27 Nisan 2015

VEN-NİHAYE 19 NCU BÖLÜM Hums Faslı Ahmet İbn Kesîr


VEN-NİHAYE 19 NCU BÖLÜM
Hums Faslı
Ahmet İbn Kesîr
Ibn îshak, Kureyş tarafından ortaya atılan ve adına Hums denilen bir deyim (ıstılah) den de
bahseder. Hums, dini konularda tavizsizlik ve sertlik anlamına gelir. Evet, onlar böyle bir
kelimeyi ortaya attılar. Çünkü Harem'e aşırı saygı ve tazimde bulunuyorlardı. Öyle ki bu
sebeple, arefe gecesinde Harem dışına çıkmama hususunda kendilerini zorunlu saydılar.
"Biz Harem'in çocukları ve Beytullah'm sakinleriyiz." diyorlardı. Bizzat kendilerinin
uydurdukları batıl bid'atler düzeninin dışına çıkmış olmamak için, Hz. İbrahim'in hacla ilgili
prensiplerinden biri olduğunu bildikleri halde Arafat'ta vakfe yapmazlardı. İhramlıykeri çökelek
ve yağı evlerinde bulundurmaz, iç yağını etten sıyırmazlardı. Kıl çadırların altına girip
de gölgelenmezlerdi. Ancak deri çadır olursa, altına girip gölgelenirlerdi. Hac veya umre
için Mekke'ye gelenleri, ihramda oldukları sürece Kureyşlilerin yemeğinden başka bir
yemek yemekten; Kureyşlilerin verdikleri elbiselerden başka bir elbise giymiş olarak
Ka'be'yi tavaf etmekten men'e derlerdi. Hacı ya da umrecilerden biri, Hums elbisesi
bulamazsa, kadın da olsa Ka'be'yi çıplak olarak tavaf ederdi. Hums kelimesi, Kureyş, Kinanî
ve Huzaalüar için kullanılan bir tabirdir. Bunlardan elbise temin edemeyen bir kadın,
Ka'be'yi çıplak olarak tavaf ederken elini tenasül organının üzerine koyarak şöyle derdi:
"Bu gün birazı veya tamamı görünür,
Görünen kısmını ben helal etmiyorum."
Hums elbisesi temin ettiği halde âlicenaplık edip tenezzül etmeyerek kendi elbisesiyle tavaf
eden bir kimse, tavafını tamamladıktan sonra o elbisesini bırakmak mecburiyetinde kalırdı.
Ondan artık ne kendisi, ne de başkaları yararlanabilirdi. Kimse, ona el süremezdi. Araplar,
bu elbiselere, "Lüka" derlerdi. Nitekim şairin biri demiş ki:
"Ona saldırışım, üzüntü olarak yeter. Tavaf edenler arasında o, sanki ihramlının elbisesi
gibidir."
İbn İshak dedi ki: Cenâb-ı Allah'ın, Hz. Muhammedi peygamber olarak göndermesine ve
onların batıl âdetlerini reddetmek için de kendisine Kur'ân'ı indirinceye kadar Araplar bu
âdetlerini sürdürdüler. Şu ayet, onların bid'atlerini reddediyordu:
"Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden, (Ey Arap topluluğu; Arafat'tan) siz de akın
edin. Allah'tan mağfiret dileyin. Allah bağışlar ve merhamet eder." (ei-Bakara, 199.)
Daha önce de belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber, kendisine vahiy gelmeden önce de Allah'ın
tevfiki ile Arafat'a gidip vakfe yaparmış.
Arapların mutlaka Hums elbisesi giyme ve hums yiyeceği yeme mecburiyeti koyma
âdetlerini bâtıl sayıp reddeden Cenâb-ı Allah, peygamberine şu ayetleri inzal buyurmuştur:
"Ey Adem oğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin. Yeyin, için fakat israf
etmeyin. Çünkü O (Allah), müsrifleri sevmez.
Ey Muhammedi De ki: "Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan
kimdir?" (el-Araf, 31-32.)
Ziyad el-Bekkaî, İbn îshakin şöyle dediğini rivayet eder: "Kureyş-liler, bu Hums bid'atini fil
vakasından önce mi uydurdular yoksa sonra mı? Bunu bilemiyorum." [1]
Hz. Peygamberin Risaletle Görevlendirilmesi Ve Buna Dair Müjdeleri
Merhum Muhammedb. İshak'a göre biset zamanı yaklaştığında Yahudi hahamları, Hristiyan
rahipleri ve Arap kahinleri, Hz. Peygamberin gönderileceğinden söz ediyorlardı. Hahamlar
ile rahipler, Hz. Peygamberin ve zamanının niteliklerine dair kendi kitaplarında buldukları
bilgilere ve önceki peygamberlerin onun hakkında söyledikleri sözlere dayanarak onun
bisetinden bahsettiklerini açıklıyorlardı. Cenâb-ı Allah, bu konuda şöyle buyuruyor:
"Onlar ki, Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan (ümmî) peygamber
(Muhammed)e uyarlar. O peygamber onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder.
Temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar. Onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini
hafifletir. Bu peygamber'e inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nura
uyanlaryok mu? İşte onlar, saadete erenlerdir." (el-Arâf, 157.)
"Meryem oğlu İsa: "Ey İsrail oğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı
doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen,
Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim."
dedi. (es-Saff, 6.)
"Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onunla birlikte olanlar, inkarcılara (kafirlere) karşı sert,
birbirlerine ise merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve
hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat'ta
anlatılan özellikleridir. İncil'de de şöyle anlatılmışlardır: Onlar, önce ince bir filiz
çıkaran, sonra kuvvetlenen, daha sonra kalınlaşıp sapları üzerinde dimdik duran bir ekin
gibidirler ki, çiftçiler bundan memnun olur. Allah, böylece onları çoğaltıp
kuvvetlendirmekle inkarcıları Öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama
ve büyük ecir vaad etmiştir." (ei-Fetih, 29.)
"Allah, peygamberlerden ahid almıştı; "Andolsun ki size, kitap ve hikmet verdim. Sizde
olanı tasdik edecek bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka
yardım edeceksiniz. İkrar edip bu ahdi kab'ül ettiniz mi?" demişti de onlar: "Evet, ikrar
ettik." demişlerdi. Bunun üzerine "Şahid olun, ben de sizinle beraber şahidlerdeninı."
demişti. "(Âl-i Imrân, 81.)
Sahih-i Buharî'de îbn Abbas'ıri şöyle dediği rivayet edilir: "Cenâb-ı Allah, gönderdiği her
peygamberden mutlaka şu sözü almıştır: Eğer kendisi hayattayken Muhammed'e
peygamberlik verilirse, ona mutlaka yardım edecek ve ona tabi olacaktır.
Cenâb-ı Allah, kendilerinden bu sözü aldığı peygamberlerine, ümmetlerinden şöyle bir söz
almalarını emretmiştir: "Eğer onlar hayattayken Muhammed'e peygamberlik verilirse, ona
mutlaka yardım edecek ve ona tabi olacaklardır."
Bütün bu ifadelerden anlaşıldığına göre onlar, Rasûlullah (s.a.v.)'m geleceğini
müjdelemişler ve ona uymakla emrolunmuşlardır.
Hz. İbrahim, Mekke'liler için dua ederken şöyle demişti:
"Ey Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları
her kötülükten temizleyen bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve Hakim olan ancak
sensin." (el-Bakara, 129.)
Ahmed b. Hanbel, Ebu Ümame'nin şöyle dediğini rivayet eder; Dedim ki; "Ya Rasûlallah!
Senin işinin evveli ne idi?" Buyurdu ki:
"Atam İbrahim'in duası, İsa'nın da müjdesiyim. Annem, kendisinden bir nur çıktığım ve o
nurun, Şam^araylarını kendisine aydınlattığını görmüştü."
Yani Hz. Peygamber'e durumunun evveli, başlangıcı, insanlar arasında adının, sanının
yayılıp meşhur oluşu sorulmuş, o da buna cevaben; Arapların atası İbrahim peygamberin
duasını, sonra da İsrail oğullarına gönderilen peygamberlerin sonuncusu Hz. İsa'nın
müjdesini anlatmış. Bu ikisi arasında geçen peygamberlerin de, Rasûlullah (s.a.v.)'m
geleceğini müjdelediğini göstermektedir.
Yüce âlemlerde ise Hz. Peygamberin şan ve şöhreti, Hz. Adem'den önce yayılmıştı. Nitekim
Ahmed b. Hanbel'in, İrbad b. Sariye'den rivayetine göre Hz. Peygamber, bir hadisinde şöyle
buyurmuştur:
"Adem'in kendi çamuru içinde yerde (cansız) yattığı esnada da ben, Allah katında son
peygamberdim. Bu işin başlangıcını size bildireyim: Atam ibrahim'in duası, İsa'nın beni
müjdelemesi, benim annemin ye aynı zamanda mü'minlerin annesinin gördüğü rüyadır."
Bunu, Muaviye b. Salih'ten rivayet eden Leys demiş ki: "Hz. Pey-gamber'in annesi, onu
doğururken bir nur görmüş. O nur da, Şam saraylarını aydınlatarak kendisine göstermişti."
Ahmed b. Hanbel, Meyseretü'1-Fecr'in şöyle dediğini rivayet eder: "Yâ Rasûlallah, ne
zaman peygamber oldun?" diye sordum. Buyurdu ki: "Adem, beden ile ruh arasındayken..."
"Delailü'n-Nübüvve" adlı Mtapda Ömer b. Ahmed b. Şahin, Ebu Hü-reyre'nin şöyle dediğini
rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)'a; "Peygamberlik sana ne zaman vacib oldu?" diye soruldu.
Buyurdu ki: "Adem'in yara-tılışıyla ona ruh üflenmesi arasında..." Bu hadisin başka bir
tarikinde şöyle bir ifade görülmektedir. "Adem, çamuru içinde yerde (cansız) yatmaktayken
peygamberlik bana vacib oldu."
Beğavî'nin, Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; "Peygamberlerden söz almıştık. (Ey
Muhammed!) senden ve Nuh'tan... da sağlam bir söz almışızdır." (ei-Ahzâb, 7.) ayeti
hakkında Hz. Peygamber şu açıklamayı yapmıştır:
"Yaratılışta peygamberlerin ilki, gönderilişte ise sonuncuları oldum."
Ebu Müzahim'in bir rivayetinde İbn Abbas'm şöyle dediği nakledilir: 'Ya Rasûlallah! Sen ne
zaman peygamber oldun?" diye soruldu. Buyurdu ki: "Adem, ruh ile beden arasındayken..."
Arap kahinlerine göre: Cinlerin şeytanları, semadan haber çalarak bu kahinlere
getiriyorlardı. Çünkü o zamanlarda şeytanların yıldızlarla taşlanarak semalardan kovulma
durumu yoktu. Haber çalmalarına engel olunmuyordu. Bu vesileyle de bazı kahinler, Hz.
Peygamberle ilgili bazı haberleri elde edebiliyorlardı. Ama Arapların, bu haberlerle ilgilendikleri
yoktu. Nihayet Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammedi peygamber olarak gönderdi ve
haberi anlatılan şey gerçekleşti, onu öğrenip tanıdılar.
Hz. Peygamber'in zamanı yaklaşıp biset vakti geldiğinde şeytanlar, haberleri dinlemekten
engellendiler. Daha önce haber hırsızlığı yapmak için semada oturdukları yerlerde
oturmaktan menolundular. Yıldızlarla taşlandılar. Şeytanlar, bunun yüce Allah'ın emriyle
meydana " gelen birşeyden ötürü böyle olduğunu anladılar. Bu hususta yüce Allah,
peygamberine şu ayetleri indirdi:
"Ey Muhammed! De ki: Cinlerden bir topluluğun, Kur'ân'ı dinlediği bana vahyolundu, onlar
şöyle dediler: "Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'ân dinledik de ona
inandık. Biz, Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız..." <el-Cinn,ı-2.)
"Ey Muhammed! Kur'ân'ı dinleyecek cinlerden Bir takımını sana yöneltmiştik. Onlar,
Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: "Susun" dediler. Kur'an'm okunması bitince,
her biri birer uyarıcı olarak milletlerine dönüp şöyle dediler: "Ey Milletimiz! Doğrusu biz,
Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren
bir kitap dinledik." (cl-Ahksf, 29-30.)
Bütün bu ayetlerin tefsirini, tefsirimizde (îbn Kesir Tefsiri) detaylı olarak verdik.
Muhammed b. İshak'm anlattığına göre eski Araplar, Sakif kabilesinin üzerinden bir yıldız
kaydığında paniğe kapılarak kendilerinden biri ve aynı zamanda da Araplann en bilgili ve
dâhi adamı olan Beni Haclardan Amr b. Ümeyye'nin yanına gitmiş ve ona şunu sormuşlardı:
"Ey Amr! Gökte cereyan eden şu yıldız kaymaları ne demek oluyor?" Amr, onlara şöyle
karşılık verdi: "Evet.. Bakın bakalım. Eğer bu yıldızlar, karada ve denizde kendilerine
bakılarak yön tesbiti yapılan ve kendilerine bakılarak insanların geçimlerinde faydalarına
olan yaz ve kış mevsimleri Öğrenilebilen yıldızlardansa, Allah'a andolsun ki bu, dünyanın
dürülüp sonunun gelmesi ve halkın helak olması demektir. Ama başka yıldızlarsa ve sözünü
ettiğim diğer yıldızlar, eski halleriyle yerlerinde sabit iseler, bu, Cenâb-ı Allah'ın toplum için
istediği birşeyden ötürüdür. Ama bu şey acaba nedir?"
İbn îshak dedi ki: İlim sahibi bazı kimselerin bana anlattıklarına göre, Sehra oğulları
kabilesinden Gaytala adında bir kadın, cahiliye devrinde kahin idi. Gecenin birinde kocası
yanma geldiğinde, onun altına yatıp: "Bedir, Bedir nedir? Kesip boğazlama günüdür." dedi.
Kureyşli-ler, bu sözü duyduklarında:"O, ne demek istiyor?" dediler.
Kocası, bir başka gece yine Gaytala'mn yanına geldiğinde yine Gay-tala'mn altına yattı. Ve:
"Vadi.. Vadi nedir? O günde aşık kemikleri böğürlere değer." dedi. Kureyşliler, bu sözü
duyduklarında: "O ne demek istiyor? Bu söylediği, mutlaka olacak bir iştir. Bekleyin de
onun ne olduğunu görün bakalım." dediler. Vadiler içinde Bedir ve Uhud savaşları oluncaya
dek bu sözlerin ne anlama geldiğini bilemediler. Ama bu savaşlar olduğunda, Gaytala'ya o
haberleri getirenin, kocası olduğunu anladılar.
İbn İshak dedi ki: Yemen'deki Cenb kabilesinin cahiliye devrinde bir kahini vardı. Hz.
Peygamber'in durumu ve Araplar arasında yayılan şöhreti kendisine anlatıldığında Cenb
kabilesi, o kahine gidip: "Bizim' için şu adamın durumuna bir bak hele." dediler. Kahinin
oturmakta olduğu dağın eteğinde bir araya gelip toplandılar. Gün doğarken kahin, dağdan
inip yanlarına geldi. Ayakta, kendi yayına dayanarak durdu. Başını kaldırıp uzun süre
semaya baktı. Sonra sıçrayıp hoplamaya başladı ve şöyle dedi: "Ey İnsanlar! Doğrusu Allah,
Muhammed'e ikramda bulunarak onu seçkin kılmış, kalbini ve diğer iç kısımlarını
temizlemiştir. O, aranızda az bir süre kalacaktır!"
Böyle dedikten sonra, geldiği yere dönüp koşarak gitti. [2]
Fasıl
îbn İshak'a göre Asım b. Amr b. Katade, kendi kavminden bazı adamların şöyle dediklerini
rivayet eder: İslâm'a girmemize tesir eden sebeplerden biri de, Allah'ın, bize bahşettiği
rahmet ve hidayetin yanısıra,
bazı Yahudilerden duyduğumuz şu sözdür: Biz, müşrik ve putperest idik. Ehl-i Kitaptan
da bazı kimseler vardı ki, bizde bulunmayan bilgi, onlarda vardı. Aramızda sürekli savaş
vardı. Hoşlarına gitmeyen bazı durumları başlarına getirdiğimizde bize derlerdi ki:
"Şimdilerde risa-letle görevlendirilecek olan bir peygamber, artık ortaya çıkmak üzeredir.
Onunla el ele verip sizi Ad ve İrem halkı gibi öldüreceğiz." Bu sözü onlardan çok duyardık.
Cenâb-ı Allah, Rasûlullah (s.a.v.)'ı risaletle gönderip de bizi, Allah'a davet ettiğinde ona
icabet ettik. Ehl-i Kitabın ona dayanarak bize yaptıkları tehditleri anladık. Böylece onlardan
önce biz, Rasûlullah'a icabet ettik. Bu sebeple biz ona inandık, onlar ise inkar ettiler. Bunun
üzerine bizimle onlar hakkında şu ayet nazil oldu:
"Vaktaki Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden ki-tab geldi -ki onlar bundan
önceleri, inkar edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi.- Bildikleri gelince,
onu inkar ettiler. Allah'ın laneti inkar edenlerin üzerine olsun." (el-Bakara, 89.)
Verka, Ali el-Ezdî'den naklederek Yahudilerin şöyle dediklerini söyler: "Allahım, şu
peygamberi bize gönder M, bizimle insanlar arasında hükmünü versin."Onlar böyle diyerek
Hz. Peygamber vasıtasıyla Allah'tan yardım diliyorlardı.
Beyhakî, îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Hayber Yahudileri, Gatafanhlarla
savaşıyorlardı. Her karşılaşmada, Hayber Yahudileri yeniliyordu. Yahudiler, aşağıda
belirtilen dua ile Allah'a sığınıp şöyle diyorlardı: "Allahım! Ahir zamanda çıkacağını bize
vaad ettiğin, okur-yazarlığı olmayan (ümmî), peygamber Muhammed hakkı için bizi
Gatafanlılara üstün kılmanı ve onlara karşı bize yardım etmeni senden diliyoruz."
Bu dua ile cepheye geldiklerinde Gatafanlıları yeniyorlardı. Ama Hz. Muhammed (s.a.v.),
peygamber olarak ortaya çıktığında, onu inkar ettiler. Yüce Allah da şu ayeti indirdi: "Ki
onlar bundan önceleri inkar edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi.' (el-
Bakara, 89.)
İbn İshak, Bedir savaşma katılanlardan biri olan Seleme b. Selam b. Vakş'm şöyle dediğini
rivayet eder: Eşhel oğullarından Yahudi bir komşumuz vardı. Bir gün evinden çıkıp bize
doğru gelerek Abdüleşhel oğullarının kapısında durdu. O gün, onların arasında yaşça en
küçük olan bendim. Üzerimde ki kürke sarınarak evimin avlusunda uzanıp yatmıştım. O
Yahudi, kıyametten, yeniden dirilişten, hesaptan, mizandan, Cennet'ten ve Cehennem'den
bahsetti. Bunları, ölüm sonrası dirilişin gerçekleşeceğine inanmayan müşrik ve putperest bir
topluluğa anlatıyordu. Dinleyiciler ona dediler ki:
- Yazıklar olsun sana! Ölümlerinden sonra insanların, Cennet ve Cehennem'e sebep olan
amellerinin karşılığım görecekleri bir yurdda diriltilip gönderileceklerine, böyle birşeyin
gerçekleşeceğine inanıyor musun?
- Evet.. Adına yemin edilene andolsun ki, bütün bunlar gerçekleşecektir. Kişi, o ateşten çıkıp
dünyada kurulacak en büyük tandıi'a atılıp içinde yakılmak ister.
- Yazıklar olsun sana! Senin buna dair delilin var mı?
- Evet, vardır. (Eliyle Mekke ve Yemen tarafına işaret ederek) şu beldelerden çıkacak bir
peygamber, buna delildir.
- O peygamberi, ne zaman görürüz?
- (Bana baktı. Ben, yaşça onların en küçüğüydüm.) Bu çocuk, eğer ömrünü tam olarak
yaşarsa, o peygambere ulaşır.
Allah'a and olsun ki, aradan bir gün ve bir gece geçmeden Allah, Hz. Peygamberi aramıza
gönderdi. Biz ona inandık, ama o Yahudi, asilik ve kıskançlığından ötürü onu inkâr etti!
Ona: 'Yazıklar olsun sana! Bu konuda bize birşeyler söyledin ama sen ona inanmadın!"
dediysekte o: "Öyle ama bu, o sıfat ve özelliklere sahip olan peygamber değildir." dedi.
"Delail" adlı eserde Ebu Nuaym, Muhammed b. Seleme'nin şöyle dediğini rivayet eder:
Abdüleşhel oğulları arasında sadece Yuşa' adında bir Yahudi vardı. Ben, daha izar içinde bir
çocuk iken onun şöyle dediğini işittim: "Şu beytten çıkacak bir peygamberin zuhur etme
vakti geldi!" Böyle dedikten sonra da eliyle Beytullah'a işaret ederek sözünü şu cümleyle
tamamladı: "Onun zamanına ulaşan, onu tasdik etsin." Nihayet Rasûlullah (s.a.v.) ortaya
çıktı.. Biz Müslüman olduk. O Yahudi de aramızda yaşamakta olduğu halde asilik ve
çekemezliğinden dolayı Müslüman olmadı. Yahudi Yuşa'mn, Hz. Peygamber'in zuhuru,
evsaf ve nitelikleri hakkında verdiği açıklamaları kapsayan ve Ebu Said'in babası tarafından
nakledilen haberi daha önce nakletmiştik. Keza Zübeyr b. Bata'nm Hz. Peygamber'in
doğumunu bildiren yıldızın görüldüğüne dair verdiği haberi de nakletmiştik.
İbn İshak, Kurayza oğullarından yaşlı bir adamın, Asım b. Amr b. Katade'ye şöyle dediğini
rivayet eder:
- Beni Hedl kabilesinden olup cahiliye döneminde Kurayza oğullarıyla âdeta kardeş gibi
birlik olan, sonra da İslâmiyet döneminde efendileri olan Salebe b. Sa'ye, Üseyd b. Sa'ye ve
Esed b. Ubeyd'in niçin Müslüman olduklarını biliyor musun? deyince;
- Hayır, dedim.
- Şam diyarında yaşayan İbn Heyyiban adında bir Yahudi, İslâmiyet'ten iki yıl önce bize
geldi. Aramızda yaşamaya başladı. Vallahi, beş vakit namazı, ondan daha mükemmel kılan
bir kimse görmedik. Yanımızda ikamet etti. Yağmur yağmaz olduğunda ona: "Ey Heyyiban!
Bizim için yağmur duasına çık." dediğimizde o şöyle derdi:
- Çıkmadan önce sadaka vermezseniz vallahi duaya çıkmam.
- Ne kadar sadaka verelim?
- Bir ölçek hurma veya iki ölçek arpa...
Bu miktarda sadaka verirdik. Sonra da o, bizi şehrin dışına çıkarır, yağmur yağsın, diye
bizler için dua ederdi. Allah'a and olsun ki o, oturduğu yerden daha ayrılmadan bulutlar
gelir, üzerimize yağmur yağdırırlardı! Bu, ne bir, ne iki, ne de üç kez böyle oldu. Bu, birçok
defa tekrar
etti.
Yanımızdayken hastalanıp ölüm döşeğine yattı. Öleceğini anlayınca da bize şöyle dedi:
- Ey Yahudi topluluğu! Üzüm bağları ve bahçeleri olan bir beldeden çıkıp bu açlık ve
perişanlık yurduna niçin geldiğimi biliyor musunuz?
Biz:
- Sen daha iyi bilirsin, dedik. Bunun üzerine o:
- Vakti yaklaşan bir peygamberin çıkış zamamnı beklemek için bu beldeye geldim. Hicret
edip buraya gelecektir. Ortaya çıkacağım ve kendisine tabi olacağımı umuyordum.
Gelmesine az bir zaman kaldı. Ey Yahudiler! Ona tabi olmakla, başkalarından geri
kalmayın. O, kendisine muhalefet edenlerin kanını akıtmak ve çocuklarını esir almak
yetkisiyle gelecektir. Ama bu yetkisi, sizin ona tabi ülmanıza engel olmasın.
Muhammed (s.a.v.), risaletle görevlendirilip de Beni Kurayza yurdunu kuşatma altına
alınca, yetişmiş birer genç olan Salebe b. Sa'ye, Üseyd b. Sa'ye ve Esed b. Ubeyd dediler ki:
"Ey Kurayza oğulları! Bu, İbn Heyyiban'm size sözünü ettiği peygamberdir." Ama Kurayza
oğulları, dostlarının uyarısını dikkate almayıp; "Bu, o peygamber değildir." dediler. O üç
genç ise; "Vallahi bu, odur. Anlatılan vasıflar kendisinde vardır." diyerek kaleden inip
Müslüman oldular, canlarını, mallarını ve ailelerini korudular.
îbn îshak dedi M: Yahudi âlimlerinden bu konuda bize ulaşan haber
budur.
Yemen hükümdar (Tübbablarından Ebu Kerib Tübban Es'ad'm, Medine'ye gelip orayı
kuşatmasından bahsederken ilci Yahudi âliminin, karşısına çıkarak ona şöyle dediklerini
anlatmıştık: "Sen, Medine'yi alamazsın. Çünkü ahir zamanda çıkacak olan bir peygamber,
buraya hicret edecektir." Böylece onu Medine'yi almaktan vazgeçirmişlerdi.
"Delail" adlı eserde Ebu Nuaym, Abdullah b. Selamın şöyle dediğini rivayet eder: Cenâb-ı
Allah, Zeyd b. Sa'ye'nin hidayete ermesini dilediğinde, Zeyd şöyle demişti: "Kendisine
baktığımda ikisi dışında peygamberlik alametlerinin tamamını Muhammed (s.a.v.)'in
yüzünde gördüm. Göremediğim o iki alametten biri, yumuşak huyluluğun cehaletini geride
bırakmış olması, diğeri de kendisine karşı gösterilen şiddetli cehaletin de onun yumuşak
huyluluğunu daha fazla artırmasıydı.
Yumuşak huyluluğun ne kadar, cehaletinin ne kadar olduğunu anlayabilmek için, bir yolunu
bulup yanma sokulmak istedim (Sözün burasında Abdullah b. Selam; Zeyd'in, Hz.
Peygamberle meyve üzerine selem muamelesi yaptığını anlatarak konuşmasını şöyle
sürdürüyor:) Ödeme zamanı gelince - s ahab eleriyle beraber bir cenazedeyken -Rasûlullah'm
yanına gelip gömleğiyle abasının yakasını birlikte tutarak ters bir yüzle kendisine
bakıp şöyle dedim: "Ya Muhammedi Hakkımı ödemi-yecek misin? Allah'a and olsun ki, siz
Abdülmuttalib oğullarının borçlarını ödemede ağır davrandıklarını bilmiyordum!"
Ben böyle deyince, Ömer b. Hattab bana (hışımla baktı) gözleri, adeta bir küre gibi
(yerlerinden fırlayarak) yüzü üzerinde dolaşıyordu. Bana şöyle dedi: "Ey Allah'ın düşmanı!
Şu işittiğim sözleri, Rasûlullah'a sen söylüyor ve gördüğüm şu kötü hareketleri de ona sen
yapıyorsun, öyle mi! Onu hak ile gönderen Allah'a andolsun ki, eğer onun beni kınamasından
korkmasaydım, mutlaka senin boynunu kılıçla vururdum!"
Öte yandan Rasûlullah (s.a.v.) da sükûnet, vakar ve gülümseyişle Ömer'e bakıyordu. Sonra
şöyle buyurdu: "Ey Ömer! Ben de bu (adam) da, başka başka bir tavırla karşılanmalıydık.
Borcumu güzelce ödememi bana tavsiye etmeliydin. Buna da, alacağını güzelce istemesini
tavsiye etmeliydin. Onu al götür, hakkını ver ve yirmi ölçek hurma da fazla ver." Zeyd b.
Sa'ye, bu olay üzerine Müslüman oldu. Diğer savaşlarda hep Rasûlullah'la beraber oldu.
Tebük savaşının yapıldığı yılda da vefat etti. Allah rahmet etsin."
Sonra İbn İshak, Selman-ı Farisî (r.a.)'nin Müslüman oluşunu anlatarak şöyle der: Asım b.
Amr b. Katade el-Ensarî, Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Selman-ı
Farisî'nin bizzat kendisi bana dedi ki: "Ben, İsfahan'a bağlı Gey köyünde yaşayan bir İranlı
idim. Babam, köyün yöneticisiydi. En çok sevdiği insan, bendim. Bana olan sevgisi devam
ediyordu.Bir gün beni, âdeta kız evladı gibi eve kapattı. Mecusilikte epeyi gayret gösterdim.
Öyleki Mecusilik ateşinin başına oturup onu hiç sönmesin diye, devamlı surette
tutuşturuyordum.
Babamın, büyük bir köyü vardı. Bir gün bazı bina işleriyle meşgul iken bana: "Oğlum!
Bugün bazı bina işleriyle meşgul olduğum için köye gidemedim. Sen git de biraz oralara
bak." dedi, yapılmasını istediği bazı şeyleri yapmamı bana emretti. Sonra sözlerini şöyle
tamamladı: "Sakın benden uzaklaşıp kaybolma. Çünkü sen, benim için köyden de önemlisin.
Eğer kaybolursan, hiçbir iş yapamaz olurum." Ben de onun beni gönderdiği köyün
yoluna koyuldum. Yolda bir Hristiyan kilisesine uğradım. İçeride namaz kılıp dua etmekte
olanların seslerini duydum. Babam, beni evde âdeta hapsedilmiş gibi tuttuğundan, insanların
neler yaptıklarım bilmiyordum. Seslerini duyunca içeri girip ne yaptıklarım görmek istedim.
Namaz kılmakta olduklarını görünce, namazları hoşuma gitti. Durumlarına imrendim. Ve:
"Allah'a and olsun ki bunların yolu, bizim dinimizden daha hayırlıdır." dedim. Gün
batmcaya kadar yanlarından ayrılmadım. Babamın köyüne de gitmedim. Sonra onlara; "Bu
dinin aslı nerededir?" diye sordum. "Şam'dadır." dediler. İşini gücünü bırakıp beni aratmakta
olan babamın yanma döndüm. Yanma vardığımda; "Oğulcağızım! Nerelerdeydin? Oysa ben
sana tenbihatta bulunmamış mıydım?" dedi. Ben de dedim ki:
- Babacığım! Ben, kiliselerinde namaz kılmakta olan bir takım insanlara uğradım.
İbadetlerini görünce de dinlerinden hoşlandım. Vallahi gün batımına kadar da yanlarından
ayrılmadım.
- Oğulcağızım! O dinde hayır yoktur. Senin ve babalarının dini, ondan daha hayırlıdır.
- Hayır, vallahi o din, bizimkinden daha hayırlıdır, dedim.
Ben, ona böyle dedikten sonra babam bana haksızlık etti, ayağıma bukağı vurdu. Sonra da
beni eve hapsetti. Kiliselerine varmış olduğum Hristiyanlara şöyle bir haber gönderdim.
"Şam'dan size bir kervan gelirse, bana haber verin.» Nihayet o Hristiyanlarm yanına
Şam'dan bir kervan geldi. Onlar da yanıma gelerek bana bildirdiler.
Kendilerine: "Bu kervan işini tamamlayıp ülkesine geri dönmek üzere olduğunda bana
haber verin." dedim. Kervan, ülkesine geri dönmek üzere olduğunda bana haber verdiler.
Ben de ayağımdaki bukağıyı çıkarıp attım. Aralarına katılıp yola koyuldum. Nihayet Şam'a
geldim. Oraya vardığımda; "Burada Hristiyanlarm en bilgin şahsiyeti kimdir?" diye sordum.
Kilisedeki piskoposun en büyük Hristiyan bilgini olduğunu söylediler.
Yanına varıp: "Ben, bu dine girmek ve kilisende sana hizmet etmek, senden ilim tahsil
etmek ve seninle birlikte namaz kılmak istiyorum." dedim. "Olur." dedi. Dinine girip onunla
beraber kilisede kalmaya başladım. Çok kötü bir adamdı.. Sadaka vermeleri için halka
tavsiye ve teşviklerde bulunurdu. Halktan topladığı sadakaları yoksullara vermeyip yanında
alıkoyar, kendi şahsı için saklardı. Öyleki yedi küp altın ve gümüş biriktirmişti. Bu
yaptıklarını görünce ona çok kızmıştım.
Gün gelip Öldü. Hristiyanlar onu defnetmek için toplandılar. Onlara dedim ki: "Bu, kötü bir
adamdı.. Sadaka vermenizi size emreder ve sizleri buna teşvik ederdi. Getirdiğiniz
sadakaları kendi şahsı için saklayıp, düşkünlere birşey vermezdi."
"Böyle yaptığını nereden biliyorsun?" diye sordular. Ben de; "Stoklarım size göstereyim
mi?" dedim. "Göster." dediler. Stokların yerini onlara gösterdim. Altın ve gümüşle dolu yedi
küpü çıkardılar. Altın ve gümüş dolu küpleri görünce de: "Onu asla mezara defnetmeyiz."
dediler. Onu asıp taşlamaya başladılar.
Sonra da başka bir adam bulup, onun makamına geçirdiler. Beş vakit namaz kılıp ondan
daha faziletli, daha zahid, onun kadar dünyadan daha çok el çekmiş, ahirete yönelmiş, gecegündüz
onun kadar zahmet çekip yorulmuş başka bir kimse görmedim. Daha Önce hiç
kimseye karşı duymadığım bir sevgi ile onu sevdim. Bir müddet yanında kaldım. Sonra
hastalanıp can çekişmeye başladı. Ona şöyle dedim: "Bu kadar zamandır ki seninle beraber
oldum. Daha önce hiç kimseye göstermediğim bir sevgiyle seni sevdim. İşte enır-i hak vaki
oldu. Ölmek üzeresin. Kime gitmemi tavsiye eder ve bana ne emredersin?"
Bana dedi ki: Oğulcağızım! Allah'a andolsun ki, benden başka, benim bu yolumda bulunan
herhangi bir kimse tanımıyorum. İnsanlar helak oldular. Dinlerinin bir çok hükümlerini
değiştirip birçok hükümlerine de uymaz oldular. Yalnız Musul'daki falan kişiyi tanıyorum.
O, benim bağlı olduğum dindedir. Var, ona git."
Vefat edip defnedilmesinden sonra kalkıp Musul'daki arkadaşının yanma gittim. Ona:-"Ey
falan! Falan kişi, vefat edeceği esnada bana, senin yanma gelmemi tavsiye etti. Senin de
kendisinin meşrebinde olduğunu söyledi. Bana: "Onun yanında dur, diye emir verdi."
dedim. Ve yanında ikamete başladım. Onu, arkadaşının meşrebine bağlı, çok hayırlı bir
kimse olarak gördüm. Çok geçmeden o da vefat etti. Can çekişmekteyken kendisine şöyle
dedim: "Ey falan! Falan kişi, gelip senin yanında kalmamı bana emir ve tavsiye etmişti.
Görüyorum ki emr-i hak vaki olmak üzeredir. Ölmek üzeresin. Kimin yanma gitmemi
tavsiye eder ve ne yapmamı emir buyurursun?" Dedi ki: "Oğulcağızım! Allah'a andolsun ki,
bizim yolumuzda bir kimse bulunduğunu bilmiyorum. Yalnız Nusaybin'de falan adam
vardır. Onun yanma git."
Vefat edip defnedilmesinden sonra kalkıp Nusaybin'deki arkadaşının yanma gittim.
Durumumu, önceki iki arkadaşımın bana verdikleri emirleri, yaptıkları tavsiyeleri ona
anlattım. "Yanımda kal." dedi. Ben de yanında ikamet etmeye başladım. Onun,
arkadaşlarının yolunda olduğunu gördüm. Yanında kaldığım bu şahıs, çok iyi bir insandı.
Allah'a andolsun ki, çok geçmeden bu da vefat etti. Can çekişirken kendisine şöyle dedim.
"Ey falan! Falanca kişi bana, falanın yanma gitmemi tavsiye etmişti. O falan da, bir
başkasının yanma gitmemi tavsiye etmişti. Şimdi sen, bana kime gitmemi tavsiye eder ve ne
yapmamı emir buyurursun?
Dedi ki: "Oğulcağızım! Allah'a andolsun ki; bizim yolumuzda bizden başka bir kimse
kaldığını bilmiyorum M, yanma gitmeni sana emredebileyim. Yalnız Rum diyarında,
Amuriye beldesinde, bizim meşrebte bir adam vardır. İstersen ona git. O, bizim
yolumuzdadır."
Vefat edip defnedilmesinden sonra kalkıp Amuriye'deki arkadaşının yanma gittim. Durumu
ona anlattım. "Yanımda kal." dedi. Ben de arkadaşlarının doğru yolunda ve meşrebinde olan
o çok hayırlı adamın yanında ikamete başladım. Çok çalıştım, mallarım ve davarlarım oldu.
Sonra emr-i hak vaki oldu. Arkadaşım can çekişmeye başlayınca kendisine şöyle dedim:
"Falanca şahıs, falana gitmemi tavsiye etti. O falan da bir başkasına gitmemi tavsiye etti. O
da diğer birinin yanma gitmemi tavsiye etti. O da senin yanma gelmemi tavsiye etti. Şimdi
sen, kime gitmemi tavsiye eder ve ne yapmamı emir buyurursun?"
Dedi ki: "Oğulcağızım! Allah'a andolsun ki; Dinimize bağlı herhangi bir kimse tanımıyorum
ki, ona gitmeni sana emredebileyim. Ancak İbrahim peygamberin dinine bağlı olup Arap
diyarından zuhur edecek bir peygamberin ortaya çıkma zamanı yaklaştı. İki taşlık arasındaki
hur-malıklı bir şehire (Medine'ye) de hicret edecektir. O peygamber de kendişinde, saklı
kalmayacak apaçık peygamberlik alametleri vardır. Hediye kabul eder, ama sadaka almaz.
İki omuzu arasında peygamberlik mührü vardır. Eğer o şehirlere gidebilirsen git."
Böyle dedikten sonra vefat etti ve defnedildi. Allah'ın dilediği bir süre kadar Amuriye'de
bekledim. Bir müddet sonra Beni Kelb kabilesinden bir tüccar kafilesi bana uğradı. Onlara:
"Şu mallarımı ve davarlarımı size vereyim. Buna karşılık siz de beni Arap diyarına
götürün." dedim. Olur, dediler. Bunun üzerine mallarımı ve davarlarımı kendilerine verdim.
Beni yanlarına alıp götürdüler. Vadi'l-Kura'ya vardıklarında bana haksızlık edip, köle olarak
bir Yahudi'ye sattılar. O adamın yanında kaldım. Hurmalıkları görünce, arkadaşımın sözünü
ettiği o şehrin burası olacağını umdum, ama bunu kesin olarak bilemedim.
Ben, onun yanında ikamet etmekteyken bir ara, Medine şehrinin Beni Kurayza
mahallesinden amcası oğlu yanına geldi. Sahibim, beni amcası oğluna sattı. O da beni alıp
Medine'ye götürdü. Allah'a andolsun ki; Medine'yi görür görmez, sahibinin tasvirine göre
onu hemen tanıdım ve orada da ikamete başladım.
Nihayet Rasûlullah (s.a.v.), peygamber olarak ortaya çıktı. Bir müddet Mekke'de ikamet etti.
Köle olduğumdan ve efendimin işlerini yapmakla meşgul olduğumdan dolayı Rasûlullah
hakkında söylenen sözleri pek duyamıyordum. Sonra o, hicret edip Medine'ye geldi.
Allah'a yemin ederim ki günlerden bir gün, efendimin hurmalığında bir ağaç üzerinde
çalışırken, efendim de benim alt tarafımda oturmaktayken bir amcası oğlu, yanına gelip
durdu. Ve: "Ey falan! Allah, Kayle oğullarını (Ensâr'ı) öldürsün! Allah'a andolsun ki onlar,
Küba'da, Mekke'den gelen bir adamın etrafında toplanmış durumdadırlar. Onun peygamber
olduğunu iddia ediyorlar!"
Adamın bu sözlerini duyunca bir sarsıntıya yakalandım. Öyleki, efendimin üzerine
düşeceğimi sandım. Hurma ağacından indim. Efendimin amcası oğluna: "Ne diyorsun, ne
diyorsun?" diye sordum. Efendim öfkelenerek bana sert bir yumruk attı, sonra da:
"Bu işten sana ne? İşinin başına dön!" dedi. Ben de: "Birşey yok..
Sadece bu adamın söylediklerinin pekiştirilmesini istedim." dedim. Yanımda, daha önceden
yığdığım birşeyler vardı. Akşam olunca o şeyleri alıp Küba'ya Rasûlullah'm yanına gittim.
Huzuruna vardığımda ona: "Duyduğuma göre sen, salih bir adammışsm. Yamnda muhtaç ve
garip arkadaşların var. Yanımdaki bu yiyecek de sadakadır. Başkalarından çok siz, bunu
alma hakkına sahipsiniz." dedim ve elimdeki yiyeceği kendisine takdim ettim. Rasûlullah
(s.a.v.), sahabelerine: "Yeyiniz." dedi. Ama kendisi elini uzatmadı. Kendi kendime: "İşte, bu
peygamberliğinin bir alameti." dedim. Sonra yanından ayrılıp gittim. Birşeyler daha topladım.
O da artık Medine'ye geldi. Tekrar yanma varıp: "Ben, senin sadaka yemediğini
gördüm. Ama bu defa hediye getirdim. Rasûlullah (s.a.v.), takdim ettiğim yiyeceği yedi.
Ashabına buyur etti, onlar da yediler. Kendi kendime: "Bu da peygamberliğinin ikinci
alameti oldu." dedim. Sonra Bakiü'l-Garkad'da ashabından birinin cenaze merasimin-deyken
yanına varıp selam verdim. Sahabeleri arasında oturmaktaydı, üzerinde iki örtü vardı. Selam
verdikten sonra arka taranna geçtim. Sırtına bakayım da, arkadaşımın anlattığı peygamberlik
mührünü görebilir miyim, göremez miyim? diye düşünüyordum. Rasûlullah (s.a.v.), arka
taranna geçtiğimi görünce, kendisi hakkında bana anlatılmış olan birşeyi tesbit etmek
istediğimi anladı.. Sırtındaki abasım çıkardı. Ben de peygamberlik mührüne bakıp tamdım.
O da bana; "Ön tarafa gel." dedi. Önüne geçtim ve -Ey İbn Abbas, tıpkı sana anlattığım gibidurumu
kendisine anlattım. Bu anlattıklarımı sahabelerinin duymuş olmaları, Rasûlullah'm
hoşuna gitti."
Selman, köle olduğu için efendisinin işinde çalışmak zorunda olduğundan Rasûlullah in
yamnda Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadı. Selman, daha sonra başından geçenleri şöyle
anlatır: "Rasûlullah (s.a.v.) bana; "Efendinle mükateblik akdi yap." dedi. Ben de özgürlüğümü
vermesi karşılığında efendimle kırk okiye altın vermek ve 300 hurma fidanı dikmek
üzerine anlaştım. Akid yaptık. Rasûlullah (s.a.v.) da, sahabelerine: "Kardeşinize yardım
edin." dedi. Onlar da kimi otuz, kimi yirmi, kimi onbeş, kimi on, kimi de bulabildiği kadar
hurma fidanı vererek bana yardım ettti. Nihayet yanımda 300 hurma fidanı yığıldı.
Rasûlullah (s.a.v.) da bana; "Ey Selman! Git de şu fidanlar için çukur kaz. İşini
tamamladığında yanıma gel ki fidanları yerlerine diken ben olayım." dedi.
Çukurları kazdım. Kazı işinde arkadaşlarım bana yardıma oldular. İş tamamlanınca,
Rasûlullah'm yanma gelip durumu kendisine bildirdim. Benimle birlikte fidanlığa geldi.
Fidanları kendisine veriyorduk. O da onları eliyle dikiyordu. Sonunda işimizi tamamladık.
Allah'a yemin ederim ki, o fidanlardan bir tanesi bile bozulmadı. Hepsi tuttu. Hurmalığı
efendime teslim ettim. Ama vermem gereken altınları daha verememistim. Bir gün
Rasûlullah (s.a.v.)'a tavuk yumurtası iriliğinde bir altın hediye edilir, o da: "Mükateblik
sözleşmesi yapan Farisî ne yaptı?" diye sorar. Bunun üzerine ben huzura çağrıldım... Yanma
vardığımda buyurdu ki: "Şunu al da borcunu öde!"
"Bu, benim borcumu karşılar mı ya Rasûlallah?" dedim. Buyurdu ki:"Sen şunu al hele..
Allah, bununla senin borcunu kapatacaktır." Ben de onu alıp tarttım.. Selman'm nefsi elinde
bulunan Allah'a andolsun ki, tam tamına kırk okiye ağırlığmdaydı. Böylece efendimin
alacağım ödedim.
Selman, artık özgürlüğüne kavuşmuştu. Ondan sonra yapılan Hendek savaşma Rasûlullah'la
birlikte hür olarak katıldım. Artık her gazve de,Rasûlullah'ın yanında yer alıp savaştım.
İbn îshak, Selman'm şöyle dediğini de rivayet eder: "Bu altın topağı, benim borcumu nasıl
karşılar ya Rasûlallah?" deyince, Rasûlullah (s.a.v.), o topağı alıp diline sürdü, sonra da;
"Bunu al ve efendinin alacağını öde." dedi. Ben de alıp kırk okiyelik altın borcumu
ödedim.''
Muhammed b. îshak, Ömer b. Abdülaziz b. Mervan'm şöyle dediğini rivayet eder:
Selman'dan bahsedilirken onun, Rasûlullah'a şöyle bir hadiseyi anlattığı da
nakledilmektedir:
Arauriye'deki arkadaşım bana; "Şam'ın falan mıntıkasına git. Orada iki meşelik var. Her
sene bir adam, bu meşeliklerden birinden çıkıp ötekine geçip gider, sonra da görünmez olur.
Çıkışında hastalar onun etrafını kuşatırlar. Kime dua ederse o şifa bulur. Aramakta olduğun
dini ona sor. O, sana gereken bilgiyi verir." dedi.
Ben de yola çıkıp, arkadaşımın belirttiği yere gittim. İnsanların, hastalarını getirip topluca
beklediklerini gördüm. Onlar o gece, o ermiş kişinin meşeliklerden birinden çıkıp diğerine
gitmesini bekliyorlardı. Nihayet meşeliklerden birinden çıktı. İnsanlar, hastalanyla birlikte
çevresini sardılar. Her kime dua ettiyse, o şifa buldu. Bana yol vermediler. Ona ulaşamadım.
Ancak girmek istediği meşeliğe girerken omuzu-nu tutabildim; "Bu da Mm?" deyip bana
döndü. Ben de: "Allah sana rahmet etsin. İbrahim peygamberin dini olan Haniflik hakkında
bana haber ver." dedim. Bana: "Bu gün insanların sormadıkları birşeyi soruyorsun. Harem
halkından olup bu dini getirecek bir peygamberin ortaya çıkma zamanı geldi. Ona git; o,
seni bu dine götürür." dedi ve sonra da meşeliğe girip kayboldu.
Bunları kendisine anlattıktan sonra Rasûlullah (s.a.v.), bana şöyle dedi: "Ey Selman! Bana
anlattıkların doğruysa, iyi bil ki sen, Meryem oğlu İsa ile karşılaşmışsın."
Bu söz, gerçekten gariptir. Çünkü Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen fetret dönemi,
en azından 400 senedir. 600 şemsî sene olduğunu söyleyenler de vardır. Anlatıldığına göre
Selman-ı Farisî, 350 sene yaşamıştı. Abbas b. Yezid el-Bahranî'nin ifadesine göre
kendisinin, üstadlan, Selman'm 250 sene yaşadığı hususunda ittifak etmişlerdir. 250 seneden
350 seneye kadar yaşadığı hususundaysa ihtilaf etmişlerdir. Doğrusunu Allah bilir. Zahir
rivayete göre ise Selman, "Meryem oğlu İsa'nın vasisi ile karşılaştım." demiştir ki, bunun
doğru olması mümkündür.
Taberî'nin ifadesine göre İsa, göğe kaldırıldıktan sonra tekrar yeryüzüne inmiş, benzeri olan
şahsın asıldığı sehpanın dibinde annesiyle başka bir kadının ağlamakta olduklarını görmüş,
onlara öldürülmedi ğini bildirmiş, bundan sonra havarilerini irşad için çevreye göndermiştir.
Gökten bir defa inmesi mümkün olduğuna göre, bir kaç defa inmesi de mümkün olur. Sonra
haç kırılıp, domuz öldürüldüğünde açıkça inecek ve Cüzam oğulları kabilesinden bir kadınla
evlenecektir. Vefat ettiğinde ise, Rasûlullah (s.a.v.)'m ravzasındaki hücreye defnedilecektir.
Beyhakî, "Delailü'n-Nübüvve" adlı kitapta, Yezid b. Sevha'nm şöyle dediğini rivayet eder:
"Selman'm, İslâm'a girişinin başlangıcı hakkında uzun bir kıssa anlattığını duydum. O, bu
kıssasında kendisinin Ramhürmüz vilayetinden olduğunu, kendisinden daha büyük ve
zengin bir kardeşi bulunduğunu, kendisinin de babasının geçimini temin etmekte olduğu
fakir bir kimse olduğunu ifade etmiştir. Yaşadığı vilayetin valisinin oğlu, kendisinin
arkadaşıymış. İkisi birlikte devamlı olarak bir hocanın yanma giderlermiş. Arkadaşı,
Hristiyan âbidlerinin ibadet ettikleri bir mağaraya arasıra uğrarmış. Bir gün Selman, arkadaşından
kendisini de o Hristiy ani arın bulunduğu mağaraya götürmesini istemiş, arkadaşı
ise: "Sen genç bir çocuksun. Onların sırrını ifşa etmenden ve bu nedenle babamın onları
Öldürmesinden korkuyorum." demiş: Selman ise, onlar hakkında onun ve kendilerinin
hoşlanmayacağı birşeyi yapmayacağını, sırlarını da ifşa etmeyeceğini söylemiş. Böyle bir
taahhüdde bulunmuş.
Bunun üzerine arkadaşı, Selman'ı alıp, o Hristiyanlann bulunduğu mağaraya götürmüş.
Onların altı veya yedi kişi olduklarını görmüş. Çöküp ibadet ettiklerinden ötürü de sanki
cesetleri ruhsuz hale gelmişti. Onlar, gündüz oruç tutar, geceleyin ibadetle meşgul olur, ağaç
yaprağı veya buldukları şeyleri yerlermiş.
Selman, onların önceki peygamberlere iman ettiklerini, İsa'nın ise Allah'ın kulu, elçisi ve
Meryem'in oğlu olduğuna, Allah tarafından mucizelerle desteklendiğine inandıklarını
anlatmış. Arkadaşı ile birlikte Hıristiyanların yarana gittiğinde onlar, Selman'a şöyle
demişler: "Ey çocuk, doğrusu senin bir Rabbin vardır. Ahiret hayatına gideceksin. İleride
senin karşına, Cennet ve Cehennem çıkacaktır. Şu ateşe tapan millet ise, küfür ve sapıklık
ehlidirler. Allah, onların yaptıklarından razı değildir. Onlar, Allah'ın dininden değildirler."
Selman, arkadaşıyla birlikte sık sık bu Hristiyanlann yanma gitmeye başlamış, sonunda
onlardan ayrılmaz olmuş. Nihayet o beldenin valisi (Selman'm arkadaşının babası), onları
kendi topraklarından sürgün etmiş, kendi oğlunu da yanında hapsetmiş. Selman, Hristiyan
dinini, kendisinden yaşça büyük olan kardeşine anlatmış, kardeşi ise: "Ben geçimimi
sağlamak için çalışmakla meşgulüm." diyerek Selman'm bu teklifine kulak vermemiş.
Selman, o Hristiy anlarla birlikte göç etmiş, nihayet Musul kilisesine gitmişler. Selam verip
kilisedekilerin yanlarına varmışlar. Arkadaşları onu, kilisedekilerin yanına bırakmak
istemişlerse de Selman, onların arkadaşlığından ayrılmak istememiş. Bu sebeple hep birlikte
yine yola koyulmuş ve dağlar arasındaki bir vadiye gelmişler, o mıntıkanın rahipleri akın
ederek yanlarına gelip selam vermiş ve etraflarım sarmışlardı. Rahipler, o Hristiyan grubun
uzun zamandan beri neden kayıp olduklarım kendilerine sormuşlar. Benim kim olduğumu
onlardan öğrenmek istediklerinde arkadaşlarım beni Överek iyi bir kimse olduğunu
söylemişlerdi.
Aralarında muhterem bir şahsiyet olan birisi, yanlarına gelerek kendilerine hitapta bulundu,
Allah'a hanıd-ü senadan sonra peygamberleri ve mucizeleri anlatmaya başladı. Bu arada
Meryem oğlu İsa'dan da söz etti. Onun, Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu anlattı. Hayır
işlemelerini arkadaşlarına tavsiye edip, onları kötülükten sakındırdı. Arkadaşları oradan
ayrılmak istediklerinde Selman, o adama tâbi olup yanmdan ayrılmaz oldu. O adam,
gündüzleri oruç tutar, bu orucunu pazardan pazara kadar devam ettirir, geceleri ise ibadet
ederdi. Topluluğun yanına gelir, onlara vazu nasihatte bulunur, iyilikleri emreder, kötülüklerden
de sakmdırırdı. Bu durum, uzun bir müddet böyle devam etti. Sonra Beyt-i
Makdis'i ziyaret etmek istedi. Selman da ona arkadaş
oldu."
Sözün burasında Selman, anlatımını şöyle sürdürüyor: 'Yolda iken arkadaşım bana iltifat
eder, bana bakıp vazu nasihatte bulunur, çeşitli öğütler verir, bir Rabbin olduğunu anlatır,
ileriki hayatta Cennet'in, Cehennemin, hesabın olacağını söylerdi. Bana bazı şeyleri öğretir,
o topluluğa pazar günü anlattığı şeyleri, bana da anlatırdı. Bana söylediği şeylerden biri de
şu idi: "Ey Selman! Doğrusu Cenâb-ı Allah, Ahmed adında bir peygamber gönderecektir. O,
Tihame taraflarından çıkacaktır. Hediye kabul eder ama sadaka almaz. İki omuzu arasında
peygamberlik mührü vardır. Onun ortaya çıkma zamanı yaklaşmıştır. Ben, yaşlı bir
kimseyim. Onun zamanına ulaşacağımı sanmıyorum. Eğer sen onun zamanına ulaşırsan,
onu tasdik et ve ona tabi ol." Ben, kendisine: "O peygamber, senin dinini terk etmemi, senin
yolundan ayrılmamı bana emretse de mi kendisini tasdik edeyim. Ve ona tâbi olayım?" diye
sorduğumda, bana: "Sana bunları emretse de kendisini tasdik et ve ona tâbi ol. Çünkü hak,
onun getirdiğindedir. Onun söylediklerinden Rahman olan Allah da razıdır." diye cevap
verdi."
Selman daha sonra, arkadaşıyla birlikte Beyt-i Makdis'e gidişlerini ve orada arkadaşının
bazı yerlerde namaz kıldığını anlatarak sözünü şöyle sürdürür: "Arkadaşım uyudu. Uyurken
de bana, gölgenin falan noktaya ulaştığı anda kendisini uyandırmamı tenbihledi. Fakat biraz
daha istirahat etsin, diye onun dediği vakitte kendisini uyandırmadım. Uyandığında Allah'ı
zikretti ve tenbihine uymadığım için beni kınadı. Bilahare birlikte Beyt-i Makdis'ten
çıktığımızda kötürüm bir adam, ona şöyle dedi: "Ey Allah'ın kulu, buraya geldiğinde senden
dilekte bulunmuştum ama sen bana birşey vermedin. İşte şimdi senden yine aynı dilekte
bulunuyorum." Arkadaşım ona baktı. Herhangi bir kimseyi göremedi. Elinden tutup:
"Allah'ın adıyla kalk." dedi. O kötürüm kişi, kendisinde hiç bir hastalık ve sakatlık
kalmaksızın ayağa kalktı. Sanki bir bağdan kurtulmuş gibi oldu. O şifa bulan kötürüm, bana
dedi ki: "Ey Allah'ın kulu! Eşyamı omuzuma yükle de aileme gideyim ve onlara müjdeyi
vereyim." Ben, onunla meşgul olurken arkadaşım yoluna devam edip gitti. îşimi
tamamladıktan sonra peşine düştümse de ona ulaşamadım. Nereye gittiğini de
öğrenemedim. Hem kime sorduysam bana; "O, senden biraz ileridedir." dediler. Nihayet,
Araplardan Beni Kelb kabilesinden bir kervanla karşılaştım. Arkadaşımı onlara sordum.
Kervandan biri, devesini ıhdırarak çöktürdü. Beni arkasına alıp yola revan oldu. Nihayet
onların şehrine ulaştık. Beni köle olarak sattılar. Ensâr'dan bir kadın, beni satın alıp
bahçesine yerleştirdi. Bir müddet sonra Rasûlullah (s.a.v.) da Medine'ye geldi. Ben de
arkadaşımın onun hakkında söylediklerini araştırmak için bir defa sadaka malını kendisine
götürdüm. Sonra hediye götürdüm. Sırtındaki peygamberlik mührünü görmek istedim.
Görünce o anda iman ettim. Başımdan geçenleri de kendisine bir bir anlattım."
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Bekir es-Sıddık'a emir vererek Selman'ı, o hanımdan
satın aldırdı ve hürriyetine kavuşturdu.
Selman, sözüne devamla şöyle diyor: "Bir gün Hristiyanlarm dinini Peygamber Efendimiz'e
sorduğumda o, bana: "Onlarda hayır yoktur." dedi. Bunun üzerine o Hristiyan
arkadaşlarımla ve beraberinde Beyt-i Makdis'e gitmiş olduğum salih dostumla ilgili olarak
kalbime büyük bir şüphe düştü. Nihayet Cenâb-ı Allah, Rasûlüne şu ayetleri indirdi:
"Andolsun ki, insanlardan, iman edenlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve Allah'a
şirk koşanları bulacaksın. İman edenlere sevgide en yakım da, "Biz Hristiyanlanz." diyenleri
bulacaksın. Bunun sebebi, pnların içinde keşişler ve rahipler bulunmasından ve onların
gerçekten büyüklük taslamamalarındandır." (el-Mâide, 82.)
Rasûlullah (s.a.v.), bu ayetin nüzulünden sonra beni çağırdı. Ben de korkarak yanma gittim.
Önünde oturdum. O da: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... Bunun sebebi, onların
içinde keşişler ve rahipler bulunmasından ve onların gerçekten büyüklük
taslamamalarındandır." ayetini okuduktan sonra bana şöyle dedi: "Ey Selman! Kendileriyle
beraber bulunduğun kimselerle, arkadaşlık yaparak Beyt-i Makdis'e gittiğin kimse,
Hristiyan değil, bilakis Müslüman idiler." Ben de dedim ki: "Ya Rasûlallah! Seni hak ile
gönderen Allah'a yemin ederim ki, arkadaşım sana tâbi olmamı bana emretmişti. Ben de
ona: "Eğer o peygamber senin dinini ve yolunu bırakmamı bana emretse de kendisine tâbi
olayım mı?" diye sormuştum. O da: "Evet, bunu sana emrederse sen bizi bırak, zira hak ve
Allah'ın rızası, o peygamberin sana emredeceği şeylerdedir" demişti."
Bu ifadelerde pek çok tuhaflıklar ve Muhammed b. îshak'm anlattıklarına aykırı bazı
hususlar vardır. Muhammed b. İshak'ın rivayet yolu, buna nisbetle daha kuvvetli bir senede
sahiptir. Aynı zamanda Buharı'nin sahihinde anlatılan hususlara daha yakındır. Buharî'nin
sahihinde, Ebu Osman en-Nehdî'den rivayet olunduğuna göre Selman-ı Farisî şöyle
demiştir: "Ben, on efendinin elinde dolaştım. Yani on kadar öğretmen ve terbiyecinin
elinden geçtim." Doğrusunu Allah bilir.
Süheylî dedi ki! Selman'ı Farisi, otuz kadar efendinin ve öğretmenin elinden geçmiştir.
Doğrusunu Allah bilir.
Selman'm İslâm'a girişinin başlangıcı hakkında Ebu Nuaym, "Delail" adlı eserde tafsilatlı
açıklamalarda bulunmuş, bu konuda birçok sened ve lafız nakletmiş tir. Bir naklinde der ki;
Selman'la mükateblik anlaşmasını yapan hanım efendisinin adı Halbese'dir. Doğrusunu
Allah bilir. [3]
Bu Konuda Nakledilen Garip Haberler
Ebu Nuaym, "Delail" adlı eserde, Sair b. Sevade el-Amirî'nin şöyle dediğim rivayet eder:
"Ben, mahallenin kadınlarından birine aşıktım. Onun için zor ve kolay bütün yollara
giderdim (Her türlü zorluğa katlanırdım). Ümid ettiğim bir kazancın peşine gider, şehirleri
dolaşır, mutlaka o kazana sağlayıp getirirdim. Şam'dan ekin ve eşya yükü ile döndüm.
Arapların mevsimine ve kalabalığına ulaşmak istiyordum. Karanlık bir gecede Mekke'ye
ulaştım. Sabahleyin şehirde şunları gördüm: Aynı seviyedeki sıradağlar gibi kurulu Taif
çadırları var. Develer kesilmiş, bir kısmı öne sürülmüş, o kesilen develerin pişirilen etlerini
yemek için toplananlar şöyle diyorlar: "Haydi acele edin, haydi acele edin." Yüksekçe bir
yerde bir adamın şöyle seslendiğini duydum: "Ey Allah'ın misafirleri, haydi yemeğe gelin!"
Yolda bulunan genç bir kız da şöyle diyordu: "Ey Allah'ın misafirleri! Yemeğini yiyen
yatsıya gitsin."
Bu durum, beni korkutmuştu. O topluluk liderinin yanma gitmek üzere yola çıktım.
Tanıdığım bir adam bana, onun ileride olduğunu söyledi. Yanma vardığımda baktım ki yaşlı
bir adam; yanaklarında sanki beyaz renkli, kırmızı başlı kurtçuklar var. Şira yıldızının da
alnında parlar gibi olduğunu gördüm. Başına siyah bir sarık sarmıştı. Sarığın katları
arasından saçının bir yumağı dışarı sarkmıştı. Saçları sanki susam bitkisinin dalını
andırıyordu."
Bazı rivayetlerde ise şöyle denmektedir:
"Onun altında, susam bitkisi ile örülmüş bir kürsü vardı. O kürsünün altında da kadife sergi
vardı. Elinde bir dal vardı. Dalı, böğrüne dayamıştı. Etrafında çeneleri göğüslerine değecek
şekilde başlarını öne eğmiş ihtiyar heyeti vardı. Onlardan hiçbiri konuşmuyor, ağızlarından
bir tek kelime dahi çıkmıyordu. Şam haberlerinden bana anlatıldığına göre o ümmi
peygamberin yıldızının doğması zamanı gelmişti. O ihtiyarı görünce beklediğim
peygamberin o olduğunu zannettim ve ona; "Esselâmü aleyke ya Rasûlallah." dedim. O da
bana; 'Yavaş ol, yavaş ol, ben değilim ama vakti yaklaştı. Keşke o beklediğin peygamber
ben olsaydım." dedi. Ben de; "Bu ihtiyar kimdir?" diye sorduğumda bana; "Bu, Ebu
Nadle'dir. Haşim b. Abdümenaf dır." dediler. Ben de şöyle diyerek dönüp gittim: Allah'a
andolsun ki bu şeref, Şam'daki Gassan ve Arap emirlerine aittir. Onlara, Cefne (büyük
yemek kablannın sahipleri) denir." Gelen misafirlere yemek verme görevine Arapça'da
rifade denir. Bu görevi, Haşim üstlenmişti.
Ebu Nuaym, Ebu Talib'in, Abdülmuttalib'ten bahsederken şöyle dediğini rivayet eder:
Abdülmuttalib dedi ki: Bir ara Hicir'de uyumakta iken beni ürküten bir rüya gördüm. Büyük
bir korkuya kapıldım. Kureyş'ten kahin bir kadının yanma gittim. Omuzumda ibrişim bir
aba vardı. Saçlarım, omuzlarıma kadar uzamıştı. Kahin kadın, bana bakınca yüzümdeki
değişikliği farketti. O gün ben, kavmimin efendisi idim. Kahin kadın, bana dedi ki:
"Efendimize ne olmuş, değişik bir yüzle önümüze gelmiş? Hoşuna gitmeyen bir musibetle
mi karşılaşmış?" Ben de ona, evet, dedim.
Sağ elini öpmeden hiç kimse, o kahin kadınla konuşamazdı. Elini öptükten sonra bir elini,
kadının başı üzerine koyarak derdini anlatırdı. Ben, öyle birşey yapmadım. Çünkü
kavmimin büyüğü idim. Önüne oturup şöyle dedim: "Bu gece Hicir'de uyuyordum.
Rüyamda başı göklere ulaşan, dalları da doğu ve batı ufuklarına kadar uzanan bir ağacın
yerden bittiğini gördüm. Ondan öyle bir ışık çıktı ki, şimdiye kadar onun gibi parlak bir ışık
görmüş değilim. Güneş ışığından yetmiş kat daha parlaktı. Araplarla Acemlerin ona secde
ettiklerini, ışığının gittikçe fazlalastiğini, boyunun yükseldiğini, gördüm. Işığı bir an
sönüyor, bir an parlıyordu. Kureyşten bir aşiretin de o ağacın dallarına asıldıklarını, diğer bir
aşiretin ise onu dibinden kesmeye çalıştığım gördüm. Ağaca yaklaştıklarında da onları bir
genç geri itiyordu. Onun kadar güzel yüzlü, onun kadar güzel kokulu bir kimse görmüş
değilim. Onların bellerim kırıyor, gözlerini çıkarıyordu. Ağaçtan birşeyler koparabilmek için
elimi uzattığımda o genç beni geri itti. Ben de; "Peki, bu pay kimindir?" diye sorduğumda
bana şöyle dedi: "Bu pay, senden önce bu ağaca tutunanlarındır." Bunun üzerine ben de
paniğe kapılmış ve korkmuş olarak uykudan
uyandım."
Bunları anlattığımda kahin kadının yüzünün değiştiğini gördüm. Sonra dedi ki: "Eğer rüyan
gerçekleşirse, senin neslinden bir adam gelecek. O, batı ve doğuya hakim olacak, bütün
insanlar ona boyun eğip dinine girecekler."
Abdülmuttalib, Ebu Talib'e, belki de doğacak olan o kişi sensin, demişti. Ebu Talib, gerek
Hz. Peygamber'in doğumundan sonra, gerekse risaletle görevlendirilmesinden
sonra^Abdülmuttalib'in bu sözlerini anlatır, sonra da şöyle derdi: "Allah bilir ya,
Abdülmuttalib'in rüyasında gördüğü ağaç, emin olan Ebü'l-Kasım'dır. Yani Muhammed
(s.a.v.)'dir." Kendisine: "Sen ona iman etmiyecek misin?" diye sorulduğunda, şöyle cevap
verirdi: "Ona iman ettiğim takdirde başkalarının bana küfretmelerinden ve bu yüzden
utanmaktan çekmiyorum!"
Ebu Nuaym, İbn-i Abbas'tan rivayet etti İd, Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Bir ticaret
kafîlesiyle birlikte Yemen'e doğru yola çıktık. Kafilede Süfyan b. Harp de vardı. Yemen'e
geldik. Bir gün yemek yapıyordum, Ebu Süfyan ile diğerleri geride duruyorlardı. Bir gün de
Ebu Süfyan yemek yapıyordu. Ben de diğerleri ile birlikte geride duruyordum, yemek
yaptığım bir günde Ebu Süfyan, bana: "Ey Ebu Fadl, benim evime yemeğini getirip benimle
beraber yiyebilir misin?" dedi: Ben de evet, deyip diğer arkadaşlarla birlikte evine gittim.
Yemeği oraya getirttik. Yemeği yedikten sonra arkadaşlar kalktılar. Ebu Süfyan, beni
yamnda alıkoydu. Arkadaşlar gittikten sonra bana dedi ki: "Ya Eba Fadl! Biliyor musun,
kardeşin oğlu, Allah'ın Rasûlü olduğunu iddia ediyor." Ben de, hangi kardeşimin oğlu? diye
sorunca, Ebu Süfyan şöyle dedi: "Benden mi saklıyorsun? Hangi kardeşinin oğlunun bu
iddiada bulunması gerekir? Bunu, sadece biri yapabilir!" Ben de, hangisi bu iddiada
bulunuyor? diye tekrar sorunca, o, "Abdullah oğlu Muhammed." dedi. Ben de, "O böyle mi
yapıyor?" diye sordum. Ebu Süfyan; "Evet, o böyle yapıyor." dedi. Böyle dedikten sonra
oğlu Hanzele'den kendisine gelen bir mektubu çıkardı. Mektub'ta şunlar yazılıydı: "Sana
bildireyim ki Muhammed, Mekke'de ortaya çıkıp, ben peygamberim! Sizi Aziz olan Allah'a
davet ediyorum, demektedir." Ben de Ebu Süfyan'a: "Ey Hanzele'nin babası, ben
Muhammed'i doğru bir insan olarak görüyorum." dedim. O da bana şu karşılığı verdi:
"Yavaş ol, ey Eba Fadl! Allah'a andolsun ki Muham-med'in böyle konuşmasından
hoşlanmıyorum. Ey Abdülmuttalib oğulları, korkarım ki onun bu sözleri beni size düşman
eder. Bana karşı haksızlık olur. Allah'a yemin ederim ki, Kureyşliler, sizin şu şu
kötülükleriniz bulunduğunu iddia etmektedirler. Bunlardan her birinin bir gayesi vardır.
Allah için söyle ya Eba Fadl, sen, bunu duydun mu?" Ben de: "Evet, duydum." deyince o;
"Allah'a andolsun ki, işte bu sizin için bir uğursuzluktur." dedi. Ben de dedim ki: "Belki de
bu bizim uğrumuzdur."
Aradan bir kaç gece geçtikten sonra Abdullah b. Huzafe iman etmiş bir kişi olarak
Mekke'den haber getirdi. Rasûlullah'ın peygamberlikle görevlendirildiğini duyurdu. Bu
haber, Yemen meclislerine yayıldı. Ebu Süfyan, Yemen meclislerinden birinde oturmakta ve
Yahudi bilginle-riyle sohbet etmekteydi. Yahudi'nin biri ona; "Bu ne haberdir? Duyduğuma
göre bu adamın amcası birşeyler söylemiş, bunun aslı nedir?" diye sordu.
Ebu Süfyan dedi ki: "Doğru söylemişler, ben onun amcasıyım."
Yahudi dedi ki: "Yani onun babasının kardeşimisin? Ebu Süfyan, evet, deyince Yahudi,
öyleyse bana ondan söz et, dedi. Ebu Süfyan, şu cevabı verdi : Bunu, bana sorma. Bu işten
asla söz edilmesini istemiyorum. Onu ayıplamak ve başkalarım kendisinden daha hayırlı
olduklarını ifade etmekten hoşlanmıyorum.
Yahudi, Ebu Süfyan'ın, Muhammed hakkında konuşmak istemediğini ve onu ayıplamaktan
hoşlanmadığını görünce dedi ki: "Ondan, Yahudilere bir zarar gelmeyecektir. Bu hususta
Musa'nın Tevrat'ına da herhangi bir zarar gelecek değildir."
Abbas (r.a.), sözüne devamla şöyle der: Yahudi bilgini, beni davet etti. Ben de ertesi günü
kalkıp meclislerine gittim. Orada Ebu Süfyan b. Harp ile Yahudi âlimi vardı. Alime dedim
ki: "Duyduğuma göre amcam oğluna; Allah'ın elçisi olduğunu iddia eden bir adamımız
hakkında sorular sormuşsun. Amcam oğlu da o adamın amcası olduğunu sana söylemiş.
Ancak amcam oğlu, o adamın amcası değildir. Amcası oğludur. O adamın amcası benim.
Babasının kardeşiyim." Yahudi âlimi; "Babasının kardeşi mi dedin?" diye sordu. Ben de;
"Evet, babasının kardeşiyim." dedim. Bunun üzerine Yahudi âlimi, Ebu Süfyan'a dönerek:
"Doğru mu söyledi?" diye sorunca Ebu Süfyan: "Evet doğru söyledi." dedi. Ben de dedim
ki: "Bana sor, eğer yalan söylersem, Ebu Süfyan doğruyu söylesin."
Yahudi âlimi, bana dönüp şöyle dedi: "Allah aşkına söyle, kardeşin oğlunda çocukluk
işaretleri veya beyinsizlik var mıdır?"
"Hayır, Abdülmuttalib'in tanrısına yemin olsun ki, onda böyle birşey yoktur. O ne yalan
söylemiş, ne de hainlik etmiştir. Kureyşliler nezdinde onun adı, el-Emin'dir." dedim.
Yahudi, "Kardeşin oğlu, hiç yazı yazmış mıdır?" diye sorunca ben yazı yazmış olmasının
onun için daha hayırlı olacağım zannederek yazar bir kimse olduğunu söylemek istedim.
Ama sonra Ebu Süfyan'ın orada bulunduğunu ve yalan söylerken sözümü reddedeceğini
düşündüm ve: "Hayır, yazı yazmaz." dedim. Bunun üzerine Yahudi âlimi yerinden fir-ladı,
abası omuzundan sıyrılıp yere düştü ve: "Yahudiler öldü, Yahudiler öldürüldü!" dedi.
Konaklarımıza döndüğümüzde Ebu Süfyan, bana: "Ya Eba Fadl! Doğrusu Yahudiler, senin
kardeşin oğlundan korkuyorlar," dedi. Ben de şu cevabı verdim: "Olanları sen de gördün ey
Ebu Süfyan, var mısın ona iman etmeye? Eğer peygamberliği gerçekse, başkalarından önce
ona sen iman etmiş olursun. Eğer peygamberliği asılsızsa, seninle birlikte ona iman etmiş
olan emsallerin de vardır. Bundan Ötürü kınanmazsm." Ebu Süfyan: "Mekke'deki Keda
tepesinde atları görünceye dek ona ima-netmeyeceğim." dedi. Ben de: "Sen ne diyorsun?"
diye sorunca o: "Bir kelimedir, ağzımdan çıktı. Ancak şunu kesinlikle biliyorum ki Cenâb-ı
Allah, Keda tepesine kadar atların gelmesine müsaade etmeyecektir!" diye karşılık verdi.
Rasûlullah (s.a.v.), Mekke'yi fethettiğinde atların Keda tepesinden göründüklerini müşahede
edince Ebu Süfyan'a: "O söylediğin kelimeyi hatırlıyor musun?" diye sordum. O da: "Evet,
vallahi o kelimeyi hatırlıyorum! Beni, İslâm'a girmeye muvaffak kılan Allah'a hamd olsun."
dedi. Bu çok güzel, kıymetli, nurlu, doğru bir ifadedir. Her ne kadar senedinde, haklarında
tartışılacak adamlar varsa da bu çok güzel bir anlatımdır.
Daha önceleri Ebu Süfyan ile Ümeyye b. Efei's-Salt arasında geçen ve buna benzer bir
hadiseden bahsetmiştik. O da garip haberler ve güzel anlatımlarla dolu nurlu bir rivayet idi.
İleriki sayfalarda da Ebu Süfyan ile Bizans İmparatoru Heraklius arasında geçen ve
Rasûlullah'ın sıfatlarıyla hallerini konu edinen bir konuşmadan bahsedeceğiz. Heraklius,
Ebu Süfyan'ın cevaplarına dayanarak Hz. Peygamberin doğru sözlü olduğuna, Allah'ın
gönderdiği bir rasûl oluşuna dair deliller elde etmişti. Sonra da Ebu Süfyan'a şöyle demişti:
"Onun bir peygamber olarak ortaya çıkacağını biliyordum. Ama aranızdan çıkacağını
sanmamıştım. Eğer ona ulaşabileceğimi bilsem, mutlaka yanma varmak için zahmetlere
katlanırım. Onun yanında olsaydım, ayaklarına su döküp yıkardım. Eğer söylediklerin
gerçek ise o, benim şu iki ayağımın bastığı yerlere de hakim olacaktır!" Allah'a hamdolsun
ki, Hz. Peygamber 'in ümmeti, Heraklius'un iki ayağının bastığı yerlere de hakim olmuştur.
[4]
Amr B. Mürre El-Cühenî'nîn Kıssası
Taberani, Yasir b. Süyevd'in Anır b. Mürre el-Cühenî'den bahsederken, onun şöyle dediğini
rivayet eder: Cahiliye döneminde kavmimden bir kaç kişiyle birlikte hacca gittik. Ben,
Mekke'de uyumakta iken rüyada Ka'be'den parlak bir nurun çıktığım, o nurun Medine'ye ve
Cüheyne dağına ulaştığını gördüm. O nurun içinde bir ses duydum. Sesin sahibi şöyle
diyordu: "Karanlık açıldı, ışık parladı, son peygamber gönderildi."
Daha sonra tekrar bir ışık ortaya çıktı. Hire köşklerine ve kisramn saraylarına baktım. O
ışığın içinden bir ses geliyordu. Sesin sahibi şöyle diyordu: "İslâm zuhur etti. Putlar kırıldı.
Akrabalık bağları birleştirildi!"
Korkarak uykudan uyandım ve arkadaşlarıma: "Vallahi, Kureyş'in şu kabilesinin başına
birşeyler gelecektir." diyerek rüyada gördüklerimi anlattım. Memleketimize döndüğümüzde
bana haber geldi ki, Ah-med adında bir kişi, peygamberlikle görevlendirilmiş. Bu haberi
alınca Resûlullah'm yanına geldim. Durumu ve rüyada gördüklerimi kendisine anlattım.
Bana dedi M: "Ey Amr b. Mürre! Ben, Allah'ın bütün kullarına gönderilen bir peygamberim.
Onları İslâm'a davet ediyorum. Kan akıtmamalarını, akrabalık bağlarını birleştirmelerini,
Allah'a ibadet etmelerini, putları reddetmelerini, beyti haccetmelerini, on iki aydan biri olan
ramazan ayım oruçla geçirmelerini kendilerine emrediyorum. Bu emrime icabet edene
Cennet vardır. Bu emrime karşı gelene de ateş vardır. Ey Amr, iman et ki, Allah seni
Cehennem korkularından emin eylesin."
Ben de kendisine dedim ki: "Allah'tan başka ilah bulunmadığına, senin de Allah'ın Rasûlü
olduğuna şahadet ederim. Getirdiğin helal ve harama iman ettim. Bu, birçok kavmin hoşuna
gitmese de-ben iman ettim." Sonra kendisine bazı beyitler okudum.
Bizim bir putumuz vardı. Babam, onun hizmetkarlığını yapardı. Varıp o putu kırdım. Sonra
Peygamber (s.a.v.)'in yanma döndüm. Dönerken de şöyle bir şiir okudum:
"Şahadet ederim ki Allah haktır,
Ve ben de taştan yapılan tanrıları, terkedenlerin ilkiyim.
Paçalarımı sıvayıp hicret ettim.
Sarp yolları ve çölleri katedip sana geldim.
İnsanların içinde hem babası, hem kendisi, en hayırlı olan Rasûl,
Ey gök yollarının üzerindeki hükümdar!
Sana arkadaşlık etmeye geldim."
Bu şiirimi dinledikten sonra Peygamber (s.a.vr) bana: "Merhaba ey Amr b. Mürre!» dedi.
Ben de: "Ey Allah'ın Rasûlü! Beni kavmime gönder. Belki senin vasıtanla Allah bize
lütfettiği gibi, benim vasıtamla da onlara lütfedör." dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
beni kavmime gönderdi. Gönderirken de şu öğütleri verdi: "Merhametli ve doğru sözlü ol.
Katı, mütekebbir ve kıskanç olma."
Ravi diyor ki: Amr b. Mürre kavmine gitti. Onları, Rasûlullah'ın davet ettiği şeye davet etti.
Bir adam dışında, kavminin tamamı Müslüman oldu. Onları yanma alıp heyet halinde
Rasûlullah'm yanına getirdi. Rasûlullah onlara, "hoş geldiniz" deyip Müslümanlıklarından
ötürü kutladı ve onlara şöyle bir mektup yazarak verdi:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bu, Allah tarafından Rasûlullah'm dili üzerine size
verilen doğru sözlü ve gerçeği konuşan bir emannamedir. Amr b. Mürre el-Cüheynî ile
Cüheyne b. Zeyd kabüesine-dir.
Bilesiniz ki yerin altı, ovalan ve yüksek yerleri ile sırtları sizedir. Ekinlerini eker, sularını
içersiniz. Buna karşı beşte bir verip, beş vakit namazı kılarsınız. Sığır ve deve sürüleriniz
olduğunda, iki koyun verirsiniz. Ayrı ayrı bulunduklarında birer koyun verirsiniz. Kendisi
için azık depo edenin, zekat vermesine gerek yoktur. Alımlı, doru renkli atlar içinde zekat
yoktur." Bu emanname üzerine, Hz. Peygamberin yanında bulunan Müslümanlar da şahid
olmuşlardı.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Hani biz, peygamberlerden söz almıştık. Senden de, Nuh'tan da, İbrahim'den de, Musa'dan
da, Meryem oğlu İsa'dan da sağlam bir misak
almıştık.» (el-Ahzâb, 7.)
Seleften birçokları derler ki: Cenâb-ı Allah, ademoğullarından bezm-i elestte söz aldığı
zaman, peygamberlerden de özel bir söz almıştır. Birincisi Nuh, sonuncusu da
peygamberimiz olan "Ûlu'1-azm" beş peygamberle de bu sözü pekiştirmişti. Ki onlar büyük
şeriat sahibi peygamberlerdir.
Ebu Nuaym, "Delailü'n-Nübüvve" adlı kitap da Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder:
Peygamber (s.a.v.)'e "Peygamberlik sana ne zaman vacip oldu?" diye sorulduğunda şu
cevabı verdi:
"Adem'in yaratılışı ile bedenine ruh üflenmesi arasında peygamberlik bana vacip oldu."
Yine Ebu Nuaym, Sünabihî'nin şöyle dediğim rivayet eder: "Ömer (r.a.): "Ya Rasûlallah, ne
zaman peygamber oldun?" diye sorduğunda, şu cevabı verdi:
"Adem, çamurdan bir gövde olarak yerde uzanmış iken..." İbn-i Abbas'ın şöyle dediği
rivayet edilir: Denildi ki; 'Ya Rasûlallah! Ne zaman peygamber oldun?" Peygamber
Efendimiz, bu soruya şöyle cevap verdi:
"Adem, ruh ile ceset arasında iken..."
Adem'in kıssasıyla ilgili olarak naklettiğimiz hadiste de anlatıldığı gibi Cenâb-ı Allah,
Adem'in zürriyetini sulbünden çıkardığında peygamberlere has olarak gözleri arasında bir
nur yaratmıştı. Bilindiği gibi bu nur, onların Allah katındaki makam ve rütbeleri ile orantılı
idi. Durum böyle olunca Hz. Muhammed'in nuru, diğer peygamberlerinkinden daha
muazzam idi. Bu da, onun şerefinin yüce, kadrinin âh olduğunu gösteren ve bu bakımdan
dikkatleri çeken büyük bir tenbih ve uyandır. Ahmed b. Hanbel 'in rivayet ettiği hadis de bu
manaya delâlet etmektedir. Onun rivayetine göre İrbad b. Sariye, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Doğrusu Adem, çamur olarak yerde yatmaktayken ben, Allah katında peygamberlerin
sonuncusu (olarak yaratılmış) idim. Bu davetin evvelini size haber vereceğim: Benim (rasûl
olarak gönderilmem) için atam İbrahim dua etmiş, geleceğimi İsa (a.s.) müjdelemişti. Anam
da bununla ilgili bir rüya görmüştü. Aynı şekilde mü'minlerin anneleri de böyle bir rüya
görmüşlerdir."
Bu hadisi, Leys've İbn-i Vehb, Abdurrahman b. Mehdî'den rivayet etmişlerdir. Abdullah b.
Salih de Muaviye b. Salih'ten bunu rivayet ederek şöyle bir ilavede bulunmuştur.
"Hz. Peygamber (s.a.v.)'in annesi, onu doğururken bir nur görmüştü. O nur, ona Şam
saraylarını aydınlatarak göstermişti."
Ahmed b. Hanbel, Meyseretü'l-Fecr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ya Rasûlallah, sen ne
zaman peygamber oldun?" diye sorduğunda bana şu cevabı verdi:
"Adem, ruh ile ceset arasında iken..."
Bu hadisin senedi de güzeldir.
Ebu Nuaym, "Delailü'n-Nübüvve" adlı kitabında der ki:
"Hani peygamberlerden misaklarını almıştık." ayetiyle ilgili olarak Ebu Hüreyre Hazretleri,
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Ben, yaratılışta peygamberlerin ilki, bisette de sonuncuları oldum."
Bu hadis, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mele-i âlâda anıldığını ve oradaki yaratıklar tarafından
da son peygamber olarak tanındığını bildirmektedir. O zamanlar Adem'e henüz ruh
üflenmemişti. Göklerle yerlerin yaratılmasından önce Cenâb-ı Allah, onun son peygamber
olacağını takdir etmişti. Bizim burada yaptığımız şey, onun mele-i âla da bilinmiş ve anılmış
olmasıdır. Doğrusunu Allah bilir.
Ebu Nuaym, üzerinde Buharı ve Müslim'in ittifak ettikleri şöyle bir hadisi, Ebu Hüreyre'den
rivayet eder:
"Biz, son ümmetiz. Ama kıyamet gününde öne geçeceğiz. Diğer yaratıklardan önce bizim
hesabımız görülecektir. Ancak onlara, bizden önce kitap verilmiştir. Bize, onlardan sonra
verilmiştir."
Ebu Nuaym, bu hadisin sonuna şu ifadeyi de ekler: "Hz. Peygamber (s.a.v.), bisette diğer
peygamberlerden sonra gelmiştir. Peygamberlik silsilesi, onunla sona ermiştir. Ama kıyamet
gününde o öne geçecektir. Çünkü nübüvvet ve ahid hususunda ilk yazılan odur." Bu ilaveyi
yaptıktan sonra Ebu Nuaym şöyle demektedir: "Bu hadiste Hz. Peygamber için fazilet ve
üstünlük vardır. Çünkü Cenâb-ı Allah, Adem'in yaratılışını tamamlamadan önce, ona
peygamberliği vacip kılmıştır. Bu vaciplik sebebiyle Cenâb-ı Allah'ın, ezeli ilim ve
yargısında meleklere, Peygamber Efendimiz'i ahir zamanda risaletle görevlendireceğini
bildirmiş olması muhtemeldir." Bu sözler,bizim anlattıklarımıza da uygun düşmektedir.
Hamd, Allah'a mahsustur.
"Müstedrek" adlı eserinde Hakim, Hattab oğlu Ömer'in şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Adem, günah işlediği zaman: "Ey Rabbim, senden Muhammed hakkı için beni bağışlamanı
diliyorum." dedi. Allah buyurdu ki: "Ey Adem! Henüz kendisini yaratmış olmadığım halde
Muhammed'i nasıl tanıyıp bildin!" Adem dedi ki: "Ey Rabbim! Beni elinle yarattığında ve
ruhundan bana üflediğinde başımı kaldırıp baktım ve Arşın sütunları üzerinde "Lâ ilahe
illallah, Muhammedün Rasûlullah" yazılı olduğunu gördüm. Ve öğrendim ki yaratıkların
içinde sadece en çok sevdiğin kişinin adını kendi adına eklersin." "Cenâb-ı Allah buyurdu
ki: "Doğru söyledin ey Adem! Şüphesiz ki yaratıklar içinde en çok sevdiğim odur. Onun
yüzü suyu hürmetine benden dilekte bulunduğun için ben de seni bağışladım., Muhammed
olmasaydı, zaten seni de yaratmazdım."
Beyhakî dedi ki: Bu hadisi, yalnız Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem rivayet etmiştir. Bu zayıf
bir rivayettir. Doğrusunu Allah bilir.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
"Hani Allah, peygamberlerden söz almış; "Andolsun ki, size kitabı, hikmeti verdim. Yanında
olanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde mutlaka ona inanacak ve yardım edeceksiniz.
İkrar edip de ahdi kabul ettiniz mi?" demişti. Onlar da ikrar ettik, demişlerdi. Allah: "Şahid
olun, ben de sizinle beraber şahidlerdenim." demişti.
Artık Mm, bunlardan sonra dönerse işte onlar, fasıklann ta kendilelidîr." (Âl-iîmrSn, 81-82.)
Hz. Ali ile Abdullah b. Abbas Hazretleri: «Allah, gönderdiği her peygamberden; "Eğer
Muhamnıed, peygamber olarak gönderilir ve kendileri de hayatta olurlarsa ona iman edip
yardıma olacaklarına dair kendilerinden söz almıştır." dediler.»
Cenâb-ı Allah, gönderdiği her peygambere şu emri vermişti: "Mu-hammed, peygamber
olarak gönderilir de kendileri hayatta olurlarsa mutlaka ona iman edip yardımcı olacaklarına
dair ümmetinden söz ve teminat al."
Bütün bunlar, diğer dinlerde ve peygamberlerinin dillerinde Rasûlullah'm şerefinin ve
kadrinin yüceliğine dikkatleri çekmektedir. Onun, ahir zamanda peygamber olarak
gönderileceği, bütün peygamberlerin sonuncusu ve kıymetlileri olduğuna dair bir delildir.
Aynı zamanda onlar tarafından da bildirilen bir gerçektir. Onun durumunu açıklayıp haberini
keşfeden, sırrını açığa vuran, şerefini yücelten, doğum yerini ve beldesini yücelten Hz.
İbrahim'dir. O, Ka'be'nin inşaatını tamamladıktan sonra bu manada Rabbine dua ederek
şöyle demişti:
"Ey Rabbimiz! Onların arasında, kendilerine senin ayetlerini okuyacak, kitabı, hikmeti
öğretecek ve onları tezkiye edecek bir peygamber gönder. Şüphesiz Aziz, Halcim olan
sensin." {cl-Bakara, 129.)
Hz. Peygamber'in durumunu halk arasında açıkça beyan eden, İbrahim peygamber olmuştur.
O, Allah'ın peygamberlerinin en şereflisi-dir. Muhammed (s.a.v.)'den sonra en kıymetli ve
en yüce peygamberdir. Allah'ın salat-ü selâmı, bu ikisinin ve diğer peygamberlerin üzerine
olsun. Bu sebepledir ki İmam Ahmed b. Hanbel, Lokman b. Amirin şöyle dediğini rivayet
eder: Ebu Ümame'nin şöyle dediğini işittim: Dedim ki: "Ey Allah'ın Peygamberi! Senin
durumunun başlangıcı nedir?" Buyurdu ki:
"Atam İbrahim'in duasıjsa'nm da müjdesiyim. Annem, kendisinden bir nur çıktığını ve o
nurun da kendisine Şam saraylarım aydınlatarak gösterdiğini görmüştü."
Bu hadisi, Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir. Ancak Kütüb-ü Sitte sahiplerinden herhangi
biri bunu nakletmemiştir.
Ebu Bekir b. Ebi Asım, "Mevlid" kitabında şöyle bir rivayette bulunmaktadır: Araplardan
birisi dedi ki: "Ya Rasûlallah! Senin peygamberliğinin başlangıcı nedir?"
Peygamber (s.a.v.), şöyle cevap verdi:
"Diğer peygamberlerden aldığı gibi Cenâb-ı Allah, benden de söz aldı. Anam da rüyasında
ayaklan arasından bir kandil çıktığını ve o kandilin de kendisine Şam saraylarını
aydınlatarak gösterdiğini görmüştü."
Muhammed b. îshak b. Yesar, Halid b. Madan'dan rivayet ederek sahabelerin Hz.
Peygamber'e şöyle dediklerini nakleder: Dediler ki; "Ya Rasûlallah! Bize kendinden
bahset."
O da buyurdu ki: "Ben atam, İbrahim'in duası, İsa'nın da müjdesiyim. Bana hamile
kaldığında anam, kendisinden bir nur çıktığını ve o nurun, kendisine Şam diyanndaki Busra
şehrini aydınlatarak gösterdiğini görmüştü.» Bu rivayetin senedi sağlamdır.
Bu rivayette, (mıntıkamız olan) Busra topraklarında yaşayan kimseler için müjde vardır.
Bundan da anlaşılıyor ki, nübüvvet nuru, ilk olarak bu diyara ulaşmıştır. Allah'a hamd ve
minnetimiz vardır. Bu sebepledir ki, Şam topraklarında fethedilen ilk şehir, Busra olmuştur.
Hz. Ebu Bekir'in halifeliği döneminde, barış yoluyla ele geçirilmiştir. Rasûlullah, amcası
Ebu Talib'le birlikte on iki yaşında iken buraya gelmişti. O esnada -önceki sayfalarda da
açıkladığımız gibi- rahip Bahira ile karşılaşmıştır. İkinci seferinde de Hatice'nin kölesi
Meysere'yle birlikte Hatice'nin mallarını satmak için gelmişti. Orada Peygamber Efendimiz'in
devesinin çöktüğü yer vardır. Deve oraya çökmüş ve iz bırakmıştı. Ve o izin üzerine
de bir mescid inşa edilmişti. O mescid, bugün bilinen meşhur mescidlerdendir. O şehir ki,
Hz. Peyamber'in verdiği habere uygun olarak 654 senesinde Hicaz topraklarında meydana
gelen bir ateşin ışığı ile içindeki develerin boyunları ışıklanıp aydınlanmıştır. Nitekim
Rasûlullah (s.a.v.), bunu şu hadisinde bildirmişti:
"Hicaz toprağından bir ateş çıkacaktır ki, bu ateşle Busra'daki develerin boyunları
aydınlanıp görülecektir."
Yüce Allah buyurdu ki:
"Onlar ki yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları okuma, yazma bilmeyen
(ümmî). nebi olan rasûle tabi olurlar. O, kendilerine marufu (iyilikleri) emreder, münkerden
nehyeder. Onlara temiz şeyleri helal kılıp, murdar şeyleri de haram eder. Onların ağır
yüklerini ve üzerlerindeki bağları, zincirleri indirir. İşte ona iman edenler, onu tazim edenler,
ona yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nura tabi olanlar, işte onlar, felaha erenlerin
kendileridir." (el-AVâf, 157.)
Ahmed b. Hanbel, Ebu Sahr el-Ukaylî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Bedevilerden biri
bana dedi ki: Rasûlullah'ın sağlığında Medine'ye bir deve yükü eşya getirdim. Satış işlemimi
tamamladıktan sonra dedim ki, şu adamın yanma gide ondanrek ondan birşeyler dinliyeyim.
Bir de baktım ki, o (Rasûlullah), Ebu Bekir ile Ömer'in arasında birlikte yürüyorlar.
Peşlerine düştüm. Bir Yahudi'nin yanına vardılar. Yahudi, Tevrat'ı açmış okuyordu. Çünkü
yakışıklı, güzel endamlı oğlu can çekişiyordu. Bunun için Tevrat'ı okuyarak kendine teselli
arıyordu. Rasûlullah (s.a.v.) ona dedi ki: "Tevrat'ı indiren Allah aşkına söyle. Benim
niteliklerimi ve peygamber olarak çıkacağımı onda görüyor musun?" Yahudi, hayır
dercesine başım salladı. Oğlu ise şöyle dedi: "Evet..
Tevrat'ı indirene yemin olsun ki, senin niteliğini ve peygamber olarak ortaya çıkacağını
kitabımızda görmekteyiz. Ve ben şahadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur, sen de
Allah'ın Rasûlüsün." O gencin böyle demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.); "Şu Yahudi'yi,
Müslüman kardeşinizin yanından kaldırıp uzaklaştırın." dedi. Sonra vefat eden o gencin
kefenleme işini üstlendi, namazını da kıldı."
Bu rivayetin senedi sağlamdır. Buharî'nin sahihinde Enes b. Ma-lik'in ifadeleri ile de
doğrulanmaktadır.
Ebu'l-Kasım el-Beğavî, Saltan b. Asım'dan rivayet etti ki; Saltan, dayısının şöyle dediğini
nakletmişti: Ben, Peygamber (s.a.v.)'in yanında oturmakta idim. Gözü, bir adama takıldı. Bir
de baktı ki, bir Yahudi, üzerinde gömlek, pantolon ve ayağında da iki ayakkabı var.
Peygamber (s.a.v.), onunla konuşmaya başladı. Hz. Peygamber: "Benim, Allah'ın Rasûlü
olduğuma şahadet ediyor musun?" diye sorunca o, hayır, diye cevap verdi. Hz. Peygamber
(s.a.v.): "Sen, Tevrat'ı okuyor musun?" diye sorunca o, evet, diye cevap verdi. Peygamber
(s.a.v.): "Sen, İncil'i okuyor musun?" diye sorunca o, evet, diye cevap verdi. Peygamber
(s.a.v.): "Ya Kur'ân'ı?" diye sorunca o, hayır, ama sen istersen okurum, diye cevap verdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.): "Tevrat ve İncil'i nasıl okuyorsun, orada beni peygamber olarak
görmüyor musun?" diye sorunca o, şu cevabı verdi: "Senin evsafını ve peygamber olarak
ortaya çıkacağını kitaplarımızda gördük. Sen, peygamber olarak ortaya çıktığında bizden
biri olacağını ümit ettik. Ama seni görünce anladık ki, o adam sen değilsin."
Peygamber (s.a.v.): "Niçin ey Yahudi?" diye sorunca o, şu cevabı verdi: "Biz kitaplarımızda
şunu gördük: O Peygamber'in ümmetinden 70.000 kişi hesapsız olarak Cennet'e girecektir.
Ama senin yanında ve seninle birlikte olan çok küçük bir topluluk görüyoruz."
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Benim ümmetim 70.000.000'dan daha fazladır."
Bu hadis, bu bakımdan gariptir. Kütüb-ü Sitte sahipleri, bunu kitaplarında nakle
tmemişlerdir.
Muhammed b. İshak, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.),
Yahudilerin yanına gelerek: "En bilgin olanınızı karşıma çıkarın." dedi. Onlar da: "En bilgin
olanımız Abdullah b. Sûri-ya'dır.» deyip onu getirdiler. Rasûlullah (s.a.v.), onunla başbaşa
kaldı. Ona şöyle dedi: "Dinin hatırı, Allah'ın sana bahşettiği nimetlerin hatırı, onun sana
yedirdiği kudret helvasıyla bıldırcın hatırı, üzerinize sürdüğü gölge hatırı için söyle bakalım:
Benîm Allah Rasûlü olduğumu bilmiyor musun?" Abdullah şu cevabı verdi: "Allah için
evet... Kavmim de benim bildiklerimi biliyor, senin özellik ve evsafın Tevrat'ta
açıklanmıştır. Şu kadar var ki, onlar seni çekemiyorlar." Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.v.) "Bana iman etmeni engelleyen nedir?" diye sordu. O, şu cevabı verdi: "Kavmimin
aksine hareket etmekten hoşlanmam. Belki onlar sana tâbi olup Müslüman olurlar, ben de o
zaman Müslüman olurum."
Seleme b. Fadl, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.), Hayber
Yahudilerine şu mealde bir mektup yazdı:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Musa'nın ve kardeşinin arkadaşı, Musa'nın
getirdiği dinin tasdikçisi, Rasûlullah Muhammed'den... Bilesiniz ki, ey Yahudi topluluğu ve
Tevrat ehli kimseler, Allah size demiştir ve siz de kitabınızda şunları yazılı görmektesiniz:
"Muhammed, Allah'ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar da, kafirlere karşı zorlu, kendi
aralarında merhametlidirler. Onları rükû edenler, secde edenler olarak görürsün. Allah'tan
lütuf ve rıza isterler. Onlar, yüzlerindeki secde izinden tanınırlar, işte onların Tevrat'taki
vasıfları budur. İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar, filizini yarıp çı-, karmış,
gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki;
bu, ekicilerin hoşuna gider. Allah, böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle, kafirleri
öfkelendirir. Allah, iman edip salih amel işleyenlere hem mağfiret, hem de büyük bir
mükafat vadetmiştir. (ei-Fetih, 29.)
Şimdi size Tevrat'ı indiren, geçmişte atalarınıza ve onların torunlarına kudret helvası ile
bıldırcın yediren, atalarınız için denizde kupkuru yollar açarak milletinizi Firavun ve yaptığı
işlerden kurtaran Allah aşkına söyleyin; Allah'ın size indirdiği kitapta, Muhammed'e iman
etmenizi emreden bir husus varsa bunu bana mutlaka bildirin. Şayet kitabınızda böyle birşey
görmüyorsanız, sizi zorlayacak değilim. Doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır. Ben, sizi Allah'a
ve peygamberine davet ediyorum."
Muhammed b. îshak b. ,Yesar, "Mübtede" adlı kitabta Kabü'l-Ahbar'm şöyle dediğini rivayet
etmiştir. (Başkaları ise bunu Vehb b. Münebbih'den rivayet etmişlerdir): Buhtü'n-Nasr,
Kudüs'ü tahrip edip yedi sene süreyle İsrail oğullarını esareti altına alıp zulmettikten sonra
bir gece uykuda kendisini korkutan korkunç bir rüya görmüştü. Kahin, yorumcu ve
tahmincilerini toplayarak onlara bu rüyanın yorumunu sordu. Onlar da: "Hükümdarımız
rüyayı anlatsın ki tabirini yapabilelim." dediler. Bunun üzerine Buhtü'n-Nasr şöyle dedi:
"Ben rüyayı unuttum. Evet, üç güne kadar bunun yorumunu bana bildirmezseniz baştan
sona hepinizi öldürürüm!"
Onun bu şekildeki tehdidi üzerine korkmuş ve paniğe kapılmış olarak dağılıp gittiler. Ancak
hükümdarın rüya gördüğünü, zindandaki Danyal (a.s.) duymuştu. Zindancıya: "Hükümdara
git ve de ki: Zindanda bir adam var. Senin rüyanı tevil edecek bilgiye sahiptir." dedi.
Zindancı, hükümdarın yanma gitti ve rüyasını tevil edecek bir adamın zindanda
bulunduğunu bildirdi. Hükümdar da tevilcinin getirilmesini emretti. Danyal (a.s.),
hükümdarın huzuruna girdiğinde temenna secdesinde bulunmadı. Hükümdar: "Bana secde
etmenden seni meneden nedir?" dîye sorunca Danyal (a.s.):"Allah, bana bir ilim verdi ve
başkasına secde etmememi emretti." deyince hükümdar şöyle karşılık verdi: "Ben, Rablerine
verdikleri sözü yerine getiren kimseleri severim. Şimdi sen, gördüğüm rüyayı bana
anlat."
Danyal (a.s.), şöyle konuştu: "Sen, rüyada büyük bir put gördün. Ayakları yerde, başı
semada idi. Üst tarafı altından, ortası gümüşten, altı tunçtan, bacakları demirden, ayakları
kiremitten idi. Sen, onu seyretmekte iken güzelliği ve yapısının sağlamlığı hoşuna gitmişti.
Allah, gökten bir taş bırakarak, o putun tepesinin tam ortasına düşürdü. Put paramparça
oldu. Altın, gümüş, tunç, bakır ve kiremit birbirine karıştı. Cinlerle insanların tamamının bir
araya gelip o putun altınını, gümüşünü, tuncunu, demir ve kiremitini birbirinden
ayıracaklarını düşünür oldun. Gökten düşen taşa baktığında, onun gittikçe büyüyüp etrafa
yayıldığını, nihayet bütün yeryüzünü doldurduğunu gördün. Çevrene baktığında o taştan ve
semadan başka birşeyi göremez oldun..."
Buhtü'n-Nasr, ona: "Doğru söyledin. Uykuda gördüğüm rüya bu idi. Şimdi sen, bunun
tevilini söyle bakalım." deyince Danyal (a.s.) şöyle konuştu:
"Rüyada gördüğün put, zamanın evvelinde,ortasında ve sonundaki muhtelif ümmetlerdir.
Gökten üzerine bırakılan taş ise, Allah'ın ahir zamanda üzerine hakim kılacağı bir dindir.
Cenâb-ı Allah, Araplardan okur yazar olmayan (ümmî) bir peygamber gönderecek, o
peygamber vasıtasıyla diğer ümmetleri ve dinleri yok edecektir. Tıpkı o taşın, putu ve
bölümlerini ezip parçaladığı gibi, o din de diğer dinlerin ve ümmetlerin üzerine hükümran
olacaktır. O din sayesinde Cenâb-ı Allah, hakkı ortaya koyacak, onunla batılı giderecek,
sapıklıktaki insanlara hidayet verecek, okur yazar olmayan kimseleri bilgili kılacak,
zayıfları güçlendirecek, alçalmışları yüceltecek, horlanmış kimselere de yardım edecektir."
Bu kıssanın kalan kısmını, Danyal peygamber vesilesiyle Buhtü'n-Nasr'm İsrail oğullarını
serbest bırakmasından bahsederken anlatacağız.
Vakidî, Muğire b. Şubenin Mukavkis'e giden heyet ile aralarında meydana gelen konuşma
ve Mukavkis'in ona, Rasûlullah (s.a.v.)'m evsafı hakkında bazı sorular yönelttiğini rivayet
eder. Ki bu sorular, He-rakliyus'un, Ebu Süfyan Sahr b. Harb'e sorduğu sorulara yakın
sorular idi. Yine Vakidî'nin anlattığına göre İskenderiye hükümdarı Mukavkis, kiliselerdeki
Hristiyan piskoposlarından da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in evsafını sormuş, onlar da onunla
ilgili vasıfları kendisine anlatmışlardı. Bu, Ebu Nuaym'm, "Delailü'n-Nübüvve" adlı eserde
anlattığı uzunca bir kıssadır.
Sahih hadiste belirtildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.), Yahudi medreselerine uğrayarak onlara
şöyle demiştir:
"Ey Yahudi topluluğu! Müslüman olun. Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a andolsun ki
siz, benim sıfat ve özelliklerimi kitaplarınızda görmektesiniz."
Ahmed b. Hanbel, Ata b. Yesar'm şöyle dediğini rivayet eder: Abdullah b. Amr b. As'a
rastladığımda:" Rasûlullah (s.a.v.Tın Tevrat'taki vasıflarını bana söyle." dedim. O da dedi ki:
"Evet, vallahi o, Kur'ân'daki bazı sıfatlarıyla Tevrat'ta da şöyle nitelenmektedir: Ey
peygamber! Doğrusu biz seni şahid, müjdeleyici, uyana ve ümmi kimseler içinde koruyucu
olarak gönderdik. Sen benim kulum ve ekimsin. Seni, Mütevekkil adıyla adlandırdım. Kaba
ve katı olmayıp, sokaklarda bağırıp çağıran bir kimse değilsin.
O, kötülüğe kötülükle karşılık veren bir kimse değildir. Aksine o, affedip bağışlayandır.
Cenâb-ı Allah, onun vasıtasıyla eğri bir milleti doğ-rultuncaya kadar canını almayacaktır. O
eğri millet, "Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar o hayatta kalacaktır. Onun vasıtasıyla kör
gözler ve sağır kulaklarla kilitli kalpler açılacaktır."
Bu hadisi, Buharı rivayet etmiştir.
Hafız Ebu Bekir el-Beyhakî, İbn Selam'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Biz, Rasûlullah
(s.a.v.)'in sıfatlarım Tevrat'ta görmüştük. Şöyle deniyordu: "Doğrusu biz seni şahid,
müjdeleyici, uyarıcı ve ümmiler içinde koruyucu olarak gönderdik. Sen, benim kulum ve
elçimsin. O peygamber, Mütevekkil adı ile adlandırılmıştır. Kaba ve katı değildir. Sokaklarda
bağırıp çağıran biri de değildir. Kötülüğü kötülükle defetmez. Aksine o, bağışlayıp
müsamaha gösterir. Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahadet ederek onun vasıtasıyla eğri
bir millet doğruluncaya kadar, Cenâb-ı Allah onun canını almayacaktır. Onun vasıtasıyla kör
gözler, sağır kulaklar ve kilitli kalpler açılacaktır."
Abdullah b. Amr'dan da bu konuda birçok rivayetler varid olmuştur. Bununla birlikte
Yermük savaşında EhM Kitabın iki deve yükü kitapları arasında da bu sıfatlardan bahseden
birçok kısımlar görülmüştür. Şunu bilmek gerekirki, selef-i salihinden bir çoğu Ehl-i Kitabın
kitabları derken bununla Tevrat'ı kasdetmişlerdir. Ehl~i Kitaba göre Tevrat kelimesi, Cenâbı
Allah'ın Musa'ya indirdiği vahyi daha kapsamlı bir şekilde ifade etmektedir. Bu kelime,
daha genel bir anlam ifade eder. Buna dair hadiste birçok deliller vardır.
Yunus; Muhammed b. İshak'm, Ümmü Derda'dan şöyle bir rivayette bulunduğunu
söylemiştir: Ümmü Derda, Kabü'l-Ahbar'a şöyle bir soru yöneltmiş: "Siz, Rasûlullah'ın
Tevrat'taki sıfatlarını nasıl buluyorsunuz?" Kabü'l-Ahbar da ona şu cevabı vermiş: Tevrat'ta
onun vasıflarını şöyle görmekteyiz: "Muhammed, Allah'ın Rasûlüdür, Adı Mütevekkildir.
Kaba ve katı değildir. Sokaklarda bağırıp çağırmaz. Ona anahtarlar verilmiştir. Onun
vasıtasıyla Cenâb-ı Allah; görmeyen gözlere gördürür, işitmeyen kulaklara işittirir,
konuşamayan dilleri konuşturur. Nihayet bu, onların Allah'tan başka ilah olmadığına, bir ve
ortaksız olduğuna şahadet etmelerine kadar devam eder. Onun vasıtasıyla Cenâb-ı Allah,
mazluma yardım eder ve zalime karşı korur."
Beyhakî, Ebu Hüreyre'nin: "Çağrıda bulunduğumuz zaman ya Muhammed, sen Tur'un
yanında değildin." ayetiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir: O zaman şöyle bir
nidada bulunulmuştu: "Ey Muhammed Ümmeti! Siz bana dua etmeden önce, ben size icabet
ettim. Siz benden istemeden önce, ben size verdim."
Vehb b. Münebbih, Cenâb-ı Allah'ın, Zebur'da Davud'a şöyle vah-yet-tiğini ifade etmiştir:
"Ey Davud! Senden sonra adı Ahmed ve Muhammed olan bir peygamber gelecektir. Doğru
sözlüdür. Efendidir. Ona asla kızmayacağım. O da beni asla kızdırmayacaktır. O bana asi
olmadan önce ben, onun geçmiş ve gelecek günahlarım bağışladım. Onun ümmeti,
rahmetime mazhar olmuştur. Peygamberlere verdiğim nafileleri, onlara da verdim.
Peygambere farz kıldığım farizaları, onlara da farz kıldım. Nihayet onlar, kıyamet gününde
peygamberin nuru gibi bir nura sahip olarak bana geleceklerdir... Ey Davud! Ben,
Muhammed'i ve ümmetini bütün ümmetlere üstün kıldım."
Hz. Peygamber'in evsafının, Ehl-i Kitabın kitaplarında mevcud olduğunu bilmek, zarûrat-ı
diniyeden sayılan ilimlerdendir. Kutsal kitabımız olan Ku/ân-ı Kerîm de buna birçok ayetler
de delâlet etmektedir ki, yeri geldiğinde bu ayetlerden söz etmiştik. Allah'a hamd olsun. O
ayetlerden bazıları şunlardır:
"Kendilerine daha önce kitap verdiklerimiz de buna inanırlar. Onlara okunduğu zaman
derler ki: Ona inandık, doğrusu o Rabbimizden gelen gerçektir. Şüphesiz biz, ondan önce de
Müslümanlar olmuştuk." (ei-
Kasas, 52-53.)
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu öz oğullarım tanıdıkları gibi tanırlar. Öyle iken
içlerinden bir grup, bildikleri halde yine de hakkı gizlerler." (el-Bakara, 146.)
"Muhakkak ki bundan önce kendilerine bilgi verilenlere, bu Kur'ân okunduğu zaman,
yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Ve derler ki: Rabbi-mizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi,
şüphesiz yerine gelmiş olacaktır."
(el-Isrâ, 107-108.)
Yani Muhammed'in varlığına ve peygamber olarak gönderileceğine dair Rabbimizin bize
verdiği söz, mutlaka yerine gelecektir. Dilediği işi yapmaya kadir olan ve hiçbirşey
tarafından aciz bırakılamayan Allah, yücedir, noksanlıklardan münezzehtir.Keşiş ve
rahiplerden haber verirken de yüce Allah, şöyle buyurmuştur:
"Peygambere indirileni işittiklerinde, hakkı tanıdıklarından dolayı gözleri yaşla dolup taşar
da derler ki: Rabbimiz, biz iman ettik, bizi de şahidlerle beraber yaz." (el-Mâide, 83.)
Necaşî, Selman-ı Farisî, Abdullah b. Selam ve diğerlerinin kıssalarından bahsederken bu
konuya değinmiştik. Nitekim ileride bu manada birçok delil ve şahid gelecektir. Hamd ve
minnet Allah'adır.
Peygamberlerin kıssalarından ve Rasûlullah (s.a.v.)'ın peygamber olarak gönderilişini
anlatmalarından, onun evsafını »beldesini, doğum yerini, hicret edeceği yeri, annesinin
evsafını bildirmelerinden, Musa, Yuşa, Ermiya, Danyal ve diğer peygamberler bölümünde
söz etmiştik.
Cenâb-ı Allah, İsrail oğullarının son peygamberi Meryem oğlu İsa'dan haber verirken onun,
İsrailoğüllan arasında ayağa kalkıp kendilerine hitabede bulunurken şöyle dediğini de
nakletmektedir.
"Ey İsrail oğulları! Muhakkak ki ben, size Allah'ın peygamberiyim. Benden Önceki Tevrat'ı
doğrulayan ve benden sonra gelecek, adı Ahmed olacak bir peygamberi de müjdeleyenim."
(es-Saff, 6.)
İncil'de, Faraklit adında bir peygamberin geleceği müjdelenmekte-dir ki o da Muhammed
(s.a.v.)'dir.
Beyhakî, Hz. Aişe'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"İncil'de yazılı ki, kaba ve katı değildir. Sokaklarda bağırıp çağırmaz, kötülüğe kötülükle
karşıhk vermez, aksine affedip bağışlar."
Yakup b. Süfyan, Mukatil b. Hayyan'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Cenâb-ı Allah,
Meryem oğlu İsa'ya şöyle vahyetti: Benim işimde gayret gösterip ciddi ol. Emrimi dinle ve
itaat et, ey temiz, bakire ve iffetli kadının oğlu. Ben, seni babasız yarattım ve âlemlere
kudretimin bir göstergesi (nişanesi) kıldım. Sadece bana ibadet et. Şuran ehline, Sür-yanice
açıkla. Karşında bulunanlara da benim hak, zatı ile kaim, ezeli ve ebedi olduğumu tebliğ et.
Deve, zırh, sarık (ki o da taçtır.), iki ayakkabı, değnek sahibi, Arap, ümmî, kıvırcık saçlı,
açık alınlı, kaşları bitişik, bir peygamberi tasdik etsinler. Gözleri iri, kirpikleri uzun,
gözlerinin siyahı tam siyah, burnu kalkık, yanakları açık, sakalı da sıktır. Yüzündeki teri,
inci gibidir. Ondan misk kokusu gelir. Boynunda gümüş bir ibriği andırır. Omuzları
arasından sanki altın akar. Göğsünden göbeğine kadar tüy vardır. Tıpkı şerit gibi akar, karnı
üstünde ondan başka tüy yoktur. El parmakları ile ayak parmakları kalındır. İnsanlarla
birlikte yürüdüğünde onlardan uzun görünür, yürürken sanki bir kayalıktan ve tepeden
sökülüp iner gibidir. Nesli azdır. Sanki o, sulbünden erkekler istemiştir." Beyhakî de
"Delailü'n-Nübüvve," adlı eserde Yakup b. Süfyan kanalıyla böyle bir rivayette
bulunmuştur.Beyhakî, Osman b. Hakem b. Rafi b. Sinan'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Babamın ve bazı amcalarımın anlattıklarına göre cahiliye devrinden kendilerine miras
olarak gelen bazı yazı demetleri yanlarında varmış. Nihayet Cenâb-ı Allah, İslâm dinini
göndermiş, bu yazı demetleri hâlâ yanlarında imiş. Rasûlullah (s.a.v.), Medine'ye geldiğinde
bu demetlerinden ona söz etmişler ve yanına da getirmişler. Açıp baktıklarında o demetlerde
şöyle bir yazı varmış:
"Allah'ın adıyla, Allah'ın sözü gerçektir. Zalimlerin sözü hüsrandadır. Bu ifade bir ümmete
mahsustur İd, o ümmet, ahir zamanda gelecektir. Onlar bedenlerini yıkar, örtünürler.
Sırtlarına da peştemal bağlarlar. Düşmanlarına karşı denizlere dalarlar, onlarda namaz
ibadeti vardır. Eğer o ibadet, Nuh kavminde bulunsaydı, tufan yüzünden helak olmazlardı.
Eğer o namaz, Ad kavminde olsaydı, onlar kasırga ile helak olmazlardı. Eğer o namaz,
Semud kavminde bulunsaydı, onlar çığlıkla helak edilmezlerdi. Allah'ın adıyla. Onun sözü
gerçektir. Zalimlerin sözü hüsrandadır."
Sonra ravi, başka bir kıssadan söz ederek şöyle diyor: Rasûlullah (s.a.v.), kendisine
okuduğum bu kıssadan ötürü hayrette kaldı.
el-A'râf süresindeki «Onlar ki; yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları; okuma,
yazma bilmeyen ve nebi olan rasûle tabi olurlar." 157'ci ayetinden söz ederken, Hişam b. As
el-Ümevî'nin kıssasından da bahsetmiştik. Hz. Ebu Bekir, onu bir seriyeyle birlikte Allah'a
imana davet etmesi için Herakliyus'a göndermişti. Hişam'ın anlattığına göre Herakliyus,
kendilerine Adem peygamberden Hz. Muhammed'e kadar cümle peygamberlerin resimlerini
içeren bir bohça çıkarmış, resimleri tıpkı evsaflarına uygunmuş, Rasûlullah (s.a.v.)
Efendimiz'in resmini çıkarıp kendilerine gösterdiğinde Herakliyus, ikram ve tazim için
ayağa kalkmış, sonra oturmuş ve resme bakmaya başlamış, inceden inceye de düşünmüş.
Hişam kendisine, bu resimleri nereden getirdiğini sorunca, Herakliyus şû cevabı vermiş:
"Adem, kendi zürriyetinden gelecek cümle peygamberleri kendisine göstermesini
Rabbinden dilemişti. Bu resimler, Adem peygamberin güneşin battığı yerdeki hazinesinde
idi. Zülkarneyn, bunu oradan çıkarıp Danyal'a verdi. Allah'a andolsun ki ben, bu
hükümdarlığı bırakmak ve en kötü adamınızın kölesi olmak, ölünceye kadar da onun
köleliğinde kalmak isterim."
Böyle dedikten sonra güzel mükafatlar vererek bizi uğurladı. Hz. Ebu Bekir'in yanına
geldiğimizde gördüklerimizi ve onun bize yaptığı ikramları anlattık. Söylediği sözleri de
naklettik. Bundan sonra Hz. Ebu Bekir, ağlamaya başladı ve şöyle dedi: "Miskin adam,
yazık. Eğer Allah ona bir hayır vermek dileseydi verirdi. Rasûlullah (s.a.v.), Hristiyanlar-la
Yahudilerin, kendisinin evsafını kitaplarında bulduklarını bize haber verdi."
el-Ümevî, Amr b. Ümeyye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Necaşî'nin yanından
Medine'ye geldim. Yanımda onun bana hediye ettiği bazı köleler vardı. Köleler, bana şöyle
demişlerdi: "Rasûlullah'ı görürsek sen, bize söylemeden biz onu tanıyabiliriz." Ebu Bekir
yanımızdan geçerken, peygamber bu mudur? diye sorduğumda hayır, bu değildir, dediler.
Ömer yanımızdan geçerken, bu o mudur? diye sorduğumda hayır, bu da değildir, dediler.
İçeriye girdiğimizde Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz yanımızdan geçerken köleler bana
seslendiler: "Ey Amr! İşte Rasûlullah budur." dediler. Gerçekten onun Rasûlullah olduğunu
hiç kimse kendilerine söylememişti. Ancak kitaplarında onun vasıflarına dair okudukları
şeylere dayanarak onu tanımışlardı.
Sebe'in kendi kavmini uyarması ve Rasûlullah (s.a.v.)'m peygamber olarak geleceğini
kendilerine müjdelemesine dair bir şiir, daha önceki sayfalarda geçmişti. Onu burada
tekrarlamaya gerek yoktur. İki Yahudi âlimin Medine'yi kuşatan yemen hükümdarı
Tubban'a, Medine'den vazgeçmesini, çünkü oraya ahir zamanda bir peygamberin hicret
ederek geleceğini söylediklerini, onun da bu yüzden Medine'den vazgeçtiğini ve Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz'e selamı içeren bir şiir nazmetti-ğini de önceki sayfalarda anlatmıştık. [5]
Seyf B. Zi Yezen El-Hîmyerî'nîn Kıssası Ve Peygamberimizi Müjdelemesi
Hafiz Ebu Bekir Muhanımed b. Cafer b. Sehl el-Haraitî, "Hevatifu'l-Cann" adlı eserinde,
Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediğini nakleder: Seyf b. Zi Yezen, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
doğumundan iki yıl sonra Habeşli-lere galib geldiğinde, Arap heyetleri ve şairleri onu tebrik
etmeye geldiler. Onu övüp methiyeler dizdiler. Başından geçen imtihanı güzelce başardığını
anlattılar. Ona gelen heyetlerden biri de.Kureyş heyeti idi ki, bu heyette Haşim oğlu
Abdülmuttalib, Abdu'ş-Şems oğlu Ümeyye, Cüd'an oğlu Abdullah, Esed oğlu Hüveylid de
vardı. San'a'da Re's-i Gumdan denen yerdeki sarayında idi. Bu sarayan bahseden Ümeyye b.
Ebi's-Salt şöyle der:
"iç, sana afiyet olsun. Başında yüksek tac vardır. Re's-i Gumdan sa-raymdasm. Orayı
ikametgah edinmişsin."
Teşrifatçı, Seyf in makamına girerek Kureyş heyetinin geldiğini bildirdi. Onların
mertebelerinin yüceliğini anlattı. Seyf de bunun üzerine onlara içeri girme izni verdi. İçeri
girdiler. Abdülmuttalib, ona yaklaştı ve konuşma izni istedi. Seyf ona şöyle dedi: "Eğer
hükümdarların önünde konuşan bir kimse isen, burada da konuşmana izin verdik."
Abdülmuttalib, söze şöyle başladı: "Ey hükümdar! Allah seni yüksek, muhafazalı, varılması
güç bir makama yerleştirdi. Seni aslı güzel, kökü yüce, menşei sabit, dalları yüksek bir
ağaçtan bitirdi. Çok kıymetli bir noktada, çok güzel bir kaynakta yetiştirdi. Ey Arapların
hükümdarı! Sen, lanete müstehak olacak işleri yapmadın. Sen, Arabistan için bir baharsın ki
buraları verimli kıldın. Arapların itaat edeceği bir reissin. Sırtlarını dayayacakları bir
sütunsun. Kulların sığınacakları bir merkezsin. Senin ataların çok hayırlı kimselerdi. Sen de
bizim için, onların bıraktıkları hayırlı bir evlatsın. Onların evladları, zayıf ve aciz olmaz.
Senin geçmişlerin de helak olmazlar. Ey hükümdar! Biz, Allah'ın Harem'inin halkıyız.
Beytinin hizmetkarlarıyız. Bizi sana getiren sebeb, omuzlarımızı çökerten ağır sıkıntıyı
lütfedip gidermendir. Biz birşey dilenmeye değil, tebrik etmeye gelen bir heyetiz." Seyf b.
Zi Yezen sordu: — Ey konuşmacı, sen kimsin?
- Ben, Haşim oğlu Abdülmuttalib'im.
- Kızkardeşimizin oğlu musun? -Evet.
- Öyleyse yaklaş.
Abdülmuttalib, ona yaklaştı. O da Abdülmuttalib'e ve beraberindeki heyete yönelip şöyle
dedi: "Şahıslarınız, develeriniz ve yüklerinizle birlikte rahat ve geniş bir yere geliniz.
Develerinizin çökeceği yer, sizin ikamet edeceğiniz mahal, rahat ve kolay bir mahaldir.
Hepinize merhabalar. Bağışı bol bir hükümdara geldiniz. O, size bol ikramlarda bulunacaktır.
Hükümdar söylediklerinizi işitti, yakınlığınızı bildi, vesilenizi kabul etti. Siz, gece
gündüz buradasınız. Burada ikamet ettiğiniz müddetçe ikram göreceksiniz. Ayrılıp giderken
de hediyeler alacaksınız."
Sonra Kureyş heyeti misafirhaneye ve ikram evine gitti. Orada bir ay kaldı. Hükümdarın
yanma gitmediler. İkinci kez, ona ulaşamadılar. O da ayrılmalarına izin vermemişti. Sonra
bir ara onları hatırlayınca Abdülmuttalib'e haber gönderip yanına getirtti. Meclisine
yaklaştırdı. Onunla başbaşa görüştü. Sonra şöyle dedi: "Ey Abdülmuttalib! Sana bir sır
vereceğim. Bunu sadece ben biliyorum. Senden başkasına da açıklayacak değilim. Ama
seni, bu sırrın madeni ve kaynağı gördüm. Onun için sana açıklayacağım. Ama bunu
kimseye söyleme. Allah izin verinceye kadar bu sırrı ifşa etme. Allah, şüphesiz ki emrini
yerine getirecektir. Kendimiz için sakladığımız gizli ilimler hazinesinde bir kitapta gördüm.
Gördüğüm şeyde hayatın şerefi ve vefatın fazileti vardı. Bu haber bütün insanlar için,
özellikle de senin ve aşiretin için Önemlidir."
Abdülmuttalib dedi ki: "Ey hükümdar! Ancak senin gibi biri iyilik edip sır verir. O sır nedir?
Bütün ova halkı grup grup, zümre zümre sana kurban olsun. O sırrı söyle."
Seyf b. Zi Yezen dedi ki: "Tihame'de bir çocuk doğacaktır. Onun üzerinde bir alamet (işaret)
vardır. Onun iki omuzu arasında bir mühür vardır. Riyaset ve imamet onundur. Onun
sayesinde siz lider olacak ve bu liderliğinizi kıyamete dek sürdüreceksiniz."
Abdülmuttalib dedi ki: "Ey hükümdar! Sen lanete müstehak bir iş yapmadın. Ben de
heyetimle birlikte çok hayırlı bir mercie geldim. Hükümdarımızın heybet ve celali
olmasaydı, bana daha çok müjde vermesini ve daha çok sevinmeyi isterdim."
Seyf b. Zi Yezen dedi ki: "O insanın doğma vakti geldi veya doğmuştur. Adı Muhammed'dir.
Babası ve anası, Ölecektir. Dedesi ve amcası, onu kefaletlerine alacaktır. Allah onu açıkça
ortaya koyacak, bizden de ona yardımcılar kılacaktır. Dostları, onun vasıtasıyla izzet
bulacaktır. Düşmanları, onun sebebiyle alçalacaktır. Bazı kimseler, onun vasıtasıyla enli
kılıçlarla vurulacak, yerin şereflileri, onun adamları vasıtasıyla öldürülecektir. Putlar
kırılacak, Mecusilerin ateşleri sönecek, Rahman'a ibadet edilecek, şeytan da koyulacaktır.
Onun sözleri doğrudur. Hükmü adildir.İyiliği emredecek, kendisi de iyilik yapacaktır. Kötülüğü
yasaklayacak, kötülüğü kendisi de iptal edecektir."
Abdülmuttalib dedi ki:"Ey hükümdar! Şanın yüce olsun. Aşığın (topuğun) yükselsin,
mülkün devam etsin. Ömrün uzun olsun. Bizim aslımız, işte budur. Hükümdarımız, bana
biraz daha izahatta ve açıklamalarda bulunur mu acaba?"
Seyf b. Zi Yezen dedi ki: "Perdeli Kabe'ye ve putlar üzerindeki işaretlere yemin olsun ki, ey
Abdülmuttalib -Bu söylediklerimde yalan yoktur- mutlaka sen, onun dedesisin!"
Seyf b. Zi Yezen'in bu sözleri üzerine Abdülmuttalip secdeye kapandı. Seyf, ona şöyle dedi:
"Başım secdeden kaldır. Gönlün ferahlasın. İşin yücelsin. Bu söylediklerimden birşey
hissettin mi?"
Abdülmuttalib dedi ki: "Ey hükümdar! Benim bir oğlum vardı. Ben, onu çok beğeniyordum.
Ona karşı çok yufka yürekliydim. Onu, kavminin asil kadınlarından biri olan Vehb kızı
Amine ile evlendirdim. Amine bir çocuk doğurdu. Ona Muhammed adını verdim.
Muhammed'in babası ve anası öldü. Onu, ben ve amcası kefaletimiz altına aldık."
Seyf b. Zi Yezen dedi ki: "Sana ne dediysem öyledir. Sen çocuğunu muhafaza et ve onu
Yahudilere karşı koru. Çünkü Yahudiler, onun düşmanlarıdır. Ama Allah, onlara fırsat
vermeyecektir. Sana verdiğim bu sırrı, heyetindeki adamlara açıklama. Onların ona karşı
rekabette bulunmayacaklarından emin değilim. Bu reislik, sizin elinize geçtiği takdirde
onların size karşı yarışa gireceklerinden ve Muhammed'in başına bir iş getirip ona tuzaklar
kurmalarından korkarım. Onlar veya onların çocukları, ona karşı tuzaklar kuracaklardır.
Onun bi'setinden önce ölümün beni yakalayacağını bilmeseydim, atlılarım ve piyadelerimle
birlikte yola koyulup onun memleketi olan Yesrib'e gelirdim. Konuşan kitapta ve ezeli
ilimde görmüşüm ki, Yesrib onun kuvvetleneceği, iktidar bulacağı bir yerdir. Oranın
sakinleri kendisine yardımcı olacaklardır. Kendisi de oradaki bir mezara defnedilecektir.
Başına felaketler gelmesinden, üzerine musibetler yağmasından korkmasaydını, yaşı küçük
olmakla birlikte onun durumunu herkese ilan ederdim. Ve Arapların süngülerini, onun
peşine muhafız olarak takardım. Ama sen ve beraberindeki kimselerin, ona karşı görevinizi
ihmal edeceğinizi bildiğimden dolayı bu sırrı başkalarına ifşa etmiyorum."
Sözünü tamamladıktan sonra onları yolcu ederken, heyetteki adamlardan her birine on köle,
on cariye, yüz deve, iki aba, beş batman altın, beş batman gümüş ve birer dağarcık dolusu
amber verilmesini emretti. Abdülmuttr'ib'e de arkadaşlarının on misli hediye verilmesini
buyurdu ve ona: "Gelecek sene yine yanıma gel." dedi. Ertesi seneye varmadan Seyf b. Zi
Yezen öldü.
Abdülmuttalib, o zaman birçok defa şu sözü söylemişti: "Ey Kureyş topluluğu! Hükümdarın
bana bol mükafat vermesini kıskanmayın. Bu mükafatlar herne kadar çok ise de tükenmeye
mahkumdur. Ancak benim için baki kalacak olan ve benden sonraki neslim için devam
edecek olan övünç ve şerefi gıpta ile karşılayın."
Ona; "Bu şeref ve Övünç sana ne zaman verilecek? denildiğinde o: "Uzun bir zaman sonra
olsa bile bu yine bilinecektir." demişti. Bununla ilgili olarak bir şiirinde Ümeyye b. Abdu'şŞems
şöyle demiştir:
"Öğüt kazandık. Bu kazandıklarımızı bineklere, erkek ve dişi develerin sırtlarına yükledik.
Mer'aları, develerin hoşlandığı otlarla doludur. San'a'ya kadar uzak yollardan itibaren
böyledir.
İbn Zi Yezen bize liderlik etti. Ana yolları gösterdi.
Bulutlarından şimşekleri gözetti. O şimşekler ki ışıkları boldur.
San'a'ya vardığımızda hükümdarın evine ve soylu makama inilir."
Ebu Bekir el-Haraitî'nin rivayetine göre Halife adındaki şahıs, Muhammed b. Osman b.
Rebia b. Savae b. Has'em b. Sa'd'e şöyle bir soru sormuş: "Baban, sana Muhammed adını
nasıl verdi?" O da: "Ben de senin bana sorduğun bu soruyu babama sordum. Bana şöyle
cevap verdi: Amcam oğulları kabilesinden Süfyan b. Mücaşa b. Darem, Üsame b. Malik b.
Cündüp b. Akid, Yezid b. Rebia b. Kinane b. Harbus b. Mazen ile birlikte dört kişilik bir
heyet olarak Gassan Meliki îbn Cefne'nin yanına gitmek üzere yola çıktık. Şam'a
yaklaştığımızda ağaçlı ve otlak bir yere konaklayıp kendi aramızda konuşmaya başladık.
Konuşmamızı rahibin biri işitti, yanımıza gelip şöyle dedi: "Bu dil, bu beldenin diline benzemiyor."
Biz de Mudar kabilesinden olduğumuzu söyledik. Bunun üzerine hangi Mudar?
diye sordu. Biz de Hindaf tan, diye cevap verdik. Bunun üzerine rahip şöyle dedi: "Ama
yakın zamanda son peygamber ortaya çıkacaktır. Acele edip ona gidin. Ondaki payınızı alıp
doğru yolu bulun," O peygamberin adını sorduğumuzda, "Muhammed" dedi.
Gassan hükümdarı İbn Cefne'nin yanından döndüğümüzde her birimizin bir oğlu dünyaya
geldi. Oğullarımıza Muhammed adını verdik."
Yani onlardan her biri, o müjdelenen şerefli peygamberin kendi oğulları olmasını
arzulamışlardı.
Ebu Bekir el-Haraitî, Cabir b. Ceddan b. Cemi' b. Osman b. Simak b. Hüsayn b. Samuel b.
Adiya'mn şöyle dediğini rivayet eder: Evs b. Harise b. Salebe b. Amr b. Amir vefat edeceği
zaman Gassanlı kavmi onun etrafına toplanıp kendisine şöyle dediler: Gördüğün gibi sana
emri hak vaki olmak üzeredir. Gençliğinde evlenmeni sana söylediysek de evlenmeye
yanaşmadın. İşte kardeşin Hazreç'in beş oğlu var. Seninse Malik'ten başka oğlun yok.
Kavminin bu konuşması üzerine, Evs şöyle cevap verdi: "Malik gibi bir evladı bırakan
kimse, helak olmuş sayılmaz. Çünkü taşlardan ateş çıkaran; Malik'e nesil ve bol zürriyet
vermeye de kadirdir. Herkes ölüme mahkumdur."
Böyle dedikten sonra oğlu Malik'e dönerek şöyle dedi. "Oğulcuğum, ölsen dahi alçalma.
Cezalandıracak olsan dahi ayıplayıp kırma. Celadet göster ama tartışma. Mezar,
yoksulluktan daha iyidir. Malı az olan alçalır, saldıran kaçar, haremini ve ırzını korumak,
şerefli kimsenin şerefidir. Gün ikidir. Biri senin lehine, diğeri de aleyhinedir. Devran sana
gülerse şımarma. Günün kötü gelirse de sabırlı ol. Her ikisi de gelip geçicidir. Taçlı
hükümdar da, alçak ahmak da kahcı değildir. Gününü selametle geçir, Rabbin sana.ömürler
versin." Böyle dedikten sonra şu şiiri söyledi:
"Muharrikin döndüğü günde esirleri gördüm.
Hicir'de Allah'ın sayhası ömrüme ulaştı.
Mülk sahibi insanlar da, sokaktakiler de,
Sonunda ölüme ve mezara mahkumdurlar.
Semud ve Cürhüm kabilelerim helak eden Allah,
Belki de zamanın sonuna kadar benim neslimi devam ettirir.
Onları, Amr b. Amir aşiretinden kaçırırsın.
Ama davetçinin yanında intikam talebini ileri süren casuslar var.
Eğer günler, benim gayretimi çürütmeseler,
İhtiyarlıkta benim başımı ağartmasa idi,
Bilesiniz ki bizim Rabbimiz vardır.
Arş'ının üzerinde yücelmiştir.
Gelecek olan hayır ve şerri bilir.
Kavmimin haberi olmadı mı ki, Allah'ın daveti vardır.
Saadet ve iyilik sahibi kimseler, o davete icabet eder.
Galib'in kavminden bir peygamber gönderildiğinde,
Mekke'de, Mekke ile Hicir arasında.
Orada onun zaferini isteyin, ülkenize yardım etsin.
Amir oğullarına destek olsun, saadet, onun yardımmdadır."
Böyle dedikten sonra Evs b. Harise b.Sa'lebe b. Amr b. Amir vefat etti. [6]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/472-473.
[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/473-476.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/476-489.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/489-493.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/494-507.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/508-512.
 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...