ÎSÂ ALEYHİSSELÂM
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin sonuncusu. Şeriat sâhibi yâni yeni bir din getiren peygamberlerdendir. Peygamberler içinde en yüksekleri olan ve kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamberin de beşincisidir.
Îsâ aleyhisselâm insan idi. Peygamber idi. Allahü teâlâ onu, babasız yarattı. Kudüs'de doğdu. Otuz yaşında peygamber oldu. Allahü teâlâ buna, İncîl kitabını gönderdi. Otuzüç yaşında diri olarak göğe kaldırılan hazreti Îsâ, kıyâmet yaklaştığında Şam'da bulunan Ümeyye Câmii minaresine inecek, evlenecek, çocukları olacak, hazreti Mehdî ile buluşacak, kırk sene yaşayıp Medîne-i münevverede vefât edecek ve Hücre-i seâdet'e yâni Muhammed aleyhisselâmın türbesine defnedilecektir.
Îsâ aleyhisselâm, kendisine inananlar arasından havârî denen oniki kişiyi seçti. Yahudilerin çoğu ona inanmadı. Bolüs (Pavlos) isminde bir Yahudi, Îsevîlerden görünüp, havârîler arasına girdi. Îsâ aleyhisselâmın semâya kaldırılmasından hemen sonra, ilk iş olarak İncîl’i yok etti. Îsâ aleyhisselâma îmân eden Barnabas ismindeki zât, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru olarak yazdı ise de, yahudi Bolüs, bunun yayılmasına mâni oldu. Bozuk İncîl kitapları meydana çıktı. Bolüs bunları her tarafa yaymaya çalıştı. Hakîkî İncîl elde bulunmadığından, yazılan İncîllerin hiç birisi doğru ve aslına uygun değildir. Bunun için şimdi elde bulunan İncîller birbirine benzemez. Katoliklerin, Ortodoksların ve Protestanların birbirine uymayan başka başka İncîlleri vardır.
Meryem Hâtun:
Îsâ aleyhisselâmın annesidir. Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olan İmrân isminde bir zâtın kızı olup, annesinin adı Hunne'dir.
Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, İmrân'ın hanımı Hunne'nin çocuğu olmuyordu. Hunne bir zaman, bir ağaç altında otururken, bir kuşun yavrusuyla oynadığını görünce, imrendi ve bir evlâdının olmasını gönülden diledi. “Allahü teâlâ bana bir çocuk ihsân ederse onu Beyt-ül-Makdis'e hizmetçi yapacağım” diye nezretti, adakta bulundu. O zaman Beyt-ül-Makdis hizmetine, erkek çocukları nezretmek (adamak) câiz ve çok sevâb idi. Böyle nezredilen erkek çocukları, doğumlarından yetişinceye kadar, oranın hizmetinde bulunur, büluğundan sonra isterse hizmete devam eder, isterse dilediği yere giderdi. Büluğundan evvel ayrılması câiz olmazdı ve böyle nezir sâdece erkek çocuklar için yapılırdı. Ancak Allahü teâlânın, Hazret-i Meryem'i Beyt-i Makdis hizmetinde bulunmaya kabûl etmesinden sonra, kız çocukları da bu hizmet için kabûl edildi.
İşte, Hunne böyle bir nezirde bulunduktan sonra, Allahü teâlânın izni ile hâmile kaldı. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “İmrân (bin Mâsân) ın hanımı (olan Hunne binti Kâfûz ki, Îsâ aleyhisselâmın ceddesi yâni büyük annesidir) dedi ki: yâ Rabbî! Karnımdakini (çocuğumu) âzâdlı bir kul olarak, (dünyâ meşgûliyetlerinin hepsinden uzak ve sana ibâdetle, Beyt-i Makdis'in hizmetinde bulunması için) sana nezrettim, adadım. Allah'ım! O nezrimi benden kabûl eyle. Muhakkak ki sen, (benim duâmı ve yakarışımı) işitici(bu nezirdeki niyetimi) en iyi bilicisin.”
Rûh-ul-beyan tefsîri’nde bildirildiğine göre, bu âyet-i kerîme, Hazret-i Meryem'in fazîletine delâlet etmektedir. Çünkü Hak teâlâ, Hazret-i Meryem'in, küçüklüğündeki cismanî ve yetişkinliğindeki rûhanî terbiyeyi başka hiç bir kadına nasîb etmemiştir.
Hunne böyle nezredince, İmrân; “Oğlan olacağını bilmeden nasıl nezrettin? Şâyet kız olursa nezrini nasıl îfâ edeceksin?” dedi.
Tefsîr âlimleri bildiriyorlar ki, Hunne nezrederken; “Karnımdakini” demiş, erkek veya kız diye ayrıca bildirmemişti. Âlimler, Hunne'nin böyle iki mânâya da gelebilecek kapalı bir ifâde kullanmasını iki şekilde izâh etmişlerdir.
1- Bâzı âlimler demişlerdir ki: Gerçi Beyt-i Makdis için sâdece erkek çocuklar nezredilirdi. Kız çocukları nezredilmezdi. Buna rağmen onun; “...doğacak çocuğumu nezrettim” demesi, erkek çocuğu diye ayrıca bildirmemesi, doğacak çocuğun erkek olmasını çok istemesi ve böyle ümidlenmesi sebebiyle idi. Yâni çocuğunun erkek olmasını istedi. Bunun için duâ etti. Bu nezrini, çocuğunun erkek olmasına vesile yaptı. Yâni; “Yâ Rabbî! Karnımdakini sana adadım. Bu sebeple onu erkek kıl” demek istedi.
2- Bâzı âlimler de; Hunne (radıyallahü anhâ), eğer karnımdaki erkek olursa demek istemişti demişlerdir.
Hunne hâmile iken, Beyt-i Makdis hizmetinde bulunmasını nezrettiği çocuğu doğmadan, babası İmrân vefât etti.
Bu Meryem binti İmrân ile Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşi olan Meryem binti İmrân'ı karıştırmamalıdır. Bilindiği gibi Hazret-i Mûsâ'nın Meryem isminde bir kızkardeşi vardı ve babalarının ismi de İmrân idi. Bu İmrân'ın babasının ismi Yasher'dir. Îsâ aleyhisselâmın dedesi olan İmrân'ın babasının ismi ise Mâsân'dır ve bu iki zât arasında onbeş asırdan fazla bir zaman vardır. Rivâyete göre, İmrân bin Mâsân'ın baba ve dedeleri, İsrâiloğullarının önde gelenleri ve reîsleri idiler ve Benî Mâsân diye tanınırlardı. Ayrıca, Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşinin adının Gülsüm olduğu rivâyeti de vardır.
İmrân bin Mâsân'ın vefâtından sonra, hanımı Hunne'nin hâmileliğinden bir kız çocuğu dünyâya geldi. Halbuki o, çocuğunun erkek olmasını ümid ve temenni ediyordu. Burnunla beraber, ona Allahü teâlânın kulu mânâsına Meryem ismini koydu ve; “Yâ Rabbî! Ne yapayım ki, kızım oldu. Sen onu kabûl buyur” diye Hak teâlâya yalvardı. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 36. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Vaktaki (Hunne) hamlini vad' edince (doğurunca), Allahü teâlâ onun ne doğurduğunu daha iyi bildiği hâlde, o (kız olduğunu görüp, düşündüğü gibi olmadığı için hüzünlenerek); Yâ Rabbî! Ben, onu kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. (Kız, Beyt-i Makdis'e bir erkek gibi hizmet edemez. Zirâ kuvvetsiz ve zayıf olur.) Ve ben, ona (bu sıfatların kendisinde bulunması dileğiyle, Allahü teâlânın kulu, çok ibâdet ve hizmet edici, mânâlarına gelen) Meryem ismini verdim.
Yâ Rabbî! Ben, onu ve zürriyetini, senin rahmetinden tard olmuş, koğulmuş olan şeytanın vesvese ve şerrinden, senin muhâfazana, himâyene ısmarlıyorum” dedi.”
Allahü teâlânın nice hikmetlerinden dolayı, kız çocuğu olunca; “Yâ Rabbî! Kız doğurdum...” demesi, doğan çocuğunun kız olduğunu Allahü teâlâya bildirmek için değildir. Böyle düşünmek mümkün olamaz. Allahü teâlâ bunu elbette biliyordu. Zirâ O, her şeyi en iyi bilendir. Hunne, doğacak çocuğunun oğlan olmasını ümîd ederken, kızı olması sebebiyle, nezrini yerine getiremeyeceği endişesiyle Hak teâlâya mâzeretini arzederek böyle ilticada bulunmuş ve çok üzülmüştür. Hak teâlâ hazretleri de onun bu niyazına karşılık, çocuğu kız olmasına rağmen, nezrini ve duâsını kabûl buyurdu.
Hunne; “... erkek, kız gibi değildir” dedi. Bu da onun, nezrini yerine getiremeyeceği için, Allahü teâlâya mâzeret arzettiği sözlerindendir. O, bu sözüyle mabedin hizmetlerini görmede erkeğin kadından üstün olduğunu anlatmak istemiştir. Bunun bir kaç sebebi vardır:
1- O zaman Beyt-i Makdis'in hizmetine, sâdece erkek çocuklar nezredilebilirdi.
2- Erkek, ibâdethanenin hizmetinde devamlı sûrette bulunabilirdi. Bilindiği gibi, Beyt-i Makdis hizmetine nezredilen çocukların orada bulunma mecbûriyeti büluğ çağına kadar idi. Büluğundan sonra dilerse oradan ayrılır, dilerse hizmetine devam ederlerdi. İşte, erkek olsun, kız olsun, büluğundan sonra hizmete devamı tercih edenlerden erkek olanlar devamlı sûrette hizmette, ibâdette bulunabilirler. Halbuki kadınlar, hayz ve nifas gibi kadınlık hâllerinden dolayı ibâdethanede devamlı kalıp hizmet edemezlerdi.
3- Erkekler, bedenî yapıları îtibâriyle kuvvetli olduklarından, hizmette bulunmaya daha elverişlidir. Kadınlar ise, bedenen zayıf oldukları için, erkekler gibi hizmete ve diğer işlere müsait değildirler.
İşte bütün bunlar, Beyt-i Makdis hizmetinde erkeğin kadından üstünlüğünü ve tercihini icâbettiren sebeplerdendir.
Tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Hunne (radıyallahü anhâ) bu sözüyle bunları kasdetmiş ve sanki şöyle demek istemiştir: “Beyt-i Makdis’in hizmetine nezrettiğim için, çocuğumun erkek olması benim arzumdur. Doğan bu kız ise, Allahü teâlânın takdiridir. Benim arzum olan erkek çocuğu, Allahü teâlânın, benim isteğim dışında hikmetinin icâbı ihsân ettiği bu kız gibi değildir.” Hunne'nin bu sözü, onun, Allahü teâlânın marifetine daldığını, Allahü teâlânın, kulu için yaptığının, kulun kendisi için istediğinden elbette daha hayırlı olduğunu çok iyi bildiğini göstermektedir.
Âlimler bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurmuşlardır ki: “... İsmini Meryem koydum...” diye zikredildi. Bu sözden, Hunne hâmile iken, zevci İmrân'ın vefât etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, çocuğun ismini normalde babası verir. Bu vazifeyi Hunne'nin alması, İmrân'ın vefât ettiğini göstermektedir. Yine bundan, çocuk dünyâya gelince isminin konulacağı anlaşılmaktadır.
Nitekim Buhârî ve Müslim'de bildirildiğine göre, Enes'in (radıyallahü anh) bir kardeşi olmuştu. Resûlullah efendimize götürdü. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kardeşin hayırlı olsun” buyurup ismini Abdullah koydu.
İmâm-ı Ahmed ve Tirmizî'nin bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte; “Her çocuk akîkasına rehindir. Yedinci günü akîka hayvanı kesilir, ismi konur ve başının saçı tıraş edilir.” buyruldu. Âlimler, bu Hadîs-i şerîfi; çocuğun âfet ve belâlardan korunması, akîkasına bağlıdır şeklinde izâh etmişlerdir.
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: Akîka, çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükretmek niyetiyle hayvan kesmektir. Akîka hayvanı kurbanlık hayvan gibi olmalıdır. Kurban için câiz olmayan hayvan, akîka için de kesilmez. Çocuğa doğumunun yedinci günü isim koymak, başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı kesmek müsteâbdır. Her zaman kesilebilir. Kurban bayramında da kesilebilir. Ölü olarak doğana isim konmaz ve akîkası kesilmez. Akîka, pişmiş veya çiğ olarak zengin, fakir herkese verilebilir. Akîka kesmek, Şafiî ve Mâliki mezheplerinde sünnet-i müekkededir. Şafiî ve Hanbelî mazheblerinde, kemikleri atılmaz, kırılmaz. Oynak yerlerinden ayrılıp toplanır. Bir temiz, beyaz bez içinde gömülür. Hanefî ve Mâlikî mezheplerinde, kemikleri kırılabilir. Akîka, çocukları belâlardan, hastalıklardan korur. Kıyâmette, anaya, babaya, ayrı bir şefâat ederler. Mevâhib-i ledünniyye kitabında diyor ki: “Hicretin sekizinci yılında İbrâhim dünyâya gelince, yedinci günü, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İbrâhim'in başını tıraş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve akîka olarak iki koç kesti. Saçlarını gömdü.
Şir'at-ül-İslâm’daki bir hadîs-i şerîfte; (Akîka) erkek çocuk için iki, kız çocuğu için bir koyun kesmektir.” buyruldu. Koyunun erkek veya dişi olmasına bakılmaz. Şir'at-ül-İslâm’da buyruluyor ki: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olduğu kendisine bildirildikten sonra, kendi akîkasını kesmiş olduğu haber verilmiştir. Buradan, zaman geçmekle, bu borcun sakıt olmadığı anlaşılmaktadır.
Akîkayı keserken; “Yâ Rabbî! Bu filan kimsenin akîkasıdır. Bunun kanı, onun kanına, eti etine, kemiği kemiğine, derisi derisine, kılı kılına karşılık olsun. Yâ Rabbî! Bu akîkayı filan kimsenin Cehennem’den kurtulmasına karşılık, sebep eyle!” denir.
Akîka, doğumunun yedinci günü kesilir. Olmazsa ondördüncü ve yirmidördüncü günü de kesilebilir. Bu da olmazsa daha sonra istenilen bir zamanda kesilebilir.
Doğumunun yedinci günü, çocuğun saçı tıraş edilir. Saçının ağırlığınca gümüş veya altın sadaka verilir. Çünkü bu sünnettir. Nitekim Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), torunu Hazret-i Hüseyn’in doğumunun yedinci gününde, kızları Hazret-i Fâtıma'ya çocuğun saçlarını tıraş etmesini ve sadaka olarak saçlarının ağırlığınca gümüş veya gümüş para vermesini emrettiği bildirilmiştir.
İhyau ulûmiddîn’de, Ebüşşeyh ve İbn-i Hibbân'ın, Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Çocuk yedi günlük olunca, akîkası kesilir. İsmi verilir ve temizlenir. Altı yaşında terbiye edilmeye başlanır. Yedi yaşında yatağı ayrılır. Onüç yaşında namaz kılması için dövülür. (Namaz kılması için zorlanır.) Onaltı yaşına ulaşınca, babası onu evlendirir, sonra da elinden tutarak; “Oğlum! Seni terbiye ettim. İlim, edeb öğrettim. Dünyâda bir felakete, âhırette ise azâba uğramandan, Allahü teâlâya sığınırım. Yâni aklını başına al da ona göre çalış der.”
Âlimler bildiriyorlar ki: Allahü teâlâ, Hunne'nin; “Yâ Rabbî! Ben onu ve zürriyetini, senin rahmetinden tard olmuş, koğulmuş olan şeytanın vesvese ve şerrinden senin muhâfazana ve himâyene ısmarlıyorum” şeklindeki duâsını kabûl buyurdu.
Nitekim, İmâm-ı Âhmed'in (rahmetullahi aleyh) senetleri ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Dünyâya gelen her çocuğa, doğarken, şeytan parmakları ile dokunur. Ancak, Meryem ve oğlu (Îsâ aleyhisselâm) bunun dışındadır. (yani şeytan onlara dokunmamıştır.)”
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Her dünyâya gelen çocuğu, doğarken şeytan bir veya iki defâ sıkar. Meryem oğlu Îsâ ve Meryem bundan müstesnadır.” Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle buyurduktan sonra, Hunne'nin (radıyallahü anhâ) duâsı olan ve yukarıda bildirilen; “Yâ Rabbî! Ben, onu ve zürriyetini...” meâlindeki Al-i îmrân sûresinin 36. âyet-i kerîmesini okudular.
Hazret-i Meryem'in Beyt-i Makdis'e teslim edilmesi ve Zekeriyyâ aleyhisselâmın onu himâyesine alması:
Hunne (radıyallahü anhâ), kızı Meryem'i alarak Beyt-ül-Makdis'e götürdü. Oradakilere durumunu izâh etti. Bu çocuk her ne kadar kız ise de, daha o doğmadan evvel doğacak çocuğunu mabedin hizmetine vermek üzere nezrettiğini, bunu bu hâliyle kabûl etmelerini söyledi. Sonra Meryem'i vazifelilere teslim ederek; “Alınız! Bu çocuk buraya adaktır” dedi. Vazifeli zevat bunu kabûl etmeye karar verdiler. Ancak, bu kızı kimin himâyesine vermeleri husûsunda karara varmaları icâbediyordu. İlk davranan Zekeriyyâ aleyhisselâm oldu. Zirâ, Hazret-i Zekeriyyâ, Beyt-ül-Makdis'in imâmı ve Meryem'in teyzesi olan Elîsânın beyi idi. Zekeriyyâ (aleyhisselâm); “Bu çocuğa benim yakınlığım vardır. Bunun teyzesi benim hanımımdır. Bu sebeple onu benim alıp yetiştirmem daha münâsiptir” buyurdu. Fakat, gelen çocuk, İmrân bin Mâsân gibi meşhûr ve büyük bir zâtın kızı olduğu için, orada bulunan herkes onu almak ve yetişmesiyle bizzat meşgûl olmak istediler. Hal böyle olunca herkesin râzı olacağı bir usûle başvurdular. Herkes Tevrât-ı şerîfi yazdıkları kalemi suya atacaktı. Kiminki batmazsa o, Hazret-i Meryem'le meşgûl olacaktı. Anlaşmaları bu şekilde olmuştu. Nihâyet çocuğu himâyesine almak isteyenlerin hepsi, aralarında tespit edip anlaştıkları şekilde bir derenin kenarına gittiler. Her biri Tevrât yazmakta kullandıkları kalemlerini suya attı. Atılan kalemlerin hepsi battığı hâlde Zekeriyyâ aleyhisselâmın kalemi suyun yüzünde kaldı. Bunun üzerine ittifâkla, Hazret-i Meryem'in Zekeriyyâ aleyhisselâmın himâyesine verilmesi kararlaştırıldı.
Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 44. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: (Ey Habîbim!) İşte bu (Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ aleyhimüsselâm, Hunne ve Meryem kıssaları) sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'i hangisi himâyesine alacak diye (Benî İsrâil âlimlerinin Tevrât yazdıkları) kalemlerini nehre bıraktıklarında, sen onların yanlarında değildin ve yine sen, onlar bu husûsta muhâseme ederlerken (bu husûsta adeta birbirleriyle çekişirlerken) de onların yanlarında değildin.”
Rûh-ul-Beyân tefsîri’nde, hâdisede Tevrât'ı yazdıkları kalemleri seçmeleri, onları mübârek ve çok kıymetli tuttukları içindir. Ayrıca bereketlenmeleri de söz konusudur buyrulmaktadır.
Tefsîr âlimleri, Hazret-i Meryem'i himâye etmeye çok ehemmiyet verilmesi, hattâ onu kimin himâyesine verecekleri husûsunda aralarında anlaşmazlığa düşmelerinin sebebini de şöyle izâh etmişlerdir:
1- Hazret-i Meryem'in babası olan İmrân, kavminin efendisi, reîsi idi. Bunun için, babasına hürmeten onun himâyesine çok ehemmiyet verdiler, herkes; “Ben himâyeme alayım” diye can attı.
2- Bilindiği gibi, Hunne, doğacak çocuğunu Allahü teâlâya ibâdette ve Beyt-i Makdis’in hizmetinde bulunması için nezretmişti. Orada bulunanlar bunu, tâ başından beri biliyorlardı. Bu sebeple herkes onu, kendi himâyesine almak için can attı.
3- Daha önce nâzil olan ilâhî kitaplarda, Hazret-i Meryem ve oğlu Îsâ aleyhisselâmdan bahsedildiği için, herkes böyle bir çocuğu kendi himâyesinde bulundurmayı istedi. O kadar ki, bu husûsta aralarında anlaşmazlık meydana geldi. Bakacak olanı, bir nevi imtihân ile tespit etmeye karar verdiler.
Zekeriyyâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle gâlip geldi ve Meryem'e hizmet vazifesi ona verildi. Zirâ ne yönden bakılırsa bakılsın, bu hizmete lâyık ve müstehak olan yalnız o idi.
Allahü teâlâ Hunne'nin (radıyallahü anhâ) bu samîmi duâsını kabûl edip, Meryem'i çok güzel bir yere yerleştirmişti. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 37. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Bunun üzerine Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabûl ile kabûl etti. Onu güzel bir nebât gibi büyüttü. (Onu iyi bir şekilde yetiştirdi, terbiye etti veya onun yaratılışını noksansız yaptı.) Zekeriyyâ'yı da ona (bakmaya) kefil kıldı...”
Hazret-i Meryem'e husûsi bir oda ayrılması:
Hazret-i Meryem sütten kesilip, kendisi oturup kalkar bir hâle geldikten sonra, Zekeriyyâ aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'de onun için husûsi bir oda yaptırdı. Bu oda yüksekçe bir yerde olup, çardağa benzerdi ve oraya merdivenle çıkılırdı. Hazret-i Meryem bu odada yalnız başına kalırdı. Buraya, Hazret-i Zekeriyyâ'dan başka hiç kimse giremezdi. Girerken anahtar ile açıp odaya girer, çıkarken de kapıyı kilitleyip anahtarı üzerine alırdı.
Zekeriyyâ aleyhisselâm bu şekilde her gün Hazret-i Meryem'in odasına bir günlük yiyecek ve içecek götürürdü. Fakat içeriye girdiğinde, odada çeşit çeşit yiyecek ve meyvelerin olduğunu görür ve çok hayret ederdi. İçeriye kendisinden başka kimsenin girip çıkmadığını bildiği hâlde, bu nasıl oluyordu. Üstelik Meryem'in yanında; yazın sıcağında kış meyveleri, kışın soğuğunda ise yaz meyveleri bulunurdu. Hazret-i, Meryem'e sorunca, o, bu nîmetler için; “Hak teâlânın bir ihsânıdır” diye cevap verirdi. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 37. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki “...Her ne zaman ki, Zekeriyyâ (aleyhisselâm Meryem'in bulunduğu) mihraba (odaya) girse, onun (Meryem'in) yanında bol rızık (ve vakitsiz meyveler yâni kışta yaz, yazda kış meyveleri) bulurdu. Yâ Meryem! Bu rızık sana nereden geliyor? (Normalde bu vakitte böyle meyve bulunmaz. Üstelik senin üzerine kapılar da kilitlenmiştir) derdi. Bunun üzerine Meryem; Bu, Allahü teâlâ tarafındandır. Muhakkak ki, Allahü teâlâ, dilediği kimseyi hesapsız olarak rızıklandırır derdi.”
Hazret-i Meryem'in kerâmeti: Tefsîr-i Mazharî ve Tefsîr-i Kebîr gibi meşhûr ve mûteber eserlerde, bu âyet-i kerîmenin tefsîri için; Bu âyet-i kerîme, evliyânın kerâmetinin hak olduğunu göstermektedir buyrulmuştur. Âlimler; Zekeriyyâ aleyhisselâmın her gelişinde, Hazret-i Meryem'in odasında fevkalâde güzel yiyecekler bulması, Hazret-i Meryem'in bir kerâmetidir buyurmuşlardır.
Fahreddîn-i Razî hazretleri, bunun Hazret-i Meryem'in kerâmeti olduğunu bildirerek buyuruyor ki: Bu hal, Hazret-i Zekeriyyâ'nın bir mûcizesi olsaydı, kendisinin bu mûcizeden haberdâr olması yâni bilmesi lâzımdı. Halbuki o; “Yâ Meryem! Bu rızık sana nereden geliyor?...” diye sormuştu. Suâlinden onun bu fevkalâde durumu bilmediği, dolayısıyla bu hâlin onun bir mûcizesi olmadığı anlaşılmaktadır. O hâlde, bu hal, hazreti Meryem'in bir kerâmetidir ve bu âyet-i kerîme, evliyânın kerâmetinin hak olduğuna delildir.
Hazret-i Meryem'in yetişmesi:
Hazret-i Meryem, Zekeriyyâ aleyhisselâmın himâyesinde yetişti. Hazret-i Zekeriyyâ'nın zevcesi (hanımı) ile Hazret-i Meryem'in annesi Hunne hanım kardeş idi. Hazret-i Zekeriyyâ'nın hanımı Îsâ’ veya Elîsâ ile hazreti Meryem'in kardeş oldukları da rivâyet edilmiştir. Buna göre hazreti Meryem, hazreti Zekeriyyâ'nın baldızı olmaktadır. Aralarındaki bu yakın akrabâlıktan dolayı hadîs-i şerîfte, Îsâ ile Yahyâ aleyhimesselâmın teyze oğlu oldukları bildirilmiştir.
Tefsîr âlimleri âyet-i kerîmede geçen; “Güzel bir kabûl ile kabûl buyurdu...” kısmını şu şekilde izâh etmişlerdir. Önce, Allahü teâlâ Hazret-i Meryem'i ve oğlu Îsâ aleyhisselâmı şeytanın dokunmasından korudu. İkinci olarak, Zekeriyyâ aleyhisselâmın himâyesine verdi. Sonra rızkını Cennet nîmetlerinden ihsân etti. Yukarıda da zikredildiği gibi, Hazret-i Meryem'in rızkı Cennet’ten gelirdi. Ayrıca, o zamana kadar Beyt-i Makdis hizmetine sâdece erkek çocuklar kabûl edildiği hâlde, annesi Hunne'nin yalvarması ve ilticası üzerine Hak teâlâ onu da kabûl buyurdu.
Rûh-ul-beyan tefsîri’nde bildirildiğine göre, Hunne'nin, daha başlangıçta yaptığı nezrinde, niyeti doğru, sâdık idi. Ancak, kız çocuk doğurmakla nezrini yerine getiremeyeceği için, Allahü teâlâdan utanmış ve bu husûstaki güçsüzlüğünü Allahü teâlâya arzetmiştir. Buradan anlaşılıyor ki, kul, nefsini kırmak, ihlâsı kalbine yerleştirmek için uğraşmalı ve yaptığı amelleri Allahü teâlânın kabûl etmesi için bütün gücüyle gayret etmeli, bununla beraber yine de kendini, nefsini kusurlu görmelidir.
Yine Rûh-ul-beyan tefsîri’nde, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, var gücüyle çalışıp gayret ettikten sonra, yine kendisini kusurlu görüp istiğfâr etmesi icâb ettiği husûsunda Şeyh Ebül-Abbâs'ın (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Allahü teâlâ masiyeti (günahı), tâatin (sevab olan amelin) içine katar. Meselâ bir kul tâat işler, Allahü teâlânın beğendiği amelleri yapar. Bundan sonra da kendisinde ucb hâsıl olur. Yâni kendini ve ibâdetini beğenir. Yaptığı tâata güvenir. Bu tâati yapmayanları küçük görür. “Benim gibisi var mı?” der. Allahü teâlâdan bunların karşılığını ve bedelini ister. İşte bu kulun yaptığı tâat, güzeldir, sevâb bir iştir. Fakat çeşitli uygunsuz düşüncelerle bu tâatin etrâfı günâhlarla kuşatılmış, çok günâh işlenmiş olur. Yâni o tâat sanki tâat olmaktan çıkarılmış, günâha vesile hâline getirilmiştir.
Diğer taraftan bir kul da, unutarak, yanılarak bir kabahat, günâh işler. Fakat günâhın hemen arkasından çok pişman olur, üzülür. Bunun affı için Allahü teâlâya ilticâ eder ve O'na sığınır. İşlediği bu günâh sebebiyle kendi nefsini çok aşağı ve pek bayağı görür. Bu günâhı işlemeyen mü’minleri kendinden üstün ve kıymetli bilir.
İşte, yukarıdaki misâlin aksine olarak bu kul, günâh işlememeye âzamî dikkat ve gayret ettiği hâlde, yanılarak bir günâh işlemiş, fakat arkasından hemen pişman olup kendi nefsini aşağılamıştır. Bu sebeple de işlediği günâhın etrâfı sevâblarla çevrilmiştir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, kul kendi nefsini her zaman haksız, kusurlu ve noksan bilmeli, hatâyı başkasında değil kendinde görmelidir. Tâat husûsunda, ibâdetlerde çok gayretli olmalı, gevşeklik göstermemeli, ancak yaptığı ibâdet ve tâatlara da güvenmemelidir. Tâatı yaptıktan sonra unutmalı, yaptığını noksan ve kusurlu bilmelidir. Böyle olduğu takdirde yüksek mertebelere ve Cennet nîmetlerine kavuşması umulur.
Yoksa, devamlı olarak yaptığı tâatları düşünür, kabahatlerini hiç hatırlamazsa, kendisinde ucb hâsıl olur. Yaptığı ibâdetleri, dolayısıyla kendini beğenir ve kibre kapılır. Yaptığı amellerine güvenir. Böyle olunca amelleri boşa gider. Bunun için; “Taatı muhâfaza etmek, onu işlemekten daha zordur” demişlerdir.
İnsanın, amellerindeki gayret ve çalışmasındaki maksadı, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktan başka bir şey olmamalıdır. Kendi iyiliklerini ve başkalarında gördüğü kusur ve kabahatleri örtmeli, unutmalı, görmezlikten gelmeli; işlediği hatâ ve günâhları ise aslâ unutmamalı, devamlı tevbe ve istiğfâr etmelidir.
Tefsîr âlimleri, Âl-i İmrân sûresinin 37. âyet-i kerîmesinde; “...Rabbi onu güzel bir nebât gibi büyüttü...” şeklinde zikredilen kısmı tefsîr ederlerken buyuruyorlar ki: Rabbi onu güzel terbiye ile terbiye edip, yetiştirdi. Rabbi onun yaratılışını, noksansız ve eksiksiz bir şekilde tam, düzgün yaptı. Allahü teâlâ onu ve oğlunu (Îsâ aleyhisselâmı) âlemlere bir âyet yâni kudretine alâmet ve delil kıldı.
Hazret-i Meryem'in fazîletleri:
Hazret-i Meryem, Dâvûd aleyhisselâmın neslindendir. İbn-i Asakir'in (rahmetullahi aleyh) rivâyetine göre, Hazret-i Meryem'in, Dâvûd aleyhisselâma kadar olan nesebi şöyle bildirilmiştir: Meryem, İmrân'ın kızıdır. İmrân, Mâsân'ın oğlu, o Âzer'in, o Yûd'un, o Ahnez'in, o Sâduk'un, o Iyazûz'ün, o Elyakîm'in, o Eybûd'un, o Zeryabil'in, o Şaltâl'ın, o Yûhînâ'nın, o Berşâ'nın, o Amûn'un, o Mîşâ'nın, o Hazkiyâ'nın (Hazkıyâl'ın), o Ahâz'ın, o Mûsâm’nın, o Azriyâ'nın, o Yevârim'in, o Yûşâfat'ın, o Îsâ'nın, o İbân'ın, o Rec'âm'ın, o Süleymân'ın, o da Dâvûd'un (aleyhisselâm) oğludur. Bu silsile hakkında daha değişik rivâyetler de vardır. Fakat, Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olduğunda ihtilaf yoktur. Babası İmrân, zamanında, çok namaz kılmakla tanınmıştı. Annesi Hunne de Fâkûd'un kızı idi. Fâkûd, Kâbîl'in oğlu idi. Annesi de o zamanın çok ibâdet edenlerinden idi.
Meryem (radıyallahü anhâ) gece-gündüz hep ibâdetle meşgûl olurdu. O kadar çok ibâdet ederdi ki, ibâdeti Benî İsrâil arasında darb-ı mesel hâline geldi. Hâli ve hareketi, yaşayışı pek güzel idi. Allahü teâlâ ona bir çok kerâmetler, güzel hâller ihsân etmiş idi. Kerim hâllerden, şerefli muâmelelerden yâni kerâmet cinsinden onda görünen şeyler, harikulade hâller meşhûr olup yayıldı.
Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Habîbim! Meryem'i de) yâd eyle ki, o, ırzını (bir kal'a gibi) haramdan korumuştu...” (Enbiyâ sûresi: 91)
“(Allahü teâlâ, îmân edenlere Fir’avn'un hanımı Âsiye binti Müzahim'i (radıyallahü anhâ) bir misâl yaptığı gibi) İmrân'ın kızı Meryem'i de (radıyallahü anhâ) bir misâl yaptı ki, o ırzını, bir kal'a gibi korumuş, pek sağlam bir şekilde muhâfaza etmişti.” (Tahrim sûresi: 12)
“Yâd eyle şu vakti ki; melekler (yani Cebrâil aleyhisselâm, Hazret-i Meryem'e şifâhen) şöyle demişti: Ey Meryem! Muhakkak ki Allahü teâlâ (çok ibâdet etmenle ve tertemiz olmanla) seni seçti ve seni (kötü hasletlerden ve kabîh, çirkin âdetlerden) pâk etti. Ve seni âlemdeki (zamanındaki) bütün kadınlara mümtaz kıldı, (Hazret-i Meryem, Allahü teâlânın pek çok lütûf ve ihsânına kavuştu. Allahü teâlâ bunu beyân buyurduktan sonra, bu nîmetlere şükür olarak ibâdet ve tâatını arttırmasını ona vâcib kıldı ve buyurdu ki:) “Ey Meryem! (Şükür için) Rabbin teâlâ hazretlerine tâata devam eyle! (Veya O'na şükür için namazında kıyamını uzun eyle!) Rabbine secde eyle! Rükû edenlerle beraber rükû eyle (namaz kılanlarla namaz kıl). (Âl-i İmrânsûresi: 42-43)
Bu emirden sonra hazreti Meryem'in ibâdet ve tâata devamı daha çok arttı. İmâm-ı Evzâî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Vakta ki Meryem (radıyallahü anhâ) bununla emrolundu, namazda çok durmaktan, çok namaz kılmaktan ayakları şişti...”
Hazret-i Meryem, o zamanda bulunan bütün kadınların en fazîletlisi idi. Nitekim Buhârî’de Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İmrân kızı Meryem, zamanında dünyâda bulunan bütün kadınların hayırlısıdır. Bu ümmetin kadınlarının en hayırlısı da Hadice'dir.” (radıyallahü anhümâ) buyurmuşlardır.
Tefsîr âlimleri yukarıda meâli verilen Âl-i İmrân sûresinin 42. âyet-i kerîmesini tefsîr ederken buyuruyorlar ki: Hazret-i, Meryem'e gelerek, söz söyleyen Cebrâil aleyhisselâm idi. Nitekim Meryem sûresinin 17. âyet-i kerîmesinde bu husûsta meâlen; “Derken biz ona rûhumuzu (Cebrâil aleyhisselâmı) gönderdik de o, Meryem'e hilkati tam, her âzası düzgün, yakışıklı bir genç sûretinde görünüverdi...” buyruldu. Bu âyet-i kerîme, Hazret-i Meryem ile konuşanın Cebrâil aleyhisselâm olduğuna delâlet etmektedir. Hal böyle iken, aynı husûs Âl-i İmrân sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde zikredilirken, Hazret-i Meryem'e söz söyleyenin bir melek değil de melâike şeklinde çoğul olarak zikredilmesi, Cebrâil aleyhisselâmın kıymetini ve şânının büyüklüğünü bildirmek içindir. Çünkü, Cebrâil aleyhisselâm meleklerin reisidir.
Tefsîr âlimleri yukarıda meâli verilen Âl-i İmrân sûresinin 43. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruyorlar ki: Bu âyet-i kerîmede Hazret-i Meryem'e, Hak teâlâya şükür için namazda kıyamı uzun yapması emredildi. Bundan sonra secde ve rükû emredildi. Böylece bu rükûnlerin fazîletine ve bunlara hakkıyla riâyet edilmesine işâret olunmuştur. Ayrıca secdenin rükûdan önce zikredilmesi de, namazın en fazîletli rüknü olmasından dolayıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; “Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde ettiği andır” buyruldu. İşte secde bu derece fazîletli ve pek kıymetli bir tâat olduğu için, âyet-i kerîmede rükûdan evvel zikredilmiştir.
Hazret-i Meryem'in fazîletleri, üstünlükleri hakkında İmâm-ı Ahmed'in senetleri ile hazret-i Enes'den bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Âlemdeki kadınlardan dördü pek yüksektir: Meryem binti İmrân, Fir’avn'ın hanımı Âsiye, Hadîce binti Huveylid ve Fâtıma binti Muhammed” buyruldu.
Tirmizînin çeşitli yollarla hazret-i Enes'den bildirdiği hadîs-i şerîfte de; “Âlemdeki kadınların en hayırlıları dörttür. Meryem binti İmrân, Fir’avn'ın hanımı Âsiye, Hadîce binti Huveylid ve Fâtıma binti Muhammed Resûlullah” buyruldu.
Ebû Yala, senetleri ile İbn-i Abbâs'dan bildirir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) toprağın üzerine dört çizgi çizdi ve; “Bunların ne olduğunu bilir misiniz?” buyurdu. “Allah ve Resûlü bilir” dediler. Buyurdu ki: “Cennet’teki kadınların en üstünleri; Hadîce binti Huveylid, Fâtıma binti Muhammed, Meryem binti İmrân ve Fir’avn'un hanımı Âsiye binti Müzâhim'dir.” Bu Hadîs-i şerîfi Nesâî de bildirmektedir.
İbn-i Asâkir'in senetleri ile Câbir bin Abdullah'tan bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Dünyâdaki kadınların efendileri dörttür. Fâtıma binti Muhammed, Hadîce binti Huveylid, Âsiye binti Müzâhim ve Meryem binti İmrân” buyruldu.
Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, Cebrâil aleyhisselâm Hazret-i Meryem'e geldiğinde, Allahü teâlânın onu âlemdeki bütün kadınlar üzerine seçtiğini bildirdi. Allahü teâlâ bu seçmenin, onun babasız olarak çocuk doğurması ve bu çocuğun büyük bir peygamber olacağını müjdelemesi şeklinde olduğunu bildiriyor.
Tefsîr âlimleri buyuruyorlar ki: “Ey Meryem! Muhakkak ki, Allahü teâlâ seni seçti ve seni pâk etti ve seni âlemdeki bütün kadınlara mümtaz kıldı” demek, seni kötü ahlâktan arındırdı, iyi ve güzel ahlâk ile seni süsledi demektir. “Âlemdeki kadınlar” dan maksat, zamanındaki kadınlardır. Nitekim, A’râf sûresinin 144. âyet-i kerîmesinde Mûsâ aleyhisselâma da; “Muhakkak ki, seni bütün insanlar üzerine seçtim” buyurdu. Halbuki, malûmdur ki, İbrâhim aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmdan efdâldir, üstündür ve Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) ikisinden de üstündür. Bunun gibi Duhân sûresinin 32. âyet-i kerîmesinde İsrâiloğulları için; “İlimde onları bütün âlemler üzerine seçtik” buyrulduğu hâlde, Resûlullah'ın ümmeti, geçmiş ümmetlerin hepsinden üstündür; sayı bakımından onlardan çok, ilimde onlardan efdâl, amelde, İsrâiloğullarından ve başkalarından daha çok beğenilendir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, âlemdeki bütün insanlar demek, o zamanda, âlemlerde bulunan bütün insanlar demektir.
Meryem'in (radıyallahü anhâ) ismi, Kur'ân-ı kerîmde çok zikredilmiş, Enbiyâ sûresinin 91. âyet-i kerîmesinde ismi geçmeden, fakat ona işâretle, ırzını çok güzel koruduğu bildirilmiş, Mâide sûresinin 75. âyet-i kerîmesinde ise “Sıddîka” diye övülmüştür.
Hazret-i Meryem'in fazîletleri, diğer insanlar arasında mümtaz, ayrı bir yeri olması, maddeler hâlinde özetle şöyledir.
1- Beyt-ül-Makdis'e nezir olarak kabûl edilmesi. Halbuki, o zamana kadar, sâdece erkek çocuklar kabûl edilir, kız çocuklar kabûl edilmezdi.
2- Beyt-ül-Makdis'de bulunan odasına, Hak teâlâ tarafından gaybî olarak rızkının gönderilmesi.
3- Kerâmetlere nâil olması.
4- Cebrâil aleyhisselâm ile konuşup görüşmesi.
5- Hazret-i Îsâ'nın kundakta iken konuşması ve böylece, Hazret-i Meryem'in iftirâlardan temiz olduğunun sabit olması.
6- Kendinin ve oğlu Hazret-i Îsâ'nın, âleme ibret ve misâl kılınması.
Hazret-i Meryem'e, Îsâ aleyhisselâmın müjdelenmesi:
Hazret-i Meryem onbeş yaşına ulaştığında, Yûsuf-i Neccâr isminde biriyle nişânlanmıştı. Fakat onunla evlenmeden, Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'e babasız olarak bir çocuk vereceğini müjdelemişti.
Rivâyete göre, Hazret-i Meryem, Beyt-ül-Makdis'te kendisi için Zekeriyyâ aleyhisselâm tarafından tahsis edilen odada bulunur, ihtiyaç hâlinde dışarı giderdi veya ibâdetini orada yapar, sair zamanlarda Zekeriyyâ aleyhisselâmın hanımının yanında bulunurdu. Bu husûsta rivâyetler muhteliftir. Böyle bir vesile ile, evinin veya Beyt-ül-Makdis'in doğusunda bir yerde bulunurken veya güneşlenirken, yanına Cebrâil aleyhisselâm geldi. Her âzası tam, düzgün bir genç insan şeklinde idi. Aslî şeklinde değil de böyle bir insan şeklinde gelmesi, Hazret-i Meryem'in onu aslî şekliyle görmeye tahammül edemiyeceği içindir.
Hazret-i Meryem, birden karşısında böyle birini görünce, kemâl-i edebinden ve iffetinin çokluğundan pek fazla endişelendi, kalbine ürperti geldi. Bulunduğu yer tenhâ idi. Buna rağmen perde de çekmişti. Böyle iken oraya genç bir kimsenin gelmesi onu telâşa düşürmüştü. Hemen; “Ben senin bana bir zarar vermenden, kullarını böyle zararlardan korumaya kâdir ve her nîmet ve ihsânın sâhibi olan Allahü teâlâya sığınırım. Benim yanımdan çekil. Eğer Allahü teâlânın azâbından korkar, günâh işlemekten sakınırsan, herhangi bir fenâlık yapmazsın. Yanımdan git ve bana taarruz etme” dedi.
Genç bir delikanlı sûretinde gelen Cebrâil aleyhisselâm, ona, kendinin melek olduğunu ve endişelenmemesini bildirip; “Ben senin, benden kendisine sığındığın Hak teâlâ hazretlerinin bir elçisiyim. Yâni ben insan değilim. Allahü teâlâ tarafından gönderilen bir haberci meleğim. Senin temiz bir oğlan doğuracağını müjdelemek için gönderildim” dedi. Meryem (radıyallahü anhâ), onun vazifeli bir melek olduğunu anlayınca, biraz rahatladı. Fakat endişesi de gittikçe arttı. Sonra; “Benim hiç çocuğum olur mu? Ben evli değilim. İffetsiz bir kimse de değilim ki, başkasından hâmile kalmış olayım. Bana hiç bir erkek dokunmadı. Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günâh da işlemedim. O hâlde benim nasıl çocuğum olur ki?” dedi.
Cebrâil aleyhisselâm ona; “Evet iş dediğin gibidir. Sen evli değilsin. Şer'î hudûdun dışına taşarak bir iffetsizlik de yapmadın. Fakat Hak teâlâ sana, babasız bir çocuk ihsân edecek. Böyle yapmak O'na pek kolaydır. Zirâ O, her dilediğini yapmaya kâdirdir” dedi.
Hazret-i Meryem, Allahü teâlânın, bir çocuğu babasız olarak halketmeye kâdir olduğunu elbette bilir ve tasdik ederdi. “Benim nasıl çocuğum olur ki...” diye sorup, kendi durumunu izâh etmesi, buna inanmamasından değil, bu işin nasıl olacağını anlamak istemesindendir.
Daha sonra, Cebrâil aleyhisselâm bu işin takdir edildiğini, tamam olduğunu; çocuğun, babasız olarak Allahü teâlânın (Kün=Ol) emriyle yaratılacağını ve isminin Meryem oğlu Mesîh Îsâ olduğunu bildirdi. Ayrıca çocuğun, Allahü teâlâ katında mertebe ve derecesinin pek yüksek, makbûl bir kul olduğunu söyleyerek, onun sıradan bir çocuk olmadığını insanlara hak ve hakîkati bildireceğini de haber verdi.
Mesîh; meshedilmiş, meshedilen demektir. Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden muhtelif rivâyetler gelmiş olup, bunlardan bâzıları şöyledir:
1- Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için ona bu isim verilmiştir.
2- Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu. Bunun için Mesîh denilmiştir.
3- Îsâ aleyhisselâm yeryüzünde çok seyahat ederdi. Buna işâretle Mesîh denilmiştir.
4- Mesîh, İbranî dilinde Mübârek mânâsınadır. Hazret-i Îsâ'nın şerefinin ve fazîletinin üstünlüğünü bildirmek için, bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir.
Ayrıca kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan Deccal'e de Mesîh denir ki, onun -haşa- yukarıdaki fazîletlerle hiç bir ilgisi yoktur. Ona, Mesîh denmesinin sebebi gözünün birinin silik olmasıdır.
Cebrâil aleyhisselâmın genç bir insan şeklinde Hazret-i Meryem'e gelerek, onu bir oğul ile müjdelemesi ve bu esnada aralarında geçen konuşmalar husûsunda, Âl-i İmrân sûresinin 45-47. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Melâike (Cebrâil aleyhisselâm) dedi ki: Ey Meryem! Allahü teâlâ, kendinden bir kelimeyi ("Ol" emri ile yaratılacak bir çocuğu) sana müjdeliyor ki, o çocuğun ismi, Meryem oğlu Mesîh Îsâ'dır. Dünyâda da âhırette de vecîh (şerefi yüksek, kadri yüce) dir. (Denildi ki, dünyâda vecîh olması, peygamberliği; âhırette vecîh olması ise şefâatidir.) ve o mukarreb (yani Hak teâlâ indinde yüksek derecelere sâhip) olanlardandır. O beşikte iken (süt emerken) de, yetişkin iken de insanlarla konuşacaktır. O sâlihlerden (bütün emirlere uyan ve bütün yasaklardan kaçınan, içini ve dışını Hak teâlânın emirlerine uyduran iyi kimselerden) dir.
(Melek böyle söyleyince, Hazret-i) Meryem; “Ey Rabbim! Bana hiç bir insan dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. (Bunun üzerine Allahü teâlâ ona Cebrâilaleyhisselâm vâsıtasıyla, onun lisânıyla) buyurdu ki: “Evet öyledir. Sana bir kimse dokunmamıştır. Fakat Allahü teâlâ neyi dilerse yaratır. Bir şeyi dileyince ona sâdece “Ol" der. O da hemen oluverir.”
Allahü teâlâ eşyayı, mahlûkları bilinen zâhirî sebepler ve maddelerle, tedricen, safha safha yaratmaya kâdir olduğu gibi, bu sebepler hiç olmadan, bir defâda ve bir anda yaratmaya da elbette kâdirdir.
Yine bu husûsta Meryem sûresinin 16-21. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Kur'ân-ı kerîmde Meryem kıssasını da zikret. Hani o, âilesinden ayrılıp şark tarafında, (evinin veya Beyt-ül-Makdis'in doğu tarafında) bir yere çekilmişti. (Bir rivâyette hayzdan temizlenip gusül etmeğe gitmişti. Burası çok tenhâ bir yer ise de, tesettüre, örtünmeye pek çok riâyet ettiğinden) onların kendini görmemesi için ayrıca bir de perde edinmişti. Perde ile örtünmüş, perde çekmiş idi. Derken biz ona rûhumuzu (Cebrâil aleyhisselâmı) gönderdik de, o, Meryem'e, hilkati tam, her âzası düzgün, yakışıklı bir genç sûretinde göründü. (Meryem (radıyallahü anhâ) bu tanımadığı yabancıyı görünce, melek olduğunu bilemediği için, kemâl-i iffetinden dolayı pek telâşlanarak): “Ben senden, rahmân olan Allahü teâlâya sığınırım. Eğer mü’min ve müttekî isen, fenâlıktan hakkıyla sakınan bir insan isen bana taarruz etme. Bana yaklaşma ve yanımdan çekil (yani senden, Allahü teâlâdan korkman ümid olunur. Senin Allahü teâlâdan korkman ise, benim O'na sığınmamla mümkün olur. Bu sebeple senden Allahü teâlâya sığınırım.)” dedi.
(Tefsîr âlimleri Cebrâil aleyhisselâma rûh buyrulması husûsunda muhtelif sebepler bildirmişlerdir. Bâzıları; “Hak teâlânın, onu sevdiğini, ondan râzı ve kendine yakın kullarından olduğunu beyân içindir. Nitekim bir kimsenin sevdiğine “rûhum” demesi âdet olmuştur dediler. Cebrâil aleyhisselâm da ona) dedi ki: Gerçekten ben senin, kendisine sığındığın Rabbin teâlâ tarafından, O'nun emriyle gelen haberciyim ki, sana, bütün fenâlıklardan temiz, hayırlı olmasıyla medholunan, bir oğlan vermeye (vesile olmaya) geldim. (Meryem (radıyallahü anhâ), gelenin hakîkî bir insan değil, bu sûrette görünen bir melek olduğunu, ondan kendisine bir zarar gelmeyeceğini anlayıp, bununla beraber, bunun nasıl olacağını merâk ederek;) “Benim nasıl bir oğlum olabilir ki, bana hiç bir beşer (nikahı ile) dokunmamış, yaklaşmamıştır. Ben zinâkâr, iffetsiz ve fâcire biri de değilim dedi.
(Cebrâil aleyhisselâm) dedi ki: “(Yâ Meryem!) Evet hâl dediğin gibidir. Lâkin, Rabbin teâlâ hazretleri, buyurdu ki; O (zahiri sebepleri bulunmadan bir çocuk halketmek, yaratmak) bana pek kolaydır. Biz onu kudretimize bir alâmet ve insanlardan onun dînine tâbi olanlara onu bir rahmet kılarız. Bu ezelde hükmolunmuş, takdir edilmiş bir iştir. Bu hükümde bir değişiklik, bozulma olmaz.”
Yukarıda da bildirildiği gibi Hazret-i Meryem, Âdem aleyhisselâmdan o zamana kadar hiç olmamış bir durumla, yâni babasız çocuk meydana gelmesi durumuyla karşılaştığı için ziyâdesiyle hayrete düşmüştü. Kendinin evli ve iffetsiz biri olmadığını bildirip, nasıl çocuğum olabilir ki diye suâl etmesi, babasız olarak bir çocuk meydana gelemeyeceğinden değildi. Zâhirî sebepleri olmadan, Allahü teâlânın sâdece "Ol" emri ile dilediğini her an var etmeye mutlak kâdir olduğunu elbette biliyordu. Suâli, böyle bir şeyin nasıl olacağını anlamak içindi. Gerçi Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlânın kudretiyle annesiz ve babasız meydana gelmişti. Ondan sonra, Hazret-i Havvâ, Hazret-i Âdem'in sol kaburga kemiğinden yaratılmıştı. Yâni Âdem aleyhisselâm, anasız ve babasız olarak topraktan halkolunduğu, yaratıldığı gibi, hazreti Havvâ da ondan annesiz olarak yaratıldı. Fakat ondan sonra insanın çoğalmasına hep anne ile babanın bir araya gelmesi sebep kılındığından, bu âdetin aksine bir durum görünüşte mümkün değildi. Hazret-i Âdem'den bu kadar zaman geçtikten sonra yeniden böyle bir hâlin zuhûr etmesi, elbette herkesin hayret ve dikkatini çekecekti. İşte hazret-i Meryem'in hayret ve endişesi de bu noktadan kaynaklanıyordu. Âlemde kimseye nasîb olmamış bu ilâhî lütûf, onu ziyâdesiyle heyecanlandırıyordu. Bu iş ve bu işin netîcesi nasıl olacaktı? Sonra insanların tavrı ne olacaktı? Hazret-i Meryem ne gibi iftirâlara uğrayacak, bu husûsta ne sıkıntılar çekecekti? İnsanlara ne diyecek, bu hâli nasıl kabûl ettirecekti? İnanacaklar mıydı?
Hazret-i Meryem'in, Hazret-i Îsâ'ya hâmile olması:
Hazret-i Meryem bu endişe ve heyecan içinde iken, Cebrâil aleyhisselâm, onun yakasına veya gömleği üzerine nefha etti, üfürdü, sonra oradan ayrıldı ve gitti.
Böylece Hak teâlânın emri ve kudretiyle, hazret-i Meryem, hazret-i Îsâ'ya hâmile oldu. Cebrâil aleyhisselâmın o nefhasından, üfürmesinden sonra, onun hazreti Îsâ'ya hâmile olduğu Meryem sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde, bildirilmektedir. Bu sırada onbeş yaşında idi. Hazret-i Îsâ'ya hâmile olduğunda on yaşında olduğu, yeni büluğa ermiş olup, bundan evvel sâdece iki defâ hayız gördüğü de bildirilmiştir. Bundan bir müddet sonra, normal olarak hâmilelik hâlleri görülmeye başlandı. Rivâyete göre onun hâmile olduğunu ilk farkeden, Yûsuf-i Neccâr oldu. Bilindiği gibi, Yûsuf-i Neccâr ile Hazret-i Meryem nişânlı idiler.
Yûsuf-i Neccâr onun hâmile olduğunu görünce, adeta ne olduğunu şaşırdı. Bunu nasıl yorumlayacağını bilemedi. Onun iffet, hayâ ve edebinin ne derece kemâlde olduğunu biliyor, yanlış bir iş yapmasına aslâ ihtimâl vermiyordu. Fakat hazreti Meryem hâmile idi ve bunun, zâhirde bir tek izâhı vardı, o da, bir erkeğe yakın olması... Bu durum karşısında ne yapacağını, nasıl tavır alacağını bilemiyor, fakat mes’eleyi çözemediği için de adeta aklını kaçıracak gibi oluyordu. Nihâyet bir yolunu bulup, hazreti Meryem'e dedi ki: “Ben sende çok garib bir hâl görüyorum. Bu mes’eleyi saklayıp, kendimle mezâra götürmeyi yâni ölünceye kadar hiç kimseye bahsetmemeyi istediysem de muvaffak olamadım.” Hazret-i Meryem ona; “Söylemek istediğini söyle” dedi. Yûsuf-i Neccâr; “Bana söyler misin? Hiç tohum ekmeden ekin biter mi?” dedi. O; “Evet biter” dedi. Yûsuf; “Peki yağmur yağmadan ağaç yetiştiği olur mu?” dedi. O; “Evet olur” dedi. Yûsuf; “Erkek olmadan çocuk meydana gelir mi? Babasız olarak çocuk doğar mı?” dedi. Bunun üzerine Meryem (radıyallahü anhâ), şöyle dedi: “Evet doğar. Allahü teâlâ tohumu ilk yarattığında, tohumdan mı yarattı? Elbette tohumsuz yarattı. Bunu biliyor musun? Allahü teâlâ, ağacı ilk yarattığında yağmur ile mi yarattı? Elbette yağmursuz yarattı. O, yağmuru da, suyu da, ağacı da, tohumu da kendi ilâhî kudretiyle ve sâdece "Ol" emri ile yarattı. (Yine ezelî takdiri ile bu âlemde her şeyin sebepler ile meydana gelmesini dilediğinden, meselâ yağmuru, ağacın yetişmesi için bir sebep kıldı. Böyle sebepler olmadan da elbette yaratır. Fakat yine O, hâdiselerin sebepler ile vukû bulmasını dilediği için, hâdiseler, sebepler ile cereyan etmektedir. Meselâ; ateşi yakmaya, bıçağı kesmeye sebep kılmıştır. Fakat dilerse bunlarda tesir halketmez. Meselâ; ateşin, İbrâhim aleyhisselâmı yakmaması, bıçağın, hazreti İsmâil'i kesmemesi böyledir.) Yoksa sen, tohum ile yağmur sebepleri olmazsa, Allahü teâlâ ekin ile ağaç yetiştiremeyeceğini mi zannediyorsun?”
Hazret-i Meryem'in bu sözlerine karşı Yûsuf-i Neccâr; “Hayır öyle bir şey demiyorum. Bilakis Allahü teâlâ dilediği her şeyi yapmaya kâdirdir. Mutlak kudret sâhibi yalnız O'dur. Bir şeyin olmasını dileyince yalnız "Ol" emrini verir. O şey de hemen oluverir diyorum” dedi. Meryem (radıyallahü anhâ) “Peki sen Allahü teâlânın Hazret-i Âdem-i ve Hazret-i Havvâ'yı da anasız ve babasız olarak yarattığını bilmiyor musun?” deyince, o; “Evet biliyorum” dedi.
Bu konuşmalardan, Hazret-i Meryem'in -haşa- yanlış bir iş işlemediğini, bu hâmileliğin, Hak teâlânın takdiri ve kudretiyle, bir erkekle temas olmadan meydana geldiğini iyice anlayan Yûsuf-i Neccâr, artık bu husûsta daha fazla soru sormanın, fikir yürütmenin ve çeşitli zanlarda bulunmanın yersiz olduğunu düşündü ve yanlış karar vermekten kaçındı.
Hazret-i Meryem'in hâmileliği belli olup, açığa çıkınca, ortalıkta bu mes’ele konuşulmaya ve herkes tarafından dedikodusu yapılmaya başlandı. Yahudiler çeşit çeşit iftirâlarda bulunuyor, akla gelmeyecek ve ağza alınmayacak şeyler söylüyorlardı. Hazret-i Meryem gibi, iffet ve nâmusun, edeb ve hayânın zirvesinde olan tertemiz bir hanım için bu şekildeki sözler ve dedikodular elbette tahammülü mümkün olmayan bir sıkıntı, acısı çok şiddetli olan bir dert idi.
Bu husûsta Meryem sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “… Bununla (karnındaki bu çocuğu ile) âilesinden uzak bir yere (bir dağın ardında ve Beyt-i Lahm denilen bir yere) çekildi.” (Beyt-i Lahm, Kudüs'ün 10 kilometre güneyinde bir kasaba olup, o zaman sâkin, tenhâ bir yerdi.)
Hazret-i Meryem'in bu şekilde ayrı bir yere çekilmesi tabii ki, sıkıntıları gidermiyor, belki sâdece azalmasına sebep oluyordu. Lâkin insanların böyle ileri geri konuştuklarını düşündükçe, üzüntü ve sıkıntısı artıyordu. Zâten hâmilelik hâli başlı başına, çok zahmetli bir durum idi. Bununla beraber, insanların yalan yanlış, uygunsuz lâflar konuşmaları da bu zahmetin üzerine ikinci bir sıkıntı ve zahmet oluyordu. O ise, bütün bunların, Hak teâlânın dilemesi ve takdiri ile olduğunu düşünerek tahammül etmeye çalışıyordu. Günleri hep böyle üzüntü ve sıkıntı içinde geçiyordu.
Îsâ aleyhisselâmın doğumu:
Doğumun ilk alâmetleri belirdiği sırada, bulunduğu yerin bahçesinde yürürken, kurumuş bir hurma ağacının altına gelmişti. Doğum sancıları şiddetlendiğinden, mecbûren bu ağaca yaslandı. Çok büyük sıkıntı ve darlık içinde idi. “Ne olaydı ben unutulmuş, aranmaz, ismi bile kimsenin hatırına gelmeyen bir şekilde yok olup gideydim. Ve bu hâlleri görmeyeydim” diye hüznünü dile getirdi.
Nihâyet, yaslandığı kuru hurma ağacının altında, hazreti Îsâ dünyâya geldi. Mevsim kış olup, hurma ağacı da, dalları ve baş kısmı olmayan kuru bir hâlde idi.
Doğumdan sonra, iftirâ ve dedikoduların çoğalması ihtimâli muhakkak olduğundan, böyle durumlara karşı hazreti Meryem'in mahcubiyeti, rûhî elemi de artıyordu. Nihâyet hazreti Meryem'in aşağı tarafından Cebrâil aleyhisselâm veya bir irhâs olarak hazreti Îsâ nidâ edip dedi ki: “Sakın mahcub olma. Üzülecek bir şey yoktur. Bilakis sevin, haz duy ki, öyle muhterem bir oğula nâil oluyorsun. Muhakkak ki, Rabbin teâlâ hazretleri, senin ayağının altında küçük bir nehir yarattı. Böyle yapmakla senin mertebeni yüksek eyledi. O nehirden bedeninde ve elbisende yıkanması icâbeden yerleri yıkarsın. Elinle tutunduğun kuru hurma ağacını kendine doğru çek, silkele. O kuru ağaç, hem de bu kış mevsiminde yeşillenecek, taze hurma verecektir. Bu da başka bir hârikadır, bir iyiliktir. Bundan istifâde et.
Artık o taze hurmalardan ye! Akarsudan içerek harâretini gider. Gözün aydın olsun. Sen tebrike lâyıksın. Manevî bir lezzet ile yaşa! İnsanlardan herhangi bir kimseyi görürsen; Ben, bana bu nîmetleri ihsân eden kerîm Rabbim, Allahü teâlâ hazretleri için orucu nezrettim. Sükut etmek (susmak) için veya sükut etmek sûretiyle oruç tutmak için adakta bulundum. Artık bu husûsu size işâretle haber verdikten sonra, bu gün hiç bir insan ile konuşmayacağım. Ben ancak melekler ile konuşurum. Sırf Rabbime niyaz ve yalnız O'na münâcâtta bulunurum diye söyle.” (Kâdı Beydâvî hazretlerinin beyânına göre, onlar oruçlu oldukları gün konuşmazlardı.)
Hazret-i Meryem de, kendisine yapılan bu nidâdan ve bu sözlerden sonra, ayağının altında küçük bir su arkının aktığını gördü. Hurma ağacını sallayıp silkelemek sûretiyle kuru ağaç, Hak teâlânın izni ve emri ile bir anda yeşeriverdi. O anda ağaçta; dallar, yapraklar ve olgun taze hurmalar peydâ oldu. Meryem (radıyallahü anhâ) hurmalardan yeyip, sudan içerek harâretini giderdi. Biraz sâkinleşmiş, hüznü azalmış, sıkıntısı hafiflemişti. Âlimler buyurmuşlardır ki: Allahü teâlânın kudretiyle, kuru hurma ağacının, bir anda yeşerip, hem de kış mevsiminde taze hurma vermesinde, Hazret-i Meryem'i tesellî etmek vardır. Çünkü kuru ağacın yeşerip meyve vermesi ile, hazreti Meryem'in babasız çocuk doğurmasında benzerlik ve yakınlık vardır. Dolayısıyla bu hurmanın yeşerip meyve vermesi, hazreti Meryem'in mübârek hatırını hoş etmek, onu tesellî etmek içindir.
Hazret-i Meryem'in doğum sancıları içinde kuru hurma ağacının yanına gelmesi ve bundan sonraki durum hakkında, Meryem sûresinin 23-26. âyet-i kerîmelerinde buyruldu ki: “Derken doğum sancısı onu kuru bir hurma ağacına dayanmaya sevketti, mecbûr etti. (Mevsim kış idi. Yanında, doğum esnâsında kendisine yardımcı olacak birisi de yoktu) Bu hâlden ve doğumdan sonra insanların ayıplama ve kınamaları düşüncesinden dolayı; “N'olaydı, bundan evvel ölmüş ve tamâmen unutulmuş olaydım, unutulup gideydim dedi. (Doğum olup, hazret-i Meryem'in muhtemel iftirâlar düşünerek mahcubiyeti ve kalbî hüznü arttığında) aşağı tarafından (Cebrâil veya yeni doğan Îsâ aleyhisselâm) ona şöyle nidâ etti; “Tasalanma. Mahzûn olma, Rabbin teâlâ senin ayaklarının altında küçük bir nehir halketti, yaratıp akıttı. O kuru hurma ağacını da kendine doğru çek, hareketlendir, silkele ki, ondan üzerine, taze hurma düşecektir.
Acıktığında o hurmalardan ye! Susadığında nehrin tatlı suyundan iç. Oğlunla gözün aydın olsun. Rahat ol, merâk etme (insanlar, ayağının altından nehrin akmaya başlamasını, kurumuş hurma ağacının, hem de vaktinden evvel yeşillenip, meyve vermesini görünce, bunları yapmaya kâdir olan Allahü teâlânın sana da babasız olarak bir evlad vermeye kâdir olduğunu bilirler. Senin iffetini, temizliğini de bildikleri için, hakkında şüpheye düşmekten uzak dururlar.)
Şâyet insanlardan birini görürsün de o senin babasız çocuk getirdiğinden suâl ederse, cevâbında sen, işâretle; “Bugün ben Allahü teâlânın rızâsı için orucu nezrettim (oruca niyetlendim.) Bugün ben hiç bir insana elbette söz söylemem de!” (Onların şeriatında oruç, terk-i taam ve kelâm idi. Yâni, onlarda oruç; yemeyi-içmeyi bırakmak ve konuşmayı terketmek idi.)
Meryem (radıyallahü anhâ) doğumdan sonra bu sesleri duyunca, bir nebze de olsa rahatlamıştı. Fakat, şu anda her şey bitmiş değildi. O kendine kalsa, hiç üzülmeyecekti. Fakat insanlara nasıl izâh edecekti? İnsanlar bu söylediklerini kabûl edecek, inanacaklar mıydı? O aslında en çok buna üzülüyordu. Fakat, ona nidâ edilerek, yapacağı hareketin ne şekilde olacağı bildirilmiştir.
Âyet-i kerîmede, doğumdan sonra, hazreti Meryem'e aşağı tarafından nidâ edildiği bildiriliyor ise de nidâ edenin kim olduğu zikredilmemiştir. Fahreddîn-i Razî hazretlerinin beyânına göre, seslenenin Cebrâil aleyhisselâm olmak ihtimâli varsa da, sahih ve kuvvetli olan, yeni doğmuş olan hazreti Îsâ'nın nidâ ettiğidir.
Çünkü Meryem'e tesellî vermek için seslenen kimsenin, malûm yâni belli, görünürde olması tesellî etmede daha ziyâde tesirlidir. Bu sebeple, seslenenin Îsâ aleyhisselâm olması ihtimâli daha fazladır. Onun dünyâya gelmesi, harikulade bir şekilde, Allahü teâlânın ilhâmı ile doğar doğmaz konuşması ve bu konuşmasında mübârek vâlidesine nasıl hareket edeceğini bildirmesi, hazreti Meryem'i tesellî etmekte elbette daha tesirlidir.
Vehb bin Münebbih (rahmetullahi aleyh) bildirdi ki: “O doğduğu zaman doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp yere döküldü. Şeytanlar bu duruma şaştı. Nihâyet büyükleri olan iblis, onlara Îsâ aleyhisselâmın dünyâya geldiğini haber verdi. Hepsi gelip, onu annesinin bulunduğu yerde etrâfını melekler kuşatmış hâlde buldular.
O doğunca gökte büyük bir yıldız göründü. İran şahı bu yıldızın görünmesinden korktu ve kâhinlere sordu. (Bu, yeryüzünde büyük bir doğum olduğuna işârettir) cevâbını verdiler.
Diğer taraftan İsrâiloğulları, hazret-i Meryem'in yerinde bulunmadığını anlayınca, hayrette kalıp merâk ettiler. İçlerinden birisi onu, Beyt-i Lahm'de gördüğünü söyledi. Hemen toplanıp, Beyt-i Lahm denilen yere geldiler.
Hazret-i Meryem onların geldiğini öğrenince, kucağında çocuğuyla beraber onların yanına geldi. Onlar. Hazret-i Îsâ'yı görünce; “Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok çirkin bir iş yapmış olarak geldin. Sen pek genç, fakat zevci olmayan bir kız olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın. Bu ne acâib ve ne garib bir haldir!
Ey Hârûn'un kız kardeşi! Senin baban İmrân, uygunsuz bir kimse değildi. Zina etmezdi ve fuhşiyata ise hiç meyli yoktu. Annen Hunne de, zâten çok iffetli idi. Anası, babası ve kardeşi tertemiz olan bir kız, nasıl olur da gayr-i meşru bir çocuğun sâhibi olabilir? Onlar çok iyi kimseler oldukları hâlde, sen nasıl oldu da böyle hâlleri başımıza getirdin?” dediler.
Âlimler bildirmişlerdir ki, burada geçen Hârûn ile murâd, Hazret-i Mûsâ'nın birâderi olan Hârûn aleyhisselâm olabilir. Hazret-i Meryem, Hazret-i Hârûn'un neslinden olduğu için “Hârûn'un kız kardeşi” ibaresi kullanılmıştır.
Başka bir rivâyette ise, Hazret-i Meryem'in, Hârûn isminde baba bir kardeşi vardı ve burada zikredilen odur. Bu rivâyetin daha kuvvetli olduğu bildirilmiştir.
Diğer bir rivâyete göre ise, o zamanda Hârûn isminde güzel hâl sâhibi sâlih bir zât vardı. Hazret-i Meryem de onun gibi güzel hâl sâhibi olduğundan kardeş sayılmışlar, bu sebeple böyle zikretmişlerdir.
Bu husûsta Meryem sûresinin 27 ve 28. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Derken çocuğunu yüklenerek, (kucağına alarak) kavminin yanına geldi. Onlar (kucağında çocuğu görünce ayıplamaya başlayıp) dediler ki; Ey Meryem! Doğrusu pek büyük, çirkin bir şey ile geldin. (Çirkin bir iş yaparak geldin ki o iş pek acâib ve pek garip, bizlere ise âr ve rezilliktir. Şüphesiz ki sen, çok acâib bir iş yapmışsın, babasız çocuk getirmişsin. Senin âilende hiç vâki olmayan çok çirkin bir iş işlemişsin.)
Ey Hârûn'un (soy îtibâriyle neslinden gelen) kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi.”
Onların anlayışlarına göre bunun başka bir izâh tarzı yoktu. Çok temiz olarak tanınmış bir hâtun iken, onun zina ile hâmile kaldığını ve bu çocuğun böyle meydana geldiğini zannetmişlerdi.
Çirkin bir iş işlemek muhakkak ki, bütün insanlara ayıptır. Fakat çirkin bir iş, sâlih, iyi olarak tanınmış bir âilenin evlâdından meydana gelirse, daha ziyâde ayıplanmakta ve çok kınanmaktadır. Onlar da bunu dile getirmişler ve; “...annen, baban ve kardeşin tertemiz, sâlih kimseler iken böyle yaptığın için tekdîre, azarlanmaya herkesten ziyâde müstehaksın...” demek istemişlerdir.
Hazret-i Meryem bütün söylenilenleri sabırla dinledi. Hiç cevap vermedi. Çünkü bu işin hakîkatini onlara izâh etmek gâyet zor ve belki imkânsız bir işti. Bunun için; “İşin hakîkatini size o, kendisi haber versin. Siz onunla konuşun, ondan sorup anlayın” mânâsına, kundakta bulunan Hazret-i Îsâ'yı işâret etti.
Onlar; “Biz beşikteki sabiye nasıl söz söyleyelim. Zirâ o durumdaki çocuk, söz söylemeye muktedir değildir. Sen cevap veremeyince, cevâbı ona havâle etmekle, çâresizlik içinde ondan imdâd istemek için böyle yapıyorsun. Bu çocuk, her ne kadar o çirkin işin netîcesinde meydana gelmiş ise de onda bir kabahat yoktur” dediler.
Bunun üzerine, kundakta (beşikte) bulunan Hazret-i Îsâ, elini kaldırarak cevap verdi ve dedi ki: “Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz. İffet ve hayâ bakımından son derece temiz olan annemi ayıplamayınız ve şânına lâyık olmayan iftirâlarda bulunmayınız. Kadrinin yüksekliğini lekelemeye kalkışmayınız ve böyle bir şeye cüret etmeyiniz.
Biliniz ki ben, Allahü teâlânın makbûl bir kuluyum. Dolayısıyla Hak teâlâ beni, kullarını irşad ve onları hidâyete sevk etmekle vazifelendirdi. Bunun için bana kitap verdi. O, çeşit çeşit iyiliklerle beni mümtaz ve seçkin kıldı. Lütfu ve keremiyle beni babasız olarak, sâdece "Kün=ol" emri ile yarattı. Beni nebî (peygamber) kıldığı gibi, her nerede bulunursam bulunayım, çok hayırlar ve tam bereket sâhibi eyledi.
Şu hâlde, hangi beldede bulunursam bulunayım, bereketim ve faydam, Allahü teâlânın kullarına ulaşır ve onlar bereketimden istifâde ederler.
Hayatta olduğum müddetçe, Rabbim bana, namaz ve duâyı, zekâtı vasiyet etti. Bütün âzâlarımla yönelerek, vücûdumun her zerresiyle O'na kulluğumu izhar edeyim. Yine O bana, dünyevî alâkaların tamamından alâkamı kesmemi, zekât vermemi ve emrine uyup anneme ihsânda bulunmamı, hizmetine devam etmemi, tevâzû kanatlarımı üzerine açmamı ve lâyıkıyla haklarına riâyet etmemi emretti. Rabbim beni, kibirli ve şakî kılmadı. Kâmil bir temizlik, tam bir iyilik, güzel ahlâk ve çeşit çeşit kerâmet ve iyiliklerle, nîmetlendirdi, taltif etti.
Allahü teâlânın selâmı, hıfzı, himâyesi, doğduğum gün benim üzerime nâzil olmuştu. Zirâ Allahü teâlâ, şeytanın şerrinden muhâfaza etti. Öldüğüm gün de şeytanın şerrinden korumakla selâmet benim üzerime olacaktır. Mahşer günü dirilip kabrimden kalktığımda da selâmet benim üzerimdedir. Zirâ o günde zarar göreceklerden değilim.”
Tefsîr-i Hâzin’de bildirildiğine göre; Hazret-i Îsâ'nın herkesi hayrette bırakan bu konuşmasında, çok çeşitli hikmetler vardır. Îsâ aleyhisselâm, evvela Allahü teâlânın kulu olduğunu beyân etti ki, kendini mâbud edinmesinler.
Bu sözleriyle annesinin herhangi bir günâh işlemediğini, onun temiz ve muhâfaza edilmiş olduğunu da çok güzel bir şekilde izâh ve ispat etmiş oldu. Çünkü gayr-i meşru bir çocuktan, böyle harikulade bir hâl zuhûr edemeyeceği herkesçe çok iyi bilinir.
Hazret-i Îsâ, bu sözlerinde yahudilerin iftirâ atmaktan vazgeçmeleri için, ileride peygamber olacağını, namaz ve zekâtla emrolunacağını, kendisine, Hak teâlâ tarafından kitap verileceğini haber verdi.
Ebüssü’ûd hazretlerinin beyânına göre; Hazret-i Îsâ, o sözlerinde, doğumunda, vefâtında ve kabrinden kalktığında selâmı kendine tahsis etti. Böyle yapmakla, kendisine ve vâlidesine düşmanlık edenlere lânette bulunulacağını işâret etmiştir. Çünkü selâmın zıddı lânettir. Selâmı kendine has kılarak söylemek, düşmanlarına lânetin geleceğini icâb ettirmektedir.
Hazret-i Meryem'in, kucağında oğlu ile kavminin yanına gelmesinden sonra onların sözlerine karşı, Hazret-i Meryem'in kundaktaki Hazret-i Îsâ'yı işâret etmesi ve bundan sonraki durum hakkında Meryem sûresinin 29-34. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Meryem onlara cevap için, Îsâ'yı (aleyhisselâm) gösterince, onlar; (Böyle çirkin bir fiili işlediğinden başka bir de bize sihir mi yapacaksın.) Henüz beşikte bulunan bir çocuk ile biz nasıl konuşabiliriz dediler.
(Îsâ aleyhisselâm onların sözlerini duyunca, fasîh bir lisân ile) şöyle söyledi: “Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum. O bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır. Her nerede olsam beni mübârek kıldı. (Beni, insanlara hayrı öğreten ve onlara çok faydalı bir kimse yaptı, baras hastalığını ve körleri iyi etmemi nasîb etti) ve hayatta olduğum müddetçe, namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkar kıldı (Ona ihsân, iyilik etmemi emretti.) ve beni, kibirli, mahlûkları inciten, zorba, isyânkar ve bedbaht bir kimse yapmadı.
Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm (selâmet) benin üzerimedir. İşte, hakkında (yahudilerle hıristiyanların) ihtilaf edip durdukları, (kimisinin; O Allah'tır, kimisinin; O Allah'ın oğludur dediği, kimisinin de; O sihirbazdır dedikleri) Îsâ (aleyhisselâm, Allahü teâlânın oğlu değil) Meryem'in oğludur. Ona dâir hak kelâmı işte budur.”
Âyet-i kerîmede bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâmın söylediği ilk sözler bunlardır. Konuşmaya başlarken, ilk sözünün; “Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum” olması, Rabbinin kulu olduğunu îtirâf ve ikrardır ve ayrıca, Rabbinin Allahü teâlâ olduğunu beyândır. Böylece zâlimlerin dediği, Îsâ Allah'ın oğludur sözünü, cenâb-ı Allah'tan uzak tutmuştur. Kendisinin Allah'ın kulu, resûlü olacağını haber vermiş ve Allahü teâlânın kulcağızı olan bir hanımın oğlu olduğunu söylemiştir. Sonra câhillerin, annesi için söyledikleri sözlerden onun uzak ve temiz olduğunu söyleyip, iftirâlarını yüzlerine çarparak; “Bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır” demiştir. Çünkü Allahü teâlâ, onların zannettikleri gibi gayr-i meşru kimselere peygamberlik vermez. Nitekim Allahü teâlâ. Nisâ sûresinin 156. âyetinde meâlen; “Yahudiler Îsâ'yı (aleyhisselâm) inkâr ve Meryem'e zina isnadı ile büyük iftirâda bulundular” buyurdu. Zirâ yahudilerden bir tâife, o zaman, hazret-i Meryem için, zina edip, ondan hâmile kaldı demişlerdi. Bunun için Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'in, böyle çirkin bir fiilden uzak olduğunu bildirip, ondan “Sıddîka”, yâni çok doğru, temiz ve dürüst kelimesi ve sıfatı ile bahsetti. Oğlunu peygamber, hem de resûl, hattâ, ülü’l-azm denen altı büyük peygamberden biri eyledi. Bunun için Hazret-i Îsâ bu ilk konuşmasında; “Her nerede olsam beni mübârek kıldı” dedi. Zirâ nerede insanları Allahü teâlâya ibâdete çağırsa, Allahü teâlânın bir olduğunu, ortağı, eşi, benzeri bulunmadığını söyler, O'nu noksanlık ve ayıptan, çocuk ve eş edinmekten tenzih eder; “O çok yüce ve mukaddes Rabdır” derdi.
“Beni anneme hürmetkar kıldı ve beni kibirli, mahlûkları inciten zorba, isyânkar ve bedbaht bir kimse yapmadı” dedi. Yâni, ana hakkına çok riâyetkar eyledi. Sert ve şiddetli eylemedi. Bunun içindir ki, Allahü teâlânın emrine ve O'na itâate ters düşen bir şeyin benden meydana gelmesinden muhâfaza eyledi.
Tefsîr-i Kebîr ve Rûh-ul-beyan tefsîrlerinde bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde buyruldu ki: Bu âyet-i kerîmelerde bildirildiğine göre, Hazret-i Îsâ, beşikteki bu ilk konuşmasında, Allahü teâlânın, kendisine ihsân buyurduğu bâzı husûsiyetleri zikrettikten sonra; “Hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti” dedi. (Namaz, azîz ve hamîd olan Allahü teâlâya karşı, gerçek kulluk vazifesidir. Zekât da, Allah'ın kullarına iyilik ve ihsânda bulunmaktır. Bu iki vazife, kalbleri kötü ahlâk ve huylardan, malı ise kirve pislikten temizler.)
Beydâvî tefsîri'nde; “Zekât vermemi emretti” kısmı; Eğer mala malik isem onun zekâtını vermeyi yahut, nefsi kötülüklerinden temizlemeyi emretti diye tefsîr edilmiştir. Îsâ aleyhisselâmın zekât ile emrolunması, onun zengin olduğunu göstermez. Nitekim kaynaklarda, Hazret-i Îsâ'nın fevkalâde zühd sâhibi olduğu, hattâ kalmak için belli bir evinin bile bulunmadığı bildirilmektedir. O hâlde bu emir, ümmetinin zenginlerinedir. Çünkü, ilâhî kitaplardaki hükümlerin hepsi, peygamberlerin kendilerine hitâben bildirilmiştir. Böylece onlar için ümmetlerini, emirlere uyup, yasaklardan sakındırmaya teşvik vardır.
Nitekim Tefsîr-i Mazharî’de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Hazret-i Îsâ'nın sözü; “Rabbim bana, size namaz ve zekâtı tavsiye etmemi emir buyurdu” şeklinde izâh edilmiştir.
Hazret-i Îsâ'nın kundakta iken konuşmasına hayret eden İsrâiloğulları, dillerini yutmuş gibi oldular. Hiç bir şey söyleyemediler. Buna rağmen daha sonra, dedikodu yapmaktan, çeşit çeşit iftirâlarda bulanmaktan da geri kalmadılar.
Hak teâlânın emri, dilemesi ve takdiri ile Hazret-i Meryem'in, Hazret-i Îsâ'ya hâmile olduktan sonra, hâmilelik müddetinin ne kadar sürdüğü ve doğumdan ne kadar zaman sonra kavmi ile karşılaştığı husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Ekseri rivâyetlere göre, hâmilelik müddeti diğer insanlarda olduğu gibi dokuz ay on gün sürmüştür. Kavmi ile görüşmesi ise doğumdan kırk gün geçip, nifastan temizlendikten sonradır.
Hazret-i Îsâ'nın babasız olarak dünyâya gelmesi, Hazret-i Âdem'e benzetilmekte, bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 59. âyeti kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Muhakkak ki, Îsâ'nın (aleyhisselâm babasız olarak dünyâya geliş) hâli, Allahü teâlâ katında Âdem'in (aleyhisselâm babasız ve anasız olarak yaratılması) hâli gibidir. Hak teâlâ Âdem'i (aleyhisselâm) topraktan yaratıp sonra ona, “Ol" dedi. O da, derhal (beşer, insan) oluverdi.”
Noel:
Bizans İmparatoru Büyük Konstantin'in, Hıristiyanlık dînine karıştırdığı ve Îsâ aleyhisselâmın doğduğu gece olduğunu iddia edip, bayram îlân ettiği geceye Noel gecesi adı verilmiştir. Miladî senenin Ocak ayının birinci günüdür. Bu günü esas alarak hazırlanan takvime de “Miladî Takvim” denir.
Büyük Konstantin, putperest iken, miladın 313. senesinde, hıristiyanlığı kabûl etmiş ve İstanbul şehrini büyültüp imar etmiş ve (Konstantiniyye) ismini vermişti. Bütün İncîllerin birleştirilmesi için bir konsil toplamış, konsilde mevcût İncîlleri dörde indirtmiş ve noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabûl etmiş, böylece yeni bir hıristiyanlık dîni kurulmuştu.
Dünyânın güneş etrâfında dönmesi esnâsında, 1 Ocak târihinin hiç bir husûsiyeti yoktur. Bu târihin sene başı olması için de hiç bir kozmografik mahiyet bulunmamaktadır.
Kudüs civarında dünyâya gelen Hazret-i Îsâ'nın doğum târihi hakkında, o zamanın edip ve münevverlerinin eserlerinde hiç bir bilgiye rastlanmamaktadır. En küçük vakaları bile yazan Roma târihçilerinin, Hazret-i Îsâ gibi büyük bir peygamber hakkında derin bir sükûnet göstermesi ayrıca dikkate şayandır. Yunanca, ibrânîce eser yazanlar da, aynı lakayıdlık, ilgisizlik içindedirler.
Hıristiyanların mukaddes kitabı bu günkü İncîl, bir tane değildir. Bütün İncîllerde hazret-i Îsâ'nın doğum günü ile ilgili olarak en küçük bir bilgi yoktur. Doğduğu sene hakkında da kapalı, tahminler yapılacak malûmatlar vardır. İncîl’in birinde, hazret-i Îsâ'nın yahudi kralının zamanında doğduğunu yazıyor. Roma kaynakları ise, bu kralın mîladdan önce öldüğünü bildiriyor. İki İncîl’de ise hiç bir kayıt yoktur. Miladî târih, altıncı yüzyıla kadar hiç kullanılmadı. Miladdan sonra 525 târihinde Denys adında bir râhip, miladî târihi kullandı. Târihçiler uzun müddet ya Roma'nın kuruluşunu, yahut dünyânın kuruluşu olarak Tevrât’da tahmin edilen mebdei, başlangıç yaptılar. Onsekizinci asra kadar eser yazanlar böyle hareket ettiler. Sorbon profesörlerinden Gungnebert, Hazret-i Îsâ'nın miladî târihinden onbeş sene önce veya sonra doğduğu ispat edilemez diyor. Doğum senesi tahmin edilemeyince, doğduğu gün elbette hesaplanamaz.
Eflatun'un, Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşadığı Burhân-ı kâtı’ ve başka bâzı kaynaklarda belirtilmektedir. Avrupa kitaplarında ise Eflatun'un, mîladdan yâni Îsâ'nın (aleyhisselâm) dünyâya gelmesinden 347 sene önce öldüğü yazılıdır. Platon ismi de verilen Eflatun'un, dersleri meşhûr olduğundan ölüm zamanına inanılır. Ancak Îsâ aleyhisselâm gizli dünyâya gelip ve dünyâda az kalıp, göke çıkarıldığından ve kendisine çok az kimsenin îmân edip, senelerce gizli yaşadıklarından, milat yâni noel gecesi doğru anlaşılamamıştır. Miladın, birinci Kânun (Aralık) ayının 25'inde veya ikinci Kânun (Ocak) ayının 6. veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bu günkü miladî senenin beş sene az olduğu, çeşitli dillerdeki kitaplarda, meselâ Hasîb Bey'in 1333 (m. 1915) baskılı Kozmoğrafya kitabında ve Takvîm-i Ebüzziya’da yazılıdır.
O hâlde, miladî sene, müslümanların senesi olan hicrî sene gibi doğru ve kat’î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî ve Burhân-ı Kâtı'ın bildirdiklerine göre, bilinen miladî sene, üçyüz seneden fazla olarak noksandır ve Îsâ aleyhisselâm ile peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman, bin seneden az değildir.
Îsâ aleyhisselâmın doğum günü belli olmayınca, noelin mânâsı efsaneden öteye gidememektedir. İslâmiyette, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübârek gün yoktur. Meselâ, Mart'ın yirminci Nevruz günü ve Mayıs'ın altıncı Hıdırellez günü ve Eylül'ün yirminci Mihrican günü, bâzı yerlerde mübârek sanılır. Bu günlerin, müslümanlarla bir ilgisi yoktur ve müslümanlıkta değerli sayılmaz. Noel günü ve gecesinin ise dînimizde yeri hiç yoktur.
İslâmiyet, müslümanların, îmânlarında ve ibâdetlerinde müslüman olmayanlara benzemelerini, onları taklid etmelerini ve onların dinlerinin ve ibâdetlerinin alâmeti olan şeyleri yapmayı ve kullanmayı yasak etmiştir. İslâm dîninde, kâfirlerden her kavmin, her memleketin âdet olarak yaptıkları ve kullandıkları şeylerden, haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kullanmak hiç günâh değildir. Pantolon, gömlek ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak, ekmeği bıçakla dilimlere ayırmak, çeşitli eşya ve aletleri, binek vâsıtalarını kullanmak hep âdete bağlı şeyler olup, İslâmiyet bunlara izin vermiştir. Bunları kullanmak, İslâmiyetin yasak etmediği, günâh saymadığı husûslardır.
Hinduların bayram günlerine ve ateşe tapanların kutsal günlerine ve hıristiyanların noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek ve o zamanlarda, onların âdetlerini, onlar gibi yapmak, bu günleri müslüman bayramı zannederek, onlar gibi birbirine hediye göndermek, eşyalarını ve sofralarını, onların yaptığı gibi süslemek, o geceleri başka gecelerden ayırt etmek büyük günâh olur. Bezzâziye fetvasında diyor ki: “Nevruz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün, mecûsîlerin yanına gidip onların yaptıklarını yapmak küfürdür. O gün, bayram yapan müslümanın îmânı gider de haberi olmaz.” Noel günü ve gecesinde ve kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapanın da îmânsız olduğu bu fetvadan anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, sûre-i Yûsuf’da meâlen buyuruyor ki: “Biz Allahü teâlânın varlığına, birliğine, her şeyi yaratan O olduğuna inandık, müslüman olduk diyenlerin çoğu; başkalarına ibâdet ve itâat ederek ve daha bir çok hareketleri ve sözleri ile, müşrik oluyorlar.”
Din düşmanları, müslümanları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, müslüman âdeti, müslümanların mübârek günü diyerek bunların, İslâmiyetin kabûl etmediği bozuk inançlar olduğunu örtmeye uğraşıyorlar. Büyük Konstantin'in hıristiyanlık dînine karıştırdığı noel gecesini ve Cemşid'in ortaya çıkardığı Nevruz günü mecûsî bayramını, millî bayram olarak tanıtıyorlar. Müslümanların bu günlerde bayram yapmalarını istiyorlar. Genç ve saf müslümanların bunlara aldanmaması gerekir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennem’den kurtulamayacaktır. Allahü teâlâ, bu gün, dînini dünyânın her tarafına duyurmuş, îmânı, helâli, haramı, farzları, güzel ahlâkı öğrenmek pek kolaylaşmıştır. Bunları, lüzumu kadar öğrenmek farzdır. Öğrenmeyip câhil kalan, farzı terk etmiş olur. Öğrenmeye lüzum görmeyen, ehemmiyet vermeyen îmânsız olur.
Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların kamerî yılbaşı gecesidir. Müslümanların Şemsî yılbaşı gecesi ise, efrencî Eylül ayının 20. gecesidir. Muharrem ayı, İslâm kamerî yılının birinci ayıdır. Muharrem ayının birinci günü, müslümanların yeni yılının, yâni, hicrî yılın birinci günüdür. Kâfirler, kendi yılbaşıları olan Ocak ayının birinci gecesinde, noel baba yapıyorlar. Güyâ hıristiyan dîninin emrettiği küfürleri işliyorlar. Bu gecede tapınıyorlar. Müslümanlar da kendi yılbaşı gecelerinde ve günlerinde birbirlerini ziyâret eder, hediye verir ve müsafeha ederek, mektuplaşarak tebrikleşirler. Yılbaşını mecmua ve gazetelerle kutlarlar. Yeni yılın, birbirlerine ve bütün müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri ziyâret edip duâlarını alırlar. O gün, bayrammış gibi temiz giyinirler. Fakirlere sadaka verirler.
Zekeriyyâ aleyhisselâmın şehîd edilmesi:
Îsâ aleyhisselâmın kundakta iken ve en açık sözlerle, iftirâya mahal bırakmayacak şekilde konuşması, yahudileri susturmuştu. Bu sözlerle onların bütün iftirâlarını, yalan yanlış sözlerini çürütmüştü.
Fakat bir müddet sonra aynı iftirâ ve ithamlarını tekrarladılar. Hazret-i Meryem'e -haşa- zinâ isnat ediyorlar, hiç bir şekilde, çocuğun babasız olarak meydana gelemeyeceği iddiasında bulunuyorlardı. Bu iftirâ ve çirkin yalanlarını Zekeriyyâ aleyhisselâma da bulaştırdılar. Hâşâ; “Bu zinayı yapsa yapsa o yapmıştır” dediler. Bunu insanlar arasında yaydılar ve nihâyet o mübârek peygamberi şehîd ettiler. (Bkz. Zekeriyyâ aleyhisselâm) Bâzı bozuk itikatlı, pis, kötü kalbli zındıklar, Hazret-i Meryem'e ve onunla -haşa- zina etti diye Hazret-i Zekeriyyâ'ya iftirâ ettikleri, hattâ işi, Zekeriyyâ aleyhisselâmı şehîd etmeye kadar vardırdıkları gibi, bununla da kalmadılar. Hazret-i Meryem'le aynı mescidde bulunan ve değişik bir odada ibâdetle meşgûl olan Yûsuf-i Neccâr'a da iftirâ ettiler. Hazret-i Meryem, Yûsuf ile gayr-i meşru alâka kurmuş diye ithamda bulundular.
İşte Hazret-i Meryem'in insanlardan saklanıp, tenhâ bir yere çekildiği ve âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi: “Keşke bundan evvel ölmüş ve tamâmen unutulmuş olsaydım” sözünü, bu zaman söylediği de rivâyet edilmiştir.
Hazret-i Meryem, insanların, kendisini töhmet altında tutacaklarını, elinde çocukla onların yanına gelince, ona inanmayacaklarını, ne söylerse yalanlayacaklarını biliyordu. Halbuki yine o insanlar, onun çok ibâdet ettiği mescidde mücâvir olup, hep tâat üzere bulunduğunu, zarurî bir ihtiyâcı olmayınca dışarı çıkmadığını, ayrıca peygamberler âilesinden, dînini seven ve kayıranlardan olduğunu da biliyorlardı. Bu sebepten büyük ve ağır gam yükünü yüklenip, keşke bundan evvel ölmüş olaydım ve tam unutulaydım. Yâni hiç yaratılmayaydım dedi.
Onların Hazret-i Meryem'e yaptıkları iftirâların çirkinliği husûsunda Nisâ sûresi: 156. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Yahudiler, Îsâ'yı (aleyhisselâm) inkâr ve Meryem'e zina isnat etmekle büyük iftirâda bulundular.”
Hazret-i Meryem'in, oğlu ile birlikte Mısır'a gitmesi:
Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, Hazret-i Îsâ doğduğu sırada, Filistin’deki yahudi kralı çocukları öldürtüyordu. Bu sebeple, Hazret-i Meryem, oğlu Îsâ aleyhisselâmı alarak Mısır'a gitti. Orada oniki sene kaldılar. Mısır'a gitmeleri husûsunda daha değişik rivâyetler de vardır.
Bu husûsta Mü’minun sûresinin 50. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Biz, Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm, beşikte iken konuşmasıyla) ve annesini (herhangi bir erkekle, temas olmadan bir oğlan doğurmasıyla) kudretimize delâlet eden bir âyet (alamet) kıldık ve o ikisini, oturaklı (sabit, geniş, üzerinde oturmaya çok müsait) akarsuları bulunan yüksek bir mekânda barındırdık.”
Âyet-i kerîmede bildirilen mekânın Mısır olduğu haber verilmiş, Dımeşk (Şam) ve başka yerler olduğu husûsunda da çeşitli rivâyetler gelmiştir.
Hazret-i Meryem'in, oğlu Hazret-i Îsâ ile birlikte Mısır'a hicret etmesine sebep olarak şu rivâyet de zikredilmiştir: Hazret-i Îsâ'nın doğduğu gece gökyüzünde büyük bir yıldız görünmüş ve İran şahı bu hâdiseden korkarak kâhinlere sormuştu. Onlar da; “Bu, yeryüzünde büyük bir doğumun olduğuna işârettir” cevâbını vermişlerdi. Böylece şah, dört bir yana elçiler gönderip, bu durumu (doğumu) anlamalarını emretti. Onlara altın ve mücevherden çeşitli hediyeler verip, etrâfa yolladı. Şam kıtasına geldiklerinde, oranın hükümdârı, geliş sebeplerini sordu. Durumu ona anlattılar. O zamanı (yani yıldızın gökte göründüğü zamanı) sordu. Hükümdâr ve adamları cevap olarak hazret-i Îsâ'nın o saatte Beyt-i Lahm'de doğduğunu ve daha sonra beşikte iken konuşması mûcizesinin her tarafta duyulduğunu söylediler. Bunun üzerine Şam hükümdârı, elçileri, yanlarındaki hediyelerle Hazret-i Meryem'in yanına gönderdi. Tanıdık bir adamını da yanlarına katıp; “Bunlar onun yanından ayrılınca, sen çocuğu öldürürsün” dedi. Hediyelerle birlikte Hazret-i Meryem'e geldiklerinde, Hazret-i Meryem'e nidâ gelip; “Şam hükümdârının elçileri, senin çocuğunu öldürmek için geldiler” dendi.
Bunun üzerine Hazret-i Meryem, Hazret-i Îsâ'yı yüklenip, onu Mısır'a götürdü. Hazret-i Îsâ, oniki yaşına ulaşıncaya kadar orada ikâmet ettiler. Bu küçük yaşta, kendisinden kerâmetler ve fevkalâde hâller zâhir oldu. Bunlardan biri şu idi ki; evinde kaldıkları ağanın bir şeyi kaybolmuştu. Bu evde, fakirler, zayıflar, düşkünler muhtâçlar kalırdı. Ağa, kaybolan bu malı, parayı kimin aldığını anlayamadı. Hazret-i Meryem'e bu hâdise çok ağır geldi. Orada kalan diğer insanlar da çok üzüldü. Ev sâhibinin canı çok sıkılmıştı. Bu işi siz yaptınız diyerek oradakileri azarladı. Îsâ aleyhisselâmbu hâli görünce, duruma müdahale etti. O sırada orada biri kör, biri kötürüm iki kişi vardı. Hazret-i Îsâ, kör adama seslenip; “Hadi, şu kötürümü al ve ayağa kalk” dedi. “Ben bunu yapamam” diye cevap verince; “Hadi, hadi. Evin şurasındaki delikten, ikiniz parayı alırken yaptığın gibi yap” buyurdu. O böyle deyince, körle kötürüm onu tasdik ettiler ve aldıkları parayı getirdiler. Îsâ aleyhisselâm, insanların gözünde büyüdü. Halbuki yaşı daha pek küçük idi.
Hazret-i Îsâ'nın Mısır'da kaldığı oniki sene içinde kendisinde görülen, fevkalâde hâllerden biri de şudur: Ağanın oğlu, çocuklarının sadakası olarak insanlara ziyâfet tertip etmişti. İnsanlar toplanıp, yemeğe başlayınca, onlara içecek bir şey de vermek istemişti. Küplerin yanına gelince bir şey bulamadı. Canı sıkılıp mahcub oldu. Îsâ aleyhisselâm bu hâlini görünce, kalktı yanına geldi ve elini küpün ağzına sürdü. Böyle yapar yapmaz küplerin hepsi pek güzel şerbetler ile doluverdi. Oradaki insanlar, parmaklarını ısırırcasına hayrette kaldılar ve ona tâzim ettiler. Kendisine ve annesine pek çok mal ve para arz ettiler. Onlar ise kabûl etmediler.
Hazret-i Meryem, oğlu Hazret-i Îsâ ile birlikte oniki sene Mısır'da kaldı. Sonra tekrar Kudüs'e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler.
Îsâ aleyhisselâmın peygamberliği:
Îsâ aleyhisselâm oniki yaşına kadar annesiyle Mısır'da kaldı. Sonra, küçüklüğünde gittikleri Mısır'dan Kudüs'e dönerek Nâsıra kasabasında yerleştiler. Otuz yaşına girince, burada, Hak teâlâtarafından peygamber olduğu bildirildi. Bulunduğu Nâsıra şehrine nispetle, Hazret-i Îsâ'ya tâbi olanlara Nâsrânî denilmiştir. Nâsrânî denilmesinin sebebi hakkında başka rivâyetler de vardır.
Peygamber olduğu kendisine bildirilince, hemen tebliğe başladı. İnsanların îmâna gelmelerini, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğreterek, ona göre amel etmelerini ve isyânda bulunmamalarını istedi.
Îsâ aleyhisselâmın peygamberliği husûsunda Hadid sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hiç şüphesiz ki biz, (Hazret-i) Nûh'u (kavmine) ve (Hazret-i) İbrâhim'i de (kavmine ve Nemrud ve ona tâbi olanlara) birer peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği de, kitabı da onların nesillerine verdik. Onların kavimlerinden bâzısı, pek azı îmân edip, hidâyet buldular. Pek çoğu da, peygamberlerine itâati ve kitaplarıyla ameli terkederek fâsıklardan oldular. (Âyet-i kerîmede husûsen Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın zikredilmesi, onların şerefini bildirmek içindir. Bilindiği gibi Hazret-i Nûh, Hazret-i Âdem'den sonra bütün insanlığın atasıdır. Hazret-i İbrâhim de Arabların ve İbranîlerin ceddi, atasıdır.)
(Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmdan) sonra, onların arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Hepsinden sonra da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) onlara tâbi kıldık, peygamber olarak gönderdik. Ona İncîl’i verdik. Ona tâbi olan mü’minlerin kalblerinde birbirlerine şefkât ve merhamet ihsân ettik...”
Îsâ aleyhisselâm tebliğ vazifesine devam ederken birçok kimse küfürde direterek söylenilenleri kabûl etmiyordu. Nitekim yukarıdaki meâli verilen âyet-i kerîmelerde, Hak teâlâ hazretleri, Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın peygamberliklerini ve bunların gönderildiği kavimlerin pek azının îmâna geldiğini, ekseriyetinin ise küfürde kaldıklarını, haber vermektedir.
Târih boyunca, insanların çoğu kendilerine gönderilen peygamberlere karşı çıkmış, yalnız pek azı inanıp kabûl etmiştir. İnanmayanlar, inanmamakla yâni dâveti kabûl etmemekle kalmamış, o peygambere ve ona tâbi olanlara, çirkin iftirâlar atmaya, çeşit çeşit sözler ve hareketlerle onları incitmeye, akla hayâle gelmeyen ezâ ve cefâlarda bulunmaya başlamışlardır. İşte Hazret-i Îsâ tebliğe devam ederken insanların çoğu inanmayıp, ona da karşı çıktı.
Îsâ aleyhisselâmın peygamberliğinin dâvetinin üç safhada olduğu bildirilmiştir. O, ilk önce kendisinin, Allahü teâlâ tarafından İsrâiloğullarına peygamber gönderildiğini ve Rabbinden bir hikmet ile geldiğini bildirdi. Kendisine îmân etmelerini söyledi. İnsanlara Allahü teâlâdan korkmalarını, peygamber olduğu için kendine tâbi olmalarını ve itâat etmelerini emretti.
Bütün peygamberlere yaptıkları gibi, insanlar ondan da, peygamberliğine delil olarak, mûcizeler istediler. Umûmiyetle, kabûl etmeye yanaşmayan insanlar, inâdlarına bir sebep bulmak isterlerdi. Bu yüzden mûcize göster derlerdi. Güyâ peygamber olduğunu söyleyen zât, mûcize olacak fevkalâde bir şey gösteremeyecek, onlar da inanmamalarının bahanesini bulmuş olacaklardı. Bâzıları da, hakîkaten samîmi kalb ile, o zâtın peygamber olduğunu anlamak için, mûcize ister ve mûcizeyi görünce de derhal kabûl ve tasdik ederdi.
İşte, bütün peygamberler gibi, Îsâ aleyhisselâm da bütün bu istekler karşısında pek çok mûcizeler gösterdi. Böylece şüphe ve tereddüde mahal bırakmadı.
Hazret-i Îsâ, dâvetinin ikinci safhasında; kendinden önce, Benî İsrâil peygamberlerinin ilki olan Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın ve hükümlerinin bozulmamış aslî şeklini tasdik edici olduğunu bildirdi. Bununla beraber, Hak teâlânın, kendisine yeni bir din verdiğini ve İncîl kitabını indirdiğini söyledi. Böylece Tevrât’da bulunan bâzı hükümlerin değiştirildiğini açıkladı.
Bilindiği gibi, Tevrât'ı tasdik demek, onun ilâhî kitaplardan olduğunu kabûl etmek demektir. Îsâ aleyhisselâma hattâ bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma bildirilen dinlerde, ibâdetlere ve muâmelâta âit bâzı hükümlerde değişiklikler bulunması onun ilâhî bir kitap olduğunu tasdike mâni değildir. Nitekim şimdi bütün mü’minler, Tevrât ve diğer ilâhî kitapların hak olduklarına inanmakta, fakat bugün Kur'ân-ı kerîm hariç diğerlerinin tahrif edilip, değiştirilmiş olduğunu bilmektedirler. Yine bütün ilâhî kitaplarda, Allahü teâlâ tarafından, peygamberler vâsıtası ile bildirilen îmân, îtikâd husûsları hep aynı olup, hiç değişmemiştir. Bütün peygamberler ümmetlerine aynı îmânı bildirmişler, hep aynı şeylere inanmayı emretmişlerdir. Çeşitli zamanlarda gönderilen ilâhî dinlerde olan değişiklikler, hep ibâdetlerde, kalb ve beden ile yapılması ve sakınılması icâbeden husûslarda olmuştur. Îmâna âit husûslar değişmemiştir.
Îsâ aleyhisselâm da kavmine, kendinden önce gönderilmiş olan Tevrât'ı tasdik ettiğini bildirip, bununla beraber, Hak teâlânın kendisine İncîl ismindeki ilâhî kitabı vahyedip bildirdiğini söyledi. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 50. âyet-i kerîmesinde meâlen Îsâ aleyhisselâmın kavmine şöyle dediği bildirilmiştir; “... Size hem benden önce nâzil olan Tevrât'ı tasdik edici olarak, hem de üzerinize haram kılınmış olan şeylerin bâzısını helâl kılmak (Hak teâlânın sizlere mubah ettiğini bildirmek) için geldim ve sizlere Rabbinizden, peygamberliğimi tasdik edici bir alâmet, mûcize getirdim. O hâlde artık Allahü teâlâdan korkun ve sizi O'na dâvet ettiğim şeyde bana itâat edin.”
Saf sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Bir vakit Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle demişti; “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allahü teâlânın peygamberiyim. Benden evvel Mûsâ'ya (aleyhisselâm) nâzil olan Tevrât'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek Ahmed (Muhammed aleyhisselâm) ismindeki peygamberin müjdecisiyim...”
Zuhruf sûresinin 63. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Îsâ (aleyhisselâm) mûcizelerle (İncîl âyetleri ile ve yeni bir din ile) geldiğinde şöyle demişti: “Ben size ilâhî hükümlerle ve ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. Onun için Allahü teâlâyı inkâr etmekte ve insanları O'nun dîninden alıkoymakta O'ndan korkun ve size tebliğ ettiğim husûslarda bana itâat edin.”
Tefsîr-i Mazharî'de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyruldu ki: Mûsâ aleyhisselâmdan sonra yahudiler hevâ ve arzularına uyarak 71 fırka oldular. Îsâ aleyhisselâm gelince, onların bâtıl ve bozuk inanışlarına mâni oldu. Onlara hak dîni, doğru yolu gösterdi.
Nitekim Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Yahudiler yetmişbir fırkaya, nasârâ (hıristiyanlar) da yetmişiki fırkaya ayrılmışlardı. Ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır.” Bu Hadîs-i şerîfi; Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn-i-Mace sahih senetle rivâyet etmişlerdir.”
Fahreddîn-i Razî hazretlerinin beyânına göre; âyet-i kerîmede geçen “hikmet”, Allahü teâlânın zâtı, sıfatları ve fiillerinden lâzım olanlar yâni îtikâd edilecek husûslardır. Yâni akaid ilmidir. “Ayrılığa düştükleri şeylerin bâzısı...” ile murâd ise, dînin fürûî kısımları yâni amelî hükümlerdir.
Îsâ aleyhisselâm dâvetinin üçüncü safhasında, kendilerine peygamber olarak geldiği İsrâiloğullarını tevhîde, ancak ve sâdece Allahü teâlâya inanmaya, sırf O'na îmân etmeye dâvet etmiştir. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “(Îsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına şöyle dedi:) Şüphe yok ki, Allahü teâlâ benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na ibâdet edin. İşte dosdoğru yol budur." (Âl-i İmrân sûresi: 51, Zuhruf sûresi: 64, Meryem sûresi: 36)
“(Îsâ aleyhisselâma ilâhlık isnat ederek;) “Meryem oğlu Mesîh Îsâ şüphesiz ki, Allah'ın kendisidir” diyenler, muhakkak ki, kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh (Îsâ aleyhisselâmın kendisi, bizzat) onlara; “Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet ediniz. Her kim Allahü teâlâya şirk, ortak koşarsa, muhakkak ki, Allahü teâlâ ona Cennet’i haram etmiştir. Onun meskeni, varıp kalacağı yer Cehennem’dir. Şirkle kendi nefislerine zulmedenlere, kendilerini Cehennem’den kurtarma husûsunda yardım edecek hiç kimse yoktur demişti.” (Mâide sûresi: 72)
Tefsîrlerde bu âyet-i kerîme açıklanırken buyruluyor ki: “Hazret-i Meryem'in oğlu Mesîh Îsâ ilâhdır diyenlerin sözleri küfür ve bunları söyleyenlerin kâfir oldukları bildirildi.”
Fahreddîn-i Razî hazretlerinin bildirdiğine göre, hıristiyanlardan Yakubiyye fırkası böyle söylemişlerdir. Onlar; “Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'in oğlu Îsâ'ya hulûl edip, girdi. Onun bedeninde şekillendi, onun şeklinde göründü. Dolayısıyla Allah budur. Yâni Îsâ'dır” dediler. Böylece Hak teâlâya şirk koştular. Böyle söyleyip îtikâd edenlerin hepsi kâfir oldu.
Îsâ aleyhisselâm onların bu bozuk îtikâdlarını düzeltmek ve kendilerini hak yoluna sevketmek için onlara buyurdu ki: “Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet edin. Benim ilâh olduğum şeklinde bir îtikâdda bulunmayın. Zirâ ilâh olmakla benim münâsebetim yoktur. Çünkü ben de sizin gibi bir beşerim. Dolayısıyla Allahü teâlâ sizin nasıl Rabbiniz ise benim de Rabbimdir. Ben de O'nun bir kuluyum. Şu hâlde bu yanlış îtikâddan vaz geçin, Hak teâlâya şirk koşmayın. Zirâ şirk koşan kimseye, Allahü teâlâ Cennet’i haram kılmıştır. Müşrik olan kimsenin makâmı, meskeni, kalacağı yer Cehennem ateşidir.” Îsâ aleyhisselâm böyle söylemekle onlara, hem hak olan doğru îtikâdı bildirip târif etti, hem de şirk ve başka sebeplerle kendilerine zulmedenlere aslâ yardımcı bulunmayacağını bildirdi.
Yine tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Hak teâlâ hazretleri, bu âyet-i kerîmede, müşrik olanların, Allahü teâlâya şirk koşanların cezâlarının üç şekilde olduğunu beyân etmiştir. Birincisi, Cennet’in onlara haram olması; ikincisi, meskenlerinin, kalacakları yerin Cehennem ateşi olması ve üçüncüsü ise, o gibi zâlimlere herhangi bir şekilde yardım edebilecek yardımcıları olmamasıdır.
Ensârullah (Havârîler):
Kaynak eserlerde bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarının îmâna gelmeleri ve hidâyete kavuşmaları için ne kadar dâvet ve tebliğde bulundu ise de, pek az kişi inandı. Üstelik onun, dâvette ısrârı çoğalıp devam ettikçe, İsrâiloğullarının bunu kabûl etmemek husûsundaki inâd ve ısrarları da artıyordu. Gün geçtikçe biraz daha hırçınlaşıyorlar, bu dâveti kabûl etmemelerinin yanında, onun, tebliğe devam etmesine de dayanamıyorlardı. Bir de, onu, bu vazifeden alıkoymaya çalışmak için fevkalâde gayret sarfediyorlardı.
Nihâyet Benî İsrâil işi daha da ileri götürüp Hazret-i Îsâ'yı öldürmeye (şehîd etmeye) teşebbüs ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği oniki mü’mine (havârîlere); “Allahü teâlânın dînine hizmette ve onu muhâfaza edip korumada kim bana yardımcı olacak?” buyurdu. Havârîlerin hepsi birden dediler ki: “Bizler, Allahü teâlânın dînine yardımcılarız. Bizler, Hak teâlâ hazretlerine inanıp, îmân ettik. Bütün varlığımızla, her şeyimizle Allahü teâlânın dînine yardım edeceğiz, bu yola destek olacağız. Allahü teâlânın dîninin yardımcıları olmamız elbette lâzımdır. Çünkü biz, Allahü teâlâya îmân ettik. O'na îmân ise; O'nun dînine yardımcı olmayı, O'nun sevdiklerini himâye ve müdâfâa etmeyi, Allahü teâlânın dîninin düşmanları ile de muhârebe etmeyi icâbettirir.
Sen şâhid ol ki bizler sana tam bağlı gerçek müslümanlardanız. Yâni biz, sana yardım husûsunda bizden istediğine boyun eğici, seni himâye ve müdâfâa edicileriz. Bu husûsta Allahü teâlânın emrine teslim olucularız. Peygamberlerin aleyhimüsselâm, kavimlerinin lehinde ve aleyhinde şâhidlik edecekleri o kıyâmet gününde, bizim müslüman olduğumuza şâhidlik eyle.”
Onların bu sözleri, dinlerinin İslâm olduğunu ve İslâm’ın ise her peygamberin (aleyhimüsselâm) dîni olduğunu ikrâr ettiklerini ifâde etmektedir. Bundan sonra da havârîler, Hak teâlâya yönelerek; “Ey Rabbimiz! Tarafından, katından bize ne inzal etmiş, göndermiş isen, biz onların hepsine îmân ettik. Artık bizi, birliğini ve peygamberlerinin hak olduğunu tasdik eden, emrine uyup, nehyettiklerinden sakınanlarla ismimizi onların isimleri ile beraber yaz. İkram ettiğin şeylerde bizi de onların arasına kat” diye yalvarıp ilticada bulundular.
Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Îsâ (aleyhisselâm) onlardan (ısrar ile taşan) küfrü hissedip, anladı. (ve kendisini öldürmeye kasd ve teşebbüs ettiklerini bildi.) Bunun üzerine; Allahü teâlânın yolunda bana yardım edecekler kimlerdir? dedi. Havârîler; Biz Allahü teâlânın (dininin, resûlünün ve onun yardımcılarının) yardımcılarıyız. Biz Allahü teâlâya îmân ettik. (Yâ Îsâ aleyhisselâm!) Sende şâhid ol ki, biz muhakkak müslümanlarız dediler.”
Aynı sûrenin 53. âyet-i kerîmesinde ise, havârîlerin Hak teâlâ hazretlerine şöyle münâcât ve ilticâ ettikleri bildirilmektedir: “Ey Rabbimiz! Bize inzal ettiğine (İncîl ve diğer kitaplara) îmân ettik. (Bize emrettiği her husûsta) peygambere (Hazret-i Îsâ'ya) tâbi olduk. Artık sen bizi, (vahdaniyetini, birliğini tasdik eden) şâhidlerle beraber yaz.”
Havârîlerin böyle söylemeleri, şâhidlerin onlardan üstün olmalarını icâbettirmektedir. Bu sebeple İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) âyet-i kerîmede geçen şâhidleri, Muhammed aleyhisselâm ve ümmeti olarak tefsîr etmiştir. Çünkü bunlarda bu üstünlük ve efdâliyet mevcûttur.
Şâhidleri, peygamberler olarak da tefsîr etmişlerdir. Çünkü ümmetler, kıyâmet gününde peygamberlerinin (aleyhimüsselâm) tebliğ yaptığına dâir şâhidlik edecekleri gibi, peygamberler aleyhimüsselâm da, kendi ümmetleri hakkında şâhidlik edeceklerdir.
Sâf sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey mü’minler! Allahü teâlânın (dinini yaymakta O'nun Resûlüne) yardımcı olunuz. Nitekim Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm, havârîlere; “Allahü teâlânın dînini yaymakta kimler bana yardımcıdır?” demişti. Havârîler de; “Biziz, Allahü teâlânın dîninin yardımcıları” demişlerdi...”
Ayet-i kerîmelerde de bildirildiği gibi, Allahü teâlânın dînini yaymak husûsunda Hazret-i Îsâ'ya hakkıyla yardımcı olan bu mümtaz (seçkin) kimselere; “Allahü teâlânın dîninin yardımcıları” mânâsına “Ensârullah” denmiştir. Bu hâlis mü’minler “Havârîler” adı ile de anılmışlar ve daha çok bu isimle tanınmışlar, âyet-i kerîmelerde de bu isimle zikrolunmuşlardır.
Havârîler, Îsâ aleyhisselâmın, kendisinden sonra İsevîliği dünyâya yaymak için, eshâbı arasından seçtiği oniki mü’min zâttır. Bunların isimleri şöyledir:
1- Petrus veya Pierre: Asıl isminin, Şem’ûn, Simon veya Sim'ân olduğu da bildirilmiştir.
2- Andreas: Petrus'un kardeşidir. Buna Andre de denir.
3- Yuhannâ: Yahyâ demektir. Buna; Johannes, Jean ve Jani de denir. Ortodokslar Juvan, İngilizler John, Ermeniler de Ohannes demektedirler.
4- Büyük Ya’kûb: İngilizler buna James, Fransızlar ise Jacque derler. Yuhannâ'nın kardeşidir.
5- Filip.
6- Toma yahut Thomas.
7- Bartelemi veya Bartolome.
8- Matthias veya Mathias: Bilindiği gibi, Yudas İshar Yot (Yehuda) mü’min iken mürted olmuş yâni îmândan ayrılmış ve Îsâ aleyhisselâmın bulunduğu yeri yahudilere haber vermişti. Netîcede yahudilerin gözüne, Îsâ aleyhisselâm şeklinde gösterilmiş, dolayısıyla onlar, Hazret-i Îsâ zannıyla bunu çarmıha germişlerdi. Hazret-i Îsâ da semâya kaldırılmıştı. İşte, dinden çıkarak, mürted olup çarmıha gerilen Yudas'ın yerine, havârîler, Mathias'ı havârî seçtiler.
Îsâ aleyhisselâmdan sekiz sene sonra ondan işittiklerini yazan Metta (Matthaus, Mattieu) başka olup havârîlerden değildir.
9- Küçük Ya’kûb veya Jacque.
10- Simon veya Şem’ûn.
11- Yehuda veya Yudas: Küçük Ya’kûb'un kardeşidir.
12- Taddeus (Thaddaus): Luka'nın İncîl’inde, havârî olarak bunun yerine Judas Yakobi'nin ismi yazılıdır. Metta'nın İncîl’inde ise Lebbaus denildiği bildirilmiştir.
Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak yazmış olan Barnabas, kendisinin oniki havârîden biri olduğunu bildiriyor. Hıristiyan kitaplarında bunun yerinde Thomas yazılıdır.
Bunlara niçin havârî dendiği husûsunda ihtilaf vardır. Tefsîr-i Hâzin kaynak alınarak, Mir’ât-ı Kâinat kitabında şöyle bildirilmektedir: Bir cemiyetin seçkinlerine Arapça'da havârî derler. Havâriyyûn da çoğul olup havârîler demektir. Hazret-i Îsâ'nın eshâbına havârîler denmesinin sebebinde ihtilaf olundu. Bâzıları hâlis niyetlerinden dolayı; bâzıları üzerlerinde ibâdet nûrlarının eserleri bulunduğundan havârî demişlerdir. Ayrıca bâzıları, bunların avcı olduklarını, beyaz elbise giydikleri için bu adla anıldıklarını söylediler. Zirâ tam beyaza Arapça'da hûr derler. Rivâyete göre, hazret-i Îsâ bir yolculukta bunlara uğradığında balık avlarlarken gördü ve; “Siz şimdi balıkçılarsınız. Bana tâbi olursanız, halkı ebedî hayatta ve sonsuz saâdette tutarsınız” dedi. “Sen kimsin?” diye sorduklarında; “Ben Allah'ın kulu ve resûlü olan Meryem oğlu Îsâ'yım” buyurdu. Mûcize istediler. Reisleri olan Şem’ûn balık ağını gece suya atmış ve boş çıkmıştı. Îsâ aleyhisselâm tekrar sal buyurdu. Ağı tekrar saldığında o kadar balık avlandı ki, iki sandalın adamları toplanıp balıkları güçlükle çıkardılar. Sandalları balıkla doldurdular. Sonra hepsi îmân ettiler deniyor.
Bâzıları; bunlar gemici idiler. Gemiciliği terkederek, Hazret-i Îsâ'ya tâbi oldular. Bir ara; “Ey Rûhullah acıktık, susadık” dediklerinde; Hazret-i Îsâ mübârek elleriyle yere vurunca, Allahü teâlânın izni ile her biri için iki ekmek ve içecek su çıkardı. “Bizden üstün kimlerdir ki, sana îmân getirip, istedikçe yiyecek ve içecek verirsin” dediklerinde; “Sizden üstün olan, elinin emeği ve alnının teri ile geçinendir” buyurdu. Bunun üzerine bunlar da ücretle bez ağartmaya başladılar. Böylece ağartıcılar mânâsına havârîler diye anıldılar.
Bâzıları, bunlar beyaz elbiseler giyen beyler idiler. Bir defâsında bir pâdişah halka ziyâfet vermişti. Îsâ aleyhisselâm da orada idi. Yedikleri yemek eksilmeyince, bu durumu pâdişaha haber verdiler. Pâdişah Hazret-i Îsâ'yı çağırtıp; “Sen kimsin?” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Meryem oğlu Îsâ'yım” diye cevap verdi. Olanlara şâhid olan pâdişah, saltanatı bırakıp, erkânıyla birlikte Hazret-i Îsâ'ya eshâb oldu demişlerdir.
Meşhûr âlimlerden Kaffâl (rahmetullahi aleyh) der ki: “Bu oniki kişinin kiminin balıkçı, kiminin boyacı olması mümkündür. Hepsi hazret-i Îsâ’nın eshâbı olduklarından havârîler ismi ile anılmışlardır.”
Mîrhand, Ravdat-üs-safa’da, birçok târihçiler, havârîler kumaş ağartıcısı olup, Îsâ aleyhisselâm bunlara uğrayınca; “Nefislerinizi günâhlardan yıkayıp ağartsanız, sizin için daha faydalı olurdu” demişti. Bu söz üzerine onlar, Hazret-i İsâ'ya tâbi olmuşlardır, diyor. Bir çokları da boyacı olduklarını söylemişlerdir. Îsâ aleyhisselâm onlara uğrayıp, dîne dâvet ettiğinde, mûcize istemişler ve kumaşlarını, içinde boya olan büyük bir kazana atmışlar. Sonra kumaşların her birinin türlü renge boyanmış olduğunu görmüşler ve îmân etmişlerdir. Velhasıl havârîler hakkında ihtilaf olup, isimlerinde dört-beş türlü rivâyet vardır.
Mâide (Gökten sofra inmesi) hâdisesi:
İmâm-ı Begavî (rahmetullahi aleyh) Meâlim-üt-tenzil isimli tefsîrinde, Selmân-ı Fârisî hazretlerinden rivâyet ederek özetle şöyle bildirmektedir: Havârîler, gökten bir sofra inmesi için, Hazret-i Îsâ'dan duâ etmesini istediler. Îsâ aleyhisselâm onlara; hakîkî îmân sâhibi iseler, Allahü teâlâdan korkmalarını ve böyle şeyler istememelerini bildirdi. “Siz Allahü teâlânın kudretinden şüphe mi ediyorsunuz? O'nun gökten bir sofra indirmeye kâdir olduğu husûsunda tereddüdünüz olduğundan mı böyle bir şey istemeye cesâret ediyorsunuz?” diyerek, bu isteklerinin münâsip olmadığını anlattı. Daha evvel kendilerine mûcize gösterdiğini, artık Allah'tan korkmalarını, fazla ileri gidip haddi aşmamalarını emretti. Havârîler; “Biz o maideden (sofradan) yemeyi, kalbimizin mutmain olmasını, senin bize söylediklerinin doğru olduğunu yakînen bilmek istiyoruz. Maksadımız, Allahü teâlânın lütfuna nâil olmak, buna kavuşmakla îmânımızın kuvvet bulmasını te’min etmektir. Yoksa bozuk bir maksadımız yoktur” dediler. Böylece havârîler, bunu istemekteki maksatlarının, Hak teâlânın kudretinde tereddüt ve daha önce gördükleri mûcizelere kanaatsizlik olmadığını bildirdiler. Gerçekten maksatları; açlıklarını gidermek, sofranın indiğini bizzat görerek kalben mutmain olup îmânlarını kuvvetlendirmek; bir de bizzat gözleriyle gördüklerini orada bulunmayanlara anlatmaktı.
Böylece istek ve niyetlerinde samîmi oldukları anlaşılınca, Îsâ aleyhisselâm gusledip iki rekat namaz kıldı. Üzerinde eski bir elbise vardı. Ayakta durdu ve ellerini bağlayarak, başını önüne eğdi. Çok ağlıyordu. Allahü teâlânın lütfuna güvenerek duâ edip yalvardı. Hak teâlâdan, kendilerine bir maide (sofra) indirmesini, sofranın kendisinin peygamberliğine bir âyet, mûcize olmasını, o günün, kendileri ve daha sonra gelenler için bayram, neşe ve sevinç günü olmasını niyaz etti. Niyazında Hak teâlânın, rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu beyân etti.
Mâide; üzerinde yemek bulunan sofradır. Mâide bizim için bayram olsun demek, maidenin indiği günü bayram kabûl edelim demektir. Bayram insanlara, neşe ve sürûr verecek bir gün olduğundan ıyd denilmiştir. Mâidenin inmesi neşe ve sürûr bahşedeceğinden, Îsâ aleyhisselâm, maidenin indiği günün, o zamanda bulunanlara ve daha sonra geleceklere bir bayram olmasını, duâsına ilave etmiştir.
Havârîler, maide istemekten maksatlarını beyân ederlerken, önce dünyevî olan yemek yemeyi, daha sonra ise uhrevî olan îmânlarının kuvvet bulmasını zikretmişlerdi. Îsâ aleyhisselâm ise münâcâtında, önce uhrevî olan kısmı zikretmiş, daha sonra; “Bizi hayırlı rızıklarla rızıklandır. Şüphesiz sen, rızık verenlerin en hayırlısısın” diyerek dünyevî olan kısmı söylemiştir. Böylece âhıret işini önce zikretmenin münâsip olduğuna işâret etmiştir. Hazret-i Îsâ'nın bu münâcâtı üzerine Allahü teâlâ buyurdu ki: “Yâ Îsâ! Ben istenilen maideyi istenilen şekilde semâdan indirmeye mutlak kâdirim, elbette indiririm. Lâkin maide geldikten sonra nîmete nankörlük ve küfreden olursa, böylelerine âlemde hiç bir kimsenin görmediği azâbı ederim.”
Bundan sonra, insanların gözleri önünde, duman gibi hafif iki bulut arasından kırmızı bir sofra indi. Îsâ aleyhisselâm ağlıyor, bir taraftan da; “Ey Allah'ım! Beni şükredenlerden eyle. Yâ Rabbî! Onu rahmet kıl! Ceza ve azâb kılma” diye yalvarıyordu.
Sofra indiğinde orada bulunan herkes sanki hayretten donakalmıştı. Bereketli sofranın güzel kokusu hazır olanların üzerine misk ve amber gibi yayılıverdi. Sonra Îsâ aleyhisselâm abdestini tazeleyip namaz kıldı. Ümmeti hakkında, bu nîmetlere şükretmemeleri hâlinde çok büyük cezâya uğrayacaklarını düşünerek endişeleniyor ve bu sebeple ağlayıp, sızlıyordu. Daha sonra; “Bismillah hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın ismi ile diyerek sofranın üstünde bulunan örtüyü kaldırdı. Örtü kaldırılınca, sofranın üzerinde, kendi yağıyla kızarmış ve kebap olmuş bir balık gördüler. Balığın üstünde pul, içinde kılçık yoktu. Baş tarafında tuz ve kuyruk kısmında ise bir kase içinde sirke ve etrâfında çeşit çeşit sebze (yeşillik) bulunuyordu. Ayrıca sofrada ayrı ayrı konmuş beş adet ekmek (çörek) vardı. Ekmeklerden birinin üzerinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde yağ, dördüncüsünde peynir ve beşincinin üzerinde de kurumuş et (pastırma) vardı.
Havârîlerin reîsi olan Şem’ûn, Hazret-i Îsâ'ya “Yâ Rûhallah! Bu yemek dünyâ mı yoksa âhıret yiyeceklerinden midir?” diye suâl etti. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Hiç birinden değil. Allahü teâlânın, kudretiyle şimdi yarattığı yemektir. Yeyin ve Allahü teâlânın nîmetlerine şükredin” buyurdu.
Havârîler; “Ey Allah'ın peygamberi! Bu mûcize içinde bir mûcize daha gösterir misiniz?” deyince; Hazret-i Îsâ; “Ey balık! Kâinatın Rabbinin izni ile diril!” buyurdu. Sofradaki balık o anda canlandı. Üzerinde pullar peydâ oldu ve hareket etti. Havârîler endişeye kapıldılar. Îsâ aleyhisselâm onların, mûcize üzerine mûcize istemelerini hoş karşılamadı. Sonra; “Korkarım ki, azâb olunursunuz” dedi. Ardından da; “Ey balık! Hak teâlânın izni ile eski hâline dön” buyurdu. Balık hemen eski kızarmış hâlini aldı.
Orada bulunanlar, Hazret-i Îsâ'ya; “Yâ Rûhallah! önce siz yeyin” dediler. O ise; “Hayır kim istediyse onlar yesin” buyurdu. Havârîlerde bir korku meydana geldi. Îsâ aleyhisselâm fakir, hasta, cüzzamlı, abraş ve sakatları çağırıp; “Allahü teâlânın ihsân ettiği bu rızıktan yeyin! Sizin için âfiyet, başkaları için belâdır” buyurdu. Bunlardan erkek ve kadın binüçyüz kişi yedi. Hepsi doydu. Bereketinden, herkes yeyip doyduğu hâlde balık olduğu gibi kalmış, sofrada bir eksilme olmamıştı. İnsanların gözleri önünde bu bereket sofrası tekrar göğe çekildi. Sofranın bereketiyle hastalar şifâ bulup, fakirler zengin oldu. Üstelik; bunlar ömürleri boyunca hastalık ve yoksulluk da görmediler. Sofradan yemeyenler bu hâli görünce üzülüp, pişman oldular.
Sofranın inmesinin keyfiyeti, nasıl olduğu husûsunda şöyle bir rivâyet de zikredilmiştir: Îsâ aleyhisselâm havârîlerine, otuz gün oruç tutmalarını emretmişti. Onlar sözünü tutup orucu tamamladıklarında, Îsâ aleyhisselâmdan, gökten üzerlerine bir sofra indirilmesini, ondan yemelerini, oruçlarının Allahü teâlâ tarafından kabûl edilip, istediklerini kabûl buyurduğuna dâir kalblerinde itminan ve rahatlık hâsıl olmasını, orucu bitirip yedikleri günün; bu vesile ile onlara bir bayram, zengin ve fakirleri, evvelleri ve âhirleri için yeterli olmasını ricâ ettiler. Îsâ aleyhisselâmböyle bir istekte bulundukları için onlara nasîhat eyledi ve şükrünü yerine getiremeyeceklerinden, şartlarını gözetemeyeceklerinden korktuğunu söyledi ve onları bundan men etmeye çalıştı.
Onlar bu isteklerinden vaz geçmeyince, seccadesi üzerinde durdu. Onlar da arkasında saf oldular. Îsâ aleyhisselâm başını önüne eğdi ve gözyaşlarını iplik iplik akıtmaya, Allahü teâlâya isteklerini kabûl buyurması için yalvarıp, yakarmaya başladı. O daha duâsını bitirmemişken, bütün insanların gözü önünde Allahü teâlânın kudretiyle gökten sofra indi. Sofrayı iki sarıklı kimse taşıyor, ağır ağır insanlara yaklaşıyordu. Yaklaştıkça, Îsâ aleyhisselâm, Rabbine duâ edip, bunun rahmet olmasını, azâb olmamasını, bereket ve selâmet olmasını diliyor, böyle duâ ediyordu. Sofra yaklaştı, yaklaştı, nihâyet Îsâ aleyhisselâmın önüne gelip durdu. Sofra bir örtü ile örtülü idi. Îsâ aleyhisselâm kalkıp; “Bismillâhi hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın adıyla deyip, örtüyü kaldırdı. Bir de ne görsünler, üzerinde yedi balık ve yedi pide var. Ayrıca sirke, nar ve başka meyveler de vardı diyenler de olmuştur. Balıklar ve pideler taze pişmiş, kızarmış olup, cidden çok hoş kokuyorlardı. Allahü teâlâ onlara; “Ol” demiş ve hemen oluvermişlerdi.
Sofra, gün aşırı inmeye başladı. Tıpkı Sâlih aleyhisselâmın devesinin sütünü gün aşırı içtikleri gibi. Sofranın gökten inmesi kesilmeyip, kırk gün devam etti. Yalnız kuşluk vakitlerinde ve gün aşırı olarak indi. Erkek-kadın, fakir-zengin, küçük-büyük, köle-hür kim varsa hepsi toplanıp yediler. Kuşluk vaktinde inen, öğleyin göke çekilen sofranın bu hâlini insanlar seyrederlerdi. Hattâ göke doğru yükselirken gölgesi yere düşerdi.
Bundan sonra; “Soframı ve rızkımı fakirlere ve hastalara mahsus kıldım. Sağlamlar ve zenginler yemesin” diye vahiy geldi. Bu hâl bâzı kimselere pek ağır geldi. Görünüş îtibâriyle zengin ve sağlam, fakat kalbi bozuk ve hasta olanlar; bu ilâhî ihsânı hafife alarak ileri geri konuşmaya başladılar. Üstelik; “Siz bu sofrayı gerçekten hak nesne mi zannedersiniz?” diyerek alay ettiler. Netîcede böyle yaramaz söz söyleyenlerin hepsi bir gece içinde domuz sûretine dönüştüler. Otuz veya üçyüzotuz kişi olduğu bildirilen bu kişiler, böylece Hak teâlânın bildirdiği azâba uğradılar.
İnsanlar bunları görüp korktular ve Hazret-i Îsâ'ya sığındılar. Domuz hâlini almış olanlar da Hazret-i Îsâ'yı gördükleri zaman derman dilerler, etrâfında dolaşarak bunu ifâde edici hareketler yaparlardı. Hazret-i Îsâ bunlardan her birine ismi ile hitâb ettiği zaman, başlarıyla işâret edip, ağlarlar, fakat konuşamazlar ve bir şey söyleyemezlerdi. Netîcede bunlar üç gün sonra helâk olup gittiler. Leşlerini bile hiç kimse görmedi.
Bu sofrada bulunan yiyeceklerin neler olduğu, kimlerin nasıl yedikleri, sofranın ebadı, kaç gün indiği ve sofrada bulunan nîmetlere nankörlük edip alaya ve hafife almakla domuz şekline girenlerin adedi hakkında İslâm âlimlerinden başka rivâyetler de gelmiştir.
Mâide hâdisesi Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olup, Mâide sûresinin 112-115. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hani bir vakit, havârîler; “Ey Meryem oğlu Îsâ! (Allahü teâlâya duâ etsen, duâna icâbet edip) Rabbin bize gökten (içinde taam, yemek bulunan) sofra gönderir mi? demişlerdi de o; Eğer siz mü’min iseniz (Allahü teâlânın kudretine ve benim peygamberliğime hakîkaten inanmış kimseler iseniz) bu gibi şeyleri istemekten sakının demişti. Havârîler de şöyle söylemişlerdi: (Gerçi Hak teâlânın kudretinin tam olduğunda şüphemiz yoktur.) Lâkin, isteriz ki, ondan (o bildirdiğimiz şekilde gelecek olan sofradaki yemeklerden bereketlenmek için) yiyelim. (O'nun kudretinin kâmil olduğunu böyle gözümüzle görerek) kalblerimiz mutmain otsun. Senin bize hakîkaten doğru söylediğini bilelim (ve sen sıdk ile Hak teâlâdan ne istersen onu vereceğini bilmiş olalım.) Böylece bu mûcizelere, yakînen görerek şâhidlik edenlerden olalım.
Bunun üzerine Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle yalvardı: “Yâ ilâhî! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, onun inme vakti (günü) bizim hem evvelimiz, hem de sonra gelenlerimiz için bir bayram ve senden (kudretinin kemâline ve benim peygamberliğimin hak olduğuna) bir âyet (bir mûcize) olsun. Bizi hayırlı rızıkla rızıklandır. (Bize o sofrayı gönder ve ona şükretmeyi de nasîb ve kolay eyle.) Çünkü sen rızık verenlerin en hayırlısısın. (Rızkın yaratıcısı ve hiç bir niyet, karşılık istemeden karşılıksız olarak herkesin rızkını vericisin.)”
(Hazret-i Îsâ'nın bu duâsı üzerine) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Şüphesiz ki ben o sofrayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden kim nankörlük ederse, (küfre dönerse)muhakkak ki, ben ona, öyle bir azâbla azâb ederim ki, zamanlarında, âlemde hiç kimseye öyle azâb etmem.”
Tefsîr-i Hazin’de bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde bildiriliyor ki: Havârîlerin bu sözleri mecazdır. Buradaki mânâ zâhire göre değildir. Havârîlerin, Hak teâlânın kudreti hakkında şüphe ettiklerini düşünmek, sözlerinden böyle mânâ çıkarmak doğru değildir. Onların bu sözleri, bir kimsenin, arkadaşına; Benimle beraber kalkabilir misin? demesi gibidir. Halbuki, bu kimse, bunu söylerken arkadaşının kalkmaya gücünün yettiğini, hemen kalkabileceğini bilmektedir. Yâni arkadaşına böyle söylemekle; Benimle beraber kalkman sana kolay olur mu? Sence bir mahzuru var mı? demek istemektedir. Havârîlerin sözlerinde de böyle mânâ vardır. Çünkü havârîler, Allahü teâlâya, O'nun kudretinin kemâline ve her şeye kâdir olduğuna inanıyor, tasdik ediyor ve bunu îtirâf ediyorlardı. Bu şekilde bir talebde bulunmaları, inanmamaları sebebiyle değil, bizzat görerek bilmek ve böylece kalblerindeki itminanın artması için idi.
Nitekim İbrâhim aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî! ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster.” demesi de böyledir. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın ölüleri dirilttiğini, buna mutlak kâdir olduğunu elbette biliyordu. O, bizzat görerek anlamak ve bilmek istedi. Zirâ, duyularak, öğrenilerek, başkalarının bildirmesi ile öğrenilen bilgilere şek ve şüphe karışabildiği hâlde; görerek,müşâhede ederek elde edilen bilgiye şek ve şüphenin karışması ihtimâli yoktur. Bu sebeple; “Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster” dedi. Aynı sebepten dolayı havârîler de; “Kalblerimiz mutmain olsun” dediler. Şüphesiz ki bu büyük mûcizeyi görmek kalbdeki itminanı elbette arttırır. Onlar da bunun için böyle söylediler.
Onların böyle bir mûcize talebinde bulunmalarına karşı, Îsâ aleyhisselâm; “Eğer mü’min iseniz Allah'tan korkun!” dedi. Burada iki husûs vardır.
1- Hazret-i Îsâ, havârîlere; “Mûcizeyi tâyin ederek istemekte Allahü teâlâdan korkun” buyurdu. Bunda kendi arzu ve isteğine göre hareket etmek düşüncesi olabileceğini haber verdi. Rabbi hakkında, kuldan böyle bir şeyin meydana gelmesi ise büyük cüret ve cürüm yâni suçtur.
Ayrıca, daha bir çok mûcizeler görülmüş iken, tekrar bir mûcize daha taleb etmek, üstelik bu mûcizeyi kendileri tâyin etmek de büyük bir cürümdür.
2- Îsâ aleyhisselâm; “Eğer mü’min iseniz Allah'tan korkun!” demekle, onlara, isteklerinin meydana gelmesine vesile olması için takvâyı emretti.
Nitekim Talak sûresi, 2. âyet-i kerîmesinin sonunda; “...Kim ki, Allahü teâlâdan korkup, yasak ettiklerinden sakınırsa, Allahü teâlâ ona dünyâ ve âhıret mihnet ve sıkıntılarından bir çıkış yeri, kurtuluş ihsân eder ve ona hatırına hayâline gelmeyen, hiç ummadığı yerden rızık ihsân eder...” buyruldu. Bâzı âlimler bu husûsta şöyle söylemişlerdir: Îsâ aleyhisselâm: “Eğer mü’min iseniz Allah’dan korkun!” demekle; “Eğer Allahü teâlânın sofra indirmeye kâdir olduğuna inanıyorsanız, Allahü teâlâdan korkunuz. Bu takvânız (korkunuz) matlûbunuzun, maksadınızın husulüne, meydana gelmesine vesile olsun” demek istemiştir.
İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Cerir'in (rahmetullahi aleyhima) senetleri ile Ammâr bin Yasir'den, onun da Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Sofra gökten inerdi, üzerinde ekmek ve et bulunurdu. Yiyenlere, hıyânet etmemeleri, alıp saklamamaları ve ertesi gün için ayırmamaları emir olundu. Onlar dinlemeyip, hıyânet ettiler, aldılar, sakladılar. Bunun üzerine maymun ve domuz hâline döndürüldüler” buyruldu.
Havârîlerin ve Îsâ aleyhisselâmın Nusaybin'e gitmeleri:
Mîrhând târihinde Selmân-ı Fârisî hazretlerinden şöyle rivâyet edilir: Îsâ aleyhisselâm Nusaybin'de bulunan kibri ve zulmü ile meşhûr bir hükümdârı îmâna dâvete me’mûr edilince, harekete geçti. Havârîlere; “Hanginiz bu şehre varıp; Allahü teâlânın kulu ve resûlü ve kelimesi olan Îsâ aleyhisselâm, size doğru geliyor diye seslenir” buyurdu. İçlerinden Ya’kûb; “Ben gideyim” dedi. Îsâ aleyhisselâm ona; “Peki git, ama benden en önce uzaklaşan sen olacaksın” buyurdu. Sonra yine içlerinden Tevmân, izin alıp beraber gittiler. Hazret-i Îsâ, Tevmân'a; “Ey Tevmân! Takdir böyledir ki, yakın zamanda senin başına belâ gelecek” buyurdu. Şem’ûn da; “Yâ Rûhallah! İzin verirseniz ben de gideyim, ama bir şartım vardır. Eğer dara düşersem ve sizi çağırırsam, nazarınızı, himmet ve yardımınızı eksik etmeyesiniz” deyip, izin aldı. Üçü beraber o şehre doğru gittiler. Şem’ûn, şehrin dışında durup, yoldaşlarına; “Siz girin seslenin, zarara uğrarsanız, ben sizi kurtarmaya çalışırım” dedi. Ya’kûb'la Tevmân şehre girdi. Ya’kûb bildirilen şekilde seslendi. Sesi duyunca insanlar onların başlarına toplandı. “Konuşan hanginizdir” dediler. Ya’kûb inkâr etti, Tevmân ise söylediklerini ikrâr yâni kabûl ettikte, onlar inanmadılar.
Oranın halkı, daha önce Îsâ aleyhisselâm ile Meryem'i gerçek dışı şekilde işitip, su-i zan ettiklerinden, -haşa- dil uzatıp, lânet ettiler. Tevmân'ı şâha götürdüler. Şâh, bunun ellerini, ayaklarını kestirdi. Gözlerine kızgın mil çektirip, zindana bıraktırdı. Şem’ûn bu hâli haber alıp şehre girdi. Hâlini gizledi. Güzel tedbir ve bâzı çârelerle şâha yaklaştı. Hususî adamlarından ve nedimlerinden, sohbet arkadaşlarından oldu. Bir gün şâha; “Müsamahanıza sığınarak Tevmân'dan birkaç şey sormama izin vermenizi isterim” dedi. Şâh; “Peki” dedi. Şem’ûn; Tevmân'ı yanına getirtti. Birbirlerini hiç tanımıyor gibi davrandılar. Şem’ûn; “Ey kişi, senin sözün nedir?” dedi. Tevmân; “Îsâ aleyhisselâm Allah'ın kulu ve resûlüdür derim” dedi. “Sözünün doğruluğuna delilin nedir” deyince; “Her hastalığa ilaç olmaktır” dedi. “Tabipler de bunu yapabilir, başka hüccet (delil) var mı?” diye sordu. Tevmân delil olarak; “Evlerinde ne yeyip ne sakladıklarını bildirmektir” cevâbını verdi. Şem’ûn yine; “Kâhinler de bunu yapabilir, başka alâmet var mı?” dedi. “Çamurdan kuş sûreti yapıp üfleyince, kuşun canlanıp uçması” deyince; “Sihirbazlar da bunu yapabilir, başka alâmet var mı?” dedi. Tevmân; “Hak teâlânın izni ile ölüleri diriltir” dedi. Bunun üzerine Şem’ûn şâha bakıp; “Bu kimse büyük iddiadadır. Ölüleri diriltmek, Allahü teâlâya ve mûcize olarak peygamberlere mahsustur, sihirbaz ve yalancıların işi değildir. Eğer doğru ise, Îsâ'yı çağırtıp soralım. O bunu inkâr ederse, bu adama her çeşit azâbı yapalım; yok ölüyü diriltirse ki bu çok zor bir ihtimâldir, o zaman ona îmân getirelim” dedi. Şah, Şem’ûn'un bu sözlerini hoş karşıladı. Haber gönderdiler. Hazret-i Îsâ geldi. Şem’ûn yine tanımıyor gibi davranıyordu. Uzun uzun suâller sorup, Îsâ aleyhisselâm ikrâr ve kabûl edince, Şem’ûn; “Eğer doğru isen, hastaya şifâyı bu sakat adamında deneyelim dedi. Îsâ aleyhisselâm, Tevmân'ın kesilen ellerini, ayaklarını koyup, her birini kesilen yere bitiştirerek üzerlerine eliyle sürünce, bitişip düzeldiler. Gözlerini eliyle silince, açıldılar. Şem’ûn şâha bakıp, bu alâmet peygamberliğe delildir dedi. Sonra; “Ey Îsâ! Meclisimizde olanlar bu gece evlerinde ne yediler, ne sakladılar, haber ver” dedi. O da hepsini bir bir söyledi. Çamurdan yarasa teklif etti. Onu da yapıp uçurdu. Diğer hastalar için de şifâ istedi. Bütün hastalar sıhhate kavuştu, ölüyü diriltmeyi söyledi. Sam bin Nûh'u tâyin ettiler. Yukarıda anlatıldığı gibi onu da diriltti. Sam, hazret-i Îsâ'nın hak peygamber olduğuna şehâdette bulundu ve ardından yine vefât etti. Şâh ve askerleri, kumandanları bu mûcizeleri görüp, Hazret-i Îsâ'nın, Allah tarafından peygamber olarak, gönderildiğine gönülden inanıp îmân getirdiler.
Habîb'ün-Neccâr:
Îsâ aleyhisselâm havârîlerinden iki kişiyi, Allahü teâlânın emri ile Antakya'ya göndererek, orada yaşayan ve putlara tapan insanları, îmâna dâvet etmeleri için vazife vermişti. Bu emir üzerine Antakya’ya giden elçiler, halkı Allahü teâlâya îmâna, tevhide, dâvet ettiler. Onların bu dâvetleri, Antakya'yı idâresi altında bulunduran kral tarafından da duyuldu. Elçileri yanına çağırtıp görmek istedi. Elçiler kralın yanına geldiklerinde onlara; “Siz kimsiniz?” dedi. Elçiler; “Biz Îsâ aleyhisselâmın elçileriyiz” dediler. Kral putlara tapardı. Elçilere; “Bu şehre niçin geldiniz, maksadınız nedir?” deyince, şöyle cevap verdiler: “Sizi; işitmeyen, görmeyen ve hiç bir şeye kâdir olmayan âciz putlara tapmaktan vazgeçip, her şeye kâdir olan ve her şeyi yaratan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet için geldik.” dedi. Kral; “Putlarımızdan başka bir ilâh mı vardır?” deyince de; “Evet vardır. Seni ve ilâh diye taptığın putları ve her şeyi yaratan Allahü teâlâdır” diyerek, kralı îmâna dâvet ettiler. Bunun üzerine kral onları hapsettirdi.
Bu hapsedilme hâdisesinden sonra, Îsâ aleyhisselâm, havârîlerinin reîsi olan Şem’ûn'u (radıyallahü anh) da, Antakya'ya gönderdi. Şem’ûn oraya varıp, kendini tanıtmadan ve dikkat çekmeden, kralın yakınlarıyla yavaş yavaş temas kurdu. Onlarla samîmi bir hava içinde görüşüp konuşmaya başladı. Onlar da Şem’ûn'un kral ile temas kurmasını sağladılar. Nihâyet Şem’ûn, kralın muhabbetini kazandı. Bundan sonra hapsedilmiş olan elçileri kurtarmak, kralı ve halkı, Allahü teâlâya îmâna dâvet etmek için faaliyete geçti.
Şem’ûn, krala çok tesir ettiğine iyice kanaat getirdikten sonra, maksadını krala açıkladı. Bunun üzerine kral ve krala bağlı olanlardan bir cemâat îmân ettiler. Halka da tebliğde bulundular. Fakat halk onları yalanlayıp, îmân etmedi. Onlarla mücâdele ettiler.
Diğer taraftan halkın bu îtirâzlarını haber alan, Habîb'ün-Neccâr, şehrin uzağında bulunan evinden koşarak halkın arasına geldi. Bu elçilerin bildirdiğine kendisinin inandığını söyledi. Halka da, îmân etmelerini bildirdi. Fakat dinlemediler. Büyük bir kızgınlıkla, Habîb'ün-Neccâr'ın üzerine yürüyüp, onu şehîd ettiler. Bu hâdiseler, Kur'ân-ı kerîmde Yâsîn-i şerîf sûresinde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “(Ey Resûlüm!) Onlara (Mekke halkına) o şehir halkının (Antakyalıların) hâlini misâl ver. Hani oraya (Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği) elçiler gelmişti. Biz o zaman iki elçi göndermiştik de, bunları tekzip etmişlerdi, yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncüsüyle bunları takviye etmiştik. (Bu üç elçi Antakya halkına) şöyle demişlerdi; Gerçekten biz, size, (imana dâvet etmek için) gönderilmiş elçileriz. (Allahü teâlâya îmân ediniz.) (Yâsîn sûresi: 13,14)
Tefsîr-i Kebîr’de ve Tefsîr-i Hazin’de bu âyet-i kerîmeler tefsîr edilirken şöyle buyrulmuştur; Antakya ahâlisi putperest olduğu için, irşada (doğru yol bildirilmeye) muhtâç durumda idi. Bunun için Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma, oraya elçi göndermesini emir buyurdu. Bu emir üzerine, Îsâ aleyhisselâm, Antakya ahâlisini îmâna dâvet etmek için, önce iki elçi gönderdi. Rivâyete göre bu elçilerin ismi, Yûnus ve Yahyâ idi. Bunlar Antakya'ya gidip, halkı îmâna dâvet ettiklerinde, halk küfür ve isyân içinde olduğundan, onları yalanladılar, inanmadılar. Onları yalanlayıp, hakâret ve alay etmeleri üzerine, Îsâ aleyhisselâm, emire uyarak üçüncü bir elçi gönderdi. Bu da Şem’ûn idi.
Bu üç elçinin dâveti ve halkın îtirâzı, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Onlar resûllere (elçilere) dediler ki; “Siz de bizim gibi insansınız, bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki iddia ettiğiniz gibi bir işle vazifelendirilmiş olasınız). Hem Rahmân (Allahü teâlâ) bir şey indirmemiştir. (Allahü teâlâ âleme ne vahiy, ne risalet, kısaca hiç bir şey göndermemiştir.) Siz yalan söyleyenlerdensiniz.” (Yâsîn sûresi: 15)
Antakya ahâlisi, elçileri kendilerine kıyas ederek; “Siz de bizim gibi insansınız, bize risalet, böyle bir vazife gelmedi ki, size gelmiş olsun” dediler. Allahü teâlânın kullarından seçtikleri peygamberlerine vahiy yoluyla emirlerini bildirdiğini kabûllenemediler. Bu sebeple: “Biz sizin söylediklerinize inanmayız” dediler. Elçilerin, onlara verdikleri cevap, Yâsîn sûresi 16 ve 17. âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirilmektedir: (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz, hakîkaten size gönderilmiş elçileriz. (Biz, Rabbimizin emriyle, Îsâ aleyhisselâmın sizi îmâna dâvet etmek için gönderdiği elçileriz.) Bizim üzerimize düşen vazife apaçık bir tebliğdir. (Sözümüzün doğruluğuna şâhid olarak âmânın gözünü açmak, baras hastalığını tedavi ve hastaları iyileştirmek, ölüyü diriltmek gibi, açık deliller göstermek sûretiyle vazifemiz açık bir tebliğdir.”
Tefsîr-i kebir’de bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde buyruluyor ki: Îsâ aleyhisselâmın dâvet için gönderdiği zâtlar, Antakya halkının kendilerini yalanlamaları sebebiyle bıkkınlık ve gevşeklik göstermediler. Bilakis; “Hakikaten, size (Allahü teâlânın emri ile sizi îmâna dâvet için) gönderilmiş elçileriz” sözlerini ısrarlı olarak tekrarladılar. “Rabbimiz biliyor ki...” diyerek, bu sözlerini yemînle tekîd ettiler, pekiştirdiler. Allahü teâlâ biliyor demek, yemîn yerindedir. Olmamış bir şeyde, bu işin olmadığını bile bile olduğunu kastederek; “Allahü teâlâ biliyor ki, bu iş böyle oldu” demek, îmândan çıkmaya, cezâ ve azâba sebeptir. Çünkü böyle demekle yalan söylemiş ve yalanına hâşâ Hak teâlâyı şâhid tutmak istemiş olmaktadır.
Yukarıda meâli geçen 15. âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, Antakyalılar, vazifeli elçilere; “... Siz de bizim gibi insansınız. Bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki, iddia ettiğiniz gibi bir işle vazifelendirilmiş olasınız)...” demişlerdi. İşte, elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki” sözlerinde. Antakyalıların sözlerine cevap vardır. Yâni; “Allahü teâlâ her şeyi bilir ve her şeye kâdirdir. İşte Allahü teâlâ bizi bu vazife için seçti” dediler.
Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği elçiler; “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demekle, hem kendilerini tesellî ediyorlardı. Yâni; “Biz size tebliğde bulunmak sûretiyle vazifemizi yaptık. Artık biz bunun mes’ûliyetinden, boynumuzdaki bu borçtan kurtulduk” dediler. Hem de Antakya halkını, dâvetleri üzerinde düşünmeye teşvik ettiler. Çünkü “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demek, onların bu tebliğ hakkında ve kendi durumları hakkında düşünmelerini icâbettiriyordu. Çünkü bu elçiler, tebliğlerine karşılık olarak onlardan ne bir ücret, ne de bir riyâset (başkanlık, makâm, mevki) istiyorlardı. Onların işleri sâdece tebliğ (insanları îmâna dâvet) ve bunu insanlara anlatmak idi. Bütün bunlar ise akıl sâhiplerini, tefekküre, iyi düşünmeye sevkeden sebeplerden idi.
Yine âyet-i kerîmede, onların yaptıkları dâvet için; “Apaçık bir tebliğ” buyrulmuştur. Bunun bir kaç izâhı vardır:
1- Bu dâvet, mûcize ve burhan (kat’î delil) ile hakkı bâtıldan ayıran bir tebliğdir.
2- Sâdece bir iki kişiye mahsus olmayıp, herkese ulaştırılan bir tebliğdir.
3- Hakkı, hakîkati mümkün ve münâsip olan her yolla izhar eden bir tebliğdir.
İşte böyle tam olarak, şümullü bir tebliğ yapılır da, buna rağmen kabûl etmezlerse o insanlar, elbette ki helâke müstehak olurlar.
“(Antakya ahâlisi) dediler ki; Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük (sizin sebebinizle yağmursuz kaldık). Eğer (bu sözünüzden) vazgeçmezseniz, muhakkak sizi taşlarız (taşla öldürürüz.) Bizden size acıklı bir işkence de dokunur.” (Yâsîn sûresi: 18)
Putperest ahâlinin, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük demeleri, îmân etmek istemedikleri içindir. Böyle söylemeleri, elçilerin kendilerine telkin ettikleri tevhid dînini sevmediklerinden ve bu dîne girmek, nefislerine ağır gelmesinden dolayı idi. Elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki, biz, hakîkaten size gönderilmiş elçileriz” diyerek, dâvetlerinde kesin ve doğru söylediklerini bildirmelerine rağmen, inanmayıp, yalan dediler. “Rabbimiz biliyor ki” demeleri bir nevi yemîn olduğundan, onların yalan yere yemîn ettiklerini söylediler. Bunu da uğursuzluk ve kötülüğe alâmet saydılar. “Siz yalancısınız, uğursuzluk ve yalanınızda ısrâr ve yemîn ediyorsunuz. Bu ise yağmurun kesilmesine ve kıtlığa sebep olur. Siz hayra alâmet değilsiniz!” dediler. Böylece kendilerini saâdete kavuşturmak için îmâna dâvet eden elçileri, kendilerince güyâ suçlu çıkarmak istediler.
Câhillerin âdeti şöyledir ki, hep nefislerinin arzu ettiği şeyleri ararlar. Hevâ ve heveslerine uygun görmedikleri şeyi red ve inkâr ederler. Hattâ bütün hayırları ve saâdetleri içinde toplayan bir şeyi nefslerinin hevâsına ve bozuk isteklerine uymadığı için kabûl etmezler. Evliyânın büyüklerinden Zeyn-ül-mecalis Ebû Mücâhid hazretleri; “Mahlûkâtın en ahmağı nefstir. Çünkü hep kendi aleyhine olan şeyleri ister” buyurmuştur.
İşte bu sebeple, Antakya ahâlisi, elçilere; “Biz sizi sevmiyoruz. Zirâ siz, bizim arzumuzun tersine bir takım şeyler teklif ediyorsunuz. Bize böyle bir tekliften, (iman ediniz demekten) vaz geçin. Eğer bu teklifinizden vazgeçmezseniz, sizi taşa tutarak öldürürüz” dediler. Nefslerinin hevâsına ve taşkın isteklerine uyan azgın insanların âdeti şöyledir ki; maksatlarına kavuşmak için önce çeşitli hîle ve desiselere başvururlar. Böylece, içlerinde bulundurdukları azgınlığı ve kötülükleri gizlemek isterler. Eğer böylece maksatlarına ulaşamazlarsa, zora ve tehdide başvururlar. Nitekim putperest Antakyalılar, Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği elçilere karşı bu yola başvurmuşlardır. Size bizden acıklı bir işkence dokunur diyerek, öldürünceye kadar taşlayacaklarını söylemeleri bu sebepledir.
Yâsîn sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, onlar böyle söyleyince, elçiler; “Uğursuzluğunuz beraberinizdedir (batıl inancınızda ve bozuk amelinizdedir.) Size nasîhat edilirse bunu uğursuzluk sayacak ve küfrünüzde devam mı edeceksiniz? Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz” dediler.”
Antakya ahâlisi, kendilerini saâdete kavuşturmak isteyen elçiler ile inâdçı bir mücâdeleye girdiler ve aslâ dinlemediler. Netîcede onları taşlayarak öldürmeye karar verdiler. Bu kararlarını, daha önce elçilerle görüşüp îmân eden, Habîb'ün-Neccâr işitmişti. Şehrin en uzak bir yerinde olan evinden çıkıp, sür’atle koşarak, îmân etmeyenlerin, elçiler ile mücâdele etmekte oldukları yere geldi. Halka, böyle bir işten vazgeçip, onlara inanmalarını söyledi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Bir adam (Habîb'ün-Neccâr) şehrin tâ ucundan (kenarından) koşarak geldi. Ey kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere dedi. Uyun sizden hiç bir ücret istemeyen o kimselere... Onlar hidâyet üzeredirler. (Onlara uyunuz ki, tebliğ etmeleri ve sakındırmalarından dolayı, sizden bir ücret istemiyorlar. Onlar sizi dünyâ ve âhıret hayrına dâvet etmektedirler. Layık olan şey, onlara ittibâ etmeniz, tâbi olmanızdır.) (Yâsîn sûresi: 20, 21)
Habîb'ün-Neccâr böyle deyince, putperest halk; “Yoksa sen, bizim dînimize muhâlefet edip, bu elçilerin dînine mi tâbi olursun? Bizim ilâhlarımıza tapmayıp, onların ilâhına mı ibâdet ediyorsun?” dediler. Bunun üzerine meâlen şöyle cevap verdiği, Yâsîn sûresinde bildirilmektedir: “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibâdet etmeyeyim? Siz (öldükten sonra) O'na döndürüleceksiniz. (Allahü teâlânın huzûrunda küfrünüzün, bâtıl amellerinizin cezâsını göreceksiniz.) Ben, Allah'tan başkasını (putları) tanrı edinir miyim? Eğer Allahü teâlâ bana bir zarar yapmak dilerse, onların (putların) şefâati bana hiç bir fayda vermez ve onlar beni kurtaramazlar. Eğer ben, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet edersem, apaçık bir hüsrân, sapıklık içinde olurum. (Zirâ fayda ve zarar vermeye kâdir olmayan şeylere yâni putlara tapmak, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya inanmamak ve O'na ibâdet etmemek apaçık bir sapıklıktır.)”(Yâsîn sûresi: 22-24)
Habîb'ün-Neccâr, kavminin inkâr içinde olduğunu görünce, onlara karşı ifâde tarzı çok üstün olan bir hitapla konuştu. Böylece, insanı yoktan yaratanın Allahü teâlâ olduğunu ve insanın öldükten sonra yeniden dirileceğini, dünyâda yaptıklarının hesâbını vereceğini anlatmak istedi. İnsanın yaratılmasının bir nîmet olduğuna, bu nîmete şükür gerektiğine işâret etti. Bu şükrün de, insanın, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmesi ile olacağını belirtti. “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibâdet etmeyeyim” diyerek, kabahati kendine nispet etmek tarzıyla hitâb etmesi, aslında kavmini uyarmaktır. Bu söz; “Neden sizi yaratan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmiyorsunuz da mânâsız ve âciz putlara tapıyorsunuz?” demektir. Kendine nispet ederek konuşması, dinleyenlerin kızgınlığını teskin etmek maksadından dolayı idi. Bu hitap ve ifâde tarzıyla, yaradılışı ve ölümü, dünyâ ve âhıretin hâllerini kısaca anlattı.
Fahreddîn-i Razî hazretleri, Tefsîr-i Kebîr’inde Allahü teâlâya yapılan ibâdetin üç derece olduğunu kaydederek şöyle buyurmuştur.
1- İbâdeti, sâdece ve sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapmak. Başka bir şey düşünmemek. İster çeşitli nîmetlere kavuşmuş olsun isterse kavuşmamış olsun, insanın her halükarda vazifesinin kulluk olduğunu düşünerek kulluk yapmasıdır. Bu hal, ibâdetin en üstün derecesidir.
2- Allahü teâlânın verdiği nîmetleri düşünerek ve bu nîmetlerin şükrünü edâ etmek maksadıyla ibâdet etmektir. Bu, kullukta orta derecedir.
3- Allahü teâlânın kahrını ve gadabını düşünerek ve bundan korkarak ibâdet etmektir. Bu hâl ise ibâdette aşağı derecedir.
Habîb'ün-Neccâr, kavmini ikaz edip, gelen elçileri dinlemelerini ve Allahü teâlâya îmân etmelerini söyledikten sonra, kendisinin Allahü teâlâya îmân ettiğini şöyle bildirmiştir: “Şüphe yok ki ben, (sizi yaratan) Rabbinize (Allahü teâlâya) îmân ettim. İşte bunu benden duyun. (Gelin nasîhatlerimi dinleyin.) (Yâsîn sûresi: 25) Habîb'ün-Neccâr bu sözleri söyleyince, bunu işiten putperest halk, hep birden hücûm edip, taşa tutarak onu şehîd ettiler. Bir rivâyete göre de, ayakları altına alıp üzerinde tepinmek sûretiyle şehîd etmişlerdir. Habîb'ün-Neccâr, şehîd edilmek üzere iken de; “Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet ver” diyerek duâ ediyordu. O şehîd edilince, Allahü teâlâ tarafından rûhuna hitâben; “Haydi gir Cennet’e” buyruldu.
Bu husûsta Yâsîn sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Bütün nasîhatlerine rağmen kavmi onu şehîd ettiler. Şehit edilince, Hak teâlâ tarafından onun rûhuna hitâbedilerek;) Haydi gir Cennet’e denildi. (Onun rûhu) dedi ki: Ne olurdu, kavmim, Rabbimin beni bağışladığını, Cennet’le ikrâm edilenlerden kıldığını bilselerdi. (Böylece küfürden vazgeçip, îmân etselerdi ve böyle nîmeti kazanmaya rağbet etselerdi.)”
Tefsîr-i Mazharî’de bildirildiğine göre; Allahü teâlâ onun rûhuna böyle hitâb buyurdu. Diğer şehidler gibi, Cennet’e girmesine izin vererek, ona ikrâmda bulundu.
Beydâvî tefsîri’nin Şihâb hâşiyesinde buyruluyor ki: “Şehidlerin rûhları Cennet’te dolaşırlar. Onlar kabirlerinde diridirler. Cennet’teki makâmlarını görürler.”
Meşhûr ve mûteber tefsîrlerde şöyle bildirildi: Habîb'ün-Neccâr şehîd edilince, rûhuna hitâben; “Haydi gir Cennet’e” denildikten sonra o, kavminin kendi hâlini bilmelerim temenni etti. Böyle bir temennide bulunması, kavminin küfür ve inkârdan dönüp tevbe etmelerini, şiddetti kızgınlık zamanında sâlih kimselerin yaptıkları gibi yapmalarını, yâni düşmanlarına bile acıyıp, merhamet göstermelerini ve bu husûsta kendisine benzemelerini teşvik içindir. Nitekim o, kavmi kendisini öldürdükleri esnada bile, onlara acıyıp; “Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet ver” diye duâ etmiştir.
Habîb'ün-Neccâr'ın kabrinin Antakya'da olduğu rivâyet edilmiştir.
Allahü teâlâ, îmân etmeyen ve Habîb'ün Neccâr'ı şehîd eden putperest kavme gadab edip, cezâlarını hemen verdi. Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile hepsi helâk oldu. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Ondan (Habîb'ün Neccâr'ın, kavmi tarafından şehîd edilmesinden) sonra, kavminin üzerine gökten (onları helâk edecek meleklerden) bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. (Helak edilişlerine sebep) yalnız bir sayha (Hazret-i Cebrâil'in sayhası) oldu, hemen sönüverdiler (ölüp gittiler). Daha önce yaşayan ümmetlerden, Semûd kavmi ve Şuayb'ın (aleyhisselâm) gönderildiği ümmet de Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile helâk edilmişlerdi. Cebrâil aleyhisselâm, Antakya ahâlisini helâk etmek üzere emir alıp bir sayha edince, hepsi ölüp yere seriliverdiler. Bu husûsu bildiren âyet-i kerîmede; “Hemen sönüverdiler” buyrulmasında, Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile birlikte hiç te’hir edilmeden sür’atle helâk edildiklerine işâret vardır.
Bu sayha ile helâk edilenler, parlak bir ateşe, helâk edilmeleri de ateşin sönüşüne benzetilmiştir. Canlı kimse parlak bir ateş gibidir. Canlı kimsede tabii bir harâret vardır. Bu harâret arttığı, çoğaldığı zaman, insandaki gadab ve şehvet hâlleri de artar. İşte Habîb'ün Neccâr'ın kavminde de gadab ve şehvet hâlleri pek fazla idi. Çünkü aşırı gadab ve hiddetleri sebebiyle, kendilerine nasîhatte bulunan mü’min bir zâtı şehîd ettiler. Şehvetlerine, arzu ve isteklerine o kadar düşkün idiler ki, bir anlık, bir göz açıp kapayıncaya kadarlık bir lezzeti, tadı tadabilmek için ebedî azâbı yüklenmişlerdi. İşte onlar, arzu ve isteklerini yerine getirmekte ve gadablarında pek şiddetli oldukları için, sanki yanan bir ateş gibi idiler. Yine onlar o kadar kibirli idiler ki, sanki topraktan değil de ateşten yaratılmışlardı. Nitekim iblis de; “Âdem aleyhisselâm topraktan, ben ise ateşten yaratıldım. O hâlde ben ondan daha üstünüm” demişti de bu kibri yüzünden Hazret-i Âdem'e secde etmemiş, Allahü teâlânın emrine karşı çıkmış, bu sebeple de, Allahü teâlânın rahmetinden kovulmuştu.
İşte Antakya ahâlisi de, gadablarının şiddeti sebebi ile Habîb'ün Neccâr’ı şehîd ettiler. Şehvetlerine, nefslerinin nevasına pek ziyâde dalmış olduklarından, hevâ ve heveslerine tâbi olarak hak ve doğru sözü dinlemediler. Kendilerine gelen elçiler ve bu elçileri dinleyip, söylediklerini kabûl etmelerini söyleyen Habîb'ün Neccâr, onların dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmalarını istemişti. Fakat ne var ki, nefslerinin isteklerine uymaları ve isyânları sebebiyle helâk edildiler ve bir anda sönüp gittiler. Kur’ân-ı kerîmde bunların helâk edilişi beyân edildikten sonra, meâlen şöyle buyruldu:
“Ey (îmân etmeyen) kullar üzerine çöken büyük hasret, nedamet! Zirâ (bu îmân etmeyenler), her ne zaman kendilerine bir peygamber geldiyse onlar muhakkak o peygamberi alaya alırlardı.” (Yâsîn sûresi: 30) Hasret tabiri, bahsedilen zamanın ve hâlin, hasret, nedamet, gam ve hüznü icâbettiren bir hâl veya zaman olduğunu muhatabın zihninde yerleştirmek ve onu ikaz içindir. Çünkü Araplar, bu zamanın veya hâlin nedamet ve hüzün zamanı olduğuna kuvvetli bir şekilde delâlet etmesi için tembih, ikaz ve dikkati çekmek olarak; “Ey hasret! Ey aceb(taaccüb)! tabirini kullanırlar.
Bâzı âlimler, bu âyet-i kerîmede Allahü teâlânın; “Onların işlediklerinin kendileri aleyhine olduğunu, bunun pek büyük ve çok vahim bir suç olduğunu bildirmektedir” demişlerdir. “Ey kullar üzerine çöken hasret...” sözünü söyleyenin Allahü teâlâ olduğu bildirildiği gibi, söyleyenin melekler veya müslümanlar olduğu da haber verilmiştir. Fahreddîn-i Razî hazretlerinin bildirdiğine göre, âyet-i kerîmede geçen “kullar” ile murâd, sayha ile helâk edilen Antakya halkıdır. Yâhud bütün kâfirlerdir.
Dünyâda iken îmân etmeyip isyân içinde yaşayan ve küfür üzere ölen âsî insanların dehşetli hâllerine herkes esef edecektir. Çünkü kendilerini dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşturmak için hâlisane nasîhatler yapan resûlleri alaya alan ve dâvetlerini kabûl etmeyenlerin hâli esef vericidir. Küfürde, îmân etmemekte ısrâr göstermekten daha büyük bir cinayet yoktur. Bu hâl, herkesi büyük bir üzüntüye sevkeder. Kur'ân-ı kerîmde beyân buyrulan bu hâdise, îmân etmemekte ısrâr eden Mekke müşriklerine bir uyarma ve ibrettir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, müşriklere; putlara tapmaktan vazgeçip, Allahü teâlâya îmân ederek müslüman olmalarını söyleyince, alaya almışlar ve îmân etmemişlerdir. Onların bu hâline misâl olarak bildirilen Antakya ahâlisinin hâli ve helâk edilişleri beyân edildikten sonra, meâlen şöyle buyruldu: “(Ey habîbim! Mekke ehli seninle alay ve dînini inkâr ederler de) bilmezler mi ki, onlardan önce nice kavimleri helâk ettik. Onlardan hiç biri dünyâya geri dönmezler. (Mekke ehli onlardan ibret almaz mı? Ümmetlerin) hepsi (kıyâmet gününde) toplanıp huzûrumuza getirileceklerdir. (Her biri amelinin karşılığını elbette görecektir.) (Yâsîn sûresi: 31, 32)
Îsâ aleyhisselâmın ref’i (göğe çıkarılması):
Îsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına gönderilen bir peygamberdir. İsrâiloğulları daha önce kendilerine Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne uymakta gevşeklik gösterdiler. Pek çok îtirâzda bulundular, hattâ doğru yoldan tamâmen ayrıldılar. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra da nebîler gönderildi. Bu nebîler, İsrâiloğullarını Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği dîne uymaları için uyarıp, tebliğde bulundular. İsrâiloğulları bunları dinlemediği gibi, pek çoğunu da şehîd ettiler, İsrâiloğullarının bütün bu isyânları ve azgınlıkları; bâzan zulüm ile öldürülmelerine, bâzan da esir edilip zillet içinde yaşamalarına sebep oldu.
Îsâ aleyhisselâma peygamberliği bildirildiği sırada da İsrâiloğulları dağınık bir şekilde ve zillet içinde yaşıyorlardı. Hattâ kendilerini kurtaracak bir peygamber bekliyorlardı. Bekledikleri bu peygamberin, mücâdeleci, tuttuğunu koparan, çok şiddetli, kavgacı, yahudileri diğer milletlerin esâretinden kurtaracak olan bir şahsiyet olmasını umuyorlardı. Îsâ aleyhisselâm, onları hidâyete kavuşturmak için gönderilip, vazifelendirilince, İsrâiloğulları ona inanmadılar. Onu çok yumuşak buldular.
Kurtarıcı olarak gelen Îsâ aleyhisselâm, dünyâda sulh ve selâmet hisleri yerleştirmeye, insanları birbirleriyle barıştırmaya çalıştı. Yahudilere, sapık yolda olduklarını ve bundan dönmelerini söyledi, ibâdet olarak yaptıkları şeylerin gerçek ibâdet olmadığını ve ahlâklarının bozukluğunu bildirdi. Kendisine tâbi olmalarını ve sâdece gösterdiği yolun doğru olduğunu söyledi. Îsâ aleyhisselâma inanmayan yahudiler, sonunda onu öldürmeye kalkıştılar. Fakat Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı diri olarak semâya kaldırdı.
Yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı öldürmeye teşebbüsleri ve Îsâ aleyhisselâmın semâya kaldırılmasının keyfiyeti husûsunda farklı rivâyetler vardır:
İbn-i Abbâs'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Yahudilerden bir cemâat, Îsâ aleyhisselâm ve annesi Hazret-i Meryem'e dil uzattılar. Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca onlar hakkında; “Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. Sen beni “Ol” kelimen ile yarattın. Bana ve anneme dil uzatanlara lânet eyle” diye bedduâda bulundu. Allahü teâlâ, onun bu duâsını kabûl eyledi. Hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören yahudiler, hâdiseyi aralarında görüştüler. Hepsi Hazret-i Îsâ'yı öldürmek üzere anlaştılar. Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar. Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden biri olan Yehuda (Judas), birkaç kuruş karşılığı Îsâ aleyhisselâmın yerini onlara haber verdi. Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için yahudilerle beraber eve girince, Allahü teâlâ, Yehuda'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti. Yahudiler de, onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar, öldürüp astılar. Îsâ aleyhisselâm da göğe kaldırıldı. Bu sırada 33 yaşında idi.
Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip, orada öldüğüne, fakat sonra dirilip göke çıktığına; müslümanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine, doğrudan doğruya göke kaldırıldığına inanırlar.
Yahudiler, Îsâ aleyhisselâma benzetilen şahsı yakalayıp, Îsâ aleyhisselâm diye öldürdükten sonra; “Eğer bu Îsâ (aleyhisselâm) ise, bizim arkadaşımız nerede? Şâyet, bu bizim arkadaşımız ise, Îsâ aleyhisselâm nerede?” dediler. İşte bu, yahudilerin Îsâ aleyhisselâm hakkındaki ihtilaflarıdır. Bu husûsta şüpheye düştüler. “Yüzü ona benziyor, bedeni o değil” dediler.
Bu husûsta, Kur'ân-ı kerîmde Tevrât'ı değiştiren İsrâiloğullarının inkârları ve isyânları sebebiyle lânete uğradıkları meâlen şöyle bildirildi: “Bu, (onları lânetlememiz) bir de inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda bulunmalarında, Allah'ın resûlü Meryem oğlu Îsâ'yı; öldürdük demelerinden ötürüdür. Yoksa onu öldürmediler ve haça germediler. Fakat onlara öyle göründü. (Onlardan biri Îsâ (aleyhisselâm) şeklinde kendilerine gösterildi ve bu adam öldürüldü.) Bu husûsta ihtilaf edenlerin bilgileri ancak zan etmekten ibârettir.
Onu asmadılar, onu öldürmediler. (Onların Îsâ aleyhisselâmı öldürmeleri, iddia ettikleri gibi, aslâ meydana gelmemiştir. Veya onların, onu öldürmeleri, kendileri yanında kat’î olarak sabit değildir. Onların; “Biz Îsâ'yı öldürdük” demeleri zan iledir. Fakat bu bir hakîkat değildir. Yâhud onlar öldürdükleri şahsın Îsâ aleyhisselâm olduğunu kat’î bir şekilde bilip öldürmemişlerdir.” Bilakis, Allahü teâlâ, onu kendi katına yükseltti.
Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, (yahudilerden intikâmını alır. Dilediği şeyde O'na kimse mâni olamaz.) Hakîmdir, (yahudiler üzerine lânet ve gadabı ile hükmetti. Nitekim onlara Yentıyûnus bin Esbisyanûs Rûmî'yi musallat etti. O, pek çok yahudiyi topluca öldürdü. Yâhud Îsâ aleyhisselâmı yahudilerden kurtarıp, onu kendi katına yükseltmesine dâir tedbirinde hikmet sâhibidir.)” (Nisâ sûresi: 157, 158)
Îsâ aleyhisselâmın diri olarak göke çıkarılması husûsunda Âl-i İmrân sûresinde de şöyle buyrulmaktadır: “Yahudiler (Îsâ aleyhisselâmı öldürmek için) hîleye saptılar. Allah da (Îsâ aleyhisselâmı göke kaldırmak ve hîlekârlardan birini Îsâ aleyhisselâm gibi gösterip, yine kendilerine öldürtmek sûretiyle onlara) mukabele etti, cezâ verdi. Allahü teâlâ (hile yapanlara, umulmayan yerden cezâ vermeye) onlardan daha kâdirdir. O zaman Allahü teâlâ buyurdu ki: “Yâ Îsâ! Muhakkak ben, seni yerden (en mükemmel şekilde) alıp meleklerin makâmına yükselteceğim. Seni (ecelin bitince) öldürecek olan benim. Seni (sana kasteden) kâfirlerin arasından çıkaracağım, onların şerlerinden kurtaracağım. Senin dînine tâbi olanları, kıyâmet gününe kadar küfredenlerin (inkâr edenlerin) üstünde tutacağım. Sonra (ahirette) dönüşünüz (yani, Îsâ aleyhisselâm, ona îmân edenler ve inkâr edenlerin dönüşü) de yalnız banadır. O vakit aranızda, ihtilaf ettiğiniz şeyde (Îsâ aleyhisselâmın durumuna dâir, hak olan şeyde) hükmü ben vereceğim.
O kâfirlere gelince, ben onları dünyâda da âhırette de en şiddetli bir azâb ile (dünyâda kat’î, esirlik, cizye ve zillet ile âhırette Cehennem azâbı ile) cezâlandıracağım ve onları azâbdan kurtarmak için (azabımıza mâni olacak) hiç bir yardımcıları yoktur. Fakat îmân edip, sâlih amel işleyenlere gelince, Allah onların hayır amellerinin sevâbını (mükâfatını) noksansız olarak verecektir. Allah zâlimleri sevmez (kâfirlere merhamet etmez, merhamet etmeyince, onlara azâb eder). (Âl-i İmrân sûresi: 54-57)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh); “Yahudiler hîle yaptılar. Allahü teâlâ onlara mukabelede bulundu ve cezâ verdi...” meâlindeki bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurdu: Yahudilerin mekri (hilesi), Îsâ aleyhisselâmı öldürmeye kastetmeleridir. Onların bu mekrine, Allahü teâlânın ne ile mukabele buyurduğu, onları ne ile cezâlandırdığı hakkında şunlar bildirilmiştir:
1- Yahudilerin Îsâ aleyhisselâmı öldürme teşebbüsleri üzerine, Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâmı göke yükseltti. Bu şöyle olmuştur: Yahudilerin Îsâ aleyhisselâmı öldürmeye kastettikleri sırada, Cebrâil aleyhisselâm bir an bile Îsâ aleyhisselâmdan ayrılmıyordu. Nitekim âyet-i kerîmede; “Biz onu Rûh-ul-kuds (Cebrâil aleyhisselâm) ile te’yid ettik” (Bakara sûresi: 253) buyrulmuştur. İşte, yahudilerin bu teşebbüsleri üzerine, Cebrâil aleyhisselâm Îsâ aleyhisselâma çatı penceresi olan bir eve girmesini söyledi. Îsâ aleyhisselâm böyle bir eve girince, Cebrâil aleyhisselâm onu bu evden göke çıkardı. Yehuda, Îsâ aleyhisselâm gibi gösterildi. Îsâ aleyhisselâm diye o yakalandı ve haça gerildi. Orada hazır bulunanlar üç fırkaya (gruba) ayrıldılar. Onlardan bir fırka; “Îsâ aramızda Allah idi. Şimdi gitti”, diğer fırka; “Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın oğlu idi”, öbür fırka ise; “Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür. Hak teâlâ semâya (göke) kaldırmak sûretiyle ona ikrâm ve ihsânda bulundu” dediler. Bu fırkalardan her birinin müstakil cemâati vardır. Ancak itikatlarının bozukluğu sebebiyle, ilk iki fırka kâfir olup, îtikâdlarının düzgünlüğü sebebiyle üçüncü fırka mü’min kalmıştır.
Hülasa, Allahü teâlânın onların mekrine mukabelesi; Îsâ aleyhisselâmı göke kaldırması ve onlara Îsâ aleyhisselâma zarar vermeye imkân vermemesi ile olmuştur.
2- Havâriler 12 kişi idiler. Onlar bir evde toplanmışlardı. İçlerinden birisi münâfıklık etti. Yahudilere, Îsâ aleyhisselâmın bulunduğu yeri gösterdi. Allahü teâlâ, onu, yahudilere Îsâ aleyhisselâm gibi gösterdi. Îsâ aleyhisselâmı ise göke kaldırdı. Onlar da o münafığı, Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar, haça gerdiler. İşte Allahü teâlânın onların mekrine mukabelesi böyle olmuştur.
3- Muhammed bin İshâk (rahmetullahi aleyh) şöyle anlattı: Yahudiler, Îsâ aleyhisselâmın göke kaldırılmasından sonra, havârîlere pek çok eziyet ve işkence yaptılar. Onlara güneşte eziyet ettiler. Fakat havârîler bütün bu eziyetlere sabır ve tahammül gösterdiler.
Âl-i İmrân sûresinin 55. âyet-i kerîmesinde geçen “müteveffîke” lâfzı sıfat olup, seni öldüreceğim mânâsına değildir. Bir hıristiyan papazın hazırlamış olduğu ve Beyrut'ta katolik matbaasında basılan Arapça El-Müncid lügat kitabında (teveffâ) kelimesine; “Hakkını tam olarak almak” mânâsı verilmiştir. Şânına lâyık olanı vermek demektir. Öldürmek mânâsına mecazen kullanılmaktadır. Yâni bu âyet-i kerîmenin meâli; “Ben, senin şânına lâyık olanı yaparım, meleklerin makâmına yükseltirim” demektir. Allahü teâlâ dilerse yükseltir. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı yükseltmeyi dilemiş ve yükseltmiştir. Yahudiler tarafından öldürülmesini dilememiş ve çarmıha başkasını gerdirmiş, Hazret-i Îsâ'yı öldürtmemiştir. Bunun için bâzı tefsîr âlimleri “teveffî” kelimesine “almak” mânâsını verip; “Yahudilerin katlinden hıfzetmek için, yerden seni kâmilen alır kabzederim” meâli ile tevil etmişlerdir.
Kurtubî tefsîrinde bu âyet-i kerîme tefsîr edilirken şöyle buyrulmuştur: Dahhak ve Ferrâ; “Ben seni yerden (en mükemmel şekilde) alıp...” meâlindeki âyet-i kerîmede “teveffî” kelimesi ile “râfî” yâni yükseltmek kelimesi arasında takdim te’hir vardır. Çünkü bu iki kelime arasındaki “vav”, tertipi gerektirmez. Takdim te’hire göre mânâ şöyledir: “Seni, îmân etmeyip küfredenlerin arasından, tertemiz olarak kurtarıp meleklerin makâmına yükselteceğim. Yeryüzüne indirilmenden sonra da (ecelin gelince) vefât ettireceğim.”
Bu husûsta Hasen-i Basri hazretleri ve İbn-i Cüreyc (rahmetullahi aleyhima) şöyle buyurmuşlardır: Teveffînin mânâsı, “Seni ölmeden yeryüzünden alıp semâya yükseltirim” demektir. Nitekim Arapça'da; “Falan kimseden malımı teveffî ettim” demek, malımı aldım demektir. Bu bakımdan “teveffî” kelimesi öldürmek mânâsına değil, almak mânâsınadır... İbn-i Zeyd de; Teveffî, kabz yâni almak mânâsınadır. Teveffî ve yükseltme birlikte olmuştur. Îsâ aleyhisselâm ölmemiştir, diridir buyurdu.
Rebî' bin Enes de; “Teveffî, uyku ölümüdür, yâni uyumak, uyutmak mânâsınadır” buyurmuştur. Nitekim En’âm sûresi 60. âyet-i kerîmesinde bu kelime; uyutmak, uyutarak ölü gibi yapmak mânâsında geçmektedir. Çünkü uyku, ölümün kardeşidir yâni ölüme benzer. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) “Cennet’te uyku var mıdır?” diye sorulunca; “Hayır, uyku ölümün kardeşidir. Cennet’te ise ölüm yoktur” buyurdu. Bu husûsta sahih olan kavl, Hasen-i Basri'nin (rahmetullahi aleyh) ve İbn-i Zeyd'in (radıyallahü anh) buyurdukları gibi olup, şöyledir: “Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâmı diri olarak göke kaldırmıştır. Göke çıkarılırken vefât ettirilmemiş ve uyutulmamıştır. Bu kavl, Taberî'nin tercihidir.”
Rûh-ul Beyân tefsîrinde, Hasen-i Basri'nin (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurduğu kaydedilmiştir. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı semâya kaldırdı. Semâ, Allahü teâlânın ihsân ve ikrâm mahallidir. Meleklerin mekânıdır. Orada Allahü teâlâdan başka hiç bir kimsenin hükmü geçerli değildir. Bu sebeple, Îsâ aleyhisselâmın böyle bir mekâna kaldırılması, Allahü teâlâya kaldırılmak gibi oldu. Çünkü bu mekânda Allahü teâlâdan başkasının hükmü cereyan etmez.
Yine Rûh-ul-Beyân’da Îsâ aleyhisselâmın semâya kaldırılmasındaki hikmet şöyle bildirilmiştir: “Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın kelimesi olduğu için, meleklerin onunla beraber bulunmak sûretiyle, ondan bereketlenmelerini, faydalanmalarını murâd buyurmuştur. Nitekim melekler, Âdem aleyhisselâm ile beraberlikleri sırasında ondan isimleri ve çeşitli ilimleri öğrenmek sûretiyle bereketlenmişlerdi.”
Yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı öldürüyoruz zannederek, ona benzetilen birini öldürmeleri ve onu çarmıha germe hâdisesi, o zaman Rum imparatoru tarafından duyuldu. Yahudiler, o Rum imparatoruna bağlı idiler. Rum imparatoruna şöyle denildi: “İsrâiloğullarından birisi çıktı. Kendisinin Allahü teâlânın resûlü olduğunu haber verir, ölüleri diriltir, abraş ve ekmehi (anadan doğma körü) iyileştirirdi. Fakat şimdi o öldürüldü.” Bunun üzerine Rum imparatoru; “Haberim olsa idi, onun öldürülmesine mâni olurdum” dedi. Ve havârîleri yahudilerin arasından çekip aldı. Havârîlere Îsâ aleyhisselâm hakkında sordu. Onlarda, Îsâ aleyhisselâmın ahvâlini olduğu gibi anlattılar. İmparator, Îsâ aleyhisselâmın dînine tâbi oldu. Yahudilerin haça gerdikleri şahsı indirip, gözler önünden kaldırdı. Onun asıldığı haça, hürmette bulundu. Onu muhâfaza etti. Sonra İsrâiloğulları ile muhârebe etti. Onlardan pek çok kimse öldürdü. İşte Rumlar arasında nasrânîlik böyle zuhûr etti. Rum imparatorunun ismi Tabârîs idi. O, böylece nasrânî oldu. Ancak nasrânîliğini belli etmedi. Bundan sonra gelen Maltîs ismindeki imparator, Îsâ aleyhisselâmın göke yükseltilmesinden 40 sene sonra Beyt-ül-Makdis'e hücûm etti. Pek çok kimseyi öldürdü ve esir etti. Şehirde taş üstünde taş bırakmadı. Bu hâdiseden sonra, Kureyza ve Nadr isimlerindeki yahudi kabîleleri buradan çıkıp, Hicaz'a gittiler. İşte bütün bunlar, Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâmı yalanlamaları ve öldürmeye kastetmelerine karşılık yahudilere verdiği cezâlardır.
Hazret-i Îsâ'nın son günleri hakkında Barnabas İncîl’i aşağıdaki bilgiyi veriyor: “Roma askerleri Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için evden içeri girdikleri zaman, cenâb-ı Hakk'ın emriyle Kerubiyyun (dört büyük melek) Cebrâil, İsrâfil, Mikâil ve Azrâil aleyhimesselâm onu kucaklayıp pencereden çıkararak göğe kaldırdılar. Romalı askerler kendilerine kılavuzluk eden Yehuda'yı (Judas'ı); “Sen Îsâ'sın!” diye yakaladılar. Bütün inkârına, bağırıp çağırmasına, yalvarmasına rağmen, sürükleye sürükleye hazırlanmış olan çarmıha götürüp astılar.
Daha sonra hazret-i Îsâ, annesi Meryem ve havârîlerine göründü. Meryem'e; “Anneciğim, görüyorsun ki ben asılmadım. Benim yerime hâin Yehûda haça gerildi ve öldü. Şeytandan sakının! Çünkü o, dünyâyı süsleyerek aldatmak için her şeyi yapacaktır. Gördüğünüz ve duyduğunuz şeyler için sizi şâhid yapıyorum” dedi. Ondan sonra inananları koruması ve günâhkârların nedamet getirmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Şakirdlerine yâni havârîlere dönerek; “Allahü teâlânın nîmeti ve rahmeti sizinle olsun” dedi. Bundan sonra dört büyük melek onu şakirdlerinin ve anasının gözü önünde tekrar semâya kaldırdılar.) (Bâb: 215-222)
Îsâ aleyhisselâmın gökten indirilmesi:
Îsâ aleyhisselâm kıyâmet yaklaşınca, Şam'daki Ümeyye Câmii minaresine inecek ve kırk sene yaşayacaktır. Bu zaman zarfında, İslâmiyeti yayacak ve Mehdî aleyhisselâm ile buluşacak evlenip çocukları olacaktır. Sonra Medîne'de vefât edip, Peygamber efendimizin medfûn bulunduğu Hücre-i seâdete defnolunacaktır.
Îsâ aleyhisselâm, gökten indirildiği zaman, İslâmiyete uyup, kendi ictihâdı ile hüküm çıkaracaktır. İchtihad ile çıkaracağı bütün ahkam, Hanefî mezhebindeki ahkama benzeyecek, yâni İmâm-ı âzam’ın ictihâdına uygun olacağını büyük âlim Muhammed Pârisâ hazretleri bildirmektedir.
Kur'ân-ı kerîmde Zühruf sûresi 61. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: “Gerçekten o (Îsâ'nın nüzûlü) kıyâmet için (yaklaştığını bildiren) bir beyândır, alâmettir. Onun için, o kıyâmetin geleceğinde sakın şüphe etmeyin de, benim şeriatime tâbi olun. İşte bu biricik doğru yoldur.”
İmâm Ahmed'in râvîleri ile Ebû Hüreyre’den, onun da bizzat Resûlullah'tan bildirdiği hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Peygamberlerin babaları bir, dinleri (nin furû'u ayrı, esası) bir, anneleri ayrıdır. Ben, Meryem oğlu Îsâ'ya (aleyhisselâm) herkesten lâyıkım. Çünkü benimle onun aramızda peygamber yoktur. Kıyâmete yakın o inecektir. Onu görünce şu hâlleri ile tanıyın: Orta boylu, kırmızı beyaz tenli, düz (kıvırcık olmayan) saçlıdır. Yaş olmasa da saçı ıslak gibidir. İki asâsı (küçük bastonu) olur. Salîbi (haçı) kırar, domuzu öldürür. Cizyeyi kaldırır. Zamânında müslüman olmayan bütün milletler pasif ve helâk olur. Allahü teâlâ onun zamanında Deccal'i helâk eder. Yeryüzünde emniyet (ve adâlet) tesis olur. Hattâ deveyle aslan, inekle kaplan, koyunla kurt birlikte otlar. Çocuklar yılanlarla oynar da zarar görmezler. Allahü teâlânın dilediği kadar yeryüzünde kalır. Sonra vefât eder. Cenâze namazını Müslümanlar kılıp, sonra onu defnederler.” Yine İmâm-ı Ahmed'in bir başka yolla Ebû Hüreyre hazretlerinden olan rivâyetinde: “Yeryüzünde kırk sene kalır. Sonra vefât eder ve müslümanlar namazını kılarlar” diye gelmiştir.
Hazret-i Îsâ, Şam'daki Mescid-i Emevî’nin Ak minaresine iner. Tam sabah namazı kılınacağı sırada indiğinden, müslümanların imâmı ona; “Ey Rûhullah! Öne geç namazı sen kıldır” der. “Hayır, sen kıldır. Ben sana uyayım” deyip, arkasında durur ve namazını kılar. Sonra müslümanlarla birlikte çıkıp, Deccal'i aramaya koyulur ve Lud kapısında ona yetişir. Kerâmetli eli ile onu öldürür. Îsâaleyhisselâm inince, domuzu öldürür, istavrozu kırar. İslâm'dan başka hiç bir şeyi kabûl etmez. Revha geçidinden hac yahut umre yahut her ikisi için çıkar. Kırk sene kalır. Sonra ölür ve denildiğine göre Resûlullah'ın ve Eshâbından hazret-i Ebû Bekr ile Ömer'in bulunduğu hücreye, yâni Ravda-i mutâhharaya defnolunur.
İbn-ül-Harrât’ın (radıyallahü anh) El-Cem'u beyn-es-Sahîhayn adlı kitabında bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Vallahi Meryem'in oğlu (Îsâ aleyhisselâm) adil bir hakem olarak mutlaka inecek ve mutlaka haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, genç-dişi develer başıboş bırakılarak onlara rağbet edilmeyecek, bütün düşmanlıklar, küsüşmeler ve hasetlikler muhakkak sûrette kalkacak. (Îsâ aleyhisselâm) insanları mala dâvet edecek, fakat malı hiç bir kimse kabûl etmeyecektir” buyrulmuştur.
Sahîh-i Müslim’de Deccal'den bahsedilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “...Mesîh (Îsâ aleyhisselâm), Dımeşk'ın doğusundaki Ak minare’ye iki boyalı elbise içinde, elini iki meleğin kanatları üzerine koymuş olarak inecek. Başını eğdiği zaman su damlayacak, kaldırdığı zaman ondan inci gibi gümüş taneleri yuvarlanacaktır. Onun nefesinin kokusunu duyan her kâfir mutlaka ölecektir. Nefesi de gözünün gördüğü yere varacaktır. Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) bu adamı (Deccal'i) arayacak, nihâyet ona Lud kapısında yetişerek öldürecektir. Sonra bu adamın şerrinden kendilerini Allahü teâlânın koruduğu bir kavim, Meryem oğlu Îsâ'ya gelecek, onların yüzlerini silecek, onlarla Cennet’teki derecelerine güre konuşacaktır. O bu hâlde iken, Allahü teâlâ Îsâ'ya (aleyhisselâm); “Ben öyle bir takım kullarımı çıkardım ki, onları öldürmeye hiç bir kimsenin eli varmaz. Şimdi sen benim kullarımı Tûr'a götürerek koru” diye vahiy indirecek ve Allahü teâlâ Ye’cüc'ü ve Me’cüc'ü gönderecektir. Bunlar her tepeden sür’atle sızacaklardır. Bu sûretle öncüleri Taberiye gölüne uğrayacak ve içindeki suyu içecekler. Son gelenleri oraya uğrayacak ve; “Bu gölde bir zamanlar hakîkaten su vardı” diyeceklerdir. Nebiyyullah Îsâ aleyhisselâm ile arkadaşları muhâsara edilecek, hattâ onlardan birine bir öküz başı, sizden birinize bugün yüz altından daha makbûl olacaktır. Bunun üzerine Nebiyyullah Îsâ aleyhisselâm ile arkadaşları (Allahü teâlâya) niyaz edecekler. Allahü teâlâ da Ye’cüc ve Me’cüc'ün üzerine, boyunlarına isabet edecek deve kurdu gönderecektir. Böylece bir kişinin ölmesi gibi helâk olarak sabahlayacaklardır. Sonra Nebiyyullah Îsâ aleyhisselâm ile arkadaşları (Tûr’dan) yeryüzüne inecekler. Yeryüzünde onların lâşe ve pislikleri ile dolmadık bir karış yer bulamayacaklardır. Nebiyyullah Îsâ aleyhisselâm ile arkadaşları yine Allahü teâlâya niyaz edecekler, Allahü teâlâ da Horasan develerinin boyunları gibi kuşlar gönderecek, bu kuşlar onların cesetlerini yüklenerek Allah'ın dilediği yere atacaklardır. Sonra Allahü teâlâ öyle bir yağmur gönderecek ki, ona ne kerpiç ev, ne de çadır mâni olabilecektir. Bu yağmur yeryüzünü yıkayacak, onu ayna gibi yapacaktır. Sonra yere, mahsulünü bitir, bereketini tekrar getir, denilecektir. İşte o gün cemâat, nar yiyecekler ve onun kabuğu altında gölgeleneceklerdir. Süte bereket verilecek hattâ yeni doğurmuş bir deve, bir çok insana kâfi gelecek; yeni doğurmuş bir sığır, insanlardan bir kabîleyi doyuracak, yeni doğurmuş bir koyun, akrabâdan bir oymağa yetecektir. Onlar bu hâlde iken Allahü teâlâ latîf, hoş bir rüzgâr gönderecek, bu rüzgâr onları koltuklarının altlarından yakalayacak, her mü’minin ve her müslümanın rûhunu kabzedecek, (dünyâda) insanların kötüleri kalarak yeryüzünde eşekler gibi alenen çiftleşeceklerdir. İşte kıyâmet bunların üzerine kopacaktır.”
İmâm-ı Süyutî hazretleri, Îsâ aleyhisselâmın kıyâmete yakın geleceğine dâir yazdığı, “Nüzulü Îsâ fî âhır-iz-zemân” isimli eserinde buyuruyor ki: Allahü teâlâya hamd ve seçtiği kullarına selâm olsun. 888 (m. 1483) senesi Cemâzil-evvel ayının altısı Perşembe günü bana bir suâl geldi. Suâlde; “Îsâ aleyhisselâm âhır zamanda gökten indiği zaman, bu ümmet arasında ne ile hükmedecek? Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği din (İslâmiyet) ile mi, yoksa kendi tebliğ ettiği İsevîlik dîni ile mi hükmedecek? v.s.” deniliyordu. Ben de ona kısa olarak şu cevapları verdim.
Îsâ aleyhisselâm gökten inince, bu ümmet arasında Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği din ile hükmedecektir. Âlimler bunu açık olarak beyân etmişlerdir. Bu husûsta Hadîs-i şerîfler ve icma' vardır.
Ahmed ibni Hanbel, Bezzâr ve Taberânî’nin (rahmetullahi aleyhim) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Îsâ bin Meryem, Muhammed'i, dîni üzere tasdik ettiği hâlde iner. Deccal'i öldürür, sonra kıyâmet kopar.”
İbn-i Hibbân, Sahîh’inde şu Hadîs-i şerîfi rivâyet etmiştir. “Îsâ bin Meryem gökten iner. İmâm olur. Rükû'dan kalkınca; “Semi' Allahü limen hamideh” der. Deccal-i öldürür ve mü’minler gâlip olur.”
Böyle söylemek ise, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Îsâ bin Meryem iner. Beş vakit namazı ve Cumâ namazını kılar.” Bu Hadîs-i şerîf, Îsâ aleyhisselâmın, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dîni üzere ineceği husûsunda çok açıktır. Çünkü beş vakit ve Cumâ namazı Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur.
İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Evvelinde benim, sonunda Îsâ bin Meryem'in, ortasında Ehl-i beytimden olan Mehdî'nin bulunduğu bir ümmet nasıl helâk olur.” (Aynı Hadîs-i şerîfi, Nesâî de İbn-i Abbâs'dan rivâyet etmiştir. İmâm-ı Süyutî Ed-Dürer-ül-Mensur’da da rivâyet etmiştir.)
Alimlerin bu husûsta buyurdukları:
Hattâbî (rahmetullahi aleyh) Meâlim-üs-sünen kitabında buyurdu ki: Hadîs-i şerîfte; “Îsâ aleyhisselâm domuzu öldürür” buyruldu. Bu Hadîs-i şerîf; domuzun öldürülmesinin vâcib ve bu hayvanın necis yâni pis olduğuna delildir. Îsâ aleyhisselâmın domuzu öldürmesi, Muhammed aleyhisselâmın dîninin hükmüne göredir. Îsâ aleyhisselâm âhır zamanda inecektir. İslâmiyet ise, kıyâmete kadar bâkîdir.
İmâm-ı Nevevî, Müslim'in şerhinde buyuruyor ki: “Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesinden murâd, Muhammed aleyhisselâmın dînini nesh eden, onun hükmünü ortadan kaldıran bir din ile inmesi değildir. Hadîs-i şerîflerde bu mânâda hiç bir şey bulunmamaktadır. Bilakis, Hadîs-i şerîfler, Îsâ aleyhisselâmın, Muhammed aleyhisselâmın dînine dokunmayacağını, Muhammedaleyhisselâmın dîninden insanların terkettikterini ihya edeceğini göstermektedir. Îsâ aleyhisselâmın, Muhammed aleyhisselâmın dînini bilmesi ve onun ile hükmetmesinin dört yolla olduğu söylenebilir.
1- Bütün peygamberler, kendi zamanlarında kendilerinden önceki ve sonraki peygamberlerin aleyhimüsselâm dinlerini biliyorlardı. Bu ise vahiyle onlara indirilen kitaplarda görülmekte ve diğer peygamberlerin dinlerine dâir işâretlerle olmaktadır.
Bunun delili şöyledir: Hadîs-i şerîflerde ve eserlerde Îsâ aleyhisselâm, ümmetine, Muhammed aleyhisselâmın kendisinden sonra geleceğini müjdelediği; O'nun dîninin kendi dîninden başka olacağını haber verdiği bildirildi.
Arais-ül-mecalis kitabında, Ka’b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) şöyle nakledilmektedir: Ka'b-ül-Ahbâr, bir yahudiyi ağlarken gördü ve; “Niye ağlıyorsun” dedi.
Yahudi; “Bâzı şeyleri hatırladım da onun için ağlıyorum” diye cevap verdi. Ka'b; “Allah için, seni ağlatan şeyi sana haber verirsem, beni tasdik eder misin?” dedi. Yahudi âlimi; “Evet, tasdik ederim” dedi. Ka'b-ül-Ahbâr dedi ki: “Allah için söyle! Tevrât’da; Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Ben burada bir ümmet buluyorum. Onlar insanlar içinden çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısıdır. Mârufu, yâni Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği şeyleri emrederler. Münkeri, yâni O'nun sevmediği beğenmediği şeyleri yasaklarlar. Bütün kitaplara îmân ederler. Kör Deccal'i, öldürünceye kadar, dalâlet ehli ile harbederler” buyrulduğunu gördüğünü ve; “Yâ Rabbî! Onları bana ümmet eyle” dediğini. Allahü teâlânın da ona; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu buldun mu? Okuduğun kitaplarda hiç böyle bir hâdiseye rastladın mı?” Yahudi âlimi; “Evet” dedi.
Ka'b buyurdu ki: “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın, Tevrât'a bakıp; Ben bir ümmet buluyorum ki, onlar hamd edici, güneşi gözetip, ona göre amel edici bir iş yapmak isteyince, inşâallahü teâlâ deyicidirler” buyrulduğunu ve; “Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir, ey Mûsâ!” buyurduğuna, rastladın mı?” Yahudi âlimi; “Evet” cevâbını verdi.
Ka'b dedi ki: “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî! Ben bunda bir ümmet buluyorum. Kefâret (yemin, oruç) borçlarını ve sadakalarını (zekatlarını) emredilen yerlere verirler, heba etmezler. Onlar tesbîh ederler, duâlarının kabûl olmasını isterler, duâları kabûl olunur, şefâat ederler, şefâatleri kabûl olunur” buyrulduğunu ve Mûsâ aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî! Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir, ey Mûsâ!” buyurdu dediğini buluyor musun? Kitaplarınızda bunu da okudun mu?” Yahudi âlimi; “Evet okudum” dedi.
Ka'b (radıyallahü anh) devam edip; “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; Ben burada bir ümmet buluyorum, onlardan biri yüksek bir yere çıkınca, Allahü teâlâyı tekbir eder, yâni “Allahü Ekber” der, alçak bir yere inince “Elhamdülillah” der. Toprak onlar için temiz, yeryüzü onlara mesciddir. Nerede olsalar, cünüplükten temizlenirler. Su bulamadıkları zaman, temiz toprakla temizlenmeleri (teyemmüm etmeleri), su ile abdest almaları gibidir” buyrulduğunu ve Hazret-i Mûsâ'nın; “Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar, Muhammedaleyhisselâmın ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu da görüp okudun mu?” dedi. Yahudi âlimi; “Evet” dedi.
Ka'b dedi ki: “Allah için söyle!” Hazret-i Mûsâ'nın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî! Ben bunda bir ümmet buluyorum. Onlardan biri, bir iyilik yapmaya niyet edince, yapmasa da ona sevâb verilir. Kötülük yapmaya niyet edince, yapmayınca günâh yazılmaz, yaparsa bir günâh yazılır” buyrulduğunu ve; “Yâ Rabbî! Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar, Muhammedaleyhisselâmın ümmetidir” buyurduğunu buluyor musun?” Yahudi âlimi; “Evet” dedi.
Ka'b yine dedi ki: “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî! Ben seçilmiş, rahmet olunmuş bir ümmet buluyorum, kitaba vâris olurlar. Kimi nefsine zulmeder, kimi hak, adâlet üzere olur, kimi de iyilikte çok ileriye geçer. Ben onların hepsini merhamet olunmuş buluyorum. Onları bana ümmet eyle” dediğini ve Allahü teâlânın; “Onlar, Ahmed'in (Muhammedaleyhisselâmın) ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu buluyor musun?” Yahudi âlim; “Evet” dedi.
Ka'b (radıyallahü anh) devam edip; “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî! Ben bir ümmet buluyorum. Mıshafları göğüslerindedir. (Kitapları olan Kur'ân-ı kerîmi ezberlemişlerdir.) Cennet ehlinin çeşitli elbiselerini giyerler. Namazlarında melekler gibi saflar hâlinde dururlar, mescidlerinde sesleri arı vızıltısı gibidir. Onlardan bir kişi Cehennem’e girmez ve onlardan kimisi, hesâba çekileceği kıyâmet gününü, ölümü, ağaç ardındaki harman gibi (yani pek yakın) görürler. Onları bana ümmet eyle dediğini” ve Allahü teâlânın ona; “Onlar Muhammedaleyhisselâmın ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu buluyor musun?” Yahudi âlim; “Evet” dedi.
Mûsâ aleyhisselâm, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine ihsân olunan iyiliklerin ve nîmetlerin bu kadar çok olduğunu hayretle müşâhede edince; “Keşke Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) eshâbından olsaydım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahyederek, “O'nu seçip beğendiğini, O'nun esbabından olmasının imkânsız olduğunu, çünkü O'nun daha sonraki zamanlarda yâni kıyâmete yakın geleceğini bildirdi. Fakat, kıyâmette seni O'nunla buluştururum. Yakınında eylerim.” buyurdu. Bunlar ve daha başka husûslar, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği dîne (İslâmiyete) mahsus hükümler olup, önceki dinlerde bulunmamaktadır. Allahü teâlâ bunları Mûsâ aleyhisselâma bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm da, ictihâd ve taklid ile değil, vahy ile öğrendi.
Allahü teâlâ peygamberlerine aleyhimüsselâm ve onlara indirdiği kitaplarda, bu ümmetle alakalı haberleri, hâdiseleri ve halîfelerle ilgili haberleri de bildirmiştir.
Peygamberlere bu bilgiler ictihâda ve taklide ihtiyaç duymadan vahiy yoluyla, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiştir. Kur'ân-ı kerîm önceki kitapların bilgilerini kendinde toplamıştır.
2- Îsâ aleyhisselâmın, Hadîs-i şerîflere müracaat etmeden Kur'ân-ı kerîmden İslâmiyetle alakalı hükümleri çıkarması mümkündür. Zâten Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı kerîmin mânâlarını ümmetine açıklamıştır. Îsâ aleyhisselâmın peygamber olması, doğrudan Kur'ân-ı kerîmden İslâmiyetle alakalı bilgileri anlamasını gerektirir. Bu bakımdan, din bilgilerinin hepsi, Resûlullah efendimizin, Kur'ân-ı kerîmi açıklayıp bildirdikleridir. İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Din âlimlerinin bildirdiklerinin hepsi, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesinin; sünnet-i seniyyenin hepsi de, Kur'ân-ı kerîmin açıklamasıdır.
3- Aralarında Tacüddîn Sübkî'nin de bulunduğu bâzı âlimler, Îsâ aleyhisselâmın peygamberliği devamlı olmakla beraber, Resûlullah efendimizin ümmetinden ve Eshâb-ı kirâmdan sayıldığını; Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken, tasdik edip O'nunla görüştüğünü söylemişlerdir. Îsâ aleyhisselâm, İsrâ (Mîrâc) gecesindeki görüşmelerinden başka, Peygamber efendimizle birkaç defâ görüşmüştür.
İbn-i Asakir, Enes bin Mâlik’ten şöyle rivâyet etti. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurdu ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe-i muazzamanın etrâfında tavâf ediyordu. Bu sırada Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) görmediğimiz birisi ile müsafeha ettiler. Biz; “Ey Allah'ın Resûlü senin, tanımadığımız birisi ile tavâf ettiğini gördük.” deyince, Resûl-i ekrem(sallallahü aleyhi ve sellem); “O, kardeşim Îsâ bin Meryem'dir. Tavâfını bitirinceye kadar onu bekledim ve ona selâm verdim” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâmın, İslâmiyete dâir hükümleri doğrudan Resûlullah efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) almış olması da mümkündür. Bunun için bir mâni bulunmamaktadır.
4- Îsâ aleyhisselâm gökten indiği zaman yeryüzünde Resûlullah efendimizle buluşacağı ve lâzım olan dîni bilgileri Resûlullah efendimizden alacağıdır. Bunda da hiç bir mâni yoktur. Bu, bana zâhir olan yoldur. Bu husûsta dört senedim var:
a) Ebû Yala (rahmetullahi aleyh) Müsned’inde Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) şu hadîs-i şerîfi bildirmiştir. “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Îsâ bin Meryem elbette inecektir. Sonra kabrime gelip, “Yâ Muhammed!” dese, elbette ona cevap veririm.”
b) Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken, peygamberleri aleyhimüsselâm görür ve yeryüzünde onlarla buluşurlardı. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâc yolculuğunda, kabrinde namaz kılarken Mûsâ aleyhisselâma uğradığı doğrudur. Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Peygamberler diridirler ve kabirlerinde namaz kılarlar.” Aynı şekilde Îsâaleyhisselâm yeryüzüne inince, peygamberleri görecek ve onlarla buluşacaktır. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile de buluşup, lâzım olan dîni bilgileri O'ndan öğrenecektir.
c) Bâzı âlimler şöyle buyurdular: “Evliyânın, Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanık olarak görmesi ve onunla buluşması, Resûlullah efendimizden ilim ve marifet alması, o velînin kerâmetlerindendir.”
İmâm-ı Gâzâlî, Ahmed Rıfâî, Tacüddîn Sübkî, İmâm-ı Yafiî, Kurtubî, İbn-i Ebî Hamza bu âlimlerdendir. Bunu açık açık söylemişlerdir.
Evliyâdan birisi şöyle anlattı: Bir âlimin yanına gitmiştim. Bu âlim, hâdis diye bir şey rivâyet etti. O sırada orada bulunan velî bir zât, o âlime; “Senin söylediğin söz hadîs-i şerîf değildir.” dedi. Âlim olan zât; “Sen bunun hadîs-i şerîf olmadığını nereden biliyorsun?” deyince, velî zât; “İşte bak! Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) başında durmuş; “Ben bu sözü söylemedim” buyuruyor) dedi. Bu hâl o âlime de keşfolundu. O âlim de Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) gördü ve tevbe etti.
Şeyh Ebü’l-Hasen de şöyle buyurdu: “Bir göz açıp kapayıncaya kadar, Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) görmeseydim kendimi müslümanlardan saymazdım.”
Evliyânın böyle hâlleri olunca, Îsâ aleyhisselâm gibi bir peygamberin istediği vakitte Resûlullah efendimizle buluşması, ictihâd ve Hadîs-i şerîfleri ezberleme gibi durumlara ihtiyaç duymadan, doğrudan Resûlullah efendimizden dînin hükümlerini alması elbette mümkündür.
d) Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) çok Hadîs-i şerîf rivâyet ediyordu. Fakat onun bu kadar Hadîs-i şerîf rivâyet etmesi iyi karşılanmıyordu. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) da onlara şöyle cevap verdi: “Eğer ben vefât etmeden önce Îsâ aleyhisselâm inse, ona Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Hadîs-i şerîfini nakletsem, o beni tasdik ederdi” dedi. Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh), Îsâ aleyhisselâm beni tasdik eder sözü; “Hazret-i Îsâ'nın, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesinin hepsini bildiğine delildir. Hattâ bu sözü ile Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Hazret-i Îsâ'yı, rivâyet ettiği Hadîs-i şerîflerin sahih olduğu husûsunda da merciî kabûl etmiş oluyor.
Mehdî aleyhisselâm:
Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyeti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek bir zâttır. Nesebi, peygamberimiz Muhammedaleyhisselâma dayanacak ve Hazret-i Fâtıma evlâdından olacaktır. İsmi Muhammed, babasının ismi Abdullah’tır. Müceddid ve müctehid olacaktır. O zaman gökten inecek olan Îsâ aleyhisselâm ile buluşacaktır. Eshâb-ı Kehf uyanıp, Mehdî aleyhisselâmın askeri olacaktır. (Bkz. Eshâb-ı Kehf) Geleceği haber verilen Mehdî aleyhisselâm, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kızı Hazret-i Fâtıma'nın oğlu Hazret-i Hüseyn’in neslinden yâni seyyid olacak, Medîne-i münevverede doğacak ve Mekke-i mükerremede ortaya çıkıp, tanınacaktır. İlimde ve evliyâlıkta derecesi çok yüksektir. Kendi ictihâdı ile bir mezhep kuracaktır. Kuracağı mezhebin hükümlerinin Hanefî hükümlerine uygun olacağını büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretleri haber vermektedir. Bütün müslümanlar, Hazret-i Mehdî’ye tâbi olacak ve yeryüzünün tamamına hâkim olacaktır.
Ebû Sa’îd'i Hudrî'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Yeryüzü zulüm ve düşmanlıkla dolduktan sonra, benim Ehl-i beytimden mutlaka birisi çıkar. Dünyâ daha önce nasıl zulüm ve düşmanlık ile dolu ise, o, dünyâyı adâletle doldurur.”
“Ümmetim, bal arılarının beyleri etrâfında toplanması gibi, Mehdî'ye sığınırlar. O daha önce zulümle dolu olan dünyâyı adâletle doldurur. Uykuda olan uyandırılmaz ve bir damla bile kan dökülmez.”
İbn-i Mes’ûd'dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyruldu: “Mehdî ile müjdelenmiş olun. Mehdî, Kureyş kabîlesinden ve benim Ehl-i beytimden biridir. O, insanların ihtilaf içinde oldukları ve içtimâi sarsıntılar içinde bulundukları bir zamanda çıkar. Mehdî, daha önce zulüm ve cevr ile dolu olan dünyâyı, adâlet ve insâf ile doldurur. Ondan yer ve gök ehli (insanlar, cinler ve melekler) râzıdır. O, malı insanlar arasında adâletle dağıtır. Ümmet-i Muhammed'in kalplerini zenginlik ile doldurur ve adâleti onları kuşatır. O kadar ki, bir münadiye; Kimin ihtiyâcı varsa bana gelsin diye nidâ (ilan) etmesi emrolunduğunda, bir kişiden başka kimse gelmez. O kimse istekte bulunur. Mehdî (aleyhisselâm) da ona; Hazînedara git sana versin der. O kişi, hazînedâr'a gidip, Mehdî'nin aleyhisselâm gönderdiğini söyleyip, hazînedârdan götürmeye gücünün yettiği kadar mal alır. Fakat daha sonra pişman olarak; “Ben, herkesten daha mı muhtâcım, kimse gitmedi, ben gittim!” diyerek aldığı malı iâde etmek ister, o zaman hazînedâr şöyle der: Biz verdiğimizi geri almayız.Bu devir; altı, yedi, sekiz veya dokuz sene devam eder. Bundan sonraki hayatta, hayır yoktur.”
Târihte bâzı câhiller, büyük zan ettikleri kimselere Mehdî demişlerdir. Mehdî'nin alâmetlerini Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirmiştir. İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Alamât-ül-Mehdî kitabında ve İmâm-ı Süyuti'nin El-Bürhân kitabında, bu alâmetlerden, ikiyüze yakını yazılıdır. Fütûhât-ül-İslâmiyye, ikinci cüz, 297. sayfasında diyor ki: “Beklenilen Mehdî, hazret-i Fâtıma'nın (radıyallahü anhâ) soyundan olacaktır. Mekke'de zuhûr edecektir. O zaman, müslümanlar halîfesiz olacaktır. O istemediği hâlde, zor ile halîfe yapılacaktır. Zuhur edeceği zaman, yaşı ve ömrü kesin olarak bildirilmiş değildir.” Mehdî çıkacağı zaman yeryüzünde halîfe bulunmayacağı ve mehdiliklerini îlân edenlerin veya Mehdî diye tanıtılanların gerçek Mehdî olmadıkları buradan anlaşılmakladır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, birinci cildin 255. mektubunda, Mehdî'nin, Medîne'deki sapık din adamlarını öldüreceğini yazmakta ve şöyle buyurmaktadır: “İşittiğimize göre, hazret-i Mehdî, hükûmet sürdüğü zaman, dîni yayarken ve sünnetleri ortaya çıkarırken, bid’at işlemeğe alışmış olan Medîne'deki âlim tanınan bir kimse, bid’ati güzel sandığı ve ibâdet olarak yaptığı için, hazret-i Mehdî'nin emirlerine şaşarak; Bu adam, bizim dînimizi yok etti ve milletimizi öldürdü diyecektir. Hazret-i Mehdî, bu kimseyi öldürüp, onun güzel sandığı bid’atlerin kötülüğünü insanlara bildirecektir.”
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), ikinci cilt 68. mektubunda da buyuruyor ki: Hadîs-i şerîfte; “Yeryüzünü küfür kaplamadıkça ve her yerde küfür ve kâfirlik yayılmadıkça, hazret-i Mehdî gelmez” buyruldu. Bundan anlaşılıyor ki, hazret-i Mehdî çıkmadan evvel, küfür ve kâfirlik her tarafa yayılacak. İslâm ve müslümanlar garip olacaktır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) âhır zamanda, müslümanların garip olacaklarını haber vermiştir.”
İbn-i Hacer-i Mekkî Heytemî hazretleri El-Kavl-ül muhtasar fî alâmet-il-Mehdî kitabında şöyle buyurdu: “Mehdî, Ehl-i beytten olacaktır. Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelecektir. İsmi, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ism-i şerîflerinden yâni Muhammed olacaktır. Babasının ismi de, Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek babasının ismi gibi olacaktır. Hazret-i Mehdî'nin alnı geniş ve dişleri seyrektir.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ benim neslimden, dişleri aralıklı, alnı açık, yeryüzünü adâletle dolduracak, malı ve mülkü insanlara bol bol ikrâm edecek bir evlâdımı gönderecektir. Zulüm ve fıskla dolu olan dünyâ, o geldikten sonra adâletle dolup taşacaktır.”
“Mehdî'nin başı hizasında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; “Bu Mehdî'dir. Sözünü dinleyiniz!” diyecektir.”
Allahü teâlâ, İslâmiyeti nasıl Resûlullah efendimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) başlatmışsa, Hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları Bedir gazâsında bulunan Eshâb-ı kirâm kadar olan bir grup insan ona bîat edecek ve her zâlim onun karşısında mağlûb olacaktır. Zamânı son derece imrenilecek bir şekilde adâletle dolacaktır. Onun bayrakdârı, doğudan, Temîmî nesline mensup bir gençtir. İnsanlar hakka dönünceye kadar, Hazret-i Mehdî mücâdelesini sürdürecek ve fitnelerin zuhûr ettiği bir zamanda gelecektir. İhsânı karşılıksız olacaktır. Îsâ aleyhisselâm, namazı Hazret-i Mehdî'nin arkasında kılacaktır. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “(Hazret-i) Îsâ, saçlarından sanki sular damlıyormuş gibi gökten inecektir. (Hazret-i) Mehdî ona; “Yâ Îsâ, geç de bize namaz kıldır” dediğinde, Îsâ (aleyhisselâm); İkâmet senin için getirilmiştir diyecek ve benim evlatlarımın birisinin arkasında namaz kılacaktır”buyurdu. Hazret-i Mehdî'nin sağ yanağı üzerinde yıldız gibi parlayan bir ben vardır. İnsanlar, Hazret-i Mehdî'nin etrâfında toplanırlar. Zülkarneyn ve Süleymân aleyhimesselâm gibi, bütün dünyâya sâhip olur. İslâmiyet aleyhine söylenen bir söz ona ağır gelir. Mehdî aleyhisselâm bir hakem olarak çıkacak, haçları kıracak, domuzu öldürecek, çok mal, mülk dağıtacaktır. Fakat o kadar bolluk olacak ki, kimse ihtiyaç duyup verileni almayacak. Hazret-i Mehdî, yeryüzünün hazînelerini çıkaracak ve küfür diyârlarını fethedecektir.
Masum insanlar katloluncaya kadar, Mehdî çıkmayacaktır. Bu katliamlara, yerde ve göktekiler tahammül edemez bir hâle gelince, ortaya çıkacaktır. Hazret-i Mehdî gelince, insanlar onu aşk ve muhabbetle kucaklayacaklardır. O, bütün haramların helâl sayıldığı, büyük bir fitneden sonra gelecektir. Hilafet, ona evinde otururken gelecek ve devrinde yeryüzünün en hayırlısı olacaktır.
O çıkmadan önce, Medîne'de simsiyah taşların kan gölünde kalacağı büyük bir vak'a görülecektir. O zamanda bir kadının öldürülmesi, bir kamçının sallanması kadar kolay olacaktır.
Hazret-i Mehdî'nin karşısına dağlar bile çıksa, onları kolayca aşıp kendisine yol bulacaktır.
Hazret-i Mehdî çıkmadan önce, milletlerin birbiri ile olan münâsebetleri (ticaret ve yolları) kesilecek, insanlar arasında fitne çoğalacaktır. Doğudan siyah bayraklı bir ordu çıkacak, hiç bir kavmin yapmadığı, eşine rastlanmadık bir savaşa giriştikten sonra, Mehdî aleyhisselâm Mekke'de ortaya çıkıp görünecektir. Çeşitli memleketlerden bir çok âlim, birbirlerinden habersiz olarak, Hazret-i Mehdî'yi aramak için yola çıkacak, bu âlimlerin her birine yaklaşık olarak 310 kadar insan refakat edecektir. Sonunda hepsi Mekke'de buluşup, birbirlerine niçin geldiklerini soracaklar, maksatlarının aynı olduğu anlaşılınca, Hazret-i Mehdî'yi arayıp bulacaklardır. Sonra ona; “Sen Mehdî'sin” dediklerinde, o kendini buna lâyık görmeyip kaçacak. Nihâyet âlimler ikna edecekler ve ona tâbi olacaklardır. İnsanların kalbleri onun muhabbeti ile dolup taşacaktır.
Hazret-i Mehdî, Kudüs'e hicret edecektir. Onun sakalı gür ve sık, gözü de sürmeli olacaktır. Dişleri seyrek ve parlaktır. Yüzünde yıldız misâli parlayan bir ben, omzunda ise Peygamber efendimizdeki (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvet mührü gibi bir mühür bulunacaktır. Hazret-i Mehdî, birçok beldede câmi inşâ eder ve Peygamber efendimizin bayrağıyla görünür. O bayrak dikişsiz olup siyah ve dört köşelidir. Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra hiç açılmayan bu bayrağı, Hazret-i Mehdî açacaktır. Allahü teâlâ ona yardım için üçbin melek vazifelendirip gönderecektir. Bunlar, Hazret-i Mehdî'ye karşı gelenin yüzüne ve arkasına vuracaktır.
Mehdî aleyhisselâmın yaşı otuz ile kırk arasında olacaktır. Hâşimî soyundan olup, hilâfeti Hazret-i Îsâ'ya devredecektir.
Hazret-i Mehdî havada uçmakta olan bir kuşa işâret ettiği zaman, kuş hemen yere düşecek, kuru bir ağaç diktiğinde, o anda yeşillenip, yapraklanacaktır. Onun zamanında, kurtla koyun bir arada oynayacak, yılanlar insanlara zarar vermeyecektir. İnsanlar tarlaya bir avuç tohum atacak, yediyüz avuç mahsul kaldıracak, yerden bereket fışkıracaktır. Riyâ, ribâ zina, içki ortadan kalkacaktır. Ömürler uzayacak ve emânetler zâyi olmayacaktır. Kötüler helâk olacak, Resûl-i ekreme buğzeden kimse kalmayacaktır. Hazret-i Mehdî bütün bid’atleri ortadan kaldırıp, sünnet-i seniyyeyi ihyâ edecektir.
Gökte ve yerde bulunan mahlûkâtın hepsi ondan râzı olacak, adâleti âlemi tutacak ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce sünneti ile muâmele edecektir. Onun devrinde ümmetin iyileri ve kötüleri, o zamana kadar görülmemiş pek çok nîmetlere kavuşacaklardır. Hattâ çok yağmur yağacak, bir damlası bile boşa gitmeyecek, az bir tohum ile yerden bereket fışkıracak ve çok mahsul alınacaktır.
Hazret-i Mehdî'nin alâmetlerinden biri de, Deccal'in onun zamanında ortaya çıkmasıdır. Hadîs-i şerîfte; “On büyük alâmet görülmeyince kıyâmet kopmaz; Duhân, Deccâl, Dâbbet-ül-erd, güneşin batıdan doğması, Îsâ'nın (aleyhisselâm) gökten inmesi, Ye’cüc ve Me’cüc'ün çıkması, doğuda, batıda ve Arabistan'da yer batması. Bunlardan sonra Yemen'den bir ateş çıkıp, halkı bir araya getirecektir” buyruldu.
Ali Muttakî el-Hindî hazretleri de; Mehdî-yi âhır zaman adlı kıymetli eserinde, âhır zamanda Mehdî aleyhisselâmın geleceğini uzun olarak anlatmaktadır. Bu kitapta, Mehdî aleyhisselâmın bir çok alâmetleri yazılmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Kıyâmet kopmadan önce, Mehdî (aleyhisselâm) muhakkak gelecektir. Ebû Sa’îd-el-Hudrî'den rivâyet edilen hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Benim ümmetimden Mehdî gelecektir. Ömrü uzasa da kısalsa da, altı, yedi, sekiz veya dokuz yıl saltanat sürecektir. Daha önce zulümle dolu olan dünyâyı, adâletle dolduracaktır...”
2- Mehdî (aleyhisselâm), yeryüzünün zulüm ve fitnelerle dolu olduğu bir zamanda gelip, dünyâyı adâletle dolduracaktır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Âhır zamanda, ümmetimin başına sultânlardan şiddetli belâlar gelir. Öyle ki, yerler müslümanlara dar gelir. O zaman Allahü teâlâ, daha önce zulümle dolu olan dünyâyı adâletle dolduran, benim soyumdan birisini gönderecektir. O zaman gökyüzü yağmur damlasını esirgemeyecek, yer de bereketlenecektir. O, dünyâda altı, yedi, sekiz veya dokuz yıl hüküm sürecektir.”
3- Hazret-i Mehdî'nin ismi Muhammed ve Hazret-i Fâtıma evlâdından olacaktır. Hadîs-i şerîfte de buyruldu ki: “Mehdînin adı Muhammed'dir. Mehdî benim neslimdendir ve Fâtıma'nın evlâdındandır.”
4- Hazret-i Mehdî'nin fizikî özellikleri hakkında, hadîs-i şerîfte; “Mehdî benim evlâdımdandır. Yüzü nûrlu, alnı açıktır. Burnunun üst tarafı yüksekçedir. Yeryüzünü adâlet ve doğrulukla doldurur. Nitekim ondan önce dünyâ zulüm ve cefâ ile dolu olur...” buyruldu.
5- Hazret-i Mehdî gelmeden önce, fitne fesâd çok olacaktır. Hakem bin Uyeyne'den rivâyet edilir: O dedi ki: Ben Seyyid Muhammed bin Ali'ye dedim ki: “İşittiğimize göre sizden (Peygamberimizin soyundan) bir zât çıkıp, bu ümmet arasında adâlet yapacak.” O dedi ki: “Biz de insanların umduğunu ummaktayız ve ümîd ediyoruz ki, dünyâda bir gün bile kalsa, Allahü teâlâo günü uzatır, tâ ki bu ümmetin umduğu olsun. Ancak, ondan önce fitneler görülecektir. Bu fitnelerin içinde en şerlisi; bir kişinin mü’min olarak akşama ermesi, ama sabah kâfir olarak kalkması, mü’min olarak sabahlayıp, kâfir olarak akşama ulaşmasıdır.”
6- O zaman açıkça Allahü teâlâyı inkâr eden kişiler çok olacaktır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Açıkça Allahü teâlâ inkâr edilmedikçe, Mehdî'ye bîat edilmez.”
7- Hazret-i Mehdî çıkacağı zaman, sünnetler unutulup bid’atler yaygınlaşmış olacaktır.
Hadîs-i şerîfte; “Kıyâmete yakın mü’minlerin kalbi; ölüm, açlık, fitneler, sünnetlerin kaybolması, bid’atlerin yaygınlaşması, emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münkerin terkedilmesi gibi sebeplerle zayıfladığı zaman, benim evlâdımdan Muhammed bin Abdullah'la (Mehdî), Cenabı-ı Hak, sünnetleri ihyâ eder. Onun adâlet ve bereketiyle, mü’minlerin kalbi ferahlar. Acem ve Arab milletleri arasında ülfet ve muhabbet yerleşir. Bu durum bir müddet devam ettikten sonra, o vefât eder” buyruldu.
8- Mehdî, Îsâ aleyhisselâmla buluşacak, Îsâ (aleyhisselâm) onun arkasında namaz kılacaktır.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Mehdî, bu ümmettendir ve Îsâ'ya imâm olacaktır.” Kendisinde bu alâmetlerin hiç biri bulunmadığı hâlde, târihte değişik zamanlarda Mehdî olduğunu iddia eden birçok kimseler, çeşitli maksatlarla ortaya çıkmıştır. Bunlar bâzı câhilleri etrâflarında toplamışlarsa da, İslâm âlimleri ve sâlih müslümanlar tarafından bunlara lüzumlu cevaplar verilmiş, fitneleri önlenmiş ve isimleri unutulmuştur. Geleceği bildirilen Mehdî'nin(aleyhisselâm) alâmetleri meydandadır ve bunlar açıkça bildirilmiştir. Bu ölçülere göre ve alâmetleri belli iken hiç alakası bulunmayan çeşitli kimseleri Mehdî sanmak ve Mehdî demek, doğru yoldan ayrılmak olur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât'ının ikinci cildi, altmışyedinci mektubunda şöyle buyurdu: “Hindistan'da birisi, Mehdî olduğunu iddia etmişti. Bir çok câhiller de, ona inanmıştı. Bunlara göre, Mehdî gelmiş ve ölmüş, mezârı da Fere şehrinde imiş. Meşhûr, hattâ mânâsı tevatür derecesine varmış birçok Hadîs-i şerîfler böylelerinin bu îtikâd ve sözlerini yalanlamaktadır. (Bâzı câhiller, tasavvuf kitaplarından tercüme ederek söyleyen ve yazan kimselere Mehdî diyor. Bunları, kendisi yazıyor sanıyorlar.) Halbuki bir çok Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Mehdî'nin başı hizasında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; Bu Mehdî’dir, sözünü dinleyiniz! diyecektir.”
“İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrut ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî de malik olacaktır.”
“Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi, benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulümle dolu iken, onun zamanında adâlet ile dolar.”
“Eshâb-ı kehf, (hazret-i) Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâm) bunun zamanında gökten inecektir, Îsâ (aleyhisselâm), Deccal ile harb ederken, (hazret-i) Mehdî, onunla (Îsâ aleyhisselâm ile) beraber olacaktır. Bunun hükümdârlığı zamanında, her zamankinin aksine olarak ve hesapların tersine olarak, Ramazân-ı şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacaktır ve birinci gecesinde ay tutulacaktır.”
Deccal:
Âhır zamanda kıyâmetin yaklaştığı sırada ortaya çıkacak olan azgın ve zâlim bir kimsedir. Âdem aleyhisselâmdan beri benzeri görülmemiş büyük bir musîbet olarak insanlara musallat olacak ve onlara zarar verecektir. Bu kimsenin ortaya çıkması, kıyâmetin büyük alâmetlerindendir. Allahü teâlâ kullarını onunla imtihân edecektir. Deccal, önce istidrâc olarak bâzı harikulade hâller gösterecek, fakat sonunda büsbütün âciz kalacaktır. Çok memleketleri istila edip, ilâh olduğunu söyleyerek insanları aldatacaktır. Dünyâda kalacağı müddet kesin olarak bildirilmemiştir. Ancak bu zamanın, kırk gün veya kırk sene olduğu rivâyet edilmiştir. Sonunda Îsâ aleyhisselâm tarafından öldürülecektir.
Deccal kelimesi “Decl” kelimesinin mübalağa sîgası olup; yalan söyleyen hîlekâr demektir. Bu mânâda Deccal, hakkı-batılı, iyiyi-kötüyü birbirine karıştıran kişi demektir. Ayrıca Deccal'e Mesîh denilmiş. Deccal yalancı, Mesîh de mel’ûn mânâsına kullanılmıştır.
Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim ve diğer Hadîs-i şerîf kitaplarında Deccal hakkında pek çok Hadîs-i şerîf bildirilmiş olup, bunlardan Deccal'in çıkışı, çeşitli vasıfları ve işleri bildirilmiştir.
Deccal hakkındaki pek çok hadîs-i şerîften bâzıları şöyledir:
“Geçmiş peygamberler; şaşı, kör ve yalancı olan Deccal'in, büyük fitne ve musîbet olduğunu haber verip, ümmetlerini onun şerrinden, zararından korkuttular.”
“Şüphesiz Deccal çıkacaktır. Ve şüphesiz beraberinde su ve ateş olacaktır. Ama insanların su gördüğü şey ateştir, yakar. İnsanların ateş gördüğü şey ise tatlı, soğuk sudur. Sizden buna kim erişirse, ateş gördüğüne koşsun. Çünkü o güzel, tatlı sudur.”
“Ben, Deccal'in beraberinde olan şeyleri pekala biliyorum, onun beraberinde sudan bir nehir ve ateşten bir nehir olacaktır. Ama ateş gördüğünüz şey sudur. Su gördüğünüz de ateştir. İmdi sizden buna kim erişir de su içmek isterse, ateş gördüğünden içsin. Çünkü onu su bulacaktır.”
“Size Deccal'den hiç bir peygamberin kavmine söylemediği bir hâdis haber vereyim mi? Muhakkak onun bir gözü kördür. Ve muhakkak o beraberinde Cennet ve Cehennem’in misli olduğu hâlde gelecektir. Cennet’tir diye söylediği ateştir. Ben sizi Nûh'un, kavmini uyardığı gibi uyardım.”
Deccal'in çıkması, akıllara hayret verecek derecede büyük bir fitne olacaktır. Rivâyetlerde beyân edildiğine göre, Deccal, istidrâc olarak bir çok garib hâller gösterecek, yanında sudan ve ateşten nehirler bulunduracak ve ilâhlık iddia edecek, halkı aldatarak davasına inandırmaya çalışacaktır. Gittiği yerlerde fazla durmayıp sür’atle geçtiğinden, îmânı zayıf olanlar, onun hakkında düşünmeye vakit bulamadan ve alâmetlerini inceleyemeden onu tasdik edecekler. Bu sebeple bütün peygamberler, Deccal'e karşı ümmetlerini uyarmışlardır.
Kâdı Iyâd'ın beyânına göre, Deccal bir şahsı öldürecek, sonra istidrac olarak onu tekrar diriltecek. Dirilen şahsa kendini tasdik ettirmek isteyince, o şahıs; “Senin şerrini böylece daha iyi anladım” diyerek onu reddedecektir. Deccal'in beraberinde ateşten ve sudan bir nehir bulundurması, Allahü teâlâ tarafından kullara bir imtihândır. Su misâlinden murâd, Cennet’tir. Çünkü su, bütün nîmetlerin zâhirî sebeplerindendir. Ateş misâlinden murâd da, elem ve azâba sebep olacak şeylerdir. Fakat kullarını imtihân için bu hârikaları ona veren Allahü teâlâ, Deccal'in ateşini suya, suyunu da ateşe çevirecek. Böylece Deccal, insanlar arasında rezil rüsva olacaktır. Bu sûretle Deccal’in gösterdiği hârikaların, istidrac ve sihir nev’inden bir şey olduğu anlaşılacaktır. Bilindiği gibi, harikulade bir hal, din düşmanlarından zuhûr ederse, buna istidrac denmektedir.
Sahîh-i Müslim’de, Nevvâs bin Şem'ân’dan rivâyet edilen bir Hadîs-i şerîf şöyledir: Nevvâs dedi ki: “Bir sabah Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Deccal'i zikretti. Onun hakkında alçaltma ve yükseltme (tahkir ve büyültme veya konuşurken seslerini yükseltip alçaltma) yaptı. Hattâ Deccal'i hurma bahçeliğinde zannettik. Akşam Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna vardığımızda bu zannımızı anladı ve; “Hâliniz nedir?” diye sordu. Biz; “Yâ Resûlallah! Sabahleyin Deccal'den bahsettiniz. Onun hakkında o kadar alçaltma ve yükseltme yaptınız ki, onu hurma bahçesinde zannettik” dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Deccal'den başkası sizin namınıza beni daha çok korkutur. Eğer ben sizin aranızda iken çıkarsa, sizin namınıza ben ona galebe çalarım. Ben aranızda yok iken çıkarsa, herkes kendi nefsinin gâlibi olur. Allahü teâlâ her müslümanı, benim onu ondan (Deccal'den) koruduğum gibi korur.
Bu adam (Deccal) kıvırcık saçlı bir gençtir. Gözü fırlamıştır. Ben onu, Abdü'l-uzzâ bin Katan'a benzetir gibiyim. Sizden ona kim yetişirse, üzerine Kehf sûresinin ilk âyetlerini okuyuversin. O, Şam ile Irak arasında bir semtten çıkacak ve sağa sola fesâd saçacak. Ey Allah'ın kulları sebât edin.”
Biz; “Yâ Resûlallah! Deccal yeryüzünde ne kadar kalacaktır?” dedik. “Kırk gün. Bir gün, bir sene gibi. Bir gün bir ay gibi. Bir gün bir hafta gibi. Diğer günleri de sizin günleriniz gibi olacaktır” buyurdular.
“Yâ Resûlallah! Bu bir sene gibi olacak günde, bir günün namazı bize kâfi gelecek mi?” dedik.
“Hayır! Onun için günün miktarını takdir edin” buyurdu.
“Yâ Resûlallah! Onun yeryüzünde sürati ne olacak?” dedik.
“Arkasından rüzgâr esen yağmur gibidir. Bir kavim üzerine gelerek onları dâvet edecek. Onlar da kendisine inanacak ve icâbette bulunacaklar. Gökyüzüne emredecek, o yağmur yağdıracak. Yere emredecek o da nebât bitirecektir. Akşamleyin deve sürüleri o kavmin yakınlarına alabildiğine uzun hörgüçlü ve bol sütlü, böğürleri dolu olarak döneceklerdir. Sonra, bir kavme gelerek onları da dâvet edecek, fakat onun sözünü reddedecekler. O da kendilerinden uzaklaşıp gidecektir. Bunlar kıtlık içinde sabahlayacaklar, ellerinde mallarından bir şey kalmayacaktır. Deccal, bir harâbeye uğrayacak ve harâbeye definelerini çıkar diyecek. Harâbenin defineleri arı kovanları gibi hemen arkasına düşeceklerdir. Sonra genç babayiğit bir adam çağıracak ve onu kılıçla vurarak ikiye bölecek, her parçayı bir ok atımı yere fırlatacaktır. Sonra bu adamı çağıracak. Adam ona, gülerek, yüzü parlar bir hâlde gelecektir. O, bu hâlde iken aniden Allahü teâlâ, Meryem oğlu Mesîh'i (Îsâ aleyhisselâmı) gönderecektir. Mesîh, Dımeşk'ın doğusundaki Ak minâre'ye iki boyalı elbise içinde, elini iki meleğin kanatları üzerine koymuş olarak inecek. Başını eğdiği zaman su damlayacak, kaldırdığı zaman ondan inci gibi gümüş taneleri yuvarlanacaktır. Onun nefesinin kokusunu duyan her kâfir mutlaka ölecektir. Nefesi de gözünün gördüğü yere varacaktır. Mesîh bu adamı arayacak, nihâyet ona Lud kapısında yetişecek ve öldürecektir...”
Râmûz’da bildirilen diğer bâzı Hadîs-i şerîflerde de buyruldu ki: “İsfehan yahudilerinden yetmişbin yahudi, Deccal'e tâbi olur. Hepsinin üzerinde taylasan (şal) vardır.”
“Deccal, Medîne ve Mekke'ye giremez.”
Îsâ aleyhisselâmın mûcizeleri:
Îsâ aleyhisselâm daha doğmadan evvel onun, fevkalâde hâlleri görülmüştü. Diğer peygamberler gibi o da, kavminin en asîl, şerefli ve îtibâr sâhibi sülalesinden geldi. Annesi Hazret-i Meryem, Kur'ân-ı kerîmde Hak teâlâ tarafından, ırzını çok güzel koruduğu bildirilerek Sıddîka diye medholunmuştur. Böylece o, her kadına nasîb olmayan çok yüksek bir şerefe kavuşmuş, oğlu Îsâ aleyhisselâm da Allahü teâlânın takdiri ve emri ile babasız olarak doğmuştur.
Doğumundan hemen sonra, annesinin ayağının altından pek güzel bir su kaynamış, Hazret-i Meryem'in yaslandığı, kurumuş hurma kütüğü yeşermiş, mevsimi olmadığı hâlde sallanmakla taze hurmalar dökülmüştür. Bütün bunların yanında, Îsâ aleyhisselâm beşikte iken konuşmuş, çocukluğunda kendisinden çeşit çeşit gizli hâlleri haber vermiştir. Bunların hepsi ondan meydana gelen belli başlı fevkalâde hâllerdir. İslâm âlimleri, herhangi bir peygamberden, peygamber olduğunun bildirilmesinden evvel görülen böyle alışılmışın yâni âdetin üstünde olan hâllere irhâs demişlerdir.
Mûcize:
Peygamberlerden hâsıl olan, insan gücünün yapamayacağı harikulade hâdisedir. Peygamber olduğunu haber veren zâtın doğru söylediğini ispat için, Allahü teâlânın, âdetini değiştirerek, bozarak ilâhî kudret ile peygamberlerine ihsân ettiği fevkalâde şeylerdir. Bir peygamberin elinde, peygamberliği zamanında, peygamberlik iddiasını ispat sebebiyle görülen, âdet dışı hâl ve hâdiselere mûcize denir. Diğer insanlar, onun benzerini göstermekten âciz oldukları için böyle denmiştir. Zâten mûcize, lügatte; “Konulamayan, âciz bırakan, harikulade şey” mânâlarına gelir. Harikulade; sık rastlanmayan, ortaya çıkmasında insan gücünü aşan ve âdetin üstünde olan demektir.
Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, O'nun ezelde tâyin ettiği âdet-i ilâhiyyesi içinde meydana gelmektedir. Yâni Allahü teâlâ her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir yâni kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere; tabîat kuvvetleri, fizik, kimya kanunları denir. Bir işi yapmak, bir şeyi elde etmek için, bu işin sebeplerine yapışmak lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için; tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri ve işleri, Allahü teâlânın âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikrâm olmak için, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ, peygamberlerden âdet dışı olarak kudret-i ilâhî ile meydana gelen bu şeylere mûcize denir. Peygamberlerin mûcize göstermesi lâzımdır. Evliyâda meydana gelen âdet dışı şeylere kerâmet denir. Sâlih, îtikâdı ve ameli düzgün olan temiz müslümanlardan meydana gelene de firaset denir.
Mûcize, peygamber olan zâtın, peygamberliğini kabûl etmeyen kimselere karşı meydan okumak üzere elinde bulunan ve eşyanın alışılmış düzeninden inhiraf eden (ayrılan), öyle bir şeydir ki, başka kimselerin benzerini yapmaları imkânsız bir mahiyet taşımaktadır. Böylece mûcize, peygamberlerin doğruluğunu göstermek husûsunda, Allahü teâlânın bir şehâdeti olmaktadır. Mûcize ile peygamber olduğunu iddia eden kimsenin doğruluğunu ispat etmesi kastedilmiştir. Mûcizenin şartları vardır. Bunlar;
1- Allahü teâlânın mu'tad (alışılmış) sebepler olmadan yapmasıdır. Çünkü, peygamberlerini tasdik ettirecektir.
2- Harikulade olmalıdır. Âdet olan şeyler, meselâ güneşin her gün şarktan doğması, ilkbaharda çiçeklerin açması mûcize olmaz.
3- Başka hiç kimsenin yapamaması lâzımdır.
4- Peygamber olduğunu bildiren zâtın, istediği zaman hâsıl olması gerekir.
5- İstediğine uygun olmalıdır. Meselâ şu ölüyü dirilteceğim deyince, başka hârika hâsıl olursa, meselâ dağ ikiye ayrılırsa veya başka bir ölü dirilirse mûcize olmaz.
6- İsteyince hâsıl olan mûcize, kendisini yalanlamamalıdır. Meselâ şu hayvan ile konuşacağım deyince, hayvan; “Bu yalancıdır” derse mûcize olmaz.
7- Mûcize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Hazret-i Îsâ'nın beşikte konuşması, kuru ağaçtan hurma isteyince, annesi Hazret-i Meryem'in eline taze hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın çocuk iken göğsünün yarılarak kalbinin yıkanıp temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların, kendisine selâm vermeleri gibi önceden hâsıl olan hârikalar mûcize değildir. Bunlara irhâs denir. Peygamberliği kuvvetlendirmek içindir. Bunların evliyâda olması da câizdir. Evliyâda hâsıl olanlara kerâmet denir. Peygamberler, peygamberlikleri kendilerine bildirilmeden önce evliyâ derecesinden aşağı değildirler. Kendilerinde âdet dışı şeyler görülür. Mûcize, peygamber olduğunu bildirdikten az zaman sonra hâsıl olabilir. Meselâ; bir ay sonra şöyle olur deyince, hâsıl olduğu zaman mûcize olur. Fakat ortaya çıkmadan önce, onun peygamber olduğunu tasdik etmek lâzım olmaz.
Mûcize gösterirken açıkça tehaddî etmek, yâni; “Haydi siz de yapsanıza! Yapamazsınız ki” demek şart değil ise de, mûcizenin mânâsında tehaddî vardır. Kıyâmet hâllerinden ve ileride olacak şeylerden haber vermekte tehaddî olmayacağı için, bunlar kâfirlere karşı mûcize değildir. Mü’minler bu haberlerin mûcize olduklarına inanırlar. Evliyânın kerâmetleri de, peygamberlik iddia etmedikleri için ve tehaddî bulunmadığı için, mûcize olmazlar. Mûcizenin peygamberlik iddiasının doğruluğunu ispatlaması, başkalarının aynısını yapamayıp âciz kaldıkları içindir. Bu da mûcizenin husûsi tesiri var demektir. Hattâ asıl ispat eden budur.
Her peygamber mûcize göstermiştir. Allahü teâlâ her peygambere, o zamanda yayılmış olan, kıymet verilen şeylere benzer mûcizeler ihsân etti. Kur'ân-ı kerîmde bâzı peygamberlerin gösterdiği mûcizeler haber verilmektedir. Meselâ; Mûsâ aleyhisselâm zamanında sihir (büyücülük) ilerlediğinden, bu işle uğraşan pek çok insan vardı. Mûsâ aleyhisselâmı imtihân etmek istediler. Sihirbazlardan her biri ellerindeki ipleri yılan şekline soktular. Mûsâ aleyhisselâm ise, asâsı ile onların sihirlerini (büyülerini) bozdu. Asâ ejderhâ olup, sihirbazların yılanlarını yuttu. Mûsâ aleyhisselâmın elinin nûr (ışık) gibi parlaması da mûcizesi idi. (Bkz. Mûsâ aleyhisselâm)
Allahü teâlâ, Sâlih aleyhisselâma taş içinden deve yarattı. Hazret-i İbrâhim üzerine Nemrut'un ateşini serin ve selâmet kıldı. Hazret-i Dâvûd'a demiri mum gibi yumuşak kıldı. Böylece ondan zırh yapardı. Allahü teâlâ, birlikte tesbîh etmeleri için, dağları ve kuşları hazret-i Dâvûd'un emrine verdi. Cinleri ve kuşları Süleymân aleyhisselâmın emrine verip, rüzgârı da hizmetinde kıldı. Ayrıca kuşlar ile karıncaların ve diğer hayvanların dillerini bildirdi.
Son peygamber Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği mûcizeler ise sayılamayacak kadar çoktur. Her peygamberin mûcizesinden O'na da verilmiştir. Bunların çoğu kitaplarda, meselâ Mirât-ı Kâinât’ta yazılıdır. Muhammed aleyhisselâm zamanında, konuşmada (hitabette) ve yazmada: fesâhat ve belâgat çok ileri gitmişti. Muhammed aleyhisselâm; içinde ilâhî ilimler, astronomi bilgileri, ahlâk, helâl, haram, hikmet, tasavvuf, tıp, târih, kıssalar ve daha nice bilgileri toplayan Kur'ân-ı kerîm ile; inkar edenleri, kıyâmete kadar âciz bıraktı. (Bkz. Muhammed aleyhisselâm)
Bakara sûresi 87. ve 253. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Meryem oğlu Îsâ'ya (aleyhisselâm) açık mûcizeler verdik ve kendisini Rûh-ul-kuds (Cebrâil aleyhisselâm) ile takviye ettik, kuvvetlendirdik.”
Bilindiği gibi, her peygamberin, peygamberliğini ispat için gösterdiği mûcizeler, o zamanda bulunan insanların hâline uygun idi. Meselâ; Mûsâ aleyhisselâmın mûcizesi zamanın hâline uygun cinsten olup, o zaman sihirbazlık çok yayılmıştı. Pek usta ve gerçekten mâhir sihirbazlar var idi. Bunun için Mûsâ aleyhisselâm; gözlere hitâb edip, gâlip gelen, boyunları Hakk'a eğdiren, âyet, alâmet ve mûcizelerle gönderildi. Sihirbazlar, sihir mevzuunda son derece mâhir ve bilgili oldukları hâlde, yaptıkları sihirleri mahveden ve kendilerine üstün gelen Mûsâ aleyhisselâmın elinde, Allahü teâlânın ihsân eylediği hârika ve mûcizeleri görünce, âciz kalmışlar, sonunda peygamberliğini tasdik edip, hiç tereddütsüz o anda îmâna gelmişlerdir.
Aynı şekilde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), edebiyatın zirvede olduğu, fesâhat ve belâgatın meyvelerinin olgunlaştığı bir zaman ve mekânda gönderildi. Allahü teâlâ ona Kur'ân-ı azîmi indirdi. Hükümler, hikmetler taşıyan ve çok övülmüş olan Kur'ân-ı kerîm, bütün şâir ve edipleri susturacak üslup, ifâde ve beyân ile geldi. Kur'ân-ı kerîmin lâfzı da mûcizedir. İnsanlar ve cinler onun bir benzerini yapmak için bir araya gelip, birbirlerine yardımcı olsalar, değil on sûresinin, bir kısa sûresinin bile bir mislini getirmeye çalışsalar, yapamazlar. İnsanlar buna güçlerinin yetmeyeceğini kat’î olarak anlamışlardır. Çünkü bu, insan sözü değil, âlemleri yaratanın kelâmıdır. Allahü teâlânın ise, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde hiç benzeri yoktur.
Bunun gibi, Îsâ aleyhisselâm da, tıbbın, doktorluğun kuvvetli olduğu bir zamanda gönderildi. Allahü teâlâ, ona da, insanların karşı duramayacakları, tıp ilmi ile çâre bulamayacakları mûcizeler verdi. Ben hakîmim, tabîbim, anadan doğma körleri, gözsüzleri iyi ederim. Abraşları, cüzzamlıları ve müzmin hastalıklara yakalanmış olanları sıhhate kavuştururum dedi. Ölüleri diriltti. Bunlar, değil ölüleri diriltmek, hastalığa bile kesin çâre bulamayan tabiplerin işi olamazdı. Velhasıl, Îsâ aleyhisselâm, onlara hüccet, burhan yâni mûcizeler gösterdiği hâlde, yine de pek çoğu küfür ve sapıklıklarına devam ettiler, inâd ve taşkınlıklarını arttırdılar. Aralarında çıkan sâlih bir tâife de hemen inanarak ona tâbi olup, nasîhat arkadaşları ve yardımcıları olma şerefine kavuştu.
Îsâ aleyhisselâmın mûcizelerinden bâzıları şöyledir:
1- Ölüleri diriltmesi: Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın izni ile mûcize olarak ölüleri diriltirdi. Bu hâl pek çok vâki olmuştur.
Bir kız çocuğunun diriltilmesi: Îsâ aleyhisselâm, bir gün bir yerden geçiyordu. Bir kabrin başında oturmuş ağlayan bir kadın çördü. Kadının hâline acıyıp; “Ey Allah'ın kulu, sana ne oldu?” buyurdu. Kadın; “Bir tek kızım vardı, o da öldü. Ya burada öleceğim, yâhud onu benim için diriltinceye kadar buradan ayrılmayacağım diye, Rabbime söz verdim. Bakalım ne olacak” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Onu görsen, buradan ayrılır mısın?” buyurdu. Kadın; “Evet” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm iki rekat namaz kıldı. Sonra gelip, kabrin yanına oturdu ve; “Ey kızcağız! Rahmân olan Allahü teâlânın izni ile kalk ve kabrinden çık!” dedi. Kabir sallandı. İkinci defâ seslendi. Kabir, Allah'ın izni ile yarıldı. Bir daha seslendi. Kızcağız, başındaki toprakları saçarak çıktı. Îsâ aleyhisselâm ona; “Niçin geciktin” buyurunca; “İlk sesi duyduğum zaman, Allahü teâlâ bana bir melek gönderdi. Beni öldüğüm zamanki şeklime getirdi. İkinci sesi duyunca, Allahü teâlâ rûhumu bedenime iâde eyledi. Üçüncü ses gelince, kıyâmetin sayhası (öd koparan sesi) dir diye, korktum. Başımdaki saçlar, kaşlarım ve gözlerimin kirpikleri, kıyâmetin dehşetinden bir anda beyazlaştı”. Sonra annesine dönüp; “Ey anneciğim! Ne olursun, ölümün şiddetini bana iki defâ yükleme. Anneciğim, sabret ve sevâbını Allah'tan bekle! Benim dünyâya hiç ihtiyâcım yok.” Bundan sonra Hazret-i Îsâ'ya dönerek; “Ey Rûhullah ve Kelimetullah! Hak teâlâya duâ et de, beni âhırete döndürsün ve ölüm şiddetini baha hafif eylesin” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm duâ eyledi ve kızın rûhu kabz olundu. Tekrar üzerine toprak örtüp düzelttiler. Kadının acısı hafifledi. Verdiği söze sadâkat gösterip, oradan ayrıldı. Bu büyük mûcize, yahudilere ulaşınca Îsâ aleyhisselâma düşmanlıkları ve kızgınlıkları daha da arttı. Çünkü onlar inanmıyorlar, muhâlefet ediyorlardı.
Âzir isminde bir zâtın diriltilmesi: Ârais-ül-mecalis kitabında anlatıldığına göre, Hazret-i Îsâ'nın Âzir isminde bir dostu vardı. Bu zât hastalandı. Can çekişirken, kız kardeşi Îsâ aleyhisselâma haber gönderip, onun durumunu bildirdi.
Hazret-i Îsâ haber alır almaz yola çıkıp oraya geldi. Yol epeyce uzun olduğundan, geldiğinde Âzir vefât etmiş ve defnedilmişti. Îsâ aleyhisselâm, Âzir'in kabri başına varıp duâ etti.
“Ey Allah'ım! Ey yedi kat göklerin ve yerin sâhibi! Sen beni, İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdin. Onları senin dînine dâvet ederim ve onlara, senin izninle ölüleri dirilttiğimi söylerim. Âzir'i dirilt” diye yalvardı. Allahü teâlânın izni ile Âzir kalktı. Nice zaman yaşadı. Hattâ evlendi ve bir de oğlu oldu.
Arais’de şöyle yazar: Îsâ aleyhisselâm, Havârîlerle seyahat ederken bir şehre uğramıştı. “Burada bir hazîne vardır. Onu bizim için gidip kim çıkarır?” buyurdu. Havârîler; “Ey Rûhullah! Bu şehrin halkı, oraya giden her garibi, yolcuyu öldürürler” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “Siz durun, ben varıp geleyim” buyurup, şehre girdi. Bir kapıda durup, selâm verdi; “Ey ev sâhipleri! Garibim, yemek verin” dedi. Bir kadın kapıya gelip; “Seni tutup zabtiyeye vermediğimiz yetmez mi? Başka ne istersin?” diye çıkıştı. O sırada, kadının oğlu da geldi. O da aynı şekilde söyledi. Îsâ aleyhisselâm, gence; “Beni misâfir etseniz, hükümdârın kızını sana nikâh ederdim” buyurdu. O yiğit; “Sen ya delisin, ya da Îsâ'sın” dedi. Hazret-i Îsâ sesini çıkarmadı. Genç onu misâfir etti. Sabahleyin Îsâ aleyhisselâm; “Ey yiğit! Hükümdâra varıp, kızını kendime istemeye geldim de!” buyurdu. O da öyle yaptı. Sarayda dövülüp, kovuldu, hakârete uğradı. Üzüntülü hâlde geri geldi. Hazret-i Îsâ; “Yarın tekrar git, iste” buyurdu. Genç, ertesi gün gitti. Yine dövülüp, sövülüp geri geldi. “Yarın yine git. O sana, kızımı bir saray dolusu altın, gümüş ve çeşitli mücevherat vermek şartıyla veririm diyecek. Sen de kabûl et. Adam gönder, istediklerini teslim edeyim de!” buyurdu. Genç, gidip söyledi. Hükümdâr aynı şeyleri isteyip, yiğit de öyle deyince, hükümdâr gencin yanına adamlar katıp gönderdi. Îsâ aleyhisselâmın yanına geldiklerinde, Hak teâlânın kudretiyle altın ve mücevheratın hepsini hazır bulup, hükümdâra götürdüler. Hükümdâr çok hayrette kaldı. Fakat sözünden dönmedi. Kızını gence verdi. Damat da şaşırıp kaldı. Hazret-i Îsâ'yı tanıyıp; “Ey Rûhullah! Sen bu mertebelere yükselmiş iken, ne kadar fakirlik üzeresin. Dilesen her şey senin için altın olur” dedi. O da; “Ben, Allah sevgisini kalbimde yerleştirmişim ve bu fânî dünyâyı, bakî olan âhıret için terk etmişimdir” deyince, o yiğit, annesini ve hanımını bırakıp, Îsâ aleyhisselâmın ardına düştü. Beraberce havârîlerin yanlarına geldiklerinde, Îsâ aleyhisselâm; “Size söylediğim hazîne işte bu idi. Alıp getirdim” buyurdu.
Bir zaman sonra bu yiğit vefât etti. Tabut içinde götürülürken, Îsâ aleyhisselâm görüp duâ etti. Hak teâlânın izni ile genç dirilip, elbisesini giydi. Tabutunu omuzlayıp evine gitti. Uzun bir ömür sürdükten sonra öldü.
Bir kızın diriltilmesi: Lübâb’da yâni Tefsîr-i Hazin’de bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâm zamanında bir kimsenin kızı vefât etmişti. Bir gece sonra Îsâ aleyhisselâm duâ etti. Kız dirildi. Çok yaşadı. Evlendi ve çocuğu da oldu.
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edildi ki: İsrâiloğullarının meliklerinden biri ölmüş, tabut üzerinde götürülüyordu. Îsâ aleyhisselâm gelip, duâ eyleyince, Allahü teâlâ onu diriltti. İnsanlar bu müthiş manzara karşısında hayran ve şaşkın kaldılar.
Nûh aleyhisselâmın oğlu Hâm'ın diriltilmesi: Bir gün havârîler, n'olaydı Nûh aleyhisselâmın gemisinde bulunanlardan birini diriltseydiniz de, geminin durumunu bize haber verseydi dediler. Îsâ aleyhisselâm onlarla birlikte gidip, bir evin yanına vardı. Oradan bir avuç toprak alıp; “İşte bu, Nûh aleyhisselâmın oğlu Hâm'ın toprağıdır” buyurdu. Asâ ile o toprağa vurdu ve; “Allah'ın izni ile kalk!” dedi. Hâm, hemen canlanıp, başından toprak saçarak yerden çıktı. İhtiyâr görünüyordu, Hazret-i Îsâ ona; “Vefât ettiğinde böyle mi idin?” dedi, O; “Hayır, yiğit idim, lâkin şimdi kıyâmet koptu sanıp, korkumdan kocadım, birden ihtiyârladım” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Nûh aleyhisselâmın gemisinden bize haber ver” dedi. Hâm; “Geminin boyu binikiyüz, eni altıyüz arşın; yâni boyu altıyüz, eni üçyüz metre olup, üç kat idi. Birinde vahşî ve ehlî hayvanlar, birinde insanlar, birinde de kuşlar vardı” dedi. Îsâ aleyhisselâm, ona “Eski hâline dön” dedi. Hâm tekrar ölüp, hemen toprağa döndü. Arais'de, İbn-i Abbâs'dan nakledilerek, Îsâ aleyhisselâmın gemiyi sormak için dirilttiği kimsenin, Nûh aleyhisselâmın oğlu Sâm olduğu rivâyet olunmuştur.
Âd oğlu Şeddâd’ın diriltilmesi: Îsâ aleyhisselâm, Yemenli bir kısım kimselere Allahü teâlânın dînini anlatıyor, onları îmâna dâvet ediyordu. Onlar, bulundukları bölgede, Hûd aleyhisselâmın kavminden Âd oğlu Şeddad ismindeki zâlim hükümdârın kabrinin bulunduğunu, mûcize olarak onu diriltmesini söylediler.
Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm, Hak teâlâya duâ etti. Duânın hemen akabinde kabri bir dağın başında bulunan Şeddad, dirilip kalktı ve insanlara şöyle seslendi: “Ey insanlar! Biliniz ki, ben tam bin sene hükümdârlık yaptım. Bin tane bâkire kız ile evlendim. Çok büyük mülk ve saltanata malik oldum. Yalnız kendi askerî gücüm ile, hasmım olan orduları mağlûb ve perişân eyledim. Bin ayrı kasabanın mâliki, hâkimi oldum.
Bütün bunların hepsi bir hiç imiş. Mal ve servetim, ordu ve adamlarım bu kadar çok olduğu hâlde, bunların hiç biri benden ölümü def edemedi. Aklınızı başınıza toplayınız. Dünyâyı, ömrünüzü benim gibi faydasız boş şeylerle geçirmeyiniz. Ölüm mutlaka var ve herkese gelecek. Ondan sonra, sonsuz âhıret hayatı başlayacak. Hak teâlâya ibâdet ve tâata sarılınız, sebât ediniz...)
Üzeyr aleyhisselâmın diriltilmesi: Mir’ât-ı Kâinat kitabında Tefsîr-i Hazin ve Arais-ül-mecalis’den alarak şöyle anlatılmaktadır: Yahudiler; Îsâ aleyhisselâma gelerek; “Hazret-i Üzeyir'i dirilt, yoksa seni ateşte yakarız” deyip, odun topladılar. O da; “Gidin, cesedini getirin” buyurdu. Hazret-i Üzeyir'in kabrinin taştan olan kapağını kaldıramadılar. Gelip haber verdiler. Îsâ aleyhisselâm bir kase su verdi ve; “Bu suyun bir kısmını tabuta saçın” buyurdu. Öyle yaptılar; kapak açıldı. Peygamberlerin cesedleri çürümediğinden bedenin taptaze olduğunu gördüler. Çıkarıp, getirdiler. Hazret-i Îsâ kefenini açıp, tabaktaki sudan üzerine serpti. “Ey Üzeyir! Allahü teâlânın izniyle diril” dedi. Hazret-i Üzeyir, hemen dirilip kalktı, oturdu. İnsanlar onu gördüklerinde; “Ey Üzeyir! Bu kişinin (Hazret-i Îsâ'nın) hakkında ne dersin?” dediler. O da; “Şehâdet ederim ki, o Allah'ın kulu ve resûlüdür” dedi. Bunun üzerine halk; “Ey Îsâ! Duâ et de, Üzeyir aleyhisselâm bizim aramızda kalsın ve yaşasın” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “Hayır, bunu hemen kabrine iletin!” deyince, hemen vefât etti. Kabrine ilettiler. Bu mûcizeyi görenlerin pek çoğu hazret-i Îsâ'ya îmân etti.
2- Hastaları iyi etmesi: (Körlerin gözünü açması, abraşı iyi etmesi): Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın izni ile, mûcize olarak, hastaları iyi ederdi. Mübârek elini dokundurmakla, anadan doğma körlerin gözleri hemen açılıverirdi. Yine aynı şekilde, elinin temasıyla, vücûdunda baras yâni alacalık bulunan hastalar o anda iyileşirler ve hastalıklarından hiç bir eser kalmazdı. Bütün bu mûcizeler sâdece elini sürmesi ile olduğundan, elini dokunan mânâsına Mesîh dendiği ve Mesîh isminin buradan geldiği bildirilmiştir.
Arais-ül-mecalis isimli eserde zikredildiğine göre, Îsâ aleyhisselâmın hastalığı iyi etmede ve ölüyü diriltmede ettiği duâ şu idi: “Yâ Rabbî! Göklerdekilerin ve yerdekilerin mâbudu yalnız sensin. Senden başka ilâh, mâbud yoktur. Gökte ve yerde olanların meliki, sâhibi sensin. İkisinde senden başka melik yoktur...
Gökte ve yerde olanların hâkimi sensin, bu ikisinde senden başka hâkim yoktur. Yerdeki kudretin, gökteki kudretin gibidir. Yerdeki saltanatın, gökteki sultânlığın gibidir. Yâni sâdece yerlerin veya sâdece göklerin hâkimi, sâhibi, meliki değil, bütün âlemlerin, her şeyin sâhibi, mâliki, yaratıcısısın. Kudretinin ve saltanatının dışında hiç bir şey yoktur. Kerim olan isminle istiyorum. Muhakkak ki, sen her şeye kâdirsin!”
3- Yenilenleri ve evlerde saklanılanları bilmesi: Îsâ aleyhisselâm yine mûcize olarak, kavminin ne yediklerini ve evlerinde ne sakladıklarını bilip, haber verirdi.
4- Çamurdan kuş yapıp uçurması: Îsâ aleyhisselâm, çamurdan bir kuş şekli yapıp ona üfleyince, Hak teâlânın izni ile, mûcize olarak o kuş canlanır, uçup giderdi.
Bir defâsında İsrâiloğulları, bir parça çamuru kuş şeklinde yapıp Îsâ aleyhisselâma getirdiler ve; “Gerçekten hak peygamber isen, bu çamuru canlı kuş hâline getir” dediler. Hazret-i Îsâ duâ etti. Kuş o anda canlandı ve uçup gitti.
5- Mâide (Gökten sofra inmesi) hâdisesi: İmâm-ı Begavî hazretlerinin Meâlim-üt-tenzil isimli tefsîrinde, Selmân-ı Fârisî hazretlerinden rivâyet edilerek bildiriliyor ki: Havârîler, gökten bir sofra indirilmesi için duâ etmesini ricâ ettiler. Hazret-i Îsâ, ağlayarak, Hak teâlâya yalvardı. Allahü teâlâ duâsını kabûl edip, bir sofra indirdi. Bu da Hazret-i Îsâ'nın bir mûcizesi idi. İndirilen bu sofrada çeşit çeşit nîmetler vardı ve bir çok insan yeyip karnını doyurdu. Hastalar şifâ buldu. Fakirler zengin oldu.
6- Uyku hâlinde iken, etrâfta söyleneni ve yapılanı duyması ve bilmesi: Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın izni ile, mûcize olarak, kendisi uyurken neler konuşulduğunu bilir anlardı.
7- Semâdan yemek ve meyve gelmesi: Îsâ aleyhisselâm ne zaman acıksa veya yemek ihtiyâcı duysa, ellerini kaldırıp duâ ederdi ve mûcize olarak gökten yemek ve meyve gelirdi. Bu, yukarıda zikrolunan mâide (sofra) mûcizesinden ayrı, başka bir mûcizesi idi.
8- Uzakta ve gizli olarak konuşulan şeyleri duyması: Îsâ aleyhisselâm, uzakta bulunan insanların neler konuştuklarını, aralarında gizli gizli neler fısıldaştıklarını, mesâfenin uzak olmasına rağmen, mûcize olarak, duyar ve bilirdi.
Kur'ân-ı kerîmde Îsâ aleyhisselâmın bâzı mûcizeleri haber verilmekte ve Mâide sûresinin 110-115. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Allahü teâlâ o kıyâmet gününde şöyle buyuracak: “Ey Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm)! Sana ve annene olan nîmetimi hatırla! Hani seni Rûh-ul-kuds (Cebrâil aleyhisselâm) ile kuvvetlendirmiş, desteklemiştim. Hem beşikte hem de kemâl yaşında insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı (yazı yazmayı), hikmeti, Tevrât'ı İncîl’i öğretmiştim. Hani benim iznimle, çamurdan kuş sûretinde bir kuş şekli yapıyordun. Sonra ona üfleyince, benim iznimle o, canlı bir kuş oluveriyordu. Hani anadan doğma körü ve abraşı da yine benim iznimle iyi ediyordun. Hani, ölüleri yine benim iznimle (kabrinden diri olarak) çıkarıyordun.
Hani, İsrâiloğulları seni öldürmeye kastettiklerinde onların şerrini senden men ve def etmiştim (de seni öldürememişlerdi).
Sen, İsrâiloğullarına apaçık deliller ve mûcizeler getirdiğin zaman da, içlerinden kâfir olanlar; “Bu apaçık sihirden başka bir şey değildir demişlerdi.
Hani havârîlere; Bana ve resûlüm Îsâ'ya (aleyhisselâm) îmân edin diye ilham etmiştim de onlar; “Îmân ettik. Hakîki müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol demişlerdi.
Hani bir vakit de havârîler; “Ey Meryem oğlu Îsâ! (Allahü teâlâya duâ etsen, duâna icâbet edip,) Rabbin bize gökten (içinde yemek, taam bulunan) sofra gönderir mi? demişlerdi de, o; “Eğer siz mü’min iseniz (Allahü teâlânın kudretine ve benim peygamberliğime hakîkaten inanmış kimseler iseniz) bu gibi şeyleri istemekten sakının demişti. Havârîler de şöyle söylemişlerdi: “(Gerçi Hak teâlânın kudretinin tam olduğunda şüphemiz yoktur.) Lâkin, isteriz ki, ondan (o bildirdiğimiz şekilde gelecek olan sofradaki yemeklerden bereketlenmek için) yiyelim. (O'nun kudretinin kâmil olduğunu böyle gözümüzle görerek) kalblerîmiz mutmain olsun. Senin bize hakîkaten doğru söylediğini bilelim (ve sen sıdk ile Hak teâlâdan ne istersen onu vereceğini bilmiş olalım). Böylece, bu mûcizeleri yakînen görerek şâhidlik edenlerden olalım.
Bunun üzerine Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle yalvardı: “Yâ İlâhî! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, onun inme vakti (günü) bizim hem evvelimiz, hem de sonra gelenlerimiz için bir bayram ve senden (kudretinin kemâline ve benim peygamberliğimin hak olduğuna) bir âyet (bir mûcize) olsun. Bizi hayırlı rızıkla rızıklandır. (Bize o sofrayı gönder ve ona şükretmeyi de nasip ve kolay eyle.) Çünkü sen, rızık verenlerin en hayırlısısın (Rızkın yaratıcısı ve hiç bir niyet, karşılık istemeden, karşılıksız olarak herkesin rızkını vericisin.)”
(Hazret-i Îsâ'nın bu duâsı üzerine) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Şüphesiz ki, ben o sofrayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden kim nankörlük ederse (küfre dönerse), muhakkak ki ben ona, öyle bir azâbla azâb ederim ki, zamanlarında, âlemde hiç kimseye öyle azâb etmem.”
Âl-i İmrân sûresinin 49. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Allahü teâlâ Îsâ'yı (aleyhisselâm), İsrâiloğullarına peygamber gönderdi. Îsâ (aleyhisselâm) resûl (peygamber) olunca, şöyle dedi: Muhakkak ki ben, Rabbiniz tarafından âyetle (mucize ile) size geldim.
Muhakkak ki ben, sizin için çamurdan bir kuş sûreti yapar, sonra ona üfürürüm. Allahü teâlânın izni ile, o canlı bir kuş oluverir. Yine Allahü teâlânın izni ile, anadan doğma körü ve abraş illetini de iyi ederim. Ve yine Allahü teâlânın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve ilerisi için ne biriktirdiğinizi bilirim ve size haber veririm.
Eğer îmân ederseniz, muhakkak ki, bu mûcizelerde sizin için alâmetler ve iddialarımın doğru olduğuna delâlet eden işâretler, deliller ve ibretler vardır.”
Îsâ aleyhisselâmın fazîletleri:
Hazret-i Îsâ'nın fazîletleri pek çoktur. Daha doğumundan önce onun üstünlükleri, fevkalâde hâllerine işâret olan hâdiseler görülmeye başlamıştır.
Tefsîr-i Hazin’de bildirildiğine göre, Meryem (radıyallahü anhâ) Hazret-i Îsâ'ya hâmile iken, Zekeriyyâ aleyhisselâmın hanımı Elîsâ’ da Yahyâ aleyhisselâma hâmile idi. Bu hâmilelik günlerinden birinde Elîsâ’ (radıyallahü anhâ), Hazret-i Meryem'e; “Ben hâmileyim biliyor musun?” dedi. O da; “Ben de hâmileyim” dedi. Bunun üzerine Elîsâ’; “Benim karnımdakinin (Yahyâ aleyhisselâmın) senin karnındakine (Îsâ aleyhisselâma) hürmet ve tâzimde bulunduğunu hissediyorum” dedi.
İmâm-ı Kurtubî (rahmetullahi aleyh); “Elîsâ’, karnındaki oğlunun, başını Meryem'in karnı tarafına döndürdüğünü hissederdi” buyurdu.
Hazret-i Meryem demiştir ki: “Îsâ (aleyhisselâm) karnımda iken, yalnız olduğum zaman birbirimizle konuşurduk. Yanıma bir kimse gelse, konuşmayı keserdik. Ben zikir ve tesbîhle meşgûl olsam, o da karnımda tesbîhle meşgûl olurdu ve ben onun tesbîh ettiğini devamlı olarak işitirdim.”
Hazret-i Îsâ bir günlük iken, iki aylık kadar görünürdü. Bu şekilde çok güzel olarak büyüdü. Bir miktar büyüyüp yetişince, Hazret-i Meryem onu hocaya vermek istedi. Hazret-i Îsâ; “Anneciğim! Allahü teâlâ bana hocaya lüzum ve ihtiyaç göstermedi. Senin karnında iken bana, Tevrât'ı ve İncîl’i öğretti” dedi. Hazret-i Meryem; “Evet doğrudur. Ama, yine de hocanın yanında bulunman iyidir” dedi. Mektebe ilk vardığında hoca, hemen ona yakın gel deyip derse başlamak istedi. Îsâ aleyhisselâm; “Ey hoca! Sen câhil imişsin. Zirâ sana bir çocuk getirildiği zaman önce ismini sorup, sonra öğretmeye başlaman lâzım değil mi?” dedi. Hoca; “Doğru söylüyorsun, ismin nedir?” dedi. O da; “Îsâ’dır” dedi.
Bundan sonra Hoca; “Besmeleyi oku” dedi. O da okudu. Sonra; “Ebced'i oku” dedi. Hazret-i Îsâ başını kaldırıp; “Ebced'in ne olduğunu bilir misin?” dedi. Hoca; “Bilmiyorum” dedi. O; “Bilmediğin şeyi bana nasıl öğreteceksin?” buyurdu. Hoca; “Öyleyse sen bana öğret” dedi. Hazret-i Îsâ ona; “Kürsiden in!” dedi. O da indi. Hazret-i Îsâ kürsîye çıkıp oturdu ve; “Şimdi sor” dedi. Hoca; “Ebced yâni elif, bâ, cim, dâl nedir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: “Ebced'in elifi, Allah'a ve âlâullah'a yâni Allahü teâlânın nîmetlerine; bâ'sı behcetullah'a (Allahü teâlânın güzelliğine) ve behâullah’a yâni Allahü teâlânın kadrine, yüceliğine; cim'i cemâlullah'a (Allahü teâlânın güzelliğine); dâl'ı, dînullaha; hevvez'in hâ'sı, hâviyyeye yâni Cehennem’e; vav'ı “Veyl, nâr ehli içindir” demeye; zâ'sı, zefîr-i Cehennem’e yâni Cehennem’in feryâdına; huttî'nin hâ'sı, istiğfâr edenlerin hatâlarının düşmesine; kelemen, “Kelâmullah mahlûk değildir” demeye; sa'fes, “Gayrete gayret, cezâya cezâ” demeye; karaşet, “Kıyâmette Allahü teâlâ halkı bir yere toplar” demeye işârettir.” O böyle söyleyince, hoca efendi şaşıp kaldı ve Hazret-i Meryem'e haber gönderip; “Hâtun, oğlunu al git. Onun üstâda ihtiyâcı yoktur. Kendisi üstâddır” dedi. Böylece Ebced'in mânâsını ilk veren Îsâ aleyhisselâm oldu.
Salebi'nin Arais-ül-Mecâlis isimli kitabında şöyle yazar: “Îsâ aleyhisselâm mektebde çocukların her birine evlerindekilerin yaptıklarını haber verir, ey filan, evine git. Evindekiler filan yemeği yeyip, senin hisseni ayırdılar der. Çocuklar eve gidince, bize Îsâ haber verdi, hani hissemiz deyip, alırlardı. Yahudiler çocuklarına, o sihirbazdır. Onunla oynamayın derlerdi. Sonra çocuklarını onunla görüştürmemek için bir odaya kapatırlardı.
Bir defâ Îsâ aleyhisselâm çocukları aramıştı. Anne-babaları yalan söyleyip, burada yoklar dediler. Bu odada ne var dedi. Maymunlar ve domuzlar vardır dediler. Îsâ aleyhisselâm, öyle olsunlar dedi. O gittikten sonra yahudiler kapıyı açıp baktıklarında, çocuklarının maymun ve domuz şekline dönüşmüş olduğunu gördüler. Yahudilerin arasında bu haber yayılınca, hepsi çok korktular. Hazret-i Meryem oğluna bir zarar gelmesinden korkup, bu hâdise üzerine bir merkebe binerek oğlu Îsâ (aleyhisselâm) ile Mısır'a gitti.
İshak bin Bişr, Cüveybir'den ve Mukatil'den, onlar, Dahhak'tan, o da İbn-i Abbâs hazretlerinden bildirdi: “Îsâ aleyhisselâm çocukluğunda, Allahü teâlâ tarafından ilhamla, acib, garib, yâni insanların görmedikleri şeyleri görür ve bilirdi. Bunlar yahudiler arasında yayıldı. Îsâ aleyhisselâm büyüdükçe İsrâil oğullarının düşmanlığı arttı. Ona kastettiler, yâni öldürmek istediler. Annesi korktu. Allahü teâlâ, annesine ilham edip, onu Mısır'a götürmesini bildirdi.”
Bütün âlimler bildirmişlerdir ki, peygamberlerin hepsi diğer insanların hepsinden elbette daha üstün, şerefli ve fazîletlidir. Peygamberler içinde resûller, yâni şeriat sâhibi, kendisine yeni bir din verilen peygamberler diğerlerinden daha fazîletli, üstün ve şereflidir. Bunlar arasında da, kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamber, diğerlerinden üstün ve kıymetlidir. Bu altı peygamber; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Bu Ülü’l-azm peygamberlerin de en üstünü, bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdır.
İşte hazret-i Îsâ da ülü’l-azm peygamberlerden olmakla, makâm ve derecesi pek üstün, fazîlet ve kemâlâtı pek yüksektir, Hazret-i Ebû Hüreyre de; “Peygamberlerin efendisi; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır” buyurmuştur.
Hazret-i Îsâ, Allahü teâlânın emri ve kudreti ile babasız olarak doğduğundan, ona Kelimetullah denir. Nitekim, daha evvel yukarıda geçen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde bu husûsa işâret vardır. Yine bu husûsta Nisâ sûresinin 171. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak ki, (Allahü teâlânın kulu) Meryem oğlu Îsâ Mesîh, Allahü teâlânın (insanları, Allahü teâlânın dînine dâvet için gönderdiği) resûlü ve Allahü teâlânın kelimesidir (ki. Hak teâlânın “Ol” emri ile, babasız olarak, Allahü teâlânın kudretiyle meydana geldi)...”
Tefsîr-i kebir ve Rûh-ul-beyan’da yukarda meâli verilen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, Îsâ aleyhisselâmın kelimetullah olması izâh edilirken buyruluyor ki: Allahü teâlâÎsâ aleyhisselâmı; “Kün-Ol” emri (kelimesi) ile yarattı. Gerçi her şey Allahü teâlânın “Kün” emri ile var olmaktadır. Hakîkî sebep budur. Fakat, zâhirî (insanlar arasında bilinen, meşhûr olan) sebeplerde vardır ki, Hak teâlânın âdet-i ilâhiyyesi, işlerin bu zâhirî sebeplerle meydana gelmesidir. Hak teâlâ, hiç bir sebep olmadan da yaratmaya elbette kâdirdir. Fakat, kendi bildiği nice hikmetler ve kullar için nice faydalardan dolayı sebepler araya koymakta, sebepler ile yaratmaktadır.
Bilindiği gibi, bir çocuğun meydana gelmesi, diğer her şey gibi, zâhirî bir sebebe bağlıdır. O da ana ve babanın bir araya gelmesidir. Allahü teâlâ, belki herkesin anlayamayacağı nice hikmetlerinden dolayı, Hazret-i Îsâ'yı işte bu zâhirî sebep olmadan sâdece “Kün” emriyle yarattı. Bu bakımdan Hazret-i Îsâ'yı, Hak teâlânın “Kün” kelimesine nispet etmek daha muvafık olmaktadır. Bu sebeple, Hazret-i Îsâ, sanki Allahü teâlânın “Kün” kelimesinin bizzat kendisidir. Bunun için ona, Kelimetullah denilmiştir.
Hazret-i Îsâ'nın bir lakabı da Rûhullah'dır. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin devamında buna işâret olunmuş ve Hazret-i Îsâ'nın diğer rûhlar gibi, Allahü teâlânın halk ettiği, yarattığı, O'nun tarafından gelen bir rûh olduğu bildirilmiştir. Hak teâlânın izni ile ölüleri dirilttiği, kalbleri ihya ettiği için ona Rûhullah denildi diyenler de olmuştur.
Yine yukarıda meâli verilen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde, Hazret-i Îsâ'nın dünyâ ve âhırette vecîh (şerefi yüksek, kadri yüce) olduğu bildirildi. Âlimler bu vecîh olmayı iki şekilde izâh etmişlerdir:
1- Îsâ aleyhisselâmın dünyâda vecîh olması; duâsının kabûl olması, Allahü teâlânın izni ile ölüleri diriltmesi, duâ ile körleri ve baras hastalığı olanları iyileştirmesidir. Âhırette vecîh olması ise; yolundan ayrılmayan, gösterdiği yolda bulunmuş olan ümmetine şefâatçi kılınmasıdır.
2- Dünyâda vecîh olması; yahudilerin, hakkında söyledikleri ayıplardan berî (uzak) olmasıdır. Âhırette vecîh olması ise; sevâbının çok ve Allahü teâlâ indinde derecesinin yüksek olmasıdır.
Bu âyet-i kerîmede, Hazret-i Îsâ'nın dünyâ ve âhırette vecîh olduğu zikredildikten sonra, onun mukarrebînden olduğu bildirildi. Âlimler bunun, Hazret-i Îsâ'nın semâya yükseltileceğine, meleklerin onunla birlikte bulunacaklarına işâret olduğunu bildirmişlerdir.
İshak bin Bişr'in senetleri ile Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) verdiği haberde şöyle bildirildi: Îsâ aleyhisselâm bebekken olan ilk konuşmasından sonra, Allahü teâlâya, kulakların duymadığı bir tâzim münâcâtında bulunup şöyle dedi: “Ey Allah'ım! Yüceliğinde yakınsın; yakınlığında yücesin. Yarattıklarının hepsinden üstünsün. Sözlerinle havada yedi kat gök yarattın. Hepsi emrine hazır, el pençe divân durmaktadır. İçinde meleklerin vardır; seni tesbîh ve takdis ederler. Karanlıklar içinde, onlarda, yâni gökte ışık kaynakları yarattın. Geceyi ay ve yıldızla aydınlık, gündüzü güneşle ışıklı eyledin. Havada hamd ile tesbîh eden gök gürültüsü yarattın. Gökte yıldızlar yarattın ki, yolunu kaybetmiş olanlar, onlarla yollarını bulur.
Ey yüce Allah'ım! Denizleri, dağları yarattın. O yücelikleri, yükseklikleri ile dağlar, huzûrunda başları eğik ve itâatkar, emrine hazır, denizin dalgaları, izzetin karşısında dökük ve dağınıktır. Nehirler, dereler, kaynaklar akıttın. Ağaçlar, meyveler yarattın. Hepsi senin emrindedirler.
Ey Allah'ım! Sen ne yücesin! Seni hakkıyla kim medhedebilir? Vasfı ile senin vasfına, sıfatları ile senin sıfatlarına kim ulaşabilir? Bulutları yayar, esirleri darda kalanları kurtarırsın. Hükmün haktır, hak olan hükmü verirsin. Hüküm verenlerin en hayırlısı sensin. Senden başka ilâh yoktur. Sen her ayıb ve noksandan münezzehsin! Bize her günâhımızdan sonra istiğfâr etmemizi emrettin. Senden başka ilâh yoktur. Akıllı kulların senden muhakkak korkar. Şehâdet ederiz ki, sen ihdâs edilen, meydana çıkarılıp, uydurulan bir ilâh değilsin. Zikri bitecek bir Rab değilsin! Bizi yaratmada sana yardım eden bir başkası yoktur ki, senin kudretinden şüphe edelim. Şehâdet ederiz ki, sen, bir teksin, samedsin, doğurmamış ve doğurulmamışsın ve senin eşin, benzerin yoktur.”
İshak bin Bişr, Cüveybir ve Mukatil'den, onlar Dahhak'tan, o da, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anhüm) alarak dedi ki: Îsâ aleyhisselâm bebekken yaptığı mûcizevî konuşmadan sonra bir daha konuşmadı; çocukların konuşma çağına gelince konuşmaya başladı. Bu yaşa gelince, Allahü teâlâ, onu hikmet ve beyânla konuşturdu. Yahudiler onun ve annesinin hakkındaki iftirâlarını arttırdılar ve ona âsî oğlu diye isim verdiler. Nitekim Allahü teâlâ bunu bildirip, Nisâ sûresi: 156. âyet-i kerîmesinde; yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı inkâr etmekle küfre düştüklerini ve Hazret-i Meryem'e zina isnadı ile büyük bir iftirâda bulunup, aleyhinde konuştuklarını haber vermektedir.
İmâm-ı Buhârî ve Müslim (rahmetullahi aleyhima) râvîleri ile birlikte Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh), o da, Resûlullah efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bildirmektedirler: “Îsâ (aleyhisselâm) çalan (hırsızlık eden) bir adamı görüp ona; “Çaldın mı? Dedi. O da, hayır kendisinden başka ilâh olmayan (Allahü teâlânın) hakkı için söylüyorum ki, çalmadım dedi. Bunun üzerine Îsâ (aleyhisselâm); Allah'a inandım ve gözümü yalanladım (yani gözümle gördüğüme inanmadım) dedi.”
Yâni, yemîn ettiğin için gözümü yalanladım buyurmakla, kendisinin çok temiz yaratılış ve seciye üzere olduğunu gösterdi.
Yine Buhârî ve Müslim'de, Ubâde'nin (radıyallahü anh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, O'nun bir olup, ortağı, eşi, benzeri bulunmadığına veMuhammed (aleyhisselâmın) Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuna, Îsâ'nın (aleyhisselâm) Allah'ın kulu, resûlü, Meryem'e ilkâ' eylediği kelimesi ve rûhu olduğuna, Cennet ve Cehennem’in hak olduğuna şehâdet edeni, ameli ne olursa olsun Allahü teâlâ Cennet’e koyar” buyruldu.
Yine Buhârî'de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) isnadı ile bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Beşikte iken konuşan sâdece üç kişi olmuştur. Birisi (hazret-i) Îsâ'dır. Biri şudur ki, İsrâiloğullarından Cüreyc adında biri vardı. Namazda idi. Birden annesi gelip, onu çağırdı. (Kendi kendine) ona mı cevap vereyim yoksa namaza mı devam edeyim dedi. Annesi (onun kasıtlı olarak cevap vermediğini zannedip); Yâ Rabbî! Ona fahişe kadınların yüzlerini göstermeden canını alma dedi. Cüreyc bir kulübede kalırdı. Bir taraftan bir kadın gelip, onunla konuşmak istedi. Cüreyc konuşmaktan kaçındı. Kadın bir çobana yaklaşıp, nefsini ona teslim etti. (Çobanla zina etti.) Ondan bir oğlu oldu. Kadına, bu çocuk kimdendir dediler. Cüreyc'dendir dedi. Adamlar oraya koşup, kulübesini yıktılar, sövdüler, hakâret eylediler. (Cüreyc) abdest alıp namaz kıldı. Sonra o çocuğun yanına gitti ve; Ey oğlan! Baban kimdir? dedi. Çocuk; Filan çobandır dedi. İnsanlar (hakikati anlayınca, Cüreyc'e); Senin kulübeni altından yapalım mı? dediler. Hayır, topraktan yapın dedi.
Yine İsrâiloğullarında bir kadın vardı. Bir de emzikli oğlu vardı. Bir gün, hayvan üstünde heybetli, güzel elbiseli bir adam oradan geçti. Kadın; Yâ Rabbî! Oğlumu onun gibi yap dedi. Çocuk, annesinin göğsünü bırakıp, gelen atlıya döndü ve; Yâ Rabbî! Beni onun gibi yapma dedi. Sonra annesinin göğsünü emmeye başladı. Daha sonra kadın, çocuğuyla birlikte bir câriyeye uğradı. Kadın; Yâ Rabbî! Oğlumu bunun gibi yapma dedi. Çocuk, annesinin göğsünü bırakıp; Yâ Rabbî! Beni onun gibi eyle dedi. Annesi; Niçin böyle dedin? deyince, çocuk; O hayvan üstündeki heybetli adam, cebbârlardan, zâlimlerdendir. Bu kadın ise, zina ve hırsızlıkla itham edildi, ama, ikisini de yapmamıştır, temizlerdendir” dedi.”
Ebû Osman'dan gelen haberde buyruldu ki: Îsâ aleyhisselâm bir dağın başında namaz kılardı. İblis, yanına gelip; “Sen her şeyin kazâ ve kader ile olduğunu mu söylersin?” dedi. O da; “Evet” buyurdu. “Öyleyse kendini bu dağdan aşağı at ve kaderim böyle idi de!” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Ey mel’ûn! Allah, kullarını tecrübe, imtihân eder, kulların O'nu imtihân etmeğe hakkı yoktur” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm ile alakalı olarak bâzı âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Meryem oğlu Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) muhakkak bir peygamberdir. Ondan önce de bir çok peygamberler geçti. Annesi (Hazret-i Meryem) ise sıddîka (çok doğru, dürüst ve iffetli) bir kadın idi...” (Mâide sûresi: 75)
“Sonra (Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın) arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) gönderdik ve ona İncîl’i verdik. Kendisine tâbi olanların (bağlı kalanların) kalplerine de ince bir duygu ve merhamet ihsân ettik...” (Hadid sûresi: 27)
“...Meryem oğlu Îsâ'ya (ölüleri diriltmek, anadan doğma kör olanları ve baras illeti bulunanları tedavi etmek ve gaybden haber vermek gibi) apaçık mûcizeler verdik ve onu Rûh-ul-kuds ile takviye ettik, kuvvetlendirdik...” (Bakara sûresi: 87, 253)
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmelerde geçen Rûh-ul-kuds'ü çeşitli şekillerde tefsîr edip, açıklamışlardır.
1- Bâzı âlimler; Rûh-ul-Kuds'ün, Cebrâil aleyhisselâm olduğunu bildirmişler ve bunu bir kaç şekilde izâh etmişlerdir.
a) El-Kuds, tâhir yâni temiz demektir ve bu kelime ile burada Allahü teâlâ zikredilmektedir. Dolayısıyla Rûh-ul-Kuds, Rûhullah demektir. Rûh'la murâd, Cebrâil aleyhisselâmdır. Cebrâilaleyhisselâmın, Allahü teâlâya nispet edilmesi, yâni Rûh-ul-Kuds (Allahü teâlânın rûhu) buyrulması, Cebrâil'in aleyhisselâm şerefini bildirmek, onun Hak teâlâ katındaki derecesinin yüksekliğini beyân etmek içindir.
Nitekim, Allahü teâlâya nispet etmek sûretiyle şerefini ve kıymetini bildirmek için Kâbe-i muâzzamaya Beytullah (Allahü teâlânın evi), Sâlih aleyhisselâmın devesine de Nâkat-üllah (Allahü teâlânın devesi) buyrulması da böyledir.
b) Beden, rûh ile canlı kalabildiği gibi, din de Cebrâil aleyhisselâm ile canlı kalır. Çünkü Cebrâil aleyhisselâm, peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmekle me’mûr olup, mükellef olan insanlar; ancak Hazret-i Cebrâil'in Hak teâlâdan peygamberlere getirdiği vahiyle, dîni hayatlarında sabit kalabilmektedir.
c) Cebrâil aleyhisselâm ve diğer melekler rûhanî mahlûklardır. Ancak rûhanîlik, Cebrâil aleyhisselâmda daha tam ve kâmildir.
Âlimlerden Rûh-ul-Kuds ile alakalı olarak başka rivâyetler de gelmiş ise de, bu husûstaki en kuvvetli rivâyet, Rûh-ul-Kuds'ün, Cebrâil aleyhisselâm olduğu şeklindedir.
2- Bâzı âlimler Rûh-ul-Kuds, İncîl’dir demişlerdir. Nitekim Şura sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde; “Sana emrimizden bir rûh vahyettik...” buyruldu. Mazharî, Celâleyn ve Medarik gibi birçok mûteber tefsîrlerde, bu âyet-i kerîmede geçen “Rûh”un, Kur'ân-ı kerîm olduğu bildirilmiştir.
İncîl’e rûh buyrulması, o asırda din işlerinin onunla canlı kalması, dünyâya âit faydaların onunla muntazam olması sebebiyledir. Çünkü, Allahü teâlânın kitabı, kalbleri canlı tutmaktadır.
3- Bâzı âlimler; “Burada geçen Rûh-ul-Kuds'le murâd, ism-i âzamdır. Îsâ aleyhisselâm ölüleri bunu okuyarak diriltir, bir çok mûcizeleri bunu söyleyerek gösterirdi” demişlerdir.
4- Bâzı âlimler de; “Rûh, Îsâ aleyhisselâmın rûhudur. Kuds ise Allahü teâlâdır. Hazret-i Îsâ'nın rûhunun Hak teâlâya nispet edilmesi, onun şerefine, yüksekliğine işârettir” demişlerdir.
Rûh kelimesinin, Cebrâil aleyhisselâma, İncîl’e ve İsm-i âzama söylenmesi, isnat edilmesi mecazdır. Çünkü rûh, insanın bedeninin canlılığına sebep olduğu gibi, Cebrâil'in (aleyhisselâm) bildirdikleri (Allahü teâlâdan vahiy yoluyla getirdikleri) de kalblerin canlılığına sebep olmaktadır.
İncîl, Allahü teâlânın emir ve yasaklarının öğrenilmesine sebeptir. İsm-i âzam ise, maksatların ve dileklerin hâsıl olmasına vesiledir.
Rûh ile Cebrâil aleyhisselâm arasındaki yakınlık ve beraberlik daha tamdır. Şöyle ki:
1- Cebrâil aleyhisselâm, nûranî, latîf bir mahlûktur. Bu sebeple ikisi arasındaki benzerlik daha tamdır. Dolayısıyla Rûh-ul-Kuds'e, Cebrâil demek daha lâyık olmaktadır.
2- Âyet-i kerîmede; “...Biz onu Rûh-ul-Kuds ile takviye ettik” buyrulmasından murâd; yardım etmektir. Yardım etmenin, Cebrâil aleyhisselâma isnat edilmesi hakîkî mânâ ile; İncîl ve İsm-i âzama isnat edilmesi ise mecazî mânâ iledir. Bu sebeple de Rûh-ul-Kuds'ün, Cebrâil (aleyhisselâm) olması daha lâyıktır.
Îsâ aleyhisselâm zühd sâhibi olmakta pek ileri idi. Dünyâ malına hiç meyletmezdi. Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); Îsâ aleyhisselâm, kıyâmette zahidlerin reîsidir buyurmuştur.
Zühd:
Zühd, şüpheli olmak korkusuyla mubahların fazlasından sakınmak, ihtiyatlı davranmak, dünyâya düşkün olmamak demektir. Âhıret yolcularının şerefli makâmlarından biridir. İlim, hâl ve amelden meydana gelir. Zühd; dünyâda kalb ve beden rahatının, âhırette ise seâdet ve nîmetlere kavuşmanın sebebidir.
Yahyâ bin Mu'âz (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Zühd, dünyâ zînetini terk etmektir. Zirâ Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Dünyâya düşkün olmak bütün hatâların başıdır. Dünyâdan kendini sakınan kimseler, zahid olanlardır” buyurmuştur.
İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi aleyh), zühdün; farz, selâmet ve fazîlet olmak üzere üç derecesinin bulunduğunu bildirip, bu dereceleri şöyle izâh etti: “Farz olan zühd, haramlardan sakınmak. Selâmet olan zühd, şüphelileri terketmek. Fazîlet olan zühd ise, helâl olanlardan yetecek miktarı alıp, bir çoğunu terketmektir.”
Cömertlik göstermek veya âhıreti istemekten başka bir sebeple dünyâyı terk eden kimseye zahid denemez. Zühd, ancak haramlar ve şüphelilerde olur. Helâl, Allahü teâlânın emriyle mubah kılınmış olduğu içindir ki, ondan zühde varmak yâni helâlden yüz çevirmek câiz değildir. Ancak, zühd sâhibi, helâller, mubahlar dairesini daraltabilir ve hareketlerini farz ve sünnetlerle sınırlandırabilir. Yoksa zühd, malı, kazancı ve mubah olan şeyleri büsbütün terketmek demek değildir. Asıl zühd, bütün bu mâlî ve mübah şeylere sâhip olduğu hâlde, kalbinde onlara karşı muhabbet beslememek, bunlara düşkün olmamak demektir. Nitekim Hazret-i Ömer, yeryüzündeki malları elinde tuttuğu hâlde, kalbinde bu mallarla ilgili hiç bir düşünceye, yer vermezdi. Onlardan tamâmen yüz çevirmişti.
Zühd, Hâk teâlâdan başka her şeyden tamâmen yüz çevirmek olduğuna göre, bu, ancak bunlardan daha sevgili olana yönelmekle mümkün olur. Yoksa daha kuvvetli bir sevgi bulmadan, kimse evvelki meyl ve muhabbetini terkedemez. İmâm-ı Şibli'ye (rahmetullahi aleyh) zühdden sorduklarında; “Allahü teâlâ hariç, her şeye sırt çevirmektir” buyurmuştur. Ebû Süleymân-ı Darani de (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Zühd bir çok şekillerde olur. Bize göre zühd, insanı Allahü teâlâdan alıkoyan her şeyi terketmektir.”
Allahü teâlâ, bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyden daha sevgili olduğu için, Allahü teâlâdan başka her şeyi bir tarafa bırakıp, yalnız Allahü teâlâyı seven kimse, mutlak sûrette zahiddir. Kişinin Allahü teâlâya karşı olan sevgisi de, O'nun emirlerine uyup, uymadığından anlaşılır. Her ne kadar müslümana amelleri karşılığında Cennet nîmetleri verilecekse de, asıl olan, bütün amelleri Allahü teâlâ için yapmaktır.
Yalnız dünyâ zevklerini terk edip, âhıret zevklerinden vazgeçmeyen de zahiddir. Fakat yukarıdaki durum elbette daha kıymetlidir. Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: “Haramı terk, herkesin zühdüdür. Seçkin kulların zühdü, mubahların fazlalarından kaçınmaktır. İrfan ehlinin yâni âriflerin zühdü de, kalbi, Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl olmaktan sakındırmaktır.”
Büyüklerden birine; “Bize ne oluyor ki, ölümü istemiyoruz ve ondan hoşlanmıyoruz. Halbuki o bize mutlaka gelecektir” dediklerinde, o zât buyurdu ki: “Siz ölüme hazırlanmadınız. Dünyânızı ma’mûr etmeye baktınız. Dolayısıyla, âhıretinizi harâb ettiniz. Elbetteki ma’mûr olan yerden harâb olan yere gitmek istemezsiniz. Ama isteseniz de, istemeseniz de, ölüm bir gün mutlaka gelecek, sonsuz olan âhıret yolculuğuna başlayacaksınız.” Hakikat bu kadar açık bir şekilde ortada iken, hâlâ dünyâya düşkün olanlara ne kadar şaşılır.
Dünyâ sevgisi insanı iki cihânda helâke, ondan yüz çevirmek ise saâdete götürür.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kendisine susmak ve zühd verilen bir kimseyi gördüğünüz vakit, ona yaklaşın. Zirâ o, hikmet telkin eder” buyurmuştur. Allahü teâlâ da Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Her kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir” buyurmuştur. (Bakara sûresi: 269) İslâm âlimleri bu Hadîs-i şerîf ve âyet-i kerîmeyi; “Kırk gün dünyâdan yüz çeviren zahidin kalbine, Allahü teâlâ nehirler gibi hikmet akıtır ve diline hikmetli sözler söyletir” şeklinde tefsîr etmişlerdir.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlânın seni sevmesini istiyorsan, dünyâda zahid ol” buyurdu. Hârise (radıyallahü anh), Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ben hak mü’minim” dediği zaman; “Bunun alâmeti nedir?” buyurdu. Hârise (radıyallahü anh), cevâbında; “Nefsim öyle zahiddir ki, altın ve taş bana göre aynıdır. Sanki Cennet’e ve Cehennem’e bakıyorum” dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İyi muhâfaza et, lâzım olanı bulmuşsun” deyip, sonra; “Bu, kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı bir kuldur” buyurdu.
Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) biri şöyle anlatır: Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) “İnsanların hayırlısı kimdir?” diye suâl ettik. “Kalbi mahmûm, dili doğru olan kimsedir” buyurdu. Biz; “Kalbi mahmûm ne demektir?” dedik. “Takvâ sâhibi olan, gıll ü gışşı, kin ve çekememezliği bulunmayan temiz kalbdir” buyurdu. Bunun üzerine biz tekrar; “Bundan daha hayırlı olan kimdir?” diye sorduk. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Dünyâyı kötüleyip, âhıreti sevendir” buyurdular ki, bu da ancak zühd sâhibinde bulunur.
Sahâbeden bâzısı, Tabiînden olanlara; “Sizin ibâdetiniz sahâbenin ibâdetinden çoktur. Fakat onlar, sizden daha üstündür. Çünkü dünyâda sizden daha zahid idiler” dediler. Ömer (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Dünyâda zühd, hem kalb, hem beden rahatlığıdır.” İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh); “Zahidin iki rekat namazı, zahid olmayanların ömrünün sonuna kadar olan ibâdetlerinden fazîletlidir” ve Sehl-i Tüsterî de; “Amelin ihlâsla olması, dört şeyden korkmadığın zaman mümkündür; Açlıktan, susuzluktan, fakirlikten ve hakîrlikten” buyurmuştur.
Rivayete göre, İslâm fütûhâtı genişleyip İslâmiyet etrâfa yayıldığı ve hazîne, ganîmet malları ile dolup taştığı vakit, Hazret-i Ömer'in kızı Hafsa (radıyallahü anhâ) babasına; “Etrâftan ziyâretçilerin geldiğinde, kıymetli ve ince kumaşlar giy, emret de güzel yemekler yaptır. Sen de ye, misâfirlerine de yedir” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer şöyle buyurdu: “Ey Hafsa! Hiç kimse kocanın hâlini hanımından daha iyi bilemez. Sen, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zevcesi olduğun için, O'nun hâlini herkesten iyi bilirsin. Bu kadar yıl kavmi arasında bulundu. Hiç bir vakit hem akşam, hem sabah karnı doydu mu? Akşam buldu ise sabah, sabah buldu ise akşam bulamadı. Öyle değil mi? Yine Allah aşkına soruyorum: Hayber fethedilinceye kadar Resûl-i ekremve O'nun Ehl-i beyti hurma yiyip doydular mı? Yine Allahü teâlâ adına sana sorarım, hatırlar mısın ki, Resûl-i ekreme yüksek bir sofra getirdiğimiz vakit, üzülmüş, rengi değişmişti. Sonra da o sofranın kaldırılıp, yemeğin daha alçak bir şey üzerine veya yere konulmasını emretmemiş miydi? Yine sana yemîn verdiririm. Resûl-i ekrem, geceleri bir aba üzerinde yatarken, bir gece bu aba dört kat yapıldığı vakit sabaha kadar uyanamayıp; “Beni gece ibâdetimden alıkoydunuz, bunları ikiye indirin” demedi mi? Yine sana yemînle sorarım. Resûl-i ekrem sırtındaki elbiseyi yıkamak için çıkardığı sırada, Bilâl (radıyallahü anh) gelip de “Namaz” diye seslendiği vakit, giyecek başka elbisesi olmadığı için kuruyuncaya kadar o elbiseyi beklediğini bilmez misin? Yine yemînle sorarım. Zafer kabîlesinden bir kadın, Resûl-i ekreme, iki parça olan bir elbise hazırlamıştı. Bunlardan birinin dikilmesi henüz tamamlanmadığı için elbisenin yalnız bir kısmını önce gönderince, Resûl-i ekremin sade ona bürünerek namaz kıldırdığını ve başka giyeceği olmadığı için onu omuzlarına bağladığını bilmiyor musun?” Hazret-i Ömer'in bu sözlerinden sonra, Hafsa (radıyallahü anhâ) onu tasdik etti ve her ikisi de kendilerinden geçinceye kadar ağladılar.
Îsâ aleyhisselâm zühd sâhibi olmakta pek ileri idi. Bir gün Îsâ aleyhisselâm, başının altına yastık yerine bir taş koyup yatarken, canı uyumak istedi. O anda iblis yanına gelerek; “Ey Îsâ! Sen dünyâ malından bir şey istemediğini söylemez miydin? Şimdi başının altındaki taş dünyâ malı değil midir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm, bunu işitince, kalktı ve o taşı tuttuğu gibi iblisin üzerine fırlattı, sonra; “Ey mel’ûn! Dünyâ ile birlikte bu da senin olsun, al!” buyurdu.
Mu'temir bir Süleymân şöyle anlattı: “Îsâ aleyhisselâm,bir gün eshâbının yanına geldi. Üzerinde yünden cübbe, elbise ve iç çamaşırı vardı. Yalın ayak idi. Ağlıyordu. Saçı taranmamış, açlıktan yüzünün rengi sararmış, harâretten dudakları kurumuş bir hâlde idi. Eshâbına şöyle dedi: “Esselâmü aleyküm ey İsrâiloğulları! Ben, Allahü teâlânın izni ile dünyânın değerini düşürür, ona lâyık muâmele edilmesini söylerim. Bunu kendimi beğenmek ve öğünmek için söylemiyorum. Benim evim nerededir bilir misiniz?” Onlar da; “Evin nerededir?” diye sorduklarında, o; “Evim, mescidlerdir. Esansım, sudur. Katığım, açlıktır,Kandilim, geceleyin parlayan aydır. Kışın, ateşim güneştir. Çiçek bahçem, sebzelikler, yeşilliklerdir. Elbisem yün, şiarım izzet sâhibi olan Rabbimden korkmak, sohbet arkadaşlarım sakatlar ve fakirlerdir. Sabahleyin kalktığımda bir şeyim yoktur. Akşam olduğunda yine bir şeyim olmaz. Gönlüm rahat, kaygusuzum. O hâlde benden zengin ve mes’ûd kim vardır” buyurdu.
İbn-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Îsâ aleyhisselâm, havârîlerine buyurdu ki: “Arpa ekmeği yiyin. Saf su için ve dünyâdan salim ve emîn olarak çıkın. Size kendisinden bahsettiğim Allahü teâlâ hakkı için şöyle derim: Muhakkak ki dünyânın tatlısı, âhıret için acıdır. Dünyâ acılığı da âhıret için iyidir. Allahü teâlâ kullarını dünyâya sırf dünyâ nîmetlerine kavuşmak, nîmetlerle rahatlamak için göndermedi. Sizin en kötünüz, nefsinin arzu ve isteklerini ilmine tercih eden âlimlerdir. Onlar bütün insanların kendileri gibi olmasını severler.”
Şöyle anlatılır: Merv şehrinin kadısının bir kızı vardı. Merv şehrinin eşrâf ve ileri gelenleri, bu kızı istediler. Kâdı, meşveret edilecek kişilerle meşveret etti. Kadının bir hıristiyan komşusu vardı. Bir de onunla meşveret edeyim. Başka dindendir ama, görünüşte komşumuzdur deyip, onu çağırdı. Onunla meşveret etti. Hıristiyan komşu, kadıya; “Ey kadı! Bu işte, bizim, bizden öncekilerimizin sünneti, yâni yolları, âdetleri vardır. Sizin yâni sizden öncekilerin de âdeti, sünneti vardır. Zamanımızın insanlarının da âdetleri vardır. Şimdi sen serbestsin. Hangisini istersen seç” dedi. Kadı ona; “Üç yolu da açıkla?” dedi. Bunun üzerine şöyle anlattı: “Bizden öncekilerin yolu; asîl, soylu birisini bulup kızını ona verirlerdi. Sizden öncekilerin sünneti, âdeti; takvâ sâhibine vermekti. Zamanımızdakilerin âdeti ise, zenginleri tercih etmektir. İyi soya, asalete ve kuvvetli dîne îtibâr etmezler. Sen hangisini seçiyorsun?” Kadı; “Ben bizden öncekilerin sünneti ile amel eder ve takvâ sâhibini tercih ederim” dedi. Sonra düşündü. Merv şehrinde kendi kölesinden daha münasibini bulamadı. Kölesi, Mübârek isminde, müttekî ve dindar bir kimse idi. Kızını ona verdi.
Kölesi, kırk gün kızın yanına gitmedi. Bu durumdan kızın annesinin haberi olunca, efendisine yâni kadıya şikayet edip; “Böyle sâliha bir kızı, kölene verdin de, henüz yüzüne bile bakmadı. Senin bu yaptığın nedir?” dedi. Kadı, kölesi Mübârek'e; “Ey Mübârek! Sen benim çocuğuma naz mı ediyorsun da, yanına gitmiyorsun” dedi. Mübârek cevap olarak; “Ey müslümanların kadısı! Ben sizin kerîmenize nasıl naz ederim de yaklaşmam. Ama siz kadı olduğunuz için, korktum ki, bu kız sizin evinizde iken şüpheli bir şey yemiştir. Ben ise, lokmalarda çok dikkat ediyorum ve ona helâl yemek yediriyorum. Vücûdunun kanının tamâmen temiz olmasını istiyorum” dedi. Kırk gün tamam olunca, hanımının yanına yaklaştı. O, lokmalarında bu kadar ihtiyatlı olunca, Allahü teâlâ ona, Abdullah isminde bir evlat ihsân etti. İşte bu çocuk, büyüyünce pek büyük bir âlim olan Abdullah bin Mübârek hazretleri idi.
Yine şöyle anlatılır: Şah Şücâ’ Kirmânî’nin bir kızı vardı. Kirman vâlileri ona talip idi. Şah onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip; “Ey genç! Evli misin?” diye sordu. Genç; “Hayır” deyince ona; “Kur'ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç dirhemden başka hiç bir şeyim yok” dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al” dedi. Şah Şücâ’ kızını o genç ile evlendirdi. Kızı o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek parçası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca, genç; “Senin nasîbindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım?” dedi. Şâh’ın kızı babasının evine doğru gitmeye başlayınca, genç; “Ah! Ben, Şâh’ın kızının benim yanımda durmayacağını bilmiştim” dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum, îmânının zayıflığından dolayı gidiyorum. Sen, akşamdan sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama çok şaşıyorum. Çünkü o, bunca senedir bana; “Seni takvâ ve zühd sâhibi birine vereceğim” derdi. Bu gün öyle birine verdi ki, Rabbine itimat etmiyor. Bu evde ya ben kalırım, ya bu ekmek. Sen karar ver” dedi. Genç ekmeği bir fakire verdi. Şâh’ın kızı geri döndü ve onunla mes’ûd olarak yaşadı. İşte Allahü teâlânın velî kulları bu derece zühd sâhibi idiler.