakkak bir dayanağa ihtiyâcı vardır. İşte bunun için hıristiyanlıktan tamâmen soğuyan ben, şimdi başka dinleri tetkik etmeye başladım.
Evvela budistliği ele aldım. Onların “Sekiz Yol” adını verdikleri esasları iyice tetkik ettim. Bu “Sekiz Yol”da çok derin felsefe ve çok güzel nasîhatler vardı. Ama, insana ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için lüzumlu bilgileri veriyordu.
Bu sefer mecûsîliği tetkike başladım. Ben üç tanrıdan kaçarken, bu dinde karşıma bir çok tanrı çıktığını gördüm. Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsaneler, hurafelerle doldurulmuştu ki, böyle bir dîni kabûl etmeye imkân yoktu.
Bundan sonra yahudiliği incelemeye başladım. Yahudilik, benim için yeni bir din sayılmazdı. Çünkü, İncîl’in Ahd-i Atîk denilen eski kısmı, tamâmen yahudilerin Tevrât'ından alınmıştı. Fakat yahudilik de beni tatmin edemedi. Evet, yahudiler tek Allah'a inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fakat ondan sonra her şeyi inkâr ediyorlar ve yahudi dîni, bir rehber olacak yerde türlü karışık ibâdet şekilleri ile dolu bir merasim hâline giriyordu.
Dostlarımdan biri, bana, ispiritizme ile meşgûl olmamı tavsiye etti. “Rûhlarla konuşmak, din yerine geçer!” diyordu. Bu beni hiç tatmin etmedi. Çünkü, ispiritizmenin insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibâret olduğunu, rûhunu hiç bir zaman besleyemeyeceğini pek çabuk anlamıştım.
Bu arada ikinci cihân harbi sona ermişti. Ben bir ofiste çalışmaya başladım. Fakat, hâlâ rûhum bir din arıyordu. Bir gün, bir gazetede bir îlân gördüm. Hazret-i Îsâ'nın ulûhiyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden adamların iştirak edebileceği yazılıydı.
Bu konferansı çok merâk ettim. Çünkü, orada hazret-i Îsâ'nın Allah'ın oğlu olup olmadığı münâkâşa edilecekti. Konferansa katıldım ve orada bir müslümanla tanıştım. Bu müslüman, kendisine sorduğum suâllere o kadar güzel, o kadar mantıkî cevaplar verdi ki, o zamana kadar hiç aklıma gelmediği hâlde, İslâmiyet ile meşgûl olmaya karar verdim. Müslümanların kutsî kitabı olan Kur'ân'ı okumaya başladım. Bu kitapta telkin edilen düşüncelerin, 20. asırdaki bir çok tanınmış devlet adamlarının düşüncelerinden çok daha yüksek olduğunu, büyük bir hayret ve takdir ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyleyemezdi. Onun için, vakti ile bize öğrettikleri gibi, “İslâm dîni yalandır. Kur'ân uydurma bir kitaptır” sözüne artık inanmıyorum. Kur'ân-ı kerîm uydurma bir kitap olamazdı. Bu kadar mükemmel sözleri ancak insan üstü bir varlık söyleyebilirdi.
Ben hâlâ tereddüt ediyordum. İslâmiyeti kabûl etmiş ingiliz kadınları ile görüştüm. Onlardan yardım istedim. Bana kitaplar tavsiye ettiler. Bu kitaplar arasında hazret-i Muhammed(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ile hazret-i Îsâ'yı mukayese eden “Mohammed and Christ” adlı kitapla, İslâm dînini izâh eden “The Religion of İslâm” adlı eserler vardı. “Hıristiyanlığın Kaynakları-The Sources of Christianity” isminde diğer bir kitapta ise, hıristiyanlıkta bulunan bir çok ibâdetlerin, ibtidâî insanların ibâdet usûllerinden alındığı ve hakîkatte şimdiki hıristiyanlığın bir “puta tapmak” dîni olduğu çok açık bir tarzda anlatılıyordu.
Kur'ân-ı kerîm insana yavaş yavaş tesir ve nüfûz eden bir kitap idi. Kur'ân'ı iyi anlamak ve ona bağlanmak için, onu bir çok defâlar okumak lâzımdır. Ben de, okudukça bu mukaddes kitaba bağlandım. O kadar ki, her gece, onu okumadan uyuyamıyordum. Benim üzerimde en büyük tesir yapan husûs, Kur'ân'ın insanlara mükemmel bir rehber oluşuydu. Kur'ân’da bir insanın anlayamayacağı tek şey yoktu. Müslümanlar, peygamberlerini, kendileri gibi bir insan olarak kabûl ediyorlardı. Müslümanlarca, peygamberlerin diğer insanlardan farkı, bunların çok yüksek akıl ve ahlâk sâhibi, günâhsız ve kusursuz olmaları idi. Yoksa, onların ulûhiyet (ilah olmak ile) irtibatları, alakaları yoktu. İslâm, hazret-i Muhammed'den sonra artık hiç bir peygamber gelmeyeceğini söylüyordu. Ben; “Niçin başka bir peygamber gelmeyecek?” diye sordum. O zaman, müslüman refikim, bana bu husûsu şöyle izâh etti: “Kur'ân-ı kerîm, bir insana lâzım olan bütün iyi ahlâkı, dîni esasları, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yolu, dünyâda ve âhırette huzûr ve selâmete vasıl olmak için lâzım olan husûsları insanlara öğretmektedir. Artık insanların başka bir rehbere, başka bir peygambere ihtiyaçları kalmamıştır.”
Bu sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki, aradan ondört asır geçtiği hâlde, Kur'ân-ı kerîmin esasları hiç değişmeden bu günkü hayat tarzına ve bu günkü ilim seviyesine tamâmen uymaktadır. Fakat ben hâlâ bir şeyi merâk ediyordum. Aradan 14 asır geçmişti. Biz şimdi 1954 senesinde bulunuyorduk. Acabâ 571 senesinde doğmuş olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği İslâmiyetin içinde, bu günkü şartlara uymayan tek bir nokta yok muydu? Ben büyük bir titizlikle İslâmiyette böyle bir nokta bulunup bulunmadığını aramaya başladım. Bu hal, İslâmiyete tamâmen inandığım hâlde ve bu dînin elbette hak olduğu gözümün önünde canlandığı hâlde böyle bir arayış, muhakkak çocukken bize papazlar tarafından İslâmiyetin çok kusurlu, âdî, bâtıl bir din olduğu hakkında yapılan telkinlerden ileri geliyordu.
Evvela poligami (birkaç kadınla evlenme, teaddüt-i zevcât) bahsini buldum. İşte mühim bir husûs buldum diyordum. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile evlenebilirdi? Yukarıda kendisinden bahsettiğim müslüman arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana izâh etti ki, İslâmiyet ilk intişâr ettiği yayıldığı zaman, Arabistan'da her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mes’ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının içtimâî mevkîini ıslâh etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın miktarını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmayı, aralarında adâleti te’min etmeyi, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînat vermeyi emretmişti. Sonra kimsesiz kalan kadınlar, bu sayede bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esir muâmelesi görmüyorlardı. Sonra, bir erkek için dört kadın almak bir emir değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izin idi. Bu şartları yapamayacaklar için, birden fazla evlenmek haramdı. Bunun içindir ki, bir çok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almaya ancak müsamaha ediliyordu.
Halbuki, Amerika'daki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı. Müslüman arkadaşım; “Acabâ İngiltere'de İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?” diye sordu. Yüzüm kızararak îtirâf ettim ki, bu gün garplı erkekler, evlenmeden evvel, hattâ evlendikten sonra, bir çok kadınlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra müslüman arkadaşımın söylediği sözler, meselâ kocasını iş kazalarında, harbde kaybetmiş ve kimsesiz kalmış zavallı bir genç kadının, bir erkeğin himâyesine girme ihtiyâcı beynimde bir ışık parlattı; ikinci cihân harbi bittiği zaman, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zavallı ingiliz kadının feryâdı aklıma geldi. Bu zavallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: “Genç bir kadınım. Kocamı harbde kaybettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyâcım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya râzıyım. Elverir ki, bu yalnızlıktan kurtulayım.”
Bu da gösteriyor ki, İslâm’da teaddüt-i zevcât (poligami) bir ihtiyâcı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir. Bu gün, esasen işsizlikten, fakirlikten, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu İslâm’ın bir kusuru olarak kabûl etmeme imkân kalmamıştı.
Şimdi başka bir kusur daha bulduğumu zannettim. Müslüman arkadaşıma; “Fakat günde beş defâ ibâdet etmek, bu günkü hayat tarzımıza nasıl uyar? Bu kadar ibâdet, fazla gelmez mi?” diye sordum. O gülümseyerek, bana şu suâli sordu: “Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Mûsikîye merâklı mısınız?” “Hem de çok” diye cevap verdim. “Pek âla, her gün ekzersiz yapar mısınız?” “Tabii işten eve gelir gelmez her gün hiç olmazsa iki saat piyona çalarım” diye cevap verdim. Bunun üzerine, müslüman arkadaşım; “Beşi bir arada, nihâyet yarım saat veya 45 dakika sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor? Siz nasıl piyano ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, O'na secde ederek lütûflarına şükretmek azaldıkça, O'na giden yoldan uzaklaşılır. Halbuki, her gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demektir” diye cevap verdi. Ne kadar haklıydı!
Artık müslümanlığı kabûl etmeme bir mâni kalmamıştı. Ben İslâm dînini bütün rûhum, bütün mânevîyatım ile kabûl ettim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışta ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tetkikten, hattâ içinde anlayamadığım yerleri arayıp bunların cevâbını bulduktan ve bu dînin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıktan sonra müslüman olmuştum. Şimdi, müslüman olmakla iftihar ediyorum.
Fransız Dr. Benosit diyor ki: Ben bir doktorum ve koyu katolik bir âileye mensubum. Fakat doktorluğu meslek olarak seçmekliğim ve pozitif, tecrübî, tabiî ilimlerle meşgûl olmaklığım, bende hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret uyandırmıştı. Din husûsunda âile fertlerim ile aynı fikirde değildim. Evet, büyük bir Hâlık (yaratıcı) vardı ve ben de O'na yâni Allahü teâlâya inanıyordum. Fakat hıristiyanlığın, bilhassa katoliklerin bu büyük yaratıcı etrâfında meydana getirdikleri türlü türlü garib varlıklar, oğullar, rûh-ul-kudsler, hazret-i Îsâ'nın Allah'ın oğlu olduğu hakkında akıl almaz uydurmalar ve daha bir takım hurafeler, âyinler, merasimler, beni Allah'a yaklaştırmıyor, aksine O'ndan uzaklaştırıyordu.
Ben bir tek Allah'ın varlığına inandığımdan, hiç bir zaman teslisi (üç tanrıyı) kabûl etmedim ve hazret-i Îsâ'yı hiç bir zaman Allah'ın oğlu olarak tanımadım. Demek oluyor ki, ben daha İslâmiyeti tanımadan evvel, Kelime-i şehâdetin yarısı olan “Lâ ilâhe illallah” kısmını çoktan kabûl etmiştim. İslâm dîni ile meşgûl olmağa başladım ve Kur'ân-ı kerîmde rast geldiğim; “Söyle ki, Allahü teâlâ birdir, bir tek varlıktır, doğmamıştır ve doğurmaz ve O'na benzer hiç bir varlık yoktur” meâlindeki İhlâs sûresini okuduğum zaman; “Aman Allah'ım! Ben işte tamâmen buna inanıyorum” dedim ve içimde büyük bir ferahlık duydum. O hâlde İslâm'ı daha derinden tetkik etmenin çok lüzumlu olduğunu gördüm. İslâm’ı inceledikçe hayretler içinde kaldım. İslâmiyet, din adamlarını, hattâ peygamberleri (aleyhimüssalevat) bizim gibi insanlar olarak kabûl ediyor, onlara Allah'lık vasfını vermiyordu. Hele bir papanın günâhları affedebileceğini aslâ kabûl etmiyordu. İslâm dîninde hiç bir hurafe, akla uymayan bir kısım, anlaşılmayan bir bahis yoktu. İslâm dîni, tam benim istediğim gibi, gerçek, hak bir dindi. Katolikler gibi insanların günâhkâr olarak dünyâya geldiklerini kabûl etmiyordu. İnsanlara, rûh ve beden temizliği emrediyordu. Tıbbın esâs kâidesi olan temizlik, İslâm dîninde, Allahü teâlânın bir emriydi. İbâdete temiz olarak gelmeyi emrediyordu ki, başka hiç bir dinde buna rastlamamıştım.
Hıristiyanlıkta, hıristiyan dînine girerken papazın, Îsâ'nın şahsiyetine güyâ karışabilmek için onun eti diye verdiği ekmeği yemek, kanı diye verdiği şarabı içmek gibi âdetlerin en kaba, puta tapan ibtidâî insanların bir âdeti olduğunu görüyor ve bunlardan nefret ediyordum. Benim pozitif ilimlerle inkişâf eden kafam, böyle çocukça ve hakîkî bir dîne yakışmayan saçma merasimleri şiddet ile red ediyordu. Diğer taraftan, İslâm’da bunların hiç biri yoktu, İslâmiyette yalnız hakîkat, sevgi ve temizlik vardı.
Artık kararımı vermiştim. Müslüman dostlarıma gittim ve müslüman olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordum. Bana, Kelime-i şehâdet söylemesini ve mânâsını öğrettiler. Ben yukarda da söylediğim gibi bunun yarısını yâni “Bir tek Allah vardır" kısmını müslüman olmadan evvel kabûl etmiştim. Geri kalan “Muhammed aleyhisselâm O'nun resûlüdür” kısmını da kabûl etmek hiç güç olmadı. Artık İslâm hakkında neşrolunmuş ciddî eserleri incelemeye başladım. Bunları okuduğum zaman, Kur'ân-ı kerîmin ne muazzam bir eser olduğunu hayret ve takdir ile gördüm. Bundan 14 asır önce indirilmiş bu Allah kitabında yazılı olanlar, bu günkü ilmî ve fennî araştırmaların netîcelerine tamamıyla uymaktadır. Hem ilim ve fen ve hem de içtimaî faaliyetler bakımından, Kur'ân-ı kerîm, yalnız bu günün değil, aynı zamanda yarının da kitabıdır.
Ali Selmân ismini aldım. Dinimi çok seviyorum. Çok bahtiyârım.
Malayalı İbrâhim Voo diyor ki: Ben müslüman olmadan evvel katoliktim. Misyonerler beni katolik yapmıştı. Fakat, bu dîne bir türlü ısınamıyordum. Çünkü, râhipler, üç Allah'a inanmamı istiyorlar ve sonra kutsî komünyonu (hazret-i Îsâ'nın etinin ekmek ve kanının şarap olduğunu temsil eden âyini) ve kutsî ekmeğe tapmak mecbûriyetini emrediyorlardı. Papanın, Allah gibi günâhsız olduğunu ve o ne derse yapmak icâb ettiğini ve buna benzer aklın kabûl etmediği bir çok şeyleri öğretiyorlar, bunlara inanılmazsa, insanın mahv ve perişân olacağını söylüyorlardı. Râhiplerden, söyledikleri şeylerin ne demek olduğunu soruyor, onlardan aklımın kabûl edeceği bir izâh bekliyordum. Fakat hiç biri, bu husûsta tafsilat veremiyor; “Bunlar kutsî sırlardır. Kimsenin aklı ermez” demekle yetiniyorlardı. Evet, bir insan aklı ermediği bir şeyi nasıl kabûl ederdi?
Ben yavaş yavaş bu işte bir sakatlık olduğunu, hıristiyanlığın doğru bir din olmadığını düşünüyor ve ondan büsbütün nefret ediyordum. Hele râhiplere başka bir dinden, meselâ İslâmiyetten bahsedilse, hemen ifrit kesiliyorlar; “Yalnız Îsâ peygamberdir. Muhammed bir yalancıdır. İslâm uydurma bir dindir” diye barbar bağırıyorlardı. “Peki, bu din niçin yalancı bir dindir?” diye sorduğum zaman, buna da bir cevap veremiyorlar, kekeliyorlardı. Onların bu hâli, beni İslâm dînini yakından tetkik etmeye sevketti. Malaya'da bulunan müslümanlarla irtibat kurdum. Onlardan dinleri hakkında bilgi talep eyledim. Bunlar râhiplere hiç benzemiyordu. Bana İslâmiyet hakkında çok güzel malûmat verdiler.
Şunu da sözlerime ilave edeyim ki, başlangıçta kendileri ile adamakıllı münâkâşa ettim. Fakat onlar, benim bütün suâllerime o kadar inandırıcı cevaplar verdiler, bunları o kadar metanet ile ve sabırla karşıladılar ki, yavaş yavaş gözümün önünde bir perde açıldığını, içime büyük bir huzûr ve ferahlık geldiğini hissediyordum. Bir çok hurafelerle dolu olan Hıristiyanlığın tam aksine, bu dinde her şey akla uygun, mantıkî ve normaldi. Müslümanlar tek bir Hâlıka (yaratıcıya) inanıyorlardı. Bu büyük yaratıcı, insanların günâhkâr olduğunu söylemiyor, onlara nîmetini bol bol ihsân ediyordu. Verdiği emirler arasında, benim anlamadığım tek şey yoktu. İbâdetleri, sırf Allahü teâlâya hamd etmek içindi. Onlar muhtelif resimlere, işâretlere tapmıyorlardı. Kutsî kitapları olan Kur'ân-ı kerîmin her sözünü anlıyor, bunları rûhumda duyuyordum. İbâdet için muhakkak bir mabede gitmek mecbûriyeti yoktu. İnsan, evinde yahut her hangi bir yerde ibâdet edebilirdi. Bütün bunlar, o kadar güzel, doğru ve insanî şeylerdi ki, ben artık hakîkî Allah dîninin, müslümanlık olduğunu kabûl ettim ve seve seve müslüman oldum.
İlk defâ olarak, iki cezvit papazı, Çinlileri hıristiyanlığa inandırmak için, Kanton şehrine gelmişti. (Cezvit, 918 (m. 1512) senesinde papazların teşkil ettiği bir misyoner cemiyetidir.) Kanton valisinden hıristiyan dîni hakkında vâz vermek için müsâde istediler. Vali bunlara ehemmiyet vermedi ise de, cezvitler onu her gün gelip rahatsız ettiklerinden, nihâyet; “Ben bu mes’ele için Çin fağfurundan (sultânından) izin almaya mecbûrum. Kendisine haber vereceğim” dedi ve mes’eleyi Çin fağfuruna bildirdi. Gelen cevapta; “Bunları bana gönder. Ne istediklerini anlayayım” denilmekte olduğundan, cezvitler, Çin'in merkezi olan Pekin'e yolladı. Bu mes’eleden haber almış olan Budist râhipler, fenâ hâlde telâşa düştüler ve; “Bu adamları, hıristiyanlık adı altında zuhûr eden yeni bir dîni, bizim ahâliye telkîn etmeye çalışıyorlar. Bunlar, kutsî Buda'yı tanımıyorlar. Halkımızı yanlış bir yola sokacaklardır. Lütfen onları buradan kovun!” diye fağfura yalvardılar.
Fağfur; “Evvela ne söylediklerini bir anlayalım, ondan sonra, bu husûsta karar veririz” dedi. Memleketin sayılı devlet ve din adamlarından müteşekkil bir meclis tertip etti. Cezvitleri bu meclise dâvet ederek; “Yaymak istediğiniz dînin esasları nelerdir? Anlatın” dedi. Bunun üzerine, cezvitler şöyle anlattılar: “Semâyı ve arzı yaratan Allah birdir. Fakat, aynı zamanda üçtür. Allah'ın biricik oğlu ve rûh-ul-kuds de birer Allah’dır. İşte bu Allah, Âdem ve Havvâ'yı yaratıp, Cennet’e koydu. Onlara her türlü nîmeti verdi. Yalnız bir ağaçtan yememelerini emretti. Her nasılsa şeytan, Havvâ'yı aldattı. Havvâ da Âdem'i yanıltarak, Allah'ın emrine karşı geldiler ve o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine cenâb-ı Hak, onları Cennet’ten çıkardı ve dünyâya gönderdi. Burada, onların çocukları ve torunları zuhûr etti. Fakat bütün bunlar, büyük babalarının işlediği günâh ile kirlenmiştir. Hepsi günâhkârdır. Bu hâl, tam 6000 sene devam etti. Nihâyet cenâb-ı Hak, insanlara acıdı ve onların günâhını affettirmek için, kendi öz oğlunu onlara göndermekten ve bu biricik oğlunu, günâh kefâreti için, kurban etmekten başka çâre bulamadı. İşte, bizim inandığımız peygamber, Allah'ın oğlu olan Îsâ'dır. Arabistan'ın garbında Filistin denilen bir nahiye (bölge) ve orada Kudüs denilen bir şehir vardı. Kudüs'de Celîle denilen bir yer, Celîle'nin de Nâsıra isminde bir köyü vardır. İşte bu köyde, bundan bin sene önce Meryem isminde bir kız bulunuyordu. Bu kız Yûsuf ismindeki bir marangoz ile nişânlanmış ise de, henüz bâkire idi. Bu kız bir gün tenhâ bir yerde bulunurken, rûh-ül-kuds gelip, ona Allah'ın oğlunu ilkâ etti (koydu). Yâni, kız bâkire iken hâmile oldu. Bundan sonra nişânlısı ile Kudüs'e giderlerken Beyt-i Lahm'da, bir ahır içinde çocuğu oldu. Allah'ın oğlunu ahırdaki yemlik içine koydular. Şarkta bulunan râhipler, onun doğduğunu, gökte birdenbire yeniden peydâ olan bir yıldızdan öğrenerek hediyelerle onu aramaya çıktılar ve nihâyet bu ahırda buldular. Ona secde ettiler. Îsâ denilen Allah'ın oğlu, 33 yaşına kadar Allah'ın melekûtu üzerine vâz etti. “Ben Allah'ın oğluyum. Bana inanın, sizi kurtarmaya geldim” dedi ve ölüleri diriltmek, âmâları tekrar basir (gören) yapmak, topalları yürütmek, cüzzamlıları tedavi etmek, denizde fırtınaları durdurmak, iki balıkla onbin kişiyi doyurmak, suyu şarap yapmak, kışın meyve vermediği için, bir incir ağacını bir işâret ile kurutmak gibi ve daha bir çok mûcizeler gösterdiyse de, çok az insan ona îmân etti (inandı). Nihâyet hâin yahudiler, onu Romalılara şikayet ettiler ve haça gerilmesine sebep oldular. Lâkin, Îsâ hacda öldükten üç gün sonra, tekrar dirilerek, ona inananlara göründü. Bundan sonra semâya çıkıp, babasının sağ tarafına oturdu. Babası da dünyânın bütün işlerini ona terk etti. Ve kendisi geri çekildi. İşte, bizim vâz edeceğimiz dînin esası budur. Buna inananlar, öteki dünyâda Cennet’e; inanmayanlar ise, Cehennem’e gideceklerdir.”
Onların bu sözlerini dinleyen Çin Fağfuru, papazlara; “Ben sizden bâzı şeyleri suâl edeceğim. Bunlara cevap verin” dedi ve sormaya başladı: “İlk suâlim şudur: Siz, Allah hem bir, hem de üçtür diyorsunuz. Bu, iki iki daha beş eder gibi mânâsız bir laftır. Bu işin aslını bana izâh edin!” Papazlar cevap veremedi. “Bu Allah'ın bir sırrıdır. İnsanların aklı buna ermez” dediler. Fağfur; “İkinci suâlim şudur: Yeri, göğü ve bütün âlemi yaratan çok kudretli Allah, kullarından birinin işlediği günâh için onu, bu işten haberi bile olmayan bütün sülalesini nasıl günâhkâr sayar? Bunların affı için nasıl olur da, kendi öz oğlunu kurban etmekten başka çâre bulamaz? Bu, onun büyüklüğüne yakışır mı? Buna ne dersiniz?” dedi. Papazlar yine cevap veremedi; “Bu da, Allah'ın bir sırrıdır” dediler. Fağfur; “Üçüncü suâlim de şudur: Îsâ, bir incir ağacından mevsimsiz meyve istemiş, ağaç vermeyince onu kurutmuş. Mevsimi olmadan meyve vermek, bir ağacın yapamayacağı bir şeydir. Böyle olduğu hâlde, Îsâ'nın buna kızıp ağacı kurutması, bir zulüm değil midir? Bir peygamber, zâlim olur mu?” dedi. Papazlar, buna da cevap veremedi. “Bu işler mânevî işlerdir. Allah'ın sırlarıdır. İnsanların akılları bunlara ermez” dediler. Bunun üzerine, Çin Fağfuru; “Ben size izin ve müsâde veriyorum. Gidiniz, Çin'in, istediğiniz yerinde vâz veriniz” diye onlara müsâde etti. Onlar, fağfurun huzûrundan çıktıktan sonra, fağfur, mecliste bulunanlara dönüp; “Ben, Çin'de böyle saçmalıklara inanacak bir ahmak bulunacağını zannetmiyorum. Onun için bu adamların, bu hurafeleri vâz etmelerinde hiç bir mahzur görmedim. Ben emînim ki, bunları dinleyen vatandaşlarımız, dünyâda ne ahmak kavimler bulunduğunu görerek, kendi dinlerinin kıymetini daha iyi anlayacaklardır” dedi.
Ehl-i kitâbın (yahudi ve nasârânın) doğru yoldan ayrıldıklarını ve belli başlı özelliklerini Necmeddîn-i Gazzi, Hüsn-üt-tenebbüh de maddeler hâlinde anlatmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Küfür: Onların en büyük kabahatleri budur. Bu her iki fırkanın da küfür üzere bulundukları, âyet-i kerîme ve tevatür derecesine ulaşmış Hadîs-i şerîflerle sabittir. İslâm âlimleri de, yahudiler ve hıristiyanların küfrü husûsunda, şüphe edenin îmânının gideceğini bildirmişlerdir.
Allahü teâlânın birliğine inanmadıkları, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâdan bildirdiklerini tasdik etmedikleri yâni Allahü teâlâ katında yegane hak din olan İslâmiyeti kabûl etmedikleri müddetçe küfürden kurtulamazlar. Küfürden kurtulamayınca da, hiç bir faydalı işleri âhırette kendilerini kurtarmaz.
2- Tecsîm ve teşbîh: Aslında bu da birinci maddeye dâhildir. Cismi ilâh ittihâz etmek ve Allahü teâlâyı cisme benzetmek mutlak küfürdür. Zâten “Tecsîm ve teşbîh” de bu demektir. Bu husûsta A’râf sûresinin 148. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki; “Mûsâ (aleyhisselâmTûr-i Sînâ'ya gittikten sonra, İsrâiloğulları ziynet eşyalarından yaptıkları, rûhu (canı) olmayan ceset şeklindeki bir buzağı heykelini ilâh edindiler ki, o cesedin sığır sesi gibi böğürmesi de vardı. Sâmirî'nin aldatıcı sözleriyle İsrâiloğulları onu ilâh edindiler. Onlar, buzağının kendileriyle, konuşamayacağını ve kendilerine hayırlı bir yol gösteremeyeceğini görmediler mi ve bilmediler mi de onu mâbud edindiler ve böylece kendi nefslerine zulmeden zâlimlerden oldular.”
Hâkim-i Tirmizî, Nevadir-ul-usûl kitabında ve İbn-i Cerir, İbn-i Münzîr, İbn-i Ebî Hatim Mücâhid'den (rahmetullahi aleyhim) rivâyet ederek şöyle bildirdiler: Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yahudi gelerek; “Bana Rabbinden haber ver. O hangi şeydendir. İnciden mi, yoksa yâkuttan mıdır?” diye sordu. Bu sırada bir şimşek gelerek o kâfiri yaktı. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “...Allahü teâlâ hakkında mücâdele edip duranlara, Allahü teâlâ yıldırımlar gönderip, kimi dilerse o yıldırımla çarpıp öldürür...” (Ra'd sûresi: 13)
İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir (rahmetullahi aleyhima), Sa'îd bin Cübeyr'den (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet etmişlerdir. Yahudilerden bir cemâat, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; “Allah mahlûkâtı yarattı, peki O'nu kim yarattı?” dediler. Peygamber efendimiz, buna pek çok gadablandı. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm gelerek, O'nu teskin etti ve yahudilerin suâllerine cevap olarak, İhlâs sûresini getirdi. Allahü teâlâ, bu sûrede meâlen buyurdu ki: “Ey Resûlüm! Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu bize açıkla diyenlere) de ki: O Allah’dır, bir tekdir (eşi, ortağı yoktur.) Allahü teâlâ sameddir (zevâl bulmayan bâkidir. Mahlûkun doğrudan doğruya O'na muhtâç olduğu yegane varlıktır). O doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç bir şey de, O'na denk olmamıştır.” (İhlâs sûresi: 1-4)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), İhlâs sûresini onlara okuyunca, onlar bu sefer de; “Bize Rabbini anlat! O'nun şekli, eni, boyu nasıl?” diye sordular. Bu suâl üzerine, Peygamber efendimiz öncekinden daha çok gadablandı. Yine Cebrâil aleyhisselâm gelerek, onların bu suâllerine cevap olarak, En’âm sûresinin 91. âyet-i kerîmesini getirdi. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede de meâlen buyurdu ki: (Yahudiler) Allahü teâlânın kadrini, hakkıyla, O'na lâyık olacak bir sûrette tanıyamadılar...”
3- Allahü teâlâya zulüm, fakirlik ve cimrilik, isnat etmek de yahudilerin küfür olan hâllerindendir. Bu husûsta. Âl-i İmrân sûresinin 181. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki, Allahü teâlâ; hakîkaten Allah fakir, bizler ise zenginleriz” diyen yahudilerin sözünü işitmiştir. Onların o kelâmını ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini (hafaza meleklerine emrederek) yazacağız ve onları ateşe sokup; Tadın yakıcı azâbı diyeceğiz.”
Mâide sûresinin 64. âyet-i kerîmesinde de meâlen; “Bir de yahudiler; Allah'ın eli bağlıdır (cömert değildir) dediler. Bu dedikleri söz sebebiyle, onların elleri hayır yapmak husûsunda bağlandı ve lânetlendiler.
Muhakkak ki, Allahü teâlânın kudret elleri açıktır, dilediği gibi ihsân eder...” buyrulmuştur.
Yahudi ve hıristiyanların kötü ahlâkından birisi de kaderi inkâr ve kader hakkında ileri geri konuşup, münâkâşa etmeleridir.
4- Yahudi ve hıristiyanların bozuk itikatlarından birisi de ircâdır. İrcâ, îmânın, sâdece “Lâ ilâhe illallah” demekten ibâret olduğunu kalb ile tasdik etmek ve âzâlarla amel yapmak lâzım olmadığına inanmak demektir. Yâhud sâdece “Lâ ilâhe illallah” demek ve bilmektir.
5- Sünneti (peygamberlerinin yolunu) azar azar terkedip; dinde bid’atler ortaya çıkarmak. Kutbuddîn İsfehânî (rahmetullahi aleyh) Et-Tergib adlı eserinde, Abdullah ibni Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Ehl-i kitâbın yâni yahudi ve nasâranın ilk terkettiği, peygamberlerinin sünneti olmuştur. Son olarak da namazı terketmişlerdir.
6- Muhabbette ve buğzda aşırılık: Yahudiler, Üzeyir aleyhisselâma karşı sevgide çok ileri gidip; “O, Allahü teâlânın oğludur” dediler. Hazret-i Îsâ'ya da buğz edip haddi aştılar. Ayrıca onun, Üzeyir aleyhisselâmın oğlu olduğunu söylediler.
Hıristiyanlar ise Îsâ aleyhisselâma karşı sevgide çok ileri gidip, onun -haşa- Allahü teâlânın oğlu olduğunu söylediler. Bu husûsta Tevbe sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Yahudiler, Üzeyir (aleyhisselâmAllah'ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da; Mesîh (Îsâ aleyhisselâmAllah'ın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarıyla uydurdukları sözleridir ki, daha önce küfredenlerin (melekler Allah’ın kızlarıdır diyenlerin) sözlerine benzemektedir. Allah onları kahretsin. Haktan bâtıla nasıl çevriliyorlar.”
7- Yahudiler ve hıristiyanlar öldükten sonra dirilmeye, İslâmiyetin bildirdiği şekilde inanmıyorlar.
8- Kendi görüşlerine tâbi olup, yalnız onu beğenmeleri: İmâm-ı Mücâhid (rahmetullahi aleyh); Yahudi ve hıristiyanlar, Allahü teâlâ tarafından kendilerine gönderilen ilâhî kitabı değiştirdiler buyurdu.
Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); Onlar, Allahü teâlânın kitabını aralarında parçaladılar, onu tahrif ederek, değiştirdiler buyurdu.
9- Allahü teâlâyı sevdiklerini iddia ediyorlar, bir taraftan da günâh, isyân ve taşkınlık içinde bulunuyorlardı: Mâide sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi; “Yahudiler ve hıristiyanlar; “Biz Allahü teâlânın oğulları, sevgilileriyiz dediler...” Yine bu âyet-i kerîmede onlara cevap olarak; “...Hayır, bilakis siz, O'nun yarattığından (mahlukundan) bir beşersiniz...” buyruldu.
Yine bu husûsta, Âl-i İmrân sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever.”
10- Onlar, Allahü teâlânın, kendilerini sevdiğini, O'nun evliyâsı olduklarını, ebedî hayatın, Cennet’in kendileri için hazırlandığını iddia ederler; fakat, Evliyânın ve Cennet ehlinin yolunda bulunmazlar.
Bu husûsta Cumâ sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: (Ey Resûlüm) de ki: Ey yahudiler! Eğer siz, bütün insanları bir tarafa bırakarak, Allahü teâlânın dostları, hakîkaten yalnız kendiniz olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bu iddiânızda da sâdık iseniz, haydi hemen ölümü temenni edin (Allahü teâlânın, dostları için hazırladığı iyilik yurduna sizi nakletmesini hemen isteyin). Bundan sonraki âyet-i kerîmede ise, onların ölümü kat’îyyen istemedikleri bildirilmektedir. Âyet-i kerîmelerde, onların, Allahü teâlâ ile karşılaşmaya yüzlerinin olmadığına işâret vardır. Çünkü, velî yâni Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kul, O'nun emirlerine dâimâ eksiksiz uymaktadır. Devamlı bu hâl üzere bulunduğu için O'na kavuşmayı istemektedir.
Allahü teâlânın emirlerine isyân ve muhâlefet üzere olan kimse, sözde, Allahü teâlânın velîsi olduğunu iddia etse de, O'na kavuşmaya yüzü olmaz. Dolayısıyla ölümü istemez.
11- Hatalarından biri de, insanları saptırmak, hak dinden vaz geçirmek, onlardan küfür ve fısk meydana gelmesine sebep olmaktır. Nitekim, Mâide sûresinin 77. âyet-i kerîmesinde, onların, hem kendileri sapmış, hem de bir çoğunu saptırmış oldukları bildirilmektedir.
Yine bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 99. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey ehl-i kitap! Kendiniz İslâmın hak din olduğunu bildiğiniz hâlde, neden îmân edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz. Muhakkak ki, Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.”
12- Küfrü icâb ettiren hâllerinden biri de, namaz, ezân gibi ibâdetler ile alay etmeleridir. Âyet-i kerîmede mü’minlere, onlarla dost olmamaları emredilmiş, onlar bildirilirken de bu vasıfları ile tanıtılmıştır. Rivâyete göre, namaz vakti geldiğinde, müezzin namaza dâvet edince, mü’minler namaza kalkarlardı. Yahudiler ise; “İşte namaza kalktılar. Bir daha kalkamasınlar. Namaz kıldılar, bir daha kılamasınlar...” gibi, küstahça lâflar ederlerdi. Bunun üzerine, Mâide sûresinin 57. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Ne sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden dîninizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minler iseniz Allahü teâlâdan korkun.”
13- Ehl-i kitap yâni yahudi ve hıristiyanlar, kendilerine indirilmiş olan ilâhî kitapları tahrif etmişler, değiştirmişler, Allahü teâlâya iftirâ etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmde bunlar hakkında meâlen buyruluyor ki: “Ey mü’minler! Yahudilerin size inanacaklarını umar mısınız? Halbuki, onlardan bir zümre vardır ki, Allah'ın kelâmını (Tevrât'ı) dinlerler ve duyarlardı da, hakkı anladıktan sonra, onu bile bile değiştirirlerdi.” (Bakara sûresi: 75) “Artık kendi elleriyle Tevrât'ı, (yalan yanlış) yazıp da, sonra onu az bir baha (karşılık) ile satabilmek için; Bu, Allah katındandır diyenlerin vay hâline! Ellerinin yazdıklarından başlarına geleceklere! Kazanmakta oldukları günâhlar yüzünden yazıklar olsun onlara.” (Bakara sûresi: 79)
14- Nimete nankörlük ve inkâr etmek de ehl-i kitâbın bozuk ahlâkı arasında yer alır. Bu sebeple, Allahü teâlâ kendilerine ihsân olunan nîmetleri hatırlayıp, zikretmelerini emretmektedir. Bu husûsta Bakara sûresinin 47 ve 122. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Ey İsrâiloğulları! Sizlere ihsân ettiğim nîmetimi ve atalarınızı vaktiyle âlemdeki ümmetlerin üzerine mümtâz, üstün kıldığımı hatırlayın.”
15- Kendilerinde bulunan ilmi, bildikleri bir şeyi bile bile, kasdî olarak gizlemek de onların kötü ahlâkındandır. Nitekim, kendilerine gönderilmiş olan kitaplarda, peygamberimiz Muhammedaleyhisselâmın geleceğini ve bütün vasıflarını gördükleri hâlde, bile bile O'nu inkâr ederlerdi. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu (hazret-i Peygamberi) öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden bir topluluk, hak ve hakîkati bile bile gizlerler.” (Bakara sûresi: 146)
“İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu biz insanlara beyân ettikten sonra, gizleyenler var ya, şüphesiz Allahü teâlâ onlara lânet eder (onları rahmetinden kovar) ve bütün lânet edebilenler de onlara lânet okur.” (Bakara sûresi: 159)
Allahü teâlânın indirdiği kitaptan (Tevrât’dan, hazret-i Peygamberin vasıflarına dâir olan) bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alanlar var ya, yedikleri bu rüşvet, kıyâmet gününde, onların karınlarında ancak ateş olur. Kıyâmet günü Allahü teâlâ onlarla ne konuşur, nede onları temize çıkarır. Onlara yalnız acıklı bir azâb vardır.” (Bakara sûresi: 174)
“Vaktiyle Allahü teâlâ, kendilerine kitap verilenlerden şöyle ahd, te’minat, söz almıştı: “Celâlim hakkı için, kitabı muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız. Onu gizlemeyeceksiniz. Onlar ise bu söz ve te’minatı sırtlarının arkasına attılar. Böylece karşılığında biraz para, az bir menfaat satın aldılar. Bu yaptıkları, ne kötü bir alış-veriştir.” (Âl-i İmrân sûresi: 187)
16- Onların en bariz ve açık vasıflarından biri de yeryüzünde fesâd çıkarmaktır. İnsanların ahlâkını bozmak, böylece de onlara hâkim olmak ve bu husûsta her yola baş vurmak, onların önde gelen gayeleridir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günâhta, düşmanlıkta, haram yemekte, birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötüdür.” (Mâide sûresi: 62)
17- Onlar; hakka bâtılı, doğruya yanlışı karıştırdılar. Hak teâlânın kelâmı olan Tevrât'a, kendi elleriyle yazdıkları bâtıl şeyleri soktular. Üstelik, bunların Hak kelâmı olduğunu iddia ettiler. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Hakkı bâtıla karıştırıp da bile bile gizlemeyin.” (Bakara sûresi: 42)
“Ey ehl-i kitap (yahudiler ve hıristiyanlar!) Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıp örtüyor ve bile bile gerçeği inkâr ediyorsunuz.” (Âl-i İmrân sûresi: 71)
Kur'ân-ı kerîmin her âyeti ve sûresi nâzil oldukça, onların buğz ve düşmanlığı, iftirâları ve azgınlıkları arttı. Hakkı kabûl etmeyip, küfürde ısrâr etmeleri sebebiyle, Allahü teâlâ ehl-i kitap arasında kıyâmete kadar düşmanlık koydu. Hiç bir zaman yahudiler hıristiyanlardan, onlar da yahudilerden emîn olmadılar. Küfürde olmaları, onları dâimâ ızdırap içinde bıraktı. Hakka karşı açtıkları harp ateşini, Allahü teâlâ dâimâ söndürdü. Fesat çıkarmak için uğraşmaları sebebiyle de hep ilâhî azâba uğradılar, hakîr ve zelîl kaldılar. Zengin bile olsalar, hâlleri fakirlik ve zillet oldu. Her ne zaman mühim bir işe girişseler, korkak ve mağlûb oldular. Gayretleri sebebiyle her ne kadar zengin de olsalar, kuvvet sâhibi olamadılar. Yeryüzünde dâimâ fesada ve câhilleri hak yoldan alıkoymaya çalıştılar, gizli hîlelere başvurdular. Fakat hep musîbete düştüler.
18- Allahü teâlâya itâatten ayrı ve uzak bulundukları hâlde, kendilerinin Cennet’e gireceklerine kat’î olarak inanıyorlar; günâh ve isyânda devamlı oldukları hâlde, Allahü teâlânın azâbından çekinmiyor, emîn görünüyorlardı. Halbuki, Cennet’e ancak mü’min olanlar girer. Mü’minler ise, Allahü teâlânın emirlerine sarılır, yasaklarından kaçınır. Bununla beraber, Hak teâlânın rahmetinden ümîdli, azâbından ise korkulu olarak bulunurlar. Bu husûsta Bakara sûresinin 111 ve 112. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Yahudiler; Cennet’e ancak yahudi olanlar girer (yahudilikten gayrı hakîkî din yoktur) dediler. Hıristiyanlar da aynı şekilde; “Cennet’e ancak hıristiyan olanlar girer (hıristiyanlıktan gayrı hakîkî din yoktur) dediler. Bu onların kuruntuları, bâtıl arzularıdır (hakikat tarafı yoktur).
“Ey Habîbim onlara de ki: Eğer bu iddiânızda sâdık kimseler iseniz delilinizi getirin (davanızı ispat edin).
Hayır, hüküm onların dedikleri gibi değildir. Her kim tâat ve amelinde muvahhîd bir mü’min olduğu hâlde, kendini tamâmen Allahü teâlâya teslim ederse, onun için, Rabbi katında amelinin mükâfatı olarak Cennet vardır. Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar.”
19- Dinde mücâdele ve nefslerinin arzusuna uymalarından dolayı ihtilaf çıkarmaları. Âl-i İmrân sûresinin 105. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey mü’minler! Kendilerine açık deliller ve âyetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşen hıristiyan ve yahudiler gibi olmayın, işte onlar için çok büyük bir azâb vardır.”
20- Hıristiyanların ve yahudilerin vasıflarından birisi de, şüpheden dolayı, şüpheye düşürmek için veya inâd ve imtihân için çok suâl sormalarıdır. Böyle suâl sormak, yasaklanmış hoş görülmemiştir. Râmûz-ül-ehadis deki bir hadîs-i şerîfte; “Sizden biri, oturup kardeşinden bir mes’ele sorduğunda, öğrenip anlamak için sorsun, onu taannüt (meşakkate sokmak ve imtihân) için sormasın.”
21- Çeşitli ilimleri öğrenip öğretmek; sonra bunlarla amel etmeyip, amel etmekten başkalarını uzaklaştırmak ve öğrendikleri ilimlere muhâlefet etmek de yahudilerin bariz vasıflarındandır. Bu husûsta Cumâ sûresinin 5. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Kendilerine Tevrât'la amel etmeleri teklif edildikten sonra, onunla amel etmeyenlerin hâli, ciltlerle kitap taşıyan merkebin hâline benzer. Allahü teâlânın âyetlerini inkâr eden kavmin hâli ne çirkin. Allahü teâlâ zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.”
Yine yahudi rûhbanları (din adamları) ve hıristiyan râhipleri, dünyâlık ele geçirmek, baş olmak, üstün görünmek için ilimlerini vâsıta yaptılar. Bunun için girilecek her yere, girilecek her kılığa girdiler. Kur'ân-ı kerîmde onlar hakkında meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Gerçekten yahudi bilginlerinden ve hıristiyan râhiplerinden bir çoğu, (Tevrât ve İncîl hükümlerini, menfaatleri karşılığında bozmak, bilhassa, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğine âit kısımlarda değişiklikler yapmak gibi) bâtıl sebeplerle, insanların mallarını yerler ve onları Allah yolundan çevirirler...” (Tevbe sûresi: 34)
Onlar, ilimleriyle amel etmezlerdi. Âyet-i kerîmede bunlar hakkında buyruldu ki; (Ey yahudi bilginleri!) İnsanlara iyiliği emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Halbuki, kitabı (Tevrât'ı) okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak, çirkin hareketinizi anlamayacak mısınız?” (Bakara sûresi: 44)
22- Bayram günlerinde oruç tutmak da yahudilerin âdetlerindendir. Dinimizde Ramazân bayramının birinci günü ve Kurban bayramının her dört gününde oruç tutmak haramdır.
23- İbâdet ve tâatı haftanın yalnız bir gününe has kılmak ve o günü tâzim etmek de onların bozuk âdetlerindendir.
İmâm-ı Beyhekî (rahmetullahi aleyh), Hasais-i yevm-ül-Cumâ isimli eserinde; “Yalnız Cumâ günü oruç tutmanın mekruh oluşundaki hikmet, yahudilere muhâlefettir. Çünkü onlar bayram günlerinde oruç tutuyorlar. Oruç tutmayı, yalnız o belli günlere tahsis ediyorlar. Bu sebeple, onlara benzemek yasak edildi. Aşure gününde de, bir gün önce veya sonra oruç tutulması sûretiyle onlara muhâlefet edilmektedir...” buyurmaktadır.
24- Allahü teâlânın düşmanlarını dost edinirlerdi. Âl-i İmrân sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Mü’minler, mü’minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin” buyruldu. Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahreddîn-i Razî hazretleri; “Bu âyet-i kerîme, kâfirleri dost edinmenin haram olduğu hakkında nâzil olmuştur” buyurmuştur. Bu meâlde başka âyet-i kerîmeler de vardır. Mücâdele sûresi 22, Mâide sûresi 51, Mümtehine sûresi 1 ve Tevbe sûresi 71 gibi. Muhammed Masum Fârûkî hazretleri, Mektûbât kitabının 3. cilt 55. mektubunda buyuruyor ki: “Mü’minin, kâfiri dost edinmesinde üç şekil vardır:
1- Kâfirin küfrüne râzı olarak, onu dost edinmek. Bu yasaklanmıştır. Çünkü böyle yapan kimse, onun küfrünü tasvip etmiş, beğenmiş olur. Bu ise küfürdür. Böyle yapan kimsenin mü’min kalması imkansızdır.
2- Kâfirlerle iyi geçinmek, onlara zâhiren hoş görünmek. Bu men edilmemiştir. Çünkü, onlara İslâmiyeti anlatabilmek ve müslümanları onların şerrinden, zararından korumak için böyle yapmak lâzımdır.
3- Bu ise, birinci ile ikinci şekil arasında bir haldir. Onların dinlerinin bâtıl ve yanlış olduğuna inanmakla beraber, akrabâlık gibi herhangi bir sebeple, kâfirlere meyletmek, onlara yardımcı olmak şeklinde bir dostluktur. Bu üçüncü şekil, küfre sebep olmasa da yine hoş değildir. Men edilmiştir. Çünkü bu mânâdaki bir dostluk, yakınlık, mü’mini, onların yolunu zamanla güzel görmeye, dinlerini beğenmeye kadar götürebilir. Hal böyle olunca, aradaki dostluk artık birinci şekle dönmüş olur.
Ancak, müslüman biri, kâfir bir topluluk içinde bulunur, canı ve malı hakkında onlardan korkarsa, onlara dili ile müdârâ yapar. Onlarla münâsebetini iyi tutar, yumuşak davranır, iyi geçinir. Onlara dili ile düşmanlığını izhar etmez. Hattâ, onlara sevgisi ve dostluğu olduğunu hissettirecek şekilde konuşması da câizdir. Fakat kalbde bunların sevgisi bulunmaması şarttır. Yâni bunların, kalben yapılmaması, zâhirde, görünüşte kalması lâzımdır.
Tefsîr-i Kebîr’de şöyle bildirildi: Hazret-i Ömer bin Hattâb'a denildi ki: “Burada Hireli bir hıristiyan var. Hafızası ondan daha kuvvetli, yazısı ondan daha güzel birisi bilinmiyor. Eğer bir kâtip edinmek istiyorsanız bu olabilir.” Ömer (radıyallahü anh), bu hıristiyanı kâtip edinmekten kaçındı, kabûl etmedi. “O zaman, mü’min olmayan birisini dost, sırdaş edinmiş olurum” buyurdu.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh) sahih bir senetle Ebû Mûse'l-Eş’arî'nin (rahmetullahi aleyh) şöyle anlattığını nakletti: Hazret-i Ömer'e; “Benim hıristiyan bir kâtibim var” demiştim de o bana; “Sana ne oluyor ki, müslüman birisini kendine kâtip yapmıyorsun?” buyurdu. Sonra; “Ey îmân edenler! Yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, o da onlardandır. Allahü teâlâ, düşmana dostluk etmekle nefslerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez” meâlindeki Mâide sûresinin 51. âyet-i kerîmesini okuyup; “Allahü teâlâ böyle buyurmuyor mu?” dedi. Ben; “Ey mü’minlerin emîri! Dini onadır. Bana yazısı lâzımdır” dedim.
O zaman, Hazret-i Ömer bana buyurdu ki: “Mâdem ki, Allahü teâlâ onları aşağıladı, ben onlara ikrâm edemem, kıymet veremem. Mâdem ki, Allahü teâlâ onları zelîl, hor ve hakîr tuttu, ben onları azîz tutamam. Mâdem ki, Allahü teâlâ onları kendisinden uzak tuttu, ben onları yakın tutamam.” Bunun üzerine ben; “Fakat Basra'nın işi onunla yürüyor, o olmazsa yürümez” diye arzettim. Ben böyle söyleyince Hazret-i Ömer; “Yâ o hıristiyan ölürse, ondan sonra ne yapacaksın? İşte bundan dolayı şimdilik onu bir miktar çalıştır. Ancak seni, ona bırakmayacak birini yetiştir!” buyurdu.
Hazret-i Ömer, bununla şuna işâret buyurmuştur: Makâm ve mevki sâhibi birisi, gerek yazısı ve gerekse başka husûsiyetlerinden dolayı, gayr-i müslim birinden yardım isterse, bu, insanların o gayr-i müslime izzet ve ikrâmda bulunmasına, ona kıymet vermesine, onu kendilerine yakın tutmalarına sebep olur. Bu ise, gayr-i müslim birisini dost edinmenin tâ kendisidir.
25- Onlar dilleri ile Allahü teâlâyı anarlar, fakat kalbleri O'ndan gâfil olurdu. Başka şeylerle meşgûl olurlardı. Zalim kimseler idi. Ebû Nu'aym (rahmetullahi aleyh), Hilyet-ül-Evliyâ’da Mâlik bir Dinâr'dan (rahmetullahi aleyh) şöyle nakletti: İsrâiloğulları bir defâsında, içinde bulundukları sıkıntılı bir durumdan kendilerini kurtarması için, Allahü teâlâya yalvarmak üzere duâya çıkmışlardı. Bu sırada gâibden bir nidâ gelip, onlara şöyle denildi: “Siz dillerinizle duâ ediyorsunuz, fakat kalbleriniz benden gâfil ve uzaktır.”
26- Onlar temizliğe de riâyet etmezler. Meselâ, helada abdest bozduktan sonra, -güya- su ile temizlenirler. Fakat, bu suyun temiz olması ile olmaması arasında fark gözetmezler. Üstlerinin ve etrâflarının temizliğine, necasetten pâk olmasına ehemmiyet vermezler.
27- Ehl-i kitâbın ahlâkından biri de budur ki, namazı terkettiler. Meryem sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde, onların namazı bıraktıkları, şehvetlerine tâbi oldukları, fakat azgınlıklarının cezâsına uğrayacakları bildirilmiştir. Bakara sûresinin 83. âyet'-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Hani bir vakit İsrâil oğullarından; Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Anaya babaya, hısımlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara güzellikle söyleyin, dosdoğru namaz kılın, zekât verin diye (emretmiş ve bu husûslarda) kendilerinden ahd, te’minatlı, kuvvetli, sağlam söz almıştık.
Sonra, pek azınız müstesna, verdiğiniz bu sağlam sözden yüz çevirdiniz ve hâlâ da sözünüzden dönmekte devamlısınız.”
28- Namaz vakitlerini bildirmek için boru çalmak yahudilerin, çan çalmak da hıristiyanların âdetlerindendir. Namaz vakitlerini ezân ile değil de bunları çalmak sûretiyle bildirmek müslümanlara lâyık değildir. Mevâhib-i ledünniyye’de bildirildiğine göre, hicretin birinci senesinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), namaz vakitlerinin bildirilmesi husûsunda eshâbıyla istişâre ettiler. Kimisi, namaz vakitlerini bildirmek için hıristiyanlar gibi nâkûs yâni çan çalalım dedi. Kimisi, yahudiler gibi boru çalınsın dedi. Kimisi de namaz vakti ateş yakıp, yukarı kaldıralım dedi. Resûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) bunların hiç birini kabûl etmedi. Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anhümâ) rüyâda ezân okumasını görüp söylediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu beğenip, namaz vakitlerinde ezân okunmasını emir buyurdu.
29- Yahudilerin âdet ve ahlâkından birisi de ölülerinin yüzünü örtmemeleridir. Taberânî'nin İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; “Mevtâlarınızın yüzünü örtü ile örtünüz, yahudilere benzemeyiniz” buyruldu.
Ayrıca onlar, cenâzelerinin ardından micmere dedikleri, içinde ûd yanan buhurdanlıkla giderler. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti ise bundan nehy ve men olunmuştur.
30- Ehl-i kitâbın yanlış ve bozuk amellerinden birisi de, cimrilik, cimriliği emretmek, zekâtı emredilen yerlere vermemek ve zekât alması câiz olmayanların zekât almasıdır. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Onlar ki, hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimriliği tavsiye ederler. Ve Allahü teâlânın, fadlından kendilerine verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nîmetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azâb hazırladık.” (Nisâ sûresi: 37)
“Onlar o kimselerdir ki, hem cimrilik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler. Her kim (imandan, Allahü teâlânın emir ve nehiylerinden, malını Allah yolunda sarfetmekten) yüz çevirirse, bilsin ki, Allahü teâlâ ganîdir, (bütün mahlûklar her an O'na muhtâç oldukları hâlde O,) hiç bir şeye muhtâç değildir. O hamîddir, bütün hamdlere lâyık olanın tâ kendisidir.” (Hadid sûresi: 24)
31- Rivâyette gelmiştir ki, onların bâzıları, insanlara zekât ve sadaka vermelerini emrediyorlardı. İnsanlar da fakirlere, ihtiyaç sâhiplerine vermek üzere sadakalarını onlara veriyorlardı. Onlar da bu sadakaları biriktirip, kendileri için saklıyorlardı. Tevbe sûresinin 34. âyet-i kerîmesinin sonunda bunlar için; “...İşte bunları pek acıklı bir azâb ile müjdele!” buyrulmuştur.
Mal, mülk sâhiplerinden bir kısmı, zekât vermekte cimrilik etmektedir. Halbuki, verecekleri zekât miktarının kat kat fazlasını nefislerinin arzu ve istekleri için, hevâ ve hevesleri uğruna harcarlar da, zekât olarak az bir miktar olan malı ayırıp, yerine veremezler. Verecekleri zekât miktarı kendilerine çok görünür. Zekât miktarı malı, parayı fakire vermek, onlara, bütün servetini kaybetmek gibi gelir. Bazen, malı az iken zekât, sadaka verenler, malları çoğalıp, servetleri arttıkça cimriliğe başlarlar.
Bütün insanlar arasında, zekâtını vermemek husûsunda en ileride olan Kârûn idi. Mûsâ aleyhisselâmdan öğrendiği ilim sebebiyle, çok mal sâhibi olmuştu. Öyle ki, sâdece hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşıyabilirdi. Bu zenginliğe rağmen, Mûsâ aleyhisselâm zekât vermesini emredince; “Bu kadar malı zekât olarak vermek pek çoktur ey Mûsâ!” demişti.
32- Ehl-i kitâbın yaramaz hâllerinden birisi de azgınlık ve taşkınlık yapmaları, işlerinde haddi aşmalarıdır. Bunların fenâ akıbetleri de elbette sâhiplerinedir. Yûnus sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. O kıymetsiz dünyâ hayatının biraz zevkini sürersiniz. Sonra döner bize gelirsiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı size haber veririz.”
Enes'in (radıyallahü anh) rivâyet edip bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, buğz (azgınlık), mekr (hîle) ve nakz (yemini bozmak, ahdinde durmamak, sözünden caymak) kimde bulunursa bu hasletlerin zararının sâhibine olacağı bildirilmiştir. Nitekim Yûnus sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde; “...Buğzunuz (azgınlığınız) ancak kendi aleyhinizedir...” buyrularak bunun böyle olduğu bildirilmiştir. Mekr ve nakz ile alakalı olarak da âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Halbuki, hîle (kötü düzen, tuzak) ancak sâhibinin başına geçer...” (Fatır sûresi: 43)
“...Kim (ahdini bozar, verdiği sözden) cayarsa, ancak kendi aleyhine caymış olur (bunun cezâsı kendine aittir). Kim de Allahü teâlâya söz verdiği şeyde ahdine vefâ ederse, söz verdiği şeyi yerine getirirse, Allahü teâlâ da ona (yarın kıyâmet gününde) büyük bir mükâfat verecektir.” (Feth sûresi: 10)
33- Onların her hâlleri, başkalarına karşı büyüklük taslamak, şirin görünmek için idi. Bu sebeple, gösterişli elbise giyerler; erkekleri ipek kumaşlarla, altın ile süslenirlerdi. Bunların uygunsuzluğu ise ortadadır.
Yine onlar, mal ve evlatlarının çok olması ile övünürler, mal ve evlat çokluğunun, Allahü teâlâ katında yakınlık ve üstünlüğe delil olduğunu zannederlerdi. Bunu hakîkî bir fazîlet gibi görerek, câhilliklerini ortaya koyarlardı. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Mal ve çocuklar dünyâ hayatının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevapları, Rabbinin yanında daha iyidir.” (Kehf sûresi: 46)
“İyi biliniz ki, dünyâ hayatı elbette la'b yâni oyun, lehv yâni eğlence, zînet yâni süslenmektefâhur yâni öğünme ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmaktır. (Nihâyet hepsi yok olup gider.) (Hadid sûresi: 20)
“Ne mallarınız, ne de çocuklarınız sizi bize yaklaştıracak değildir. Ancak îmân edip sâlih amel işleyen (malını hayra sarfeden ve çocuklarına dînin emirlerini öğretip, bunlarla amel etmeye sevkeden, evlâdını doğruluk üzere yetiştirip terbiye eden), bundan müstesnadır. (Böyle kimselerin mal ve evlâdı, onun bize yaklaşmasına vesile olur.) İşte bunlar için, yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır ve onlar Cennet’in yüksek makâmlarında emniyet içinde bulunurlar.” (Sebe’ sûresi: 37)
34- Yahudi ve hıristiyanların bariz vasıflarından, bozuk ahlâkından birisi de haseddir. Kârûn'un helâkine, serveti ve sarayı ile birlikte yere batmasına sebep, Hazret-i Mûsâ ve Hârûn aleyhisselâmı hased etmesidir.
Nitekim, yahudiler de, hıristiyanlar da birbirlerinden işite işite, büyüklerinden duya duya, âhır zamanda Ahmed (Muhammed aleyhisselâm) isminde büyük bir peygamberin geleceğini ve gelmesinin iyice yaklaştığını pekala biliyorlardı. Nihâyet iki cihân güneşi Muhammed aleyhisselâm, peygamber olarak tebliğe başlayınca, onlar beklenilen peygamberin bu zât olduğunu anladılar. Fakat, böyle yüce bir peygamberin, kendi aralarından değil de, Arabistan'dan, Arablar içinden çıkmasını kat’îyyen çekemediler. Hased ettiler. O'nu inkâr ettiler. Sırf bu hasedleri ve kuru kuruya inâdları sebebiyle, O yüce peygambere tâbi olup, bu vesile ile iki cihân saâdetine kavuşmak nîmetinden mahrûm kaldılar. Nitekim; (İnkar eden mahrûm kalır) sözü meşhûrdur.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı (yani iyilikleri) yok eder.”
 “Hased, nemime ve kehânet sâhipleri benden değildir.”
“Nimet sâhiplerinden ihtiyaçlarınızı, gizli olarak isteyiniz. Çünkü nîmet sâhiplerine hased edilir.”
“İnsan üç şeyden kurtulamaz: Su-i zan, tayare, hased. Su-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allahü teâlâya tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi, hiç incitmeyiniz.”
35- Allahü teâlânın lütûf ve ihsânından başka herhangi bir şey ile sevinmek, yapmadığı işle övünmeyi sevmek de yahudilerin ahlâkındandır.
Âl-i İmrân sûresinin 188. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ettikleri fenâlıklarla sevinen ve yapmadıkları şey ile de övülmeyi arzu edenler var ya, sakın, sen onları azâbdan kurtulmuş, (selâmet) bir yerde bulunacaklarını sanma. Onlar için, çok acıklı (elem verici, şiddetli) bir azâb vardır.” Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmenin yahudiler hakkında olduğunu bildirmektedirler. Çünkü onlar, insanların dalâletine, doğru saâdet yolundan ayrılmalarına seviniyorlar, ilimleriyle amel etmedikleri hâlde, kendilerine âlim denilmesinden, medholunmalarından da çok hoşlanıyorlardı.
Hadid sûresinin 22 ve 23. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel, ezelde levh-i mahfûza yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağdur olmayasınız. Allahü teâlâkibirlilerin, öğünüp kurulanların hiç birini sevmez.”
Âyet-i kerîmede, dünyâdan fevt olana yâni hayatta kaçırılan fırsatlara üzülmek, kavuşulan kazançlarla ve Allahü teâlânın gönderdiği nîmetlerle öğünmek yasaklanmıştır. Buradaki yasaklanan sevinme, nîmeti Allahü teâlânın gönderdiğinden O'na şükür şeklindeki sevinme değil; gelenin dünyâlık olması için sevinmektir. Yâni dünyâlık için olan sevinme ve övünme kötülenmiştir. Elinde bulunan dünyâlıkların, Hak teâlânın lütûf ve ihsânı olduğunu, bunun, kendi elinde emânet olarak bulunduğunu bilen kimse, o şeyin dünyâlık olması sebebiyle kat’îyyen sevinmez. İmâm-ı Ca’fer-i Sadık hazretleri buyurdu ki:
“Ey Âdemoğlu! Sana ne oluyor ki, kaybettiğine üzülüyorsun? Yine sana ne oluyor ki, elinde bulunan şey ile de seviniyorsun? Halbuki, ölüm onu sana bırakmayacaktır.”
36- Üzerlerine farz kılınan orucu terk ederlerdi. Bakara sûresinin 183. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı...” buyruldu. Bu âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, oruç bu ümmete farz kılındığı gibi, bundan önceki ümmetlere de farz kılınmıştı. Fakat yahudi ve hıristiyanlar, herhangi bir özürleri olmadan, orucu terk ettiler. Oruç tuttukları zaman da sahur yemeğini terkederlerdi. Nitekim, İmâm-ı Ahmed, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî'nin (rahmetullahi aleyhim), Amr bin Âs'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Bizim orucumuzla ehl-i-kitabın orucu arasındaki fark, sahuru yemektir” buyruldu.
Yine Nesâî'de bildirildiğine göre, Eshâb-ı kirâmdan birisi şöyle anlatmıştır: “Sahur yaparken, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna girmiştim. Bana; “Sahur, Allahü teâlânın ihsân ettiği bir berekettir. Onu terk etmeyiniz” buyurdu.”
Yine onlar iftar etmekte de uygunsuz idiler. Bazen iftarı yıldızlar görününceye kadar geciktirirler, bâzan güneş batmadan evvel iftar ederlerdi. Hattâ bâzan da ikindi vaktinde oruçlarını açarlardı.
37- İbâdethaneye girerken ve çıkarken, ellerini kaldırıp oraya buraya bakınarak, tuhaf bir hâlde duâ etmek de ehl-i kitâbın kerih olan âdetlerindendir.
38- Hırsızlık, gasp, fâiz ve rüşvet gibi çeşit çeşit hîlelerle ve bâtıl yollarla insanların mallarını yemek de, yahudilerin ve hıristiyanların işlerindendir. Mâide sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde bunların, devamlı yalancılık için dinledikleri ve haram yedikleri bildirilmiştir.
Mâide sûresinin 62 ve 63. âyet-i kerîmelerinde, meâlen buyruldu ki: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günâha girmekte, düşmanlık etmekte ve haram yemekte birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötü.
Ne olurdu, onların âlimleri, din bilginleri, günâh söylemelerinden ve haram yemelerinden kendilerini vaz geçirmeye çalışsalardı ya. İşledikleri bu san’at ne kadar kötü.”
Tevbe sûresinin 34. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Gerçekten yahudi bilginlerinden ve hıristiyan râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler...”
Bunların ileri gelenleri, çeşit çeşit hîlelerle insanların mallarını toplayıp, bâzıları meliklerden bile zengin oldukları gibi, dünyâya düşkünlükleri sebebi ile, fazîleti, mal, mülk sâhibi olmaya bağlarlar; sâlih ve fakir kimseleri, fakirlik ve mallarının azlığı sebebiyle ayıplarlardı. Nitekim, İmâm-ı Maverdî (rahmetullahi aleyh), Edeb-üd-dünyâ ved-dîn isimli meşhûr eserinde, yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı, fakirlik sebebiyle ayıpladıklarını bildirmektedir.
Ebû Nu'aym'ın (rahmetullahi aleyh), Hilye kitabında ve Beyhekî'nin Şü'ab-ül-îman isimli eserinde bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Dünyâda kendisine zühd ve az konuşma verilen kimseye yaklaşın. Çünkü o, hikmet konuşur.”
Ebü'l-Hasen bin Cehdân, (rahmetullahi aleyh), “Menâkıb-ül-ebrâr” kitabında, İbn-i Ata'dan (rahmetullahi aleyh) şöyle nakleder. Tevrât’da şöyle yazılıdır: “Ey Âdemoğlu! Sana dünyâlık verdim, sen o dünyâlığı muhâfaza etmekle meşgûl oldun. Sana dünyâlık vermedim, (vermediğimde) onu aramakla uğraşıp, vaktini böyle geçirdin (yani eline dünyâlık verdiğimde de, vermediğimde de sen hep dünyâlık ile meşgûl oldun). Kendini tamâmen bana ne zaman vereceksin?”
39- Kadınların, zînetlerini yabancı erkeklere göstermeleri, örtünmeye riâyet etmemeleri de ehl-i kitâbın bozuk hâllerindendir. Bu sebepledir ki, İsrâiloğulları arasında zina çok olmakta idi. Kadınların, yabancı erkeklere karşı örtünmeleri, süslenmemeleri, zînetlerini göstermemeleri, bakmak, dokunmak ve başka zinaya sevkeden sebepleri ortadan kaldırmakta, kadınların kendilerini sakınmamaları ise dâimâ tehlikeli olmaktadır.
40- Haramları açıkça ve fütursuzca işlemek, erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesi ve zina da onların çirkin fillerindendir. Nisâ sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde meâlen; Allahü teâlâ sizin tevbelerinizi kabûl etmek ister. Halbuki, şehvetlerine tâbi olanlar, büyük bir meyil ile sizi doğru yoldan harama götürmek isterler” buyruldu. İbn-i Cerir ve Süddî, bu âyet-i kerîmenin yahudiler ve hıristiyanlar hakkında olduğunu bildirmişlerdir.
41- Onlar uzun emel sâhibi idi, çok yaşamayı severlerdi. Bunları sevmekten kendini kurtarabilen kimse, pek azdır. Bu sebeple; “Hayatı sevmek, insanın tabîatında vardır” demişlerdir. Fakat mü’minler, sâlih ameller işlemek, âhıret hazırlığı yapmak, geçen ömründen kaçırdığı fırsatları telâfî edebilmek için uzun ömürlü olmayı severler. Fâsık ve kâfir olanlar ise, dünyânın gelip geçici lezzetlerinden ve nîmetlerinden daha fazla lezzet alabilmek, zevklenebilmek, daha fazla azgınlık ve taşkınlık yapabilmek için çok yaşamayı isterler. Bakara sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki; “Sen yahudileri, insanlardan ve hattâ müşriklerden de daha ziyâde hayata düşkün bulursun. Onlardan her biri arzu eder ki, kendisine bin yıl ömür verilsin. Halbuki, yaşamak, onu azâbdan uzaklaştıracak değildir. Allahü teâlâ, onların ne işlediğini hakkıyla görücüdür.”
42- Onlar, Allahü teâlânın, rızıklara kefil olduğu husûsundaki vâdine güvenmez, daha sonraki zamanlar için aç kalırım endişesi ile mal biriktirirler. Bilmezler ki, biriktirdikleri bu malları yiyemeden, ölüp gidecekler, mallar da başkalarının olacaktır.
43- Ehl-i kitâbın yanlış hâllerinden birisi de, ana babaya karşı gelmek, onlarla alakayı kesmek, yetimleri aşağılamak, onların mallarını yemek, miskinleri, yoksulları yanlarından kovmaktır.
Onlar, Allahü teâlânın evliyâsına düşmanlık ederler, onlara eziyet verir, haklarını gözetmezlerdi. Onlar, kendilerine peygamber olarak gönderilen zâtlara bile eziyet ve sıkıntı verirlerdi.
Muhammed Masum-i Fârûkî es-Serhendî hazretlerinin, (Mektûbât) kitabının 2. cilt, 140. mektubunda bildirdiği bir hadis-i kutside; “Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur...” buyruldu.
Yine onlar, dînine bağlı hâlis mü’minlerden birine musîbet, belâ, sıkıntı ve fakirlik gibi bir şey gelse, bunun için îmân sâhiplerini ayıplarlar, habis rûhları bundan tad alırdı.
44- Selâmı terk etmek de yahudilerin âdetlerindendir. Selâm, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin husûsiyetlerindendir. Ayrıca onlar, yapılan duâya “amin” demeyi de hiç istemezler.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ve İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyhima) Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Yahudiler sizi selâm ve âmin demek husûsunda hased ettikleri kadar, hiç bir şeyde hased etmemiştir.”
Süleymâniye Kütüphânesi, Laleli kısmında 3653 sayılı kitabın başında, Ahmed ibni Kemâl Efendi (rahmetullahi aleyh), Kitab-ül-feraid’inde diyor ki: Ebû Ümâme'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Başkalarına benzeyenler bizden değildir. Yahudilere ve hıristiyanlara benzemeyiniz! Yahudiler parmakları ile işâret ederek, hıristiyanlar elleri ile işâret ederek, mecûsîler de eğilerek selâm verir” buyruldu.
45- Yahudilerin bariz vasıflarından biri de fitne çıkarmak ve dostlar arasında düşmanlık meydana getirmektir.
İbn-i İshak ve Ebü'ş-şeyh, Zeyd bin Eslem'den (rahmetullahi aleyhim) şöyle naklettiler: Bir gün Evs ve Hazrec kabîlelerinden bir grup müslüman, oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Mirşâs bin Kays isminde bir yahudi oradan geçerken, onların hâlini gördü, önceden birbirine düşman olan bu iki kabîle mensuplarının, müslüman olduktan sonra böyle kaynaşmaları, aralarında bu kadar ileri derecede kardeşlik ve muhabbet meydana gelmiş olması, ona göre çok tuhaf idi.
Onları bu hâlde görmek, o yahudinin hoşuna gitmedi. Hattâ bu durum onu çok kızdırdı. İnsanları birbirine düşürmek, aralarında fitne çıkarmak gibi bozuk düşünceleri bir anda alevlendi. Yanında bulanan bir yahudi gencine, muhabbet eden o müslümanlar arasına gidip oturmasını ve Evs ile Hazrec kabîlelerinin müslüman olmalarından evvel aralarında vukû bulan Buas muhârebesini hatırlatmasını söyledi.
Yahudi genç, onun dediği gibi yaptı. Bunun üzerine orada devam eden sohbetin mevzuu bir anda değişip, eski hâdiselerden bahsolunmağa başlandı. İş uzayıp, iki kabîle mensupları birbirlerine sert söyleyecek oldular. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), durumdan haberdâr olunca, hemen oraya gelerek, onlara nasîhatte bulundu. Her iki taraf da nasîhatleri dinleyip kabûl ettiler. O'na itâat ettiler. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde bildirilmekte ve Âl-i İmrân sûresinin 99-112. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“Deki: Ey ehl-i kitap! İslâmın hak din olduğunu bildiğiniz hâlde neden, îmân edenleri, Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz? Allahü teâlâ yaptıklarınızdan gâfil değildir.
Ey îmân edenler! Eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir topluluğa uyarsanız, îmânınızdan sonra sizi çevirirler, kâfir yaparlar.
Halbuki siz, Allahü teâlâya nasıl küfreder (O’nu inkâr eder) siniz ki, karşınızda Allahü teâlânın âyetleri okunup durmakta, O'nun resûlü, peygamberi de içinizde bulunmaktadır. Kim Allahü teâlânın dînine sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki, o doğru bir yola iletilmiştir.
Ey mü’minler! Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden tam olarak sakınınız ve ancak müslüman olarak can veriniz.
Elbirlik Allah'ın ipine (dinine) sımsıkı sarılınız. Birbirinizden ayrılıp dağıtmayınız. Allahü teâlânın üzerinizdeki (İslâm) nîmetini düşününüz. Hani siz câhiliyet devrinde birbirinize düşmanlar idiniz. Böyle iken O, (kalblerinizi İslâm'a ısındırıp) kalbleriniz arasında ülfet (yakınlık ve sıcaklık) meydana getirdi de O'nun sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da, Allahü teâlâ o ateşe düşmekten sizi kurtardı. İşte Allahü teâlâ, âyetlerini sizlere böylece açıklıyor ki, doğru yola eresiniz.
İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.
Ey mü’minler! Birbirlerinden ayrılanlar ve kendilerine açık âyetler, alâmetler geldiği hâlde parçalanıp ayrılığa düşen, çeşitli yollara sapan hıristiyanlar ve yahudiler gibi olmayınız. İşte onlar için çok büyük bir azâb vardır.
Kıyâmet gününde bir takım yüzler bembeyaz ve bir takım yüzler de simsiyah olacak. O vakit, yüzleri siyah olanlara; Îmânınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrünüzün cezâsı olarak tadın azâbı denilecek.
Yüzleri bembeyaz olanlar ise, Allahü teâlânın rahmeti içinde (Cennet’te) dirler. Onlar orada, ebedî olarak kalacaklardır.
Bunlar, Allahü teâlânın ahkamını beyân eden âyetleridir ki, onları sana, hakkı yerine getirmek için vahiy vâsıtasıyla okuyoruz. Allahü teâlâ, âlemlere zulüm irâde (murad)etmez.
Göklerde ve yerde olan şeylerin hepsi, Allahü teâlânın mülkü ve mahlûkudur. Kulların bütün işleri, O'na döndürülür (O, her birine amelinin karşılığını verir.)
(Ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti!) Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. (ümmetlerin, din sâhiplerinin en hayırlısı, en iyisi, seçilmişisiniz.) İyi şeyleri emreder, fenâ şeyleri men edersiniz ve Allahü teâlâya îmânınızda devam edersiniz.
Eğer ehl-i kitap (yahudiler ve hıristiyanlar) da îmâna gelseydi, kendileri için elbette hayırlı olurdu. İçlerinden îmân edenler vardır, lâkin ekserisi (hak dinden çıkmış) fâsıklardır.
(Ey mü’minler!) Onlar size dil ile ezâ vermekten başka bir zarar yapamazlar. Eğer sizinle muhârebe etseler, hezîmete uğramış olarak arkalarını dönüp kaçarlar. Bundan sonra onlara, kimse tarafından yardım da olunmaz.
Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, boyunlarına zillet ve horluk takılmıştır. Meğer ki, cizye vermek sûreti ile Allahü teâlânın ve mü’minlerin bakış ve emniyeti altına girmiş olsunlar. Onlar, dönüp Allahü teâlânın gadabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Bunun da sebebi şudur. Çünkü onlar, Allahü teâlânın âyetlerini inkâr ile kâfir olmuşlar, peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi. Çünkü onlar isyân etmişler ve aşırı gitmişlerdi.”
Yine âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Ey mü’minler! Yahudi ve hıristiyanların, sizi kendi dinlerine dâvetlerine karşı şöyle deyin: Biz, Allahü teâlâya ve bize indirilen Kur'ân-ı kerîme, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya’kûb (aleyhimüsselâm) ve torunlarına indirilenlere, Mûsâ'ya, Îsâ’ya aleyhimesselâm verilenlere (kitaplara) ve bütün peygamberlere, Rableri tarafından verilen kitaplara îmân ettik. Onların hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz, ancak Allahü teâlâya boyun eğen müslümanlarız.
Artık yahudi ve hıristiyanlar, sizin bu îmânınız gibi îmân ederlerse, muhakkak hidâyet bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, size karşı ayrılık ve düşmanlık üzeredirler.
Ey Habîbim! Sen onların düşmanlığından endişe etme. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sana kâfidir. (Muhakkak ki, seni onların şerlerinden koruyacaktır.” Allahü teâlâ hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.” (Bakara sûresi: 136-137)
İbn-i Cerir, İbn-i Ebî Hatim ve Ebüşşeyh (rahmetullahi aleyhim), bu âyet-i kerîmenin tefsîrini İbn-i Abbâs hazretlerinden şöyle naklettiler: Onlar her lisân ile lânetlendiler. Mûsâ aleyhisselâmzamanında Tevrât'la, Îsâ aleyhisselâm zamanında İncîl’le, Dâvûd aleyhisselâm zamanında Zebur ile, Muhammed aleyhisselâm zamanında da Kur'ân-ı kerîm ile lânetlendiler.
İmâm-ı Ahmed ve İmâm-ı Beyhekî (rahmetullahi aleyhima) Dürre binti Ebî Leheb'in (radıyallahü anhâ) şöyle anlattığını rivâyet etmişlerdir: “Yâ Resûlallah! insanların en hayırlısı kimdir?” dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), cevâben buyurdu ki: Allahü teâlâdan en çok korkan (en çok takvâ sâhibi olan), en çok sıla-i rahîm yapan (akrabasını ziyâret eden) ve en çok emr-i maruf ve nehy-i münker yapandır.”
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmaları sebebiyle, diğer ümmetlere üstün kılınmıştır.
46- Onların yanlış işlerinden, bozuk hâllerinden biri de, günâh işlemekte çok ileri gitmek, günâhta ısrarlı olmaktır. Onlar bir günâh işleyince, onu hafif ve küçük görürlerdi. Öyle ki, o günâhı yapa yapa artık âdet, huy hâline getirirlerdi. Netîcede günâhlar, onların gözünde ehemmiyetsiz bir şey olurdu. Sonra bundan zulme intikal ederler, onlara zulmetmeye başlarlardı. Bunda da çok ileri giderler, daha büyüklerini yapmaya başlarlar, insanları öldürürlerdi. Taşkınlık ve azgınlık içinde idiler. Bu hâlleri, onları Allahü teâlânın âyetlerini inkâr etmeye, O'nun peygamberlerini şehîd etmeye kadar götürdü.
Onların bu kadar azgınlaşmalarına sebep, günâhlarda, kötülük işlemekte tam bir serbestlik, başıboşluk ve kayıtsızlık içinde bulunmaları idi. Peygamberlere îtirâz ve karşı çıkmak ve düşmanlık, onlar için bir alışkanlık, tabîat, huy hâline gelmişti.
Allahü teâlânın emirlerini hafife alan, aşağı tutan bir kavmi, Allahü teâlâ zelîl, hakîr ve hor eder.
47- Onlar istikamet üzere bulunmazlardı. Peygamberlerinin bildirdiği, tebliğ ettiği itikattan hemen yüz çevirirlerdi.
İstikamet; bâtıl söz ve işten uzak durmakla beraber, hak olan sözü ve işi yapmak ve vefât edinceye kadar bu hâl üzere devam etmektir.
Fussilet sûresinin 30-32 âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Gerçekten; Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, sonra istikamet üzere bulunanlar (sebat gösteren ve sâlih amel işleyenler) var ya, (ölüm ânında veya dehşet hâlinde;) onların üzerine melekler inecek (ve şöyle diyecekler; ölümden ve sonrasından) korkmayın, mahzûn olmayın. Vâd olunduğunuz Cennet’le neşelenin. Biz hem dünyâda, hem de âhırette sizin dostlarınızız. (Sizi dünyâda koruyacağımız gibi. âhırette de beraberinizde bulunacağız. Size şefâat ve ikrâm edeceğiz.)
Gafûr, Rahim olan Allahü teâlâdan, konukluk, ikrâm (yahut hazırlanmış bir rızık) olarak, burada canlarınız neyi çeker, neden hoşlanırsa hepsi sizindir. Hem burada size, ne isterseniz var.”
Ahkâf sûresinin 13 ve 14. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Gerçekten; Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, sonra istikamet üzere olanlar (dinin hükümlerine uyarak dosdoğru gidenler) var ya, onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.
Onlar cennetliktirler. İşledikleri amellere mükâfat olarak orada ebedî kalacaklardır.”
Ebü'l-Kâsım İsfehânî'nin “Et-Tergib” isimli eserinde İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle nakledilmiştir: Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; “Yâ Muhammed! (aleyhisselâm) Sana ve ümmetine Rabbinin katından bir hediye getirdim ki, onunla sevineceksin” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Beni, Ümmetim hakkında çok sevindirecek olan o şey nedir?” buyurunca, Cebrâil aleyhisselâm şöyle haber verdi:
Yahudiler; “Rabbimiz Allah’dır” derler, fakat bu sözlerinde istikamet üzere bulunmazlar. Çünkü; “Yahudiler; Allah'ın eli bağlıdır (cömert değildir) dediler.” (Mâide sûresi: 64) ve; “Yahudiler; Üzeyir (aleyhisselâm), Allahü teâlânın oğludur dediler...” (Tevbe sûresi: 30)
Hıristiyanlar da; “Rabbimiz Allah’dır” derler. Onlar da bu sözlerinde istikamet üzere bulunmazlar. Çünkü; “...Hıristiyanlar da, Mesîh (Îsâ aleyhisselâmAllah'ın oğludur dediler...” (Tevbe sûresi; 30)
Senin ümmetin; “Rabbimiz Allah’dır” (Fussilet sûresi: 30) derler ve bu sözlerinde istikamet, doğruluk üzere bulunurlar. Bu sözlerine başka yanlış bir şey karıştırmazlar. Onlara melekler iner ve; “Üzerinde bulunduğunuz din, yahut geride bıraktığınız ehliniz, ıyâliniz hakkında korkmayın. Bu husûsta mahzûn olmayın. Çünkü Allahü teâlâ, geride bıraktıklarınız hakkında sizin vekilinizdir. Lâ ilâhe illallah demeniz sebebiyle, vâdolunduğunuz Cennet’i size müjdeleriz derler.
Cebrâil aleyhisselâm bunları anlatınca, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem“Ey Cebrâil! Beni sevindirdin” buyurdu. O da; “Yâ MuhammedAllahü teâlâ senin gözünü aydın etsin dedi.”
Onlar, insanlardan gasbettiklerini sadaka olarak verirlerdi. Mallarını ellerinden almak sûretiyle onlara zulmederler, sonra da, temiz olmayan kazançlarından sadaka vermeye kalkarlardı. Bu ise pek yanlıştır. Bakara sûresinin 267, 268 âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız mahsullerin en helâl ve en iyisinden, Allah yolunda harcayın. (Zekât ve sadaka verin.) Kendinizin, ancak göz yumarak, alabileceği, düşük ve bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allahü teâlâvereceğiniz sadakalardan müstagnîdir. Hem de asıl lâyık olan O’dur.
Şeytan sizi, fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği ve sadaka vermemeyi emreder. Allahü teâlâ ise lütfundan size mağfiret ve bir bolluk vâdediyor. Allahü teâlânın kudreti, ihsânı geniştir ve her şeyi hakkıyla bilendir.”
Âl-i İmrân sûresinin 92- âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki; “Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz Cennet’e eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız, muhakkak ki, Allahü teâlâ onu bilendir.”
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Beydâvî
2) Tefsîr-i Mazharî
3) Tefsîr-i Kebîr
4) Tefsîr-i Kurtubî
5) Tefsîr-i Rûh-ul-beyan
6) Tefsîr-i Nişâbûrî
7) Tefsîr-i Celâleyn
8) Hâşiyet-üs-Sâvî ale'l-Celâleyn
9) Hâşiyet-ül-Cemel ale'l-Celâleyn
10) Şeyhzâde (Beydâvi hâşiyesi)
11) Şihâb (Beydâvî hâşiyesi)
12) Tefsîr-i Tibyân
13) Tefsîr-i Mevâkib
14) Tefsîr-i Ebü'l-Leys (Osm. tercümesi)
15) Tefsîr i Hâzin
16) Tefsîr-i Taberî
17) Zad-ül-mesîr
18) Dürr-ül-mensûr fit-tefsir bil-me'sür
19) Sahîh-i Buhârî
20) Sahîh-i Müslim
21) Müsned-i Ahmed bin Hanbel
22) Feth-ül-bârî
23) İbn-i Mace
24) Râmûz-ül-ehâdis
25) Râmûz-ül-ehâdis şerhi
26) Sünen-i Tirmizî
27) Sünen-i Ebî Dâvûd
28) Mir’ât-ı Kâinat
29) Ahsen-ül-enbâ' fi ma'şer-il-enbiya; sh. 22
30) Bedâi'uz-zühûr; sh. 209
31) Et-Kâmil fit-tarih; cild-1, sh. 307
32) Et Tebsıra; cild-1, sh. 352
33) Hasais-ul-kübrâ; sh. 184
34) Şemâil-ür-rusûl; sh. 590
35) Muhâdarât-ül-ebrâr; cild-1, sh. 138
36) Mu'cızât-ül-enbiya (Osmanlıca)
37) Lugat-i târih ve Coğrafya; cild-5
38) Târih-ul-ümem vel-mülûk (Târih-i Taberî); cild-2, sh. 14
39) Kısas-ul-enbiya (İbni Neccâr); sh. 371
40) Ravdat-üs-safâ (târihi); sh. 257
41) Mevâhibi Ledünniyye
42) Huccet-ullahi alel'alemin; sh. 40
43) Kısas-ul-enbiya (Arais-ül mecâlis) sh. 404
44) İhyau ulümiddîn
45) Târih-ul-âlî (Künh-ül-ahbâr); cild-2, sh. 425
46) Alâmet-ül-Mehdî
47) Me'âric-ün-nübüvve
48) Medâric-ün nübüvve
49) Tam İlmihal Se'adet-i Ebediyye; sh. 1069, 1082, 1095
50) İslâm Ahlâkı
51) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi
52) Rehber Ansiklopedisi
53) Cevâb Veremedi
54) Herkese Lâzım Olan Îmân
55) Faideli Bilgiler; sh. 8
56) Îzhâr-ul-Hak

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...