Bir SÜNNİ iddiacıya sorulsa, "Niye ALEVİLER'e karşısın?" diye... bir takım sebepler öne sürecektir. "Peki, bunları nereden çıkarıyorsun?" denilse, en doğrunun kendi mezhebinde olduğunu, cami imamının öyle söylediğini belirtecektir.
Böylece dile getirmese bile, MEZHEP kurallarının ALEVİLER'i dışladığı kanısına varılacaktır. Sanki o MEZHEP İMAMI'nın da ALEVİLER'e, ALİ'Yİ TUTANLAR'a, HASAN ve HÜSEYİN dışındaki İMAMLAR'a karşı olduğu gibi yanlış bir kanaat uyanacaktır dinleyenlerde...
Öte yandan bir ALEVİ'ye sorsanız, o da 12 İMAM'dan ayrı gördüğü 4 MEZHEP İMAMI'nı "YEZİD'e bağlananlardan, EMEVİ ve ABBASİ HALİFELER'in peşinden gidip EVLAD-I RESUL'e eziyet edenlerden" sayar! Onlara kızar.
Halbuki gerçek, bu iki inançtan da uzak, apayrı bir mecradadır. Ve bu gerçek maalesef ne ALEVİ-BEKTAŞİ ileri gelenleri tarafından dile getirilir; ne de DİYANET İŞLERİ, cami imamları bu konuda aydınlatıcı, kaynaştırıcı yayınlar yaparlar.
Biz önce TARİHİ durum anlaşılsın diye, bir tablo hazırladık. Lütfen yazımızın bu bölümünde sık sık o tabloya başvurun. Anlattıklarımızı daha kolay takip edeceksiniz.
(Bakınız: 4 MEZHEP İMAMI VE ÇAĞDAŞLARI )
Sonra da onların kısa hayat hikâyelerini dilimiz döndüğünce özetledik. Buyurun, okuyun.
İMAM EBU HANİFE
-------------------------
(Bakınız: NOTLAR - 2, 25)
Çeşitli mezheplerden bilginlerle sohbete girer, derin konularda tartışmalar yapardı. En uzun süre kendisine hocalık eden HAMMAD BİN EBU SÜLEYMAN'ın vefatı üzerine onun yerine aldı. İMAM CAFER'e büyük saygı gösterir, onun meclisine katılır, ondan feyz alırdı.
EBU HANİFE sık sık HİCAZ'a, yani MEKKE ve MEDİNE'ye gider, oradaki alimlerle görüşürdü. Keskin bir zekâya, sâkin bir tabiata sahipti.
Bir gün EMEVİLER'e isyan etmiş olan DAHHAK adlı HARİCİ, İMAM EBU HANİFE'nin bulunduğu meclise gelmiş ve "Tövbe et," demişti. İMAM, "Niye?" diye sordu. DAHHAK, "ALİ'nin HAKEM tayinini kabul ettiğin için," dedi.
Hatırlanacağı gibi, HARİCİLER, Ali'yi HAKEM kabul etti diye KÂFİR ilan etmiş ve bu yüzden öldürmüşlerdi... HARİCİLER KUR'AN'a aykırı davranan herkesin öldürülmesi gerektiğine inanırlardı.
EBU HANİFE tekrar sordu: "Sen beni öldürmek mi istiyorsun, yoksa tartışmak mı?" Adam, "tartışmak," dedi. Bunun üzerine İMAM, "Anlaşamazsak, aramızdan kimin haklı olduğunu kim tesbit edecek?" diye sordu. DAHHAK, "Kimi istiyorsan, o olsun," dedi. İMAM, bu sefer DAHHAK'ın adamlarından birini göstererek, "Bunu kabul eder misin?" dedi. DAHHAK da "Evet," dedi. Bunun üzerine EBU HANİFE, "İşte şimdi sen de HAKEM kabul ettin," diyerek, HARİCİ'yi kendisiyle çelişkiye düşürdü!..
EBU HANİFE pek çok talebe yetiştirmiş, ancak ne gibi eserler verdiğini tam tesbit mümkün olamamıştır. Kendisine isnat edilen bazı eserler vardır ama, onun zamanında bilgiyi yazıya geçmek pek âdet olmadığı için, muhtemelen bu eserler sonradan talebeleri tarafından derlenmiş sözleridir. "Kimse İLİMSİZ İBADET yapıldığını söyliyemez," derdi! Meşhur sözüdür.
En çok önem verdiği İLİM dalı FIKIH'tı. İÇTİHAT metodu KUR'AN, SÜNNET, ASHAB'IN REYİ, İCMA-YI ÜMMET ve KIYAS'tır. İMAM CAFER-ÜS SADIK ile bir tek KIYAS konusunda anlaşamazlardı... Aleviler bu yüzden KIYAS'ı kabul etmez. Hatta "Kıyas, şeytan işidir," derler.
Zamanında yaşadığı HALİFELER'den MANSUR, ona defalarca KADILIK teklif etmiş, ancak EBU HANİFE kabul etmediği için sonunda onu zindana attırmıştır. Bununla da kalmayıp işkence ettirmiş, her gün meydana çıkartıp kırbaçlatmıştır. İMAM'ın sağlık durumu bozulunca serbest bırakmış, ancak halkla irtibatını keserek FETVA vermesini yasaklamıştır.
İMAM EBA HANİFE 767'de BAĞDAT'ta vefat etmiş, cenazesine 50.000 kişi katılmıştır.
Hayatta iken, "Ben bir MEZHEP kurdum, kuruyorum," dememişti. HANEFİ HEZHEBİ'nin esas kurucusu talebesi EBU YUSUF'tur.
İMAM MALİK
-------------------
Onlara göre REY, daha önce verilmiş kararlar ile, olayla ilgili kişilerin ve çevrenin yararı göz önünde tutularak karar verilmesi idi.
Yani KÛFE'de olmuş bir olay ile ENDONEZYA'da olmuş bir olayı KIYAS ederek karar vermek yetmezdi!.. Çevre, ortam, şartlar, zaman ve yararı da nazar-ı itibara almak gerekirdi... Bu anlayış, İMAM MUHAMMED TAKİY'in KADI YAHYA'ya,
- "Her olayın ayrı hükmü vardır. Öyle 'İHRAM'da iken avlanmanın hükmü nedir,' demeyle iş bitmez,"
cevabını vermesine benziyordu.
İMAM MALİK iyice yetiştiğine kanaat getirince ders vermeye başladı. Daha çok MESCİD-İ NEBEVİ'de, yani PEYGAMBERİMİZ'İN MESCİDİ'nde ve evinde ders verirdi. "İLİM öğrenmek istiyenler ağırbaşlı, ciddi olmalıdır," der, vakar ve ciddiyete çok önem verirdi.Bilmediği şeye "Bilmiyorum" demekten çekinmez, yalan cevap vermekten kaçınırdı. Talebelerinden biri EBU HANİFE'nin oğlu HAMMAD idi. Bir diğer öğrencisi de sonradan İMAM olacak olan ŞAFİ idi.
HALİFE MANSUR zamandı eziyete uğradı. O tarihte ŞİİLER ve MUHAMMED-EN NEFS-ÜZ ZEKİYYE ile birlikte ayaklananlar "ZOR KARŞISINDA KALAN KİŞİNİN YEMİNİ MUTEBER DEĞİLDİR" şeklindeki HADİS'e dayanarak, MANSUR'a edilen BİAT'ın geçersiz olduğunu savunuyorlardı. İMAM MALİK bu HADİS'i çok tekrarlar, hiç bir konuda zorla güzellik olmayacağını anlatmak isterdi.
Ancak MANSUR onun bu davranışla olayları kışkırttığını düşünmüş, HADİS'i tekrarlamaktan vazgeçmesini istemişti. Geçmediğini öğrenince de İMAM'ı kırbaçlatmış, bir kolunun çıkmasına ve yaralanmasına sebep olmuştu. Ancak bir süre sonra MANSUR, HAC için HİCAZ'a gittiğinde İMAM MALİK ile görüşmüş, kendisinden özür dilemiştir.
İMAM MALİK'in ömrünün çoğu hastalıkla geçti. Ancak bundan kimseye bahsetmezdi. 85 yaşında MEDİNE'de vefat etti. (795) BAKİ mezarlığına defnedildi... Bilindiği gibi Hz. HASAN da orada yatmaktadır.
BÜYÜK GÜNAHLAR konusunda EBU HANİFE gibi düşünür, ALLAH'ın dilerse o kişiyi bağışlıyacağına inanırdı... MÜTEZİLE âlimleri gibi aşırı hükümler vermezdi. HİLAFET'in babadan oğula geçmesini kabul etmez, "Bu HAŞİM OĞULLARI da, ALİ OĞULLARI da olsa, yanlış olurdu," derdi... ŞURA sistemini en uygun yol olarak görmüştür.
Kötü ve zalim bir hükümdarı, ayaklanmaksızın doğru yola sevketmeye, irşat etmeye çalışmanın gereğine inanmıştı. Bu konuda SABIR'a önem verirdi. Ülkenin FİTNE ve FESAT'tan ancak böyle masun kalacağını savunurdu... Bu konuda 12 İMAM'ın tavrı ile tam bir mutabakat halinde idi. Onlara ayrı düştüğü önemli bir konu da yoktu.
HALİFE MANSUR'un israrları üzerine HUKUK meselelerini çözmek için EL-MUTAVVA adlı bir kitap yazmış; ancak bu kitabın bütün kadılara mecburi kitap diye dayatılmasına itiraz etmiştir. İSLAM bilginlerini sadece kendi kitabına bağlı kalmaktan kurtarmaya çalışmıştır... Fikirleri kendisinden sonra talebesi MUHAMMED tarafından derlenmiş, kitap haline getirilmiştir. MALİKİ MEZHEBİ, KUZEY AFRİKA'da, SUDAN'da, BAHREYN ve KUVEYT'te yaygındır.
İMAM ŞAFİ
---------------
Kendisini çekemiyenler onu HALİFE'ye şikayet ettiler. Yakalanıp BAĞDAT'a getirildi. RAFİZİ olmakla suçlandı. (Bakınız: NOTLAR - 2, 26)
Ancak İMAM ŞAFİ, elleri bağlı olarak getirildiği HALİFE'nin huzurunda kendisine yapılan ithamları çürüttü, takdire mazhar oldu. HALİFE ona bol miktarda para verip geri gönderdi. İMAM MALİK verilen parayı yolda dağıttı.
Bir süre sonra memuriyeti birakıp tekrar ilme döndü. HANEFİ MEZHEBİ'nin esas kurucusu MUHAMMED YUSUF ile yakın dost idi. Bir ara İMAM HANBEL ile görüştü. Önce BAĞDAT'a yerleşti. Sonra MISIR'a gidip geldi. EL RİSALE adlı kitabını MISIR dönüşünde tekrar yazdı.
813 yılında MUTEZİLE inançlı NUMAN HALİFE olunca, etrafına bu görüşte olan kişileri toplamaya başladı. Bunun üzerine İMAM ŞAFİ tekrar MISIR'a gitti. 54 yaşında KAHİRE'de vefat etti.(820)
İMAM ŞAFİ, zaman içinde fikirlerinde değişiklik olduğu için, "BAĞDAT'ta yazdığım kitapları kimse rivayet etmesin," diyerek onları hükümsüz saymıştır.
Ölümünün kendisine karşı olanlar tarafından ŞEHİT edilmek şeklinde olduğuna dair bir rivayet de vardır. ALİ'nin HİLAFET'i üzerine sürtüşmeler konusunda kendisine bir şey sorulunca, "ALLAH dilimi bu konulardan uzak tutsun," der, tartışmaya girmezdi. HADİS ve AKIL'a önem verirdi. ŞAFİ MEZHEBİ halen MISIR, SURİYE, FİLİSTİN, İRAN, TÜRKİSTAN, KAFKASYA, HİNDİSTAN, PAKİSTAN, ENDONEZYA, MALEZYA'da yaygındır. Bizim KÜRT aşiretlerinin hemen tamamı sanılanın aksine, ALEVİ değil, ŞAFİ'dir. Sadece DERSİM ZAZALARI (TUNCELİ) ALEVİ'dir, ama onlar da KÜRT değildir!.. CELALEDDİN HARZEMŞAH ile birlikte HORASAN'dan gelmiş öz-be-öz GUR TÜRKLERİ'dir.
İMAM HANBEL
----------------
Küçük yaştan itibaren KUR'an ve HADİS öğrendi. İlk HACC'a gidişinde MEKKE'de İMAM ŞAFİ ile karşılaşmış ve görüşmüştür. Çok seyyahat ederdi. İMAM EBU HANİFE'nin talebesi EBU YUSUF'tan ders aldı. 40 yaşından sonra da fetva vermeye başladı.
O dönemde çok tartışılankonulardan biri de "KUR'AN'ın mahluk olup olmadığı" hususu idi. HALİFE, KUR'AN'ın "yaratılmış" olduğunu düşündüğünden, böyle düşünmeyenlere cephe almıştı. zoru görünce bir kısım âlim, inanmasa da, HALİFE'nin inancını benimsemiş göründü. Ama İMAM HANBEL ve MUHAMMED BİN NUH direndi. Bunun üzerine zincire vuruldu, TARSUS'ta olan HALİFE'nin yanına götürüldü. Yolda MUHAMMED öldü. TARSUS'a varmadan HALİFE ME'MUN'un da öldüğü haberi geldi. Ama İMAM işkenceden kurtulamadı. Bu sefer BAĞDAT'a götürüldü. Yeni HALİFE MU'TASIM, onu fikrinden caymadığı için kırbaçlattı. Her gün tekrarlanan bu eziyet 28 ay sürdü. Sonunda İMAM'ı serbest bıraktılar.
Bir sonraki HALİFE VASIK, İMAM HANBEL'e eziyet etmedi ama, başkaları ile görüşmesini yasakladı. İMAM camiye bile gidemez oldu.
VASIK'ın yerine MÜTEVEKKİL gelince işler değişti. Bu sefer MUTEZİLE inançlı olanlar uzaklaştırıldı. İMAM'ın itibarı iade edildi. Sarayda ağırlandı. 855 yılında BAĞDAT'ta vefat etti.
Dürüstlüğü, bilgisi sayesinde halk tarafından çok sevilirdi. Eserleri arasında 250.000 HADİS'ten seçip yazdığı 30.000 HADİS ihtiva eden MÜSNED'i meşhurdur.
HANBELİLER, İÇTİHAT kapısının kapanmadığını söylerler. Halen HİCAZ çevresinde ve SUUD ailesinin gücü dolayısiyle önemini korumaktadır.
------------------------------------
Görüldüğü gibi, dünyadaki en yaygın MEZHEB'in İMAM'ı, İMAM CAFER'in ŞİA'sıdır.... Aralarında hiç bir sürtüşme olmadığı gibi, bir çok mecliste (ALEVİ tabiriyle söyliyelim: CEM'de) bir araya gelmiş, sohbet etmişlerdir.
EBU HANİFE, İMAM CAFER'den feyz almakla kalmamış; talebesi EBU YUSUF vasıtasıyla bu feyzi İMAM HANBEL'e de ulaştırmıştır. İMAM MALİK ise EBU HANİFE'nin oğlu HAMMAD'a ders vermişti. Aslında böyle beraberliklerde kimin talebe, kimini hoca olduğunu ancak ALLAH bilir!
Yani, bizce İMAM CAFER vasıtasıyla EBU HANİFE'ye geçen PEYGAMBER'in İLİM NURU, ondan oğluna; ondan da İMAM MALİK'e intikal etmiştir.
İMAM ŞAFİ'ye gelince; o da MEKKE'de İMAM HANBEL ile karşılaşmamış mıydı?.. Böylece İMAM CAFER'den EBU HANİFE'ye, ondan EBU YUSUF'a, ondan HANBEL'e geçen NUR, MEKKE'de İMAM ŞAFİ'yi de aydınlatmıştır. Yine belirtelim ki, MANEVİ konularda kim kimin talebesi, kim kimin mürşididir, bilinmez.
Netice itibariyle, çok açıktır ki, İLAHİ TAKDİR 12 İMAM'la 4 MEZHEP İMAMI'nı İMAM CAFER-ÜS SADIK'ta birleştirmiştir!..
Bu bir SIR idi, ama artık dile geldiğine göre, bu gerçeğe ALEVİ'si de, SÜNNİ'si de gözünü kapayamaz! Kaparsa, bunun VEBAL'inden kurtulamaz!..
Aslında bu SIR dile gelmeden önce de, bir tek ALEVİ çıkıp, "Bu İMAMLAR'dan falancası ALİ hakkında şu kötü sözü söyledi. EHL-İ BEYT'e şöyle hakaret etti, bizi düşman bildi" diyemezdi. Şimdi de diyemez... çünkü 12 İMAM'la MEZHEP İMAMLARI birbirinden ayrılamaz, birbirine et ile kemik, CAN'la TEN gibi bağlıdır!
Yine bir tek SÜNNİ çıkıp, "MEZHEP İMAMLARI'ndan falanca, ALEVİ'nin kestiği yenmez, kız verilip alınmaz, dedi" diyemez!..
Bu kişilerin yazdıkları da, dedikleri de, 12 İMAM'ınkiler gibi ortadadır. Eğer daha sonradan yazılmış olanlarda böyle hususlar varsa, bu da ne 12 İMAM'ı, ne de MEZHEP İMAMLARI'nı bağlar. Onlara mâl edilemez. Hepsi uydurmadır!.. Uyduranlar YEZİD'dir, ŞEYTAN'dır!.. LÂNET olsun ERVAHINA, AHVADINA!..
CANLAR!... Gördük ki, FİTNE'nin kaynağı 4 HALİFE değilmiş... 12 İMAM, 4 MEZHEP te değilmiş!... Öyleyse İSLAM'A FESAT KATANLAR'ı, FİTNE ÇIKARANLAR'ı başka yerde aramak lâzım!..
Ama nerede?...
(İSLAM TARİHİ VE MEZHEPLER - PEYGAMBER'DEN SONRASI )
CANLAR!... Şimdiye kadar 12 İMAM , 4 HALİFE, ve MEZHEP konularını ele alarak bunların birbirlerine zıt ve düşman olmadığını; aynı noktadan hareket ettiklerini; ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesinin aslında bunlardan kaynaklanmadığını belirttik.
632-943 yılları arasında İMAMLAR ve HALİFELER etrafında cereyan eden olayların çoğunun eski ARAP AİLE KAVGALARI'na dayandığını, her yeni olayla yeni nesillere yeni bir düşmanlık ve hasımlık şeklinde intikal ettiğini ortaya koyduk.
12 İMAM'ın özellikle HÜSEYİN'den sonra HALİFELER'e asla baş kaldırmadığını, ve özellikle İMAM CAFER'den sonra HALİFELER ile birlikte yaşadığını, hatta kız alıp kız verdiğini anlattık... Bunların çoğu ALEVİLER ve BEKTAŞİLER için hiç duymadıkları, bilmedikleri hususlar idi.
Zaman zaman baş kaldıran diğer ALİ OĞULLARI'na 12 İMAM'ın hiç bir zaman katılmadığını, hatta desteklemediğini belirttik.
Ve yine ALEVİLER'in hiç bilmediği bir hususu, yani 12 İMAM ile iyi geçinmeye başlıyan HALİFELER'in aynı müsamahayı 4 MEZHEP İMAMI'na göstermediğini, onları hapse atıp kırbaçlattıklarını anlattık. Ve böylece "HALİFELER ile MEZHEP İMAMLARI'nın bir olup EHL-İ BEYT'i ezdiği" inancının YANLIŞ olduğunu gözler önüne serdik!
Bu arada SÜNNİLER'in bir eksiğine işaret ettik. 12 İMAM'ı mutlaka ve iyi bir şekilde tanımaları gerektiğini hatırlattık.
ALEVİLER'in de 3 büyük hatasını ortaya koyduk. Bunlardan birincisi "KUR'AN'ın eksik olduğu" iddiasıdır. KUR'AN'ın bir tek harfinin bile EKSİK veya FAZLA olamıyacağını gösterdik!
(Bakınız: OSMAN'IN HİLAFETİ )
İkincisi BEKİR, ÖMER ve OSMAN adlarına tepki duymaları ve bunları kullanmamalarıdır. ŞİİLER bu hususta daha ileri gider, bunları hakaret anlamıyla kullanır. Tıpkı bizim YEZİD adını kötü anlamda kullanmamız gibi...
Aslında ALEVİLER bu adları kullansa ne olur, kullanmasa ne olur?... Hiç bir şey olmaz!.. Ne var ki, bilmedikleri bir hususu ortaya koyduk. 17 KEMERBEST diye bilinen ALİ'nin 17 OĞLU'nun ve onların oğulları ve torunları arasında bu adların kullanıldığını gösterdik. Yani, ALEVİLER'in ALİ'ye uymadığını; BEKİR, ÖMER, OSMAN adlarına tepki duyarken aslında ALİ OĞULLARI'na da tepki duymuş olduklarını hatırlatıp ikaz ettik!
Üçüncü hata da her HALİFE'ye baş kaldıranı ŞİA, her HALİFE'den yana olanı "YEZİD" saymaları idi. Bu yanlışlığın en bariz örneğini EBA MÜSLİM ve EBU HANİFE'yi gösterek verdik. ABBASİLER'i HALİFE yapan EBA MÜSLİM'i, bizzat İMAM CAFER ŞİA saymamıştır. EBU HANİFE ise, yine onun tarifine göre, meclisine katıldığı, kendisini tanıdığı için ŞİA'dır!
HALİFE'ye ayaklananlar Şİİ'dir, doğru!... Ama ŞİA değildir, ve İMAMLAR onları değil, HALİFE'yi tutmuştur. İMAM RIZA'nın HALİFE ME'MUN'a gelip ŞİİLER'e ve MUHAMMED MEHDİ OĞLU İBRAHİM'e karşı uyarması, bunun en büyük delilidir!
Öte yandan sonradan sözüm ona ALİ YANLISI sayılan ABDULLAH İBNİ SEBE ve SEBAİLER, HARİCİLER, SÜLEYMAN BİN SARD, MUHTAR SAKAFİ, HASAN-ÜL HERŞİ, EBU-S SERAYA, BUVEYHİLER'in hepsi Şİİ'dirler, ama gerçek ALEVİ değildirler. Yani ne ALİ YOLU'ndadırlar, ne de amaçları EHL-İ BEYT'i sevmek, savunmaktır!.. Bunlar hep kendi menfaatleri için ortaya çıkmış, menfaatleri çelişince EBU-S SERAYA gibi ALİ OĞLU İMAMLAR'ı öldürmekten bile çekinmemişlerdir!
12 İMAM bunlardan hep uzak dururken, TÜRKLER'e yakınlık gösteren HALİFELER ile iyi ilişkiler kurmuşlar ve 4 MEZHEP İMAMI'na ışık saçmışlardır.
Bütün bunları anlattık... Ama yine de fazla bir şey söyledik sayılmaz... Eğer SÜRTÜŞME anlattığımız gibi 4 HALİFE'den, 12 İMAM'dan, 4 MEZHEP'ten kaynaklanmıyorsa, nereden geliyor?..
Üstelik böyle yalan yanlış anlatılanlar bile, bu husumetin 1400 yıl sürdürülmesine sebep teşkil etmiyor... Öyle ya!.. Ortada ne ALİ kalmış, ne de HİLAFET!...12 İMAM dahi tarihe karışmış. HİLAFET kursanız oturtacak ALİ EVLÂDI yok ortada!.. Olanların çoğu HIRİSTİYAN BATI devletlerine uşaklık eder hale gelmişler, sonra da kenara itilmişler..
Öyleyse nedir bu olup bitenler?... Neydi HUMEYNİ'deki hırs?.. Neden KÂBE'yi basmak istedi?.. Niye HAC sırasında adamlarını, futbol fanatikleri gibi sokaklara saldı?...
Bunlar 12 İMAM'dan kaynaklanmıyorsa, nereden geliyor?
Kim sebep oldu bunlara? Kim FİTNE soktu İSLAM'a?
Esas FİTNE ve FESAD'ın kaynağını bundan sonra göreceksiniz. Ve hayretten küçük dilinizi yutacaksınız.
İSLAM'A FESAT KATANLAR
Elbette ki ilk FESAT kaynağı ABDULLAH İBNİ SEBE'dir. İSLAM'a duyduğu kini açıkça ifade edemediği için, vazgeçemediği YAHUDİLİK'ten İSLAM'a BİD'AT sayılan şeyleri sokan; zekâsı ve bilgisi sayesinde bunları henüz yeni MÜSLÜMAN olmuş halka cazip gösteren, nihayet HAC farizesi sırasında taraftarlarını Hz. OSMAN'ın üstüne salan odur!.. Hz. ALİ'yi AYŞE karşısında, MUAVİYE karşısında müşgül durumda bırakan onun adamlarıdır. Ama bunlar sonradan koyu ALİ taraftarı kesilmişler, hatta onu ALLAH mertebesine çıkarmışlardır.
Rivayete göre İBNİ SEBE, Hz. ALİ'ye "Sen ALLAH'sın!" demiş. Hz. ALİ de onu MEDAİN'e sürgün göndermiş.
Ama en büyük FİTNECİ, şüphesiz ki MEYMUN'dur!.. Hakkında çok az şey bilinir. Bir rivayete göre İRANLI, diğerine göre KUREYŞLİ'dir... KUREYŞLİ olan MEYMUN-AL KADHAH diye bilinir. Diğeri MEYMUN BİN DEYSAN diye bilinir. İMAM MUHAMMED BAKIR ve CAFER-ÜS SADIK'ın resmi tavisidir. Yani 7. İMAM ve İMAM olmayan kardeşi İSMAİL zamanında yaşamıştır. Haris, son derece zeki ve bilgili idi.
Doğrusunu ALLAH bilir ama, bizce kendisini gözden düşürecek bir davranışta bulunmuş, bu suretle İMAMLAR'ın yanından uzaklaşmak durumunda kalmış ve onlara cephe almıştır. Neticede hapiste tanıştığı Muhammed bin el-Hüseyin ile birlikte İSMAİL'in İMAM'lığını savunma, İMAMLIK postunun onun soyuna geçtiğini iddia etme mücadelesine girmiştir.
Halbuki İSMAİL, CAFER-ÜS SADIK hayatta iken vefat etmiş, ve İMAMLIK çok açık bir şekilde MUSA-L KÂZIM Hazretleri'ne intikal etmişti!
Gözünü hırs bürümüş olan MEYMUN'un esas amacı, her türlü DİN'in ortadan kalkması idi. Özellikle hızla etkisini arttıran İSLAM DİNİ'nin ŞERİAT'ını yıkmak, İTİKAD'ını sarsmak istiyordu. Bunun için de kendisi gibi düşünen bir kaç kişi ile toplanıyor, görüşüyor, planlar yapıyordu.
Fakat çevresi İSLAMİYET'e gönülden inananlarla doluydu. Onlara fikirlerini açıktan söylemek her şeyi mahvedeceği gibi, canını bile tehlikeye sokardı. MEYMUN, onun için İSLAMİYET'i paravan olarak kullandı. ŞİİLİK'ten yararlandı. ŞİİLİK inancını önce ifrata, sonra inkâra götürmek için harekete geçti.
MEYMUN emeline ulaşamadan öldü.(797) Yerini oğlu ABDULLAH aldı. Onun amacı biraz daha değişikti.
MEYMUNOĞLU ABDULLAH, ARAP etkisinde olan İSLAM'ı kullanarak İRAN'ı ele geçirmeyi, sonra onu eski şaşaalı haline döndürmeyi ve başına geçmeyi tasarlıyordu. Bunun için de İRAN'ın milli MECUSİLİK dinini ihya etmek arzusundaydı. Bir kere başarıya ulaştıktan sonra bütün dinleri ortadan kaldırmak zor olmıyacaktı.
Taktik akıl almaz derecede sinsice idi... Dinsizliği yayabilmek için önce dindar görünerek, dindarlar arasında sivrilerek işe başladılar. Yani gerçek MÜSLÜMANLAR'dan daha fazla ORUÇ tutuyor, NAMAZ kılıyor, KUR'AN ve HADİS okuyorlardı. Böylece takdir kazanıyor, çevrelerine saf insanlar toplanıyor, onlar da fikirlerini rahatça yayabiliyorlardı. Doğrusu babasından daha iyi bir teşkilatçı olan ABDULLAH ve taraftarları bu işi çok iyi yapıyorlardı.
ABDULLAH bir de TARİKAT kurdu. İmamlığın İSMAİL'in soyuna geçtiği esasına dayanan İSMAİLİYE MEZHEBİ, bu tarikattan doğdu.
İMAM CAFER'in aslında hiç bir şeyden haberi olmayan muhterem oğlu İSMAİL, babasının sağlığında vefat etmiş, geriye oğlu MUHAMMED MEKTUM kalmıştı. İMAM torunu olan MUHAMMED MEKTUM da elbette dedesinden ve babasından ruhani sırlar edinmiş, bunlardan yanından ayrılmayan ABDULLAH da yararlanmıştı. MUHAMMED MEKTUM'un İMAM olma ihtimali yoktu. Ama ABDULLAH bundan yararlanmasını bildi ve İSMAİL SOYU'nun imamlığını kabul eden tarikatın ilk şeyhi oldu.
İSMAİL OĞLU MUHAMMED MEKTUM'un, asıl İMAM MUSA-L KÂZIM 'a ne sıkıntılar verdiğini daha önce anlatmıştık. Bunları herhalde ABDULLAH'ın kışkırtması ile yapıyordu.
ABDULLAH'ın PEYGAMBER SOYU ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktu ama, bir süre sonra bu tarikatın şeyhlerinin İSMAİL'in SOYU'ndan, dolayısiyle Hz. ALİ'nin torunlarından sürdüğüne inanıldı.
İsim cazipti... ABDULLAH bilgili ve zekiydi. Haberleşme imkânları o dönemde son derece kıttı. İSMAİL'in babasının sağlığında öldüğünü, MUSA-L KÂZIM'ın İMAMLIK postunu hakkıyla elde ettiğini bilmeyenler çoktu. ABDULLAH'ın adamları da iyi propogandacı idiler. Böylece tarikat kısa zamanda gelişti. ABDULLAH da Şİİ aleminin önde gelen kişisi, hatta piri oldu.
Zamanımızda TARİKAT değil de MEZHEP olarak bilinen, liderleri AĞA HAN'ı her yıl altınla tartan, müritlerden ZEKÂT diye toplanan bu paralarla AĞA HAN SOYU'nu hovardaca yaşatan İSMAİLİYE inancı, işte böyle ortaya çıktı.
Hıristiyan tarihçiler bu olay üzerinde çok dururlar. ABDULLAH'ın niye ve hangi amaçla öne atıldığını açıklamaya çalışırlar... Onlara göre ABDULLAH, galip ARAPLAR ile mağlup ACEMLER'i birleştirmek, ve ARAPLAR'ı ACEMLER içinde eritmek istiyordu.
(Bakınız: NOTLAR - 3, 27)
Galip ARAPLAR'ın en büyük dayanağı DİN'di. ABDULLAH'a göre ise DİN, halkı istenilen yöne sevketmeye yarıyan bir vasıtadan ibaretti... Bu zihniyet aşağı yukarı 1000 yıl sonra MARKS tarafından aynen dile getirilecektir. O da "yenenin aslında yenildiğini, istila ettiği ülke halkı içinde eriyip gittiğini, DİN'in halkı uyutarak istenen yere götürmenin bir aracı olduğunu" söyliyecektir. Bu fikirleri benimseyen komünistler de bir çok ülkede, özellikle ORTA AMERİKA'da, dinden ve din adamlarından yararlanmasını bileceklerdir.
MEYMUN OĞLU ABDULLAH da dindar görünmesine rağmen; yakın çevresini etrafına toplanan inançlı SÜNNİLER'den, ŞİİLER'den değil; PUTPERESTLER'den, FELSEFECİLER'den seçiyor, tarikatının üst mertebelerine yalnız onları yerleştiriyordu. Yani DİN'i amacı için istismar ediyordu.
Dışından bakınca, İSMAİLİYE tarikatı herkese açıktı... ABDULLAH'ın "eşek sürüsü" dediği inanmış kitle de tarikata girebiliyor, ama bunlar asla 1. MERTEBE'den yukarı çıkamıyordu. Bunlar sadece kullanılıyor, ve tarikata maddi kaynak sağlıyordu.
İSMAİLİYE'nin de hemen her tarikat gibi 7 MERTEBE'si vardı.
(Bakınız: NOTLAR - 3, 28)
2. MERTEBE: MÜKELLEFLER.... Bunların vazifeleri tarikat dışındakilerin aralarına onları tarikata çekmek, hazırlayıp üstleri ile görüştürmekti.. İçlerinde başarılı olanlar 3. MERTEBE'ye yükselebilirdi.
3. MERTEBE: DAİLER, yani PROPOGANDACILAR... Bunlar yeni müracaat edenlerden İMAM adına BİAT alırlar ve alttakilere azar azar tarikatın esaslarını öğretirlerdi. MÜMİNLER'in 2. MERTEBE'ye geçmesi bunların izniyle olurdu.
4. MERTEBE: DAİ-Yİ EKBERLER,yani EN BÜYÜK PROPOGANDACILAR... Bunlar tarikatın gerçek bünyesine nüfuz edebilen imtiyazlı ve etkili kişilerdi.
5. ZU MASSALAR... Tarikatın sözde ilim ve irfanını yudumlamaya, tıpkı ana memesinden süt emer gibi almaya hak kazanmışlar... Zaten ZU MASSA da bu anlama gelirdi.
6. HÜCCETLER... Yani kendinden alttakilere ilmini damla damla emzirenler.. Onlar bu mertebede yer alırdı.
7. MERTEBE: İMAM.... ALLAH ile (haşa!) doğrudan doğruya her an irtibatta olan kişi... Tarikat mensupları İMAM'ın bu özelliğine gönülden inandıklarından, o ne yapsa mübahtı, makbuldü. Can, mal, ırz, her şey onun emrinde idi.
Bu 7 MERTEBE ile uygulanan metot son derece enteresandı. DAİLER, başlangıçta çengel attıkları kişinin ibadetini takdir, hatta teşvik ederlerdi. Kendileri de onunla birlikte ibadetten kaçınmazlardı. Fakat bir müddet sonra şöyle demeğe başlarlardı:
- "Bunca yıl ibadet ettim, bir kere bile duamın kabul olduğunu görmedim. Demek ki boşmuş!.. Zaten ALLAH'ın duamıza, namazımıza ihtiyacı yok ki!"
Sonra daha da ileriye giderek,
- "Bence mühim olan kalbi temiz tutmaktır. ALLAH'ın muhtaç olmadığı ibadete aslında gerek yoktur"
derlerdi. Sonra ahıret tasasından kurtulmak gerektiğini vurgularlar, "her şeyin dünyada" olduğunu söyliyerek karşılarındakini yavaş yavaş inkâra çekerlerdi.
Şimdi denilebilir ki, bu söylenenlerin hiç biri yanlış değil!.. ALLAH'ın gerçekten ibadetimize ihtiyacı yok. Kalp temizliği elbetteki her şeyin başı... Öyle olmasa, namaza niyetle başlamazdık...
Ama bu doğruların yanında istenenler... ve tarikate girenden beklenenler... işte onlar hep yanlış ve art niyetli idi!..
ABDULLAH önce MECUSİLER'i, sonra ACEMLER'i, sonra SÜNNİ sayılmayan ARAPLAR'ı, sonra da ARAPLAR'dan RABİA OĞULLARInı tutardı. Onların MUDAR OĞULLARI ile aralarında olan düşmanlıktan yararlanmak isterdi.
Devir ABBASİ dönemi idi ve BAĞDAT HİLAFET merkezi idi. Ancak HALİFELER'in dini gücü son derece zayıflamıştı. Köle olarak hizmete alınan ve MU'TASIM zamanında önemleri artan TÜRKLER, artık DEVLET'i idare eder vaziyete gelmişti. Ülkenin çeşitli yerlerinde huzursuzluk ve istikrarsızlık vardı, ve bu gittikçe artıyordu.
ZİKRAVEH hem zamanı, hem de yeri çok iyi seçmişti. Ayrıca kendine NEHRUVAN mevkiinde yaşıyan çok işe yarar bir de taraftar bumuştu. Bu adam gece gündüz ibadet eden, devamlı oruç tutan, sokakta yatıp kalkan ve ahıretten başka bir şey düşünmeyen biri idi. Herkes onu uğurlu sayıyor, ve duasının kabul olduğuna inanıyordu. O da "5 vakit namazın yetmiyeceğini, 50 vakit kılmak gerektiğini" söyleyip duruyordu.
Bir süre sonra, halkın veli saydığı bizim de ZAHİD diyeceğimiz bu adam, işi ilerletti. "Bir İMAM etrafında toplanmak gerektiğini" söylemeye başladı.
- "Her tarafı fesat kapladı, hükümet zalimdir, halk huzurdan mahrumdur," diyerek, dünyayı MEHDİ'nin kurtaracağını ilan etmeye başladı. Ama bu "mehdi", son İMAM MUHAMMED MEHDİ değildi elbette!
Halk ona inanmakta gecikmedi. ZAHİD kendine 12 NAKİP seçti. Sonra da kendisini görmeye gelenlerin birer altın getirmelerini istedi. Bu altınlar "zuhur edecek MEHDİ için" alınıyordu!...Toplanan altınlar MEHDİ ortaya çıkınca kullanılacak, herkes verdiğini kat kat geri alacaktı!.. Bu ZAHİD'in en güvendiği adamlardan biri de HAMDAN KARMAT idi... İlerde İSLAM'ın başına büyük dertler açacaktı!..
Zamanla altınları sadece getirenlerden değil, halktan toplamaya başladılar. ZAHİD'in müritleri artınca, istenen altın miktarı da arttı. İşin içine zorbalık girdi. Sonunda şikâyetler başladı. Hükümet adamı yakalattı, tahkikat açtırdı. Dava ile ilgilenen kadı ciddi biriydi. İşini sıkı tuttu. Müritler ZAHİD'i kaçırmasın diye adamı bizzat kendi evine götürdü, bir odaya hapsetti. Ertesi gün mahkemede adamın idamına karar verdi. ZAHİD'i hapsettiği odanın anahtarını yastığının altına koyup, yattı.
Ne var ki, Kadı'nın cariyelerinden bazıları ZAHİD'e ve KARMAT'a çok bağlıydılar. Kcdı'nın yastığının altından anahtarı alıp ZAHİD'i serbest bıraktılar, sonrada anahtarı yine yerine koydular!..
Ertesi gün idam hazırlıkları yapılırken, ZAHİD'in hapsedildiği odadan uçarak kurtulduğu dilden dile kulaktan kulağa yayıldı. Halkın ZAHİD'e olan inancı bir kat daha arttı. Ama ZAHİD akıllı biri idi. Bundan böyle başının dertten kurtulmıyacağını bildiği için, oradan ayrıldı, KÛFE'ye gitti. Orada da müritlerine KARMAT'a itaat etmelerini söyleyip , büyük bir ihtimalle toplanan altınlarla birlikte, ortadan kayboldu!..
ZAHİD dediğimiz bu keramet sahibi kişinin(!) ZİKRAVEH'in kendisi olduğu söylenir... Kim olursa olsun, yaman bir teşkilatçı idi. Son derece güçlü bir cemiyetin temellerini atmıştı. KARMAT bu imkânı iyi değerlendirdi. Müritlerini mertebelere ayırdı, her birine ayrı bir görev verdi. Bu insanlar mertebe yükseldikçe ibadeti terkediyor, her şeyin mubah olduğu bir noktaya geldiklerini düşünüyorlardı. Cemiyetin nesi varsa, bunlara ait oluyordu. Hatta KARMAT, mallarla birlikte kadınları da ortak sayarak, müfrit bir komünizme yöneldi.
SACY adlı BATILI bir yazarın ifadesine göre, KARMAT bir gece müritlerini topladı, kadın-erkek hepsini bir araya getirdi. Sonra erkeklere istedikleri kadınla yatmalarını söyledi. Ona göre toplum içinde "kardeşler"in varacağı en üst nokta bu idi!.. Bu olaydan sonra KARMATİLER karılarını ikram etmeyi "misafirperverliğin gereği" olarak görmeye başladılar.
KARMAT müritlerine sağladığı cazip imkânlarla tarikatının hızla yayılmasını gerçekleştirdi. Özellikle İRAN, eski MEZDEKİ inançlarına yakınlığından dolayı KARMATİLİK'ten çok etkilendi. Çünkü İSLAMİYET'in yayıldığı yıllarda bile KİRMAN'da hâlâ bir miktar MEZDEKİ vardı. (Bakınız: NOTLAR - 3, 29)
ZİKRAVEH'in 3 oğlu vardı: YAHYA, HÜSEYİN ve ALİ...
Bunlar KARMAT'ın koyduğu esasları yaymakla görevliydiler. Bunlar ayrıca kendilerinin "İSMAİL'in torunu" olduklarını iddia ediyorlar, ve böylece kendilerini Hz. ALİ yoluyla PEYGAMBER SOYU'na bağlamayı unutmuyorlardı. Biri yandan da kurdukları çetelerle BASRA ve KÛFE çevresine kan kusturuyorlardı. Halktan sorla HAMSE, yani gelirlerinin beşte birini, sözüm ona EHL-İ BEYT adına topluyorlardı.
Bu tavır, 12 Eylül 1980 ihtilalinden önce bölücü örgüt mensuplarının "halk adına" diyerek dükkanlardan her ay muntazam haraç toplamalarına benziyordu. 1984'den sonra PKK ve TİKKO örgütleri de "vergi" adı altında sözüm ona haklarını savundukları Kürt kökenli vatandaşlarımızdan para toplarlardı... Her iki grup ta sonra bu paraları istedikleri gibi harcarlardı.
KARMATİLER bir ara ŞAM'ı dahi muhasara etmişler, zor def edilebilmişlerdi. YAHYA bu vak'a esnasında öldü. Yerine HÜSEYİN geçti. ZİKRAVEH ise her zaman olduğu gibi yine arka planda idi.
ŞAM mağlubiyetinden yılmadılar. Sürekli baskı altında tuttukları için ŞAM halkı yılda 300.000 altın haraç vermeyi kabul etti. Böylece güçlenen KARMATİLER bu sefer HUMUS üzerine yürüdüler ve şehri zaptettiler. Hütbeyi HALİFE adına değil; eşkiyabaşı HÜSEYİN adına okutmaya başladılar. Kendisini MEHDİ ilan ettiler. Daha sonra HAMA, MUARRA, SELEMYE'yi de ele geçirdiler. Halkı, hatta hayvanları bile katlettiler.
BAĞDAT'taki HALİFE'nin bütün gayretleri boşa gidiyordu. KARMATİLER'in üzerine gönderdiği kuvvetler hep yeniliyordu. Nihayet MISIR'dan sağlanan büyük bir ordu ile HÜSEYİN ve adamları yakalandı, hepsi idam edildi.
KARMATİLER büyük sarsıntı geçirdiler, ama yıkılmadılar. HÜSEYİN'in yerini ALİ aldı. ZİKRAVEH ise yine arka planda kaldı.
ZİKRAVEH'in mel'un oğlu ALİ, bu sefer YEMEN'e yöneldi. Orayı zaptetti. YEMEN uzakta kaldığı için kurtarıcı bulamadı. ZİKRAVEH 20 yıldır sürdürdüğü çabalarını sonuca ulaştırmak, BAĞDAT'taki HALİFE'yi devirerek yerine geçmek istiyordu. Bunun için dört bir yana haber salındı, adamlarına "HÜSEYİN'in intikamının alınacağı" iletildi... Artık BAĞDAT'a kafa tutabileceğine inanan ZİKRAVEH ortaya çıkmaya karar verdi...
Ama ne törenle!!!
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: ZİKRAVEH'İN AKIL ALMAZ HİLESİ
ZİKRAVEH'in ortaya çıkmaya karar verdiği gün, bütün adamları toplandı. Bir kaç yakını toprağı araştırdılar, gizli yeri bulup kayaları taşları kaldırdılar. Demir kapak ta açılınca ZİKRAVEH belirdi!... Pek az kişi hariç, bütün orada bulunanlar için ZİKRAVEH yıllarca önce ölmüş te, şimdi dirilmiş gibi ortaya çıktı!.. Eh, böyle birisi de ancak MEHDİ(!) olabilirdi!...
ZİKRAVEH bembeyaz elbiseler ile görününce heyecan son haddine ulaştı. Herkes onun uğruna can vermeye and içti. Onun efsanevi(!) geri dönüşü KARMATİLER için büyük bir kazanç oldu. Hepsi onun bayrağı altında toplandı. ZİKRAVEH te o günden sonra beyaz elbiselerle ve yüzü peçeli olarak dolaşmaya başladı.
Bununla, sözde TANRI'NIN NURU, CEMAL'i onda tecelli etmiş de, bakanların gözü kör olurmuş gibi bir hava yaratıyor ve peçe ile sözüm ona müritlerini yanmaktan koruyordu!
Şurası unutulmamalıdır ki, MEYMUNOĞLU ABDULLAH'ın temelini attığı İSMAİLİYE MEZHEBİ, ve ondan sonra ortaya çıkan KARMATİLİK, Şİİ kisvesi altında ve sözde ALİ YANLISI olarak faaliyet gösteriyordu. Bu yüzden BAĞDAT'taki HALİFE onlar için hasım durumunda idi...Halkın o dönemde huzur ve refah içinde olmayışı, Şİİ eğilimli olanların KARMATİLER'e sempati duymasını kolaylaştırıyordu.
BAĞDAT ise KARMATİLER'e karşı yavaş davranıyor, gelişmeleri arkadan takip ediyor, ve işi ciddiye almıyordu...Bu yüzden geç kalındı. Nihayet KARMATİLER'le uğraşmak görevi bir TÜRK'e, SORTEKİN OĞLU VASIF'a verildi.
VASIF, KARMATİLER'i takip etmiş, ama amaçlarının ZİKRAVEH OĞLU HÜSEYİN'in intikamını almak, ve HALİFE'yi devirmek olduğunu anlıyamamıştı. Ancak onların saldırıya geçeceklerini haber alınca, SUVAN denen yerde önlerini kesti. İki ordu karşılaştı. KARMATİLER, "Ya HÜSEYİN!..Ya HÜSEYİN!.." diye bağırarak kendilerinden geçmişcesine hücuma kalktılar.
TARİH yine tekerrür ediyordu!.. Yıllar önce MUAVİYE'nin adamları Hz. ALİ'nin askerlerinin önüne KUR'AN sayfaları ile çıkmış ve tereddüt yaratmışlardı... Şimdi de ZİKRAVEH, HALİFE EL MUTAZAT'ın askerlerinin önüne "Ya HÜSEYİN!" diye çıkıyordu...Ama bu HÜSEYİN, Hz. ALİ'nin mubarek oğlu KERBELÂ ŞEHİDİ HÜSEYİN DEĞİL; kendi oğlu MEL'UN HÜSEYİN İDİ!...
Ne var ki, VASIF'ın askerleri bundan habersizdi. VASIF istihbarat konusunda yetersiz kalmıştı... Askerleri düşmana kılıç kaldırmakta tereddüt ettilerse de, onlar saldırınca kendilerini savundular, öyle kolay bozulmadılar. Hatta bir ara üstünlük sağlar gibi oldular. Ancak ZİKRAVEH yedeklerini devreye soktu ve savaşı kazandı. VASIF zor kurtuldu. Askerlerinin çoğu hayatını kaybetti, ŞEHİT oldu.
Bu zafer KARMATİLER'i hem güçlendirdi, hem de çok şımarttı. Artık HAC yolunu bile kesiyor, erkekleri öldürüyor, kadınları köle olarak kendi bölgelerine gönderiyorlardı. BAĞDAT hükümeti zor durumdaydı. KARMATİLER'in üstüne gönderdiği 20.000 kişilik bir başka ordu da tedbirsizlikten susuz kalmış ve kırılmıştı.
Ancak KARMATİLER emellerine ulaşamadılar. KUFE'yi bütün gayretlerine rağmen zaptedemediler. Öte yandan VASIF ta boş durmamış, iyice hazırlandıktan sonra 906 yılında tekrar KARMATİLER'in üzerine yürümüştü.
ZİKRAVEH aynı oyunu bir kere daha tekrarlamak istediyse de, başarılı olamadı. Bu sefer VASIF işi sıkı tutmuştu. KARMATİLER'i darmadağın etti, pek çoğu öldürüldü. ZİKRAVEH yaralandı. Bütün ailesi, akrabaları ve dailerin çoğu ile birlikte yakalandı. BAĞDAT'a götürülürken yolda kan kaybından öldü. Adamları da idam edildi.
ZİKRAVEH ortalığa öyle bir korku salmıştı ki, halk öldüğüne ancak kesik başı günlerce sokaklarda teşhir edildikten sonra inanabildi... Ancak ondan sonra gerçekten sevinebildi!
AFRİKA'ya gönderilenler arasında EBU ABDULLAH Şİİ de vardı. Bu kişi önce MEKKE'ye, oradan AFRİKA'ya ve MAĞRİB'e gitmiş, yolda hacılarla karşılaşmış ve onları zühdü, takvası(!) ile etkilemişti. Yolun zahmetlerine rağmen oruç tutuyor, devamlı ibadet ediyordu. Dindar görünmek bütün İSMAİLİ DAİLER'in aldatma metodu idi.
Böylece iyi bir nam kazanarak MAĞRİP'teki kabileler arasında tanınmış, nüfuz sahibi olmuş, sonra da yakında zuhur edecek olan MEHDİ'den söz etmeye başlamıştı. İkna kabiliyeti yüksek olan EBU ABDULLAH Şİİ, MEHDİ(!) adına malların beşte birinin toplanması gerektiğini söylediğinde bile karşı çıkan olmamıştı.
EBU ABDULLAH Şİİ, etrafına toplanan kabilelerin sayısı artınca MAĞRİP EMİRİ AĞLUB'a karşı ayaklandı. Bir kaç şehir zaptedip, çevreyi kasıp kavurmaya başladı. AFRİKA'nın kuzeyinin tek hakimi durumundaki ZİYADETULLAH ise zevk ve sefaya dalmış bir kişi olduğu için, olaydan çok geç haberdar oldu. Şİİ kısa zamanda karşısında durulamıyacak kadar güçlendi, 40.000 asker topladı!
Öte yandan İSMAİLİYE MEZHEBİ'nin lideri MEYMUN'un torunu HÜSEYİN, Şİİ'nin AFRİKA'da güçlendiği sıralarda bir seyyah kılığına girmiş, dolaşıp adamlarının ne yaptığını teftiş ediyordu. Önce GÜNEY İRAN'dan ŞAM'a, oradan da HUMUS'a gelmişti. Bu arada ABBASİLER'in belli başlı şehirlerini de görmüş, adamlarına talimat vermiş, BAĞDAT'taki HALİFE'nin bu faaliyetten haberi bile olmamıştı.
HÜSEYİN, SELEMYE'ye gelince, YAHUDİ bir demircinin güzelliği dillere destan dul karısını görmüş, ona gönül vermişti. Kadın yeni ölmüş kocasının yasını tutuyordu. Fakat o kadar güzeldi ki, HÜSEYİN her şeyi unuttu, kadınla evlenmeye karar verdi. Adamları kadının ayaklarına müccevherler altınlar dokünce, kadın da yası unuttu, HÜSEYİN'le evlenmeyi kabul etti.
Kadının ilk kocasından kendisi gibi güzel bir oğlu vardı. HÜSEYİN bu çocuğun eğitimiyle bizzat meşgul oldu. Ona kendi inançlarını aşıladı. Çocuğu olmayınca da onu yerine geçirmeye karar verdi. ÜBEYDULLAH adını verdiği bu çocuğu, yerine halef tayin etti. Ona mezhep teşkilatının nasıl işlediğini, rumuz ve işaretlerini birbir öğretti. (Bakınız: NOTLAR - 3, 30)
HÜSEYİN ölünce ÜBEYDULLAH teşkilatın başı oldu. BAĞDAT onları sıkıştırmaya başlayınca da iyice güçlendikleri AFRİKA'ya gittiler.
Bir seferinde MISIR valisi onları yakalayıp BAĞDAT'a göndermek üzereydi ki, ÜBEYDULLAH mücevherlerle valiyi caydırdı ve kellesini kurtardı. KİRAVAN'a giderken bir kere daha yakalandı, hapse atıldı.
İşte bu sırada EBU ABDULLAH Şİİ 40.000 kişilik bir orduya sahip hale gemişti. ÜBEYDULLAH'a merak etmemesi haberini gönderdi. Sonra adamlarına nicedir bekledikleri MEHDİ'nin hapiste olduğunu, kurtarılması gerektiğini söyledi. MAĞRİPLİ taraftarlar da ayaklandılar. ÜBEYDULLAH'ı kurtardılar.
O kadarla da kalmadılar. AFRİKA hâkimi ZİYADETULLAH'ı devirip ÜBEYDULLAH'ın mehdiliğini ilan ettiler! (913)
Bu olay İSMAİLİLER için büyük bir başarı idi... ÜBEYDULLAH adına MAĞRİB'in, yani şimdiki FAS'ın her yanında hutbeler okundu. ÜBEYDULLAH her tarafa valiler, hakimler tayin etti. Halkı kendi mezhebine çağırıyor, kabul edenleri ödüllendiriyor, etmiyenleri de hapsediyordu. Kısa zamanda LİBYA'dan FAS'a kadar her tarafta hükmü geçtiği gibi, SİCİLYA'da bile valisi vardı!
ÜBEYDULLAH, ki genelde MEHDİ diye anılır, bundan sonra MISIR'ı fethetmeye çalıştı. Başaramayınca KARMATİLER'i ABBASİ HALİFELER aleyhine kışkırttı. Sonra TUNUS'u, KARTACANA'yı dolaşıp kendine uygun bir yere aradı. Nihayet deniz kıyısında, şimdi MEHDİYE diye anılan bir yer buldu. Çok müstahkem bir mevki olan bu yarımadada surlar, mahzenler, alt geçitler, köşkler inşa ettirdi. Burayı şehir haline getirdi. 947'de öldüğünde oğlu KAİM'e artık kolay yıkılmayacak bir DEVLET bırakmıştı.
KAİM devletin sınırlarını daha da genişletti. Kurduğu donanma ile ROMA'ya kafa tuttu. CENOVA'ya girdi. Bir ara saldırıya uğradıysa da, tehlikeyi atlattı.
KAİM'den sonra MANSUR ve MUİZ zamanında devlet en geniş halini aldı. MUİZ 950'de MISIR'ı zaptetti. SURİYE'ye girdi. Böylece yıllar önce MEYMUN'un hayal ettiği imparatorluk kurulmuş oldu.
Bu devlet FATIMİ DEVLETİ diye bilinir... Adını, hiç alâkası olmamasına rağmen, PEYGAMBERİMİZ'in muhterem kızı, Hz. ALİ'nin eşi FATMA'dan almıştır... FATIMİ hükümdarları kendilerini Hz. FATMA'nın, dolayısiyle Hz. ALİ'nin TORUNLARI sayarlardı. İMAM olması gerekirken hakkı yenmiş CAFER-ÜS SADIK'ın oğlu İSMAİL'in soyundan geldiklerini iddia ederlerdi.
Ama görüldüğü gibi, İSMAİL'le bir kanbağları olmadığı gibi, bunu iddia eden MEYMUN OĞLU ABDULLAH'ın bile gerçek torunları değillerdi!.. FATIMILER Şİİ idiler... Hele ŞİA, asla DEĞİLDİLER!(Bakınız: NOTLAR - 3, 31)
Ama bu sevinç biraz erken, biraz yersiz olmuştu. ZİKRAVEH'in oğlu YAHYA'nın müritlerinden CENNABİ adındaki kişi, BAHREYN taraflarında faaliyet göstermeye devam ediyordu. Birkaç sene içinde dağımış olan KARMATİLER'i etrafına topladı, iyice güçlendi. Ancak CENNABİ birgün hamamda iken öldürüldü. Yerine oğlu EBU TAHİR geçti.(914)
KARMATİLER bir süredir BASRA civarına akınlar yapıyorlardı ama, EBU TAHİR'in gözü BAĞDAT'a saldıracak kadar kara idi. Saldırdı da... HALİFE MUKTEDİR'i mağlup etti. Ortalığı soydu, soğana çevirdi.
EBU TAHİR daha sonra MEKKE'ye saldırdı. (926) Hacıları kılıçtan geçirdi. KUFE'yi zaptedip 6 gün yağma etti. Şehir onun zulmünden boşaldı. Soygunlardan, aldığı haraçlardan serveti gün geçtikçe büyüdü.
930 yılında, hacılar ARAFAT'ta iken EBU TALİP yine saldırdı. Yine hepsini kılıçtan geçirdi. Hatta KÂBE'nin içine girmeye muvaffak olan bir kaç hacı da bu mubarek yerde ŞEHİT edildi!
EBU TAHİR hacıların cesetlerini ZEMZEM kuyusuna attırdı!.. HACER-İ ESVED'i ve KÂBE kapısını söktü götürdü!... Arkasında yağma ve talandan harap olmuş bir HİCAZ bıraktı!.. Kısacası, BE TAHİR'de İMAN ve İNSAF'tan eser yoktu!
EBU TAHİR'in esas amacı, HASA denilen yerde kendi "kâbe"sini kurmaktı!... Herkes bu yöne dönecek, bu yere gelecek ve EBU TAHİR de onlardan elde edeceği altınlarla daha zengin olacaktı!..Zamanın BAĞDAT HALİFESİ EL MUKTEDİR, HACER-İ ESVED'i geri almak için EBU TAHİR'e 50.000 altın teklif etti, kabul edilmedi. Ancak ortalığın iyice karışacağını sezen FATIMİLER, işe müdahale ettiler. FATIMİ HALİFESİ MEKKE eşyasının iadesini emredince, KARMATİLER uymak zorunda kaldılar! (Bakınız: NOTLAR - 3, 33)
Aslında FATİMİLER'İN HALİFESİ, MEYMUN'un tek varisi idi. İSMAİLİLER'İN MEHDİSİ sayılıyordu. Bütün teşkilat ve genel olarak ŞİİLİK onun kontrolünde idi. EBU TAHİR verilen emre uymaktan başka bir şey yapamazdı.
Böylece bütün MÜSLÜMANLAR'ca kutsal bilinen HACER-İ ESVED, KÂBE'ye geri götürüldü, yerine kondu. (952) KARMATİLER bu işi istemeden yaptıkları için, HACER-İ ESVED'i önce KUFE sokaklarında dolaştırarak herkese göstermişler, sonra iade etmişlerdi.
FATIMİLER'in ŞAM'a girmesinden sonra HASAN, FATİMİ vali İBNİ FELAH'tan o seneye kadar sürekli aldıkları 300.000 altın haracı istedi. Aslında inanç bakımından aralarında bir fark yoktu ama, iş altına gelince, rekabet arttı. Haracı alamıyan KARMATİLER baş kaldırdılar! FATIMİLER'e harb ilan ettiler.
KARMATİLER'in lideri HASAN sür'atle hareket ederek ŞAM'ı zaptetti. MISIR üzerine yürüdü. FATİMİLER'in kudretli komutanı CEVHER bile onlarla başa çıkamadı. BAĞDAT'taki ABBASİ HALİFE de bu gelişmelerden yararlanıp, KARMATİLER'i daha çok çekindiği FATIMİLER'e karşı kullanmaya çalıştı.
Ancak FATIMİLER artık koca bir imparatorluğa sahip idiler. Sonunda HASAN ve kardeşlerinin hakkından gelerek KARMATİLER'in başına kendi adamlarını geçirdiler.
KARMATİLER ikinci darbeyi merkezleri olan HASA'da bir ağadan yediler. Bu ağa oradaki KARMATİLER'i yeryüzünden sildi, HASA'yı da ABBASİ HALİFESİ'ne devretti. Böylece KARMATİLİK içerden FATIMİLER, dışardan ABBASİLER tarafından bir daha toparlanamıyacak şekilde yıkılmış oldu.
Tabii benzeri teşkilat ve tarikatler kurulmaya devam etti... Ama KARMATİLER'in de, FATIMILER'in de, İSMAİLİLER'in de, sonradan kurulan pek çok benzer tarikatin de bizdeki 12 İMAMLI ALEVİLİK ile yakından uzaktan hiç bir ilişkisi yoktu. ALEVİLİK, adına uygun olarak ALİ'nin, MUHAMMED'in yolunda iken; diğerleri kendilerine başka rehberler, başka mürşitler bulmuşlar; ancak bu hususu gizli tutarak halka ALİ YANLISI görünmüşlerdir!
MEYMUN'un oğlu ABDULLAH'ın koyduğu prensiplere göre İSMAİLİYE İMAMI (haşa!) ULUHİYYET mertebesinde idi. Yani ALLAH katında idi. Bir şair MUİZ için şöyle demişti:
- "MUKADDERAT'ın iradesi senin iraden yanında hiçtir! O'nun istediği değil; senin istediğin olur! KAHHAR sensin!"
Yine bir başka şair RUKADE şehrine girdiği zaman MUİZ için şu mısraları yazmıştı:
- "Bugün bu şehre gelen, ne MESİH'tir, ne ADEM'dir, ne NUH'tur!...Bugün gelen bizzat ALLAH'tır (haşa)! ve ondan gayrısı hiçtir!"
CANLAR!.. Bilindiği gibi, TASAVVUF'ta her şey ALLAH'tandır, her şey ALLAH'a döner. Hatta MÜKEVVENAT'ta O'ndan gayrı bir şey yoktur!.. Bu gerçeği idrak eden kişi de VELİ'dir...
Amma, yaradılmışlardan sadece bir kişiye ULUHİYYET isnat etmek, hele ki bunun babadan oğula geçtiğini düşünmek, bizce hatalıdır!.. Şİİ FATIMİLER ile 12 İMAM'ın işte bu yüzden yakından uzaktan alakası yoktur. Unutmıyalım ki, Hz. ALİ, kendisine "Sen ALLAH'sın!" diyerek sırnaşmak isteyen İBNİ SEBE'yi MEDAİN'e sürmüştü!...
MEYMUN'un gizli teşkilatı MUİZ'in torunu HAKİM zamanında iyice güçlendi, yeniden organize edildi. HAKİM kendisine vehmettiği ULUHİYYET ile teşkilatı düzene koyarken, halkı da iyice ezmekten kaçınmadı.
Mesela herkes gündüz çalışır gece uyurken, HAKİM gece çalışıp gündüz uyumalarını emretmişti!.. Bir başka deliliği de Hz. MUHAMMED'in ASHAB'ına söğdürmesidir... Bu küfürleri yazdırıp cami duvarlarına astırmıştı.
Bir süre sonra bundan vazgeçti. Bu sefer ASHAB'a küfredenleri cezalandırmaya başladı!.. Bir ara TERAVİH namazını yasakladı. Sonra bu yasağı kaldırdı... Bir gün bütün HIRİSTİYANLAR'a MÜSLÜMAN olmalarını emretti... Sonra izin alanların eski dinine dönebileceğini açıkladı... Kadınların sokağa çıkmasını yasakladı. Çıkanlar idam ediliyordu. Velhasılı, herif zırdelinin teki idi!
Ama bütün bunlara rağmen, teşkilat gittikçe güçleniyordu. Bunun için bir medrese kurulmuştu. DAR-ÜL HİKME, yani BİLGİ KAPISI adlı bu medrese iki kısımdan oluşuyordu. Birincisi alimler içindi. DAİLER buraya devam eder, burada yetiştirilirdi. İkinci kısım 9 derece idi. Cahiller önce burada din kitaplarını ve tefsirleri münakaşa ederlerdi. Onlara ilk başta dini meselelerin anlaşılması zor konular olduğu, basit zekalı insanların anlıyamıyacağı telkin olunurdu. Sonra aklı karışan müritlere dini hakikatlerin öğretileceği, ama bunları kimseye ifşa etmemeleri söylenirdi. İlk derece müridin her türlü inancı sarsılırdı. Yine de devam etmek isteyen, ikinci dereceye geçerdi.
İkinci derecede daha önceki alimlerin, müfessirlerin yazdıklarının yanlış olduğu söylenirdi. Gerçek tefsirin ALLAH tarafından yalnız İMAM'a bildirildiği telkin edilirdi. Merakı artan müridlerden yine ifşa etmiyeceğine dair yemin alınır ve üçüncü dereceye geçirilirlerdi.
Üçüncü derecede 7 İMAM'ın ALİ, HASAN, HÜSEYİN, ZEYNEL ABİDİN, MUHAMMED BAKIR, CAFER-ÜS SADIK ve İSMAİL olduğu öğretilirdi.
Dördüncü derecede PEYGAMBERLER'i öğrenirlerdi. Onlara göre asıl PEYGAMBERLER 7 tane idi: ADEM, NUH, İBRAHİM, MUSA, İSA, MUHAMMED ve İSMAİL... KURBAN olmaya razı olan HZ. İSMAİL değil; İMAM CAFER'in oğlu İSMAİL!.. O zatın da mutlaka kemikleri sızlıyordu...
Ayrıca SÜNNET'in gereksiz bilgi olduğu vurgulanırdı. Sonra beşince derecede peygamberliğin hiç bir kudsi yanı olmadığı belirtilirdi. Altıncı derecede ibadetlerin kitlelerin idaresi için uydurulduğu söylenirdi.
Yedinci derecede TEVHİD-İ BARİ, yani her şeyi yerinde, olması gerektiği gibi ve görevine en uygun yaratan ALLAH'ın TEK'liği inancı yıkılırdı! Onun yerine kainatta TEKLİK değil, İKİLİK olduğu vurgulanırdı. HAYIR'la birlikte ŞERR'in IŞIK'la birlikte KARANLIK ortamın varlığı buna delil gösterilirdi.
Sekizinci derecede ALLAH'ın SIFATLAR'ı nakledilir, bu tür inancın tutarsızlığı anlatılırdı. Nihayet dokuzuncu ve son derecede bütün dini kuralların birer vehim olduğu, PEYGAMBERLER'in birer feylezoftan başka şey olmadığı, hakikatin kendilerine anlatılan bu şeylerden ibaret olduğu söylenir ve inkar pekiştirilirdi. Ve böylece mürit alimler katına yükselmiş olurdu.
Tarihçi HAMMER'e göre İSMAİLİYE MEZHEBİ'nin özü "hiç bir şeye inanmamak, ve her şeye cüret etmek"tir. Onlara göre her şey aslında yalandı, onun için de her şey mubahtı!
DAR-ÜL HİKME, halen de varlığını sürdüren DÜRZİ MEZHEBİ'nin menşei olmuştur. MEZHEB'in kurucusu İSMAİL adında biridir. KAHİRE camilerinde ÜBEYDULLAH'tan sonra gelen KAİM'i İLAH ilan etmiş, herkesi ona tapmaya çağırmıştı!... Bu konuya ilerde gene değineceğiz.
Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir ki, DAR-ÜL HİKME'de yetişen DAİLER MISIR'ın her tarafına yayıldıkları gibi, SURİYE'ye, hatta MÜSLÜMANLAR'ın yaşadığı her yere ulaşmışlar, İSLAM'a fesat katmışlardır!
Eğer İRAN ve TURAN, yani TÜRK DİYARI da onların eline geçerse, ABBASI DEVLETİ yıkılacak, bütün İSLAM DÜNYASI'na MEYMUN'un fikirleri hakim olacaktı!
ORTA ASYA'daki İSMAİLİLER mezheplerini halka cazip göstermek için kadınları umumileştirmişler, malları ortak etmek için de yağmaya başlamışlardı. Ancak halk bundan hoşlanmadı. Bu sırada BUĞRA HAN olaya el koydu!
MAVERA-ÜN NEHİR hükümdarı olan BUĞRA HAN, İSMAİLİLER'in yarattığı tehlikeyi sezdiği için, önce aralarına karışarak zayıf noktalarını öğrenmek istedi. Mezhebe girmek arzusunda olduğunu duyurdu. Etrafına pek çok dai toplandı. Biri süre sonra BUĞRA HAN onların içyüzlerini öğrendi ve onlarla mücadeleye başladı. BUĞRA HAN ordusu ile İSMAİLİLER 1040 yılında savaştılar. BUĞRA HAN kazandı ve ORTA ASYA'daki İSMAİLİLER'in çoğunu kırdı, yok etti. Ertesi yıl da SELÇUKLU SULTANI TUĞRUL BEY İSMAİLİ mezhebini yoketmek için harekete geçtiyse de, BAĞDAT HALİFESİ'ne söz dinletemedi. Onun için MUSUL'u temizleyip geri döndü. Fakat kısa bir süre sonra BÜVEYHİLER'in baskısına maruz kalan HALİFE, kendisini çağırmak zorunda kaldı.
945 yılında hem ABBASİ DEVLETİ'nin, hem de bütün İSLAM DÜNYASI'nın kaderini etkiliyen bir olay oldu. İSMAİLÎ mezhebine mensup BÜVEYHİLER İRAN taraflarından gelip BAĞDAT'ı ele geçirdiler!.. İRAN'ın orta ve güneyini, IRAK ve UMMAN'ı içine alan bir devlet kurdular. Ancak ayakta kalabilmek için HALİFE'ye dokunmadılar.
BÜVEYHİLER'in ilk reisi EBU SUCA idi. ALİ, HASAN ve AHMED adındaki oğulları MERAVİC'in emrinde idiler. ALİ, ABBASİ HALİFESİ KAHİR BİLLAH'ı yenerek ISFAHAN'ı ele geçirmiş, ancak MERAVİC onlardan çekinerek geri vermişti. Bunun üzerine üç kardeş MERAVİC'i öldürdüler. Ordusunu da bozguna uğrattılar. ALİ HİCAZ'a hakim oldu. HASAN REY şehrini zaptetti. AHMED ise IRAK' aldı, HALİFE'yi yendi ve BAĞDAT'a girdi.
BÜVEYHİLER olayı 932'de başlamış, İMAM MEHDİ'nin son sefiri ABUL HASAN ALİ'nin vefatından 4 yıl sonra BAĞDAT'ı almaları ile zirveye ulaşmıştı. Hakimiyetlerini ta 1055 yılına kadar sürdürecekler, bu süre içinde HALİFELER'i birer kukla gibi kenarda tutacak, kendileri saltanat süreceklerdir.
ŞİİLER nihayet başa geçmiştir, ama BAĞDAT'taki özellikle SAMARRA'daki ALİ OĞULLARI'nın onlara katılmaya, onları desteklemeye hiç niyetleri yoktur. Tam tersine, durumdan son derece rahatsızdırlar. Şİİ BÜVEYHİLER, İRAN, IRAK ve HİCAZ'ı; Şİİ FATİMİLER MISIR, FAS, TUNUS, LİBYA ve SURİYE'yi; Şİİ KARMATİLER ise YEMEN'i kontrolleri altında tutmaktadırlar. Şİİ olmayan iki İSLAM bölgesi kalmıştır: ENDÜLÜS ve HORASAN!.. ALİ OĞULLARI'nın büyük bir kısmı HORASAN'a, TÜRK DİYARI'na göç ederler!...
Bu göçün önemine ilerde işaret edeceğiz.
BÜVEYHİLER'in BAĞDAT'a girişinden 110 yıl sonraki HALİFE, baskılara dayanamamış, kaçmak zorunda kalmıştı. 1055 yılında SELÇUKLU SULTANI TUĞRUL BEY'e bir çağrıda bulundu. Bir süre sonra TUĞRUL BEY ordusuyla gelip BÜVEYHİ DEVLETİ'ni yıktı, HALİFE'yi BAĞDAT'a getirip kendi eliyle tahta oturttu. Sonra geri döndü. Bu arada kumandanı GÜMÜŞTEKİN, HALİFE'nin ordusu ile birlikte hareket ederek İSMAİLÎ ordularını HALEP'ten, KUDÜS'ten attı. Böylece FATİMÎ hükümdarı MUNTASIR'ın "bütün İSLAM ÂLEMİ'ne HALİFE olma" hayali gerçekleşemedi.
1068'de SULTAN ALPARSLAN, HALEP'i zaptederek oradaki İSMAİLİLER'i mahvetti. Daha sonraki SELÇUKLU SULTANI MELİKŞAH'ın kumandanı ETSİZ de KUDÜS'ü, ŞAM'ı aldı ve SURİYE'yi İSMALİLER'den büyük ölçüde temizledi.
ETSİZ daha sonra KAHİRE'yi kuşattı. Ancak İSMALİLİLER'e olan kini yüzünden halka çok eziyet ediyordu. Bu sebepten halk FATIMİ HALİFESİ MUNTASIR'ın etrafında toplandı ve belki de istemiyerek ETSİZ'in mağlup olmasına yol açtı.
Bu olay göstermektedir ki, haksızlığı ortadan kaldırmak, zulme son vermek elbette ki DEVLET yetkililerinin görevidir. Ancak bunu yaparken aşırıya gitmek, zulme zulümle karşılık vermek geri teper. Böyle bir davranış nasıl EBA MÜSLİM'in başını yediyse, ETSİZ'in de mağlubiyetine sebep olmuştur.
ETSİZ'in başarısız MISIR seferinden bir kaç yıl sonra çok meşhur biri KAHİRE'ye geldi. Bu kişi HASAN SABBAH'tı.
HASAN SABBAH'ın BATILILAR'ı bile etkileyen hayatına geçmeden önce bir hakikati belirtelim:
Görüldüğü gibi, TÜRKLER sadece HAÇLILAR'a karşı değil; FİTNE ÇIKARANLAR'a karşı da İSLAM'ı koromuşlardır... "YERİNİZE BAŞKASINI GETİRİRİZ" ÂYET'inin ve pek çok HADİS'in işaret ettiği gerçek ortaya çıkmış, TÜRKLER'in dönemi başlamıştır!..
HASAN SABBAH tıpkı arkadaşı ÖMER HAYYAM gibi FİZİK, KİMYA, ASTRONOMİ ve daha pek çok sahada bilgi sahibi, ancak artniyetli biri idi. BÜYÜ, SİHİR, GİZLİ İLİMLER konusunda da boş değildi. KAHİRE'ye gelince İRANLI İSMAİLİLER'in önde gelen kişilerinden biri olarak bizzat HALİFE MUNTASIR tarafından karşılandı. Anlaşıldığına göre, HASAN SABBAH'ın yolu hem DEVLET ADAMI NİZAM-ÜL'ten, hem de ALEVİ ŞAİR ÖMER HAYYAM'dan çoktan ayrılmıştı.
HASAN SABBAH, DAR-ÜL HİKME'de eğitim gördü. İSMAİLİYE gizli teşkilatını yakından inceleme ve planlar yapma imkânı buldu. Kendisi KAHİRE'de iken İRANLI İSMAİLİLER ezici darbeler yemiş, MUNTASIR da devamlı gerilemek durmunda kalmıştı. Muhtemeldir ki, bu seyyahatinin amacı ortak yeni stratejiler tesbit etmekti. Çünkü bir süre sonra MUNTASIR'dan büyük yetkiler almış olarak geri dönmüş; dönerken de ŞAM'a, CEZİRE'ye, DİYARBAKIR'a ve HORASAN'a uğramıştı. Her gittiği yerde, mezhepdaşları ile görüşmeler yapıyordu. Yine bu dönüş yolculuğu sırasında ALAMUT KALESİ'ni görmüş mıntıkanın stratejik önemini hemen sezmişti. ALAMUT aslında KARTAL YUVASI demektir.
HASAN SABBAH bir süre sonra ALAMUT'u tamamen ele geçirdi... Bu ele gçirmeyi biz, 1980 öncesi terörist örgütlerin DERNEK ve BİRLİKLER'i ele geçirmelerine benzetiyoruz... Önce dernek bünyesine bir kaç sempatizan sokulur, sonra bunların tehditle, zorbalıkla başa geçmesi sağlanır, sonra tüm dernek kontrole alınırdı. Çoğunluk ne kadar iyiniyetli olsa da genelde pısırık ve bireysel davranmakta; böylece bir kaç gözü kara militan SENDİKALAR, VAKIFLAR, MAHALLELER, hatta en umulmadık yerlere hâkim olabilmektedir.
İşte HASAN SABBAH ALAMUT'u benzer şekilde ele geçirdikten sonra, tıpkı ÜBEYDULLAH'ın MEHDİYE'ye yaptığı gibi burasını son derece müstahkem bir mevki haline getirdi. Nereden para bulduğunu sormaya lüzum yok. İSMAİLİLER'in MEHDİ adına halktan zorla HAMSE topladığını, bu beşte bir uygulamasının zamanımıza kadar sürdüğünü biliyoruz.
Değerli SELÇUKLU VEZİRİ NİZAM-ÜL MÜLK, yakından tanıdığı HASAN SABBAH'ın ALAMUT KALESİ'ni tahkim edişinden niyetlendiği melaneti sezmiş, ve derhal üzerine asker göndermişti. HASAN SABBAH bu askerlerin muhasarasından FEDAİLER yollayıp NİZAM-ÜL MÜLK'ü ŞEHİT ettirerek kurtuldu.
Ama henüz şöhretinin zirvesine çıkmamıştı. O yöre İSMAİLİLER'inin lideri ISFAHAN yakınlarındaki ŞAHDUR kalesinde bulunan İBNİ ATTAŞ idi. Aslında HASAN ona tabi idi. İBNİ ATTAŞ, SULTAN MELİKŞAH'ın vefat etmesinden ve oğullarının taht kavgasına düşmesinden yararlanarak etrafı yağmaya başladı. HASAN SABBAH ta ondan geri kalmadı. Her ikisi de müstahkem kalelerinde müritlerinin getirdiği ganimetlere güçlenmeye başladılar.
MELİKŞAH'ın iki oğlu TÜRKYARUK ile MUHAMMED birbirleriyle mücadele ederken bir de İSMAİLİLER'le uğraşmak durumunda kalmışlardı. SULTAN MUHAMMED kendisine yakın olan ŞAHDUR kalesinden işe başladı. Uzun mücadelelerden sonra kale ele geçirildi. İSMAİLİLER imha edildi. İBNİ ATTAŞ'ın derisi yüzüldü... Meydan HASAN SABBAH'a kalmıştı.
HASAN SABBAH gelmiş geçmiş İSMAİLİLER'in en belâlısı idi. Korkunç zekâsıyla istediği hakimiyeti kurabilmek için insana ihtiyacı olduğunu farketmiş ve insanları dahiyane buluşlarla kendisine bağlamıştı. Onun adamları, şeyhleri için her türlü işkenceye katlanır, ellerinde ne varsa verir ve emirlerine körükörüne itaat ederlerdi. Kelimenin tam anlamıyla "öl!" dese, ölürlerdi! Bu kişiler afyon ile uyuşturuldukları için sonradan HAŞHAŞÎLER olarak anılmışlardır.
HASAN SABBAH'ın bu bağlılığı nasıl sağladığını bir süre sonra yöreden geçen seyyah MARCO POLO'dan dinliyelim:
"CEBEL ŞEYHİ iki dağ arasındaki vadeyi kapatarak bir bahçe meydana getirmişti. Burada meyvaların en güzeli, çiçeklerin en göz alıcı yetiştiriliyordu. Şarap ve bal akan ırmaklar vardı. Çok güzel kızlar türlü türlü musiki âletleri çalar, şarkılar söyler, raksederlerdi. Burası gerçek bir DÜNYA CENNETİ idi."
"Civardan toplanan 20 yaşına girmiş gençler buraya getirilir, afyonla uyuşturulduktan sonra cennete bırakılırlardı. Genç uyanınca kendini birden harikulade bir yerde bulur, gerçekten cennete düştüğünü sanırdı. Her isteği yerine getirilirdi. Bu gençler günlerini burada zevk-ü safa içinde geçirirlerdi."
"Ama ŞEYH'e birisi gerektiği zaman uygun bulunan genç cennetten çıkarılır, ŞEYH ona emrini iletir, 'Git! Dönersen, meleklerim seni cennete götürür. Ölürsen, ben meleklerimi gönderir, seni cennete getiririm,' derdi."
Sinemanın, tiyatronun, vidyonun, internetin, gazinonun, resim ve fotoğrafın olmadığı; kızlara ancak uzaktan bakılabildiği bir dönemde 20 yaşındaki bir gencin burayı cennet sanmaması, pek te kolay değildi.
Eğer ŞEYH, yani HASAN SABBAH birine suikast için fedailerini gönderirse, o kişi mutlaka ölürdü. Nitekim NİZAM-ÜL MÜLK muhafızlarının arasında ŞEHİT edilmişti.
Bu uygulama ile HASAN SABBAH sadece halkı değil; hükümdarları bile titreten bir kişi haline gelmişti. ALAMUT kalesinde yaşadığı 33 sene boyunca HASAN SABBAH herkesin korkulu rüyası oldu. (Bakınız: NOTLAR - 3, 35)
Kendine ŞEYH-ÜL CEBEL, yani DAĞLARIN ŞEYHİ dedirtiyordu. Adamlarını üç grupta toplamıştı. BÜYÜK DAİLER, vezir durumunda idiler. Geniş yetkileri vardı. Aynı zamanda MEZHEB'in ileri gelenleri olarak telkinlerde bulunurlardı. REFİKLER, yani yoldaşlar ise MEZHEB'e yeni kabul edilenlerdi. Üçüncü grup ise FEDAİLER'di. Biraz önce anlattığımız görevleri yürüten afyon ve sahte cennet kurbanları idiler... HASAN SABBAH'ın gerçek düşüncelerini sadece BÜYÜK DAİLER bilirdi.
MELİKŞAH'tan sonraki sultanlardan SUNGUR, HASAN'a karşı bir sefer düzenlemek üzere ordu hazırlarken, bir sabah yatağının başucunda saplı bir hançer bulmuştu. Bunun üzerine korkarak seferden vazgeçti!
Aslında SULTAN MUHAMMED, İBNİ ATTAŞ'ı öldürttüğü gibi, ALAMUT kalesini de kuşatmıştı. Kumandanı ANUŞTEKİN idi. Açlıktan ölecek hale gelen kaledekiler MUHAMMED'in ani ölmesi ve askerlerinin dağılması ile kurtulmuşlardı. Bu da kaderin bir cilvesi idi. HASAN SABBAH bu kuşatmanın intikamını bir çok insafsız saldırı yaparak aldı.
Nihayet 1124'de öldü. Yerine KAYASÜBÜRK geçti. Maalesef bu kişi TÜRK'tür... ve FİTNE ve TEDHİŞ'e bulaşan ender TÜRK'lerden birisidir... O da SULTAN'ın veziri EBU NASIR'ı öldürttü. Üç sene sonra yerini oğlu MEHMET'e bıraktı. MEHMET hem HORASAN'a saldırıp binlerce masum cana kıydı, hem de ABBASİ HALİFESİ MÜSTERŞİD'i fedailerine öldürttü.
1164'de MEHMET öldü, yerine oğlu HASAN geçti. HASAN, İSMAİLİYE mezhebinden olan ayan ve eşrafı Hz. ALİ'nin ŞAHADET günü yıldönümünde ALAMUT kalesine toplıyarak onlara şöyle hitap etti:
"Ben devrin imamıyım! Dünyada ne kadar emir ve yasak varsa, hepsini kaldırıyorum. Bugün kıyamet günüdür, bayramdır. Herkes istediğini yapsın!"
Böylece bir kere daha İSMAİLİLER'e herşey mubah oldu. DİNÎ, AHLAKÎ, İÇTİMAÎ kuralların hiç birine tabi olma ihtiyacı kalmadı. Tabii sadece İSMAİLİ olanların!..
HASAN bir süre sonra öldürüldü. Yerine oğlu MEHMET geçti. Babasının kaatillerinin yanısıra, bir çok din ve devlet ileri gelenlerini öldürttü.
Bu sırada HAÇLI orduları KUDÜS'ü işgal etmişlerdi. FİLİSTİN ve SURİYE'deki bir çok bölge onların kontrolünde idi. İSMAİLİLER de bundan yararlanmışlardır. Neticede o karanlık günlerde HAÇLILAR SURİYE'nin çoğunu elde ettikleri gibi, İSMAİLİLER de FATIMİLER ile birlikte ORTA ASYA'dan MISIR'a, hatta FAS'a kadar uzanan bölgede tekrar güçlenmişlerdir.
İSMAİL HAKKI DANIŞMEND olayı şöyle değerlendirmektedir:
"SURİYE, SELÇUKLULAR'ın hakimiyetine girince, eski IRK kini bir de MEZHEP kiniyle alevlendi. SELÇUKLULAR SÜNNİ ve TÜRK idiler. FATİMİLER İSMAİLİ ve ARAP'tılar. Bu yüzden HAÇLILAR ANTAKYA'yı alırken FATİMİLER SELÇUKLULAR'ı arkadan vuruyor ve KUDÜS'ü zaptediyorlardı. TÜRKLER mağlup olunca HAÇLILAR hiç sıkıntı çekmeden gelip KUDÜS'ü FATİMİLER'in elinden aldılar. KUDÜS üç gün üç gece korkunç katliamlara sahne oldu. Hemen bütün MÜSLÜMANLAR katledildi. Her taraf yağma edildi. Sonra HIRİSTİYANLAR papazların önderliğinde Hz. İSA'nın lahdini öpmeye gittiler!"
FATIMİLER'in bu ihaneti ARAPLAR'ı dahi müteessir etmiştir. Yalnız belirtmek gerekir ki, burada IRK düşmanlığı MEZHEP düşmanlığından önde gelmiştir. SURİYE'deki SÜNNİ ARAPLAR da 1099'da KUDÜS'e ilerliyen HAÇLILAR'a yardım etmiş, TÜRKLER'i yalnız bırakmışlardır.
Bunda şaşacak bir şey yok!.. ARAPLAR, aynı şeyi hem de PEYGAMBER TORUNU, HÜSEYİN SOYU'ndan ŞERİF HÜSEYİN aracılığıyla 1. Dünya savaşı'nda yine yapmadılar mı?.. KÂBE'yi, MEKKE'yi, PEYGAMBER'in KABRİ'ni, MEDİNE'yi savunan TÜRKLER'i İNGİLİZ altınlarına kanıp arkadan vurmadılar mı?.. Boyunlarını İNGİLİZ sömürge zincirine gönüllü uzatmadılar mı?
Burada farkedilmesi gereken gerçek şudur: SELÇUKLU TÜRKLERİ, ABBASİ HALİFESİ ve ALİ OĞULLARI bir saftadır. Çünkü onlar KUR'AN'a, MUHAMMED'e uymuşlar, ALİ'nin yolundan gitmişlerdir... Karşı tarafta ise HAÇLILAR, yani gavurlar, Şİİ FATIMİLER, Şİİ İSMAİLİLİER, ve bazı SÜNNİ geçinen ARAPLAR vardır. Bunlar ALİ'yi sevdiklerini söylemelerine, veya KUR'AN'a SÜNNET'e uyduklarını iddia etmelerine rağmen kâfirlere hizmet etmişlerdir!..
Görüldüğü gibi mesele ALEVİ-SÜNNİ meselesi değildir. Bir İKTİDAR, bir GÜÇ, bir MENFAAT meselesidir. Mücadele HAK YOLU'nda olanlarla ŞEYTAN'a uyanlar arasındadır... Biz bu noktada ŞEYTAN'a uyup HASAN SABBAH'ın peşinden gidenleri ALİ YANLISI diye anmaktan, yani Şİİ kelimesini bu anlamda kullanmaktan kaçındık. Şİİ kelimesini hep belirttiğimiz gibi ALİ YANLISI görünüp ŞEYTAN'a hizmet edenler için kullandık. Çünkü onlar kendilerine öyle diyorlardı... SELÇUKLULAR'a SÜNNİ denmesi, hiç bir zaman onların ALİ SOYU'na karşı olmaları anlamına gelmez. İlerde çok açık şekilde göreceğimiz gibi, zaten onları MÜSLÜMAN yapanlar ALİ OĞULLARI'dır. Nasıl ALİ'ye karşı olabilirler ki?..
Görüldüğü gibi TÜRKLER hem İSLAM'ı yok etmeye çalışan HIRİSTİYANLAR ile; hem de İSLAM'a FİTNE sokan, FESAT katan FATİMİLER, İSMAİLİLER, KARMATİLER, HAŞHAŞÎLER ile savaşmak; bunun için gerektiğinde ARAPLAR'la ACEMLER'le mücadele etmek durumunda kalmışlardır.
O yüzden biz 1055 yılında sonra TÜRKLER'i İSLAM'ın MUHAFIZI olarak görürüz.
TARİH'e dönersek; nihayet 1171 yılında SULTAN NUREDDİN ZENGİ adına hareket eden SELAHADDİN-İ EYYUBİ MISIR'ı fethetti. Son FATIMİ HALİFESİ öldü. Böylece 260 yıldır süren MEYMUNZADELER saltanatı son buldu.
Ama HASAN SABBAH'ın HAŞHAŞÎLER'i öyle kolay alt edilir cinsten değildi. Bir kaç yıl içinde tekrar toparlandılar. (Bakınız: NOTLAR - 3, 36)
Başlarında SİNAN diye bir ŞEYH-ÜL CEBEL vardı. SİNAN kendileriyle yılmadan bıkmadan uğraşan SELAHADDİN-İ EYYUBİ'yi ortadan kaldırmayı aklına koymuştu. Halbuki SELAHADDİN İSLAM'a büyük hizmetler vermiş bir hükümdardı artık. 1197 yılında KUDÜS'ü HAÇLILAR'dan geri almış, HIRİSTİYANLAR'ın elindeki kaleleri birer birer kurtarmıştı.
Buna rağmen, 1202 yılında SELAHADDİN bir kumandanının çadırında iken HAŞHAŞÎ fedailerinden biri ona hançerle saldırdı. SELAHADDİN başındaki miğfer sayesinde kurtuldu. Bu fedai öldürüldükten sonra, hemen bir ikincisi, sonra bir üçüncüsü saldırdı. Ama İLAHİ TAKDİR SELAHADDİN'in yanındaydı, hepsinden kurtuldu.
SİNAN nice hainlikler gösterdikten sonra, nihayet SELAHADDİN'in kumandanlarından HALDUN tarafından MASYAF (Musuaf) kalesinde kuşatıldı. Durumun kötüye gittiğini gören BAŞ DAİ MELEK TAVUS, SİNAN'ı öldürerek ŞEYH-ÜL CEBEL oldu. Ama kısa bir süre sonra bunun kurtulmasına yetmiyeceğini anladı. Adamlarını, kadınları, çocukları topladı. Hepsine cennete buluşacaklarını müjdeledikten(!) sonra kaleden aşağı atlamalarını emretti. Hepsi tereddütsüz kendilerini kayaların üstüne attılar. En sonra kendisi atladı. SELAHADDİN'in ordusu hiç bir mukavemetle karşılaşmadan MASYAF kalesine girdi. Kale sonradan tamamen yıkıldı.
ALAMUT kalesindekiler ise, güçlerinden çok şey kaybetmelerine rağmen, varlıklarını ve melanetlerini sürdürdüler. Pek çok önemli kişiyi öldürdüler. HAŞHAŞÎLER siyasi cinayet siparişi de alırlardı. Mesela 1152'de TRABLUSLU RAYMOND'u, 1192'de KONRAD MONSERRAT'ı böyle öldürmüşlerdi. Onlar için SÜNNİ-ALEVİ, MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN, İYİ-KÖTÜ farketmezdi. kendilerine karşı olan herkesi, veya sipariş üzerine isteneni öldürmekten çekinmezlerdi. Bu TEDHİŞ'İ, yani TERÖR'ü 200 yıl sürdürmüşlerdir.
Nihayet büyük MOĞOL istilası sırasında, CENGİZ HAN'ın kumandanlarından HÜLAGU, 1256'da ALAMUT kalesini alarak bu fesat yuvasını yok etti. 1272'de ise BAYBARS her türlü HAŞHAŞİN etkisini ortadan kaldırdı. Bu kabus ta böylece sona erdi!