27 Nisan 2015

VEN-NİHAYE 10 NCI BÖLÜM Musa (As.)'Dan Sonra Gelen Beni İsrail Peygamberleri Ahmet İbn Kesîr'in


VEN-NİHAYE 10 NCU BÖLÜM
Musa (As.)'Dan Sonra Gelen Beni İsrail Peygamberleri
Ahmet İbn Kesîr
îbn Cerir et-Taberî, tarihinde şöyle der: Ümmetimiz ile diğer ümmetlerden önce gelip
geçmiş ümmetler hakkında bilgi sahibi olanlar arasında ittifak edilen görüşe göre
İsrailoğullarının peygamberi Yu-şa'dan sonra Kalib b. Yuhanna gelmiştir. Bu da Musa
peygamberin ashabından biri olup bacısı Meryem'in kocasıdır. Bu, Allah'tan korkan iki
kimseden biridir. Bu iki kişi, Yuşa ile Kalib'dir. Bunlar, cihaddan yüz çevirdikleri zaman
İsrailoğullanna şöyle demişlerdir:
«Onların (zorba kavmin) üzerine kapıdan girin. Eğer kapıdan girerseniz, muhakkak ki siz
galip gelirsiniz. Haydi eğer inanıyorsanız Allah'a dayanın!,» ((ei-Mâide,23.)
îbn Cerir et-Taberî dedi ki: Yuşa1 dan sonra İsrailoğullarının idaresini, Hazkil b. Bozi
üstlendi. O, Cenâb-ı Allah'a dua ederek, ölüm korkusu ile yurtlarından çıkmış olan binlerce
kişinin diriltilme sine vesile oldu. [1]
Hazkîlin Kıssası
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Şu, binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara,
"ölün" dedi de sonra kendilerini diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir. Ama
insanların çoğu şükretmezler.» (el-Bakara, 243.)
Muhammed b. İshak, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yuşa'dan sonra
Cenâb-ı Allah, Kalib b. Yuhanna'nın canını aldığında o, İsrailoğullarının başına Bozioğlu
Hazkil'i halef tayin etti. Kavmi için dua ederek diriltilmelerine vesile oldu. Kur'ân-ı
Kerim'de onun kavmi ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:
"Şu, binlerce kişi iken Ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?"
İbn İshak'm anlattığına göre îsrailoğullan, veba korkusu ile yurtlarından çıkıp kaçmışlar ve
başka bir yere yerleşmişlerdi. Cenâb-ı Allah onlara ölün, dedi. Onlar da topluca öldüler.
Cesetlerine canavarlarsaldırmasın, diye etraflarına duvar çekildi. Uzun müddet orada kaldılar.
Nihayet Hazkil (a.s.) onlara uğradı. Yanlarında durup düşünmeye başladı. Ona: "Gözün
önünde Cenâb-ı Allah'ın onları diriltmesini ister misin?" diye sorulunca, evet dedi. Bunun
üzerine orada yatmakta olan ölülerin kemiklerine et giydirilmesi ve damarlarıyla kaslarının
birbiriyle irtibatlandırılması için dua etmesi emrolundu. Dua edip oradaki ölülere Cenâb-ı
Allah'ın emri üzerine seslenince, ölülerin hepsi dirilip ayağa kalktılar ve hep bir ağızdan
tekbir getirdiler.[2]
"Şu binlerce kişi iken ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara,
"Ölün" dedi de sonra kendilerini diriltti".
Bu ayet-i kerime ile ilgili olarak Esbat, İbn Mes'ud ile sahabelerden bir kısmının şöyle
dediklerini rivayet etmiştir. Vasıt'dan önce Daver-dan denen bir kasabada taun hastalığı baş
göstermişti. Orada bulunan insanlar korkularından kaçıp giderek uzak bir yere
yerleşmişlerdi. Kasabada kalanlar ölmüşler, kaçanlar kurtulmuşlardı. Taun hastalığı
kalktıktan sonra kaçaklar sağ salim olarak geri gelip vatanlarına yerleşmişlerdi. Kasabada
kalıp ölümden kurtulmuş olan bazı kimseler şöyle demişlerdi: Kasabadan kaçıp, hastalığın
ortadan kalkmasından sonra geri gelen bu arkadaşlarımız bizden daha akıllıdırlar. Eğer
Ölenleriniz ile birlikte hepimiz bunlar gibi kaçıp gitmiş olsaydık hiç birimize ziyan
gelmezdi. Ölmüş olanlar da şimdi hayatta kalacaklardı. Eğer ikinci kez taun hastalığı baş
gösterirse biz de bunlarla birlikte kasabadan çıkıp gideriz.
Ertesi sene yine aynı kasabada taun hastalığı baş gösterdi. Bu defa hepsi kasabayı terkedip
kaçtılar. Sayıları 30.000 küsur civarındaydı. Efyah vadisine gidip yerleştiler. Birisi vadinin
alt tarafından, diğeri üst tarafından olmak üzere iki melek kendilerine: "Ölün!" diye
seslendiler. Bunun üzerine hepsi ölüp geride sadece cesetleri kaldı. Sonra kemikleri de
birbirinden ayrıldı. Nihayet uzun bir müddet sonra Hazkil peygamber, onların kemiklerinin
yanma varıp durdu. Durumlarını düşünmeye, dudaklarını kıvırmaya, parmaklarım
ovalamaya başladı. Cenâb-ı Allah, kendisine şöyle vahyetti: "Onları nasıl dirilteceğimi
görmek ister misin?". Evet, dedi. Allah'ın onları nasıl dirilteceğini hayretle bekleyip
düşünüyordu. Kendisine: "Bu kemiklere seslen." denildi, o da şöyle seslendi: "Ey kemikler!
Cenâb-ı Allah, bir araya gelmenizi emrediyor". Böyle dedikten sonra kemikler âdeta
uçarcasına yanyana gelip birer beden haline geldiler. Sonra Cenâb-ı Allah ona yine "seslen"
diye vahyetti. O da şöyle seslendi; "Ey kemikler! Cenâb-ı Allah üzerinize et geçirilmesini
emrediyor". Böyle deyince kemiklere et geçirilmeye, etleri kanlanmaya başladı. Ölürken
üzerlerinde bulunan elbiseleri de vücutlarına geçti. Sonra yine kendisine bir sadâ geldi: "Bu
ölü cesetlere seslen". O da cesetlere şöyle seslendi: "Ey cesetler! Cenâb-ı Allah sizin
canlanıp ayağa kalkmanızı emrediyor". Böyle demesi üzerine o ölü cesetler canlanıp ayağa
kalktılar.
Esbat dedi ki: O İsrailoğullan, diriltil dikleri zaman şöyle dua ettiler:
"Ey Allah'ım, sen noksanlıklardan münezzehsin. Sana hamdederiz. Senden başka tanrı
yoktur". Böyle dedikten sonra ölü olarak diriltildik-leri halde canlı vaziyette kavimlerine
döndüler. Yüzlerinde ölümün yumuşaklığı hâlâ vardı. Giydikleri elbise âdeta resme
dönüyordu. Yaşadılar, sonra kendileri için takdir edilmiş olan ecel geldiğinde yeniden vefat
ettiler. îbn Abbas'a göre bunlar, 4000 kişi kadardılar. îbn Abbas'dan gelen başka bir rivayete
göre ise 8000 kişi idiler. Ebu Salih'e göre 9000 kişi idiler. îbn Abbas'dan gelen üçüncü bir
rivayete göre ise 40.000 kişi idiler.[3] Said b. Abdülaziz'e göre bunlar, Ezriat ahalisinden
imişler.
İbn Cüreyc, Ata'nm şöyle dediğini rivayet eder: Bu olay, sakınmanın kadere faydası
olmayacağına açık bir misal teşkil etmiştir.
Cumhur-u ulemaya göre bu olayın vukuu kesindir.
Zührî, Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Hattab oğlu Ömer (r.a.), Şam'a
doğru yola çıktı. Serğ denilen yere vardığında ordu kumandam Ebu Ubeyde b. Cerrah ile
arkadaşları onu karşıladılar. Şam'da veba salgınının baş gösterdiğini kendisine ilettiler.
Bunun üzerine o da muhacirlerle Ensâr'a danıştı. Çeşitli görüşler ileri sürdüler. Derken
Abdurrahman b. Avf -daha önceleri bazı ihtiyacını görmek için gözden kaybolmuştugeliverdi
ve şöyle dedi: "Bu hususta benim bilgim vardır. Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu işittim: «Bulunduğu nuz yerde veba salgını görülürse oradan kaçıp çıkmayın.
Bir yerde veba salgını olduğunu duyarsanız, oraya da girmeyin.»
Abdurrahman b. Avf m böyle demesi üzerine Hz. Ömer, Allah'a hamdedip geri döndü.[4]
İmam Ahmed b. Hanbel, dedi ki: Abdurrahman b. Avf, Şam'da iken Hz. Ömer'e haber
göndererek Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in konuyla ilgili olarak şöyle buyurduğunu haber
verdi:
«Bu hastalık ile sizden önceki ümmetler azaplandırıldı. Bunun bir yerde baş gösterdiğini
duyarsanız oraya girmeyin. Eğer bulunduğunuz bir yerde bu hastalık baş gösterirse, o
zamanda hastalıktan kaçarak o yerden çıkıp gitmeyin". Bu haber üzerine Hz. Ömer, Şam'a
gitmeyip yolda iken geri döndü.
Muhammed b. îshak dedi ki: Hazkil peygamberin İsrailoğullan arasında ne kadar müddetle
kaldığına dair bir rivayet elimize geçmiş değildir. Bir müddet aralarında kaldıktan sonra
Cenâb-ı Allah, onun ruhunu teslim aldı. Ahirete irtihal etti. Vefatından sonra İsrailoğullan,
Cenâb-ı Allah'ın kendilerinden almış olduğu sözü unuttular. Aralarında büyük hadiseler
meydana geldi. Putlara tapmaya başladılar. Tapmakta oldukları putlardan biri de Bal
adındaki bir put idi. Nihayet Cenâb-ı Allah, onlara Yasin oğlu İlyas peygamberi gönderdi.
İlyas'm babası Yasin, Ayzer oğlu Fenhas'm oğludur. Ayzer'de İmran oğlu Harun
peygamberin oğludur.
Hızır peygamberin kıssasından sonra İlyas peygamberin kıssasını anlattık. Çünkü bunlar,
ekseriyetle birarada zikredilen iki peygamberdirler. Ayrıca bu kıssa, Sâffât sûresinde Musa
peygamberin kıssasından sonra anlatılmıştır. Bu nedenle İlyas (a.s.)'m kıssasını buraya aldık.
Doğrusunu Allah bilir. Muhammed b. îshak'm, Vehb b. Müneb-bih'den naklettiğine göre
İlyas'm vefatından sonra İsrailoğullarma, onun vasisi olan Elyesa b. Ahtop (â.s.)'a
peygamberlik verilmiştir. [5]
Elyesa Peygamberin Kıssası
Cenâb-ı Allah, Elyesa'ı da En'âm sûresinde bazı peygamberlerle birlikte zikretmiştir. Şöyle
ki:
«İsmail, Elyesa, Yunus ve Lût'a da (yol gösterdik), hepsini âlemlere
Üstün klldlk»(el-En'âm, 86.)
«İsmail'i, Elyasa'ı, Zülkifli de an. Hepsi de iyilerdendir.» <Sâ'd,48.)
İbn İshak'm, Hasen'den rivayet ettiğine göre İlyas'dan sonra İsrailoğullarma Elyesa
peygamberlik etmiştir. Cenâb-ı Allah'ın dilediği bir süre kadar aralarında kalıp İlyas'm
yolunu ve şeriatını tutarak onları Allah'a kulluk etmeğe davet etmiştir. Nihayet eceli gelince
o da ahirete göçmüştür. Ardı sıra büyük olaylar, günahlar ve hatalar işlemişlerdir.
İsrailoğullannm aralarında zorbalar çoğalıp peygamberleri öldürmeye başlamışlardır. İnatçı
azgın ve taşkın bir hükümdarları vardı. Denildiğine göre o hükümdara, tevbe edip
inatçılığından ve zorbalığından geri caydığı taktirde Cennet'e gireceğini Zülkifl tekeffül
etmişti. Tekeffül ettiğinden dolayı da Zülkifl adını almıştı.
Muhammed b. îshak'm anlattığına göre Elyesa'nın adı Ahtop'dur.
Hafız Ebu'l-Kasım b. Asakir, tarihinin (y) harfi maddesinde Elye-sa'dan bahsederken onun
Esbat b. Adiy b. Şotlim b. Efraim b. Yusuf b. Ya'kub b. îshak b. İbrahim el-Halil olduğunu
söylemiştir. Denildiğine göre Elyesa, İlyas peygamberin amcası oğludur. Baalbek,
hükümdarının korkusundan ötürü onunla birlikte Kasyon dağında gizlenirmiş. Sonra her
ikisi beraberce önün yanma giderek Allah'a kulluğa davet etmişler. İlyas'm vefatından sonra
onun yerine Elyesa geçerek kavmine peygamberlik etmiştir.
Eyyüb peygamberin kıssasını Zülkiflden önce anlattık. Çünkü bir rivayete göre Zülkifl,
Eyyüb peygamberin oğludur. Doğrusunu Allah bilir. [6]
Fasıl
İbn Cerir et-Taberî ile diğerleri dediler ki: Elyesa'dan sonra İsrailoğullannm durumları
berbat olup karıştı. Büyük günahlar işlediler. Peygamberlerin bir kısmım öldürdüler. Bunun
üzerine Cenâb-ı Allah, peygamberlere bedel olarak üzerlerine zorba hükümdarları musallat
etti. O hükümdarlar kendilerine zulmedip kanlarım akıttılar. Ayrıca Cenâb-ı Allah, diğer
milletleri de onlara düşman kılıp üzerlerine musallat kıldı. Düşman milletlerden biri ile
savaştıklarında Misak tabutu onlarla beraber oluyordu. Bu vesile ile Cenâb-ı Allah'ın
bereket ve imdadı kendilerine yetişip muzaffer oluyorlardı. Musa ve Harun ailesinin bıraktıkları
kalıntılarla ferahlık, o tabutun içinde bulunuyordu.
Gazzeliler ve Maskalan ahalisi ile yaptıkları bazı savaşlarda mağlup oldular. Mülkleri
ellerinden alındı. İsrailoğullarmın o zamanki hükümdarı, bunu öğrenince, boynu incelip
rengi sarardı ve kahrından öldü. İsrailoğullan da başsız kaldılar. Nihayet Cenâb-ı Allah,
kendilerine Samoyel adında bir peygamber gönderdi. Samoyel'den düşmanla savaşırken
başlannda bulunması için bir hükümdar tayin etmesini istediler. Neticede Kur'ân-ı Kerim'de
anlatılan olaylarla karşılaştılar.
İbn Cerir et-Taberî der İd: Yuşa b. Nun'un vefatından sonra Samo-yel'in peygamber olarak
gönderilişine kadar aradan 460 sene geçti.[7]
Samoyel Peygamberin Kıssası
Samoyel, Alkame oğlu Bali'nin oğludur. Alkame, Yehvabin oğlu Yerham'in oğludur.
Yehvabin, Sof oğlu Teho'nun oğludur. Sof, Mahis oğlu Alkame'nin oğludur. Mahis, Azriya
oğlu Amosa'nm oğludur. Samo-yel'e, Eşmayel diyenler de vardır. Mukatil'in dediğine göre
Samoyel, Harun'un mirasçılarmdandır. Mücahid'e göre Samoyel'in adı Eşmoyel olup
Helfaka'nm oğludur. Samoyel'in nesebinde daha ileriki babalarının adları zikredilmemiş tir.
Doğrusunu Allah bilir.
Süddı, İbn Abbas ile İbn Mes'ud ve sahabelerden bir grupla birlikte Salebî ve diğerlerinin
şöyle dediklerini nakleder: Gazze ve Askalan mıntıkasında Amalika kabilesi, israiloğullanm
mağlup edip, onlardan çok kimseleri öldürmüşlerdi. Çok sayıda çocuklarım esir almıştı.
Lavi kabilesinde artık peygamberlikte sona ermişti. Onlardan hayatta kalan, sadece hamile
bir kadın olmuştu. O kadın, kendisine bir erkek evlat na-sib etmesini Cenâb-ı Allah'dan
dilemişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah da ona bir erkek çocuk nasib etti. Çocuğa, Eşmoyel
adını vermişti. Eş-moyel adının İbranice'deki manası, İsmail'dir. Yani bu kelime, "Allah
benim duamı işitti" anlamım taşımaktadır.[8]
Samoyel gelişip yetişkinlik çağına varınca anası, onu bir mescide götürüp orada Allah'a
ibadet etmekte olan salih bir adama teslim etti ki onun iyiliklerinden ve ibadetlerinden
nasibini alıp bir şeyler öğrensin. Samoyel, o salih adamın yanında kaldı. Delikanlılık çağına
vardığında bir gece uyumakta iken mescidin bir köşesinden bir ses duyup uyandı ve korktu.
Sandı ki o salih ihtiyar kendisini çağırıyor. İhtiyara: "Sen mi beni çağırdın?" diye sorunca
ihtiyar, onu korkutmamak için: "Evet, ben çağırdım. Sen, uyumana bak." dedi. Bunun
üzerine Samoyel de uyumaya başladı. Fakat aradan kısa bir süre geçtikten sonra aynı sesi
ikinci kez duydu. Sonra üçüncü kez duydu. Bir de baktı ki Cebrail yanma gelip şöyle diyor:
"Ey Samoyel! Doğrusu Rabbin seni kavmine peygamber olarak gönderdi". Bundan sonra
Samoyel, Kur'ân-ı Kerim'de anlatıldığı gibi kavmim Hakka davet etmeye başladı.
Cenâb-ı Allah, kutsal kitabında şöyle buyurmaktadır:
"Musa'dan sonra îsrailoğullarımn ileri gelenlerim görmedin mi?Peygamberlerine: "Bize bir
hükümdar gönder (onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım." demişlerdi."
"Ya size savaş yazılınca savaşmazsanız?" dedi. Dediler: "Bizler neden Allah yolunda
savaşmayalım ki; oysa biz yurtlarımızdan ve oğullarımız arasından çıkarılıp sürüldük?"
Fakat kendilerine savaş yazılınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah zalimleri
bilir. Peygamberleri onlara dedi ki: "Allah, Talut'u size hükümdar gönderdi." Dediler ki: "O
bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız. Ona geniş
mal da verilmemiştir".Dedi: "Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti. O'nun bilgisini ve
gücünü arttırdı". Allah mülkünü dilediğine verir. Allah(m lütfü) geniştir. (O, herşeyi)
bilendir.
Ve peygamberleri onlara dedi ki: "O'nun hükümdarlığının alameti, tabutun size gelmesidir.
Onun için de, Rabbinizden bir ferahlık ve Musa ailesinin, Harun ailesinin geriye
bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanıyorsanız bunda
sizin için (Ta-lut'un hükümdarlığına) kesin bir alamet vardır".
Tefsircilerin çoğu dediler ki: Bu kıssada anlatılan kavmin peygamberi Samoyel idi.
Başkaları ise Şemun olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları ise Samoyel ile Şemun'un aynı
kişi olduğunu ifade etmişlerdir. Bir başka grup ise bu kavmin peygamberinin Yuşa'
olduğunu ileri sürmüştür. Bu, imam Ebu Cafer b. Cerir'in, Tarih'inde anlattıklarına çok
uzaktır. Çünkü İmam Ebu Cafer, Tarih'inde şöyle der: Yuşa'nm vefatı ile Samoyel'in
peygamber olarak gönderilişi arasında 460 senelik bir zaman geçmiştir. Doğrusunu Allah
bilir.[9]
Hülasa, bu kavim, savaşlardan yenik düşüp bitkin hale geldikleri ve düşmanları tarafından
ezildiklerinde o zamanki Allah'ın peygamberinden, kendileri için bir hükümdar tayin
etmesini talep ettiler iri, o hükümdarın emri altında düşmanlarıyla savaşsınlar. Peygamber,
onlara şöyle demişti:
«"Ya size savaş yazılınca savaşmazsanız?" dedi. Dediler: "Bizler neden Allah yolunda
savaşmayalım ki?" (Yani Allah yolunda bizi savaşmaktan engelliyecek ne vardır?). Oysa biz
yurtlarımızdan ve oğullarımız arasından çıkarılıp sürüldük.» (ei-Bakara, 246.)
Yani bizler savaştan yenik çıkıp sevdiklerimizden ayrı düştük. Öyle ise düşmanlarımızın
elinde esir kalıp horlanmakta olan oğullarımız ve çocuklarımız için savaşmamız gerekir.
Onların böyle demeleri üzerine Cenâb-ı Allah şöyle buyurdu:
"Fakat kendilerine savaş yazılınca (farz kılınınca), içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler.
Allah zalimleri bilir".
Bu kıssanın son kısmında da anlatıldığı gibi o hükümdarla birlikte onların pek azı hariç,
nehri geçmediler. Geri dönüp düşmanla yüz yüze gelmekten kaçındılar.
«Peygamberleri onlara dedi ki: "Allah, Talut'u size hükümdar gönderdi.» (el-Bakara, 247.)
Sa'lebî dedi ki: Bu ayette geçen Talut, Kayş b. Efil'in oğludur. Efil, Sara b. Tihort'un
oğludur. Tihort, Enis oğlu Efih'in oğludur. Enis, Ya-kub oğlu Bünyamin'in oğludur. Yakub,
İbrahim oğlu îshak'ın oğludur.
îkrime ile Süddî dediler ki: Talut, şakacı idi. Vehb b. Münebbih dedi ki: Talut, deri sepicisi
idi.
Başkaları ise, onun başka bir sanatla uğraştığını ifade etmişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.[10]
Dediler ki: "O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha
layıkız, ona geniş mal da verilmemiştir".
Denildi ki: Cenâb-ı Allah, peygamber Samoyel'e şöyle vahyetti: Israiloğullanndan
hangisinin boyu, şu değnek boyu kadar olur da içinde Kudüs yağı bulunan şu boynuza
gelirse o, onların hükümdarı olacaktır. Bunun üzerine İsrailoğulları değneği ellerine alıp
kendi boylarını ölçmeye başladılar. Talut'dan başka hiçbiri, değneğin boyu kadar uzun değildi.
Talut, peygamber Samoyelın yanma gelince içinde Kudüs yağı bulunan boynuzu elde
etti. Samoyel'de ona Kudüs yağını sürdü ve onu hükümdarlığa tayin etti. îsrailoğullarına da
şöyle dedi: "Allah onu sizin-üzerinize (hükümdar) seçti. (Savaş hususunda veya diğer her
işte) onun bilgisini ve gücünü (ya da boy ve güzelliğini) arttırdı".
Ayet-i kerime'den anlaşıldığına göre Talut, îsrailoğullarınm en yakışıklısı ve en bilgilisi idi.
«...Allah, mülkünü dilediğine verir". Hüküm vermek O'na aittir. Yaratmak ve emir vermek
O'nun elindedir. Allah(m lütfü) geniştir. (O, her şeyi) bilendir.
Ve peygamberleri onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alameti, Tabut'un size gelmesidir.
Onun içinde, Rabbinizden bir ferahlık ve Musa ailesinin, Harun ailesinin geriye
bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanıyorsanız bunda
sizin için (Ta-lut'un hükümdarlığına) kesin bir alamet vardır.»(el-Bakara, 247-248.)
Bu da, Talut'un iyi bir insan ve veli bir kimse olması nedeniyle onlara getirdiği uğur ve
bereketin bir eseridir. Bu vesile ile Cenâb-ı Allah onlara, daha önce ellerinden almış olduğu
tabutu geri verdi; düşmanlarım ezdi. Bu tabut nedeniyle düşmanlarına karşı muzaffer
oldular."Onda Rabbinizden bir ferahlık vardır". Denildiğine göre ayet-i kerimede geçen
tabut kelimesinden kasıt, altından yapılma bir tastır. Onun içinde peygamberlerin göğüsleri
ve kalpleri yıkanırmış. Denildiğine göre o tabut sebebi ile kendilerine gelen ferahlık, rüzgar
esintisi şeklinde imiş. Yine denildiğine göre o tabut, bir kedi timsali şeklinde yapılmıştı.
Savaş anında ses çıkardığında İsrail oğulları muzaffer olacaklarına inanırlarmış. "O tabutta
Musa ailesinin, Harun ailesinin geriye bıraktıklarından bir kalıntı vardır".
Tabutun içinde, Tevrat levhalarının parçaları ile Tih sahrasında İsrailoğullarına inen kudret
helvasından biraz kalmış idi. "O'nu melekler taşıyorlardı". Yani o tabutu, ey îsrailoğulları,
melekler taşıyıp size getirecekler ve siz de onu ayan beyan bir surette göreceksiniz ki, Allah'ın
size karşı bir hücceti olsun ve benim size söylediklerimin doğruluklarına dair apaçık
bir burhan olsun. Talut'un veli ve salih bir insan olduğunu ispatlayan bir delil olsun. "Eğer
inanıyorsanız bunda sizin için (Talut'un hükümdarlığına) kesin bir alamet vardır'.
Denilir ki Amalika kabilesi, bu tabut sayesinde düşmanlarına galip olduklarında ki tabutun
içinde ferahlık ve Musa ailesi ile Harun ailesinden kalıntılar vardı. Bir başka rivayete göre
tabutun içinde Tevrat da vardı. Tabut tamamen ellerine geçince onu kendi mıntıkalanndaki
bir putun altına koydular. Sabah olunca tabutun putun başında durmakta olduğunu gördüler.
Onu yine putun altına koydular. Ertesi gün sabahladıklarında tabutun yine putun üstünde
olduğunu gördüler. Bu iş böyle devam edince, bunun Allah tarafından yapılan bir iş
olduğunu anladılar ve onu mıntıkalarından çıkarıp beldelerine bağlı bir köye yerleştirdiler.
Boyun kısımlarında bir hastalık peyda oldu. Bu hastahktan uzun süre kurtulamayınca tabutu
bir arabaya yerleştirip iki ineğe bağlayarak mıntıkaları dışına sürdüler. Denildiğine göre
melekler, bu arabayı sürerek İsrailoğullan topluluğunun Önüne getirdiler. Peygamberlerinin
de haber verdiği gibi, îsrailoğulları bu manzarayı seyrediyorlardı. Tabii yine de meleklerin
bu tabutu ne şekilde getirdiklerini en iyi Allah bilir. Ama kuvvetli görüşe göre ayet-i
kerimeden de anlaşıldığı gibi tabutu, melekler bizzat taşıyorlarmış. Her ne kadar birinci
şeklin daha kuvvetli olduğunu tefsircilerin bir çoğu anlatmakta iseler de doğrusunu Allah
bilir.[11]
«Talut, askerler (iy)le ayrılınca dedi ki: "Allah, sizi bir ırmakla deneyecektir. Kim ondan
içerse benden değildir. Ondan (kana kana) tatma-yıp sadece eliyle bir avuç alan bendendir.»
(el-Bakara, 249.)
Ibn Abbas ile tefsircilerin çoğu dediler ki bu nehir, Ürdün nehridir. Buna Şeria nehri de
denir. Askerleri ile Talut, bu nehrin yanına vardığında bir imtihan dolayısıyla Cenâb-ı
Allah'ın peygamberi Samoyel'e verdiği emre dayanarak Talut'da askerlerine şöyle buyruk
verdi: Kim bu nehirden içerse benimle beraber olmasın. Bu gazada benden uzak-laşsm.
Bundan ancak (kana kana) tatmayıp sadece avucu ile bir defa alan benimle arkadaşlık
edebilir.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "İçlerinden pek azı hariç, hepsi ondan içtiler".
Süddî dedi ki: Talut'un askerleri 80.000 idi. Ondan 76.000 kadarı içtiler. Geriye 4000 asker
kaldı.[12] Buharı, sahihinde şöyle bir hadis nakleder: Bera b. Azib şöyle dedi: Muhammedin
sahabeleri olan bizler kendi aramızda konuşuyorduk. Şöyle ki: Bedir savaşma katılan
sahabelerin sayısı ile nehri, Talut'la beraber geçen savaşçıların sayısı arasında bir mukayese
yapılacak olursa ikisinin de eşit olduğu görülür. Talut'la birlikte nehri geçen askerler, 310
küsur kadardı. Süddî'nin ifade ettiğine göre Talut'un askerleri, 80.000 kadarmış. Aslında bu
sayı üzerinde ihtilaf vardır. Çünkü Kudüs toprağına, 80.000 asker sığmaz. Doğrusunu Allah
bilir.
Cenâb-ı Allah buyurdu:
«Nihayet Talut ve kendisiyle beraber inanalar, ırmağı geçince: "Bu gün Calut'a ve
askerlerine karşı bizim gücümüz yok." dediler.» Kendilerini azımsadılar ve zayıf gördüler.
Düşmanlarının çokluğu karşısında şaşıp onlara mukavemet edemeyeceklerini sandılar.
"Allah'a kavuşacaklarına kanaat getirenler ise şöyle dediler: "Nice az bir topluluk var ki,
Allah'ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir». Yani iman ve
yakîn sahibi olan bahadırlarla yiğitler, sabredip mukavemet ruhuna sahip olanlar, düşmanla
karşılaşıp mücadele vermeye ve vuruşmaya onları teşvik ettiler.
«(Talut'un askerleri) Calut ve askerlerine karşı çıktıklarında şöyle dediler: "Rabbimiz,
üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kafir millete karşı bize yardım et!"» (d-
Bakara, 250.)
Cenâb-ı Allah'tan üzerlerine sabır dökmesini, kalplerine itminan vermesini, ayaklarını
kaydırmamasını, savaş alanında kendilerine metanet vermesini, gazanın kızıştığı ve savaş
alevlerinin tutuştuğu esnada yüreklerini pekiştirmesini dilediler. Batınî ve zahirî dayanıklılık
istediler. Düşmanlarına ve kafirlere karşı, münkirlerle zorbalara karşı muzafferiyet istediler.
Allah'ın ayetlerim ve nimetlerini inkar eden kimselere karşı galibiyet istediler. Yüce
kudretin sahibi, her şeyi görüp işiten, her şeyden haberdar olup bütün işleri yerli yerince
yapan Rable-ri, dileklerine cevap verdi ve isteklerini yerine getirdi. Onlar da Allah'ın güç ve
kuvveti ile onun izin ve yardımı ile düşmanlarım hezimete uğrattılar. Düşmanlarının sayı ve
teçhizatı çok olmakla birlikte yine de Allah'ın verdiği kuvvet sayesinde onları mağlub ettiler.
Nitekim Cenâb-ı Allah buna bir nazire olarak mü'minlere hitaben şöyle buyurmuştur.
«Nitekim Allah size Bedir'de de yardım etmişti. Siz o zaman zayıf idiniz. O halde Allah'tan
korkun ki şükredesiniz.» (Âl-i Imr;in,i23.)
«Davud, Calut'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi. Ve ona
dilediğini öğretti.» (ei-Bakaı-a, 25i.)
Bu ayet-i kerime de Davud (a.s.)'un kahramanlığına delâlet vardır. Yine bu ayet-i kerimede
anlatıldığına göre o, düşman ordusunu ezip hezimete uğratmıştır. Düşman askerlerini kırıp
geçmiştir. Düşman ordusunun başındaki komutanı öldürmekten daha büyük bir muzafferiyet
düşünülemez. Bu sebeble Davud ve askerleri bol miktarda malları ganimet olarak ele
geçirmiş; yiğit düşman savaşçılarını esir almışlardı. İman kelimesi, putlar üzerinde
yücelmişti. Allah'ın dostları, düşmanlarına galip gelmişti. Gerçek din, bâtıla üstün olmuştu.
Bâtılın peşinde koşanlara galip olunmuştu.
Süddî şöyle der: Davud peygamber, babasının çocuklarının arasında en küçük olanı idi.
Onüç kardeş idiler. îsrailoğullarınm hükümdarı Talut'un, halkı, Calut'u ve askerlerini
öldürmeye, onlarla savaşmaya teşvik ettiğini duydu. Talut şöyle diyordu. Kim Calut'u
öldürürse, kızımı ona verir ve onu tahtıma ortak ederim.
Davud peygamber, iyi sapan atmasını bilirdi. İsrailoğullan arasında dolaşmakta iken bir
taşın kendisine şöyle seslendiğini işitti: "Ey Davud beni al. Çünkü sen Calut'u benimle
öldüreceksin!" Taşın böyle seslendiğini duyan Davud, hemen koşup taşı aldı. Ardından
ikinci bir taşta kendisine aynı şekilde seslendi, onu da aldı. Daha sonra üçüncü bir taşın da
kendisine aynı şekilde seslendiğini işitince onu da alıp sapanına yerleştirdi. İki ordu karşı
karşıya geldiğinde düello yapmak için Calut ortaya çıktı. Kendisiyle vuruşacak bir kimse
istedi. Ona karşı Davud çıktı. Davud'a şöyle dedi:
"Geri dön, seni Öldürmek istemiyorum! .
Davud: "Ama ben seni öldürmek istiyorum." dedi. Ve üç taşı alıp sapına yerleştirdi.Sonra
sapanını çevirerekiçindeki üç taşı paça haline getirdi. Taşları fırlatarak Calut’a isabet
ettirdi.Kafasınıyarıp öldürdü. Böylece Calut'un askerleri paniğe kapılarak gerisin geri kaçtılar.
Talut da Davud'a verdiği sözü yerine getirdi. Kızını ona verip tahtına ortak etti. Davud'a
büyük payeler verdi. İsrailoğullan arasında onun hükmünü geçerli kıldı. İsrailoğullan da
Davud'u sevdiler. Talut'dan
fazla ona meylettiler.
Denildiğine göre Talut, bir müddet sonra Davud'u kıskanmaya başlamış ve onu öldürmek
istemişti. Öldürmek için bir tuzak kurmuştu, ama amacına ulaşamamıştı. Âlimler, Davud'u
öldürmekten onu mene-diyorlardı. Bunun üzerine Talut, kızarak âlimlere musallat oldu. Az
bir kısmı dışında hepsini öldürdü. Bilahare pişman olarak tevbe etti ve kötülüklerine son
verdi. Nedametinden dolayı çokça ağlamaya başladı. Mezarlıklara gidip oralarda ağlardı.
Öyle ki göz yaşları ile toprağı ısla-tırdı. Günün birinde mezarlıktan kendisine şöyle bir ses
geldi: Ey Talüt! Biz hayatta idik, sen bizi öldürdün. Öldükten sonra bile bize eziyet verir
oldun!
Bu ses üzerine Talut daha fazla ağlamaya başladı. Korkusu fazlalaştı. Sonra durumunu
kendisine izah edecek bir âlim aradı. Tevbesinin kabul edilip edilemeyeceğini sordu.
Kendisine: "Sen hayatta bir âlim bıraktın mı ki şimdi durumuna bir çare bulması için âlim
arıyorsun?" denildi. Nihayet bir kadının yanma gitmesini kendisine salık verdiler. Kadının
yanma gitti. Kadın onu alıp Yuşa peygamberin mezarının yanı başına getirdi. Kadın, Allah'a
dua etti. Yuşa peygamber mezarından kalktı. Ve: "Kıyamet mi koptu?" diye sorunca kadın
şöyle cevap verdi: Hayır, ama Talut, sana tevbesinin kabul edilip edilemeyeceğini soruyor.
Yuşa şöyle cevap verdi: Evet, tevbesi kabul edilir; ama bu hükümdarlıktan vazgeçmesi,
gidip şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaşması gerekir.[13]
Bunun üzerine Talut, hükümdarlığı Davud peygambere bıraktı, onüç evladıyla birlikte o
mıntıkadan gitti. Şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaştılar. "Allah ona mülk ve hikmeti
verdi. Dilediğini ona öğretti" ayet-i kerimesinden kastedilen mana da budur.
Muhammed b. îshak der ki: Mezarında diriltilen ve tevbesinin kabul edileceğini Talut'a
haber veren peygamber, Ahtab oğlu Elyesa'dır. Ibn Cerir de böyle bir rivayette bulunmuştur.
Sa'lebî der ki: O kadın, Taîut'u, Samoyel peygamberin mezarının yanı başına getirdi.
Samoyel, yaptığı kötülüklerden dolayı Talut'u kına-dı.
Bu rivayet daha münasiptir. Talut'un, Samoyel peygamberi rüyasında görmüş olması daha
mantıklıdır. Mezarından dirilip kalkması, mantıklı değildir. Bu, bir peygamberin
gösterebileceği bir mucizedir. Oysa Talut'un müracaat ettiği kadın, peygamber değildi.
Doğrusunu Allah bilir.
İbn Cerir der ki: Tevrat ehli, Talut'un hükümdarlığı ile çocuklarıyla birlikte Allah yolunda
öldürülmeleri arasında geçen zamanın kırk yıl olduğunu söylemişlerdir. Doğrusunu Allah
bilir. [14]
Davud Peygamberin Kıssası
Davud, Uveyd oğlu İsa'nın oğludur. Uveyd, Salamon oğlu Abir'in oğludur. Salamon,
Uveynadip b. Nahşo'nun oğludur. Uveynadip, Hasron b. Faresoğlu İrem'in oğludur. Fares,
Yahuza b. Yakub'un oğludur. Ya-huza, İshak b. Yakub'un oğludur. îshak ise, İbrahim Halil
peygamberin oğludur. İbrahim, Allah'ın dostu, kulu, peygamberi ve Kudüs'teki hali-fesidir.
Bazı ilim ehli ile Vehb b. Münebbih'den nakilde bulunan Muhanv med b. İshak şöyle
demiştir: Davud (a.s.) kısa boylu, mavi gözlü, az saçlı, temiz kalpli bir kimse idi.[15]
Önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi Davud peygamber, Calut'u, İbn Asakir'in anlattığına
göre Merecüssafr yakınında, Ümmü Hakim sarayının yanında öldürmüştür. Bunun üzerine
îsrailoğulları kendisini sevmişler ve Talut'tan ziyade ona meyletmişlerdir. Bunun üzerine Talut
da onu kıskanıp Öldürmek istemiş ve neticede amacına ulaşamadığından dolayı da
ülkesini terkederek hükümdarlığı Davud'a bırakmıştır. Cenâb-ı Allah, Davud'a hem
hükümdarlık, hem de peygamberlik vermişti. Hem dünya hem de ahiretin hayrını vermişti.
Halbuki daha önce hükümdarlık bir kolda, peygamberlik başka bir kolda idi. Davud
Aleyhisselam'da her ikisi birleşti. Nitekim bununla ilgili olarak Cenâb-ı Allah şöyle
buyurmuştur:
«Davud, Calut'u öldürdü. Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi. Ve ona
dilediğini Öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğer bir kısmım savmasaydı, dünya
bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.» (el-Bakara, 251 )
Eğer hükümdarlar, insanlar üzerinde hükmetmeselerdi, güçlü insanlar zayıf insanları
yenerlerdi. Bu nedenle bazı eserlerde şöyle denmiştir: "Sultan, yeryüzünde Allah'ın
gölgesidir". Mü'minlerin emiri Osman b. Affan hazretleri de şöyle buyurmuştur: "Cenâb-ı
Allah, Kur'ân ile menetmediği şeyi sultan vasıtası ile meneder".
İbn Cerir der ki: Calut, düello için Talut'u çağırdığında ona şöyle dedi. Ben sana karşı, sen
de bana karşı çık. Fakat Talut, yardım için askerlerine seslenince onun çağrısına Davud
cevap verdi. Gelip Calut'u öldürdü.[16]
Velıb b. Münebbih dedi ki: Calut'un Davud tarafından öldürülmesi üzerine insanlar, Talut'a
göstermedikleri sevgiyi Davud'a gösterdiler. Talut'u hüküm darlıktan atıp yerine Davud'u
geçirdiler. Rivayete göre bu iş, Samoyel'in emri üzerine yapılmıştır. Hatta bazıları, bu
olaydan önce onun bu emri verdiğini söylemişlerdir.
İbn Cerir der ki: Cunıhur-u ulemanın ittifakına göre Davud'un Ca-lut'u öldürmesinden sonra
yönetim değişikliği olmuştur. Doğrusunu Allah bilir.
îbn Asakir, Said b. Abdülaziz'den şöyle rivayet etti: Davud, Ümmü Hakim'in sarayı yanında
Calut'u öldürmüştür. Oradaki nehir, ayet-i kerimede sözü edilen nehirdir. Doğrusunu Allah
bilir.
Cenâb-ı Allah, şöyle buyurdu:
«Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik: "Ey dağlar, (onun yaptığı teşbihi)
onunla beraber yankılayın ve ey kuşlar (sizde O'nun teşbihine katılın)!"(dedik). Ve ona
demiri yumuşattık: "Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın.
Çünkü ben, yaptıklarınızı görmekteyim" diye (vahyettik).» (Sebe',10-11.)
Bir başka ayet-i kerimede ise Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
«Davud'a dağları ve kuşları boyun eğdirdik. Onunla beraber teşbih ediyorlardı, Biz
(bunları)yaparız. Ona, sizi, savaşın şiddetinden korumak için zırh yapmayı Öğretmiştik.
Ama siz şükrediyor musunuz ki?»(el-Enbiyâ, 79-80.)
Cenâb-ı Allah, zırh örme işinde Davud'a yardım etti ki düşmanla savaşırken kendini
demirden örülme zırhlarla korusun. Ayrıca Cenâb-ı Allah, zırhları ne şekilde öreceğini de
ona öğretti. Ve şöyle buyurdu: "Dokumayı ölçülü yap". Yani çiviyi çok ince yapma ki
kırılmasın; çok kaba yapma ki dağıtmasın".
Hasan Basrî ile Katade ve A'meş dediler ki: Cenâb-ı Allah, demiri, Davud'un elinde
yumuşattı. Öyleki ateşe ve çekice ihtiyaç duymaksızın demiri elinde eğip büküyordu.
Katade'nin anlattığına göre halkalardan ilk olarak zırh yapan, Davud peygamber olmuştur.
Ondan önceleri demirden tabakalar halinde zırhlar yapılırdı. İbn Şevzeb'in dediğine göre
Davud peygamber, her gün bir zırh yapıp 6000 dirheme satardı. Sahih hadiste sabit
olduğuna göre kişinin yediği en helal ve en temiz şey, kendi kazancıdır. Allah'ın peygamberi
Davud (a.s.) da kendi eliyle kazandığım yerdi.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Güçlü kulumuz Davud'u an. Çünkü o, (Allah'a) çok dönerdi. Biz dağları ona ram etmiştik.
Akşam sabah onunla teşbih ederler (onun yaptığı teşbihle çınlarlar)dı. (Her taraftan)
toplanıp gelen kuşları da (ona ram etmiştik). Hepsi onun nağmesine katılır (beraber teşbih
ederlerdi. Onun mülkünü güçlendirmiştik. Kendisine hikmet ve açık, güzel konuşma
(kabiliyeti) vermiştik.» (sad, 17-20.)
İbn Abbas ile Mücahid dediler ki: Ayet-i kerimede geçen "eyd" kelimesi, taatte kuvvetli
olmak, yani ibadet ve salih amelde güçlü olmak manasını ifade eder.
Katade der ki: Davud'a ibadet hususunda kuvvet verilmişti. İslâm'ı anlamada güç verilmişti.
Bize anlatıldığına göre geceleyin namaz kılar, dua eder, gündüzleri de oruç tutardı. Öyleki
zamanının yarısını oruçlu geçirirdi.[17]
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde nakledilen bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuşlardır:
«Allah'ın en çok sevdiği namaz, Davud'un namazıdır. Allah'ın en çok sevdiği oruç,
Davud'un orucudur. O gecenin yarısında yatar, üçte birinde ibadet ederdi. Altıda birinde
uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün oruç tutmazdı. Düşmanla karşılaştığında da kaçmazdı»
[18]
Cenâb-ı Allah, Davud peygamberle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
«Biz dağlan ona ram etmiştik. Akşam sabah onunla teşbih ederlerdi. (Her taraftan) toplanıp
gelen kuşları da (ona ram etmiştik) . Hepsi onun nağmesine katılırdı.» (sad, 18-19.)
Bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah, dağlara şöyle emir veriyor:
«Ey dağlar, (Davud'un yaptığı teşbihi) onunla beraber yankılayın.»(Sebe, 10.)
Yani ey dağlar, Davud'la birlikte teşbih edin. îbn Abbas ile Mücahid ve diğer bazı
müfessirler bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken ayetin şu manaya geldiğini söylemişlerdir.
"Biz dağları ona ram etmiştik. Akşam sabah onunla teşbih ederler (onun yaptığı teşbihle
çınlarlar) di". Çünkü Cenâb-ı Allah, Davud peygambere kuvvetli bir ses vermişti. Bu ses
kadar başkasına kuvvetli bir ses vermiş değildi. Zebur'u terennüm ederken havada uçmakta
olan kuşlar dururlardı. Onun terennümüne eşlik eder, onun teşbihlerine katılırlardı. Aynı
şekilde dağlarda da onun teşbihleri ile yankılanıp çınlarlardı. Sabah akşam bu hal böylece
devam ederdi. Allah'ın salâtü selamı onun üzerine olsun.[19]
Evzaî, Abdullah b. Âmir'in kendisine şöyle dediğim rivayet etmiştir. Başkasına bir benzeri
verilmemiş olan güzel bir ses, Davud peygambere verilmişti. Öyle ki kuşlarla canavarlar,
Zebur okurken onun etrafında halkalanıp bekleşirlerdi. Açlıktan ve susuzluktan ölünceye
dek o vaziyette günlerce beklerlerdi.
Vehb b. Münebbih dedi İd: Davud'un sesini duyan herkes, raksa gelir, ayakları yerden
kesilirdi. Zebur'u öylesine güzel bir sesle okurdu ki duymakta olduğumuz ezanların bile onu
andırdığını söyleyemeyiz. Zebur'u okurken cinlerle insanlar, kuşlarla hayvanlar sesine gelip
etrafında halkalanırlardı. Öylece bekleşirlerdi. Açlıktan ölünceye kadar yanından
ayrılmazlardı.
Ebu'l-Abbas el-Medenî, Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Davud (a.s.), Zebur'u okumaya
başladığında bekarlar aşktan vecde gelip helak olurlardı.Bu garip bir rivayettir.
Abdürrezzak, İbn Cüreyc'den rivayet ederek şöyle der: Çalgı eşliğinde okumanın hükmünü
Ata'ya sorduğumda, "Bunun ne sakıncası var?" diye cevap verdi. Ubeyd b. Ömer'in şöyle
dediğini işittim: Davud (a.s.), çalgı aletini eline alıp çalmaya başlar ve beraberinde de
okurdu. Böyle yapmakla da ağlamak ve ağlatmak isterdi.
İmam Ahmed b. Hanbel, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) Ebu
Musa el-Eş'arî'yi okurken görmüştü ve şöyle demişti: «Ebu Musa'ya Davud ailesinin
kavallarından biri verilmiştir.»[20]
Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Rasûlullah (s.a.v.), şöyle
buyurdu:
«Ebu Musa'ya Davud'un kavallarından biri verilmiştir.»[21]
Ebu Osman en-Nehdî'nin şöyle dediğini rivayet ederiz: "Ud ve kaval seslerini işitmişimdir.
Fakat Ebu Musa el-Eş'ari'nin sesinden daha güzel bir ses işitmiş değilim".
Davud peygamber, sesinin yumuşak ve inceliğiyle birlikte kitabı olan Zebur'u çok seri bir
şekilde okurdu. Nitekim İmam Ahmed b. Han-bel'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
«Okumak, Davud'a hafifleştirildi. Hayvanının eğerlenmesini emrederdi. Hayvanı
eğerleninceye kadar kendisi Kur'ân'ı okumuş olurdu. Ve elinin kazancından başka birşey de
yemezdi.»[22]
Bu hadis-i şerifte geçen Kur'ân kelimesinden kasıt, Allah tarafından Davud peygambere
vahyedilerek indirilen Zebur'dur. Davud peygamber, aynı zamanda bir hükümdar olup
tebaaları varda. Zebur'u hayvanının eğerlenmesi tamamlanmadan önce okuyup tamamlardı.
Bu çok seri bir işti. Seri bir şekilde okumasına rağmen ayetlerin manaları üzerinde düşünür
ve bir terennüm ile okurdu. Okurken huşuyu da ihmal etmezdi. Allah'ın salatü selamı onun
üzerine olsun. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Ve Davud'a Zebur'u verdik.» (en-Nisâ,ı 63.)
Zebur, bilinen meşhur bir kitaptır. İbn Kesir Tefsirimizde Ahmed b. Hanbel'den
naklettiğimiz bir hadiste anlatıldığına göre bu kitap, rama-zan-ı şerif ayında nazil olmuştur.
İçinde bilinen bazı öğüt ve hikmetler vardır. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Onun mülkünü güçlendirmiştik. Kendisine hikmet ve açık, güzel konuşma (kabiliyeti)
vermiştik.» csad, 20,)
Yani Davud'a büyük bir mülk ve hakimiyet ile geçerli bir hüküm vermiştik.
İbn Cerir ile İbn Ebi Hatîm, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: İki adam
davalaşmak üzere Davud peygambere gittiler. Aralarındaki dava konusu bir sığırdı.
Adamlardan birisi, diğerinin kendisinden bir sığır gasbetmiş olduğunu iddia etti. Davalı, bu
iddiayı reddetti. Davud, aralarında hüküm verme işini geceye erteledi. Gece olunca Cenâb-ı
Allah kendisine, davacıyı öldürmesini vahyetti. Sabah olunca davacıya Davud şöyle dedi:
"Doğrusu, Cenâb-ı Allah seni öldürmemi bana vahyetti. Mutlaka seni öldüreceğim. Bu
davan hususunda bana söyleyeceğin birşey var mıdır?".
Davacı şöye dedi: "Ey Allah'ın peygamberi, andolsun ki ben bu davamda haklıyım, yalnız
daha önce ben bu davalının babasını öldürmüştüm".
Davacının böyle demesi üzerine Davud peygamber emir vererek davacıyı öldürttü. Bunun
üzerine Davud peygamberin îsrailoğulları arasında şanı cidden büyüdü. İtibarı arttı. Herkes
ona büyük bir saygı ve tazim göstermeye başladı. İbn Abbas, «O'nun mülkünü
güçlendirmiştik. Kendisine hikmet (peygamberlik) ve açık, güzel konuşma (kabiliyeti)
vermiştik.» ayet-i kerimesinden kastedilen mananın bu olduğunu söylemiştir.
Şureyh, Şa'bi, Katade, Ebu Abdurrahman es-Sülemî ile diğerleri demişler ki: Ayet-i
kerimede geçen açık ve güzel konuşma kabiliyetinden kasıt, davaları iyice ve adilce
sonuçlandırıp şahitlere ve yeminlere itibar etmektir. Bununla da şu kuralı kas de tmişl erdir:
"Davacının belge getirmesi, inkar edenin de yemin etmesi gerekir".
Mücahid ile Süddî dediler ki: Ayet-i kerimede geçen güzel ve açık konuşma kabiliyetinden
kasıt, yargıyı adilce yapıp anlamaktır. Ayrıca Mücahid, bunun, güzel ve açık seçik
konuşarak doğru hüküm vermek olduğunu da ifade etmiştir. İbn Cerir de bu sözü
benimsemiştir.[23]
Vehb b. Münebbih dedi ki: îsrailoğulları arasında kötülük ve yalancı şahitlik çoğalınca
davaları halletmesi için Davud peygambere bir zincir verildi. Bu zincirin bir ucu gökte,
diğer ucu da Kudüs'te Mescid-i Ak-sa'mn yanı başındaki kayalıkta idi. Altından yapılmıştı.
İki kişi davalaştüdannda haldi olan bu zincire ulaşabilir, diğeri ise ulaşamazdı. Bu hal epey
zaman böylece devam etti. Nihayet adamın birisi, bir başkasının yanma emanet olarak inci.
bırakmıştı. Fakat bir süre sonra emanetçi, yanına bırakılan inciyi inkar etti. Bir baston alıp
içini oyarak incileri içine yerleştirdi. Davalaşmak üzere kayalığın yanındaki zincire geldiklerinde
davacı, yani inci sahibi, haldi olduğunu ispatlamak için elini zincire uzattı ve zinciri
yakaladı. Davalıya (emanetçiye), "Sen de elini zincire uzat." denildiği zaman incileri içinde
saklamış olduğu bastonu davacıya vererek elini zincire doğru uzattı, uzatırken de şöyle dedi:
"Allah'ım, sen de biliyorsun ki ben incileri sahibine vermişim." Böyle deyince elini zincire
uzattı ve zinciri yakalayıverdi. Daha sonra bastonu inci sahibinden geri aldı. İsrailoğullan bu
durumda büyük bir zorlukla karşılaştılar ve davayı nasıl halledeceklerini bilemediler. Bunun
üzerine o zincir derhal aralarından çekiliverdi.
«Sana davacıların haberi geldi mi? Hani odasının duvarına tırmanmışlardı. Davud'un yanma
girmişlerdi de (Davud) onlardan korkmuştu. "Korkma, dediler. Biz iki davacıyız. Birimiz,
ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet. Zulmetme, bizi yolun ortasına
(adalete) götür. Bu kardeşimin doksandokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var.
Böyle iken: " Onu da bana ver." dedi. Ve konuşma da bana ağır bastı (onunla baş
edemedim)". (Davud) dedi ki: "Andolsun (o), senin koyununu kendi koyunlarına katmayı
istemekle sana zulmetmiştir. Zaten (mallarım birbirine) karıştıran (ortak)lann çoğu, birbirine
zulmederler. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar bunun dışındadır ki, onlarda ne kadar azdır!".
Davud, (bu hükümle) kendisim denediğimizi (kendisine bir bela vereceğimizi) sandı da
Rabbinden mağfiret diledi. Eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip (bize) döndü. Biz de
ondan bunu affettik. Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» (Sâd, 21-
25.)
Selef ve haleften bir çok tefsirciler, bu ayetle ilgili olarak bir çok kıssa ve haberler
nakletmişlerdir ki bunların çoğunluğu israiliyattır. Bir kısmı da kesin şekilde yalanlanmıştır.
Kıssayı sadece Kur'ân-ı Kerim'den nakletmekle yetinerek diğer israiliyat haberlerini
aktarmayı uygun görmedik. Allah dilediğini dosdoğru yola iletir,
Sâd süresindeki secdenin, aslî tilavet secdelerinden mi, yoksa şükür secdesinden mi olduğu
hususunda imamlar ihtilaf etmişlerdir. Ve bu hususta iki görüş ileri sürülmüştür.
Buharî, avamın şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Sâd süresindeki secdeyle ilgili olarak
Mücahid'e fikrini sordum, bana şöyle dedi: İbn Ab-bas'a neden bu ayeti okurken secde ettin?
diye sordum. Bana: «Onun soyundan Davud ve Süleyman'a (yol gÖstermiştik).»(cî-En'âm,
84). «İşte onlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy.» (ei-En'âm, öo.)
ayet-i kerimelerini okumadın mı? Davud da, peygamberinizin kendisine uymakla
emrolunduğu kimselerdendir. Bu ayet-i kerimeyi okurken Davud peygamber secde etmiştir.
Buna uyarak Rasûlullah da secde etmiştir." diye karşılık verdi.»[24]
İmam Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas'm, Sâd süresindeki secde ile ilgili olarak şöyle dediğini
rivayet etmiştir:
«Bu, aslî secde ayetlerinden değildir. Ancak bu ayetin okunması esnasında Rasûlullah'm
secde ettiğini görmüşümdür.»
Bir başka rivayette de îbn Abbas şöyle der: Peygamber (s.a.v.), Sâd süresindeki secde ayeti
esnasında secde yapmış ve şöyle demiştir: «Davud tevbe için bu ayet yanında secde etmiştir.
Biz ise, şükür için secde
ediyoruz.»[25]
Ebu Davud, Ebu Said cl-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasûlullah (s.a.v.)
minberde iken Sâd sûresini okumuş, secde ayetine geldiğinde inerek secde etmiştir.
Beraberindekiler de kendisiyle birlikte secde etmiştir. Başka bir gün jâne aynı sûreyi
okurken yine secde ayetine geldiğinde orada bulunan insanlar secde etmeğe hazırlanmış ve
ayağa kalkmışlardı. Peygamber Efendimiz onların secdeye hazırlandıklarım görünce şöyle
demişti: "Bu, bir peygamberin tevbesidir. Ancak sizin secde etmeye hazırlandığınızı
gördüm". Böyle dedikten sonra minberden inip secde etmiştir.»[26]:iİmam Ahmed b.
Hanbel, Ebu Said el-Hudrî'nin rüyasında Sâd sûresini yazmakta olduğunu gördüğünü rivayet
eder. Rüyasında bu sûreyi yazarken secde ayetine geldiğinde elinde-ld kalemin,
hokkanın ve yanındaki herşeyin derhal secdeye kapandıklarım görmüş. Ebu Said, bu
rüyasını Peygamber Efendimiz'e anlatmış, bundan sonra da Sâd süresindeki secde ayetini
her okuyuşunda secde edermiş".
Tirmizî ile îbn Mace, İbn Abbas'm şöyle dediğim rivayet etmişlerdir. «Adamın biri
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yanma gelerek şöyle demiş: "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben
rüyada kendimi bir ağacın arkasında namaz kılarken gördüm. Secde ayetini okuduğumda
benimle birlikte ağaç da secdeye kapandı. Ağacın secde halinde iken şöyle dediğini işittim:
Allah'ım bu secde vesilesi ile kendi katmda benim için sevap yaz. Ve bunu benim için bir
azık kıl. Bu sebeble de günahlarımı düşür. Kulun Davud'dan kabul ettiğin gibi benden de bu
secdemi kabul buyur".
İbn Abbas der ki: Bu adam Peygamber Efendimiz'e böyle dedikter sonra Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz kalkarak Sâd süresindeki secde ayetini okudu, sonra da secdeye kapandı. Ve o
adamın naklettiği gib secdeye kapanmış olan ağacm secde halindeki sözlerini aynen
tekrarladığını işittim»[27]
Bazı tefsircilerin anlattığına göre Davud peygamber, kırk gün müddetle secdede kalmıştır.
Mücahid ile Hasen ve diğerleri de böyle demişlerdir. Bu konuda merfu bir hadisde varid
olmuştur. Ancak bu hadis, Yezid er-Rekaşî'nin rivayetlerindendir ki o da rivayeti metruk
olan zayıf bir ravidir.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Biz de ondan bunu affettik. Yanımızda onun bir yakınlığı ve
güzel bir geleceği vardır.» (Sâd, 25.)
Yani kıyamet gününde o, bizim yakınımızda olacak ve yüksek derecelere ulaşacaktır.
Nitekim bir hadis-i şerifde de şöyle buyurulmuştur:
«Adaletli kimseler, Rahman'm sağ tarafında, nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır. Bu
gibi kimselerin her iki eli de sağ el gibidir. Bunlar, kendi aile bireyleri ile idareleri altında
bulunan kimselere adaletle hükmederler».
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söylemiştir:
«Kıyamet gününde Allah'ın en çok sevdiği ve makam bakımından kendisine en yakın olan
insan, adaletli hükümdardır. Yine kıyamet gününde Allah'ın en çok buğzettiği ve şiddetle
azapl andırdığı kimse de, zalim hükümdar olacaktır.»[28]
İbn Ebi Hatim, «Yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» ayet-i
kerimesiyle ilgili olarak Malik b. Dinar'ın şöyle dediğim rivayet etmiştir: Davud (a.s.),
kıyamet gününde Arş'm direği yanında dikilip duracaktır. Cenâb-ı Allah kendisine şöyle
buyuracaktır: "Ey Davud! Dünyada beni övdüğün gibi şu güzel ve ince sesinle, bugün de
beni öv". Davud şöyle diyecek: "Nasıl yapabilirim ki? Sesimi elimden almışsın". Cenâb-ı
Allah buyuracak ki: "Sesini bu gün sana geri veriyorum". Bunun üzerine Davud (a.s.),
yüksek sesle Cenâb-ı Allah'ı Övecek ve bu sesinin tesiri ile Cennet ehli, nimetlerini istifrağ
edeceklerdir.
«Ey Davud, biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar
arasında adaletle hükmet, keyf (in)e uyma, sonra bu, seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın
yolundan sapanlara, hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap vardır.» (Sâd,
26.)
Bu, Allah'ın Davud peygambere yaptığı bir hitaptır, ama bununla idareciler ve hakimler
kasdedilmektedir. Bu ayet-i kerime ile Cenâb-ı Allah, onlara adaletli olup hakka tâbi
olmalarını emretmektedir. Başka şeylere, heva, heves ve görüşlerine uymamalarını tavsiye
etmektedir. Haktan ve adaletten ayrılıp başka şeylerle hükmedenleri tehdit etmektedir.
Zamanında Davud peygamber, adalet timsali idi. İnsanlar için muazzam bir örnek teşkil
etmekteydi. Çokça ibadet ederek Allah'a türlü vesilelerle yaklaşmaya çalışırdı. Gece ve
gündüz bütün vakitlerini çoluk çocuğuyla birlikte ibadetle geçirirdi. Nitekim Cenâb-ı Allah,
şöyle buyuruyor: «Ey Davud ailesi, şükredin! Kullarımdan şükreden azdır.»(Sebc',13.)
Ebu Bekir b. Ebi'd-Dünya, Ebu'l-Celed'in şöyle dediğini rivayet eder: Davud peygamberin
meselesini okudum. O şöyle demişti: 'Ta Rab-bi, sana nasıl şükredebilirim ki? Sana
şükretmeye ancak nimetlerinle ulaşabilirim". Böyle demesi üzerine Cenâb-ı Allah, kendisine
şöyle vah-yetmişti: "Ey Davud, bilmezmisin ki sende olan herşey, benim sana vermiş
olduğum nimetlerdir?". Bu uyarı üzerine Davud şöyle demişti: "Evet, öyledir ya Rabb".
Cenâb-ı Allah da kendisine şu karşılığı vermişti: "İşte böyle yapmanla senden razı ve hoşnut
olurum".
Beyhakî, İbn Şihab'm şöyle dediğim rivayet eder: "Zatının üstünlüğüne, heybet ve
azametinin yüceliğine layık bir şekilde Allah'a hamdol-sun". Davud'un böyle demesi üzerine
Cenâb-ı Allah, ona şöyle vahyet-mişti: "Ey Davud! Doğrusu sen, hafaza meleklerini
yordun".
"Zühd" adlı kitapda Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Davud ailesinin hikmetlerinden bazıları şunlardır: Akıllı kimsenin dört saatten gafil
kalmaması gerekir: Bir saatte, Rabbine münacaatta bulunmalıdır. Bir saatte, nefsini sorguya
çekmelidir. Bir saatte, ayıplarını kendisine bildirecek ve nefsini doğrulayacak kardeşleriyle
buluşmalıdır. Bir saatte de, nefsi ile lezzetlerini helal dairesinde başbaşa bırakmalıdır.
Çünkü bu saatte nefsini dinçleş-tirerek, kalbini zindeleştirerek diğer saatlerdeki görevlerini
yapmak için kuvvet bulur.
Akıllı kimsenin, zamanım bilmesi, dilini muhafaza etmesi ve kendi durumuna yönelip
ilgilenmesi gerekir.
Akıllı kimse, sadece üç şeyi amaç edinmelidir:
1- Ahireti için azık elde etmeye bakmalıdır.
2- Dünya maişetini temin etmeye bakmalıdır.
3- Haram olmayan lezzetleri tatmalıdır.
Harız İbn Asakir, Davud peygamberin özelliklerini anlatırken birçok güzel huylarından
bahsetmiş, bu arada şu sözünü de nakletmiş tir: 'Yetim için şefkatli bir baba gibi ol. Şunu iyi
bil ki, ne ekersen onu biçersin,. Kötülük ekersen diken biçersin."
Halk içinde ahmakça konuşan hatip, cenazeyi görürken şarkı söyleyen şarkıcı gibidir.
Zenginlikten sonra yoksul düşmek, ne kadar çirkin-se, doğru yola kavuştuktan sonra
sapıklığa düşmek bundan daha çirkindir. Halk içinde senin aleyhinde söylenmesini
istemediğin şeylere dikkat et. Yalnız başına kaldığın zaman da bu işleri yapma. Yapamayacağın
şeyi kardeşine vadetme. Çünkü böyle yapman, onu sana düşman eder.
Muhammed b. Sad, Afren'in kölesi Ömer'den rivayet ederek Yahudilerin, Rasûlullah
(s.a.v.)'ın kadınlarla evlendiğini gördüklerinde şöyle dediklerini rivayet eder: Yemekten
doymayan şu adama bakın hele! Allah'a andolsun ki bunun maksadı, sadece kadınlardır.
Hanımlarının çokluğunu çekemediler, bu sebeble onu ayıpladılar ve şöyle dediler: Eğer
peygamber olsaydı, kadınlara rağbet etmezdi. Bu hususta en çok ileri gidenlerden biri
Huyey b. Ahtab'dı. Cenâb-ı Allah, onları yalanladı ve peygamberine lütufda bulunup bol bol
in'âmda bulunduğunu onlara haber verip şöyle buyurdu:
«Yoksa Allah'ın lütfundan insanlara (yani Rasûlullah'a) verdiği için onları kıskanıyorlar mı?
Oysa biz İbrahim ailesine de kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk
bağışlamıştık.» (en-Nisa, 54,)
Yani Allah'ın, Davud oğlu Süleyman'a verdiklerini kıskanıyorlar mı? Onun, 1000 zevcesi
vardı. 700'ü mehirli, 300 u de cariye idi. Davud peygamberin de 100 zevcesi vardı.
Bunlardan biri de Uriya'nın hanımı idi. Uriya'nın hanımından Süleyman doğmuştur. Malum
fitneden sonra Davud peygamber, Uriya'nın hanımı ile evlenmiştir.
Bu sayılan nimetler, Muhammed (s.a.v.)'e verilen nimetlerden el-betteki daha çoktur.
Kelbî de buna benzer bir rivayette bulunmuş olup bu rivayetinde Davud peygamberin 100
zevcesi olduğunu, Süleyman'ın da 300'ü cariye olmak üzere 1000 zevcesi olduğunu
söylemiştir.
Hafız, Tarihinde Sadkatü'd-Dımışkî'nin hayat hikayesini anlatırken şöyle bir rivayette
bulunur: Adamın birisi, İbn Abbas'a oruç hakkında bir soru sorar: İbn Abbas ona şöyle der:
"Sana, yanımda gizli kalmış bir hadis nakledeceğim, dilersen sana Davud'un orucunu
anlatayım. O, gündüzleri oruç tutar, geceleri ibadet ederdi. Bahadırdı. Düşmanla karşılaştığında
cepheden kaçmazdı. Gün aşırı oruç tutardı".
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Oruçların en faziletlisi, Davud'un orucudur».
Zebur'u yetmiş türlü sesle okurdu. Geceleyin öyle namaz kılardı ki bir rek'atmda hem kendi
nefsini ağlatır, hem de onun bu ağlayışını görüp duyan herşey ağlardı. Hasta ve kederli
kimseler, onun sesi ile iyileşirlerdi.
Dilersen sana onun oğlu Süleyman'ın orucunu da anlatayım. Süleyman; ayın evvelinden
üçgün, ortasından üçgün, sonundan da üçgün oruç tutardı. Ayın başını oruçla açar, ayı oruçla
ortalar, ayı oruçla niha-y etlendirir di.
Dilersen sana iffetli ve bakire Meryem oğlu İsa'nın orucunu da anlatayım. O, bütün
zamanını oruçla geçirir, arpa ekmeği yer, laldan örülme giysiler giyerdi. Bulduğunu yer,
bulamadığını da araştırmazdı. Ne ölecek çocuğu, ne de yıkılacak evi vardı. Nerede akşam
olursa ayaklarını yanyana getirip ayağa kalkar ve sabah oluncaya kadar namaz kılardı. İyi
bir nişancı idi. Vurmak istediği bir av, onun elinden kurtulamazdı, îsrailoğullamıııı
meclislerine uğrar, ihtiyaçlarına giderirdi.
Dilersen sana onun anası îmran kızı Meryem'in orucunu da anlatayım. O, birgün oruç tutar,
iki gün tutmazdı.
Dilersen Arabî ve ümmî peygamber olan Muhammed (s.a.v.)'in orucunu da sana anlatayım.
O, her aydan üç gün oruç tutar ve: «Bu bütün zamanı oruçlu geçirmek gibidir.» derdi. [29]
Davud Peygamberin Ömrü Ve Vefat Şekli
Adem peygamberin yaratılışına dair hadisleri naklederken demiştik ki, Adem'in zürriyeti,
belinden çıkarıldığı zaman aralarında peygamberleri gördü. Peygamberler arasında parlak
şimali bir adam gördü ve: "Ey Rabbim! Bu kimdir?" diye sordu. Cenâb-ı Allah da, "Bu,
senin oğlun Davud'tur." diye cevap verdi.
Adem dedi ki: 'Ya Rab, bunun Ömrü ne kadar olacaktır?".
Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Altmış yıl olacaktır?".
Adem dedi ki: "Ya Rab, bunun ömrünü artır".
Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Hayır, olmaz. Ancak senin ömründen alıp onunkine katarım".
Adem peygamberin ömrü 1000 sene idi. Cenâb-ı Allah, onun ömründen kırk yılı alıp
Davud'unkine ekledi. Bu hesaba göre Adem'in ömrü nihayete erdiğinde Ölüm meleği,
ruhunu teslim almak için yanma geldi. Adem: "Daha benim kırk yılım var." dedi. Ve kendi
ömründen kırk yılı Davud'a bağışlamış olduğunu unuttu. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah,
Adem'm ömrünü yine 1000 seneye, Davud'unkini de 100 seneye tamamladı.
Bunu, İbn Abbas'dan Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.[30]
İbn Cerir dedi ki: Ehl-i Kitabın iddiasına göre Davud peygamberin ömrü, yetmiş yedi
senedir. Ben derim İd bu, onlara geri çevrilen bir yanlışlıktır. Onlar, Davud'un hükümdarlık
süresinin de kırkyıl olduğunu söylemişlerdir. Bu, kabul edilebilir. Çünkü bizim nezdimizde
buna aykırı düşecek bir nakil mevcut değildir. Aynca bunu doğrulayacak bir dayanağımız da
yoktur.
Davud peygamberin-vefatına gelince bununla ilgili olarak "Müsned' adlı eserinde İmam
Ahmed şöyle demiştir: Kubeyse, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Rasûlullah(s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söylemiştir: «Davud peygamberde aşırı derecede bir namus gayreti ve
kıskançlık vardı. Evden çıkarken bütün kapıları kilitler, dönünceye kadar ailesinin yanına
kimseler giremezdi. Yine günün birinde evden çıkıp kapıları kilitledi. O esnada hanımı çıkıp
evin odalarını kontrol etti. Bir de baktı ki evin tam orta yerinde bir adam duruyor.
Evdekilere hitaben şöyle dedi: "Kapılar kilitli olduğu halde bu adam evin içine'nereden
geldi. Vallahi Davud'u utandıracağız. Bilahare Davud eve gelince adamın hâlâ evin
ortasında durmakta olduğunu gördü. Ona, "Sen kimsin?" diye sordu. Adam şu karşılığı
verdi: "Ben, hükümdarlardan korkmayan ve engellerden etkilenmeyen kimseyim". Davud
ona şöyle dedi: "Öyle ise vallahi sen, ölüm meleğisin. Allah'ın emri başımız üzerinedir".
Daha bir süre bekledikten sonra ölüm meleği onun ruhunu teslim aldı. Cenazesi yıkanıp
kefenlendikten ve teçhiz işlemleri tamamlandıktan sonra güneş doğdu. Oğlu Süleyman,
kuşlara: "Davud'un cesedini gölgelendirin." diye buyruk verdi. Akşama kadar kuşlar, onu
gölgelendirdiler. Bunun üzerine Süleyman, kuşlara: "Kanatlarınızı artık toplayın." diye emir
verdi.»
Ebu Hüreyre der ki: Bu hadisi anlatırken Rasûlullah (s.a.v.), kuşların Davud'un cesedi
üzerinde nasıl kanat açıp yumduklarını göstermek için ellerini birbirine vurdu. Sonra ellerini
yumdu. O gün, üzerinde uzun kanatlı doğanlar gölge yapmışlardı.
Süddî, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Davud (a.s.), ansızın öldü. Ölümü,
cumartesi günü olmuştu. Kuşlar, onun cesedini gölgelendirmişlerdi".
İshak b, Bişr, Hasen'in şöyle dediğini rivayet eder: "Davud (a.s.), 100 yaşında iken bir
çarşamba günü ansızın ölmüştür".
Ebu's-Seken el-Hicrî ise şöyle demiştir: "İbrahim Halil, ansızın vefat etmiştir. Davud,
ansızın vefat etmiştir. Oğlu Süleyman da ansızın vefat etmiştir. Allah'ın salat-ü selâmı
hepsinin üzerine olsun."[31]
Bazılarından rivayet edildiğine göre ölüm meleği, mihraptan inmekte iken Davud'a gelmişti.
Davud ona şöyle demişti: "Bırak beni, ya mihraptan ineyim ya da mihraba tekrar çıkayım".
Ölüm meleği ona şöyle demişti: "Ey Allah'ın peygamberi! Seneler, aylar, eserler ve rızıklar
tükendi. Artık ecelin geldi". Bunun üzerine Davud peygamber, mihrabın merdivenleri
üzerinde iken secdeye kapandı. Ölüm meleği de secde halinde onun ruhunu teslim aldı.
İshak b. Bişr, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet eder: İnsanlar, Davud
peygamberin cenazesinde hazır bulundular, bir yaz gününde güneşin altında oturup
bekleştiler. O gün Davud'un cenazesine 40.000 rahip katılmıştı. Ayrıca diğer insanlar da
hazır bulunmuşlardı. Rahiplerin üzerlerinde bornozları vardı. İsrailoğulları, Musa ve Harun'dan
başka hiç kimseye Davud kadar yanmamıştı. Onun ölümü nedeniyle şiddetli bir
teessüre kapılmışlardı. Cenaze merasimine katılanlar güneşin hararetinden çok eziyet
görmüşlerdi. Davud'un oğlu Süleyman peygambere, sıcağa karşı kendilerine bir siper
yapmasını rica et-SSayman da çıkıp kuşlara seslendi. Kuşlar onun emnne icabet ederek
gelip insanları gölgelendirdiler. Semanın her tarafmda saf tutaS bulut grbi bir sürü meydana
getirerek insanları guneşm sıcaksı korudular. Öyleki, her taraftan rüzgar esintileri durdurul-
^^ Bunun üzerine insanlar sıkıntıdan ölecek hale geldiler. Süleyman peygambere ,
kendilerine biraz rüzgar estirmesi için rica ettiler.Süleyman da kuşlara emir vererek
rüzgarın geleceği tarafı açmalarını ve sadece güneş ışığının gelmekte olduğu tarafı
kapatmalarını söyledi. Kuşlarda emri yerine getirdiler ve insanlar esintli bir gölge altında
kaldılar Böylece orada bulunan halk ilk olarak Süleyman'ın saltanatını görmüş oldular.
Hafız Ebu Yala, Ebu Derda'dan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)ın Sb-ıSŞahabı arasından
kab.edip aldı. Onlar da fitneye düşmediler ve din değiştirmediler. Mesih'in (Isa nın) ashabı
da 200 sene müddetle onun yolundan yürüyerek şeriatını tatbik ettiler». Bu garip bir hadistir.
Doğrusunu Allah bilir. [32]
Davud Oğlu Süleyman Peygamberin Kıssası
Hafiz İbn Asakir dedi ki: Süleyman peygamber, İşa oğlu Davud'un oğludur. İşa, Abir oğlu
Uveyd'in oğludur. Abir, Nahşan oğlu Salamon'un oğludur. Nahşon, İrem oğlu Aminâ
Adab'm oğludur. İrem, Faris oğlu Hasron'un oğludur. Paris, Yakub oğlu Yahoza'mn oğludur.
Ya'kub, İbrahim oğlu İshak'm oğludur. Yani peygamber oğlu peygamberdir.[33]
Bazı eserlerde anlatıldığına göre o, Şam'a girmiştir. İbn Makule der ki, Davud'un
dedelerinden biri de Faris'tir.
İbn Makule, îbn Asakir'in anlattığına yakın bir nesebi, Davud'a nis-bet etmiştir.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Süleyman, Davud'a mirasçı oldu (Davud'un peygamberliği, ilmi ve mülkü Süleyman'a
kaldı). Dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi. Ve bize her şeyden (bolca bir pay)
verildi. İşte bu, açık bir lütuftur.» (en-Neml, 16.) Yani Süleyman, peygamberlik ve
hükümdarlık bakımından Davud'a mirasçı oldu. Buradaki mirasçıhktan kasıt, mal
mirasçılığı değildir. Çünkü Davud'un, Süleyman'dan başka oğulları da vardı. Onun malı,
sadece Süleyman'a miras olarak kalacak değildi. Ayrıca sahih ha-disde sabit olduğuna göre
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Biz miras bırakmayız, terekemiz sadakadır».
Bir başka hadis-i şerifte de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Biz peygamberler topluluğu, miras bırakmayız.»[34]
Doğru konuşan ve sözü tasdik edilen Efendimiz, peygamberlerin mallarının miras olarak
bırakılmayacağını haber vermiştir. Bilakis onların bıraktıkları mallar, kendilerinden sonra
yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine sadaka olarak verilir. Malları, sadece akrabalarına tahsis
edilmez. Çünkü onlara göre dünya, pek basit ve değersizdir. Nitekim onları insanlara üstün
kılıp seçerek peygamber olarak gönderen ve fazi-letlendiren Allah katında da dünya, pek
basit ve değersizdir.
Süleyman peygamber halka şöyle demişti: "Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi ve bize
her şeyden (bolca bir pay) verildi".
Yani Süleyman peygamber kuşların dillerini bilirdi. Onların ne demek istediklerini insanlara
açılılardı. Hafiz Ebu Bekir el-Beyhakî, Ebu Malik'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Süleyman peygamber, yoldan geçerken erkek bir serçenin, dişi bir serçenin etrafında
dolanmakta olduğunu gördü.. Yanında bulunanlara: "Bu erkek serçenin ne dediğini biliyor
musunuz?" diye sorunca etrafındakiler de: "Ne diyor ey Allah'ın peygamberi?" diye karşılık
verdiler. Süleyman peygamber şöyle dedi: "Erkek serçe, dişi serçeyi istiyor ve ona diyor ki:
Benimle evlenirsen seni, Şam'ın dilediğin evine yerleştiririm!". Çünkü Şam'ın evleri güzel
taşlarla inşa edilmiştir. Oralara herkes giremez. Ancak bir dişi ile evlenmek isteyen, her
erkek, mutlaka yalan söyler.
Aynı şekilde Süleyman peygamber, diğer hayvanların ve yaratıkların dillerini de bilirdi.
«Bize her şeyden (bolca bir pay) verildi.» ayet-i kerimesi de buna delâlet etmektedir. Yani
bir hükümdarın ihtiyaç duyduğu teçhizat, âlet, asker, ordu, insi ve cinni topluluklar, kuşlar,
canavarlar, gezip dolaşmakta olan şeytanlar, ilimler ve anlayışlar ile konuşan ve
konuşmayan yaratıkların kalplerindeki duygularla düşünceler hakkında bilgi bize verildi.
"Bu, apaçık bir lütuftur". Yani göklerle yeri yaratan Allah taraûndan bize bahşedilen bir
lütuftur. Nitekim Cenâb-ı
Allah buyurdu ki:
«Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Hepsi bir arada düzenli
olarak sevkediliyordu. Karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca: "Ey karıncalar, dedi.
Yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler". (Süleyman)
onun sözüne gülümseyerek dedi ki: "Rabbim; bana, anama ve babama lütfettiğin nimete
şükretmemi, senin beğeneceğin faydalı bir iş yapmamı gönlüme ilham et. Ve rahmetinle
beni iyi kullarının arasına sok."» (en-Neml, 17-19.)
Yüce Allah, kulu ve peygamberi Davud oğlu Süleyman'ın bir gün erkanı ile birlikte bütün
insanlar, cinler ve kuşlarla birlikte bineğine binip yola çıktığını haber veriyor.
Maiyyetindeki insanlar, cinler ve kuşlar beraberinde seyrediyorlardı. Kuşlar kanatlarıyla onu
sıcaktan koruyorlardı. İnsanlarla cinlerden ve kuşlardan müteşekkil ordu birliklerinin
başlarında kumandanları vardı. Ordu, nizam ve intizam içinde yürüyordu. Kimse kimseyi
geçmiyordu. Herkes yerini muhafaza ediyor ve hiç kimse geride kalmıyordu. Karınca
vadisine geldikleri zaman bir karınca: "Ey karıncalar, dedi. Yuvalarınıza girin ki Süleyman
ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler".
Ayet-i kerimede sözü edilen karınca, diğer karıncaları Süleyman ve askerlerinin, farkında
olmayarak kendilerini ezmelerine karşı tedbir almak üzere uyardı. Vehb b. Münebbih'in
anlattığına göre Süleyman peygamber, Taif vadisinde büyük bir tahtırevanın üzerinde
oturmakta iken bu karınca onun yanın lan geçmiş, adı da Ceres'miş. Topal olan bu karınca,
Şeysban oğullan kabilesine mensup olup bir kurt kadarmış. Bütün bunlar üzerinde ihtilaf
vardır. Aksine bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı gibi o, süvari vaziyette iken karınca da
omuzu üzerinde imiş. Bazılarının iddia ettikleri gibi bu tahtırevan üzerinde değilmiş. Eğer
öyle olsa idi karıncaya ondan taraf bir eziyet gelmezdi. Karınca da ayaklar altında ezilme
tehlikesiyle karşı karşıya kalmazdı. Çünkü tahtırevanda, ihtiyaç duydukları askerler, atlar,
develer, yükler, çadırlar, davarlar ve bütün bunların üzerinde kuşlar vardı. Nitekim Allah,
izin verirse bunu ileride de açıklayacağız.
Özetle, Süleyman peygamber, ayet-i kerimede sözü edilen karıncanın, kendi topluluğuna
doğru görüşü ve iyi akıbeti telkin edişini anlamış olduğundan dolayı sevinç ve ferah içinde
tebessüm etmişti. Onun konuşmasını, Cenâb-ı Allah'ın sadece kendisine bildirmiş
olmasından dolayı kıvanç duymuştu. Yoksa durum, bazı cahillerin iddia ettikleri gibi
değildir. Güya hayvanlar, Süleyman peygamberden önce konuşurlar ve insanlara hitapta
bulunurlarmış! Nihayet Süleyman peygamber, onlardan söz alarak ağızlarını kapatmış ve
artık ondan sonra insanlarla konuşmaz olmuşlar.
a Böyle bir şeyi ancak bilgisiz kimseler iddia edebilirler. Eğer gerçek böyle olsaydı
karıncanın konuşmasını anlaması nedeniyle Süleyman peygamberin, diğer insanlara karşı
bir üstünlüğü söz konusu olmazdı. Çünkü daha önceden de bütün insanlar, hayvanların
dillerini bu iddiaya göre bilirlermiş. Hayvanların kendisinden başka insanlarla konuşmayacaklarına
dair ahidlerini almış olmasından Süleyman peygamberin elde edilebileceği
bir fayda yoktur. Bu sebebledir İd Süleyman peygamber, Rabbine şöyle yalvarmıştı:
"Rabbim, bana ve anama, babama lütfettiğin nimete şükretmemi, senin beğeneceğin faydalı
bir iş yapmamı gönlüme ilham eyle. Ve rahmetinle beni iyi kullarının arasına sok".
Süleyman peygamber Cenâb-ı Allah'tan, kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere ve diğer
insanlardan ayrı olarak kendisine lütfettiği meziyetlere karşı şükretmeyi ve salih amel
işlemeyi, ayrıca vefat ettikten sonra da salih kullarla birlikte kendisini hasretmesini Cenâb-ı
Al1 lah'dan diledi. Allah da bu dileğini yerine getirdi.
Ayet-i kerime'de geçen Süleyman peygamberin ana ve babasından kasıt, babası Davud ile
anasıdır. Anası, Allah'a ibadet eden saliha kadınlardan biri idi. Nitekim Senid b. Davud,
Cabir'den rivayet ederek Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
«Davud'un oğlu Süleyman'ın anası şöyle demişti: "Ey oğulcuğum! Geceleyin fazla uyuma.
Çünkü geceleyin fazla uyumak, kulu kıyamet gününde fakir bırakır."»[35] Abdurrezzak,
Zührî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Davud oğlu Süleyman peygamber, arkadaşlarıyla
birlikte yağmur duası için çöle çıktılar. Yolda bir karınca gördüler. Karınca ayaklarından
birini kaldırarak Cenâb-ı Allah'a yağmur yağdırması için dua ediyordu. Süleyman,
arkadaşlarına: "Geri dönelim; yağmur yağdınlacaktır. Çünkü bu karınca Cenâb-ı Allah'a
yağmur yağdırması için dua ediyordu. Ve dileği de kabul edildi." dedi.
îbn Asakir'in rivayetine göre Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu işitmiş:
«Peygamberlerden biri, insanlarla birlikte yağmur duası için dışarı çıkmışlardı. Yolda iken
bir karıncanın, ayaklarından birini semaya kaldırmış olduğunu gördüler. Peygamber
(etrafında bulunanlara) şöyle dedi: "Geri dönün, şu karıncanın yüzü suyu hürmetine
dileğimiz kabul edildi."»[36]
Süddî dedi ki: Süleyman peygamber zamanında insanlara kıtlık geldi. Süleyman peygamber
halka, yağmur duasına çıkmaları için emir verdi. Duaya çıktılar. Yolda iken bir karıncanın
iki ayak üstüne dikilip ellerini açarak şöyle dua ettiğini gördüler: "Allah'ım, ben senin
yaratıklarından biriyim. Biz senin lütfuna muhtacız".
Karıncanın bu duası üzerine Cenâb-ı Allah, üzerlerine sağanak halinde yağmur yağdırdı.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«(Süleyman) kuşları, teftiş etti. (İçlerinde Hüdhüdu bulamadı) dedi ki: "Neden Hüdhüd'ü
göremiyorum, yoksa kayıplardan mı oldu? Ona çetin bir azap edeceğim. Ya da onu
keseceğim. Yahut da bana (mazeretini belirten) açık bir delil getirecek". Çok geçmeden
(Hüdhüd) geldi: "Ben, dedi. Senin görmediğin birşey gördüm ve sana gerçek bir haber getirdim.
Ben, onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum. Kendisine (kralların muhtaç olduğu)
her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var. Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde
ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara yaptıklarını süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş. Bu
yüzden yola gelmiyorlar. Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve gizlediklerini ve
açığa vurduklarım bilen Allah'a secde etmeleri gerekmez miy-.di? Allah ki ondan başka
tanrı yoktur. Büyük Arşın sahibidir". (Süleyman): "Bakalım, dedi. Doğru mu söyledin yoksa
yalancılardan mısın? Bu mektubumu götür onlara at, sonra onlardan biraz çekil de bak, neye
başvuruyorlar (ne yapacaklar)?"
(Hüdhüd mektubu götürüp attıktan sonra Saba melikesi Belkıs) müşavirlerine dedi M: "Ey
ileri gelenler, bana çok önemli bir mektup bırakıldı. O, Süleyman'dan (geliyor) ve Rahman
ve Rahim Allah'ın adıyla (başlamakta)dır. "Bana karşı büyüklük taslamayın ve bana teslim
olarak gelin (diye yazıyor)". "Ey ileri gelenler, dedi. Bu işimde bana bir fikir verin (bilirsiniz
ki) ben siz olmadıkça hiçbir şeyi (kendi başıma) kesip atmam". Dediler ki: "Biz kuvvetliyiz,
yaman savaşçılarız, ama emir senindir. Bak (düşün), neyi emredersen (onu yapalım)". Dedi
ki: "Hükümdarlar bir ülkeye girdiler mi, orayı bozarlar, halkının şereflilerini zelil (ve
perişan) ederler. (Evet) böyle yaparlar".
"Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de bakayım elçiler ne ile dönecekler".
(Elçi hediyelerle) Süleyman'a gelince (Süleyman) dedi ki: Siz bana mal ile yardım mı etmek
istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Hediyenizle siz sevinirsiniz
(Ben değil) (Ey elçi), onlara dön (söyle): Onlara, kendilerinin asla karşı koyamayacakları
ordularla gelirim ve onları hor ve hakir bir durumda (oradan sürer) çıkarırım."» (en-Neml,
20-37.)
Cenâb-ı Allah, Süleyman peygamberle Hüdhüd arasında geçenleri, yukarıdaki ayet-i
kerimelerde anlatıyor: Kuşlar, bütün sınıfları ve türleriyle Hz. Süleyman'ın emrine ram
olmuşlardı. Kendilerinden istediği her işi yerine getirirlerdi. Sırayla onun yanında nöbet
tutarlardı. Tıpkı askerlerin, kumandanlarına ve hükümdarlarına yaptığı gibi davranırlardı.
İbn Abbas ile diğerlerinin anlattıklarına göre sefer halinde Süleyman ve ordusu suya ihtiyaç
duyduklarında Hüdhüd'ün vazifesi, onlar için su arayıp bulmaktı. Cenâb-ı Allah'ın kendisine
verdiği bir kuvvet sayesinde o, yer altındaki suları dahi görüp keşfedebilir di. Hüdhüdun
gösterdiği yeri kazıp su çıkarırlar ve ihtiyaçları için kullanırlardı. Günün birinde Süleyman
peygamber orduyu teftiş ederken Hüdhüd'ü görev yerinde bulamadı ve: "Dedi ki, Hüdhüd'ü
neden göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu?" Yani ne oldu? O burada değil midir?
Yoksa gözümden mi kayboldu? Ben mi onu göremiyorum? "Ona çetin bir azap edeceğim.
Yahut da onu keseceğim. Ya da bana (mazeretini belirten) açık bir delil getirecek". Yani onu
bu vartadan kurtaracak kuvvetli bir belge ve hüccet getirirse,, onu affederim.[37]
Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Çok geçmeden Hüdhüd geldi: "Ben" dedi, senin görmediğin
birşey gördüm ve Saba'dan sana gerçek bir haber getirdim. Ben onlara hükümdarlık eden bir
kadın buldum. Kendisine (kralların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve büyük bir tahtı
var".»
Hüdhüd, Yemen beldelerinden Saba mıntıkasının hükümdarını, Süleyman peygambere
anlatıyor. Bu hükümdarın elindeki büyük memleketi, çok sayıdaki tebayı bildiriyor. O
zaman Saba'da hüküm ve yönetim bir kadmm (Belkıs'm) eline geçmişti. Belkıs, Saba
hükümdarının kızı idi. Hükümdar ölünce yerine kızından başkasını tayin etmemişti. Halk da
Belkıs'ı başlarına hükümdar olarak geçirmişti.
Sa'lebî ile diğerlerinin anlattıklarına göre.Saba halkı, hükümdarlarının Ölümünden sonra
yerine bir adamı hükümdar tayin ettiler. Fakat bu hükümdar zamanında düzen bozuldu.
Belkıs haber salarak bu yeni hükümdarla evlenmek istediğini bildirdi. Hükümdar da
Belkıs'la evlendi. Gerdeğe girdiklerinde Belkıs ona bir içki içirdi. Sarhoş olduktan sonra
adamın başım kesip kopardı. Kellesini kapıya dikti. Bunun üzerine halk, Belkıs'a yönelerek
onu başlarına hükümdar olarak geçirdiler. Belkıs, Seyrah'm kızıdır. Seyrah'm diğer adı
Hedhad'dır. Belkıs'm babası büyük hükümdarlardandı. Yemenlilerle evlenmek istemezdi.
Rivayete göre o, adı Reyhane bint es-Sekem adındaki cinnî bir kadınla evlenmiştir. Belkıs,
işte bu kadından doğmuştur.
Sa'lebî, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
«Belkıs'm anne ve babasından biri cinlerdendi».
Bu hadis, garip olup senedinde zayıflık vardır.
Sa'lebî, Ebu Bekre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında Belkıs'dan
söz edilince şöyle buyurdu:
«Yönetimlerinin başına bir kadım geçiren bir kavim iflah olmaz».
Buharî'nin Sahih'inde Ebu Bekre'den rivayet edilen bir hadis-i şerife göre Rasûlullah'a,
İranlıların yönetime Kisra'nm kızım geçirdiklerine dair haber ulaştığında o şöyle
buyurmuştur:
«İşlerinin başına bir kadını geçiren bir kavim iflah olmaz.»[38]
«Kendisine (kralların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve onun büyük bir tahtı var». Yani
onun kraliyet tahtı çeşitli mücevher, inci, altın ve zinetlerle süslenmiştir.
Hüdhüd, Süleyman peygambere böyle dedikten sonra Saba halkının kafirliklerini, Allah'ı
inkar edişlerini, güneşe taptıklarını, şeytanın peşine takıldıklarını, şeytan tarafından Allah'a
kulluğu bırakıp başka yollara saptırıldıklarını anlatmıştı. Göklerde ve yerde gizli olanı açığa
çıkaran, insanların gizlediklerini ve açığa çıkardıklarını bilen zahirî ve batmîyi, aynı
zamanda maddî ve manevîyi bilen, ortaksız ve tek Allah'ı bırakıp başka şeylere taptıklarını
da anlattı. «Allah ki ondan başka tanrı yoktur. Büyük Arşın Rabbidir.» Yani mahlukat içinde
kendisinden daha büyük birşey bulunmayan yüce Arş'm sahibidir. Onları Allah ve Rasûlune
itaate daveti içeren; Cenâb-ı Allah'ın hakimiyet ve saltanatı altına dönüp iman etmeye
çağırmayı ihtiva eden mektubunu gönderdi. Onlara: «Bana karşı üstünlük taslamayın.» Yani
benim taatime karşı büyüklük taslamayın, dedi. Emirlerime uyun, diye buyruk verdi. «Teslim
olmuşlar olarak bana gelin.» Yani emrimi duyup itaat ederek ve karşı koymadan bana
gelin.
Mektubu kuş götürüp Belkıs'a bıraktı. Mektuplaşma âdetini insanlar işte buradan
almışlardır. Ama toprak nerede, Süreyya yıldızı nerede. Bu mektup, emri işitip itaat eden ve
içindekileri anlayan bir kimseye gönderilmişti. Tefsircilerin bir çoğunun anlattıklarına göre
Hüdhüd, mektubu alıp Belkıs'm sarayına götürerek içeriye bıraktı. Belkıs kendine mahsus
odasında yalnız başına oturmakta idi. Mektubu bıraktıktan sonra Hüdhüd, cevabını
beklemek üzere bir kenara çekilip durdu. Bel-kıs da emirlerini, vezirlerini ve devlet
büyüklerini meşverete çağırdı. «Ey ileri gelenler, bana çok önemli bir mektup bırakıldı.»
dedi. Sonra mektubun kimden geldiğini de onlara bildirdi: «O, Süleyman'dan (geliyor )ve
Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla (başlamakta)dır. "Bana karşı büyüklük taslamayın ve
bana teslim olarak gelin (diye yazıyor)".»
Bundan sonra Bellas, başlarına gelen felâket ve musibet konusunda görüşlerine müracaat
etti. Onlara hitapta bulundu. Onlar da bu hitabını dinliyorlardı. «Ey ileri gelenler, dedi. Bu
işimde bana bir fikir verin (bilirsiniz ki) ben, siz olmadıkça hiç bir şeyi (kendi başıma) kesip
atmam.». Yani siz varken ve görüşlerinizi belirtmeden ben bir hususta kesin karar vermem.
«Biz kuvvetliyiz, yaman savaşçılarız, ama emir senindir. Bak (düşün), neyi emredersen (onu
yapalım) dediler». Ona itaat edip emrine kulak vereceklerini, ayrıca gerekirse savaşmaya da
muktedir olduklarını bildirdiler. Fakat bu konuda en uygun olan kararı verme yetkisini de
kendisine verdiler.
Belkıs'm görüşü, onlarınkinden daha sağlam ve daha kuvvetli idi. Mektubu gönderen
Süleyman'ın asla karşı konulamayacak, emrine muhalefet edilemeyecek, oyuna
getirilemeyecek ve mağlup edilemeyecek bir hükümdar olduğunu bilmişti.
«Dedi ki: "Hükümdarlar bir ülkeye girdiler mi, orayı bozarlar. Halkının şereflilerini zelil
(perişan) ederler. (Evet) böyle yaparlar".»
Belkıs, doğru görüşünü dile getiriyordu: Eğer bu hükümdar, bu memlekete gelip galip olursa
yine yetki sizin aranızdan sadece bana kalacaktır. Yine kuvvetli hakimiyet, şiddet ve satvet
benim üzerimde kalacaktır. «Ben, (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de bakayım elçiler
ne ile dönecekler».
Belkıs, kendiliğinden bir jest yapmak istedi; memleketi ve halkı adına hediyeler ve
armağanlar göndermek istedi. Fakat bilmiyordu ki, Süleyman peygamber onların
hediyelerini kabul etmeyecektir. Onların mecburî ya da gönüllü olarak verdikleri
hediyelerine iltifat etmeyecektir. Çünkü onlar kafirdirler. Süleyman'la ordusu, onları mağlup
etmeye muktedirdir. Bu nedenledir ki; «(Elçi, hediyelerle) Süleyman'a gelince (Süleyman)
dedi ki: "Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdi
erinden daha iyidir. Hediyenizle siz sevinirsiniz (ben değil)".»
Oysa bu hediye paketleri içinde çok kıymetli eşyalar vardı. Tefsirci-ler böyle derler.Sonra
Süleyman peygamber, Belkıs tarafından kendisine gönderilen elçilik heyetine, etrafındaki
insanların huzurunda şöyle dedi: «"(Ey elçi), onlara dön (söyle); onlara, kendilerinin asla
karşı koyamayacakları ordularla gelirim ve onları hor ve hakir bir durumda oradan (sürer)
çıkarırını."» Beni minnet altında tutmak isteyen kadın tarafından getirmiş olduğun
hediyeleıinle birlikte geri dön. Çünkü benim yanımda Allah'ın verdiği bolca nimetler ve
armağanlarla erkanım ve adamlarım vardır ki bunlar, o kadının yanında bulunanlardan daha
çok ve daha hayırlıdırlar. Siz ki bunlarla sevinip iftihar etmektesiniz. Kendi ebnayı cinsinize
karşı övünmektesiniz. «"Kendilerinin asla karşı koyamayacakları ordularla onlara gelirim."»
Yani onların üzerine, karşı koyup kendilerini savunamayacaklan ve savaş anlayacakları bir
ordu gönderirim. Onları horlanmış ve ezilmiş kimseler olarak memleketlerinden,
mıntıkalarından kovacağım. Ar, utanç, horlanmışlık damgası altında
kalacaklardır.
Süleyman peygamberin bu haberi kendilerine ulaşınca çaresiz emri dinleyip itaat ettiler ve
icabetine koştular. Belkıs'm maiyeti topluca emre itaat edip boyun bükerek Süleyman
peygamberin yanına geldiler. Onların gelmekte olduklarını duyan «Süleyman peygamber,
kendi emrine ram olmuş cinlere şöyle buyruk verdi: "Ey ileri gelenler, dedi. Onların bana
teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtım bana getirebilir?". Cinlerden bir ifrit
(kötü bir cin): "Sen, makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, dedi. Bunu
yapmaya gücüm yeter ve ben güvenilir (bir kimsey)im". Yanında kitaptan bir ilim bulunan
kimse de (veziri Asaf İbn Barhiya yahut Hızır): "Sen, gözünü (açıp) yummadan ben onu
sana getirebilirim." dedi. (Süleyman), tahtı yanma yerleşmiş görünce dedi: "Bu, Rabbimin
lütfundandır. (Lütfuna) şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni
sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur; nankörlük eden de (bilsin ki) Rabbim
müstağnidir. (O'nun şükrüne muhtaç değildir), çok kerem sahibidir". (Ve) dedi ki: "Onun
tahtım tanınmaz hale getirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanıyamıyacak mı?". Melike
gelince (ona): "Senin tahtında böyle mi?" dendi. "Tıpkı o, dedi, zaten bize daha önce bilgi
verilmişti ve biz Müslüman olmuştuk". Onu, Allah'tan başka taptığı, (bu zamana dek tevhid
dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi, inkar eden bir kavimden idi. Ona: "Köşke
gir!" dendi. Köşkü (n zeminini)gö-rünce su sandı ve bacaklarını sıvadı. "O, sırçadan
yapılmış cilalı şeffaf (bir zemin)dir" dedi. (Melike): "Rabbim, ben nefsime zulmetmişim.
(Artık) Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi Allah'a teslim oldum." dedi.» (en-Neml, 38-
44.)
Süleyman peygamber, etrafındaki cinlerden kendisine Belkıs'in tahtını getirmelerini istedi.
Belkıs, memlekette hükmederken o tahtın üzerinde otururdu. Belkıs yola çıkıp yanma
gelmekte olduğundan dolayı kendisi gelmeden tahtının getirilmesini istemişti. «Cinlerden
bir ifrit (kötü bir cin): "Sen, makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, dedi".»
Yani sen, hüküm meclisinden kalkmadan önce ben o tahtı sana getiririm. Rivaj^ete göre
Süleyman peygamber, sabahlan divan kurup İsrailoğullarının aralarında meydana gelen
davaları ve Önemli işleri hallederdi. Dava meclisi, öğleye yakın nihayete ererdi. Bu tahtı
kendisine getirmeyi taahhüt eden cin şöyle demişti: «"Bunu yapmaya gücüm yeter ve beı.
güvenilir (bir kimsey)im".» Yani bu tahtı sana getirmeğe muktedirim. O tahtta bulunan ve
sence çok kıymetli olan mücevherleri de muhafaza etme hususunda güvenilir bir kimseyim.
«Yanında kitaptan bir ilim bulunan kimsede...» meşhur rivayete göre bu kimse, Süleyman
peygamberin teyzesi oğlu Asaf b. Barhiya'dır, Bir rivayete göre ise bu, cinlerin
inanmışlarından biri idi. Denildiğine göre bu, ism-i a'zâmı ezberlemişti. Bir başka rivayete
göre ise bu kişi, İsrailoğullarmm bilginlerinden biri idi. Bunun, Süleyman'ın kendisi olduğunu
söyleyenler de vardı ki, bu cidden garip bir rivayettir. Süheylî ise, bunun zayıf
olduğunu söylemiştir. Bir diğer rivayete göre ise bu kişi, Cebrail'dir. Her kim olursa olsun,
bu kişi: "Sen gözünü (açıp) yummadan ben onu sana getirebilirim." dedi. Yani sen gözünün
görebildiği en uzak mıntıkaya bir adam gönderip de o adam sana geri gelmeden önce ben o
tahtı sana getirebilirim.
Bazıları ise, ayet-i kerimenin şu manaya geldiğini söylemişlerdir: İnsanlar içinde bakıpta en
uzakta gördüğün kimse sana gelip kavuşmadan önce ben o tahtı sana getirebilirim.
Ya da bir tarafa bakarken gözünü yummadan önce ben o tahtı sana getirebilirim. Bu, ayet-i
kerimenin ruhuna en yakın olan manadır.
«(Süleyman) tahtı yanma yerleşmiş görünce...» Belkıs'm tahtının bu kısa süre zarfında
Yenıen'den Kudüs'e bir göz açıp yumma müddeti zarfında yanma gelip yerleşmiş olduğunu
görünce dedi ki: «"Bu, Rabbi-min lütfundandır, (lütfuna) şükür mü edeceğim, yoksa
nankörlük mü edeceğim, diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için (kendi yararına)
şükretmiş olur. Nankörlük eden de (bilsin ki) Rabbim müstağnidir. (Yani şükredenlerin
şükrüne muhtaç değildir ve kafirlerin küfründen de mutazarrır olmaz)"».
Sonra Süleyman peygamber, yanma getirilen tahtın zinetlerinin değiştirilmesini ve tahtın
bambaşka bir hale getirilmesini emretti ki Bellas'm akıl ve idrakini denesin. Bu nedenle dedi
ki: «"Bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tamyamayacak mı?". Melike gelince (ona): "Senin
tahtında böyle mi?" dendi. "Tıpkı o, dedi".»
Bu sözler, Melike Bellas'm üstün zekalı ve yüksek idrakli olduğunu göstermektedir. Çünkü
o burada bulunan tahtın Yemen'de ardı sıra bırakmış olduğu tahtının aynısı olacağını
mümkün görmemişti. Fakat tahtını çok kısa bir müddet zarfında Yemen'den alıp Kudüs'e
getirmeye muktedir olan ve bu garip san'atı yapabilecek bir zatın varlığım bilme-mişti. Yüce
Allah, Süleyman peygamber ile kavmi hakkında haber vererek şöyle buyuruyor: «"Bize
daha önce bilgi verilmişti. Ve biz Müslüman olmuştuk". "Onu, Allah'tan başka taptığı şeyler,
(bu zamana dek tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü o, inkar eden bir kavimden
idi.» Herhangi bir delile bağlı kalmadan ve bir hüccetin peşine takılmadan atalarıyla
dedelerinin bilinçsizce secde etmekte oldukları güneşe tapmaları, onu bu zamana dek tevhid
dinine girmekten menetmişti.
Süleyman peygamber, billurdan bir köşk yapılmasını emretmişti. Yapılan köşkün giriş
kısmına su döktürmüş, suyun üzerini de camla kapatmıştı. Üzeri camla kapatılan bu giriş
kısmının altındaki suya balık-' larla diğer su hayvanlarını bırakmıştı. Süleyman peygamber,
kendi tahtında oturmuş vaziyette iken Belkıs ve beraberindekilerinm, bu suyun üzerinden
geçerek köşke girmelerini emretmişti: «Köşkü(n zeminini) görünce su sandı ve bacaklarını
sıvadı. "O sırçadan yapılmış cilalı şeffaf (bir zemin)dir." dedi. (Melike Belkıs): "Rabbim,
ben nefsime zulmetmiştim. Artık Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi Allah'a teslim
oldum."» dedi.
Rivayete göre cinler, Belkıs'm, Süleyman nazarmdaki görünümünü çirkinleştirmek
istemişlerdi. Kıllı bacaklarını açtığında Süleyman'ın ondan nefret edeceğini düşünmüşlerdi.
Onunla Süleyman'ın evlenmesinden korkmuşlardı. Çünkü anası cinlerden olduğu için
Süleyman, kendilerine musallat olmuş ve emri altında kendilerini çalıştırmakta idi.
Bazılarının anlattıklarına göre Belkıs'm tırnakları, hayvan tırnakları gibi idi. Fakat bu, zayıf
bir rivayettir. Doğrusunu Allah bilir.
Ancak Süleyman, Belkıs'la evlenmek istediğinde onun bacakların-daki kılları nasıl
gidereceğini düşündü. Bunu cinlere sordu. Cinler de ona ustura kullanmasını teklif ettiler.
Fakat Belkıs, ustura kullanmaya yanaşmadı. Bunun üzerine cinler kendisine hamam otu
yaptılar ve otu hamama bıraktılar. O da hamama girdi. Böylece hamama ilk giren o oldu.
Hamam otunu görünce elini attığında eli yanıp of dedi. Onu kullanıp faydalan amadan önce
acı çekmeye ve inlemeye başladı.[39]
Sa'lebî ve diğerlerinin anlattıklarına göre Süleyman peygamber, Belkıs'la evlendikten sonra
onu Yemende tahtında bıraktı. Hakimiyetini ona tekrar verdi. Her ay onu bir kez ziyaret
eder, yanında üç gün kalırdı. Sonra yine ülkesine dönerdi. Cinlere emir vererek Yemen'de
onun için Gimdan, Salhin ve Beytun adlı üç köşk yaptırdı. Doğrusunu Allah bilir. îbn
İshak'm bazı ilim erbabı ile Vehb b. Münebbih'den naklettiğine göre Süleyman peygamber,
Belkıs'la evlenmemiştir. Aksine onu, He-medan meliki ile evlendirmiş ve Yemen'de tahtında
bırakmıştır. Yukarıda bahsettiğimiz üç köşkü ona yaptırmıştır. Birinci rivayet daha meşhur
ve kuvvetlidir. Doğrusunu Allah bilir.
Konuyla ilgili olarak Cenâb-ı Allah, Sâd sûresinde şöyle buyurmaktadır:
«Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. (Süleyman) ne güzel kuldu! O, (Allah'a) çok
dönerdi. (Teşbih ederdi) Akşam üstü kendisine Safin (üç ayağı üzerinde durup bir ayağını
tırnağının üstüne diken) süratli koşan (safkan Arap) atları gösterilmişti. "Ben, dedi. Mal
sevgisini, Rab-bimi anmaktan (ötürü) tercih ettim". Nihayet (güneş) perdenin arkasına
gizlendi (battı). "Onları bana getirin" (dedi). Bacaklarını ve boyunlarım (kılıçla) okşamaya
başladı. Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik: Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra
(bize) yöneldi: "Rabbim, dedi. Beni affet, bana benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir
mülk ver. Çünkü, Sensin o çok lütfeden, sen!". Biz, rüzgarı ona boyun eğdirdik. Onun
buyruğuyla, onun istediği yere yumuşak (yumuşak) akıp gidiyordu. Ve şeytanları, her bir
bina ustasını ve dalgıcı ve (kötülük yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka
(şeytan)lan (yani cinleri veya isyancı kabileleri ona boyun eğdirdik).
"Bu, bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır." (dedik). Onun, bizim
yanımızda bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır" (Sâd, 30-40.)
Cenâb-ı Allah, Davud'a, Süleyman'ı armağan ettiğini anlatıyor. Sonra da onu överek şöyle
diyor: «Ne güzel kuldu! O, (Allah'a) çok döner (teşbih eder)di». Yani o, Allah'a döner, ona
itaat ederdi. Sonra da Cenâb-1 Allah onun, üç ayağı üzerinde durup bir ayağını tırnağının
üstüne diken, süratli koşan safkan Arap atlarına neler yaptıklarım anlattı ve buyurdu ki:
«(Süleyman) ben, dedi. Mal sevgisini, Rabbimi anmaktan (ötürü) tercih ettim". Nihayet
güneş, perdenin arkasına gizlendi (battı)».
Bir rivayete göre de perdenin arkasına gizlenen şey, atlardır.
Süleyman dedi ki: «Onları (atları) bana getirin. Bacaklarını ve boyunlarını (kılıçla)
okşamaya başladı». Bir rivayete göre ise bacaklarının ve boyunlarının terlerini sildi ve
onları önüne katıp sürdü.
Fakat selef ulemasının çoğunluğunun görüşüne göre Süleyman peygamber, onların
bacaklarını ve boyunlarım kılıçla vurmuştur. Çünkü onlarla meşgul olduğundan dolayı
ikindi namazının vakti çıkıp güneş batmıştır. Bu, Ebu Talib oğlu Ali (r.a.) ile diğer bazı
kimseler tarafından rivayet edilmiştir. Kesin olan şu ki o, herhangi bir mazeret olmaksızın
namazı kasden terketmiş değildir. Ancak bazı sebeplerden dolayı namazı ertelemesi onların
şeriatlarına göre caizdir, denilebilir.
Cihad sebebi ile atlan kontrol etmek maksadıyla namazı tehir etmiştir, denilebilir.[40]
Âlimlerden bir grup, Peygamber Efendimiz'in Hendek savaşında ikindi namazını tehir
ettiğini ve bunun da o zaman meşru olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bu, bilahare salatü'1-
havf (korku namazı) ile nesh edilmiştir. Şafii ve diğerleri böyle demişlerdir. Mekhul ile
Evzaî demişler ki: Hayır, bu gibi mazeretler nedeniyle namazı erteleme hükmü bu güne
kadar da yürürlüktedir. Yani şiddetli bir savaş nedeni ile namazı
ertelemek caizdir.
Diğerleri demişler ki: Peygamber (s.a.v.)'in Hendek savaşında ikindi namazını ertelemesi,
unutma dolayısıyla olmuştur. Şu halde Süleyman peygamberin namazı ertelemesi de böyle
olmuştur. Doğrusunu Allah bilir.ayet-i kerim esin deki zamirin atlara raci olduğunu, yani
perdelenip gizlenen (batan) şeyin, güneş değil de atlar olduğunu söyleyenlere gelince bunlar
derler ki:
ayet-i kerimesi şu manaya gelir:
«"Onları bana getirin." (dedi). Bacaklarını ve boyunlarını okşamağa başladı». Yani atların
boyunlarmdaki ve bacaltlarındaki terleri sildi. İbn Cerir et-Taberî, bu görüşü benimsemiştir.
Vâlibi'de böyle bir manayı, İbn Abbas'dan rivayet etmiştir. Çünkü Süleyman peygamber,
herhangi bir suçları olmayan hayvanları öldürerek azaplandıracak bir kimse değildir.[41]
Ancak bu görüş üzerinde ihtilaf edilebilir. Çünkü atların bazı sebeb-lerle öldürülmeleri,
onların dinlerinde caiz olmuş olabilir. Bazı âlimlerimizin de ileri sürdükleri bir fikre göre
Müslümanların, davar ve diğer hayvanların kafirlerin eline geçmesinden korkmaları halinde
kafirlere azık olmaması maksadıyla öldürmeleri caizdir. Nitekim Mute savaşında Ebu Talib
oğlu Cafer hazretlerinin kendi atını kesmesi de buna yorulabilir.
Ayet-i kerimede sözü edilen Süleyman'a ait atlar çok sayıda imişler. Bir rivayete göre
10.000 kadar imişler. Bir başka rivayete göre ise 20.000 kadarmışlar. Hatta 10.000 tanesi de
kanatlı imiş.[42]
Ebu Davud, "Sünen" adlı eserinde, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: «Rasûlullah
(s.a.v.), Tebük gazvesinden ya da Hayber gazvesinden döndüğünde benim penceremde bir
perde vardı. Rüzgar esince perde aralandı ve bana ait bazı oyuncaklar göründü. Rasûlullah
dedi ki: "Ey Aişe, bu nedir?" Dedim ki: "Kızlanmdır." Rasûlullah, bu oyuncaklar arasında
yamanmış kanatları bulunan bir at gördü. "Bu oyuncaklar arasında gördüğüm de nedir?"
diye sordu. "Attır" dedim. "Şu üzerindeki nedir?" diye sordu. "İki kanattır." dedim. "İki
kanadı olan at ha?" diye sordu. Ben de dedim ki: "Süleyman'ın kanatlı atları olduğunu sen
hiç işitmedin mi?". Bu sözlerim üzerine Rasûlullah (s.a.v.) azı dişleri görü-nünceye kadar
güldü.»[43]
Bazı âlimler dediler ki Süleyman peygamber, Allah için o atları ter-kedince Cenâb-ı Allah
ona, o atlardan daha hayırlı bir şey verdi ki o da rüzgardı. Rüzgar, bir sabah bir ay müddetle;
bir akşam da bir ay müddetle esip giderdi. Nitekim ileride de bundan bahsedilecektir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Beytullah'a çok seferleri olan Ebu Katade ile Ebu'd-Dehman'm
şöyle dediklerini rivayet eder: Çölde bir adama uğradık. Bedevi olan o adam bize dedi ki:
"Rasûlullah (s.a.v.) elimden tutarak, Aziz ve Celil olan Allah'ın kendisine öğrettiklerinden
bir kısmını bana öğretti ve buyurdu İd: «Doğrusunu istersen Aziz ve Celil Allah'tan
sakınmak maksadıyla birşeyi terk edersen, Cenâb-ı Allah mutlaka ondan daha hayırlı olan
birşeyi sana verir.»[44]
«Andolsun, biz Süleyman'ı imtihan ettik: Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra (bize)
yöneldi.» (Sâd, 34.)
İbn Cerir ile İbn Ebi Hatîm ve diğer tefsirciler, bu ayetle ilgili olarak selef ulemasından
birçok nakillerde bulunmuşlardır. Çoğunluğu ya da tamamı israiliyyattan alınma olan bu
nakillerin ekserisinde şiddetli bir münkerlik vardır. Yani bunlar, kabul edilemez şeylerle
doludurlar. İbn Kesir Tefsirimizde, bu konuda okuyucuların dikkatlerini çekmiştik. Burada
ise sadece bunu nakletmekle yetindik. Bu konuda anlatılanların hülasası şudur ki: Süleyman
peygamber, tahtından kırk gün uzaklaşmış sonra da tahtına dönmüştür. Mescid-i Aksa'yı
inşa etmekle em-rolunduğunda onu sağlam bir şekilde inşa ettirdi. Daha önce de söylediğimiz
gibi onun yaptığı, sadece o mescidi yenilemek ve onarmaktan ibaretti. Orayı ilk
olarak mescid yapan, İsrail (Yakub) peygamberdir. Nitekim bunu, Ebu Zerr'in şu sözünü
naklederken de anlatmıştık. Ebu Zerr der ki: «Dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Yeryüzünde
inşa edilen ilk mescid hangisidir?". Buyurdu ki: "Mescid-i Haram'dır". Sonra hangisidir Ya
Rasûlallah? diye sordum. Buyurdu ki: "Beyt-i Makdis mescididir". Bu iki mescidin yapılışı
arasında kaç senelik bir zaman geçmiştir? diye sordum. Buyurdu ki: "Kırk sene..."»
Bilindiği gibi Mescid-i Haram 'ı inşa eden İbrahim peygamberle Da-vud oğlu Süleyman
peygamber arasında bırakınız kırk seneyi, 1000 seneden daha fazla bir zaman vardır.
Süleyman peygamber, Kudüs'teki Mescid-i Aksa'nm inşasını tamamladıktan sonra Cenâb-ı
Allah'tan, kendisinden sonra hiç kimseye verilmeyecek bir mülk ve hükümdarlık dileğinde
bulunmuştu. Bununla ilgili olarak İmam Ahmed b. Hanbel, Amr b. Ass'm oğlu Abdullah'ın
şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
«Süleyman, Beyt-i Makdis'i inşa ettiğinde Rabbinden üç şey diledi. Rabbi ona ikisini verdi.
Üçüncüsünün bize verileceğini ümit ederiz: Rabbinin hükmüne uygun bir hüküm kendisine
vermesini dilemişti. Rabbi bunu ona verdi. Rabbinden, kendisinden sonra hiç kimseye verilmeyecek
bir mülk (ve hükümdarlık) dilemişti. Rabbi bunu da ona verdi. Rabbinden her kim
kendi evinden Mescid-i Aksa'da namaz kılmak maksadıyla çıkarsa günahlarından da,
anasından doğduğu günkü gibi sıyrılmasını nasib etmesini dilemişti. İşte Cenâb-ı Allah'ın
bunu bize vermiş olacağını ümit ederiz».
Cenâb-ı Allah'ın hükmüne muvank hükme gelince bununla ilgili olarak yüce Allah,
Süleyman'ı ve babası Davud'u överek şöyle buyurmuştur:
«Davud ile Süleyman'a da (an); hani onlar toplumun davarının yayıldığı, bir ekin .hakkında
hükmediyorlardı. Biz de onların hükümlerine şahit idik. Bunu (bu hükmü) Süleyman'a
bellettik. Onların hepsine de hükümdarlık ve bilgi verdik.» ((el-Enbiyâ, 78-79.)
Kadı Şüreyh ile diğer bazı selef ulemasının anlattıklarına göre ayet-i kerimede geçen
kavmin bir bağı varmış. Bir başka kavmin davarları gelip o bağda geceleyin yayılmışlar ve
ağaçların tamamını yemişlerdi. Her iki kavimde Davud peygamberin yanına gelerek d av al
aş mı şiardı. Davud peygamber, bağ sahibine bağının kıymetinin verilmesi yolunda hüküm
vermişti. Dava sahipleri daha sonra Süleyman peygamberin yanına gittiklerinde onlara:
"Allah'ın peygamberi Davud size nasıl bir hüküm verdi?" diye sordu. Onlar da, şöyle şöyle
hüküm verdi, dediler. Bunun üzerine Süleyman şöyle dedi: "Ama ben olsaydım oyunların
bağ sahibine teslim edilmesi yolunda hüküm verirdim. Bağ sahibi koyunları yanında tutup
onların ürünlerini ve yapağılarım alıp bağının eksilen değerini telafi ederdi. Bilahare
davarları sahiplerine teslim ederdi". Bu haber, Davud peygambere ulaşınca o da bu yolda
hüküm verdi.
Buna yakın bir mesele olarak da Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Hüreyre'den rivayet
edilen bir hadis-i şerif de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Zamanın birinde iki kadın vardı. Bunların ikisinin de çocukları yanlarında idi. Bir ara
kurdun biri saldırarak ikisinden birinin çocuğunu alıp götürdü. Alıp götürdükten sonra ikisi
ortada kalan çocuk üzerinde anlaşmazlığa düştüler. Büyük kadın dedi ki: Kurt senin
çocuğunu ahp götürdü. Küçük kadın dedi ki: Hayır, kurt sşnin çocuğunu alıp götürdü.
Her ikisi de Davud peygamberin yanma giderek muhakeme oldular. Neticede Davud
peygamber, ortadaki çocuğu büyük kadına verdi. Fakat bilahare her ikisi de Süleyman
peygamberin yanına gittiler, o, kendilerine şöyle dedi: "Bana bir bıçak getirin ki çocuğu
ikiye böleyim herbirinize yarısını vereyim". Süleyman'ın böyle demesi üzerine küçük kadın
şöyle dedi: "Allah sana rahmet etsin. Bu çocuk, o kadınındır." Aslında çocuk kendisinin
olduğu için analık şefkatinden dolayı küçük kadın böyle demişti. Böyle deyince de
Süleyman peygamber çocuğu küçük kadına verdi.»[45]
Bu hükümlerin ikisi de onların şeriatlarına göre uygun olabilir. Fakat Süleyman'ın verdiği
hüküm, tercihe daha şayandır. Bu sebeble Cenâb-ı Allah kendisine verdiği ilham sebebi ile
Süleyman'ı Övmüş, ardı sıra da babası Davud'u methederek şöyle buyurmuştur:
«Onların hepsine de hükümdarlık ve bilgi verdik. Davud'a dağları ve kuşları boyun
eğdirdik.Onunla beraber teşbih ediyorlardı. Biz (bunları) yaparız. Ona, sizi, savaşın
şiddetinden korumak için zırh yapmayı öğretmiştik. Ama siz şükrediyor musunuz ki?" ({cl-
Enbiyâ, 79-80.)
Bundan sonra da Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuş: «Süleyman'a da fırtınayı (boyun eğdirmiş
tik)». Yani fırtına gibi esen şiddetli rüzgarları ve kasırgaları Süleyman'ın emrine ram
etmiştik. «Onun emri ile içinde bereketler yarattığımız yere akıp giderdi. Biz herşeyi
(yapmasını) biliriz. Şeytanlardan, onun için denize dala(rak inciler çıkara)n ve bundan başka
işler gören kimseleri de (onun emrine verdik). Biz onları onun için koruyor. (Onun emri
altında tutuyor)duk.» ((ci-Enhiyâ, sı-82.)
«Biz, rüzgarı ona boyun eğdirdik. Onun buyruğuyla, onun istediği yere yumuşak (yumuşak)
akıp gidiyordu. Ve şeytanları: her bina ustasını ve dalgıcı ve (kötülük yapmamaları için)
zincirlerle birbirine bağlanmış başka (şeytan)lan (yani cinleri veya isyancı kabileleri ona
boyun eğdirdik.) "Bu, bizim insanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır"
(dedik). Onun bizim yanımızda bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» <sad, 36-40.)
Süleyman peygamber, Cenâb-ı Allah'ın rızasını talep ederek atlan terkedince, atların yerine
Cenâb-ı Allah ona daha seri ve daha hızlı olan rüzgarı verdi, Rüzgar, atlara nisbetle daha
güçlü ve daha muazzamdı. Ayrıca rüzgarın, atlar gibi ona yüklediği masraflar ve külfetler de
yoktu. «Onun buyruğuyla onun istediği yere yumuşak (yumuşak)akıp gidiyordu». Yani
rüzgarlar, onun dilediği beldelere akıp gidiyordu. Süleyman'ın tahtadan yapılma bir
tahtırevanı vardı. Çok büyük ve genişti. İstediği bütün köşkleri, çadırları, atlan, develeri,
yükleri, insi ve cinni adamları o tahtırevana yükleyebiliyordu. Ayrıca diğer hayvanlarla
kuşları da oraya alabiliyordu. Bir sefere gitmek ya da gezintiye çıkmak veya herhangi bir
düşman veya hükümdarla başka bir beldede savaşmak
üzere ülkesinden aynldığında yukarıda saydığımız şeyleri tahtırevanına yükler; sonra
da rüzgara buyruk verir; rüzgar, o tahtırevanın altına girerek yerden havaya doğru
yükseltirdi. Semaya doğru iyice yükseldikten sonra yumuşak rüzgarlara emir verir,
tahtırevanı yavaş yavaş mesafe katederdi. Daha seri gitmek istediği zaman fırtınaya emir
verir, fırtına onları daha hızlı götürürdü. ÖyleH sabahleyin Kudüs'den hareket ettiğinde
akşama doğru bir aylık mesafe olan İstahr denen yere varırdı. Orada günün sonuna kadar
bekler, sonra Kudüs'e aynı gün içerisinde geri dönebilirdi. Nitekim bununla ilgili olarak
Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
"Süleyman'a da, sabah gidişi bir aydık mesafe), akşam dönüşü bir ay (lık mesafe) olan
rüzgarı boyun eğdirdik ve onun için erimiş balan da kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin
izni ile cinlerden bir kısmı, onun Önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona
alevli azabı tattınrckk. Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler,
sabit kazanlar yaparlardı. "Ey Davud ailesi, şükredin!". Kulla-nmdan şükreden azdır.» (es-
Sebe1,12-13.)
Hasan Basrî dedi ki: Süleyman peygamber sabahleyin Şam'dan hareket eder, öğleye doğru
İstahr denilen yere konaklar, orada öğle yemeğini yerdi. Akşama doğru oradan dönerek
Kabil'de gecelerdi. Şam ile Is-tahr arası, bir aylık mesafedir. Yine istahr ile Kabil arası da bir
aylık mesafedir.
Ben derim ki: Medeniyetlerden, şehir ve kentlerden bahseden kimselerin anlattıklanna göre
istahr kentini, Süleyman peygamber için cinler inşa etmişlerdir. Orada eskiden Türklerin
memleketi vardı. Aynı şekilde diğer bazı beldeleri de örneğin Tedmür'ü, Kudüs'ü, Bab-ı
Ciron ile Bab-ı Beridî de cinler Süleyman peygamber için inşa etmişlerdir. Bu son iki kent,
bazı rivayetlere göre Şam'dadır.
Katade'nin anlattığına göre erimiş bakır kaynağı, Yemen'de idi. Bu kaynağı Cenâb-ı Allah,
Süleyman peygamber için yerden fışkırttı. Süddî'nin anlattığına göre Süleyman peygamber
oradan üçgün süreyle bütün binalanna yetecek kadar erimiş bakır aldı.
«Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan
sapsa ona alevli azabı tattmrdık». Yani Cenâb-ı Allah, cinleri, işçiler olarak Süleyman'ın
emrine verdi. Gevşemeden onun emrinde çalışırlardı. Buyruğunun dışına çıkmazlardı. Emrine
karşı gelenleri azaplandmp cezalandırırdı. Onun için güzel mekanlar, kaleler ve
duvarlarda resimlerle heykeller yaparlardı. Resim ve heykel, onların dinlerinde ve
şeriatlannda caizdi. Onun için, geniş havuzlan andıran büyük büyük leğenler ve kazanlar
yaparlardı. Yaptık-lan kazanlar, yerde tesbit edilmiş ve yerinden oynamayan büyük kazanlardı.
Bütün bu sayılan şeyler, insan ve hayvanlara yapılan iyiliklerle ihsan edilen
yiyecekler cümlesinden sayıldıklarından ötürü Cenâb-ı Allah, şöyle buyurmaktadır: «Ey
Davud ailesi, şükredin!. Kullarımdan şükreden azdır.»
Bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: «Ve şeytanları da. Her
bina ustası ve dalgıcı ve (kötülük yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka
(şeytan)lan (yani cinleri veya isyancı kabileleri), ona boyun eğdirdik.» Yani bu cinlerin bir
kısmı, inşaat yapmak üzere Süleyman'ın emrine verilmişti. Bazı cinlere de içindeki
cevherlerle incileri çıkarmaları için suya dalmayı emrediyordu.
«Ve (kötülük yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka (şeytan)ları (yani
cinleri veya isyancı kabileleri), ona boyun eğdirdik.» Yani bunlar Süleyman'a isyan etmişler,
dolayısıyla ikişer ikişer zincirlerle bukağılara vurulmuşlardı. Bütün bu emrine verilmiş
şeyler, kendisinden sonra kimseye verilmeyecek olan ve kendisinden önce de hiç kimseye
verilmemiş olan tam bir hakimiyet ve saltanatın gereklerinden di.
Buharı, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Peygamber (s.a.v.) Efendi-miz'in şöyle
buyurduğunu söylemiştir: «Dün namazımı kesmek için cinlerden bir ifrit bana tükürdü.
Cenâb-ı Allah onu yakalamayı bana nasib etti. Onu yakaladım. Mescidin direklerinden
birine bağlamak istedim ki, hepiniz ona bakasınız. Fakat sonunda kardeşim Süleyman'ın şu
duasını hatırladım: «Rabbim beni affet, bana, benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir
mülk (hükümdarlık) ver.» Bunun üzerine onu hakir vaziyette kovdum.»[46]
Müslim, Ebu Derda'nm şöyle dediğini rivayet eder: «Rasûlullah (s.a.v.) namaza durdu, onun
şöyle dediğini işittik: «Senden Allah'a sığınırım. Allah'ın laneti ile seni lanetlerim.» Bu
cümleyi üç kez tekrarladı, sonra da birşeyi tutar gibi elini uzattı. Namazı tamamladıktan
sonra dedik ki: "Ey Allah'ın Rasûlü, daha önce senden duymadığımız birşeyi namazda
söylediğini işittik. Ve elini uzattığını da gördük." Bize şöyle dedi: "Allah'ın düşmanı İblis,
ateşten bir kor getirmişti ki yüzüme atsın. Ben de ona şöyle dedim: Senden Allah'a
sığınırım. Bunu üç kez söyledim. Sonra şöyle dedim: Seni Allah'ın tam laneti ile lanetlerim.
Üç kez söylediğim halde geri kaçmadı. Onu yakalamak istedim. Vallahi kardeşimiz
Süleyman'ın duası olmasaydı İblis burada bağlanmış olacaktı ki Medine halkının çocukları
onunla oynayacaklardı.»[47]
İmam Ahmed b. Hanbel, Süleyman'ın mabeyncisi Ebu Ubeyd'in şöyle dediğini rivayet eder:
Ata b. Yezid el-leysî'nin namaza durduğunu gördüm. Önünden geçmek istedim, ama beni
geri çevirdi. Sonra da şöyle dedi: Ebu Said el Hudrî'nin bana anlattığına göre «Resûlullah
(s.a.v.) sabah namazına durmuştu. Ben de ona tâbi olmuştum. Namazda kıraatte
bulunuyordu. Ama kıraatini şaşırdı. Namazı tamamladıktan sonra şöyle dedi: "Beni
gördünüz mü, İblis önüme düştü. Ben onu boğacaktım. Öyleki salyasının soğukluğunu şu
iki parmağımın (baş parmakla işaret parmağını göstererek) arasında hissettim. Kardeşim
Süleyman'ın duası olmasaydı İblis, mescidin direklerinden birine bağlanmış olacaktı ki
Medine'nin çocukları onunla oynayacaklardı (Namaz kılmakta olduğunuz zaman) sizinle
kıble arasına bir kimsenin girmesini önleyebiliyor-samz önleyin."»[48]
Seleften bazılarının anlattıklarına göre Süleyman peygamberin 1000 zevcesi varmış,
bunların 700'ü hür, 300'ü de cariye imiş. Bazı rivayetlere göre ise 300'ü hür, 700'ü cariye
imiş. Bu kadınlardan hepsinden de şehevî bakımdan yararlanma gücüne sahipmiş.
Buharı, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
«Davud oğlu Süleyman dedi ki: «Ben bu gece yetmiş zevcemle ilişkide bulunacağım ve her
birisi Allah yolunda cihad edecek olan bir mücahide hamile kalacaktır." Arkadaşı ona,
inşaallah, dedi. Ama o, demedi. Bunun üzerine zevcelerinden hiçbiri, hamile kalmadı
(sadece birisi, yarı kısmı kopmuş olan bir düşük yaptı. Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
«Eğer (inşaallah) deseydi, çocuklarının hepsi Allah yolunda cihad edeceklerdi.»[49]
Ebu Ya'lâ, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
«Davud oğlu Süleyman dedi ki: Bu gece ben 100 karımla ilişkide bulunacağım. Onlardan
her biri, bir erkek çocuk doğuracaktır. O çocuklar Allah yolunda kılıçla cihad edeceklerdir."
Fakat böyle derken inşaallah demedi ve o gece 100 karısıyla ilişkide bulundu, onlardan
hiçbiri çocuk doğurmadı, ancak içlerinden birisi, yarım bir insan doğurdu.»
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: «Eğer inşaallah deseydi, karılarından her biri, Allah yolunda
kılıçla savaşacak bir erkek çocuk doğururdu.»[50]
İshak b. Bişr, Ebu Hm-eyre'nin şöyle dediğini rivayet etti: Davud oğlu Süleyman'ın 400
zevcesi ve 600 cariyesi vardı. Bir gün şöyle dedi: «Bu gece 1000 karımla ilişkide
bulunacağım ve her birisi, Allah yolunda cihad edecek olan bir savaşçıya hamile kalacaktır.»
Böyle derken inşaallah demedi. Ve geceleyin bütün hammlanyla cinsel temas kurdu,
onlardan hiçbiri hamile kalmadı. Ancak içlerinden sadece biri, yarım bir insan doğurdu.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdular: «Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a
yemin olsun ki Süleyman, eğer inşallah deseydi, dediği şekilde savaşçı çocukları doğar ve
hepsi de Aziz ve Celil olan Allah yolunda cihad ederlerdi.»
Süleyman peygamberin devleti geniş, askeri çok ve çeşitli, hakimiyeti de muazzamdı.
Kendisinden ne önce ne de sonra hiç kimseye böyle birşey verilmiş değildi. Nitekim
buyurmuş ki: «Ve bize her şeyden (bolca bir pay) verildi.» "Rabbim", dedi, beni affet, bana,
benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık) ver. Çünkü sensin o çok
lütfeden, sen!» Evet doğru ve tasdik edilen Kur'ân'm ifadesiyle de belirtildiğine göre bu
hükümdarlığı ve gereklerini, Cenâb-ı Allah Süleyman peygambere vermiştir. Cenâb-ı Allah,
ona verdiği eksiksiz nimetlerle bahşettiği muazzam ihsanları anlatırken şöyle buyurmuştur:
«Bu,bi-zim insanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır.» Yani bu mal ve
servet üzerinde dilediğin gibi tasarrufta bulunabilirsin. Her ne yaparsan yap, Cenâb-ı Allah
onu sana caiz kılmıştır. Bu hususta seni sorguya çekmeyecektir.
Bu, nebi ve hükümdar olan kimsenin özelliğidir. Ama kul ve rasûl olan kimsenin özelliği
bundan farklıdır. Kul ve rasûl olan, ancak bu hususta Allah'ın kendisine izin vermesi üzerine
başkalarına mal verebilir. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun. Peygamber Efendimiz de
bu iki makam hususunda seçme hakkına sahip kılınmıştı. O, kul ve rasûl olmayı tercih
etmişti. Bazı rivayetlerde nakledildiğine göre o hangi makamı tercih edeceği hususunda
Cebrail ile istişarede bulunmuştu. Cebrail, ona mütevazi olmasını tavsiye etmişti. O da kul
ve rasûl olmayı tercih etmişti. Allah'ın salat-ü selamı onun üzerine olsun. Ondan sonra
hilafet ve hükümdarlığı Cenâb-ı Allah, kıyamete dek onun ümmetine vermiştir. Kıyamet
kopuncaya dek onun ümmetinden bir grup mutlaka başta bulunacaktır. Övgü ve minnet
Allah'adır.
Cenâb-ı Allah, peygamberi Süleyman (a.s.)'a bahşettiği dünya malını ve servetini anlatırken
ahirette onun için hazırlamış olduğu bol sevap ve güzel mükafat ile ilahi büyük ikramları da
kendisine hatırlatmış ve bu hususta dikkatini çekmişti. Evet kıyamet gününde Cenâb-ı Allah
ona büyük ikramlarda bulunup kendisine yakın bir makamda bulunacaktır. Bununla ilgili
olarak yüce Rabbimiz, Süleyman peygamber hakkında şöyle buyuruyor: «Onun, bizim
yanımızda bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır.» [51]
Hz. Süleyman'ın Vefatı Ve Hükümdarlığı
Allah Teâlâ buyurdu ki:
«(Süleyman'ın) Ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir
ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yemesiyle değnek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman)
yıkılınca (onun Öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük
düşürücü azab içinde kalmazlardı.» (SeW, 14.)
îbn Cerir ile İbn Ebi Hatîm, İbn Abbas'dan rivayet ederek Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in
şöyle buyurduğunu söylemişlerdir: Allah'ın peygamberi Süleyman, namaz kılarken önünde
bir ağacın bittiğini gördü. Ona, senin adın nedir? diye sordu. Ağaç da kendisine bir şeyler
söyleyerek cevap verdi. Süleyman, sen ne içinsin? diye sordu. Ağaç, eğer sadece dikilmek
için ekilmişse onu bildirirdi. Eğer bir ilaç olmak için ekil-misse onu da bildirirdi. Günün
birinde yine namaz kılarken önünde bir ağaç gördü. Ağaca, senin adın nedir? diye sordu.
Ağaç da benim adım Harub'dur, diye cevap verdi. Süleyman, sen ne içinsin? diye sordu.
Ağaç, bu beyti yıkmak içinim dedi. Süleyman şöyle dedi: Allahım, cinlerin gaybı
bilmediklerini insanlar Öğrensinler, diye benim Ölümümü cinlerden gizle. Sonra Süleyman
peygamber, o ağacı bir değnek haline getirdi, bir yıl müddetle ona dayandı. Cinler de onun
emrinde çalışmaktaydılar. O esnada değneğe dayalı vaziyette iken Süleyman peygamber
vefat etti. Öte yandan bir kurtçuk ta gelip değneği kemirmeye başladı. Nihayet değnek
aşınınca Süleyman peygamberin cesedi yere düştü. İnsanlar da bildiler ki; eğer cinler gaybı
bilselerdi, Süleyman'ın ölümünü anlayacak ve bu can yakıcı azap içinde bir yıl müddetle
beklemiyeceklerdi. Süleyman'ın Ölümü üzerine cinler, değneğin ucunu kemiren kurtçuğa
teşekkür ettiler ve ona daha önceleri de su getirirlerdi.»[52]
Süddî, İbn Abbas ile bir grup sahabeden naklederek şöyle der: Süleyman peygamber, bir iki
sene,bir iki ay, ya da bundan daha az veya daha çok müddetle Beyt-i Makdis'de itikafa
çekilirdi. Yiyeceği ve içeceği, yanına götürülürdü. Vefat edeceği zaman son olarak oraya
girdi. Orada ibadetle meşgul iken her gün mutlaka sabahleyin bir ağaç biterdi. Süleyman
peygamber, ağacın yanma giderek ona adını sorar, ağaç da adının ne olduğunu ona bildirirdi.
Eğer sırf ekilmek için ekilmişse, onu bildirirdi. Ya da ilaç maksadıyla ekilmişse, onu da
açıklardı. Ben, şu maksatla ekildim, derdi. Nihayet günün birinde bir ağaç bitmişti ki ona,
Harub adı verilmişti. Süleyman peygamber ona, senin adın nedir, diye sorunca ağaç, benim
adım Harub'dur, dedi. Süleyman peygamber, sen ne için bittin? diye sorunca ağaç, "Şu
mescidi yıkmak için bittim." dedi. Süleyman da şöyle dedi: Ben hayatta iken Cenâb-ı Allah
bu mescidi yıkmayacaktır. Benim ölümüm ve bu mescidin harap olması senin yüzünden
olacaktır.
Böyle diyerek ağacı söküp kendine ait bir bahçeye dikti. Sonra mihraba girerek değneğine
dayalı vaziyette namaz kıldı ve vefat etti. Vefat ettiğini şeytan bilmedi. Bu vaziyette iken
cinler onun için çalışıyorlar ve durmadan mesailerini sürdürüyorlardı. Süleyman'ın çıkıp
kendilerini cezalandıracağından korktukları için işlerini devam ettiriyorlardı. Şeytanlar ve
cinler, mihrabın etrafında toplanıyorlardı. Süleyman'ın ibadet etmekte olduğu mabedin
önünde ve arkasında ışık pencereleri vardı. Oradan çıkmak isteyen şeytan şöyle diyordu:
Eğer burdan girip diğer pencereden çıkarsam dövülmez miyim?
Böyle diyerek diğer taraftaki pencereden çıkmak üzere bu taraftaki pencereden içeri girdi.
İçeri giren şeytan, karşı taraftaki pencerenin önüne gitmekte iken mihrapta bulunan
Süleyman'a bakamadı. Baktığı takdirde yanacağını biliyordu. Ama Süleyman'ın sesini de
işitmedi. Geri döndü, yine Sülayman'm sesini işitmedi. Tekrar geri döndüğünde mescidin
içine düştü, kendisi de yanmadı. Süleyman'a baktığında, cesedinin ölü olarak yere düşmüş
olduğunu gördü. Dışarı çıkıp insanlara, Süleyman'ın öldüğünü haber verdi. Onlar da kapıyı
açıp içeri girdiler ve Süleyman'ın cesedini dışarı çıkardılar. Dayalı olduğu değneğin kurtçuk
tarafından kemirilmiş olduğunu gördüler. Süleyman'ın ne zaman vefat ettiğini bilemediler.
Değneğini yere koyup kurtçuğu, ucuna getirdiler. Kurtçuk bir gün bir gece süreyle onu
kemirdi. Sonra da değneğin aslından ne kadar kemirildiğini, o bir gün ve bir gecelik
kemirilme miktarına kıyaslayarak Süleyman'ın bir yıl Önceden vefat ettiğini hesapladılar.
Süleyman'ın ölümünden sonra bir yıl müddetle onun için çalışmışlardı. Böyle olunca da
insanlar iyice anladılar ki, cinler yalan söylüyorlar. Eğer gaybı bilselerdi, Süleyman'ın
ölümünü de bilirler ve bir yıl müddetle onun işinde çalışmazlardı. Zahmet çekip
yorulmazlardı. Şu ayeti kerime bunu açıklıkla ortaya koymaktadır.
«Onun (Süleymanm) Öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun
yemesiyle değnek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman) yıkılınca (onun öldüğü anlaşıldı
ve) anlaşıldı ki eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.»
(Sebe1,14.)
Süddî der ki: Böylece cinlerin durumu insanlar tarafından anlaşıldı ki onlar yalan
söylüyorlar. Ayrıca şeytanlar da Süleyman'ın değneğini kemiren kurtçuğa şöyle demişlerdi:
Eğer sen yiyecek yiyorsan, sana yiyeceklerin en güzelini ve en lezzetlisini getiririz. Eğer
içecek içiyorsan, sana içeceklerin en nefisini getiririz. Fakat sana su ve çamur taşırız.
Ravi der ki: «Şeytanlar kurtçuğa her nerede olursa olsun su ve çamuru taşıyorlardı.
Görmezmisiniz ki ağacın içindeki çamuru şeytanlar ona teşekkür için taşımaktadırlar.» Bu,
ne doğrulanan, ne de yalanlanan israiliyattandır.
Ebu Davud, "Kitabü'l Kader"de şöyle bir rivayette bulunur: Davudoğlu Süleyman
peygamber, ölüm meleğine şöyle dedi: Ruhumu teslim alacağın zaman bana önceden bildir
de bileyim.
Ölüm meleği dedi İd: Ben senin canım ne zaman alacağımı bilemem. Sen ne kadar
biliyorsan ben de o kadarını biliyorum. Ancak bazan bana bir mektup verilir. O mektubun
içinde kimin canım alacaksam adları
yazılıdır.
Asbağ b. Ferec ile Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Zeyd b. Es-lem'in şöyle dediğini
rivayet ederler: Süleyman peygamber, ölüm meleğine şöyle dedi: Canımı almakla
emrolunduğun zaman bana haber ver. Günün birinde ölüm meleği Süleyman'a gelerek şöyle
dedi: Ey Süleyman, senin canını almakla emrohmdum. Kısa bir anın kaldı.
Bunun üzerine Süleyman peygamber, şeytanlarla cinleri çağırdı. Kendisi için billurdan bir
köşk yapmalarını emretti. Onlar da kapısı olmayan, billurdan bir köşk inşa ettiler. Süleyman
kalkıp namaza durdu ve değneğine dayandı. Fakat buna rağmen ölüm meleği kapısı
olmayan o billur köşkün içine girerek, değneğine dayalı vaziyette duran Süleyman'ın ruhunu
teslim aldı. Süleyman ölüm meleğinden kaçmak için o köşkü inşa ettirmiş değildi.
Cinler onun sağ olduğunu zannederek huzurunda çalışmaktaydılar. Cenâb-ı Allah'ın
gönderdiği bir kurtçuk değneğinin ucunu kemirmeye başladı. Değneğin içi boşalınca,
Süleyman yere düştü. Cinler bunu görünce dağılıp gittiler. Onların gayptan haberleri
olmadığını, şu ayet-i kerime ifade etmektedir: «Onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir
ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yemesiyle değnek çürüyüp de ona dayalı duran Süleyman)
yıkılınca (onun öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük
düşürücü azap içinde kalmazlardı.» (Sbbe',14.) Asbağ dedi ki: Başkalarından aldığım
habere, göre Süleyman peygamber, değneğine dayalı olarak ölü vaziyette bir yıl süreyle
bekledi. Kurtçuk, onun değneğinin içini kemirmekte idi. Nihayet yere düştü.
Selef ulemasıyla diğerlerinden de buna benzer sözler nakledilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
Ishak b. Bişr, Zührî ile diğerlerinden naklederek şöyle der: Süleyman (a.s.), elli iki sene
yaşadı. Hükümdarlığı kırk sene sürdü. İbn Ab-bas'dan nakledildiğine göre onun
hükümdarlığı yirmi sene sürmüştür. Doğrusunu Allah bilir. İbn Cerir'in dediğine göre
Süleyman b. Davud'un ömrü, elli küsur sene olmuştur.[53]
Süleyman peygamber, hükümdarlığının dördüncü senesinde Mes-cid-i Aksa'nın inşasına
başlamıştır. Bundan sonra da onyedi sene süreyle hüküm sürmüştür. Kendisinin vefatından
sonra îsrailoğullarının hakimiyetleri sarsılmış ve memleketleri dağılmıştır. [54]
Davud Ve Süleyman Peygamberden Sonra Gelmiş Olan Beni İsrail
Peygamberleri
Bunlardan birisi, Şa'ya b. Emsiya'dır. Muhammed b. îshak'ın anlattığına göre Şa'ya,
Zekeriyya ile Yahya peygamberden öncedir. Ona, kendisinden sonra İsa ve Muhammed
adında iki peygamberin geleceği müj-delenmiştir. Onun zamanında İsrailoğullanna, Kudüs
taraflarında Hazkıya adındaki bir hükümdar hükmedermiş. Bu hükümdar, Şa'ya'ya itaat eder,
emri dışına çıkmaz, yasaklarına riayet edermiş. O zaman İsrailoğullanna büyük felaketler
gelmiş. Nihayet Hazkıya adındaki hükümdar hastalanmış, ayağında büyük bir çıban baş
göstermişti. O zaman Senharib adındaki Babil hükümdarı, Beyt-i Makdis'e hücum etmişti,
îbn İshak'm anlattığına göre Senharib'in emri altında 1000 sancak vardı.
Senharib'in saldırısı karşısında insanlar şiddetli bir paniğe kapıldılar. Hazkıya adındaki
hükümdar, Şa'ya'ya müracaat ederek; "Senharib'in durumu hakkında Allah sana ne
vahyetti?" diye sordu. Şa'ya'da şöyle cevap verdi. "Onlar hakkında bana henüz bir vahiy
gelmedi."
Sonra Şa'ya'ya vahiy gelerek şöyle buyruk verildi: "Hükümdar Hazkıya, vasiyetini yapsın ve
hükümdarlığa dilediği birini halef tayin etsin. Çünkü onun eceli yaklaşmıştır!"
Hazkıya, bu vahyi haber aldığında kıbleye yönelerek namaza durdu. Teşbih ve duada
bulundu. Aziz ve Celil Allah'a tazarruda bulunarak halis bir kalble tevekkül ve sabırla
ağlayarak şöyle dedi: "Ey rablerin rabbi ve ilahların ilahı olan Allah'ım. Ey Rahman ve
Rahîm olan Rab-bim. Ey kendisine uyku ve dalgınlık gelmeyen Allah'ım, İsrailoğullanna
yaptığın iyilikler ve güzel yargılannla beni hatırla. Mutlaka bütün bunlar senden olmuştur.
Benim nefsimi, sen benden daha iyi bilirsin. Gizlimi de açığımı da bilirsin."
Cenâb-ı Allah, onun bu duasına icabet edip kendisine merhamette bulundu ve Şa'ya'ya şöyle
vahyetti: "Ona müjde ver ki; Cenâb-ı Allah, ağlamasından dolayı merhamete gelmiş ve
ecelini de onbeş sene süreyle te'hir etmiştir. Onu, düşmanı olan Senharib'den kurtarmıştır."
Şa'ya peygamber bu müjdeyi ona verince, Hazkıya'daki acılar gitti. Hüzünden kurtuldu ve
secdeye kapanarak şöyle dedi: "Allah'ım, sensin mülkü' dilediğine veren. Yine sensin
dilediğinden alan. Dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin. Sen görüneni de
görünmeyeni de bilirsin. Evvel sensin, âhir sensin. Zahir sensin, bâtın sensin. Darda
kalmışların duasına icabet eden ve onlara merhamette bulunan yine sensin."
Başını kaldırdığında Cenâb-ı Allah, Şa'ya'ya şöyle vahyetti: Hazkı-ya'ya de ki; İncir suyunu
alıp yarasının üzerine koysun. Böyle yaparsa yarası iyileşir.
Hazkıya, bu emri yerine getirdi. Yarası iyileşti ve şifa buldu.
Cenâb-ı Allah, Senharib'in askerlerine ölüm gönderdi. Hepsi helak oldular. Sadece Senharib
ile beş arkadaşı sağ kaldılar. Bunlardan biri de Buhtunasr (Nabokodo Nasser) idi.
Israiloğullarının hükümdarı, adam göndererek onlan yakalatıp zincire vurdurdu. Hepsini
rezil-rüs-vay etmek maksadıyla ülkede zincirler ve bukağılar içinde dolaştırdı. Onlan tahkir
etti. Bu işkenceleri yetmiş gün devam etti. Bunlardan herbirine günlük olarak iki arpa
ekmeği veriyor, sonra da onları zindana bırakıyordu. Cenâb-ı Allah, Şa'ya'ya vahiy
göndererek îsrailoğulla-nnın hükümdanna şu emri vermesini buyurdu: Onlan ülkelerine
göndersin ki kavimlerim, başlarına gelen musibet karşısında uyanp korkutsunlar.
Bunlar serbest bırakılıp memleketlerine geri döndüklerinde Senharib, kavmini toplayarak
başlarına gelen musibeti onlara haber verdi. Büyücülerle kahinler, ona şöyle dediler: Biz
sana onlann rableri ile peygamberleri hakkında bilgi vermiştik, ama sen bize itaat etmedin.
Onlar öyle bir ümmettirler kî, rablerinin sayesinde hiç kimse onlarla başedemez.
Senharib, kendilerine Allah'ın daha önce bildirdiği eziyetleri yaptı.
Sonra da yedi yıl daha yaşayarak öldü.
îbn İshak der ki: İsrailoğullannın hüküm dan Hazkıya vefat edince işleri karıştı, kötülükleri
çoğaldı. Cenâb-ı Allah, Şa'ya'ya vahiy gönderdi.
O da bu vahiy üzerine kalkıp kendilerine nasihatta bulundu. Layıkı veçhiyle Allah hakkında
kendilerine bilgi verip onlan, Allah'ın azap ve ikabına karşı uyardı. Muhalefet edip
yalanladıklan takdirde Allah tarafından azaplandırılacaklannı onlara bildirdi. Va'z-u
nasihatim tamamladıktan sonra îsrailoğulları, onu öldürmek maksadıyla üzerine saldırdılar.
Onlardan kaçarak bir ağacın arkasına saklandı. Ağaç yarılıp içine girdi. Fakat Şeytan
kavuşarak elbisesinin ucunu tutuverdi. Sonra da onu çekerek halka gösterdi. Bunu gören
îsrailoğulları, bir testere getirerek tepe noktasından başlayıp ağacı biçmeye başladılar. Tabii
ki bu arada ağacın içinde bulunan Şa'ya peygamberi de biçtiler. «Doğrusu, hepimiz Allah'a
aidiz ve ona geri döneceğiz.»1 (1) îslamî kaynaklarda bu olayın mesnedi yoktur. Bu,
israiliyattandır. [55]
İsrailoğullarının Peygamberlerinden Bîr Diğeri: Yakub Oğlu Lavi
Torunlarından Ermiya B. Halkiya'(A.S.)
Rivayete göre bu Hızır'dır. Bunu İbn Abbas'dan Dahhak rivayet etmiştir İd, garip ve sahih
olmayan bir rivayettir.
İbn Asakir der ki: Bazı eserlerde nakledildiğine göre Ermiya b. Hal-kiya, Zekeriyya oğlu
Yahya'nın fokurdamakta olan kanının üzerinde durdu. Bu olay, Şam'da cereyan ediyordu.
Kana şöyle seslendi: "Ey kan, insanları fitneye düşürdün. Artık dur." Onun bu emri üzerine
kan durup yerin dibine çekildi ve artık göze görünmez oldu.
Ebu Bekir Ebiddünya, Abdullah b. Abdurrahman'm şöyle dediğini rivayet eder: Erviya şöyle
demişti: "Ey Rabbim, kullarının hangisi sana daha çok sevimlidir?" Allah buyurdu ki: «Beni
en çok zikredenler, «Benim zikrimle meşgul olanlar ve yaratıkları akıllarına
getirmeyenlerdir. Onlara fanilerin vesveseleri gelmez. Baki kalmayı kendi içlerinde kurmazlar.
Kendilerine dünya yaşantısı sunulduğu zaman onu terkeder-ler. Dünya maişeti
kendilerinden kaybolduğu zaman sevinirler. İşte ben, onlara sevgi ve muhabbetimi
vermişimdir. Onlara gayelerinin üstündeki şeyleri bahşetmişimdir.»[56]
Beyt-Î Makdis'în Harap Oluşu
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Biz Musa'ya kitap verdik ve onu İsrailoğullarma "Benden başka. bir vekil tutmayın!" diye
bir kılavuz yaptık. Ey Nuh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızın çocukları! Doğrusu o
(Nuh), çok şükreden bir kuldu. (Siz de atanız gibi olun). Kitab'da İsrailoğullarma şu hükmü
verdik: «Siz o ülkede iki kere fesad çıkaracaksınız ve büyük bir yükselişle yükseleceksiniz
(çok kabarıp kibredeceksiniz). Birincisinin zamanı gelince üzerinize güçlü, kuvvetli
kullarımızı gönderdik. Evlerin aralarına girip (sizi) araştırdılar. Bu, yapılması gereken bir
vaad idi. Sonra tekrar size, onları yenme imkanı verdik ve sizi mallarla, oğullarla
destekledik ve savaşçılarınızı çoğalttık. İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz.
Kötülük ederseniz, o da kendi aleyhinizedir. Sonuncu (baş kaldırma) m (zı) n
(cezalandırılma) zamanı gelince (yine öyle kullar göndeririz) ki, yüzlerinizi kötü duruma
soksunlar (üzüntüden suratlarınızın asılmasına sebeb olsunlar) ve ilk kez girdikleri gibi yine
mescide (Kudüs'e) girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler. (Bundan sonra) belki
Rabbiniz size acır, ama siz (bozgunculuk yapmaya) dönerseniz, biz de (sizi cezalandırmağa)
döneriz. Cehennemi, kafirler için kuşatıcı (bir zindan) yapmışızdır!» (ci-Isra, 2-8.)
Vehb b. Münebbih dedi ki: Cenâb-ı Allah, İsrailoğullarımn peygamberlerinden Ermiya
peygambere, halkı arasında masiyetler görülmeye başladığında şöyle vahyetti: Git, halkının
arasında duruver ve onlara haber ver ki; onların kalbleri vardır ama hakikatleri anlamazlar;
onların gözleri vardır ama hakikatleri görmezler; onların kulakları vardır ama hakikatleri
işitmezler. Ben onların ata ve dedelerinin iyiliklerim hatırladığım için onlara şefkat ettim ve
onları azaplandırmak istemedim. Onlara sor bakalım, bana yaptıkları taatin sonucunu nasıl
buldular? Bana isyan edenlerden herhangi bir kimse, bana yaptığı itaatsizlikten dolayı mutlu
olmuş mudur? Bana itaat edenlerden de her hangi biri, bana yaptığı taatten dolayı mutsuz
olmuş mudur? Hayvanlar bile barındıkları yerleri hatırlar ve oraya doğru giderler. Bu millet
te, ata ve dedelerine ikramda bulunduğum hususları unuttular. Üstünlük ve şerefi, başka
yerlerde aradılar. Bilginlerine gelince, bunlar hakkımı inkar ettiler. Kurralarına gelince,
bunlarda benden başkasına taptılar. Abidleri ise bildiklerinden yararlanmadılar. Yani
ilimleriyle amel etmediler. Yöneticilerine gelince, onlar da bana ve peygamberlerime karşı
inkarcı oldular. Kalblerinde hile ve desise sakladılar. Dillerini de yalana alıştırdılar. İzzet ve
celalime andolsun ki, onların üzerlerine öyle bir nesil göndereceğim ki, onların dillerini
anlamıyacak, simalarını tanımayacak, ağlaşmaları nedeniyle de merhamete
gelmiyeceklerdir. Bulut yığınları kadar çok askeri bulunan ve geniş yolları doldururcasma
alayları bulunan, zorba ve katı bir hükümdarı üzerlerine s aldırtacağım. Onun bayraklarının
dalgalanışı, kartalların uçuşunu andıracaktır. Süvarileri, kartallar gibi saldıracaktır. Şen ve
mamur yerleri harap ve metruk hale getireceklerdir. Kentleri ve kasabaları, ıssız
bırakacaklardır. Yazıklar olsun Kudüs'e ve sakinlerine ki, onları ölüm için zelil kılacağım.
Esirliği onlara musallat edeceğim. Düğün ve eğlencelerin şen ve şakrak seslerinden sonra,
orada feryad-ü figan sesleri yükselecektir. Atların kişnemesinden sonra kurtların uluması
duyulacaktır. Sarayların balkonlarından sonra canavarların meskenleri görülecektir.
Kandillerin aydınlığından sonra toz ve dumanların sıcaldığı görülecektir. Onurdan sonra
aşağılanma görülecektir. Nimetten sonra kölelik görülecektir. Kadınları, güzel kokulardan
sonra toprağa bulanacaktır. Halılar üzerinde yürürken, kupkuru yerler üzerinde yaya yürür
olacaklardır. Cesetleri yerde gübre haline gelecek, kemikleri de güneşin altında yanıp
tutuşacaktır. Onlara türlü azaplar tattıracağım. Sonra göğe emir vereceğim; gök demirden bir
tabaka haline, yer de bakırdan bir tabaka haline gelecektir. Yağmur yağsa bile yerden birşey
bitmeyecektir. Bu arada yerden azıcık birşeyler bitse bile, bu da benim dilsiz ve ağızsız olan
hayvanlara rahmetim dolayısıyla olacaktır. Sonra bunu da ekim zamanında hapsedecek,
biçim zamanında salıvereceğim. Eğer bu arada bir şey ekseler de ona çeşitli afetleri musallat
edeceğim. Aradan bir şeyler kurtulacak olursa da o bereketsiz olacaktır. Bana dua etseler de
dualarına icabet etmeyeceğim. Benden birşey isteseler de onlara vermeyeceğim. Ağlasalar
da onlara acımayacağım. Yalvarsalar da onlara bakmayacağım."
İbn Asakir, yukarıdaki lafızları rivayet etmiştir.
îshak b. Bişr, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğini rivayet eder: "İsrailoğullan arasında büyük
hadiseler baş gösterdiği, masiyetlerle iştigal ettikleri, peygamberleri öldürdükleri zaman
Cenâb-ı Allah, Ermi-ya peygamberi onlara göndermişti. Bu arada Buhtunasr da onlara saldırmayı
planlıyordu. Cenâb-ı Allah, onun kalbine bu tamaı bırakmıştı. İçinden, onlara
saldırmayı kuruyordu. Cenâb-ı Allah, Buhtunasr vasıtasıyla onlardan intikam almak
dilediğinde Ermiya peygambere şöyle vahyetti: Ben İsrailoğullarını helak edecek ve
onlardan öc alacağım. Sen, Beyt-i Makdis'in yanındaki kayalığın üzerine gidip dur. Emrim
ve vahyim sana gelecektir.
Bunun üzerine Ermiya peygamber, üzerindeki giysileri paralıya-rak, başının üzerine küller
saçarak secdeye kapandı ve şöyle dedi. "Ya Rab! Keşke anam beni doğurmasaydı. Çünkü
sen beni, İsrailoğullarının son peygamberi kıldın. Beyt-i Makdis'in yıkılmasıyla
İsrailoğullarının helaki benim yüzümden olmuştur!"
Cenâb-ı Allah ona, "Başını kaldır" diye emretti. Başını secdeden kaldırıp ağlamaya başladı.
Sonra şöyle dedi: "Ya Rab, İsrailoğullarının üzerine kimi musallat kılacaksın?" Cenâb-ı
Allah buyurdu ki: "Ateşe tapanları onlara musallat kılacağım. Onlar, benim azabımdan
korkmuyorlar. Sevabımı da beklemiyorlar. Ey Ermiya, kalk da vahyimi dinle.
İsrailoğullarının ve senin haberim sana bildireceğim: Seni bunların başına peygamber
göndermezden önce seçkin bir kul yapmıştım. Ananın rahminde sana şekil ve suret
vermezden önce seni kutsamıştım. Seni ananın karnından çıkarmadan önce temizlemiştim.
Buluğa ermezden önce sana peygamberlik vermiştim. Güçlülük çağına varmazdan önce seni
seçmiş ve büyük bir işe aday kılmıştım. Kalk da şu hükümdarla birlikte ol. Ona doğru yolu
gösterip irşatta bulun."
Bu ilahî ferman üzerine Ermiya peygamber, gidip o hükümdara doğru yolu tavsiye etti:
Olaylar büyüyünceye kadar ona Allah'tan vahiy geliyordu. Nihayet İsrailoğullan, Cenâb-ı
Allah'ın kendilerini Senharib ile askerlerinden kurtarmış olduğunu unuttular. Bunun üzerine
Cenâb-ı Allah, Ermiya peygambere şöyle vahyetti: Kalk da sana verdiğim emirleri
îsrailoğullarma anlat. Üzerlerindeki nimetimi kendilerine hatırlat. Başlanndan geçen
hadiseleri onlara bildir.
Ermiya dedi ki: Ey Rabbim, eğer sen bana güç vermezsen, onlara karşı ben zayıfım. Eğer
sen bana kuvvet vermezsen, İsrailoğullanna karşı ben acizim. Eğer sen beni doğru yola
iletmezsen, ben hata yapa-nm, Eğer sen bana yardım etmezsen, ben yalnız kalınm. Eğer sen
bana izzet vermezsen, ben zelil olurum.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Bilmez misin ki bütün işler benim irademden
kaynaklanmaktadır. Yaratma ve emrin tamamı, bana aittir, kalpler ve dillerin tamamı, benim
kudret elimdedir. Kalplerle dilleri dilediğim şekilde döndürürüm. Onlar da bana itaat
ederler. Ben öyle bir Allah'ım ki, benim mislim yoktur. Göklerle yer ve bunlann içinde bulunan
her şey, benim «Ol» emrim ile vücuda gelmişlerdir. Tevhid ve kudretin tamamı, bana
aittir. Yanımda bulunan şeyleri benden başkalan bilemez. Ben o Rabbim ki, denizlerle
konuşurum, onlar da benim sözlerimi anlarlar. Verdiğim emirleri yerine getirirler. Ben onlar
için bir şuur çizmişimdir ki, o sının asla geçmezler. Denizlerin dağlar büyüklüğünce
dalgalan gelir. Benim çizdiğim sınıra vardığında, bana itaat etmesi için onu zelil kılarım. O
da benim emrime boyun eğerek itaat eder ve benden korkar. Doğrusu, ben seninle beraber
olduğum müddetçe sana hiçbir zarar gelmez. Kendilerine risaletimi tebliğ edesin diye
halkımın büyük bir kesimine seni peygamber olarak gönderdim. Bu nedenle de senin peşinde
yürüyen ve sana tâbi olan kimselerin sevap ve mükafatını kendin için hakedeceksin ama
bununla birlikte onlann sevap ve mükafatlanndan da hiçbir eksilme olmayacaktır. Kavmine
git, aralarında dur ve onlara şöyle de: Allah, atalannızm iyilik ve salahım hatırladı. Bu
nedenle sizi hayatta bıraktı. Ey peygamber çocuklannm topluluğu! Atalannız bana yaptıklan
taatm sonucunu nasıl buldular? Ve siz bana yaptığınız isyankarlığınızın neticesini nasıl
buldunuz? Bana isyan edip de isyanı nedeniyle mutlu olmuş bir kimseyi buldular mı? Bana
itaat edip de itaati nedeniyle mutsuz olan bir kimse gördüler mi? Hayvanlar bile kendileri
için uygun olan bannaklannı hatırladıklannda oraya yönelirler. Fakat bu kavim helak
olmanın meralannda gezip dolaştılar. Atalanna ikramda bulunduğum vesileleri unuttular.
Şeref ve üstünlüğü, asli yerlerinden başka taraflarda aradılar. Bilginleri ile rahipleri, benim
kullanmı köle edindiler. Onlan, kendi işlerinde çalıştırdılar. Benim kitabımın hükümlerinden
başka hükümleri, onlara tatbik ettiler. Neticede benim emrimden, onlan bilgisiz ve habersiz
kıldılar. Benim zikrimi ve sünnetimi, onlara unutturdular. Onlan, benden uzaklaştırdılar,
Kullanm da sadece bana yaraşan ibadeti onlara yaparak alçaldılar. Bana karşı gelme
pahasına da olsa onlara itaat ettiler.
Hükümdarlanyla emirlerine gelince onlar, benim nimetlerimden dolayı sunardılar. Benim
azabıma karşı kendilerini güvenlik içinde hissettiler. Dünya, kendilerini aldattı. Neticede
kitabımı bir tarafa atıp bana verdikleri sözü unuttular. Kitabımdaki hükümleri değiştirdiler.
Elçilerime karşı iftirada bulundular. Mertebemin yüksekliğine ve azametimin yüceliğine
yemin olsun ki, mülkümde ve hükmümde bana bir ortak bulunması asla layık değildir. Bana
karşı gelme pahasına da olsa bir kulun emrine itaat edilmesi yaraşır mı? Benim de, benden
başka tanrılar olsunlar diye bazı kulları yaratmam bana yaraşır mı? Bana yapılması gereken
taat hususunda insanın başkasına kulak vermesi caiz olur mu?
Kurra ve fıkıhçılanna gelince onlar, diledikleri konuları inceleyip araştırır ve okurlar.
Hükümdarların peşine takılır, onların dinimde icad ettikleri bidatlerine tâbi olurlar. Bana
karşı gelme pahasına da olsa onlara itaat ederler. Bana verdikleri sözü bozarak onlara vermiş
oldukları vaadleri yerine getirirler. Onlar, bildikleri konularda bile cahildirler. Kitabımdan
bildikleri şeylerden yararlanmazlar.
Peygamberlerin evladına gelince onlar fitneye düşüp kahra uğramışlardır. Küfre dalanlarla
birlikte dalmaktadırlar. Atalarına yaptığım yardımın benzerini de benden beklemektedirler.
Atalarına yapmış olduğum ikramları arzulamaktadırlar. Sözlerinde doğru olmadıkları ve bu
hususlarda tefekkür sahibi olmadıkları halde, bu yardım ve ikramlar konusunda
kendilerinden daha layık bir kimsenin bulunmadığını zannederler. Aldananlarm yoldan
çıkmaları anında atalarının nasıl sabrettiklerini ve benim dinim hususunda nasıl çaba
sarfettiklerimi düşünmüyorlar. Atalarının, canlarını ve kanlarını nasıl feda ettiklerini, benim
emrimi yüceltmek hususunda nasıl sabredip ahidlerine vefa ettiklerini ve dinimin nasıl
yüceldiğini düşünmüyorlar. Belki benden utanıp hakka dönerler diye ben, bu cahil kavmin
azabını erteledim. Onları hemen azaplandırmadım. Ömürlerini uzattım. Belki düşünüp doğru
yola dönerler diye onları mazur gördüm. Bütün bu sebelerden dolayıdır ki gök, üzerlerine
yağmur yağdırdı; yer, kendilerine bitki bitirdi ve kendilerine afiyet verdi. Onları
düşmanlarına muzaffer kıldı, ama onlar yine de sapıklık ve taşkınlıklarım arttırdılar. Benden
daha da uzaklaştılar. Bu halleri, bu zamana dek devam edegelmiştir. Bunlar beni alaya mı
alıyorlar? Yoksa bana karşı mı geliyorlar? Ya da bana hile yapıp bana karşı cüretli mi
davranıyorlar? İzzetime yemin olsun, onların üzerlerine öyle bir fitne salacağım ki halim
kimseler bile, o fitne karşısında şaşkına döneceklerdir. Görüş sahipleri bile, onun karşısında
sapacaklardır. Hikmet sahibi kimseler bile, ne yapacaklarını bilemez olacaklardır. Sonra
üzerlerine zorba ve katı bir hükümdar musallat kılacağım. O hükümdarı heybetli kılıp
kalbindeki şefkat ve rahmeti söküp alacağım. Andolsun ki o hükümdarın peşinde karanlık
geceler gibi büyük ordu kitleleri sürüklenecektir. O kitleler içinde bulut parçaları ve toz
bulutları kadar çok sayıda asker bulunacaktır. Bayraklarının dalgalanışı, kartalların uçuşunu
andıracaktır. Süvarilerinin saldırısı, kartalların hücumunu hatırlatacaktır. Şen ve mamur
yerleri, harabeye döndüreceklerdir. Köyleri ve kasabaları, ıssız birakacaklardır. Yeryüzünde
fesadı yayıp üzerindeki varlıkları helak edeceklerdir. Kalpleri katı olduğundan dolayı hiçbir
şeye aldırmayacak, hiçbir kimseyi görmeyecek, kimseye merhamet etmeyecek, yalvarışları
duymayacaklardır. Sokaklarda dolaşarak aslanların kükreyişi gibi yüksek seslerle naralar
atacaklardır. Onların heybetinden, insanlar ürperecektir. Seslerini işitenlerin uykuları
kaçacaktır. Anlaşılmaz bir dille konuşacaklardır. Yüzleri, daha önce görülmemiş yüzlerdir.
Onları, kimse tanıyamıya-caktır. izzetime andolsun ki onların evlerine kitaplarım sokulmaz
olacaktır. Meclislerinde kitaplarım okunmaz olacaktır. Mescidlerini harabeye döndüreceğim.
Oralara kimseler uğramaz olacaktır. Oraya uğrayanlar da benden başkaları için zinetlenecek,
yani başkalarına ibadet edeceklerdir. Dini alet ederek dünyalarım kazanmak için ibadet eder
görüneceklerdir. Orada dinden başka şeyleri öğreneceklerdir. Amel etmeyecekleri ilimlerle
iştigal edeceklerdir. Onların hüküm darlarının izzetini zillete, güvenliğini korkuya,
zenginliğini yoksulluğa, nimetini açlığa, afiyetlerini türlü belaya çevireceğim. İbrişim
esvablarını kıldan abalara, güzel kokularını leşlerin kokusuna, taçlı elbiselerini zincir ve
bukağılara çevireceğim. Geniş ve müstahkem kalelerini, harabeye döndüreceğim. Sağlam
burçlarını ve şatolarım, canavarların meskenine çevireceğim. Atlarının kişnemesinin yerini,
kurtların uluması alacaktır. Kandillerin aydınlığının yerini, yangın dumanları dolduracaktır.
Şenlik ve kalabalığın yerini, yalnızlık ve ıssızlık alacaktır. Kadınların ellerindeki bileziklerin
yerini, kelepçeler alacaktır. İnci ve yakut gerdanlıklarının yerine, demir zincirler takılacaktır.
Güzel koku ve yağlarının yerini, toz ve duman alacaktır. Halıların üzerinde yürürlerken bilahare
çarşılarda ve nehirlerde bu imkanı da bulamayacaklardır. Örtülerin yerini, çıplaklık
alacaktır. Sefer ve gezintilerinin yerini, zehir dolduracaktır. Sonra onlara türlü azaplar
çektireceğim. Gökte uçsalar bile bu azaplar onlara ulaşacaktır. Ben ancak bana ikramda
bulunana ikram ederim. Emrime karşı geleni de hakir ve zelil kılarım. Sonra göğe emir verir
ve onu üzerlerine demirden bir tabaka haline getiririm. Yere de emir verir, onu kendilerine
bakırdan bir zemin haline getiririm. Ne gök yağmur yağdırır, ne de yer bitki bitirir. Bu arada
yağmur yağsa bile ona türlü afetler musallat lalarım. Azıcık bir elan bitse bile ondaki bereketi
alırım. Bana dua etseler de dualarına icabet etmem. Benden dilekte bulunsalar da
dileklerini yerine getirmem. Ağlasalar bile onlara merhamet etmem. Bana yalvarıp
yakarsalar bile onlardan yüz çeviririm. Eğer onlar; «Allah'ım, sen daha önce bizlere ve
babalarımıza rahmette bulunup ikram etmiştin. Bizleri kendin için seçkin bir millet
kılmıştın. Peygamberliğini, kitabını ve mescidlerini bize vermiştin. Sonra bizi, bu ülkelere
yerleştirip hakim laldın. Bizleri ve atalarımızı küçüklüğümüzde nimetinle büyüttün, bizi
muhafaza ettin. Hem bizi, hem onları, büyüdüğümüz zaman merhametinle korudun. Sen,
nimet verenlerin en vefa-lıksm. Her ne kadar biz değişsek de sen vefakarsın. Biz her ne
kadar eski halimizi devam ettirmezsek dahi sen devam ettirirsin. Yine de sen lütuf, nimet ve
ihsanını üzerimizden kaldırma!» deseler dahi ben onlara şöyle cevap veririm: «Ben
başlangıçta kullanma rahmet ve nimetimi veririm. Eğer bana yönelirlerse, ben nimet ve
rahmetimi tamamlarım. Eğer onlar daha fazlasını isteseler, ben daha fazlasını veririm.
Şükrederlerse, nimet ve rahmetimi daha da arttırırım. Ama onlar değişirlerse, ben de
değişirim. Onlar değişikliğe uğradıkları zaman ben onlara gazap ederim. Gazap ettiğim
zaman da onları azaplandırırım. Benim gazabımı geri çevirecek hiçbir güç yoktur."
Kab'm rivayetine göre Ermiya peygamber şöyle demiştir: «Allahım, senin rızan ile bu hale
geldim. Senin huzurunda öğrendim. Ben zayıf ve zelil bir kul olup senin huzurunda
konuşmaya ehil değilim. Ancak senin rahmetine sığınarak konuşurum. Sen beni bu güne
kadar hayatta bıraktın. Bu azabından ve tehdidinden benim kadar hiç kimsenin korkmaması
gerekir. Çünkü sen, günahkarların yurdunda beni ikamet ettirdin ve bana ihsanda bulundun.
Onlar da benim etrafımda yaşarlarken sana isyan ettiler; ben onlara karşı koymadım. Eğer
benî azaplandı-rırsan bu, benim günahım sebebiyledir. Eğer bana merhamet edersen bu da
benim senin merhametliliğini zannettiğim dol ayısıy ladır."
Sonra Ermiya peygamber sözlerini şöyle sürdürdü: "Ey Rabbim, sen noksanlıklardan
münezzehsin, sana hamdederim. Sen kutlu ve yücesin. Peygamberlerinin meskeni ve
vahyinin iniş yeri olan bu kasaba ve çevresini helak edecek misin? Ey Rabbim, sen
noksanlıklardan münezzeh ve yücesin. Seni hamdederim. Sen kutlu ve yücesin. Senin zikrinin
yücelmekte olduğu bu mescid ile etrafındaki evlerle diğer mescidleri harap mı
edeceksin? Ey Rabbim, sen noksanlıklardan münezzeh ve yücesin. Sana hamdederim. Sen
mübareksin. Bu ümmeti öldürüp azaba uğratmayacak kadar büyüksün. Onlar, dostun olan
İbrahim'in neslin-dendirler. Musa'nın ümmetidirler. Musa da senin seçkin kulundu. Yine
senin kendine dost edindiğin Davud'un kavmidirler. Ey Rabbim, eğer sen bunları azaba
uğratırsan, bunlardan sonraki nesiller senin azabından emin olamazlar. Dostun İbrahim'in
çocukları ile seçkin kulun Musa'nın ümmeti ve halifen Davud'un kavmi olan bu kimseleri
helak edersen, artık hiç kimse senin satvetinden emin olamaz. Sen bunların üzerine
ateşperestleri mi musallat kılacaksın?"
Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Ey Ermiya! Sana karşı gelen kimseler, benim azabımı
beklesinler. Ben bu kavme, bana taatte bulunmalarından dolayı ikram etmiştim. Eğer bana
isyan ederlerse, onları asilerin yurduna indiririm. Meğer ki rahmetim onları kurtarsın."
Ermiya dedi ki: "Ey Rabbim, sen İbrahim'i dost edindin ve onun sebebi ile bizleri muhafaza
ettin. Musa'yı da kendine seçkin bir kul olarak yaklaştırdın. Bizi muhafaza etmeni,
düşmanlarımızı bize musallat etmemeni ve bizi azaplandırmamanı diliyoruz."
Cenâb-ı Allah, Ermiya'ya şöyle vahyetti: "Ey Ermiya! Sen daha ananın karnında iken seni
kutsadım. Ve bu güne kadar erteledim. Eğer kavmin yetimlerle dulları ve düşkünlerle yolda
kalmışları korumuş olsalardı ben onlara destek olurdum. Onlar benim yanımda nimet cennetlerinde
ağırlanacaklardı. O Cennet ki, ağaçları meyve vericidir; suyu temizdir ve asla
kurumaz; meyveleri de yok olmaz. Fakat ben, İsrailoğullanm sana şikayet ediyorum: Ben
onlara, şefkatli bir çoban gibi idim. Onları bütün kıtlıklardan ve sıkıntılardan korumuştum.
Onlara bolluk vermiştim. Öyleki birbirlerine boynuz vuran koçlar gibi geliştiler. Vay onların
haline, vay onların haline! Ben, ancak bana ikram edene ikramda bulunurum. Emirlerimi
önemsemiyeni de hakir ve zelil kılarım. Bunlardan önce bazı kavimler vardı ki benim
emrime karşı gelmeyi, basit bir iş zannederlerdi.
Bu kavimde bana karşı gelmeyi kolay zannettiler. Mescidlerde, sokaklarda, dağ başlarında,
ağaç gölgelerinde dahi alenen bana karşı geldiler. Öyle ki gök onlardan rahatsız oldu; yer
onlardan bizar oldu, dağlar onlardan nefret etti. Kuşlarla diğer hayvanlar, onlardan kaçarak
yeryüzünün kenarlarına ve köşelerine çekildiler. Bütün bunlara rağmen onlar, bu
masiyetlerine son vermediler. Kitaptan bildikleri ile amel etmediler."
Ermiya, onlara Rabbinin mesajını tebliğ ettiğinde, onlar azap ve tehdidi duydukları halde,
yine de isyanlarını devam ettirip Ermiya'yı yalanladılar ve itham ettiler. Dediler ki: «Sen,
yalan söylüyorsun, Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunuyorsun. Allah'ın yeryüzünü tatil
edeceğini, mescidlerini kapatacağını, kitaplarını, ibadet ve tevhidini ortadan kaldıracağını
iddia ediyorsun, öyle mi?! Eğer bu dediklerin doğru ise yeryüzünde ona ibadet edecek bir
abid kalmadıktan sonra kim O'na ibadet edecektir? Yeryüzünde mescid ve kitap kalmadıktan
sonra O'na nasıl ve nerede ibadet edilecektir?! Doğrusu, sen Allah'a karşı büyük bir iftirada
bulundun ve sen cinnet getirdin."
Böyle diyerek Ermiya peygamberi yakalayıp zincire vurdular ve zindana attılar. İşte bu
esnada Cenâb-ı Allah, İsrailoğullarına Buhtun-nasr'ı gönderdi. O da ordusuyla birlikte
onlara karşı bir sefer tertip ederek mıntıkalarına girdi. Onları kuşatma altına aldı. Ve Cenâb-ı
Allah'ın buyurduğu gibi «Evlerin aralarına girip (sizi) araştırdılar.» Gözetim altına alındılar
ve düşman tarafından yakalandılar. Kuşatma uzun süre devam edince îsrailoğullan,
Buhtunnasr'm hükmüne boyun eğdiler, şehrin kapılanın açıp sokakları boşalttılar: «Evlerin
aralarına girip (sizi) araştırdılar.» (el-Isrâ, 5.)
Buhtunnasr, onlara zorbaların ve cahillerin hükmünü tatbik etti. Üçte birlerini öldürdü, üçte
birlerini esir aldı. Kötürümlerle ihtiyarlan ve acuzeleri serbest bıraktı. Sonra onları atlarının
ayakları altında ezip çiğnedi. Beyt-i Makdis'i yıktı. Çocukları sürdü. Kadınları da çıplak
vaziyette sokaklarda durdurdu. Savaşçıları öldürüp kalelerini yıktı. Mes-cidleri harab etti;
Tevrat'ı yaktı. Kendisine mektup yazdığı Danyal'ı sordu. Onu ölmüş vaziyette buldular. Aile
efradı, mektubu çıkardılar. Aralarında küçük Danyal da vardı. Onun yanı sıra Mişail, Azrail
ve Miha-ü'de vardı. Bu mektubu, onlar için de geçerli kıldı. Danyal b. Hazkil, büyük
Danyal'a halef oldu. Buhtunnasr, ordusuyla birlikte Beyt-i Mak-dis'e girdi. Şam'ın tamamını
istila etti. îsrailoğullarmı yok edinceye dek öldürdü. Oradaki işini tamamladıktan sonra geıi
dönerken oradan elde etmiş olduğu malları da alıp götürdü. Esirleri önüne kattı. Onların bilginleriyle
hükümdarlarının çocuklarını esir aldı. Bunların sayısı 90.000 civarında idi.
Çevredeki pislikleri ve süprüntüleri, Beyt-i Mak-dı sin içine attı. Orada domuzları kesti.
Davud ailesinden 7000 erkek çocuğu, Yakub oğlu Yusuf ile kardeşi Bünyamin'in soyundan
10.000 çocuğu, Yakub oğlu İsa'nın torunlarından 8000 erkek çocuğu,Yakub peygamberin
oğullan Zibalon ile Naftali'nin torunlarından 10.000 erkek çocuğu, Yakub peygamberin oğlu
Dan'm torunlarından 10.000 erkek çocuğu, Yakub peygamberin oğlu Yestahir'in
torunlarından 8000 erkek çocuğu,Yakub peygamberin oğullarından Zigo'nun torunlarından
2000 erkek çocuğu, Robil ile Lavi'nin torunlarından 4000 erkek çocuğu, diğer
İsrailoğullarmdan da 12.000 erkek çocuğu esir alarak önüne kattı ve Babil toprağına geldi.
İshak b. Bişr'in anlattığına göre Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: "Buhtunnasr,
îsrailoğullanna yaptığı işkenceleri yaptıktan sonra kendisine şöyle denildi: Şu
İsrailoğullarmm bir adamları vardı. Bu başlarına gelen felaket hususunda onları daha
önceden uyarıyordu. Seni ve senin haberini onlara anlatıyordu. Onların savaşçılarını
öldüreceğini, çoluk çocuklarım esir alacağını, mescidlerini yıkacağım, kiliselerim yakacağını
daha önceden kendilerine haber veriyordu. Fakat îsrailoğullan onu yalanlayıp
itham ettiler. Döverek zincirlere vurdular ve zindana attılar. Kendisine anlatılan bu haber
üzerine Buhtunnasr, emir. vererek Emıiya peygamberi-zindandan çıkarttı ve ona şöyle dedi:
"Şu İsrailoğullarımn başlarına gelen bu felaket hususunda daha önceleri uyarmış raiydin?"
Ermiya, evet deyince Buhtunnasr: Sen bunu nereden bildin? diye sordu. Enniya'da şöyle
cevap verdi: "Allah, beni, îsrailoğullanna peygamber olarak gönderdi, ama onlar beni
yalanladılar!"
Buhtunnasr dedi ki: "Sem yalanlayıp dövdüler ve zindana attılar ha?" Ermiya, evet deyince
Buhtunnasr, şöyle dedi: "Bunlar ne kötü bir kavimmiş! Peygamberlerini yalanlamışlar,
Rablerinin risaletini yalanlamışlar! İstemlisin benimle birlikte olasın da sana ikramda
bulunayım ve sana iyi davranayım? Dilersen seni ülkemde bırakırım ve seni güvenlik içinde
tutarım."
Ermiya peygamber ona şöyle dedi: "Ben her zaman Allah'ın bana sağladığı güvenlik
içindeyim. Var olduğum günden bu ana dek, biran olsun bile onun güvenliğinin dışında
kalmış değilim. Eğer İsrailoğullan onun taatinin dışına çıkmış olmasalardı, senden ve
başkalarından asla korkmazlardı, sen de onlara galip olamazdın."
Buhtunnasr bu sözleri işitince, Ermiya'yı kendi haline bıraktı. Ermiya da kendi mekanı olan
İlya (Kudüs) şehrinde kaldı.
Hişam b. Muhammed b. Saib el-Kelbî dedi ki: Buhtunnasr, Ahvaz yöresini ve Rum
beldelerini, Fars hükümdarı Lehrasip adına istila etti. Hansa adı verilen Belh şehrim kurdu.
Türklerle savaşarak onları dar yerlere sıkıştırdı. İsrailoğullarıyla savaşmak üzere Şam'a
gönderildi. Şam'a vardığında Şamlılar kendisiyle sulh anlaşması yaptılar. Denildiğine göre
Buhtunnasr'ı savaşa gönderen, Fars -hükümdarı Lehrasip oğlu Beştasip'tir. Çünkü o
zamanlar İsrailoğullan, ağır ağır Farslara taraf gelmekte ve hücuma yönelmekteydiler.[57]
İbn Cerir'in, Said b. Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre Buhtunnasr, Şam'a geldiğinde orada
bir küllükten kan fışkırmakta olduğunu gördü. Bu kan da neyin nesi? diye sorunca ona şöyle
dediler: Bilemiyoruz, daha Önce atalarımızın zamanında da bu vardı. Bu kanın üzerine ne
kadar kül dökersek, yine fışkırmaya devam ediyor!
Bunun üzerine Buhtunnasr, 70.000 Müslüman öldürdü ve böylece o kan sakinleşti. Artık
fışkırmaz oldu.
Hafız İbn Asakir, bu kanın, Zekeriyya oğlu Yahya peygamberin kanı olduğunu bildiren
ifadeler kullanmıştır. Fakat bu doğru olamaz. Çünkü Zekeriyya oğlu Yahya peygamber,
Buhtunnasr'dan uzun bir müddet sonra dünyaya gelmiştir. Kuvvetli görüşe göre bu, bir
peygamberin kanıdır. Ya da salih kimselerden birine aittir. Ya da Allah'ın bildiği bir zata
aittir.
Hişam b. Kelbî der İd: Buhtunnasr, Beyt-i Makdis'e geldi. Oranın hükümdarı kendisiyle
banş anlaşması yaptı. O, Davud ailesindendi. Buhtunnasr, ondan bazı rehineler alarak geri
döndü. Taberîye'ye vardığında İsrailoğullarımn, kendi hükümdarlanndan öc aldıklarını;
Buhtunnasr ile banş anlaşması yaptığından dolayı onu öldürdüklerini haber aldı. Bunun
üzerine kendisi de yanında bulunan rehinelerin boynunu vurdu ve îsrailoğullanna geri
dönerek Kudüs şehrini zorla zaptetti. Savaşçılarım öldürerek çoluk çocuklarını esir aldı.
Rivayete göre Kudüs'teki zindanda Ermiya peygamberi buldu. Onu çıkarıp durumunu sordu.
O da başından geçenleri kendisine anlattı, îsailoğullanm, başlarına gelecek bu istila
hususunda daha önceden uyarmış olduğunu, onların da kendisim yalanlayıp zindana
attıklarını bildirdi. Buhtunnasr şöyle dedi.: Bu ne kötü bir kavimmiş! Allah'ın rasû-lüne
isyan etmişler!
Böyle diyerek Ermiya peygamberi serbest bıraktı, ona iyi davrandı. Bunun üzerine
İsrailoğullarımn geride kalan bazı zayıf insanları, Ermiya peygamberin etrafında toplanarak
şöyle dediler: Biz kötülük yaptık. Biz haksızlık ettik. Aziz ve Celil olan Allah'a,
yaptıklarımızdan ötürü tevbe ediyoruz. Tevbemizi kabul buyurması için Allah'a dua et.
Ermiya peygamber de Cenâb-ı Allah'a dua etti. Allah ona şöyle vah-yetti: Ben onların
tevbesini kabul edecek değilim. Eğer tevbelerinde dürüst iseler, seninle birlikte bu beldede
ikamet etsinler.
Ermiya peygamber, Cenâb-ı Allah'ın emrini onlara bildirince şöyle dediler: Harap olmuş bu
beldede nasıl ikamet ederiz? Allah bu beldenin ahalisine gazap etmiştir!
Böyle diyerek Ermiya peygamberle birlikte Kudüs'de ikamet etmeye yanaşmadılar.
İbn Kelbî der ki: İşte o zamandan beridir ki İsrailoğulları çeşitli ülkelere dağılmışlardır. Bir
kısmı Hicaz'a, Taife, Yesrib'e yerleşmiş. Bir kısmı da Vadi'l-Kura'ya yerleşmişlerdir. Az bir
kısmı da Mısır'a gitmişlerdir. Buhtunnasr, İsrailoğullannı kendisine vermesi için Mısır hükümdarına
mektup yazdı ama o, İsrailoğullannı ona vermeye yanaşmadı. Bunun üzerine
Buhtunnasr, ordusuyla birlikte Mısır'a giderek hü-kümdanyla savaştı. Onu ezip mağlub etti.
Çoluk çocuklarını esir aldı. Sonra mağrip ülkelerine yöneldi. Mağrip ülkelerinin en uç
noktasına vardı. Oradan, Mısır'dan, Kudüs'den Filistin'den ve Ürdün'den çok sayıda esirle
birlikte geri döndü. Esirler arasında Danyal da vardı. Dan-yal'dan kasdımız, büyük Danyal
değil, Hazkil oğlu küçük Danyal'dır. Vehb b. Münebbih böyle der. Doğrusunu Allah bilir.
[58]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/9.
[2] Tefsir-i Taberî, II, 365.
[3] Tefsir-i Taberî, 11,365.
[4] Tirmizî, Kitabü'l-Cenâiz, Hadis No: 1065; Buharî, Kitabü't-Tıb, 76.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/9-12.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/12-13.
[7] Tarih-i Taberî, 1,328.
İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/13.
[8] Tarih-i Taberî, I, 329-330.
[9] Tarih-i Taberî, II, 373.
[10] Tarih-i Taberî, II, 379.
[11] Tefsir-i Taberî, II, 383.
[12] Tefsir-i Taberî, II, 392.
[13] Tefsir-i Taberî, II, 397.
[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/13-20.
[15] Tarih-İTaberî, 1,36.
[16] Tarih-iTaberî,1,337.
[17] Tefsir-i Taberî, XXIII, 86.
[18] Buharî,II,41; Müslim, III, 165.
[19] Tefsir-i Taberî, XXIII, 87.
[20] Buharî, Fezailü'l-Kur'ân, 31; Müslim, Musafırun, 235-236.
[21] Müsned, Alımed b. Hanbel, II, 369.
[22] Müsned, Ahmed b. Hanbel, VI, 37,167.
[23] TefsJr-İTaberî,III,88.
[24] Buharı, VI, 222, Kitabu't-Tefsir.
[25] Tirmizî, Kitabu s-Salat, Hadis No: 577.
[26] Ebu Davud, Kitabü's-Salat, Hadis No: 1410.
[27] Tirmizî, Kitabu d-Daavat, Hadis No: 3424.
[28] Tirmizî, Kitabul-Ahkam, Hadis No: 1329.
[29] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/21-31.
[30] Tarih-iTaberî,!, 343.
[31] Müsned, Ahraed b. Hanbel, I, 419.
[32] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/31-33.
[33] Tehzib, îbn Asakir, V, 190.
[34] Buharî, IV, 49, Babü Farzfl-Humus.
[35] Tehzib, îbn Asakir, VI, 271.
[36] Tehzib, îbn Asakir, VI, 271.
[37] Tarih-iTaberî,I, 347.
[38] Buharı, Kitabü'l-Fiten, VIII, 9.
[39] Tefsir-i Taberî, XX, 107.
[40] Tefsir-i Taberî, XXIII, 99.
[41] Tefsir-i Taberî, XXIII, 100.
[42] Tehzib, ibn Asakir, VI, 259.
[43] Ebu Davud, Sünen, Kitabü'1-Edeb, Hadis-No: 4932.
[44] Müsned, Ahmed b. Hanbel, V, 78.
[45] Buharî, Enbiyâ, 40; Müslim, Akdiye, 20.
[46] Buharı, Salat, 75; Enbiya, 40.
[47] Müslim, El-Mesacid, 1,152.
[48] Müsned, Ahmed b. Hanbel, II, 298.
[49] Buharı, Bab-ü Halkî Adem'e, IV, 126.
[50] Tehzib, îbn Asalar, VI, 7.
[51] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/34-52.
[52] Tarih-iTaberî, I.356.
[53] Tarih-i Taberi, I, 357.
[54] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/53-55.
[55] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/56-57.
[56] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/58.
[57] Tehzib, İbn Asakir, II, 385-392.
[58] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 2/58-68.
 
000000


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...