27 Nisan 2015

VEN-NİHAYE 18 NCI BÖLÜM Kisra Sarayının Sarsılması Ahmet İbn Kesîr


VEN-NİHAYE 18 NCI BÖLÜM
Kisra Sarayının Sarsılması
Ahmet İbn Kesîr
Hz. Peygamberin doğduğu gece İran'da saray balkonlarının yıkılıp yere düşmesi,
Mecusilerin ateşinin sönmesi, Mubezan'ın rüya görmesi ve diğer benzeri işaretler meydana
gelmiştir.
Ebubekir Muhammed b. Cafer b. Sehl el-Haraitî, "Hevatifül-Cann" adlı kitabında -155
yaşındaki- Hani el-Mahzumfnin şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah (s.a.v.)'m doğduğu
gece, kisranm sarayı sarsılmış ve sarayın ondört balkonu yere düşmüş, İran'daki Mecusilerin
1000 yıldan beri ara vermeden yanan ateşi sönmüş, Buhayra gölü kurumuştu. Kisra
Mubezan'da,rüyasmda damızlık develerin soylu atları önlerine kattıklarını, Dicle'yi geçip
ülkelerine yayıldıklarını görmüştü. Sabah uyandığında bu rüyadan ürkmüş, ancak yiğitliğine
yediremediğinden dolayı sabretmiş ve korkmuyormuş gibi görünmüştü. Daha sonra bunu,
vezirlerinden gizleyemeyeceğini anlayınca onları toplantıya çağırdı; taam giyip tahta oturdu.
Vezirler toplandıklarında onlara, "Sizi niçin toplantıya çağırdığımı biliyor musunuz?" diye
sordu. Onlar da, "Hayır, ancak hükümdarımız bize açıklarsa öğreniriz." dediler. Toplantı
devam etmekteyken, kendisine Mecusi ateşinin söndüğünü bildiren bir mektup geldi. Bu,
onun üzüntüsünü daha da artırdı.
Mubezan: "Allah, memleketin ahvalini düzeltsin." dedikten sonra rüyasını ve rüyada
gördüğü develeri anlattı. "Bu ne olabilir ey topluluk?" diye sordu. Onlar da şu cevabı
verdiler: "Arap diyarında bir olay meydana gelecektir. Olayın kahramanı, onların en
bilgilüerindendir." Bu konuşmalardan sonra kisra, valilerinden Numan b. Münzir'e bir
mektup yazdı. Mektubunda, "Bana, soracağım sorulara cevap verecek bilgili bir adam
gönder..." dedi. Numan b. Münzir de ona Abdülmesih b. Amr b. Hayyan b. Bukayle el-
Gassanf yi gönderdi. Adam, huzuruna var-" dığında kisra ona; "Senden sormak istediklerim
hakkında bilgin var mı?" diye sordu. Adam dedi ki: "Bana haber verirsin. Ya da hükümdarım,
sormak istediğini sorar. Eğer bilirsem, cevabını veririm. Bilemezsem, bilen birini size
haber veririm." Nihayet sorular soruldu. Cevap vermekten aciz kalınca dedi ki: "Bu konuları
dayım Satih bilir. Şimdilerde o, Şam'ın yüksek mahallelerinde ikamet etmektedir."
Bunun üzerine kisra, Abdülmesih'e; "Ona git. Sana sorduklarımı ona sor. Alacağın cevapları
bana getir!" dedi. Abdülmesih, yola çıkıp Sa-tih'in yanına vardı. Ölmek üzere olan Satih'e
selam verdi, konuşmaya başladı, ama Satih cevap vermiyordu. Bunun üzerine şöyle bir şiir
okudu:
'Yemenin civannıerd adamı sağır mı oldu, yoksa duyuyor da cevap mı vermiyor? Yoksa öldü
mü, yoksa halka gelen ölüm, onu kapıp götürdü mü? Ey problemleri çözen kişi, senin
hanedanından olan kabile şeyhi sana geldi. O, bu problemleri çözemedi, aciz kaldı. Annem
de Zi'b b. Hacen kabilesindendir. Mavi gözlü, keskin dişli ve söylenenleri dinlemek için
kulak kabartan, beyaz tenli, geniş abalı, iri bedenli bir kimseyim ben. Acem hükümdarının
elçisiyim. Gözlerimi, uyku bürüdü. İri cüsseli rahvan deve, beni uzak yerlerden getirdi.
Yıldırımlardan ve zamanın kuşkulu hallerinden ürkmeden, mesafeler katedip geldim sana.
Tepeleri aştım, nihayet göğsü ve sırtının altı çıplak bir adama geldim. Sanki Seken dağının
iki yanı sarsıldı da harekete geçen rüzgar, çevredeki yığılı topraklarla o çıplağın açık
yerlerini örttü."
Satih, Abdülmesih'in şiirini dinledikten sonra başını kaldırıp konuşmaya başladı:
"Abdülmesih, rahvan deveye binip Satih'in yanma geldi. Satih ise, ölmek üzeredir.
Abdülmesih'i; kisranm sarayı sarsıldığı, Mecusilerin ateşi söndüğü, Mubezan1 da rüya
gördüğü için, Sasan oğullarının hükümdarı göndermiştir. Mubezan, rüyasında damızlık develerin,
rahvan atları önlerine kattıklarım ve Dicle'yi aşarak öte ülkelere yayıldıklarını
görmüştü.
Ey Abdülmesih! Okuma çoğaldığında, büyük bastonun sahibi ortaya çıktığında, Semave
vadisi taştığında, Sava gölü kuruduğunda, Mecusi ateşi söndüğünde Şam, artık Satih için
Şam olmayacaktır. Şam'a, kisranm sarayındaki balkonlar sayısınca kral ve kraliçeler hakim
olacaktır. Gelecek olan her şey, mutlaka gelecektir." Böyle dedikten sonra Satih yerinden
ayrıldı. Abdülmesih de kalkıp bineğine bindi. Binerken şu şiiri okuyordu:
"Haydi, paçaları sıva bakalım. Sen, azimli ve girişkensin. Hiçbir ayırma ve değiştirme, seni
korkutmasın. Sasanîlerin memleketi elden giderse, bu onları korkutur. Halbuki zamanın
devir ve dönemleri var. Onlar bir yere geldiklerinde, saldırılarından aslanlar, bile korkar.
Sarh'm kardeşi Behram ve kardeşleri ile Hürmüzan ve Sabur, onlardandır. İnsanlar, baba bir
kardeşler gibidirler. Birinin gücünün azaldığını bildiler mi, artık o hakir olur ve terk edilir.
Niceleri var ki, onların çok kulaklı arkadaşları vardır.Onları, zurnalar eğlendirirken ortaya
çıkarlar. Bımlarsa ana bir kardeşlerdir. Bir mal ve akar (gelir getiren) gördüklerinde böyle
yaparlar. Diğerleri gayb tarafından korunup yardım görürler. İyilikle kötülük, aynı ölçüde ve
birbirlerine bitişiktir. İyiliğin peşinden gidilir, kötülüktense kaçınılır."
Abdülmesih, ldsranın yanma döndüğünde, Satih'in söylediklerini ona anlattı. Kisra da,
"Bizden ondört kral, hüküm sürünceye kadar neler olur neler.. O zamana kadar Allah
büyüktür." dedi. Kisra hanedanından on hükümdar, dört yıl içinde gelip geçti. Kalan dört
hükümdarsa, Hz. Osman'ın halifeliği zamanında tahtta oturdular. Beyhakî'nin de bu
doğrultuda bir rivayeti vardır.
Sasanî saltanatı, Yezdicürd (Yezdücerd?) b. Şehriyar b. Pervaz b. Hürmüz b. Nuşirevan
zamanında yıkıldı. Bu, onların son hükümdarı oldu. Bunun zamanında saray yarılıp çatladı.
Ataları ve selefleri 3164 seı ne hüküm sürmüşlerdi. İlk hükümdarları Ciyomert b. Ümeym b.
Laviz b. Sam b. Nuh idi.
îbn Asakir'in ifadesine göre Satih'in asıl adı, Rebi b. Rebia b. Mesud b. Mazin b. Zi'b b.
Adiyy'b. Mazin b. Ezd'dir. Babasının, Rebia değil de Mesud olduğunu söyleyenler de vardır.
Anası, Red'a binti Sa'd b. Haris el-Hacurî'dir. Nesebi hakkında başka şeyler söyleyenler de
vardır. Satih, Cabiye'de yaşardı.
Ebu Hatim es-Sicistanfnin bu konuda şöyle dediği rivayet edilir: Aralarında Ebu Ubeyde ve
diğerlerinin de bulunduğu bazı âlimlerin şöyle dediklerini işittim: Satih, Lokman b. Ad'dan
sonra yaşamıştır. Se-belileri bastıran Arim selinden sonra doğup Hükümdar Zi Nüvas'm zamanına
kadar yaşamıştır. Bu da yaklaşık üç asırlık bir zamandır. Bahreyn'de ikamet ederdi.
Abdülkays kabilesi, Satih'in kendilerinden olduğunu söylerler. Fakat Ezdiler bunu kabul
etmeyip kendilerinden olduğunu iddia ederler. Muhaddislerin çoğu der ki: Satih, Ezd
kabilesinden-dir. Ancak onun, Ezd kabilesinden olduğunu, oğlundan başka söyleyen biri
bulunduğunu bilmiyoruz.
îbn Abbas'm şöyle dediği rivayet edilir: "Satih'in insana benzer tara-fi yoktu. Tahta kütük
üzerine konulan et gibiydi. Başı, gözleri ve avuçları dışında, vücudunda ne kemik ne de sinir
vardı.. Ayaklarından boynuna kadar tıpkı elbise gibi durulurdu. Dilinden başka hareket eden
bir organı yoktu." Başkalarının anlattıklarına göre Satih, öfkelendiğinde şişinerek
otururmuş.
Yine İbn Abbas'ın anlattığına göre Satih, Mekke'ye gelmiş, onu Mekke reislerinden oluşan
bir grup karşılamış. Aralarında Kusayy'm oğullan Abdü'ş-Şems ile Abdumenaf da
bulunuyormuş. Ona, bazı şeyler sormuşlar; o da, onlara doğru cevaplar vermiş. Ahir
zamanda neler olacağını sormuşlar; demiş ki; "Cevabınızı benden ve Allah'ın bana verdiği
ilhamdan alın. Şimdi siz ey Arap topluluğu, ihtiyarlık dönemindesiniz.
Sizin ve Acemlerin görüşü aynidir. Sizde, bilgi ve anlayış yoktur .Ardınızdan anlayışlı
birileri gelecektir. Onlar, her çeşit bilgiye talib olacaklar, putları kıracaklar, Çin şeddine
kadar uzanacaklar, Acemleri Öldürecekler, ganimet isteyeceklerdir.
Adı, sânı ebediyete kadar sürecek, amacına ulaşacak olan hidayet kılavuzu peygamber, bu
belde (Mekke)den çıkacaktır. İnsanları, doğru yola iletecek, Yeğus putunu ve yalancılığı
reddedecek, Allah'tan başka şeylere tapmaktan uzak duracak, yalnız bir olan Rabbe ibadet
edecek, sonra Allah onu vefat ettirip Makam-ı Mahmud'a[1] götürecek, yerden alacak,
göktekiler onu müşahede edeceklerdir. Ondan sonra yönetime Sıddık geçecek[2] tir. O,
hüküm verirken doğru hüküm verecektir. Hakkı sahibine verirken tam verirdi. Ne fazla, ne
de eksik. Sonra o peygambe-rin Hanif dininde, yönetime tecrübeli dâhi geçecektir[3].
İctihadlar yaparak dini muhkemleştirecektir." Satih böyle konuştuktan sonra Hz. Osman'ı ve
onun şehid edileceğini anlatmış; Ondan sonra Emeviler ve Abbasiler devrinde vuku bulacak
savaşları, meydana gelecek kavga ve fitneleri haber vermiştir.
Bu anlattıklarımızı İbn Asakir, senediyle birlikte İbn Abbas'tan
nakletmiştir.
Daha önce de anlatıldığı gibi Yemen hükümdarı Rebia b. Nasr, bir rüya görmüştü. O, bu
rüyasını söylemeden, rüyada neler gördüğünü Satih kendisine anlatmış, bu arada da,
Yemen'de baş gösterecek fitneleri ve devletlerde meydana gelecek değişiklikleri, nihayet
hükümdarlığın Seyf b. Zi Yezen'in eline geçeceğini bildirmişti.
"Hükümdar Rebia b. Nasr, Satih'e sormuş:
- Seyf b. Zi Yezen'in hükümdarlığı devam mı edecek, yoksa sona mı erecek?
- Sona erecek.
- Kim, sona erdirecek?
- Allah tarafından kendisine vahiy gelen zeki bir peygamber sona erdirecektir.
- O peygamber, kimlerdendir?
- Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr oğullarındandır. Hakimiyet, zamanın sonuna dek onun
kavminin elinde kalacaktır.
- Zamanın sonu var mı ki?
- Evet... O vakitte ilk insanlarla son insanlar bir araya gelecek; iyilik yapmış olanlar mutlu,
kötülük yapmış olanlar da mutsuz olacaktır.
- Bana anlattıkların gerçek midir?
- Evet... Tan yerine, karanlık geceye ve dolunaya and olsun ki, sana . söylediklerim
gerçektir."
Önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi meşhur kahinlerden Şıkk'ta bir başka ifadeyle bu
anlamda sözler söylemiştir.
Satih'in bu konuda şöyle bir şiiri de vardır:
"Gizlilikte de açıklıkta da Allah'tan korkun. Emanetin doğruluğunu, hiyanetle karıştırmayın.
Bitişik komşunuz (Hz. Muhammed) için kale ve kalkan olun. Zamanın musibetleri onu
kuşattığında ona destek olun ve onu koruyun."
Bunu İbn Asakir rivayet etmiştir. Sonra Muafa b. Zekeriya el-Cerirî de bunu rivayet ederek
şöyle demiştir: Satih'le ilgili birçok haber vardır. Bu haberleri, birçok ilim adamı derlemiştir.
Meşhur görüşe göre bu, bir kahindir. Onun özellikleri ile peygamber olabileceğini,
Rasûlullah'ın ifade ettiğini söyleyenler de vardır. Buna dair bir rivayet mevcuttur. Ancak bu
rivayetin senedinin sağlam olup olmadığını Allah bilir. Güya Hz. Peygamber'e Satih
hakkında soru sorulduğunda o şöyle buyurmuş:
"O bir peygamberdir. Kavmi onu zayi etti (değerini bilemedi)."
Bence bu hadisin, bilinen İslâmî kitapların hiç birinde yeri olmadığı gibi aslı da yoktur.
Bunun senedini kesinlikle görmüş değilim. Halid b. Sinan'dan bahsedilirken onun hakkında
da buna benzer şeyler rivayet edilmiştir ki o rivayetler de sahih değildir.
Bu rivayetler, Satih'in güzel bir bilgiye sahip olduğunu ispatlıyor. Bilgisinde, iman ve tasdik
kokusu vardır. Ama el-Cerirî'nin de dediği gibi o, İslâm dönemine kavuşmamıştı. Daha önce
anlatıldığı gibi o, yeğenine şöyle demişti: "Ey Abdülmesih! Okuma çoğaldığında, büyük
bastonun sahibi ortaya çıktığında, Semave vadisi taştığında, Sava gölü kuruduğunda,
Mecusilerin ateşi söndüğünde Şam, artık Satih'in Şam'ı olmayacaktır. Onlardan on dört kral
ve kraliçe hükümran olacaktır. Gelecek olan herşey mutlaka gelir." Böyle dedikten sonra
Satih ölmüştü. Bütün bunlar, Rasûlullah (s.a.v.)'m doğumundan bir ay veya daha kısa bir zaman
sonra cereyan etmişti. Satih, Şam'ın Irak sınırında vefat etmişti. Durumu ne idi, sonu ne
oldu? Allah bilir. İbn Tarrar el-Cerirî, onun 700 yıl yaşadığını söylemiştir.Başkaları ise 500
yıl yaşadığını söylemişlerdir. 300 yıl yaşadığını söyleyenler de vardır. Doğrusunu Allah
bilir.
İbn Asaldr'in rivayetine göre hükümdarın biri, babasının kim olduğu hususunda ihtilaf vuku
bulan bir çocuğun soy durumunu Satih'e sormuş. O da bir topluluk huzurunda uzun, net,
açık ve edebî bir konuşma yaparak çocuğun babasının kim olduğunu anlatmış. Hükümdar:
"Ey Satih! Söylermisin bütün bunları nereden biliyorsun sen?" diye sormuş, Satih'te şöyle
demiş: "Bu bilgi benim değildir. Ne kesin konuşabilirim, ne de herhangi bir tahminde
bulunabilirim. Ancak ben bu bilgiyi, Tur-i Sina'da vahiy işiten bir kardeşimden aldım."
Hükümdar; "Yoksa o kardeşin, senden ayrılmayan ve hep beraberinde bulunan bir cin
midir?" diye sorunca Satih: "Ben nereye gidersem o da benimle beraber gider. Hep benimle
beraberdir. Ben sadece onun söylediklerini söylüyorum." demiş.
Daha Önce anlatıldığı gibi Satih ve bir başka kahin Şıkk b. Mus'ab,. aynı günde, (pazar
gününde) doğmuşlardı. Doğdukları gün, ikisini de o zamanın kahinlerinden Tarife binti
Hüseyn el-Hamidiye'nin yanına götürmüşler, o da her ikisinin ağzma tükürmüş, böylece
kahinlik, o kadın-dan bunlara geçmiş. O kadın aynı gün ölmüş. Anlatıldığına göre Şıkk,
yarım insan şeklindeymiş. Halid b. Abdullah el-Kasrî'nin, onun sülalesinden olduğu
söylenir. Şıkk, Satih'ten bir asır önce ölmüştür.
Satih'in yeğeni Abdülmesih b. Kays b. Hayyan b. "Bukayle el-Gassanî en-Nasranî ise, uzun
süre yaşayanlardan olmuştur.
İbn Asakir, tarih'inde onun biyografisini anlatmış, Hire şehri için Halid b. Velid ile barış
antlaşması yapanın, o olduğunu bildirmiştir. Onun hakkında uzun bir hikaye anlattıktan
sonra Halid b. Velid'in, onun elinden, anında öldürücü bir zehir alıp yediğini, zehiri alırken;
"Adı anıldığında hiçbir şeyin zarar veremeyeceği göklerin ve yerin Rabbi Allah'ın adıyla..."
dediğim, böyle dedikten sonra zehiri yediğini, hastalandığını, sonra eliyle kendi göğsüne
vurduğunu, biraz terledikten sonra ayıldığını söylemiştir.
Ebu Nuaym'm rivayetine göre Merrü'z-Zahran'da İss adında bir rahip varmış. As b. Vail'in
himayesindeymiş. Allah ona çok ilim vermiş. Bilgisi, merhameti ve güzel huyu sayesinde
Mekkelilere büyük faydalar sağlamış. Devamlı olarak manastırında bulunurmuş. Senede bir
gün Mekkelilerin karşısına çıkar ve şöyle dermiş: "Ey Mekkeliler! İçinizde yakın zamanda
bir çocuk doğacak. Araplar ona tabi olacak, o da Acemlere hakim olacaktır. Şimdilerde artık
o gelmek üzeredir. Onun zamanına ulaşıp ta ona tabi olan kimse, istediğini elde etmiş olur.
Onun zamanına ulaşıp ta ona muhalefet eden kimse, hedefi şaşırmış ve istediğini elde
edememiş olur. Allah'a yemin olsun ki sırf ona kavuşmak için, şarap ve mayalı ekmek
diyarını bırakıp açlık ve sefalet diyarına geldim."
Mekke'de bir çocuk doğunca mutlaka gider, onu sorar, sonra da yukarıdaki sözlerini
tekrarlardı. Ona: "Bize, doğmasını beklediğin çocuğun özelliklerim anlat hele."
dediklerinde, "Hayır..." cevabını verirdi. Hz. Peygamber'e kavminden zarar geleceğini
bildiği için, ona en ufak bir zarar dokunmasın, diye evsafı hakkında bildiklerini kendine
saklardı. Rasûlullah (s.a.v.)'m doğduğu sabah Abdülmuttalib oğlu Abdullah, evden çıkıp
rahip îss'in manastırı yanma geldi. Orada durup: "Ey İss!.." diye seslendi. İss: "Kim bu
seslenen?" diye sorunca da; "Ben, Abdullah..." dedi. Bunun üzerine rahip İss, eğilip
Abdullah'a baktı ve ona şöyle dedi: "Pazartesi günü doğan çocuğun, pazartesi günü
peygamber olacağını ve pazartesi günü vefat edeceğini size söylediğim yavrunun babası sen
ol." Abdullah, "Bu sabah bir oğlum oldu" dedi. "Adım ne koydun?" diye sorunca,
"Muhammed koydum." dedi. Bunun üzerine rahip îss, şunları söyledi: "Ey Ka'be ehli
kimseler; vallahi doğması beklenen çocuğun sizin aileden olmasını arzuluyordum. Onda üç
özellik vardır: 1- Onun yıldızı, dün doğdu. 2- O, bu gün doğdu. 3- Onun adı,
Muhammed'dir. Şimdi ona git. Özelliklerini sana anlatmış olduğum çocuk, senin bu gün
doğan oğlundur!"
Abdullah, sordu: "Sözünü ettiğin çocuğun, benim oğlum olduğunu nereden biliyorsun?
Belki bu gün ondan başka bir çocuk daha doğmuştur." Abdullah'ın bu sorusu üzerine rahip
İss, şunları söyledi: "Sözünü ettiğim çocuğun adı, seninkinin adına uyuyor. Cenab-ı Allah'ın,
âlimlere verdiği ilim, hüccettir. Bunun kanıtı da şudur: Şu anda bebeğiniz sancılanmaktadır.
Rahatsızlığı üç gün sürecektir. Üç gün de aç kalacak, sonra iyileşecektir. Sen dilini tut,
kimseye onun hakkında birşey söyleme. Çünkü ona duyulan kıskançlık kadar, hiç kimse
kıskanılma-yacaktır. Onun kadar da hiç kimseye saldırılmayacaktır. Onun daveti ortaya
çıkıncaya kadar yaşarsan, kavminden o kadar zulüm görürsün ki, o zulme ancak sabır ve
zilletle katlanabilirsin. Başka türlü katlanmana imkan yoktur. Öyleyse dilini tut, onun
hakkında bir açıklama yapma."
Abdullah, "Ömrü ne kadar olacak?" diye sorunca rahip İss dedi ki: "Ömrü uzunda olsa, kısa
da olsa yetmiş yaşına varmayacak, altmış bir veya altmış üç yaşında vefat edecektir. Onun
ümmetinin yaş ortalaması da o civardadır."
Ebu Nuaym'den gelen garib bir rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), muharremin onunda ana
rahmine düşmüş, fil vakasından sonraki yirmiüçüncü senenin ramazan ayının onikisinde
pazartesi günü doğmuştur. [4]
Hz. Peygamberin Süt Anneleri Ve Dadıları
Asıl adı Bereke olan Ümmü Eymen, Hz. Peygamber'e dadılık yapıyordu. Ona, babasından
miras kalmıştı. Hz. Peygamber büyüyünce onu azad edip azatlı kölesi Zeyd b. Harise ile
evlendirmiş, bu evlilikten de Üsame b. Zeyd doğmuştu.
Halime es-Sa'diye'den Önce, amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe de, annesiyle birlikte
Hz. Peygamber! emzirmişti.
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir rivayete göre Ebu Süfyan'm kızı Ümmü
Habibe, Hz. Peygamber'e şöyle demiş: 'Ta Rasûlallah! Kızkardeşim Azze ile evlensene." Hz.
Peygamber de demiş ki:
- Sen bunu ister misin?
- Evet. Hem bu iş için sana ısrar ediyorum. Hayırlı bir işte, kız kardeşimin bana ortak
olmasını çok isterim.
- O bana helal olmaz.
- Biz senin, Ebu Seleme'nin kızı ile evlenmek istediğini duyuyor ve kendi aramızda
konuşuyoruz.
- Ümmü Seleme'nin kızı mı? -Evet...
- O, benim üvey kızım olmasaydı bile yine bana helal olmazdı. Çünkü o, benim süt
kardeşimin kızıdır. Süveybe, hem beni, hem de Ebu Sele-me'yi emzirmiştir. Kızlarınızı ve
kızkardeşlerinizi bana teklif etmeyin!»[5]
Buharı'nin rivayetinde şu ilave de vardır: Urve dedi ki: Süveybe, Ebu Leheb'in cariyesiydi.
Onu azat etti. O, Rasûlullah (s.a.v.)'ı emzir-di.Ebu Leheb öldükten sonra, aile halkından biri
onu rüyasında çok kötü bir halde görmüş, ona, "Nelerle karşılaştın?" diye sorunca Ebu
Leheb şu cevabı vermiş: "Aranızdan ayrıldıktan sonra hiç iyilik görmedim. (Baş parmağıyla
işaret parmağı arasındaki bir deliği göstererek) yalnız, Süveybe'yi azat ettiğim için şu
delikten bana su içirildi."
Süheylî ve diğerlerinin anlattıklarına göre onu rüyada gören, kardeşi Abbas'mış. Bu rüya,
Bedir harbi sonrası ve Ebu Leheb'in ölümünden bir yıl sonra görülmüş. Yine bu rüyada Ebu
Leheb, kardeşi Abbas'a, "Doğrusu pazartesi günleri azabım hafifletiliyor." demişti. Bunun
da şu sebebe dayandığını söylemişlerdir: "Süveybe, Ebu Leheb'e gidip kardeşi oğlu
Muhammed b. Abdullah'ın doğduğu müjdesini verdiğinde Ebu Le-heb, onu hemen azat
etmişti. Buna karşılık, Cehennem'deki azabı pazartesi günleri hafifletilmişti." [6]
Hz. Peygamberin Süt Anneye Verilmesi
Halime'nin evinde başlayan bereket ve peygamberlik alametleri ise şunlardır:
Halime, Ebu Züeyb es-Sa'diyye'nin kızıdır. Muhammed b. îshak dedi ki: Hz. Peygamber,
Ebu Züeyb kızı Halime'den süt emdi. Ebu Züeyb'in asıl adı Abdullah olup soy kütüğünde
baba ve dedelerinin adları şöyle sıralanır: Abdullah b. Haris b. Şicne b. Cabir b. Rizam b.
Naşire b. Füsayye b. Nasr b. Sa'd b. Bekr b. Hevazin b. Mansur b. İkrime b. Haşefe b. Kays
b. Aylan b. Mudar.
Hz. Peygamber'in süt babası (yani Halime'nin eşi) Haris'tir. Ha-ris'in soy kütüğünde, baba ve
dedelerinin adlan şöyle sıralanmaktadır: Haris b. Abdüluzza b. Rüfaa b. Melan b. Naşire b.
Sa'd b. Bekr b. Hevazin.
Hz. Peygamber'in süt kardeşleri de şunlardır:
Abdullah b. Haris, Üneyse binti Haris, Hidame binti Haris ki bunun diğer adı Şeyma'dır.
Anlatıldığına göre Hz. Peygamber, Halime'nin ya-nmdayken, annesiyle birlikte Şeyma'da
onun bakımını yaparmış.
İbn İshak, Halime binti Haris'in şöyle dediğini rivayet eder: Emzirmek gayesiyle kurak bir
senede, çocuk aramak için birkaç kadınla birlikte Mekke'ye gittim. Yanımda bir de çocuğum
vardı. Yeşilimsi renkte ve çok ağır yürüyen bir katırımız vardı. Ona binmiştim. Yol
arkadaşlarımız da bu yüzden bizi beklemek zorunda kalıyor ve gecikiyorlardı. Yaşlı bir
keçimiz vardı. Ama Allah'a andolsun ki bir damla bile süt vermiyordu. Geceleyin
çocuğumuz açlıktan ağlayıp durur, bizi uyutmazdı. Ne benim mememde ne de keçinin
memesinde bir damla süt bulunurdu M, çocuğa içirelim de uyusun. Ama yine de
yağmurların yağacağını ve bolluğa kavuşup genişliğe çıkacağımızı umuyorduk. İşte bu
umutla o alız katırımıza binip arkadaşlarımla birlikte yola çıktık. Bineğim ağır yürüdüğü
için yol arkaaşlarım beni beklemek mecburiyetinde kalıyor ve zahmet çekiyorlardı.
Nihayet Mekke'ye ulaştık. Allah'a yemin ederim ki; Rasûlullah (s.a.v.) hangi emziriciye
sunulduysa, öksüz olduğu söylendiğinde hepsi onu reddetti. Emzirmek için hiçbirimiz onu
kabullenmedik. Ve: "Onu emzirsek annesi bize ne verebilir ki? Biz sadece babası olan
çocuktan bir fayda umabiliriz. Annesi bize birşey veremez ki." dedik. Allah'a andolsun ki,
benimle gelen arkadaşlarımın tamamı, emzirmek için birer çocuk buldu. Sadece ben
bulamamıştım. Rasûlullah (s.a.v.)'dan başka çocuk bulamamış, onu da almamıştık. Geri
dönmek üzereydik. Kocam Haris b. Abdüluzza'ya dedim ki: "Bir çocuk bulmadan,
arkadaşlarımla geri dönmek hoşuma gitmiyor. Gidip o öksüz çocuğu alacağım."
Kocam, "Böyle yapmak zorunda değilsin ama dediğin gibi olsun. Belki Cenâb-ı Allah, onda
bizim için bereket yaratır." dedi, ben de gidip Rasûlullah'ı aldım. Vallahi ondan başka
emzirecek bir çocuk bulamadığım için onu almak mecburiyetinde kaldım. Onu alır almaz
arkadaşlarımın yanına getirip yola çıktık. O emmeye başlayınca, memelerim ona bol bol süt
vermeye başladı. Kana kana içti. (Süt) kardeşi de kana kana içti ve doydular. Eve varınca
kocam, o cılız keçimizin yanma gitti. Bir de ne görsün: Keçinin memeleri sütle dolmuş.
Sağdı, içti, içtik. Nihayet hepimiz doyduk. O gece, tok ve rahat uyuduk. Sabah olunca
kocam bana dedi ki: "Ey Halime! Allah'a yemin ederim ki, sen mübarek bir insan almışsın.
Onu aldığımız günün gecesinde evimize dolan hayır ve bereketi görmedin mi? Ve Allah
(c.c), bize bahşettiği bu hayrı daha da arttıracaktır."
Rasûlullah (s.a.v.)'ı, Mekke'den alıp memleketimize dönmek üzere yola çıkmıştık. Allah'a
andolsun ki o cılız bineğimiz, diğerlerini geride bıraktı. Bir hızlanmıştı ki, değmeyin gitsin.
Öyle ki yol arkadaşlarım; "Vay be Halime! Bu, bizimle beraber gelirken bindiğin o cılız
hayvan değil mi?" diye sormuşlar, Ben de; "Evet, vallahi ta kendisi!" demiştim. Bunun
üzerine onlar da, "Vallahi, bunda bir iş var!" demişlerdi.
Nihayet yurdumuza, Sa'd oğulları kabilesinin yaşadığı yere gelmiştik. O zamana kadar
dünyanın en kurak ve en kıtlık yeri olarak orasını biliyordum. Ama artık koyunlar
sabahleyin otlamaya çıkıyor. Akşamleyin tok olarak dönüyordu. Biz de dilediğimiz kadar
onlardan süt sağıyorduk. Çevremizdekilerin davarlarıysa, bir damla bile süt veremiyor-lardı.
Akşamleyin eve aç olarak dönüyorlardı. Öyleki sahipleri, çobanlarına öfkelenerek; 'Yazıklar
olsun size! Halimelerin davarları nerede otlanıyorsa siz de davarlarınızı orada otlatın."
diyorlardı. Bunun üzerine çobanları, davarlarını bizimkilerin otladıkları yerlerde
otlatıyorlardı ama akşamleyin davarları eve yine aç olarak dönüyorlardı. Bir damla süt
veremiyorlardı.
Bizimkilerse eve tok olarak dönüyorlar, biz de onlardan dilediğimiz kadar süt elde
ediyorduk. Cenâb-ı Allah, bize bereket yüzü göstermeye devam ediyordu.
Böylece iki yıl geçti. Rasûlullah (s.a.v.), diğer çocuklardan çok farklı biçimde gelişti. Allah'a
andolsun ki, iki yıla varmadan güçlü bir çocuk haline geldi. Onu, annesine götürdük ama
onda gördüğümüz uğur ve bereket dolayısıyla teslim etmek istemiyorduk. Annesi onu
görünce, dedim ki: "İzin ver de çocuğu bu sene de yanımızda tutalım. Çünkü Mekke'deki
salgına yakalanmasından korkuyoruz." Israrlarım sonucunda annesi, bu isteğimi kabul etti.
Bizimle beraber gönderdi. Aradan iki, üç ay geçmişti. Bir ara Rasûlullah ile süt oğlum,
evimizin arka kısmında kuzularımızı otlatmaktayken kardeşi koşarak yanıma gelip şöyle
dedi: "Şu Kureyşli kardeşime beyaz elbiseli iki adam geldi. Onu yere yatırıp karnım
yardılar!" Kocamla birlikte koşup yanma vardık. Ayağa kalkmış ve rengi sararmıştı. Kocanı
onu kucaklayarak; "Neyin var yavrum?" diye sordu. "Beyaz elbiseli iki adam yanıma gelip
beni yere yatırdılar. Karnımı yarıp içinden birşey çıkardılar. Onu attılar. Sonra karnımı yine
kapatıp, eski haline getirdiler." dedi. Onu alıp eve getirdik. Kocam dedi ki: "Halime!
Çocuğumuzu cinlerin çarpmış olmasından korkuyorum. Korktuğumuz şey kendisinden
görülmeden önce onu sahiplerine versek mi acaba, ne dersin?"
Kocamın bu teklifi üzerine Rasûlullah'ı alıp Mekke'ye götürdük. Annesinin ondan başka
endişe duyacağı birşeyi yoktu. Çocuğunu kendisine takdim ettik. "Ey emzirici! Çocuğu
neden geri getirdiniz. Hani ona tutkundunuz?" diye sorunca, dedik ki: "Hayır, andolsun ki
Allah'ın sayesinde ona karşı görevimizi yerine getirdik. Yalnız telef olmasından ve başına
bazı haller gelmesinden korkuyoruz. Onun için ailesine teslim edelim, diye düşündük."
"Sizde bir hal var. Durumunuzu, olduğu gibi bana anlatın." deyip gerçeği anlatmamız için
ısrar edince, Rasûlullah'ın başından geçen olayı ona anlattık. Dedi ki: "Şeytanın ona zarar
vermesinden mi endişe ediyorsunuz? Hayır, Allah'a yemin ederim ki şeytan, ona zarar
vermek için firsat bulamayacaktır. Vallahi, oğlum büyük bir adam olacaktır. Onun haberini
size anlatayım mı?" Evet anlat, dememiz üzerine: "Rasûlullah'a hamile oldum. Karnımda
onun kadar hafif ve zahmet vermez bir yavru düşünemezdim. Hamileliğim esnasında şöyle
bir rüya gördüm: Sanki benden bir nur çıkmıştı. O nur, Şam saraylarını aydınlatıp bana
göstermişti. Doğurduğumda da diğer çocuklardan farklı bir şekilde, ellerini yere dayamış,
başını semaya dikmiş vaziyette yere düştü. Artık onu bırakın." dedi.
Bu hadis başka yollarla da rivayet edilmiştir. Bu, siyer ve meğazi âlimleri arasında dolaşan
meşhur hadislerdendir.
Vakidî jbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Halime, Hz. Pey-gamber'i aramaya çıkmış,
onu, kuzuların yanında süt kızkardeşiyle beraber bulmuştu. "Bu sıcakta burada işiniz ne?
diye sorunca o şöyle demişti: "Anneciğim! Kardeşim, sıcakla karşılaşmadı ki. Bir bulutun
onu gölgelendirdiğini gördüm. O durunca bulut da duruyor, o yürüyünce bulut da
yürüyordu. Böylece buraya kadar geldi!»
İbn İshak'm rivayetine göre bir gün sahabeler, Rasûlullah (s.a.v.)'a "Bize, kendinden söz et."
dediler. O da buyurdu ki: "Ben, atam İbrahim'in duası ve İsa (a.s.)'nm müjdesiyim. Bana
hamileyken annem, kendisinden bir nur çıktığını ve o nurun Şam saraylarım aydınlatıp
kendisine gösterdiğini gördü. Sa'd b. Bekr oğulları kabilesinde süt emdim. Ora- . da
kuzularımızı otlatmaktayken beyaz elbiseli iki adam yanıma geldi. Beraberlerinde içi kar
dolu altın bir leğen vardı. Beni yere yatırıp karnımı yardılar. Sonra kalbimi çıkarıp yardılar.
Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp attılar. Sonra kalbimi ve karnımı, o kar ile yıkadılar.
Tertemiz hale geldikten sonra kalbimi yerine koyup karnımı eski haline döndür- ' düler. Bu
işi tamamladıklarında biri, diğerine dedi ki: "Onu, ümmetinden on kişi ile tart." Tarttı, o on
kişiye denk geldim. Sonra: "Onu, ümmetinden yüz kişi ile tart." dedi. Tarttı, o yüz kişiye de
denk geldim. Sonra, "Onu, ümmetinden 1000 kişi ile tart." dedi. Tarttı, o 1000 kişiye de
denk geldim. Sonunda, "Bırak onu. Eğer onu, ümmetinin tümüyle de tartsan, onlara denk
gelir." dedi."
Bu rivayetin senedi, güzel ve kuvvetlidir.
Adamın biri, Hz. Peygamber'e: "Senin ilk zamanlarındaki durumun * nasıldı, ya Rasûlallah?
diye sormuş. O da bu soruyu şöyle cevaplamış: "Benim dadım, Sa'd b. Bekr oğulları
kabilesindendi. Onun oğluyla birlikte kuzularımızı otlatmaya götürmüştük. Ama yanımıza
azık almamıştık. Ona; "Kardeş, git de annemizden bize azık alıp getir." demiştim. Kardeşim
gitmiş, ben de kuzuların yanında kalmıştım. Kartal gibi iki beyaz kuş bana doğru geldi. Biri,
diğerine, "Bu, o mu?" diye sordu. Diğeri de, "Evet, odur." deyince üzerime doğru uçup
geldiler. Beni, sırt üstü yere yatırıp karnımı yardılar. Sonra kalbimi çıkarıp yardılar. İçinden
siyah renkte iki parça kan pıhtısı çıkardılar. Biri, diğerine; "Bana kar suyu getir." dedi.
Getirip onunla vücudumun içini yıkadılar. Sonra biri, diğerine, "Dik" dedi. Karnımı dikti.
Kalbimin üzerine de peygamberlik mührünü vurdu. Biri, diğerine: "Onu bir kefeye,
ümmetinden 1000 kişiyi de öbür kefeye koy." dedi. Üzerimde 1000 kişiyi görünce, üstüme
düşmelerinden korktum. Biri, diğerine tekrar: "Eğer ümmetiyle denk olup aynı seviyede
kalsaydı, onlara meylederdi." dedi. Sonra da yanımdan ayrılarak uçup gittiler. Ben, çok
korkmuştum. Karşılaştığım durumu koşup süt anneme anlattım. Çarpılmış olmamdan
korktu. "Seni, Allah'a havale ediyorum." dedi. Devesini hazırladı. Beni deveye bindirdi.
Kendisi de terkime bindi. Yola çıktık. Nihayet annem (Amine)nin yanına vardık.(Halime):
"Ben, emaneti teslim ettim, zimmetten kurtuldum." diyerek başıma gelenleri anneme anlattı.
Annem, hiç telaşlanmadı. Dedi ki: "Benden bir nur çıktığını, o nurun Şam saraylarını
aydınlatarak bana gösterdiğini gördüm." dedi.
Bu hadisi, Bakiyye b. Velid'den, İmam Ahmed b: Hanbel rivayet etmiştir.
İbn Asakir, Urve b. Zübeyr'in, Ebu Zerr el-Gıfarî'den bahsederken şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Ebu Zerr demiş ki: "Ya Rasûlallah! Peygamber olduğunu öğrendiğinde bu işi nasıl
anladın ve buna nasıl inandın?" Rasûlullah. (s.a.v.) şöyle cevap vermiş: "Ey Eba Zeri*! Ben,
Mekke vadilerinden birindeyken iki melek bana geldi. Biri yere indi, diğeri de gök ile yer
arasında durdu. Biri, diğerine sordu: "Bu, o mu?" Diğeri, "Evet, bu, o" diye cevap verdi.
"Onu, bir adamla tart." dedi. Tarttı, ben o adamdan ağır geldim..." Rasûlullah, bu hadisenin
devamı olan göğüs , ameliyatını ve iki omuzu arasına peygamberlik mührünün vurulmasını
da anlatmış, sonunda da şöyle buyurmuştur: "O iki melek, yanımdan ayrılıp gidinceye kadar
yaptıklarım gözlerimle görür gibiydim."
Sahih-i Müslim'de, Enes b. Malik'den gelen bir rivayette şöyle denmektedir: Rasûlullah
(s.a.v.), çocuklarla oyun oynamaktayken Cebrail gelip onu yere yatırarak göğsünü
yarmış,kalbini çıkarıp içinden siyah bir kan pıhtısı çıkararak: "İşte bu, şeytanın payıdır."
demiş; sonra kalbini altın bir leğen içinde Zemzem suyuyla yıkayıp,tekrar yerine koyarak
göğsünü dikip eski haline döndürmüş. Onu bu halde gören oyun arkadaşları, koşarak süt
annesinin yanına gitmiş ve: "Muhammed öldürüldü!" demişlerdi. Yanına döndüklerinde,
Rasûlullah in yüzünün sapsarı olduğunu görmüşlerdi. Enes (r.a.): "Ben Rasûlullah'm
göğsündeki dikiş izini görmüştüm." demiştir.
İbn Asakir, Enes (r.a.)'in şöyle dediğim rivayet etmiştir; "Namaz, Medine'de farz kılındı.
Rasûlullah (s.a.v.)'a iki melek geldi. Onu alıp Zemzem kuyusunun yanına götürdüler.
Karnını yarıp iç organlarını çıkardılar. Altın bir leğene koyup içinde Zemzem suyu ile
yıkadılar. Sonra karnına ilim ve hikmet doldurdular.
İbn Vehb yoluyla gelen bir rivayette de Enes şöyle demiştir: " Rasûlullah (s.a.v.)'m yanma
üç gece peşpeşe gelenler oldu. Biri; "Onların efendilerini ve en hayırlılarını alın." dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah . (s.a.v.)'ı alıp Zemzem kuyusunun yanma götürdüler. Karnım
yardılar. Sonra altın bir kap getirildi. İçi, o kapta yıkandıktan sonra da karnına iman ve
hikmet dolduruldu.»
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan İsrâ hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.v.), miraç
gecesinde göğsünün yarılarak içinin Zemzem suyuyla yıkandığını söylemiştir. Böyle bir
olayın, biri Rasûlullah'm çocukluğunda, biri de miraç gecesinde olmak üzere iki kez
meydana gelmiş olması, çelişkili birşey değildir. Evet, bir defasında süt annesinin
yarımdayken göğsü yarılmıştı. Bir defasında da yüce Rabbi'nin huzurunda bulunmak,
onunla sohbet etmek üzere yüce âlemlere çıkmak üzere miraç gecesinde göğsü yarılmıştı.
îbn îshak, Rasûlullah (s.a.v.)'m kendi ashabına şöyle dediğini nakleder:
"Ben, Arapçayı en iyi bileninizin!. Ben, Kureyşliyim ve Sa'd b. Bekroğulları (kabüesi)nde
süt emdim."
İbn İshak'm anlattığına göre Halime, onu sütten kestikten sonra Rasûlullah (s.a.v.)'ı annesine
götürürken yolda bir Hristiyan kervanı onlara rastlamış; onu yakalayıp "Şu çocuğu
hükümdarımıza götürelim; bunda çok iş var!" demişlerdi. Rasûlullah, büyük bir gayret
sarfederek onlardan kaçıp kurtulabilmişti.
Anlatıldığına göre Halime, başına bir musibet gelmesinden korktuğu için Rasûlullah'ı
annesine teslim etmek üzere geri götürürken Mekke yakınlarında kaybetmiş, aramış ama
onu bir türlü bulamamıştı. Dedesi Abdülmuttalib'in yanma gitmiş, durumu anlatmıştı.
Abdülmuttalible birkaç kişi onu aramaya çıkmışlardı. Varaka b. Nevfel ile Kureyşli bir
başka adam, onu bulup dedesine getirmişlerdi. Dedesi, onu alıp omuzu-na koyarak Kabe'yi
beraberce tavaf etmiş, musibetlere karşı onu koruması için Cenâb-ı Allah'a duaetmiş, sonra
da annesi Amine'3e teslim etmişti.
el-Ümevî, Said b. Müseyyeb yoluyla yaptığı bir rivayette Rasûlullah (s.a.v.)'m doğumunu,
Halime'den süt emişini anlatmıştır. Ancak bu anlatımda Muhammed b. İshak'ın anlatım
sırasına riayet etmemiştir. Yine el-Ümevî'nin anlattığına göre Abdülmuttalib, oğlu
Abdullah'a kendisine bir süt annesi bulması için Rasûlullah (s.a.v.)'ı alıp Arap kabilelerini
dolaşmasını emretmiş. Abdullah ta dolaşmış, nihayet Hali-me'yi, oğluna süt emzirmek üzere
kiralamış. Rasûlullah (s.a.v.), Hali-me'nin yanında altı yıl kalmış. Halime, onu her yıl
dedesinin, ziyaretine götürürmüş. Göğsü yaradığında onu annesine teslim etmiş. İki yıl da.
annesinin yanında kalıp sekiz yaşma vardığında annesi vefat etmiş. Bunun üzerine dedesi
Abdülmuttalib, onun bakımım üstlenmiş, on yaşma kadar onun yanında kalmış, o da vefat
edince Rasûlullah (s.a.v.), öz amcaları Zübeyr ile Ebu Talib tarafından koruma altına
alınmış. On küsur yaşındayken, amcası Zübeyr onu beraberinde Yemen yolculuğuna çıkarmış.
Bu yolculukta, Rasûlullah'ta bazı olağanüstü haller görmüşler. Nitekim geçmekte
oldukları bir vadide bir erkek deve yollarım kesmiş, Rasûlullah'ı görünce de yere çöküp o iri
gövdesini yerlere sürmüş. Rasûlullah (s.a.v.) da ona binmiş.
Yine Yemen yolculuğunda Rasûlullah (s.a.v.), beraberindeki kafileyle birlikte Arim seline
dalmış, Cenâb-ı Allah ta, onlar geçinceye kadar o seli kurutmuş, böylece yollarına devam
etmişler. Kendisi ondört yaşındayken amcası Zübeyr vefat etmiş, bu defa amcası Ebu Talib,
onun bakımını yalnızca üstlenmiş.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; henüz küçük yaştayken Rasûlullah (s.a.v.)'m uğur ve bereketi,
Halime es-Sa'diye ve ailesi üzerine yağmış. Mekke fethinden bir ay sonra vuku bulan
Hevazin savaşında esir aldığı Hevazinlüeri de lütuf yağmuruna tutmuştu. Kendi yanlarında
süt emip.Artık büyüdüğünü hatırlatmaları üzerine şefkat duyguları kabarmış, onları serbest
bırakmakla bir daha ihsanda bulunmuştu. Yeri geldiğinde bu konuda tafsilatlı bilgi
vereceğiz.
Muhammed b. İshak, Hevazin savaşıyla ilgili olarak dedi ki: Amr b, Şuayb, dedesinin şöyle
dediğini, babasından naklen rivayet eder: "Hü-neyn savaşında Rasûlullah (s.a^v.) ile
birlikteydik. Mallarım ganimet, adamlarım da esir olarak ele geçirdikten sonra dönüşte
Hevazin heyeti, Müslümanlığa girmiş olarak Cirane mıntıkasında Rasûlullah (s.a.v.)'m
yanma gelip kendisiyle görüştü. Görüşme esnasında dediler ki: "Ya Rasûlallah! Bizler senin
ailen ve aşiretiniz. Sence de bilinmektedir ki, bizler belaya uğradık. Bize lütufta bulun İd,
Allah da sana lütufta bulunsun." Daha sonra konuşmacıları Züheyr b. Surad, kalkıp şunları
söyledi: 'Ya Rasûlallah! Ağıllardaki esirler arasında teyzelerin ve seni besleyip büyütmüş
olan bakıcıların vardır. Bizler eğer Ebu Şemr (Haris el-Gas-sanî) veya Numan b. Münzir'i
emzirmiş, sonra da senden gördüğümüz bu musibeti onlardan görmüş olsaydık, yine de
onların iyilik ve şefkatlerini umardık. Oysaki sen, kendisine dadılık yapılmış olanların en
hayır-ksısm."
Konuşmacı, böyle dedikten sonra şu şiiri okumaya başladı. 'Ya Rasûlallah! Bize lütuf ve
ihsanda bulun. Sen, kendisinden hayır umulan bir insansın. Kader engeliyle karşılaşan, bu
dönemde düzeni bozulan bir kavme lütfet. Bu zaman, bizi üzgün, kalbi gamlı ve kederli
kimseler haline getirdi ki medet diliyoruz senden. Denendiğinde herkesten üstün gelen ey
âlicenâb insan, eğer senin ihsanına mazhar olamazsak, devamlı olarak hüzünlü ve kederli
kalırız.
Memelerinden inci damlaları gibi süt emdiğin kadınlara lütfet. Gelip gittiğinde seni süsleyen
ve seni emziren kadınlara lütfet. Bizi mahvetme, öldürüp de yok etme. Hayatta bırak bizi.
Biz çiçek yığını gibi bir milletiz. Başkaları nankörlük etseler de biz, iyiliğe şükranla karşılık
veririz. Bu günden sonra biz, iyiliğini unutmayız." Bu kıssa, Ubeydullah b. Remahis el-
Kelbî er-Remelî kanalıyla rivayet edilmiştir.
Ziyad b. Tarık el-Cüşemî, kavminin reisi Ebu Surad ^üheyr b. Cer-vel'in şöyle dediğini
rivayet eder:" Rasûlullah (s.a.v.), Hüneyn savaşında bizi esir almıştı. Kadın ve erkek
esirlerin ayırımını yaparken bir ara fırlayıp önüne gittim ve oturup çocukluk dönemini
Hevazin kabilesi arasında geçirip orada büyüyüşünü ve Hevazinli kadınlardan süt emişini
kendisine hatırlatan şu şiirimi okudum:
"Ya Rasûlallah! Bize rahat bir hayat bahşedip lütufta bulun. Sen, iyiliği umulan ve ihsanını
beklediğimiz bir kimsesin. Kaderce geri bırakılan, bu zamanda düzeni altüst olan bir kavme
lütfet. Savaş, bizi öyle bir duruma soktu ki, eğer yağdırdığın ihsanlara mazhar olamazsak,
kalplerimiz gamlı ve kederli kalır. Hüzünlü halde medet dileyenler olunız. Ey denendiğinde
yumuşak huyluluğu ağır basan âlicenâb insan! Memelerinden inci taneleri gibi süt emdiğin
kadınlara lütfet. Küçücük bir bebek iken seni emziren ve gelip gittiğinde seni süsleyen
kadınlara lütfet. Bizi, mahvetme. Öldürüp de yok etme. Bizi, hayatta bırak. Biz çiçek yığını
gibi bir milletiz. Başkaları nankörlük etse bile, biz nimete şükranla mukabele ederiz. Bu
günden sonra senin iyiliğim unutmayız. Sütlerini emdiğin annelerine af gömleğini giydir.
Senin affedici olduğun, herkesçe bilinmektedir. Bu halin öldürmektense, onlara af gömleğini
giydirmeni umuyoruz. Çünkü sen, affeder ve yardım elini uzatırsın. Bizi bağışla. Allah da
seni kıyamet gününde korktuğun azaptan affetsin. Çünkü sana zafer gelmiştir."
Ebu Surad'm bu şiirini tamamlamasından sonra Rasûlullah (s.a.v.): "Bana ve Abdülmuttalib
oğullarına ait esirler, Allah rızası ve sizin hatıranız için serbesttirler." dedi. Bunun üzerine
Ensâr da: "Bize ait esirler de Allah ve Rasûlunün rızası için serbesttir." dediler.
İleride de açıklanacağı gibi başta kadın ve çocuk olmak üzere Rasûlullah (s.a.v.), onlardan
6000 esiri serbest bıraktı. Bir çok davar ve hizmetçiyi de ihsan olarak verdi. Öyleki Ebü'l-
Hüseyin b. Faris; «Rasûlullah (s.a.v.), onlardan 500.000 dirhem değerinde esir salıverdi.»
demiştir. Bütün bunlar, onun dünyadaki acil (peşin, dünyadaki) bere-ketlerindendir. Acaba
kendisinin yolundan yürüyenlere ahirette bahşedeceği bereketler ne kadar olacaktır? [7]
Fasıl
Hz. Peygamber'in, süt annesi Halime'nin yanından ayrılıp annesi Amine'nin yanma
dönmesinden sonraki dönemi anlatan İbn İshak şöyle der: Rasûlullah (s.a.v.), annesi Vehb
kızı Amine ile dedesi Abdülmutta-lib'in yanında ve Cenâb-ı Allah'ın himayesinde
kaldı.Yüce Rabbi, onu yüksek makamlara erişecek şekilde, güzelce terbiye edip geliştirdi.
Altı yaşma vardığında annesi Vehb kızı Amine vefat etti. Abdullah b. Bekr... b, Hazm'in
bana anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v.), altı yaşındayken annesi Amme, Mekke ile Medine
arasında bulunan Ebva köyünde vefat etmiş. Annesi onu, dayıları olan Adiyy b. Neccar
oğullarının ziyaretine götürmüş. Medine'deki bu ziyaretini tamamladıktan sonra Mekke'ye
dönüş yolunda, Evba'da vefat etmiş.
Vakidî'nin anlattığına göre annesi Amine, (cariyesi) Ümmü Ey-men'i de yanma alarak Hz.
Peygamber'i altı yaşındayken, dayılarının ziyareti için Medine'ye götürmüş.
Yol arkadaşları Ümmü Eymen diyor ki: Bir gün Medine Yahudile-rinden iki adam yanıma
gelip: "Muhammed'i getir de görelim." dediler. Getirdim, ellerine alıp baktılar. Biri, diğerine
dedi ki: "Bu, bu ümmetin peygamberidir. Burası (Medine) da onun hicret edeceği yer
olacaktır. Bu sebeple de çok miktarda adam öldürülecek ve fazla sayıda esir alınacaktır!"
Annesi, bu sözleri duyunca korktu. Mekke'ye dönmek üzere yola çıktı. Ebva köyünde vefat
etti.
Ahmed b. Hanbel, babasından nakilde bulunan Ebu Büreyde'nin şöyle dediğini rivayet eder:
Babam bana dedi ki: "Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte bir yolculuğa çıktık. Veddan denen yere
geldiğimizde: "Az bekleyin. Ben gelinceye kadar yerinizden ayrılmayın." dedi ve aceleyle
gitti. Az sonra yanımıza döndüğünde pek keyifli görünmüyordu. Buyurdu ki:
"Muhammed'in annesinin mezarına gittim. Ona şefaatte bulunmak için Rabbimden izin
diledim, ama beni menettî. Ben, sizi mezarları ziyaretten menetmiştim. Artık ziyaret
edebilirsiniz. Üç günden sonra kurban etlerini yemekten sizi menetmiştim. Artık uygun
gördüğünüz kadarını yeyip kalan kısmını saklayabilirsiniz. Şu kaplardan içmenizi yasaklamıştım.
Artık gerekince içebilirsiniz."
Beyhakî'nin rivayetine göre Süleyman b. Büreyde, babasının şöyle dediğini rivayet eder:
Peygamber (s.a.v.), bir mezar kalıntısının yanına gelip oturdu. Çevresindeki insanlar da ona
bakıp oturdular. Konuşan bir hatip gibi başım sallamaya, sonra da ağlamaya başladı. Hz.
Ömer, karşısına dikilip: "Seni ağlatan nedir, ya Rasûlallah?" diye sordu. O da buyurdu ki:
"Bu, Vehb kızı Amine'nin mezarıdır. Burayı ziyaret etmek için Rabbimden izin istedim.
Bana, bu izni verdi. Annem için istiğfarda bulunma iznini diledim. Rabbim, bana bu izni
vermedi. Şimdi de annemin şefkati bana ulaştı. Onun için ağladım."
Rasûlullah (s.a.v.), o kadar ağlamıştı ki, daha önce ve daha sonra o kadar ağladığı
görülmemişti.
Beyhakî, Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), mezarları
dolaşmaya çıkmış, biz de kendisiyle beraber çıkmıştık. Oturmamızı buyurdu, biz de
oturduk. Sonra mezarları dolaştı, nihayet bir mezarın yanma gidip durdu. Onunla uzun
uzadıya ve alçak bir sesle konuştu. Sonra yüksek sesle ağladığını gördük. O ağlayınca biz de
ağladık. Sonra yüzünü bizden tarafa çevirdi. Hattab oğlu Ömer, karşısına dikilip: "Seni
ağlatan nedir, ya Rasûlallah? Doğrusu biz de korktuk ve ağladık." dedi. Rasûlullah (s.a.v.),
yanımıza gelip oturdu ve: "Ağlamam sizi korkuttu mu?" diye sordu. "Evet..." dememiz
üzerine şöyle buyurdu: "Yanma varıp konuştuğum mezar, Vehb kızı Amine'nin mezarıydı.
Orayı ziyaret etmek için Rabbimden izin diledim... Bana bu izni verdi. Onun için istiğfarda
bulunmak üzere Rabbimden izin diledim, ama bana bu izni vermedi ve şu ayet-i kerime'yi
inzal buyurdu:
"Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret
dilemek, peygambere ve mü'minlere yaraşmaz.İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi,
sadece ona verdiği bir sözden Ötürü İdi." (et-Tevbe, 113-114.)
Mezarını ziyaret edince, çocuğun anasına duyduğu şefkat duygusu beni etkiledi. Beni
ağlatan işte budur."
Müslim, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.), annesinin
mezarını ziyaret etti. Ağladı, çevresindekileri de ağlattı. Sonra şöyle dedi:
"Annemin mezarını ziyaret etmek için Rabbimden izin istedim, bana bu izni verdi. Onun
için istiğfarda bulunma iznini istedim, ama bana bu izni vermedi. Artık mezarları ziyaret
edebilirsiniz. Çünkü bu, size ölümü hatırlatır."
Müslim., Enes'ten rivayet etti ki; Adamın biri gelip: "Ya Rasûlallah! Babam nerede?" diye
sordu. O da; "Baban ateştedir!" dedi. Adam dönüp gidecek olunca onu çağırıp; "Doğrusu
senin baban da benim babam da ateştedir!» dedi.
Beyhakî, Amir b. Sa'd'm babasının şöyle dediğini rivayet eder: bir Arap, Hz. Peygamber'e
gelerek şöyle sordu: "Babam, dost ve akrabalarını ziyaret eder, onlarla iyi geçinir, şöyle ve
böyle (iyilikler) yapardı. O nerededir?" Rasûlullah (s.a.v.), "Ateştedir." deyince adam, bu
sözden alındı ve, 1fYa Rasûlallah! Senin baban nerededir?" diye sordu. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Her nerede bir kafirin mezarına uğrarsan, onu ateşle
müjdele!" dedi. O Arap bundan sonra Müslüman oldu ve dedi ki: "Rasûlullah (s.a.v.), beni
yorucu bir işle görevlendirdi. Her bir kafirin mezarına uğradıkça onu mutlaka ateş ile
müjdeliyorum."
Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Bir ara Rasûlullah
(s,a.v.) ile beraber yürüyorduk. Bir kadın göründü. Onu tanıdığını sanmıyordu. Yolun
ortasına gelince durdu. Kadın da gelip ona ulaştı. Bir de baktı ki o kızı Fatıma imiş. "Evden
çıkmana sebep ne ey Fatıma?" diye sorunca o da; "Şu eve başsağlığına geldim. Ölüleri
vardı, acıdım onlara." dedi. Rasûlullah (s.a.v.); "Belki de onlarla birlikte mezarlığa kadar da
gittin?" diye sorunca Fatıma şöyle dedi: "Onlarla birlikte mezarlığa kadar gitmiş olmaktan
Allah'a sığınırım. Çünkü senin bu konuda neler söylediğini biliyorum." dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Eğer onlarla birlikte mezarlığa gitmiş olsaydın, babanın
dedesi (Abdülmuttalib), Cennet'i görünceye, kadar sen Cennet'i göremezdin!"
Özetle demek istediğim şu ki; Abdülmuttalib, cahiliye dini üzere öl- ' müştür. Ama Şiîler, o
ve oğlu Ebu Talib hakkında böyle düşünmemektedirler. Bununla ilgili açıklama, Ebu
Talib'in vefatı bölümünde gelecektir.
Beyhakî, "Delailü'n-Nübüvve" adlı kitabında bu hadisleri rivayet ettikten sonra der ki:
Ölünceye kadar putlara taptıkları ve Meryem oğlu İsa'nın dinine de tâbi olmadıkları halde
nasıl olur da Hz. Peygamber'in anne, baba ve dedesi, ahirette bu vasıfta olmazlar! Ama
kafirlikleri, Hz. Peygamberin nesebi için kusur değildir. Çünkü kafirlerin nikahlan sahihtir.
Görmez misin ki onlar eşleriyle beraber Müslüman olmaktadırlar? Eğer aralarında
akdettikleri nikah, İslam fıkhına (hukukuna) uygunsa, Müslümanlığa girdiklerinde eşlerinin
onlardan ayrılmaları ve nikah akdini yenilemeleri gerekmez. Muvaffakiyyet Allah'tandır...
Rasûlullah (s.a.v.)'m, dedesiyle anne ve babasının Cehennemlik olduklarını haber vermiş
olması; çeşitli yollardan rivayet edilen ve fetret devri insanlarıyla çocuk, deli ve sağırların
kıyamet gününde mahşer meydanında hesaba tabi tutulacaklarını bildiren hadise ters düşmemektedir.
"Biz peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz." ayetini[8] tefsir ederken
bu hadisin sened ve metnini uzun uzadıya nakletmiştik. Onlardan kimi, peygamberlerin
davetine icabet etmiştir, kimi de icabet etmemiştir. Bunlar, icabet etmeyenler zümresinden
olabilirler ki, bu durumda da herhangi bir çelişki söz konusu olmaz. Hamd ve minnet
Allah'adır.
Süheylî'nin, Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadise gelince, bunda, Rasûlullah (s.a.v.)'m anne ve
babasını diriltmesini Rabbinden dilediği, Rabbinin onları dirilttiği, onların da ona iman
ettikleri anlatılmaktaysa da bu gerçekten münker olan bir hadistir. Böyle bir şeyin vukuu,
her ne kadar Allah'ın kudreti açısından mümkünse de, buna ters düşen sahih hadisler vardır.
Doğruyu en iyi bilen, yüce Allah'tır. [9]
Fasıl
İbn İshak dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.), annesi Vehb kızı Amine'nin vefatından sonra dedesi
Haşim oğlu Abdülnıuttalib'in yanında kaldı. Abdülmuttalib için Ka'be'nin gölgesinde yatak
serilir, o gelinceye kadar oğulları o yatağın etrafında otururlardı. Babalarına olan
saygılarından dolayı hiçbiri o yatağın üstüne oturmazdı. Rasûlullah (s.a.v.), gelişmiş bir
çocuk idi. Gelir, dedesinin yatağının üzerine otururdu. Oraya oturmasını engellemek için
amcaları onu tutup geri çekerlerdi ama dedesi Abdülmuttalib, oğullarının bu hareketini
görünce; "Oğluma ilişmeyin. Allah'a and olsun ki o büyük bir adam olacaktır." der, sonra da
onu kendi yanma, yatağının üzerine oturtur, eliyle sırtını okşardı. Rasûlullah'm yaptığı
hareketleri görmekten sevinç duyardı.
VaMdî, İbn Cübeyr tarikiyle şu rivayeti nakleder: Rasûlullah (sa.v.), annesi Vehb kızı Amine
ile beraberdi. Amine'nin vefatından sonra dedesi Abdülmuttalib onu yanına aldı. Bağrına
bastı. Çocuklarına göstermediği şefkati ona gösterdi. Hep yakınında tutardı. Rasûlullah,
yalnız kaldığında, uyuduğunda onun yanında olurdu. Onun yatağının üzerinde otururdu. Bu
durumunu gördüğünde Abdülmuttalib şöyle derdi: "Oğluma dokunmayın. O, bir
hükümdarlık kuruyor." Müdlic oğullarından bir grup adam, Abdülmuttalib'e şu uyarıda
bulunmuştu: "Şu çocuğu muhafaza et. Çünkü bunun kadar üstün ve ileri bir kimse görmüş
değiliz."
Abdülmuttalib de, yanında duran Ebu Talib'e; "Şunların dediklerini duy." diye uyarıda
bulunmuş, Ebu Talib de onu muhafaza altında tutmuştu:
Yine bir defasında Abdülmuttalib, Hz. Peygamber'in bakıcılığım (dadılığı) yapan Ummü
Eymen'e şu öğüdü vermişti: "Ey Bekere! Oğlumdan gözlerini ayırma. Doğrusu onu sidreye
yakın çocuklarla (meleklerle) beraber gördüm. Ritab ehli kimseler, oğlumun bu ümmetin
peygamberi olacağına inanmaktadırlar."
Abdülmuttalib, onsuz yemek yemez ve: "Oğlumu da yanıma getirin." derdi.
Bunun üzerine Rasûlullah'ı onun yanma getirirlerdi. Vefat edeceği zaman, Rasûlullah'a.
bakması için Ebu Talib'e vasiyette bulundu. Onu koruyup gerekli ihtimamı göstermesini
tenbihledi. Bu vasiyeti yaptıktan sonra vefat etti ve Hacun mezarlığına gömüldü.
İbn îshak der ki: Rasûlullah (s.a.v.) sekiz yaşma girdiğinde, dedesi Haşim oğlu
Abdülmuttalib öldü. Ölmeden önce kızlarını yanma topladı. Kendisi için ağıt dökmelerini
tenbihledi. Kızları şunlardı: Erva, Ümey-me, Berre, Safiye, Atike ve Ümnıü Hakim el-
Beyza idi. İbn îshak, Abdül-muttalib'in kızlarının, babalan üzerine ağıt yakarken
söyledikleri şiirleri nakleder ve babalannm ölmeden Önce bu şiirleri dinlediğini söyler. "Bu
şiirler, çok beliğ bir mersiye idi" diyerek bu konuda detaylı açıklamalarda bulunur.
İbn Hişam ise, şiir bilgisine sahip kimselerin bu şiirlerden haberleri
olmadığını söylemiştir.
İbn İshak dedi ki: Haşim oğlu Abdülmuttalib vefat edince hacılara su temin etme (sikaye)
görevini küçük oğlu Abbas üstlendi. Zemzem kuyusunun idaresini de üzerine aldı. İslâmiyet
dönemine kadar bu görevleri o yürüttü. Mekke fethinden sonra da bu görevleri o yürüttü.
Rasûlullah, Mekke fethinden sonra da bu görevleri onun uhdesinde bıraktı.
Abdülmuttalib'in vefatından sonra Rasûlullah (s.a.v.), dedesinin vasiyeti gereğince amcası
Ebu Talib'in yanında kaldı. Çünkü Ebu Talib, Rasûlullah(s.a/v.)'m.babası Abdullah'ın öz
kardeşiydi. Anneleri Fatıma binti Amr b. Aiz b. İiîıran b. Mahzum idi.
Ebu Talib, Rasûlullah (s.a.v.)'ı yanma alıp idaresini üstlenmişti.
Vakidî'nin de rivayetine göre Abdülmuttalib vefat edince Ebu Talib, Rasûlullah (s.a.v.)'ı
yanma almış, hep beraberinde bulundurmuştur. Ebu Talib, malsız mülksüz bir kimseymiş,
Rasûlullah (s.a.v.)'ı kendi çocuklarından daha fazla sever, yatarken mutlaka onu da yatağına
yatırır, bir yere giderken onu da beraberinde götürürmüş. Ona gösterdiği kadar başka hiçbir
kimseye şefkat ve itina göstermemiştir.
Ebu Talib ailesinin ferdleri, onsuz (Hz. Peygamber) bir arada veya ayrı ayrı yemek
yediklei"inde doymazlarmış. Ebu Talib, çoluk çocuğunu sofraya oturttuğunda, Rasûlullah
(s.a.v.) sofraya gelmedikçe, yemeğe ellerini uzattırmazmış. O gelip kendileriyle birlikte
sofraya oturduğunda yemekleri artıp bereketlenirmiş. Onlarla beraber olmadığında da
doymazlarmış. Ebu Talib; "O mübarek ve uğurlu bir kimsedir." dermiş. Ebu Talib'in
çocukları, sabahleyin gözleri çapaklı, yüzleri tozlu olarak uyanırlarken; Rasûlullah (a.a.v.)
gözleri sürmeli, yüzü temiz olarak uyanırdı.
Hasan b. Arfe, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Talib'in çocukları, sabahleyin
gözleri çapaklı olarak uyanırlardı. Rasûlullah (s.a.v.) ise temiz ve parlak bir yüzle uyanırdı.
Ebu Talib, sabahları çocuklarının önüne yemek tabaklarını kor, onlar da tabaklardaki
yemekleri hemen bitirirlermiş. Ama Rasûlullah (s.a.v.), elini tabaklara uzatmaz, onlarla
birlikte yemekleri yağmala-mazmış. Onun bu durumunu gören amcası, yemeğim ayrı bir
sofra kurdurarak yedirirmiş.
İbn İshak'm nakline göre Yahya b. Abbad b. Abdullah b. Zübeyr, babasının şöyle dediğini
rivayet etmiş: Lihbli bir adam vardı. İnsanların tipine bakarak gelecekleri hakkında bilgi
verirdi. Bu adam, Mekke'ye geldiğinde Kureyşliler, gelecekleri hakkında bilgi vermesi için
çocuklarını yanma getirdiler. Ebu Talib de Rasûlullah (s.a.v.)'i ona getirdi. Adam,
Rasûlullah'a baktı, ama arada başka birşeye baktı. İşini tamamladıktan sonra da; "Şu çocuğu
bana verin." dedi. Ebu Talib, onun Rasûlullah'ı ele geçirmeye kararlı olduğunu görünce
Rasûlullah'ı sakladı. Adam: 'Yazıklar olsun size! Az Önce gördüğüm o çocuğu bana verin.
Allah'a yemin ederim ki, o büyük bir adam olacaktır." dedi. Ebu Talib de Rasûlullah'ı oradan
alıp götürdü. [10]
Hz. Peygamberin, Amcası Ebu Talib İle Birlikte Şam'a Gitmesi Ve Rahip Bahira
Île Karşılaşması
İbn İshak, yukarda naklettiğimiz sözlerine devamla şöyle demektedir: Daha sonra Ebu Talib,
ticaret maksadıyla bir kervanla birlikte Şam'a gitti. Ancak anlatıldığına göre o, bu sefere
çıkmadan yol hazırlığını yaparken Rasûlullah (s.a.v.), ona çok tutkunluk göstermiş. Ebu
Talib de dayanamayarak; "Vallahi, onu da beraberimde Şam'a götüreceğim. Ne ben ondan
ayrılabilirim, ne de o benden ayrılabilir!" demiş.
Kafile, seyahatin ilk durağı olan Busra şehrine vardı. Orada, kendi manastırında yaşamakta
olan Bahira adında bir rahip vardı. Hristiyanhk hakkında bilgisi vardı. Rahip olarak
görevlendirildiğinden beri manastırdan ayrılmamıştı.
Kureyş kervanı, daha önceki yıllarda oradan kaç defa geçmişse de bu rahip onların karşısına
çıkmamış, onlarla konuşmamıştı. Ama Re-sulûllah'ı beraberlerine aldıkları o yılda rahip
Bahira, manastırı yakınında konakladıklarında kervanı karşılamış, onlara büyük bir ziyafet
hazırlamıştı. Anlatıldığına göre Bahira, manastırındayken harikulade bir manzarayla
karşılaşmış. Kureyş kervanı içinde, Rasûlullah (s.a.v.)'m da gelmekte olduğunu, onu, bir
bulutun gölgelendirdiğini, daha sonra bu kervanın manastır yakınındaki bir ağacın gölgesi
altında mola verdiğini görmüş. Rasûlullah'ı gölgelendiren buluta bakmış. Ağacın dallarının
da Rasûlullah'm üzerine eğilerek onu gölgelendirdiklerini görmüş. Bahira, bu manzarayı
görünce manastırından inerek adamlarına, yemek hazırlamalarını emretmiş, sonra da adam
göndererek Kureyşli yolcuları yemeğe davet etmiş. Gelen misafirlere de şöyle demiş: "Ey
Kureyş topluluğu! Sizin için ziyafet tertipledim. Büyük, küçük, hür ve köle, hepinizin bu
yemeğe gelmenizi isterdim." Kureyşli davetliler-den biri de kalkıp şöyle demişti:"Ey
Bahira! Bu gün sende bir hal var. Daha önceleri çok defalar buraya geldiğimiz halde bize
yemek yapmazdın. Bu gün sende bambaşka bir hal var. Nedir bu hal?"
Bahira da şu cevabı vermişti: "Doğru söylüyorsun. Dediğin gibi daha önceleri size yemek
vermezdim. Ama siz misafirsiniz. Size yemek yapıp ikramda bulunmak ve hazırlattığım
yemekten hepinizin yemesini istedim."
Nihayet hepsi sofra basma toplandılar. Rasûlullah, küçük olduğu için onu, ağaç altındaki
mola yerinde kervanın eşyalarını koruyup gözetmekle görevlendirmişlerdi. Bu yüzden o,
yemeğe gelmemişti. Bahira, mola yerine geldikleri esnada kervanda gördüğü o harikulade
hali sofra başındayken göremeyince: "Ey Kureyş topluluğu! Aranızda sofraya gelmeyen
kimse kalmasın." dedi. Dediler ki: "Ey Bahira! Hepimiz sofrana geldik. Sadece en
küçüğümüz olan bir çocuk, mallarımızı beklemekte olduğundan gelemedi." Bahira bu
durumu kabullenmedi. "Böyle yapmayın. Onu da çağırın. O da sizinle beraber bu yemekten
yesin." deyince Kureyşlilerden biri; "Lat ve Uzzaya andolsun ki, Muhammed b. Abdullah b.
Abdülmuttalib'in beraberimizde bu sofrada bulunmaması, bizim için bir ayıptır." dedi, sonra
gidip Rasûlulİah'ı kucakladı, getirip misafirlerin arasına oturttu. Bahira, onu görünce
dikkatle süzdü, bedeninin bazı yerlerine baktı; ondaki bazı özellikleri daha öne görmüştü.
Misafirler, yemek yedikten sonra dağıldılar. Bahira, kalkıp Rasûlul-lah'a: «Ey çocuk, Lat ve
Uzza hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver," dedi. Yol arkadaşlarının Lat ve Uzza
üzerine yemin ettiklerini gördüğü için o da, bu iki put üzerine yemin ederek Rasûlullah'a
soru sormuştu. Anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), ona: "Lat ve Uzza adına yemin ederek
bana birşey sorma. Allah'a yemin ederim ki onlardan nefret ettiğim kadar başka-hiç birşeye
nefret etmem." deyince Bahira; "Allah adına yemin olsun ki, sana soracaklarıma mutlaka
cevap vereceksin." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah da: "İstediğini sorabilirsin." dedi. O da
Rasûlullah'a; durumu,uykusu, şekli, şemaili ve bazı işleri hakkında so^ rular sordu.
Rasûlullah da ona, sorularının cevabını verdi. Anlattıkları, Bahira'nın, onun evsafı hakkında
öğrenmek istediklerine uyuyordu. Sonra Rasûlullah'm sırtına baktı.. Onun evsafıyla ilgili
bildiği şeylere uygun olarak iki omuzu arasında peygamberlik mührünü gördü. Tetkiklerini
tamamladıktan sonra amcası Ebu Talib'e yönelerek: "Bu çocuk senin neyin olur?" diye
sordu. Ebu Talib "Oğlumdur." dedi. Bahira; "Olamaz. Bu, senin oğlun değildir. Bunun
babası hayatta olmamalı." deyince Ebu Talib, "Kardeşimin oğludur." dedi. Bahira,
"Babasına ne oldu?" diye sorunca Ebu Talib; "Annesi buna hamile iken babası vefat etti."
dedi. Bahira da; "İşte şimdi doğru söyledin. Kardeşin oğlunu hemen memleketine götür.
Yahudilerin ona bir kötülük yapmalarından sakın. Allah'a andolsun ki, onu görüp te benim
onda bulduğum vasıflardan haberdar olurlarsa, ona bir kötülük yaparlar. Doğrusu, senin
kardeşin oğlu, büyük bir adam olacaktır. Hemen onu al ve memleketine çabucak götür."
dedi. Bunun üzerine Ebu Talib, Şam'daki ticaret işim tamamlar tamamlamaz, acele yola
çıkarak Rasûlullah'ı Mekke'ye götürdü.
îbn İshak der ki: Rivayet olunduğuna göre Ehl-i Kitaptan Züreyr, Temmanı ve Deriş adında
üç kişi de bu Şam seferi esnasında Bahira'nın, Rasûlullah'ta gördüğü şeyleri görmüş, onu
kendilerine vermesini istemişler, ama Bahira onların bu isteğini reddederek Allah ve
Rasûlullah ile ilgili olarak kitaplarında yazılı şeyleri hatırlatmış. Her ne kadar Rasûlullah'ı
ele geçirmek istemişlerse de bu amaçlarına ulaşamamışlar. Nihayet Bahira'nın kendilerine
söylediğini anlamış ve onu doğrulamışlar; bunun üz-erine Rasûlullah'ı ele geçirmekten
vazgeçip yollarına gitmişlerdi.
Yunus b. Bükeyr'in, İbn İshak'tan rivayet ettiğine göre bu konuda Ebu Talib üç kaside
söylemiştir.
Ebu Bekr el-Haraitî, Ebu Musa'nın şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Talib, yanma Rasûlullah
(s.a.v.)'ı da alarak Kureyş'in yaşlılarıyla birlikte Şam'a doğru yolculuğa çıktı.Rahip
Bahira'nın manastırına yaklaştıklarında, bineklerinden inip mola verdiler. Yüklerini de
indirdiler. Rahip de onları karşılamaya çıkmıştı. Halbuki daha önce bir çok defa oraya
uğradıkları halde rahip Bahira, onları karşılamaz ve dönüp bak-mazmış bile. Yü indirdikleri
sırada rahip Bahira gelip aralarına girmiş, Rasûlullah(s.a.v.)'m elini tutarak;"Bu, âlemlerin
efendisidir!" demişti. Beyhakî'nin rivayetine göre; "Bu, âlemlerin Rabbinin elçisidir. Allah,
bunu âlemlere rahmet olarak göndermiştir." demiş. Kureyşli yaşlılar da; "Sen bunu nereden
anladın?" diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: "Siz boğazın (geçidin) üst tarafından
göründüğünüzde secdeye kapanmayan bir tek ağaç ve taş kalmadı. Bunlar da ancak bir
peygambere secde ederler. Ben, onu kürek kemiğinin altındaki peygamberlik mühründen
tanıyorum."
Böyle dedikten sonra dönüp manastıra gitmiş, kervandaki adamlar için yemek hazırlatmış.
Yemeği onlara götürdüğünde, Rasûlullah (s.a.v.), develeri otlatmak üzere kafileden
uzaklaşmıştı. "Onu da getirin" diyerek kervandaki adamlardan, Rasûlullah'ı getirmelerini
rica etti. Çağırdılar, geldi. Gelirken de onu, bir bulutun gölgelendirdiğini gördü. Cemaate
yaklaşan Rasûlullah'ı göstererek: "Bakın hele! Onu bir bulut gölgelendiriyor." dedi.
Rasûlullah kafileye yaklaşınca onlar, ondan önce ağacın gölgesinin altına kaçıp gölgeliği
işgal ettiler. Ama Rasûlullah, oraya varınca ağacın gölgesi onun tarafına döndü. Bahira;
"Bakın hele! Gölge onun tarafına döndü." dedi. Ayakta durmuş, onlara yemin verdirerek şu
öğütleri veriyordu: "Sakın ola ki bunu Bizans topraklarına götürmeyesiniz. Zira Bizanslılar,
bunu görürlerse, belirti ve özelliklerinden onu tanıyıp öldürürler!" Bu öğütleri verdikten
sonra dönüp gitmek üzereyken yedi kişilik bir Bizans heyetinin geldiğini gördü. Onları
karşılayarak; "Hayrola, buralara geliş sebebiniz ne?" diye sordu. Onlar da "Geliş sebebimiz
şudur: Bu peygamberin bu ayda çıktığım haber aldık. Aramaları için bütün yollara adamlar
gönderdik. Bu peygamberin senin tarafa geldiğini duyduk. Onun için buraya geldik."
dediler.
Bahira: "Arkada bıraktıklarınız arasında sizden daha hayırlı bir kimse var mı?" diye sorunca
onlar; "Hayır. Bu peygamberin senin tarafa gelmiş olduğunu duyduk." dediler. Bunun
üzerine Bahira şöyle dedi: "Bakın, size bir şey sorayım. Allah birşey yapmak isteyince,
insanlardan herhangi biri onun iradesine engel olabilir mi?" "Hayır..." cevabını vermeleri
üzerine onlara şöyle dedi: "Öyleyse bu peygambere biat edin ve beraberinde bulunun."
Bundan sonra Bahira, kervandaki adamlara dönerek, "Allah aşkına söyleyin. Bu çocuğun
velisi kimdir?" diye sorması üzerine, "Ebu Talib'tir." dediler. Bunun üzerine Bahira: "Allah
aşkı-na"diye ricada bulunarak Ebu Talib'ten, çocuğu alıp Mekke'ye dönmesini sağladı. Ebu
Bekir de refakatçi olarak yanına Bilal'i katmıştı.Bahira, yol azığı olarak onlara çörek ve
zeytinyağı vermişti." Bu hadisi, Ebü'l-Abbas el-Fadl b. Sehl el-A'rec'den Tirmizî rivayet
etmiştir. Ebü'l-Abbas da Kırad Ebu Nuh'tan rivayet etmiştir. Kırad, Bağdat'ta ikamet etmiş
olup, Buharî'nin kendilerinden nakilde bulunduğu sika ravüerdendir. Ama buna rağmen bu
hadisinde gariplik vardır.
Ben de derim ki: Bu, sahabelerin mürsel olarak rivayet ettikleri hadislerdendir. İçinde
gariplikler vardır. Çünkü Ebu Musa el-Eş'arî, hicretin yedinci senesi olan Hayber fethi
senesinde Müslüman olup Medine'ye gelmiştir.' Onun, Mekke'den Habeşistan'a hicret eden
Muhacirlerden olduğuna dair İbn İshak'ın söylediklerine itibar edilemez. Her ne açıdan
bakılırsa bakılsın bu hadis mürseldir. Rahip Bahira olayı, Rasûlüllah (s.a.v.) oniki
yaşındayken vuku bulmuştur. Belki de Ebu Musa, bu meseleyi Rasûlullah'tan dinlemiştir ki
o zaman bu iş, çok daha sağlam olur. Veya sahabelerin büyüklerinden dinlemiştir. Veya bu
olay, herkes tarafından bilinen, halk arasında yaygın ve meşhur bir mesele olduğu için Ebu
Musa, bunu halkın ağzından dinlemiştir. Hz. Peygam-ber'i bir bulutun gölgelendirdiği,
bundan daha sahih bir hadiste anlatılmış değildir.
Yukarıda naklettiğimiz hadiste, rahip Bahira'mn yanından ayrılıp Rasûlullah'ı Mekke'ye geri
götüren Ebu Talib'e, Ebubekirin refakatçi olarak Bilal'i verdiği söylenmişti. Halbuki o
esnada Rasûlüllah oniki yaşında, Ebubekir dokuz veya on yaşında, Bilal ise daha küçük
yaşlardaydı. O zaman Ebu Bekir neredeydi? Sonra Bilal neredeydi? Bu iki nokta da gariptir.
"Ancak Rasûlüllah, büyük yaştayken böyle bir yolculuk yapmıştı veya böyle bir yolculuk
daha sonra yapılmıştı. Yahut o zaman Rasûlullah'm yaşının oniki olduğu kesin değildir."
denirse, o takdirde böyle birşey mümkün olabilir.
Bazılarından nakilde bulunan Süheylî, Rasûlullah'm o esnada dokuz yaşında olduğunu
söylemiştir. Doğruyu en iyi bilen, Allah'tır.
Vakidî dedi ki: Rasûlüllah (s.a.v.), oniki yaşma basınca amcası Ebu Talib, ticaret için Şam'a
giden bir kervanla birlikte onu da götürdü. Kervan, varıp rahip Bahira'ya konuk oldu.
Bahira, gizlice Ebu Talib'le konuştu. Ona bir şeyler söyledi. Rasûlullah'ı korumasını ve
yanma alıp Mekke'ye hemen geri götürmesini istedi. Ebu Talib'in yanında Rasûlüllah (s.a.v.)
gelişip büyüdü. Cenâb-ı Allah, onu yüceleştirmek dilediğinden kendisini cahiliye işlerinden
ve ayıplarından korudu.
Nihayet o, kavminin mürüvvetçe en faziletlisi, ahlakça en güzeli, muaşeret kurallarına
uymada en üstünü, komşulukta en iyisi, akıllılık ve güvenilirlikte en ulusu, konuşmada en
doğru sözlüsü, fuhuş ve kötülükten en uzağı olan bir insan haline geldi. Herhangi bir
kimseyle tartıştığı ve işi inada bindirdiği görülmemişti. Öyleki milleti kendisine, "Güvenilir
kişi" anlamına gelen "el-Emin" unvanını vermişti. Çünkü Cenâb-ı Allah, onda iyi ve güzel
huyları bir araya getirip toplamıştı.
Ebu Talib, ölünceye kadar onu koruyup muhafaza altına almış, destek ve yardımını hep
vermişti. Muhammed b. Sa'd'm rivayetine göre Rasûlullah'm babası Abdullah ölünce Ebu
Talib, onu şefkat kanatlarının altına almıştı. Hiçbir yolculuğa onsuz gitmezdi. Şam'a
yöneldiğinde bir menzile varıp konaklamış, oradayken yanma bir rahip gelerek şöyle demiş:
"Aranızda salih bir adam var." Sonra Rasûlullah'ı göstererek; "Şu çocuğun babası nerede?"
diye sorunca Ebu Talib; "İşte onun velisi benim!" demiş. Rahip de Ebu Talib'e şu öğüdü
vermiş: "Şu çocuğu muhafaza et. Şunu Şam'a götürme, doğrusu, Yahudiler çok kıskançtırlar.
Ona bir kötülük yapmalarından korkuyorum." Ebu Talib; "Bunu sen söylemiyorsun. Ama
Allah söylüyor." dedi. Rahip, onun bu deyişini kabul etmedi. "Allahım! Muhammed'i sana
emanet ediyorum" dedi. Sonra da öldü. [11]
Rahip Bahira Kıssası
Zührî'nin siyerinden nakilde bulunan Süheylî, Bahira'mn Yahudi bilginlerinden biri
olduğunu söyler. Kıssanın devam ve siyakından da anlaşılacağı üzere Bahira, Hristiyan bir
rahipti. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Mes'udî, Bahira'nm Abdülkays kabilesinden olup asıl adının, Cer-cis olduğunu söyler.
İbn Kuteybe'nin "Maarif, adlı kitabında anlatıldığına göre İslâmiyet'in gelişine çok az bir
zaman kala, cahiliye devrinde görünmezlerden şöyle bir ses duyulmuş: "Bilesiniz ki yeryüzü
halkının en hayırlıları üç kişidir: Biri Bahira, diğeri Riab b. Bera eş-Şeniyy, üçüncüsü ise
henüz dünyaya gelmemiştir. Fakat gelişi beklenmektedir." Evet, gelişi beklenen o üçüncü
şahıs, Rasûlüllah (s.a.v.)'dir."
İbn Kuteybe dedi ki: "Riab b. Bera eş-Şeniyy'in ve ondan sonra oğlunun mezarlarına sürekli
olarak hafif taneli yağmur yağmıştır ve yağmaya devam edecektir." [12]
Hz. Peygamberin Yetiştirilmesi, Allah'ın Onu Koruyup, Yetim İken
Barındırması, Yoksul İken Zengin Kılması
Muhammed b. îshak der ki: Rasûlüllah, Cenâb-ı Allah'ın koruması altında gelişip büyüdü.
Rabbi, onu cahiliye döneminin pisliklerinden uzak tuttu. Çünkü onu, yüceltmek ve
peygamber kılmak istiyordu. Nihayet Ras.ûlullah (s.a.v.), kavminin mürüvvetçe en
faziletlisi, ahlakça en güzeli, asaletçe en üstünü, komşuluk bakımından en iyisi, akıllılıkta en
ulusu, yumuşak huylulukta en büyüğü, konuşmada en doğru sözlüsü, güvenilirlikte en
muazzamı, insanları lekeleyen kötü ahlak ile fuhuştan en uzak ve en iffetlisi haline geldi.
Öyleki kavmi içinde onun adı,"güvenilir insan" anlamına gelen "el-Emin" olmuştu. Çünkü
Cenâb-ı Allah, onda iyi şeyleri bir araya getirip toplamıştı.
Bana nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.), küçüklüğünde ve cahi-liye döneminde Cenâb-ı
Allah'ın kendisini nasıl koruyup muhafaza ettiğini anlatırken şöyle demiştir: "Bir defasında
kendimi Kureyşli çocuklar arasında bulmuştum. Bazı çocukların oyuncak olarak
kullandıkları taşları taşıyorduk. Hepimiz eteklerimizi omuzumuzun üzerine koyarak taş
taşıyorduk. Ansızın görmediğin biri, bana acı verici bir yumruk attı. Sonra da bana: "Eteğini
bağla!" dedi. Ben de, eteğimi üzerime geçirip bağladım. Sonra da arkadaşlarım arasında
sadece ben eteğimi giyinmiş olarak omuzum üzerinde taş taşımaya başladım."
Bu kıssa her ne kadar aynısı değilse de, Ka'be'nin yapılışı esnasında Hz. Peygamberle
amcası Abbas'm taş taşımaları esnasında vuku bulan ve Sahih-i Buharı'de anlatılan kıssaya
benzemektedir. O kıssanın aynısı değilse de onun bir nevi mukaddimesi durumundadır.
Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Abdürrezzak dedi ki: İbn Cüreyc, Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etti: Ka'be
binası yapıldığında Rasûlullah (s.a.v.), taş taşımaya girişti. Abbas ona: "Eteğini, omuzunun
üzerine koyarak taşları taşı ki omuzun incinmesin." dedi. Rasûlullah (s.a.v.) da amcasının
dediğini yaptı. Ama yere kapaklandı ve gözlerini semaya dikti. Sonra kalkarak, "Eteğim!.."
dedi. Eteğini üzerine geçirip bağladılar. Bu hadis, muttefe-kun aleyhtir.
Beyhakî, İbn Abbas'tan rivayet ederek Hz. Abbas'm şöyle dediğini söylemiştir: "Kureyşliler,
Ka'be binasını yaparlarken ben de Ka'be'ye taş taşıyordum. Kureyşliler, erkekleri ikili
ekiplere ayırmışlardı. Erkekler taş, kadınlarsa harç taşıyorlardı. Kardeşim oğluyla ben de
omuzlarımıza koyduğumuz eteklerimiz üzerindeki taşları taşıyorduk. İnsanlar arasına
katılırken eteğimizi örtünüyorduk. Bir ara ben yürüyordum. Muhammed de önümdeydi.
Aniden yüz üstü yere düşüp kapaklandı. Omuzumdaki taşı bıraktım. Koşarak yanına
vardım. Semaya bakıyordu. "Neyin var?" dedim. Kalktı. Eteğini alıp giyindi ve: "Çıplak
olarak yürümekten men olundum." dedi. Kendisine deli demelerinden korktuğum için onu
insanlardan gizliyordum."
Beyhakî, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah(s.a.v.)'ın şöyle dediğini işittim: "Cahiliye dönemi ehlinin, meylettikleri kadın ve
benzeri şeylere hiç meylim olmadı. Yalnız iki gece müstesna. Ancak o gecelerde de Cenâb-ı
Allah, beni o günaha girmekten korudu. Mekke halkının davarlarım Mekkeli bazı gençlerle
birlikte otlatmaktayken bir gece arkadaşıma; "Mekke'ye gidip delikanlılar gibi gece
eğlencesine katılmam için yerime benim davarlara bakıver." dedim. O da "olur" dedi. Bunun
üzerine Mekke'ye vardım. Mekke'nin uçtaki ilk evine geldiğimde davul ve zurna sesleri
duydum. ırBu ne?" diye sordum. Falan kadınla falan erkek evleniyor, dediler. İçeri girip
oturdum. Seyretmeye başladım. Cenâb-ı Allah, bana bir uyku verdi. Uyudum. And olsun ki
sabahleyin üzerime vuran gün ışığıyla uyandım. Arkadaşımın yanına döndüm. Bana: "Ne
yaptın?" diye sordu. Ben de "Hiç birşey yapmadım." dedim ve gördüklerimi kendisine
anlattım.
Başka bir gece yine arkadaşıma; "Davarlarıma biraz bak, gidip eğleneyim." dedim. Kabul
etti. Ben de Mekke'ye gittim. Şehire vardığımda, yine o geceki gibi davul, zurna sesleri
duydum. Sordum. Falan erkek, falan kadınla evleniyor, dediler. İçeri girip şenliğe baktım.
Cenâb-ı Allah bana bir uyku verdi. And olsun ki, sabahleyin üzerime vuran gün ışığıyla
uyandım. Arkadaşımın yanına döndüm. "Ne yaptın?" diye sordu. Ben de "Hiç birşey..."
dedim ve durumu kendisine anlattım. Allah'a andolsun ki ondan sonra, yüce Allah beni
peygamberliğe yücel-tinceye kadar o gibi şeylere ne döndüm, ne de yöneldim."
Bu, garip bir hadistir. Hz. Ali hakkında böyle bir olay vuku bulmuş olabilir. Sonraki, "Yüce
Allah beni peygamberliğiyle yüceltinceye kadar." sözleri ise, fazladan söylenmiş sözlerdir.
Beyhakî, Zeyd b. Harise'nin şöyle dediğini rivayet eder: "İsaf ve Naile adında tunçtan
yapılma iki put vardı. Müşrikler, Ka'be'yi tavaf ettiklerinde ellerini onlara sürerlerdi. Bir
defasında Rasûlullah (s.a.v.) Ka'be'yi tavaf etti. Onunla birlikte ben de tavaf ettim. Putun
yatımdan geçerken elimi onlara sürdüm. Bana: "elini onlara sürme!" dedi. Yine tavafa
devam ettik. Kendi kendime; "Elimi puta süreceğim. Hele bakalım ne olacak?" dedim ve
elimi sürdüm. Bana:"Sen men olunmadın mı?" dedi.
Beyhakî der ki: Başkaları, Muhammed b. Amr kanalıyla yaptıkları rivayette, yukarıdaki
habere şunu da eklemişlerdir: "Onu yüceltene ve ona kitabı indirene andolsun ki, Cenâb-ı
Allah'ın onu mükerrem kıldığı şeyle yüceltip kendisine kitabı indirmesine kadar o, putlara
asla el sürmemiştir."
Daha önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi Lat ve Uzza adına yemin verdirerek kendisine
soru sorduğunda Bahira'ya öfkelenen Rasûlullah (s.a.v.), ona şöyle demiştir: "Onlar adına
yemin verdirerek bana birşey sorma. Allah'a andolsun ki, onlardan nefret ettiğim kadar hiç
birşeye nefret etmiyorum."Beyhakî'nin, Cabir b. Abdullah'tan rivayet ettiği hadise gelince...
Cabir demiş ki: "Rasûlullah (s.a.v.), müşriklerin meclislerine katılırdı. Bir defasında
arkasında İM melekten birinin diğerine şöyle dediğini duydu: "Haydi gidelim de
Rasûlullah'm arkasında duralım." Diğeri ise şöyle demişti: "Arkasında nasıl duralım ki, o,
putlara el sürme ahdi üzerinedir!" Bu konuşmayı duyduktan sonra artık müşriklerin
meclislerine katılmadı."
Beyhakî, bazılarının, yukarıdaki hadisin şu manaya geldiğini söylediklerini nakleder:
Rasûlullah (s.a.v.), putlara el sürenlerin yanında hazır bulunmuştur ki, bu da ona vahyin
inmesinden önce vuku bulan bir hadisedir. Doğruyu en iyi bilen, elbetteki Allah'tır. Zeyd b.
Harise'nin hadisinde de geçtiği gibi, Cenâb-ı Allah'ın kendisini risaletle yüceltmesine kadar
Rasûlullah (s.a.v.), müşriklerin meclislerinden uzak durmuştur.
Hadiste sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.), arefe gecesinde Müzdelife'de vakfe yapmaz,
hatta Arafat'ta da insanlarla birlikte vakfe yapmazmış. Nitekim Yunus b. Bükeyr, Cübeyr b.
Mut'im'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.v.)'ı, kendi kavminin dini üzere
gördüm. Kendi devesine binmiş, kavmi arasmda Arafat'ta durmuş, vakfe yapıyordu. Onlarla
birlikte Arafat'tan inmeyi bekliyordu. Bunu da yüce Allah'ın tevfîki ile yapıyordu."
Beyhakî dedi ki: "Kendi kavminin dini üzere" sözüyle Hz. İbrahim ve İsmail'den intikal
eden dinin kalıntısı kastedilmiştir. Rasûlullah, hiç bir zaman Allah'a ortak koşmamıştır.
Allah'ın salat-ü selamı daima üzerine olsun.
Ben de derim ki: Beyhakî'nin bu sözünden anlaşıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), kendisine
vahiy gelmeden Önce de Arafat'ta vakfe yaparmış. Tabii ki bu da, Cenâb-ı Allah'ın ona
muvaffakiyet vermesi neticesinde olan birşeydir.
Ahmed b. Hanbel, Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğini rivayet eder: Ürene Vadisinde[13]
devemi kaybetmiştim. Onu aramaya çıkmıştım. Bir de baktım ki Rasûlullah (s.a.v.)
karşımda duruyor. Ben de: "Bu hums'terıdir.[14] Burada işi ne bunun?" dedim. [15]
Hz. Peygamberin Ficar Harbine Katılması
İbn İshak dedi ki: Rasûlullah, on yaşındayken Ficar savaşı patlak verdi. Kinane ve Kays-ı
Aylan kabileleri savaşırlarken haramları ve yasakları hiçe saydıkları için bu savaşa, "günah"
anlamına gelen Ficar savaşı denmiştir.
Bu savaşta, Kureyşlilerle Kinanelilerin komutam Harb b. Ümeyye b. Abdü's-Şems idi.
Savaşın başladığı gün ilk zamanlar Kays kabilesi, Kinane kabilesi karşısında üstünlük
sağladı. Öğle vakti Kinane kabilesi, Kays kabilesi karşısında üstünlük sağladı.
îbn Hişam dedi ki: Hz. Peygamber ondört veya onbeş yaşma geldiğinde Kureyşliler ve
müttefikleri Kinaneliler ile Kays-ı Aylan kabileleri arasında Ficar savaşı patlak verdi.
Bu savaş aşağıdaki sebepten başlamıştır: Urvetü'r-Rehhal, kendi topraklarında ticaret
yapması için Numan b. Münzir'e izin vermişti. Berrad b. Kays, onun bu iznine karşı çıkarak;
"Kinanelilere nisbet olsun, diye mi Numan'a izin veriyorsun?" dedi. O da; "Evet.. Bütün
âleme nisbet olsun, diye ona izin verdim." diyerek kesin kararını açıkladı.
Urve dışarı çıktı. Berrad da onu dalgın bir halde yakalamak için nr-sat kollayarak peşine
düştü. Aliye'deki Teymen Zî Tellal mevkiinde Urve, dalgın bir haldeyken Berrad onun
üzerine atıldı. Haram ayda onu öldürdü. Bu sebeple bu savaşa Ficar savaşı dendi. Berrad
bununla ilgili olarak bir şiirinde şöyle der:
"Bir bela ki, benden önce insanları hep düşündürürdü. Onun üzerine vücudumun bir parçası
olan Bekr oğullarım saldım. Onların eliyle Kilab oğullarının evlerini yıktım. Kölelere de süt
içirdim. Zî Tellal denen yerde elimi, kaldırıp ona vurdum. O da tıpkı bir dal gibi yere düşüp
uzandı."
Lebid b. Rebia b. Malik b. Ca'fer b. Kilab da bu konuda şöyle der:
"Eğer rastlarsan Kilab oğulları ve Amir'e, tebliğ edip duyur ki Talib-linin köleleri
vardır.Eğer rastlarsan Nümeyr oğullarına ve öldürülen Beni Hilalin dayılarına tebliğ edip
duyur ki, gelmekte olan Rahhal, Teymen Zi Tellal mevkiine yerleşti (onu Öldürdüğüm için)
orada kaldı."
İbn Hişam dedi ki: Adamın birisi Kureyşlilere gelerek haram ayda, Ukaz mevkiinde
Berrad'ın, Urve'yi öldürdüğünü söyledi. Kureyşliler, savaş hazırlığı yaparak yola çıktılar.
Hevazinlilerin onlardan haberleri yoktu. Sonra durumdan haberdar olunca, Kureyşlileri
takibe çıktılar. Harem'e girmeden onlara ulaştılar. O gün akşama kadar savaştılar. Kureyşliler
Harem'e girdiler. Hevazinliler de çarpışmayı durdurarak onlara dokunmadılar.. O
günden sonra günlerce savaştılar. Cephelerden birinde ağırlığı Kureyş kabilesi teşkil
ediyordu. Kmanelilerse reis durumundaydılar. Diğer cephedeyse ağırlığı Kays kabileleri
teşkil ediyordu.
Rasûlullah (s.a.v.), bazı günler savaş alanına geliyordu. Amcaları onu getiriyorlardı. O:
"Amcalarıma ok toplayıp götürüyordum." demiştir. Düşmanların attıkları okları yerden
toplayıp amcalarına götürürmüş...
İbn Hişam der ki: Ficar savaşı, benim bu anlattığımdan çok daha uzundur. Rasûlullah'm
siretinin anlatımını keser endişesiyle bu savaşı bütün detayları ile anlatmak istemedim.
Süheylî der ki: Ficar, (fa) harfinin kesresiyle, kital vezninde okunan bir kelimedir.Arapların
Ficar savaşları dörttür. Bunları, Mesudî anlatmıştır. Sonuncusu, şu anlattığımız ve Berrad'ın
Urve'yi öldürmesi yüzünden başlayan savaştır. Bu savaş, dört gün sürmüştür. Şamta ve abla
günleri. Bu iki günlük safha, Ukaz mevkiinde cereyan etmiştir. Savaşın en önemli günü şürb
günüdür ki, o gün, Rasûlullah (s.a.v.) da cephede hazır bulunmuştur. O gün kaçmasınlar,
diye Kureyşlilerle Kinanelile-rin reisi Harb b. Ümeyye ile kardeşi Süfyan zincire
vurulmuşlardı. O gün Kayslılar hezimete uğramışlar, ancak onlar sebat etmişlerdi. Ficar
savaşının dördüncü günü ise, harîre günüdür. O gün savaş, Nahle mevkiinde cereyan
etmiştir. Sonra ateşkes yapıp ertesi sene, Ukaz mevkiinde karşılaşmak üzere sözleştiler.
Ertesi sene orada karşılaştıklarında Utbe b. Rebia, devesine binerek: "Ey Mudar topluluğu!
Ne diye savaşıyorsunuz?" diyerek yüksek sesle hitapta bulundu. Hevazinliler de: "Bizi neye
çağırıyorsun?" diye sormaları üzerine: "Barışa çağırıyorum." dedi. Onlar da: "Bu nasıl
olacak? diye sordular. Dedi ki: "Ölülerinizin diyetini verelim. Diyetleri ödeyinceye kadar
size rehineler bırakalım. Biz de kendi ölülerimizin diyetlerini istemekten vazgeçiyoruz."
"Bunu, bize kim garanti eder?" diye sordular, O da; "Ben" deyince, "Sen kimsin?" diye
sordular. "Ben Utbe b. Rebia'yım." dedi. Bunun üzerine barış anlaşması yapıldı. Aralarında
Hakim b. Hüzzamın da bulunduğu kırk adamlarını Hevazinlilere rehin olarak gönderdiler.
Amir b. Sa'saa oğulları (Hevazinliler), rehineleri de alınca, diyet istemekten vazgeçip onlan
da salıverdiler. Böylece Ficar savaşı sona ermiş oldu. [16]
Hz. Peygamberin, Hilfu'l-Fudul Cemiyetine Girmesi
Beyhakî, Cübeyr b. Mut'im'den rivayet eder ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Amcalarımla birlikte, iyi ve temiz insanların kurdukları ittifaka (Hilfu'l-Fudul'a) girdim.
Bana kızıl tüylü koyunlar verilse bile, o ittifakı bozmak istemezdim."
Yine Beyhakî, Ebu Hüreyre'den rivayet eder ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Mutayyeb (iyi ve temiz kimse)lerinki dışında Ku-reyşlilerin hiçbir ittifakına girmedim.
Bana kızıl tüylü koyunlar verilse bile, o ittifakı bozmak istemezdim." Hadiste geçen
mutayyebler sözüyle Haşim, Ümeyye, Zühre ve Mahzum oğullan kastedilmiştir. Bazı siyer
âlimleri 'mütayyeblerin ittifakı' sözüyle, Hilfu'l-Fudul'un kastedildiğini söylemişlerdir.
Çünkü Hz. Peygamber, mutayyebler ittifakı yapıldığı zaman, henüz dünyaya teşrif
etmemişti. Ben de, bunun kuşkusuz böyle olduğu görüşündeyim. Şöyleki: Kusayy'm
ölümünden sonra Kureyş-liler, bir ittifak kurmuşlardı. Sebebi de şuydu: Kusayy'm kendi
oğlu Abdu'd-Dar'a devrettiği sikaye, rifade, liva,nedve, hicabe gibi görevleri[17], başkaları
ele geçirmek istedi. Bu sebeple de Abdumenaf oğullan arasında çekişme çıktı. Her gruba,
Kureyş kabilelerinden yandaşlar çıktı.
Herkes, kendi yandaşına destek vereceğine yemin etti. Abdumenaf m adamları ve
arkadaşlan, içinde koku bulunan büyük bir kap getirerek ellerini o kokuya batmp
yeminleştiler. Kokulu ellerini Ka'be'nin duvarlarına sürünce de kendilerine (Kokulular)
anlamına gelen Mutayyebler dendi. Bu yemin ve ittifaktan kasıt, Hilfu'l-Fudul cemiyetidir
ki, Abdullah b. Cüd'an'm evinde kurulmuştur. Humeydî'nin rivayetine göre Rasûlullah
(s.a.v.), bu cemiyetle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Abdullah b. Cüd'an'm evinde yapılan bir ittifakta hazır bulundum. İslâmiyet döneminde de
böyle bir ittifaka girmeye çağnhrsam, icabet ederim. Onlar, faziletleri sahiplerine iade
etmek, zalimin mazluma haksizlik etmesini önlemek için çalışmak üzere yeminleşmişlerdi."
Anlatıldığına göre Hilfu'l-Fudul cemiyeti, bisetten yirmi sene önce zilkade ayında, yani
Ficar savaşından dört ay sonra Abdullah b. Cud'an'm evinde kurulmuştur. Ficar savaşı da, o
senenin şaban ayında yapılmıştır.
Hilfu'l-Fudul, Araplar arasında kurulan en kıymetli ve en onurlu bir ittifaktır. Bu ittifakı
kurmak isteyen ve bu konuda konuşup halkı böyle bir ittifaka katılmaya çağıran ilk şahıs,
Abdülmuttalib oğlu Zü-beyr olmuştur. Sebep şuydu: Zebid şehrinden bir adam, Mekke'ye
mal getirmiş. As b. Vail, adamın malını satın almış ama hakkını vermemiş. Adam, ona karşı
kendisine yardım etmeleri için Abdu'd-Dar, Mahzum. Cümah, Selim ve Adiyy b. Ka'b
kabilelerine başvurmuş. Ama bunlardan hiçbiri, As b. Vail'e karşı ona yardıma yanaşmamış,
üstelik yanlarından kovmuşlardı. Adamcağız işin kötüleştiğini anlayınca, sabahleyin gün
doğarken Ebu Kubeys dağının tepesine çıkarak, Ka'be'nin çevresindeki meclislerinde
oturmakta olan Kureyşlilere yüksek sesle şöyle bağırır:
"Ey Fihr ailesi! Yurdundan ve aşiretinden uzakta kalan, Mekke'de malı elinden alınan
mazlum bir adama yardım edin, üzerinde yolların tozu duruyor. îhrama girmiş, umre
yapmak istemiş, ama umresini tamamlamamış. Ey Hatim'le hacer-i esved arasında duran
adamlar! Bilesiniz M Mescid-i Haram, onur ve mürüvveti tam olan kimselerindir. Hainlik
ve günahkarlık elbisesini giyenlerin değildir."
Zebidli adamın bu hitabı üzerine Abdülmuttalib oğlu Zübeyr, ayağa kalktı ve:"Bu adamı,
kendi haline bırakamayız." dedi. Haşim, Zühre ve Teym b. Mürre, Abdulah b. Cüd'an'm
evinde toplandılar. Abdullah, onlara yemek verdi. Haram aylardan zilkade ayında sözleşip
Hilfu'l-Fudul cemiyetini kurdular. Yemin ederek dediler ki: "Deniz, bir yün parçasını
ıslattığı, Sebir ve Hira dağları yerlerinde durduğu müddetçe zalime karşı mazlumun yanında
yer alıp tek bir el gibi hareket edecek ve hakkını alıp kendisine vereceğiz. Yaşantımızda da
birbirimize destek verip teselli edeceğiz."
Kureyşliler, bu ittifaka, "Hilfu'l-Fudul" adını vererek, ittifakı yapanlar için; "Bunlar faziletli
bir işe girdiler." dediler. Sonra da As b. Va-il'e gittiler. Zebidli adamın malını, onun elinden
alıp sahibine verdiler. Abdülmuttalib oğlu Zübeyr bu iş için şöyle demişti:
"Hepimiz aynı diyarın sakinleri isek te onlara karşı bir pakt kurmaya yemin ettim.
Kurduğumuz bu pakta da Hilfu'l-Fudul adım verdik. Bu pakt sayesinde yabancı ve garip
kimseler, yerlilere karşı korunacaktır. Ka'be'nin çevresindeki halk ta bizim zulme karşı
olduğumuzu ve her türlü kötülüğe engel olacağımızı bilsinler."
Zübeyr, bir başka şiirinde de şöyle demiştir:
"Faziletli kimseler, Mekke içinde tek bir zalim barındırmamak üzere akidleşip yeminleştiler.
Bu iş üzerinde sözleşip kesin güvence verdiler. Buna göre yerli de, yabancı da, haksızlığa
karşı korunacaktır."
Kasım b. Sabit'in "Garibü'l-Hadis", adlı eserde anlattığına göre Has'amh bir adam, hac veya
umre için Mekke'ye gelmişti. Beraberinde Katul adında dünya güzeli ve parlak yüzlü bir
kızı vardı. Nebih b. Hac-cac adındaki biri, bu kızı kaçırıp babasından gizlemişti. Has'amh
kızın babası; "Bu adama karşı bana kim yardım eder?" deyince, ona; "Hilfu'l-Fudul
cemiyetine başvur." dediler. Adam, Ka'be'nin yanma gidip: "Ey Hilfu'l-Fudul mensupları!"
diye seslenince, dört bir yandan yalın kılıç adamlar yanma gelerek; "İşte yardım sana geldi.
Ne derdin varsa söyle." dediler. O da; "Nebih, bana haksızlık etti. Kızımı zorla alıp
götürdü," deyince, onu da yanlarına katarak Nebih'in evine gittiler. Kapıya gelen Nebih'e:
"Yazıklar olsun sana. Bizim kim olduğumuzu, nasıl bir cemiyet kurduğumuzu ve ne üzerine
sözleştiğimizi biliyorsun. Hadi, çıkar bu adamın kızını." dediler. Nebih; "Olur, ama hiç
değilse, bu gece kızdan yararlanayım." deyince onlar; "Hayır, Allah'a andolsun ki onun bir
damla sütünden bile yararlanmana müsaade etmeyiz." diyerek kestirip attılar. O da çaresiz
kalınca gizlediği kızı onlara teslim etti. Teslim ederken
de şu şiiri okudu:
"Arkadaşım gitti. Katul kızı kutlayamadım. Onlarla da güzel bir şekilde vedalaşamadım.
Çünkü Hilfu'l-Fudul'un adamları, bu işe engel olmaya kararlıydılar, gördüğüm kadarıyla.
Aslında onlardan korkuyorum. Kafile, geceleyin develere binip yola çıktı. Artık buralarda
kalacağımı sanmayın. Çünkü hakarete uğradım ben."
Hilfu'l-Fudul cemiyeti, Cürhümlülerin de mazlumu zalime karşı korumak için kurdukları
cemiyete çok benziyordu. Cürhümlülerin eşrafından üç kişi, o cemiyeti kurmuştu. O üç
kişiden her birinin adı Fadl idi: 1- Fadl b. Fudale. 2- Fadl b. Vedae. 3- Fadl b. Haris.
Bu, İbn Kuteybe'nin görüşüdür. Süheylî'nin naklettiğine göre o üç kişinin adları şöyledir: 1-
Fadl b. Şüraa. 2- Fadl b. Bidae. 3- Fadl b. Kudaa.
Muhammed b. îshak b. Yesar dedi ki: Rureyş'ten bazı kabileler, Hilfu'l-Fudul kurma
çağrısında bulundular. Bunun için, en yaşlı ve en şerefli adamları olan Abdullah b. Cüd'an'm
evinde toplandılar. Onun yanında Haşim oğulları, Abdülmuttalib oğulları, Esed b.
Abdüluzza oğulları, Zühre b. Kilab ve Teym b. Mürre yemin ettiler. Mekke'de yerli veya
yabana bir kimse haksızlığa uğradığı takdirde onun yanında yer almak ve hakkını zalimden
alıp kendisine geri verinceye kadar çabalamak üzere sözleşip ittifak ettiler. Kureyşliler, bu
ittifaka "Hilful-Fudul"
adını verdiler.
Muhammed b. îshak, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyledi: "Abdullah b.
Cüd'an'm evinde yapılan bir ittifakta hazır bulundum.
Bana kızıl tüylü koyunlar verilse bile o ittifakı bozmak istemezdim. İslâmiyet döneminde de
böyle bir ittifaka davet vaki olursa, mutlaka icabet ederim."
İbn îshak, Muhammed b. İbrahim b. Haris et-Teymî'nin şöyle dediğini rivayet etti: Hz.
Ali'nin oğlu Hüseyin ile Medine Emîri Velid b. Utbe arasında, Zi'1-Merve vadisindeki bir
mal üzerinde anlaşmazlık çıkmıştı. Velid b. Utbe'yi, amcası Muaviye b. Ebu Süfyan
Medine'ye emîr tayin etmişti. Velid b. Utbe, emirlik makamına güvenerek Hz. Hüseyin'e
baskı yapıyor gibiydi. Hz. Hüseyin, ona dedi ki: "Allah'a andolsun ki, ya haklarımı verirsin,
ya da kılıcımı elime alıp Rasûlullah(s.a.v.)'ın mescidine gider, orada Hilful-Fudul
mensuplarını yardıma çağırırım!"
Hz. Hüseyin'in bu sözlerini Velid'e söylediği esnada orada hazır bulunan Abdullah b.
Zübeyr, şöyle demişti: "Allah'a andolsun ki, Hüseyin, Hilful-Fudul mensuplarını yardıma
çağırması halinde ben de kılıcımı elime alırım. Hakkını alıncaya veya hepimiz ölünceye
kadar onun yanında olurum!"
Bu haber Misver b. Mahreme b. Nevfel ez-Zührf ye ulaştığında, o da aynı şeyleri söylemişti.
Abdurrahman b. Osman b. Ubeydullah et Teymî, bu olaydan haberdar olunca, o da aynı
şeyleri söylemişti.
Velid b. Utbe, yukarıda adı geçen kişilerin böyle konuştuklarını duyduğu zaman Hz.
Hüseyin'in hakkım vererek gönlünü hoşnud etmişti. [18]
Hz. Peygamberin Hz. Hatice İle Evlenmesi
İbn İshak; "Hüveylid kızı Hatice, şerefli, varlıklı bir kadın olup ticaretle uğraşırdı. Malının
ticaretini yapmaları için, kar ve zararda ortaklık usulüyle adam tutup çalıştırırdı."
demektedir. Rasûlullah(s.a.v.)'ın doğru sözlü, güzel ahlaklı ve son derece güvenilir bir insan
olduğunu duyunca, kendisine haber gönderdi. Ticaret yapmak üzere kölesi Meysere ile
birlikte malını Şam'a götürmesini teklif ile diğer ticaretçüere verdiğinden daha fazla ücret
vereceğini de bildirdi. Rasûlullah (s.a.v.), bu teklifi kabul etti. Hatice'nin malını alıp kölesi
Meysere'yle birlikte Şam'a vardı. Bir manastır yakınındaki bir ağacın gölgesi altında mola
verdi. Manastırın rahibi onları görünce, Meysere'ye yaklaşıp; "Ağacın altında oturan şu
adam Mm?" diye sordu. Meysere de; "Kureyşlidir, Harem halkındandır." deyince rahip, "Bu
ağacın altına şimdiye kadar peygamberlerden başkası oturmamıştır." dedi.
Sonra Rasûlullah (s.a.v.), getirdiği malları satıp parasıyla da, almak istediği şeyleri satın
aldı. Bundan sonra Meysere'yle birlikte Mekke'ye dönmek üzere yola çıktı.
Öğle vakti hava iyice ısındığında Meysere, iki meleğin, devesi üzerinde gitmekte olan
Rasûlullah'ı gölgelendirip güneşten koruduklarını
görmüştü.
Rasûlullah (s.a.v.), Mekke'ye gelip mallarını Hatice'ye teslim etti. Hatice de o malları sattı.
Önceki seferlerin bir misli veya bir misline yakın miktarda fazla kar elde etti. Meysere de,
rahibin söylediklerini ve Rasûlullah'ı gölgelendiren melekleri gördüğünü Hatice'ye anlattı.
Hatice, akıllı, şerefli ve düşünceli bir kadındı. Ayrıca Cenâh-ı Allah da onu yüceltmek
istemişti. Meysere'nin bu haberleri kendisine anlatması üzerine rivayete göre Rasûlulîah'a şu
mesajı göndermişti: "Ey amcaoğlu! Akrabalığın, kavmin içindeki asaletin, güzel ahlakın,
güvenilirliğin ve doğruluğun için sana rağbetim vardır." Daha sonra da onunla evlenmek
istediğini Rasûruliah'a açmıştı. Hatice, Kureyşlilerin en asil, en şerefli ve en varlıklı
kadınıydı. Kavminin bütün erkekleri, bu yüzden -şayet ya-pabilseler- onunla evlenmek
istiyor ve buna can atıyorlardı.
Hatice'nin mesajını alan Rasûlullah (s.a.v.), durumu amcalarına açtı. Bunun üzerine amcası
Hamza, onu yanına alıp Hüveylid b. Esed'in yanına götürdü. Hatice'yi, Rasûlullah'a istedi.
Böylece evlenmiş oldular. .
İbn Hişam'm anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Hatice'ye me-hir olarak yirmi deve
vermiştir. Böylece evliliğe ilk adımını, Hatice'yle atmış, o vefat edinceye kadar da başka bir
kadınla evlenmemişti.
İbn îshak der ki: Rasûlullah(s.a.v.)rm İbrahim'den başka bütün çocukları Hz.Hatice'den
doğmuştur. Çocukları şunlardı:
1- Kasım. Rasûlullah (s.a.v.), Ebu'l-Kasım künyesini onun adından almıştır.
2- Tayyib .
3- Tahir
4- Zeynep
5- Rukiyye
6- Ümmü Gülsüm
7- Fatıma
İbn Hişam'm anlattığına göre Rasûlullah'ın oğullarının yaş sırasına göre adları şöyledir:
1- Kasım, 2- Tayyib, 3- Tahir.
Kızlarının da yaş sırasına göre olan adları şöyledir:
1- Rukiyye, 2- Zeynep, 3- Ümmü Gülsüm, 4- Fatıma.
Beyhakî, Mus'ab b. Abdullah ez-Zübeyrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlullah(s.a.v.)'ın, çocuklarının yaş sırasına göre adları şöyledir: 1- Kasım, 2- Zeynep, 3-
Abdullah, 4- Ümmü Gülsüm, 5- Fatıma, 6- Rukiyye.
İlk olarak oğlu Kasım, sonra da Abdullah ölmüştür. Hatice de vefat ederken altmışbeş
yaşındaydı. Elli yaşında olduğunu söyleyenler de vardır.
Diğer siyerciler dediler ki: Kasım, bineğe ve deveye binecek yaşa varmış, babası peygamber
olduktan sonra ölmüştür. Annesinden süt emmekteyken öldüğünü söyleyenler de vardır.
Öldüğünde Rasûlullah (s.a.v.); "Onun için Cennet'te bir emzirici vardır. Onu emzirme işini
tamamlayacaktır." demişti. Meşhur görüşe göre Rasûlullah (s.a.v.), bu sözü, İbrahim
hakkında söylemiştir.
Yunus b. Bükeyrjbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Hatice, Rasûlullah'a; iki erkek,
dört de kız çocuk doğurdu: Kasım, Abdullah, Fatıma, Ümmü Gülsüm, Zeynep ve Rukiyye.
Zübeyr b. Bekkar dedi M: Abdullah'ın bir adı Tayyip.diğer adı da Tahir idi. Babasının,
peygamber oluşundan sonra doğduğu için ona bu ad verilmiştir. Diğerleriyse, bisetten önce
ölmüşlerdir.
Rasûlullah'ın kızlarına gelince onlar, biset dönemine ulaşmış, İslâm'a girmiş ve babaları
(s.a.v.) ile birlikte hicret etmişlerdir.
İbn Hişam dedi ki: İbrahim, İskenderiye Sahibi Mukavkis'in, Kûret-ü Enda şehrinden alıp
Rasûlullah (s.a.v.)'a hediye ettiği Mariyetü'l-Kıbtiye'den doğmuştur.
Allah izin verirse ayrı bir bölümde, Hz. Peygamber'in zevcelerinden de bahsedeceğiz.
Güvencimiz Allah'adır.
İbn Hişam, Rasûlullah'ın, Hz. Hatice'yle evlendiği sırada yirmibeş yaşında olduğunu söyler.
Aralarında Ebu Amr el-Medenî'nin de bulunduğu birçok ilim adamı, bunu bana böyle
anlattılar.
Yakub b. Süfyan dedi ki: Bir çok kimsenin bana anlattığına göre Hz. Peygamber yirmibeş
yaşındayken, Amr b. Esed, Hatice'yi onunla evlen-dirmiştir. O esnada Kureyşliler de
Ka'be'yi yapıyorlardı.
Yine aynı şekilde Beyhakî'nin, Hakim'den naklettiğine göre birbirleriyle evlendiklerinde Hz.
Peygamber yirmibeş yaşında, Hz. Hatice ise otuzbeş yaşında bazılarına göre de yirmibeş
yaşındaydı.
Beyhakî, eserinin, "Hatice ile evlenmeden önce Rasûlullah'ın uğraştığı işler" bölümünde
şöyle bir rivayette bulunur:
Ebu Abdillah el-Hafiz, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Allah'ın, peygamber olarak gönderdiği her insan, mutlaka koyun çobanıdır." Sahabeleri;
"Sen de mi ya Rasûlallah?" diye sorunca buyurmuş ki:
"Ben de Mekkelilerin davarını birkaç kırat (tahıl) karşılığında otlatıyordum."
Beyhakî'nin, Cabir'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Bir deve karşılığında Hatice'ye kendimi iki kez kiraya verdim (işinde ücretle çalıştım)."
Beyhakî, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Babası sarhoşken, kızı Hatice'yi
Rasûlullah'la evlendirdi."
Beyhakî, Abdullah b. Haris'in şöyle dediğini rivayet eder: Ammar b. Yasir, Rasûlullah'la
Hatice'nin evlenmesi hakkında insanların çok konuştuklarını duyunca şöyle derdi:
Rasûlullah'ın Hatice'yle evlenmesini, başkalarından çok ben bilirim. Çünkü ben,
Rasûlullah'ın yaşıtı, dostu ve arkadaşıydım. Günün birinde onunla birlikte yürüyüşe çıktık.
Haru-re mevkiine geldiğimizde, Hatice'nin bacısının yanından geçtik. O, kendine ait bir
deve derisi üzerinde oturmaktaydı. Bana seslendi. Ben de dönüp yanına gittim. Rasûlullah
(s.a.v.) da durup beni bekledi. Hatice'nin kızkardeşi bana: "Senin arkadaşın, Hatice'yle
evlenmek istemez mi?" diye sordu. Ben de dönüp Rasûlullah(s.a.v.)'m yanına vardım.
Durumu kendisine anlattım. O da: "Hayatıma yemin olsun ki isterim." dedi.
Rasûlullah(s.a.v.)'m bu sözünü, Hatice'nin kızkardeşine ulaştırdım. "Yarın sabah bize gelin."
dedi. Ertesi sabah evlerine gittiğimizde bir inek kesmişler, Hatice'nin babasına bir kaftan
giydirmişler, sakalım sariya boyamışlardı. Ben, durumu Hatice'nin kardeşine anlattım. O da
babasına anlattı, ama babası, o anda sarhoştu. Ona, Rasûlullah'm şahsiyeti ve sosyal mevkii
anlatıldı. Onun kızına Talibli olduğu söylendi. O da bunun üzerine kızı Hatice'yi
Rasûlullah'a verdi. Bu evliliği yaptılar. Yemeği yedik. Hatice'nin babası uyudu. Sonra
bağırarak uyanıp; "Bu ne kaftan, bu ne sakal boyası, bu ne yemek?" diye yüksek sesle
söylendi. Ammar b. Yasirle konuşmuş olan kızı da; "Bu, kızının nişanlısı Muham-med b.
Abdullah'ın sana giydirdiği kaftandır. Kesilen bu inek ise, onun sana hediyesidir. Kızını, ona
eş olarak vermen üzerine ineği kestik." dedi. Hatice'nin babası, kızı Hatice'yi eş olarak
Muhammed'e vermeyi kabul etmeyip bağırarak evden çıktı. Hatim'e[19] geldi. Haşim
oğulları, Rasûlullah'ı da yanlarına alarak Hatice'nin babasının yanma geldiler. Kendisiyle
konuştular. Onlara: "Adamınız nerede?" diye sorması üzerine, Rasûlullah çıkıp onun yanma
geldi. Rasûlullah'a bakınca şöyle dedi: "Eğer Hatice'yi sana eş olarak verdiysem
vermişimdir. Vermediysem de şimdi veriyorum!"
Zührî, "Siyer" adlı eserinde der ki: "Hz. Hatice'nin babası sarhoşken kızını, Rasûlullah'la
evlendirdi."
Müemmelî der ki: Üzerinde ittifak edilen görüşe göre Hatice'yi Rasûlullah'la evlendiren kişi,
amcası Amr b. Esed'dir. Süheylî'nin de tercih ettiği görüş budur.
Bunu, Abbas ile Aişe'den nakletmiştir. Hz. Aişe demişki: Hatice'nin babası Hüveylid, Ficar
savaşından, önce ölmüştür. Hacer-i Esvedi, Ka'be'den alıp Yemen'e götürmek isteyen
Tübban[20] ile mücadele eden odur. Bu iş için Hüveylid, yanına Kureyş'ten bir cemaati de
alarak ayaklanmıştı. Öte yandan Tübban da uykuda korkulu bir rüya görmüştü. Bunun
üzerine bu niyetinden vazgeçmiş ve hacer-i esvedi yerinde bırakmıştı. "Sire" adlı eserinin
son kısmında İbn İshak der ki: Hz. Hatice'yi, Rasûlullah (s.a.v.) ile evlendiren, kardeşi Amr
b. Hüveylid1 dir. Doğrusunu Allah bilir. [21]
Fasıl
İbn İshak dedi ki: Hüveylid kızı Hatice, kölesi Meysere'nin, rahibin söyledikleri ve iki
meleğin Rasûlullah'ı gölgelendirmesi gibi bizzat gördüğü şeylerle ilgili olarak kendisine
anlattıklarını, Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdüluzza b. Kusayy'a nakletti. Varaka, Hz.
Hatice'nin amcası oğlu olup Hristiyandı. Kitapları araştırmış, insanla ilgili ilimleri öğrenmişti.
Hatice'nin kendisine bu şeyleri anlatması üzerine Varaka şöyle demişti: "Ey.Hatice!
Eğer bu söylediklerin gerçekse, Muhammed bu ümmetin peygamberi olacaktır. Bu ümmete
yakın zamanda bir peygamber geleceğini zaten biliyordum." Varaka, bu işin geciktiğini
görerek; "Bu hal, ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?" diyor ve şöyle bir şiir söylüyordu:
"İnad ettim. Ben hatıralara dalmıştım. Kederden ötürü inad ettim. O keder, uzun uzadıya
ağlattı beni. Hatice'nin evsaf üzerine vermesinden sonra ey Hatice, bekleyişim uzun sürdü.
Mekke'nin iki yamacı arasında, senin sözlerin üzerine umuda kapılarak, bu dar geçitten
çıkıp yeri bulacağımı umdum. Çünkü bana, rahiplerden birinin söylediklerini aktarmıştın. O
sözlerin, eğri olmasını istemem. Rahip demiş ki: Muhammed, bir gün başa geçecek.
Kendisine karşı duranları mağlup edecek. Beldelerde, nur zuhur edecek. Bütün halk, o nur
sayesinde doğrulacak. Kendisiyle savaşanlar, kayba uğrayacak. Onunla banş içinde yaşayanlarsa,
başarı ve zaferi bulacak. Bütün bunlar olurken keşke ben de hazır bulunsam. Ve
Kureyşlilerin hoşlanmadığı İslâm'a, -bütün Mekke-lüer karşı çıkıp gürültü, patırtı etseler deinsanların
ilk gireni ben olsam. Onların hoşlanmadıkları İslâm'ın, -kendileri alçalıp kafirlikte
kalmaları halinde- Arş'm sahibi Allah'ın katma yükseleceğini umarım. Kureyşlilerin sefalet
diye adlandırdıkları şeyi (İslâmiyeti) seçip burçlara yükselen kimsenin durumu kafirlik
midir? Hayır, değildir. Onlar yaşarken ben de yaşarsambir şeyler olacaktır ki; kafirler, o
şeyler karşısında gürültü koparacaklardır. Ama ölen her genç ve yiğit kişi, kaderindeki sıkıntı
ve kayıpları görecektir."
İbn İshak'a göre Yunus b. Bükeyr'den yapılan rivayette Varaka b. Nevfel, başka bir şiirinde
de şöyle demiştir:
"Sabah erkenden mi, yoksa akşamleyin mi gideceksin? Gönlünde gizlediğin hüzün ateş
çakıyor. Çünkü ayrılmam istemediğim bir kavimden ayrılıyorsun. İki gün sonra onlardan
uzaklaşacak gibisin. Doğru haberciler, Muhammed'den haber veriyor. Nasihatçılar,
kaybolduğunda onu anlatıyor, İki yolu bulunan düzlükte, taşlık olan çukurda, Mekke'nin en
hayırlı adamı, kervanla birlikte Busra pazarına yönelip sana geldi. Develeri yüklü ve ağır
yürüyüşlüydü. Bilgisine dayanarak her hayrı bize anlatıyordu. Hakkın anahtarlı kapıları
vardır. Haberci diyordu ki; Abdullah oğlu Ahmed, peygamber olarak gönderiliyor, Batha ki
o; Hud ile Salih, Musa ile İbrahim gibi kulların, elçi olarak gönderildikleri gibi, doğru sözlü
bir elçi olarak gönderiliyor. Öyleki onun kıymeti görülecek ve şanı, açık-seçik bir şekilde
yayılacaktır. Lüeyy ve Galib kabilelerinin şerefli ihtiyarları ve gençleri, ona tabi olacaktır.
İnsanlar, onun peygamberlik dönemine ulaşıncaya kadar yaşarsam, ben ona sevgi gösterir,
onunla ferahlanırım. Yoksa ey Hatice, bilesin ki ben, senin şu diyarından daha geniş ve
büyük bir diyara seyehat ederim!" ,
el-Ümevî, yukarıdaki şiire şu mısraları da ekler:
"Binaları kuranın dinine tabi olanlar. Bilin ki; bu dinin sahibi, insanlardan daha faziletli ve
üstündür. Mekke'de sabit binalar kurmuştur. Karanlıkta, o binalarda kandiller parıldar. O
binalar, bilinen ve bilinmeyen bütün kabilelerin toplanma yeridir. Oraya asil, yüksek, seçkin
ve mızrak gibi boylu, ama yorgun olan develer hızla koşup giderler. Bileklerine, yırtık elbise
parçaları takılıdır."
Ebu'l-Kasım es-Süheylî'nin, "Ravz" adlı eserinde naklettiği, şu aşağıdaki şiirler de Varaka'ya
aittir:
"Bazı kavimlere Öğüt verdim. Onlara dedim ki: Ben uyarıcıyım. Hiç kimse, sizi aldatmasın.
Siz, yaratandan başka bir ilaha tapmayın. Eğer başka ilaha tapmaya sizi davet ederlerse;
"Aramızda düşmanlık var." deyin. Arşın sahibi her zaman yüce ve münezzehtir. Bizden önce
Cudî dağı da, Buz dağı da O'nu teşbih etmiştir. Gök kubbenin altındaki her şey, O'nun
buyruğundadır. Mülk ve hükümranlığında hiç kimse, O'nun-la övünme yarışına giremez.
Gördüğüm şeylerden hiçbiri, tazeliğini koruyamaz. Yalnız Allah kalır. Mal ve evlat yok olup
gider. Hürmüz'ün hazineleri kendisine yarar sağlamadı. O'nu, ebedi kılmadı. Ad kavmi de
edebi yaşamaya çabaiadıysa da başaramadı. Süleyman da ölümsüzlüğe eremedi. Oysaki
rüzgarlar, onun buyruğuyla eserlerdi. Aralarında ifritler de olmak üzere cinler ve insanlar
onun buyruğundaydılar. Onurlu ve güçlü oldukları için her taraftan heyetlerin gelip ziyaret
ettiği hükümdarlar nerede? Burada uğranılması gereken bir havuz vardır. Bunda yalan
yoktur. O hükümdarlara gidildiği gibi, her gün buraya da gelinmesi gerekir."
Emiru'l-Mü'minin Hattab oğlu Ömer (r.a.)'de bazan bu şiirleri bir takım meselelerde delil
olarak ileri sürüp okurdu. Doğrusunu Allah bilir. [22]
Kureyşlilerin, Ka'be'yi Yeniden Yapmaları
Hz. Muhammed'in peygamber oluşundan beş yıl önce Kureyşliler, Ka'be'yi yeniden
yapmışlardır. Beyhakî'nin anlattığına göre Ka'be, Hz. Peygamberin Hz. Hatice ile
evlenmesinden önce yeniden yapılmıştır. Meşhur görüşe göre Kureyşliler, Hz. Peygamber'le
Hz. Hatice'nin evlenmelerinden on yıl sonra Ka'be'yi yeniden yapmışlardır.
Beyhakî, -ilgili bölümde de naklettiğimiz gibi- Ka'be'nin İbrahim peygamber zamanında
yapıldığını anlatmış, bu konuda Sahih-i Bu-harî'de İbn Abbas'tan rivayet edilen hadisi
nakletmiş, ayrıca Ka'be'nin Adem peygamber zamanında yapılmış olduğuna dair ileri
sürülen israiliyata da değinmiştir. Tabii ki bu doğru değildir. Çünkü Kur'ân ayetlerinin zahiri
manası, Ka'be'yi ilk yapanın İbrahim peygamber olmasını gerektiriyor. Ka'be'nin arsası,
inşaattan önceki çağlarda ve vakitlerde
de şerefli ve itina gösterilen bir yerdi. Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
"Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de ki mübarek ve âlemlere hidayet sebebi olan
Ka'be'dir. Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse,
güvenlik içinde olur. Oraya yol bulabilen insana, Allah için Ka'be'yi haccetmesi gereklidir."
(Âl-i îmrân, 96-97.)
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Zerr'in şöyle dediği rivayet edilir: "Ya Rasûlallah! İlk
kurulan mescid hangisidir?" diye sordum. "Mescid-i Aksa'dır." dedi. "İkisinin kuruluşu
arasında ne kadar zaman vardır?" diye sordum. "Kırk senedir." dedi. Bu konudan daha önce
söz etmiştik. Mescid-i Aksa'yı, İsrail (Yakup peygamber)'in kurduğunu da söylemiştik.
Buharî ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulm aktadır:
"Gökleri ve yeri yarattığı günde Cenâb-ı Allah, bu beldeyi (Mekke'yi) haram kılmıştır.
Burası, kıyamet gününe kadar Allah'ın hürme-tiyle haramdır."
Beyhakî, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ka'be yeryüzünün meydana
gelişinden 2000 sene Önce vardı."
«Yer uzatılıp düzeltildiğinde...»[23]. Dedi ki: "Yer, Ka'be'nin altından uzatılıp düzeltildi."
Ben, bunun cidden garip bir rivayet olduğu görüşündeyim. Belki de bunları, Yermük
savaşında ganimet olarak ele geçirdiği iki deve üzerindeki yükler arasında bulup çıkarttığı is
railiyyattan nakletmektedir. O israiliyat arasında münker ve garip şeyler vardır.
Beyhakî, Abdullah b. Amr b. As'tan rivayet etti ki: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Cenâb-ı Allah, Cebrail'i, Adem ile Havva'ya göndererek kendisi için bir ev (Ka'be)
yapmalarım buyurdu. Bu evin planı, Cebrail tarajin-dan çizilmişti. Bunun üzerine Adem
(temel) kazmaya;'Havva da (taş) ta-' sımaya başladı. Nihayet temellerin altından su, Adem'e
seslenerek; "Bu kadarı yeter ey Adem!" dedi. Ka'be'yi yapıp tamamladıklarında Cenâb-ı
Allah, onu tavaf etmesini Adem'e vahyetti ve ona: "Ey Adem! Sen, insanların ilkisin. Bu da
ilk yapılan evdir." dedi. Sonra nesiller gelip geçti. Zaman geldi, Nuh orayı ziyaret etti. Sonra
aradan yine nesiller geçti. Bir zaman geldi ki, İbrahim, oranın temellerini yükseltti."
Beyhakî dedi ki: İbn Luhay'a bunu, böyle merfu olarak rivayet etti. Ben de bunun zayıf
olduğu görüşündeyim. Bu hadisin, Abdullah b. Amr tarafından mevkuf olarak rivayet
edilmiş olması, daha kuvvetli ve daha sabittir. Doğrusunu Allah bilir.
Rebî dedi ki: Şafiî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî -veya başka birinin şöyle dediğini rivayet
etti: "Adem, hacca gelmişti. Melekler onu karşılayarak: 'İbadetin makbul olsun ey Adem!
Ama biz, senden 2000 yıl önce haccetmişiz.' dediler."
Yunus b. Bükeyr, Urve b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet etti: "Hud ve Salih dışında
Ka'be'yi ziyaret etmeyen hiçbir peygamber yoktur."
Ben de derim ki: Biz, onların Ka'be'yi ziyaret ettiklerini söylemişiz-dir. Maksat, Ka'be'nin
binası mevcud olmasa da onun yerini ziyaret etmektir ki onlar da o yeri ziyaret etmişlerdir.
Doğrusunu Allah bilir.
Sonra Beyhakî; İbn Abbas'm, İbrahim peygamberin kıssasıyla ilgili hadisini uzun uzadıya
nakletmiştir ki, bu hadis, Buharî'nin sahihinde mevcuttur.
Yine Beyhakî, Semak b. Harb'm, Halid b. Ar'are'den rivayetine dayanarak şöyle demektedir:
Bir kimse, Hz. Ali'ye: "Doğrusu insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'de ki mübarek ve
âlemlere hidayet sebebi olan Ka'be'dir." (Al-i Imrân, 96.) ayetinde sözü edilen ev (Ka'be),
yeryüzünde yapılan ilk ev midir?" diye sormuş, o da şu cevabı vermiş: "Hayır, Ka'be,
insanlar için içine bereket ve hidayet konulan ilk evdir. Orada, Makam-ı İbrahim vardır.
Oraya giren, güvenlik içinde olur. İstersen, onun nasıl yapıldığını sana anlatayım: Cenâb-ı
Allah, İbrahim peygamber'e: "Benim için yeryüzünde bir ev yap." diye vahyetti. İbrahim
zorlanıp sıkıntıya düştü. Cenâb-ı Allah ta ona sekineti gönderdi. Sekinet, şiddetli esen Hacuc
rüzgarıdır. Başı ve sonu vardı. Yılan gibi halkalanıp Ka'be'nin yerinde esti. İbrahim de Ka'be
binasını yapmaya başladı. Nihayet Hatim kısmına geldi. Oğluna; "Bana taş bulup getir."
dedi. O da taş bulup getirdi. Geldiğinde, Ka'be duvarına hacer-i esvedin konulmuş olduğunu
gördü. Babasına; "Bu taş nereden sana geldi?" diye sordu. İbrahim Peygamber de; "Senin
binana dayanmayan biri getirdi. Cebrail, gökten getirdi. Sen de bu sözü yay." dedi.
Uzun bir zaman sonra Ka'be yıkıldı. Amalika kabilesi, onu yeniden inşa etti.Çok zaman
sonra tekrar yıkıldı. Bu defa Cürhüm kabilesi onu yemden yaptı. Bir müddet sonra yine
yıkıldığında Kureyşliler onu yeniden inşa ettiler. Rasûlullah (s.a.v.), o zaman genç bir
adamdı. Hacer-i Esved'i yerine koymak istediklerinde anlaşmazlığa düştüler. Nihayet; "Şu
karşıdaki yoldan ilk çıkıp gelecek olan adamı aramızda hakem yapalım." dediler. O yoldan
ilk olarak çıkıp gelen kişi, Rasûlullah (s.a.v.) oldu. Hacer-i Esvedi yünden bir yaygı içine
koymalarını, sonra da her kabileden bir temsilcinin, o yaygının bir ucundan tutarak
kaldırmalara nı söyledi. Bu teklin herkesçe uygun görüldü."
Ebu Davut et-Tayalisî, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet etti: "Cür-hümlülerin onarmasından
sonra yeniden yıkılan Ka'be'yi, Kureyşliler tekrar yaptılar. Hacer-i Esvedi yerine koymak
istediklerinde, onu kimin yerine koyacağı hususunda anlaşmazlığa düştüler. Karşıdaki
kapıdan içeriye ilk girecek olan adamın, o taşı yerine koyması hususunda anlaşmaya
vardılar. Tam o sırada Rasûlullah (s.a.v.), Beni Şeybe kapısından içeri girdi. Bir sergi
getirilmesini istedi, getirdiler. O da hacer-i esvedi kendi eliyle alıp serginin ortasına koydu.
Her kabileden bir temsilcinin o serginin birer ucundan tutmalarını söyledi. Onlar da böyle
yaparak sergiyi tutup kaldırdılar. Rasûlullah (s.a.v.) da sergideki hacer-i esvedi kendi eliyle
alıp duvardaki yerine koydu."
Yakub b. Süfyan, îbn Şihab'm şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah (s.a.v.), bulûğ çağına
erdiğinde kadının biri Ka'be'yi tütsü-lemişti. Tütsülerken ateşten bir kıvılcım sıçrayarak
Ka'be'nin örtüsünü yakmıştı. Ka'be de hasar gördükleri için onu tamamen yıkmış ve yeniden
inşa etmişlerdi. Sıra, hacer-i esvedi yerine koymaya geldiğinde, onu hangi kabilenin duvara
yerleştireceği hususunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. 'Yanımıza gelecek ilk adamı, hakem
yapalım." dediler. Belinde kaplan derisinden bir kemer bulunan ve genç bir adam olan
Rasûlullah (s.a.v.) yanlarına geldi. Onu hakem yaptılar. Hacer-i Esvedin bir sergi içine
konulmasını emretti. Sonra her kabilenin liderini çağırıp, serginin bir kenarından tutturdu.
Kendisi de duvara çıktı. Sergiyi yanma kadar kaldırdılar. O da mübarek taşı, eliyle alıp
yerine koydu."
Kendisinden daha yaşlı kimseler varken, onların rızası olmadan öne geçmezdi. Kendisine
vahiy gelmeden önce onu, güvenilir kişi anlamına gelen "el-Emin" lakabıyla çağırırlardı.
Kurban keserken, dua etmesi için mutlaka onu davet ederlerdi. Bu, Zührî'nin siyerinden
alman güzel bir rivayettir. Ancak bu rivayette anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), o zaman
yeni buluğ çağına ermiş. Halbuki meşhur rivayetlere göre o esnada otuzbeş yaşındaydı.
Rahmetli Muhammed b. İshak b. Ye-sar, bunun kesinlikle böyle olduğunu ifade etmiştir.
Musa b. Ukbe dedi ki: Ka'be'nin yeniden yapılışı, bisetten beş yıl önce olmuştur. Mücahid,
Urve, Muhammed b. Cübeyr b. Mut'im ve diğerleri de böyle demişlerdir. Doğrusunu Allah
bilir.
Musa b. Ukbe dedi M: Ficar savaşıyla Ka'be'nin yeniden yapılışı arasında onbeş sene
geçmiştir.
Ben de derim ki: Ficar savaşı ile Hilfu'l-Fudul cemiyetinin kurulması, aynı senede olmuştur.
Çünkü o senede Rasûlullah (s.a.v.), yirmi yaşındaydı. Bu da îbn İshak'ın söylediğini teyid
ediyor. Doğrusunu Allah bilir.
Musa b. Ukbe dedi ki: Kureyşlileri, Ka'be'yi yeniden yapmaya sev-keden etken, üst tarafta
örüp kapattıkları kapının üzerinden gelen ve kapıyı yıkan sel sularıydı. Bu suların Ka'be'ye
girmesinden korkmuşlardı.
Müleyh adında bir adam, Ka'be'nin kokusunu çalmıştı. Bü yüzden Kureyşiiler, Ka'be'nin
binasını sağlam yapmak ve kapısını da biraz yüksek tutmak istemişlerdi ki oraya kimse
girenlesin.
Bu iş için para ve işçi hazırladılar. Ertesi gün yıkmak üzere oraya vardıklarında, bu işi
yapmalarına Allah mani olur diye korkuyorlardı. Ka'be'nin damına çıkıp yıkmaya başlayan
ilk adam, Velid b. Muğîre olmuştu. Velid'in yıkmaya başladığım görünce diğer Kureyşiiler
peşpeşe gelip Ka'be'yi yıkmaya başladılar ve nihayet bina, yerle bir oldu. Bu, hoşlarına
gitmişti.
Yeniden inşa etmek istediklerinde, işçilerini oraya getirdiler. İşçilerden hiçbiri bir ayak yeri
kadar bile öne geçemedi. Çünkü Ka'be'yi bir yılanın çevrelemiş olduğunu ve halkalandığı
için başının kuyruğunun yanına vardığını söylediler. Fazlasıyla ürktüler. Yaptıkları iş
yüzünden helake sürüklenmekten korktular. Zira Ka'be, onları insanlara karşı koruyan bir
güç ve sığmaktı. Onların şerefiydi.
Ka'be, önlerine yıkıldı. Onu yeniden inşa hususunda ihtilafa düştüklerinde; Muğire b.
Abdullah b. Amr b. Mahzum kalkıp onlara öğüt verdi; ihtilafa düşmemelerini, inşaat
hususunda birbirlerini kıskanmamalarını, bu işi dörde bölmelerini ve inşaat masraflarına
haram mal katmamalarım tavsiye etti.
Anlatıldığına göre onlar, bu esaslar çerçevesinde inşaata karar verdiklerinde, Ka'be'yi
çevrelemiş olan o yılan semaya çekilip gözlere görünmez olmuş. O zaman bu işin, yüce
Allah tarafından olduğunu anlamışlardı. O yılanı bir kuşun alıp götürerek, Ciyad taraflarına
bıraktığını söyleyenler de vardır.
Muhammed b. İshak b. Yesar dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.) otuzbeş yaşına girdiğinde
Kureyşiiler, Ka'be'yi yemden inşa etmek için toplandılar. Ancak tamamen yıkıp yeniden
yapmak değil de damım örtmek istemişlerdi. Çünkü baştan sona yıkmaktan korkuyorlardı.
O zamana kadar Ka'be duvarları harçsız olarak taşlann üst üste konulması şeklinde
örülmüştü. Bir adam boyundan biraz daha yüksekti. Kureyşiiler, duvarları yükseltip damım
Örtmek istemişlerdi. Çünkü bir kaç kişilik bir grup, Ka'be içindeki bir kuyuya saklanmış
olan hazineyi çalmışlardı. Bu hazine, yapılan aramalar sonucunda, Beni Müleyh b. Amr b.
Huzaa kabilesinden Düveyh admda bir kölenin yamnda bulunmuştu. Kureyşiiler de onun
elini kesmişti. Kureyşiiler, hırsızın çaldıktan sonra bu hazineyi Düveyk'in yanma
koyduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bizans tüccarlarından birine ait bir gemi, Cidde kıyısına vurup parçalanmıştı. Kureyşiiler de
geminin tahtalarım alarak, Ka'be'nin damını örtmede kullanmak için hazır hale getirmişlerdi.
el-Ümevî dedi ki: O gemi Bizans imparatorunundu. Tahta, demir ve mermer gibi inşaat
malzemeleri taşıyordu. İmparator, onu Bakom er-Rumî ile birlikte, İranlıların yaktıkları
Habeşlilere ait kiliseye göndermişti. Gemi, Cidde limanında demirleyeceği yere vardığında
Cenâb-ı Allah, üzerine bir fırtına göndermiş ve o da parçalanmıştı.
İbn İshak dedi M: Mekke'de marangozluk yapan Kıptî bir adam vardı. Geminin kırılan
tahtalarının bir kısmını onarmaya hazırlanmış, ge-, mideki arkadaşlarının canlarını
kurtarmak istemişti.
Ka'be'ye getirilen hediyelerin içine atıldığı kuyudan bir yılan, her gün Ka'be'nin duvarı
üzerine çıkıp güneşlenirdi. Kureyşlilerin korktukları şeylerden biri de buydu. Kendisine
yaklaşan biri oldu mu, başını kaldırıp ağzını açar ve ağzından değil de derisinden bir ses
çıkarırdı. Ondan çok korkuyorlardı. Her zamanki gibi yine bir gün Ka'be'nin duvarına
çıktığında, Allah onun üzerine bir kuş göndermiş; kuş, onu kapıp götürmüştü. Kureyşiiler de
şöyle demişlerdi: Umarız ki Allah, bizim yaptığımızdan hoşnud olmuştur. Yanımızda hazır
işçilerimiz ve tahtalarımız var. Allah, yılana karşı bize yetti, bizi ondan korudu.
Süheylî, Rezin'in şöyle dediğini rivayet eder: Cürhümlüler zamanında hırsızın biri, içindeki
hazineyi çalmak maksadıyla Ka'be'ye girdi. O, Ka'be'nin içindeki kuyuya inmişken kuyu
çöktü; Cürhümlüler de gelip onu çıkardılar ve çaldığı hazineyi elinden aldılar.
Daha sonra o kuyuya, başı oğlak başı büyüklüğünde bir yılan yerleşti. Yılanın karnı beyaz,
sırtı siyahtı. O kuyuda beşyüz yıl süreyle kaldı.
Bu konuda Muhammed b. îshak'm anlattıkları, bundan ibarettir. Yine o dedi ki: Kureyşiiler,
yeniden yapmak üzere Ka'be'yi yıkmaya karar verdiklerinde Ebu Vehb b. Amr b. Aiz b. Abd
b.İmran b. Mahzum[24] kalkıp Ka'be'nin üzerinden bir taş aldı ama o taş, elinden fırlayıp
tekrar eski yerine kondu. O da şöyle dedi: "Ey Kureyş topluluğu! Ka'be inşaatına sadece
helal kazancınızı katın. Bu inşaata fahişenin kazancı, faizcinin karı ve insanların herhangi
birinden haksız yere alman bir mal sarfedilmesin"
İnsanlar bu sözün, Velid b. Muğire b. Abdillah b. Ömer b. Mahzum'a ait olduğunu
söylemişlerdir. Sonra İbn İshak, bu sözü söyleyenin Ebu Vehb b. Amr olduğu görüşünü
tercih etmiştir ki, Ebu Vehb de şerefli ve övgüye layık bir insan olup Hz. Peygamber'in
babasının dayısıydı.
İbn İshak dedi ki: Sonra Kureyşiiler, Ka'be'nin yeniden yapımı hususunda iş bölümü
yaptılar. Kapı bölümünü Abdu Menaf oğullarıyla Zühre oğulları; Hacer-i Esved ile Rükn-ü
Yemanî arasını Mahzum oğullarıyla Kureyşlilere iltihak eden bazı kabileler; dam kısmını
Cümah oğullarıyla Sehm oğulları; Hicr bölümünü Abdu'd-Dar b. Kusayyoğulla-rıyla Esed b.
Abdüluzza oğulları; Hatim tümseğini ise Adiyy b. KaTs oğulları üstlendiler.
Buna rağmen insanlar, Ka'be'yi yeniden yapmak üzere yıkmaktan korktular. Ancak Velid b.
Muğîre: "Onu yıkmaya ilk önce ben başlayacağım." dedi ve kazmayı eline alıp Ka'be'nin
damına çıktı. "Allahım! Ka'be'ye ürküntü verecek değiliz. Biz hayırdan başka birşey
istemiyoruz." diyerek Hacer-i Esved ile Rükn-ü Yemani tarafındaki duvarı yıkmaya başladı.
O duvara yıktıktan sonra işi bırakıp o gece bekledi. Diğerleri dediler ki: "Bakalım, eğer
Velid'in başına bir bela gelirse, Ka'be'yi yıkmaz ve eski haline döndürürüz. Ama başına bir
bela gelmezse, demek ki, yaptığımız bu işten Allah razı olmuştur."
Sabah olunca, başına herhangi bir bela gelmemiş olarak Velid, kalkıp tekrar işinin başına
döndü. Yıkmaya başladı, diğerleri de onunla birlikte yıktılar. Bu arada İbrahim peygamberin
kurduğu temele kadar indiler. Orada, dişler gibi birbirine kenetlenmiş yeşil temel taşlarıyla
karşılaştılar.
İbn İshak, bazı hadis ravilerinin kendisine şöyle dediklerini söyledi: Ka'be'yi yıkan
Kureyşlilerden biri, temel taşlarını sökmek için, iki taşın .arasına demir bir kazma geçirmiş,
zorlayınca taş yerinden kımıldamış-tı. Ama bununla beraber Mekke şehri kökten sarsılmıştı.
Bu olayla karşılaşınca da temeli sökmekten vazgeçmişlerdi.
Musa b. Ukbe, Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Ku-reyş kabilesi yaşlıları
derlerdi ki; Kureyşliler, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in koydukları temel taşlarını sökmek için
karar verdiklerinde, onlardan biri, ilk temeldeki taşlardan birine uzanıp kaldırdı. Ama o taşın
ilk temele ait olduğunu bilmiyordu. Taşı kaldırınca, altından bir şimşek çaktı. Neredeyse
adamın gözünü kör edecekti. Taş tekrar onun elinden fırlayarak eski yerine gidip kondu.
Hem taşı kaldıran, hem de oradaki diğer işçiler korktular. Kendiliğinden yerine gidip konan
taş, o şimşek parıltısını gizledi. İşçiler de evlerine döndüler ve: "Ne bu taşı, ne de
hizasındaki diğer taşları oynatın!" dediler.
İbn ishak dedi ki: Kureyşliler, Ka'be'nin temelinde Süryaniee bir yazı buldular.
Okuyamadıkları için ne olduğunu bilemediler. Nihayet bir Yahudi, o yazıyı kendilerine
okudu. Yazı şöyleydi: "Ben, Mekke'nin sahibi Allah'ım. Orayı, göklerle yeri yarattığım
günde yarattım. Güneşi ve ayı şekillendirdim. Mekke'yi yedi melekle çevreleyip korumaya
aldım. Yanındaki iki dağ durdukça, Mekke'de yerinde duracaktır. Halkı için oranın suyunda
ve sütünde bereket vardır."
İbn İshak dedi ki: Kureyşliler, Makam-ı İbrahim'de, üzerinde şu ibarenin yazılı olduğu bir
kitabe bulmuşlardı: "Mekke, Allah'ın saygın olan evidir. Rızkı, üç yoldan gelir. Onun
saygınlığını yerlilerin ilkleri ihlal etmez." Şayet söylediği doğru ise Leys b. Ebi Süleym'e
göre Kureyşliler, bisetten kırk sene önce Ka'be'ye bir taş bulmuşlar. Taşın üzerinde şunlar
yazılıymış: "Hayır eken, gıpta biçer. Şer eken, pişmanlık biçer. Kötülük yapacaksınız da
iyilikle mi karşılık göreceksiniz? Eğer dikenden üzüm devşirilirse, bu olur! Ama böyle
birşey mümkün değildir."
Said b. Yahya el-Ümevî, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu söyler:
"Makam-ı İbrahim'de üç sahife bulundu. Birinci sahifede şunlar yazılıydı: "Doğrusu ben,
Mekke'nin sahibi Allahım! Güneş ile ayı yarattığım günde onu yarattım. Onu, yedi temiz
melek ile çevreleyip korumaya aldım. Yerlileri için, et ve sütü bereketli kıldım."
İkinci sahifede şunlar yazılıydı: "Doğrusu ben, Mekke'nin sahibi Allahım! Rahmi (dostluk
ve akrabalık bağlarını) yarattım. Ona kendi adımdan türettiğim bir kelimeyi ad olarak
verdim. O bağları bağlayanı, ben de (rahmetime) bağlarım. O bağları koparanı, ben de
(rahmetimden) koparırım." .
Üçüncü sahifedeyse şunlar yazılıydı: "Doğrusu ben, Mekke'nin sahibi Allah'ım! Hayır ve
şerri yaratıp takdir ettim. Elinden hayırlı işler çıkana ne mutlu! Elinden şerli işler çıkana ne
yazık!"
İbn îshak dedi ki: Sonra Kureyş kabileleri, Ka'be'yi inşa etmek için taş topladılar. Her
kabile,belli miktarda taş topladı. Bundan sonra inşaata başladılar. Nihayet sıra, hacer-i
esvedi yerine koymaya geldi. Her kabile; "Bu taşı yerine biz koyacağız!" diyerek
anlaşmazlığa düştüler. Tartışıp yeminleştiler. Savaşa hazırlandılar. Öyleki, Abdu'd-Dar oğulları,
kan dolu bir leğen getirdiler. Sonra Beni Adiyy b. Ka'b b. Lüeyy oğullarıyla beraber
ölüm üzerine sözleştiler. Ellerini, leğendeki kana batırarak yeminlerini pekiştirdiler. Bu
yüzden onlara, "Kan yalayıcıları" dendi. Kureyşliler, bu hal üzere dört veya beş gece
beklediler. Sonra Mescdd-i Haram'da bir araya gelip müşavere yaptılar ve nihayet adilane
bir hüküm vererek anlaştılar.
Rivayet ehli bazı kimselerin ifadelerine göre, o sene Kureyşlilerin en yaşlısı olan Ebu
Ümeyye b. Muğîre b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum, toplantı esnasında kalkıp şöyle dedi.
"Ey Kureyş topluluğu! Mescid-i Ha-ram'ın kapısından içeriye ilk girecek adamı,
anlaşamadığınız bu hususta aranızda hakem yapın. O hakemlik yapıp hükmünü versin."
Kureyşliler, onun dediğini yaptılar, içeriye ilk giren, Rasûlullah (s.a.v.) oldu. Onu görünce
de: "İşte bu emin ve güvenilir olan Muham-med'dir. Bunun hakemliğine razı olduk." dediler.
Rasûlullah, yanlarına vardığında durumu kendisine anlattılar. O da: "Bana bir yaygı getirin."
dedi. Getirdiler. Hacer-i Esvedi eliyle alıp yaygının içine koydu. Sonra da; "Her kabileden
bir temsilci, yaygının bir ucundan tutsun. Sonra da hepiniz onu birlikte kaldırın." dedi. Öyle
yaptılar. Yaygı içindeki hacer-i esvedi, duvara konulacağı yere getirdiler. Rasûlullah, taşı
eliyle alıp duvardaki yerine koydu. Sonra da o taşın üzerine duvar inşaatı devam etti.
Kureyşliler, Rasûlullah'ı, "el-Emin" adıyla adlandırmışlardı. Ahmed b. Hanbel, Saib b.
Abdullah'tan rivayet etti ki; Cahiliye döneminde Ka'be inşaatında çalışanlardan biri, Saib'e
şunları anlatmış: Yonttuğum bir taşım vardı. Allah'ı bırakıp ona tapıyordum. Yiyemediğim
yoğurdu getirip o taptığım taşın üzerine dökerdim. Köpekte gelip üzerindeki yoğurdu yalar,
sonra bir ayağını kaldırıp üzerine idrarını yapardı.
Evet, Ka'be'nin inşaatını devam ettirdik. Sıra, hacer-i esvedin yerine konmasına geldi. Ama
onu kimse bulamamıştı. Bir de ne görelim! Hacer-i Esveçl, inşaat taşları arasında!.. Ona
bakan kişinin yüzü, ayna gibi içinde görülüyor. Kureyşten bir kabile; "Onu, yerine biz
koyarız." dedi. Diğerleri de; "Hayır, biz koyarız!" dediler. Neticede; "Aramızı bulacak bir
hakem bulalım. Şu yoldan ilk çıkıp gelecek olan adam, bize hakemlik yapsın." dediler. İlk
olarak o yoldan Rasûlullah'm çıkıp geldiğini görünce de; "İşte size, el-Emin geldi!" dediler.
Durumu kendisine anlattılar. O da hacer-i esvedi bir yaygının içine koydu. Sonra Kureyş
kabilelerinin temsilcilerini çağırdı. Yaygının ucundan tutup kaldırdılar. RasûluUah da taşı
kaldırıp duvardaki yerine koydu.
İbn îshak dedi ki: Hz. Peygamber zamanında Ka'be, onsekiz zira idi. Kabatî kumaşıyla
Örtülürdü. Daha sonra aba kumaşıyla örtülmeye başlandı, îlk olarak Haccac b. Yusuf, onu
ipekle örtmüştü.
Ben derim ki: Masrafla baş edemediklerinden dolayı Kureyşliler, Şam yönünde, altı veya
yedi zira uzunluğundaki Hatim kısmını inşaat dışında tuttular. Yani Ka'be'yi, ibrahim
peygamberin koyduğu temel üzerine inşa edemediler. Ka'be için, doğu tarafında bir kapı
açtılar. Her isteyen oraya giremesin, onlar dilediklerini içeri bıraksın, dilemediklerini
bırakmasınlar diye, kapıyı biraz yüksek yaptılar.
Buharî ve Müslim'in sahihlerinde Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.)
kendisine şöyle demiş:
"Görmedin mi ki kavmin,masraflarla baş edemedi (de Ka'be'yi eski temeli üzerine inşa
edemedi.) Eğer küfürden yeni kopmuş olmasalardı, Ka'be'yi yıkar, onun için doğu ve batı
taraflarında birer kapı açar, Ha-tim'i de içine katardım."
Bu sebepledir ki îbn Zübeyr, iktidarı ele geçirince Ka'be'yi, Resûlullah(s.a.v.)'ın işaretine
uygun şekilde yaptı. Son derece güzel ve parlak olan yeni bina, Hz. İbrahim'in koyduğu
temel üzerinde yükselmişti. Biri doğuda, diğeri batıda olmak üzere yere bitişik iki kapısı
vardı. İnsanlar, birinden girip diğerinden çıkıyorlardı.
Haccac-ı Zalim, îbn Zübeyr'i öldürünce, îbn Zübeyr'in güya kendi kafasına göre Ka'be ye
vermiş olduğu yeni biçimi, bir mektupla zamanın halifesi Abdülmelik b. Mervan'a bildirdi.
Halife de, Ka'be'yi eski haline döndürmesini oha emretti. Şam yönündeki duvarına
yöneldiler. Taşlarını çıkarıp duvarı çakılla sıvadılar. Taşlan Ka'be'nin zeminine döşedi-ler.
Böyle olunca her iki kapısı da yükseldi. Batı tarafmdakini örerek kapattılar. Doğu
tarafındaki ise, eski durumunda kaldı. Mehdi ya da oğlu Mansur, halifeliği döneminde İmam
Malik'e danışarak Ka'be'yi, İbn Zübeyr projesine göre yıkıp yemden yapmak istediğini
bildirdi. Merhum İmam Malik: "Hükümdarların, Ka'be'yi oyuncak haline getirmelerini hoş
karşılamam!" diyerek halifenin bu telifini reddetti. Halife de Ka'be'yi eski halinde bıraktı.
Şimdi de o halini korumaktadır.
Mescid-i Haram etrafındaki evleri yıktırıp Ka'be'nin çevresini genişleten ilk kişi de Hz.
Ömer'dir. O çevredeki evleri istimlak ederek yık-tırmıştı. Halifeliği döneminde Hz. Osman
da bu istimlakleri devam ettirerek Ka'be'nin çevresini daha da genişletmişti.
îbn Zübeyr iktidara geçince, Mescid-i Haramın binalarını sağlamlaştırmış, duvarlarını elden
geçirip güzelleştirmiş ve kapılarını çoğaltmıştı. Ama Ka'be'nin çevresini daha fazla
genişletmemiş ti.
Abdülmelik b. Mervan hilafete geçince, Ka'be'nin duvarlarım daha da yükseltti. İpek
örtülerle örtülmesini emretti. Bu işi de onun emri üzerine Haccac b. Yusuf üstlendi.
Ka'be'nin inşasıyla ilgili kıssayı ve bu konuda varid olan hadisleri, "İbrahim ile İsmail,
Beyt'in duvarlarını yükselttiklerinde..."ayeti[25] tefsir ederken, tefsirimizde daha geniş
anlattık. İsteyen oraya müracaat edebilir. Övgü ve minnet, Allah'adır.
İbn İshak dedi ki: Kureyşliler, istedikleri şekilde Ka'be'nin inşaatını tamamladıklarında
Zübeyr b. Abdülmuttalib, inşaatta çalışanları kor-kutan yılanla ilgili olarak şöyle bir şiir
söylemiştir:
"Kartal, yılana doğru saldırıya geçtiğinde yılan titriyordu, buna şaştım. Derisinden haşırtı
sesi geliyor, bazan da atağa kalkıyordu. Ka'be inşaatına başladığımızda, işi şiddetlendirip
bizi ürküttü. Biz de korkuya kapıldık. Yılanı kovmaktan korktuğumuzdan, başı ve göğsü dik
bir kartal onun üzerine indi. Yakalayıp götürdü. Ka'be'de çalışmamıza engel kalmadı. Temel
ve toprağı bulunan binayı topluca inşa etmeye başladık. Ertesi gün duvarlar yükseldi.
Çalışırken, avret yerlerimiz açıktı. Melik b. Lüeyy, bu bina ile onurlandı. Onların aslı
kaybolacak değildir. Başta Kilab olmak üzere orada Adiyy ve Mürre oğulları toplandı.
Melik, bununla bize şeref hazırladı. Allah katında sevap ve mükafat ümid edilir."
Cenâb-ı Allah'ın, peygamberini cahiliyenin pisliklerinden koruduğunu anlattığımız bölümde
de söylendiği gibi, Allah elçisi ile amcası, Ka'be inşaatı için taş taşıyorlardı. Hz. Peygamber,
taşlar kendisini incitmesin diye peş temalını omuz üzerine koyduğunda, haya yerlerini açık
bırakmaktan men olunmuştu da tekrar peştemahyla örtünmüştü. [26]
[1] Makam-ı Mahmud: Cennet'te Hz. Peygamber'e verilecek şefaat-ı uzrna makamıdır. (Çeviren)
[2] Sıddîk kelimesiyle, Hz. Ebubekir kastedilmiştir.
[3] Bununla da Hz. Ömer kastedilmiştir.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/422-428.
[5] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Buhafî, Nikah, 20; Müslim, Reda, 4; Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed'in Eşleri ve Aile Hayata, İstanbul 1991, s.
307-308.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/429-230.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/430-437.
[8] el-îsrâ, 15.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/437-440.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/440-442.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/442-447.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/447.
[13] Ürene, Arafat hizasındaki bir vadidir.
[14] Hums, Kureyşlilere hac şiarlarına ekledikleri bid'atler cümlesinden olarak kendilerine verilen bir isimdir.
[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/447-450.
[16] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/450-452.
[17] Sikaye, hacılara su temin etme görevi.
Rifade, hacılara yemek temin etme görevi.
Liva, sancaktarlık görevi.
Nedve, Kureyş'in bir nevi parlamentosu sayılan DarÜ'n-Nedve'nin idaresi.
Hicabe, Ka'be'nin perdedarlığı.
[18] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/453-456.
[19] Kabe'nin bitişiğinde bir duvarla ayrılmış boşluk. Burası da Kabe'den sayılır. (Çev.)
[20] Tübban: Yemen hükümdarlarından birinin adı. (Çeviren)
[21] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/457-460.
[22] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/460-462.
[23] el-Inşikâk, 3.
[24] îbn Hişam, yukarıdaki şahsın yerine Aiz b. îraran b. Mahzum'dan sözetmektedir.
[25] el-Bakara, 127.
[26] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/462-471.
 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...