27 Nisan 2015

VEN-NİHAYE 9 NCI BÖLÜM Kubbetü'z-Zeman'ın Yapılışı Ahmet İbn Kesîr


VEN-NİHAYE 9 NCU BÖLÜM 
Kubbetü'z-Zeman'ın Yapılışı
Ahmet İbn Kesîr
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatılır ki: Cenâb-ı Allah, Musa aley-hisselam'a şimşir
ağacından, sığır derisinden ve keçi kılından bir kubbe yapmasını emretti. Bu kubbenin
(çadırın) boyalı ipek, altın ve gümüşle süslenmesini buyurdu. Bu çadırın on tane çeperi
olacaktı. Bu çeperlerden her birini uzunluğu yirmi sekiz, genişliği de dört zira olacaktı. Dört
kapılı olup astarları da boyalı ipek ve ibrişimden olacaktı. İçinde altın ve gümüşten raflarla
tabaklar bulunacaktı. Her köşesinde iki kapı olup ayrıca büyük kapıları da bulunacaktı.
Boyalı ipekten perdeleri olacaktı.....
Cenâb-ı Allah, ayrıca Musa'nın, iki buçuk zira uzunluğunda, iki zira genişliğinde ve bir
buçuk zira yüksekliğinde şimşir ağacından bir tabut yapmasını da emretti. Bu tabut, içten ve
dıştan som altınla kaplana-caktı. Dört köşesinde dört halkası bulunacaktı. Tabutun iki
ucunda altın kanatlı melek timsalleri bulunacaktı. Bu melek timsalleri de karşılıklı
duracaklardı. Tabutu, Salyal adındaki bir adam yapmıştı.
Cenâb-ı Allah, Musa'ya ayrıca iki zira uzunluğunda ve iki buçuk zira genişliğinde şimşir
ağacından bir masa yapmasını da emretmişti. Masa, altın kaplamalı olup üzerinde yüksekçe
altın bir taç da yapılacaktı. Her dört köşesi de halkalı olacaktı. Tahtadan ama altın kaplamalı
ve nar şeklindeki çivilerle çivilenecekti. Masanın üstünde tabaklar, kaşıklar ve süzgeçler
bulunacaktı.
Ayrıca Musa'nın altından bir minare yapması da emredilmişti. Bu minarenin üzerinde
altından yapılmış altı bukle sarkıtılacaktı. Minarenin her üç tarafında bu bukleler sarkıtıldığı
gibi her bukle üzerinde üç kandilde bulunacaktı. Minarede ayrıca dört kandil daha asılı
olacaktı. Bütün bunlar ve masa üzerindeki kaplar altından yapılmış olacaktı.. Bunları da
Salyal adındaki usta yapmıştı.
Bu kubbe (çadır), senenin yani baharın ilk gününde kuruldu. Ayrıca şahadet tabutu da o
zaman yapılıp oraya konuldu. Allah bilir ya söz konusu tabuttan şu ayet-i kerimede de
bahsedilmektedir: «Onun hükümdarlığının alameti, tabutun size gelmesidir. Onun için de,
Rabbinizden bir ferahlık ve Musa ailesinin, Harun ailesinin geriye bıraktıklarından bir
kalıntı vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanıyorsanız bunda sizin için (Talut'un
hükümdarlığına) kesin bir alamet vardır.» (el-Bakara, 248.)
Bu fasıl, Ehl-i Kitabın kitaplarında gerçekten uzun uzadıya anlatılmaktadır. Onların
kitaplarında kendileri için şeriat ve hükümler vardı. Kurbanlarım ne şekilde takdim
edecekleri ve kurbanlarının nitelikleri anlatılmaktaydı. Yine kitaplarında anlatıldığına göre
kubbetü'z-zeman, onların buzağıya tapmalarından önce de mevcuttu. Bütün bunlar, onların
Beyt-i Makdis'e gelmelerinden Önce olmuştu. Kubbetü'z-zeman, onlar için tıpkı Ka'be gibi
bir şeydi. İçinde namaz kılar ve yanında Allah'a ibadet ederlerdi. Musa, içine girdiği zaman
ayağa kalkarlardı. Kapısının önüne buluttan bir direk inerdi. Bu bulutun indiğini gördüklerinde
onur ve üstünlük sahibi olan Cenâb-ı Allah'ın huzurunda secdeye kapanırlardı.
Cenâb-ı Allah, bir nur olan bu buluttan direğin önünde Musa aleyhisselam'a hitapta bulunur,
onunla konuşur, ona bazı emir ve yasakları bildirirdi. Musa'da tabutun yanında ve iki melek
timsalinin arasında durarak Cenâb-ı Allah'ın hitabını dinlerdi. Cenâb-ı Allah'ın konuşması
nihayete erdikten sonra Rabbinin kendisine vah-yettiği emir ve yasakları İsrailoğullanna
aktarırdı.
îsrailoğulları, hükmü Tevrat'ta bulunmayan bir hususta kendi aralarında anlaşmazlığa
düştüklerinde, Musa peygamber kubbetü'z-zemanın yamna gelir, tabutun Önünde durur ve
iki melek timsali arasına kendini vururdu. Böyle yapınca da söz konusu anlaşmazlığı
halledecek ilahi hüküm gelirdi.
İnci, mercan, altın, gümüş, ipek ve ibrişim gibi şeyleri mabedlerinde ve namazgahlarında
süs aracı olarak kullanmaları, İsrailoğullan için meşru idi. Bizim şeriatimizda buna müsaade
edilmemiştir. Dahası, bizler mestidlerimizi süsleyip tezyin etmekten menedilmişiz ki süsler,
namaz kılanları meşgul etmesin. Onların zihinlerini kurcalamasın. Nitekim Hattaboğlu
Ömer hazretleri, Rasûlullah'm mescidini genişletme ve imar etme işiyle görevlendirilen
adama şöyle demiştir: "İnsanları barındıracak ve onlara yetecek kadar bir bina yap. Sakın
ola ki bu mescidi kızıla ya da sarıya boyamıyasm. Aksi takdirde insanlar fitneye düşerler."
İbn Abbas hazretleri de mescid yapana şu tavsiyede bulunmuştur. "Mescidi, Yahudilerle
Hristiyani arın kendi kiliselerini süsledikleri gibi allayıp pullama!"
Mescidlerin süslenmesinin yasaklanması, mescidler için bir şeref ve ikram vesilesidir.
Onların kiliseye benzetilmemesi içindir. Çünkü bu ümmet, kendisinden önceki ümmetlere
benzemez. Bunların namazla-rındaki hedefleri ve yönelişleri, sadece Allah'adır. Kendilerini
büyük ibadetten alıkoyacak şeylerle meşgul olmaları, süsleri ve mücevherleri düşünmeleri
caiz değildir. Övgü ve minnet Allah'adır.
Kubbetü'z-zeman, Tin sahrasında da İsrailoğullarınm yanındaydı. Ona yönelerek namaz
kılarlardı. Tıpkı Ka'be gibi onu kendilerine kıble edinmişlerdi. İmamları da Allah ile
konuşma şerefine ermiş olan Musa peygamberdi. Kurbanlarını da, Musa'nın kardeşi Harun
takdimederdi. Harun'un ardı sıra da Musa'nın vefatından sonra Harun'un oğulları, babalarının
görevi olan kurban takdim etme görevim üstlendiler. Zamanımıza kadar bu görevi
onlar yürütmektedirler.
Musa'nın vefatından sonra peygamberlik görevi ile hükümdarlık görevini, Yuşa' b. Nun
deruhte etti. Yuşai'lerde de açıklanacağı üzere îsrailoğullarıyla birlikte Beyt-i Makdis'e
girmişti. İsrailoğullan Beyt-i Makdis'e girdikten sonra Yuşa, kubbetü'z-zemam Mescid-i
Aksa'mn yanındaki kayalığın üzerine dikmişti. îsrailoğullan oraya yönelerek namaz
kılarlardı, kubbetü'z-zeman çürüyüp yok olunca İsrailoğullan onun eskiden bulunduğu yere
yani kayalığa yönelerek namazlarını kılmaya devam ettiler. Bu sebeble de ondan sonra ta
Hz. Peygamberin zamanına kadar, orası peygamberlerin kıblesi oldu. Hicretten öncesine
kadar Hz. Peygamber de oraya yönelerek namaz kılardı. Medine'ye hicret ettikten sonra da
oraya yönelerek onaltı ya da onyedi ay süreyle namazım kıldı. Bilahare kıblesi, Ka'be-i
Muazzama'yâ çevrildi. Ka'be, İbrahim peygamberin kıblesi idi. Kıblenin Ka'be'ye
çevrilmesi, hicretin ikinci senesinin şaban aynıda ikindi namazı esnasında olmuştur. Nitekim
bu hususu geniş ve ayrıntılı bir şekilde İbn Kesir Tefsiri'mizde aşağıdaki ayeti kerimeyi
açıklarken ele almışız:
«İnsanlardan bazı beyinsizler; "Onları, üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?"
diyecekler. Deki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola iletir." Böylece sizi
orta bir ümmet yaptık ki insanlara şahit olasınız. Peygamber de size şahit olsun. Biz,
peygambere uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, eskiden yöneldiğin
Ka'be'yi kıble yaptık. Bu, Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir.
Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara şefkatli, merhametlidir.
(Ey Muhammed), biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu (gökten haber
beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz.
(Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.» (el-Bakara, 142-144.) [1]
Karun İle Musa Peygamber ' Arasında Geçenler
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Karun, Musa'nın kavminden (amcasının oğlu) idi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz kendisine
öyle hazineler vermiştik ki onun (hazinelere-nin) anahtarlarını (taşımak), güçlü bir topluluğa
ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: "Şımarma, Allah (gururlanıp) şımaranları sevmez. Allah'ın
sana verdiği (bu servet) içinde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.
Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuk (etmeyi)
isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez."
"Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi." dedi. O (mağrur) bilmedimi ki
Allah, kendisinden önceki nesiller arasında kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok
cemaati bulunan nice kimseleri helak etmiştir. (Allah, suçluların günahlarını bilir. Onların
her yaptıkları anında tesbit edilmiştir. Onun için) suçlulara günahlarından sorulmaz (buna
ihtiyaç kalmaz. Karun) süsü, (debdebesi) içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını
isteyenler: "Keşke Karun'a verilenin bir benzeri de bize verilseydi. Hakikaten o, büyük nasib
sahibidir!" dediler. Kendilerine bilgi verilmiş olanlar ise: 'Yazık size, dediler. İnanan ve iyi
iş yapan kimse için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşturulur."
Nihayet biz, onu da, evini de yere batırdık. Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu
olmadı. Kendi kendini (savunup) kurtaranlardan da değildi. Dün onun yerinde olmayı
isteyenler; "Vay, demek Allah, kullarından dilediğine rızkı açar ve kısar. Allah bize lütfetmiş
olmasaydı, bizi de yere batırırdı. Demek gerçekten kafirler İslah olmaz!" demeye başladılar.
İşte ahiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk etmek istemeyenlere
veririz. (Güzel) sonuç, (günahlardan) sakınanlarındır.» (el-Kasas, 76-83.)
A'meş, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Karun, Musa'nın amcası oğluydu.
İbn Cüreyc, dedelerinin Kahis adında bir adam olduğunu söylemiştir, îbn Cerir et-Taberî ise,
Musa ile Karun'un amca çocukları olduklarının, ekseri ilim ehli tarafından nakledildiğini
söyler ve Karun'un, Musa'nın amcası olduğunu söyleyen İbn İshak'm sözünü reddeder.
Katade der ki: Karun'a, Tevrat'ı güzel sesle okuduğundan dolayı münevver adı verilmişti.
Fakat Allah'ın düşmanı olan Karun, tıpkı Samirî gibi münafıklık etti. Servetinin
çokluğundan dolayı azıp helak oldu.
Şehr b. Ha^şeb'in anlattığına göre Karun, milletine karşı gururlanıp büyüklük taslamak
maksadıyla eteğini bir karış daha uzatarak ardı sıra yerlerde sürürmüş.
Hazinelerinin çokluğunu Cenâb-ı Allah bizzat bildiriyor. Öyleki hazinelerinin anahtarlarını
dahi bir cemaat, güçlü kuvvetli adamlar topluluğu taşı yamıyorlardı. Denildiğine göre
anahtarları sert deriden yapılmış olup altmış katır üzerinde taşınırmış. Doğrusunu Allah bilir.
[2]
Karun'un kavminden bazı nasihatçiler kendisine: «Şımarma» diyerek öğüt vermişlerdi. Yani
Cenâb-ı Allah'ın sana verdiği nimetlerden ötürü şımarma ve başkalarına karşı büyüklük
taslama; çünkü "Allah şımaranları asla sevmez. Allah'ın sana verdiği (bu servet) içinde
ahiret yurdunu ara.» Bütün maksadın ahiret yurdunda Allah'ın sevabını elde etmeye yönelik
olsun. Çünkü ahiret yurdu, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Bununla beraber «Dünyadaki
payını da unutma.» Yani Cenâb-ı Allah'ın sana helal kıldığı dünya nimetlerini de servetinle
elde et. Temiz ve helal lezzetlerle kendi nefsini yararlandır. «Allah sana iyilik ettiği gibi sen
de iyilik et.» Yaratıcılarının ve kendilerini yoktan varedenin sana iyilikte bulunduğu gibi sen
de Allah'ın yaratıklarına iyilikte bulun. «Yeryüzünde bozgunculuk (etmeyi) isteme.» Yani
Allah'ın yaratıklarına kötülük yapma; aralarında fesad çıkarma. Sana emrolunanların tersini
yapma. Aksi takdirde Cenâb-ı Allah seni bozgunculuğundan dolayı cezalandırır ve sana
bahşettiği serveti elinden alır. «Çünkü Allah bozguncuları sevmez.»
Bu açık seçik öğütlerinden dolayı kavmine şu cevabı verdi:
«Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi.» Yani sizin bu anlattıklarınızı
dinlemeye ihtiyacım yoktur. Tavsiyelerinize kulak verme ihtiyacında değilim. Çünkü
Cenâb-ı Allah, bendeki bilgi sayesinde bu serveti bana vermiştir. Bunu kazanmaya ben
ehilim. Eğer ben Allah'ın sevgilisi olmasaydım, onun katında yüksek mertebem
bulunmasaydı bu serveti bana vermezdi.
Onun bu iddialarını reddetmek için Cenâb-ı Allah şöyle buyurdu: «O (mağrur), bilmedimi ki
Allah, kendisinden önceki nesiller arasında kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok
cemaati bulunan nice kimseleri helak etmiştir? (Allah, suçluların günahlarını bilir. Onların
her yaptıkları, anında tesbit edilmiştir. Onun için) suçlulara, günahlarından sorulmaz. (Buna
ihtiyaç kalmaz).» Yani Önceki milletlerden olup Karun'dan daha güçlü, daha zengin ve
evladı daha çok olan nice kimseleri helak etmişizdir. Eğer Karun'un söyledikleri doğru
olsaydı, kendisinden daha zengin olanları cezalandırın azdık. Onun servet sahibi olması,
bizim tarafımızdan sevildiğini ve itina gördüğünü ispatlamaz:
«Ne mallarınız, ne de evlatlarınız size huzurumuzda bir yakınlık sağlamaz. Ancak inanıp
faydalı iş yapanlar başka.» (es-Sebe1,37.)
«Onlar, öyle mi sanıyorlar ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile, onların iyiliklerine
koşuyoruz? Hayır, (bu verdiğimiz dünya nimetleri, onlar için bir imtihandır. Fakat onlar)
farkında değiller.» (el-Mü'minÛn, 55-56.)
Bu reddiyeler, «Bu servet, bendeki bilgi sayesinde bana verildi» ayetinden çıkardığımız
mananın doğruluğuna delâlet etmektedirler.
Bazı kimselerin, Karun'un Simya san'atmı bildiğinden ya da İsm-i Azam'ı ezbere okuyup bu
serveti elde etmiş olduğuna dair söyledikleri sözler, hiçbir mesnede dayanmayan ve doğru
olmayan sözlerdir. Çünkü Simya tahayyülden ibarettir. Hakikatlerle alakası yoktur. Ayrıca
Cenâb-ı Allah'ın san'atma benzer bir yanı da yoktur. Kaldı ki İsm-i Azam duasını bilmekle
bir kafir hiç birşeyi elde edemez. Çünkü Karun, kalben kafir bir kimse idi. Zahirde ise
münafıktı. Sonra Karun'un bu sözlerle onlara cevap vermiş olması, bu takdire göre de sahih
olmaz. Öyle ise iki söz arasında bir bağlantı görülmemektedir. Biz bütün bu hususları İbn
Kesir Tefsiri'mi zde açıklamışızdır. Övgüler Allah'adır.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «(Karun), süsü (debdebesi) içinde kavminin karşısına çıktı.»
Tefsircilerin çoğunun anlattığına göre Karun, büyük bir ihtişam ve debdebe içinde
süslenerek, güzel elbiseler giyerek, gösterişli bineklere binerek, hizmetçi ve maiyetiyle
birlikte kavminin karşısına çıktı. Dünyanın süs ve alayişine kıymet verenler, kendilerinin de
Karun gibi servet sahibi olmasını temenni ettiler. Üzerindeki süsleriyle elindeki servete
gıpta ettiler. Dünyaya tamah etmeyen doğru görüşlü ve anlayışlı bilginler, onların bu
sözlerini işitince şöyle dediler; «Yazık size! İman edip iyi işler yapan kimseler için Allah'ın
sevabı daha hayırlıdır.» Yani Cenâb-ı Allah'ın ahiret yurdundaki sevabı daha hayırlı, daha
kalıcı, daha yüce ve daha kıymetlidir. Cenâb-ı Allah da şöyle buyurdu: «Buna ancak
sabredenler kavuşturulur.» Yani bu Öğüde ve bu söze ve ahiret yurduna yönelik olan bu
yüksek himmete ancak sabreden kimseler kavuşturulurlar. Şu alçak dünyanın süs ve
alayişine bakarken; ancak kalblerine, Allah tarafından hidayet verilip gönüllerine sebat
kazandırılan, akılları güçlendirilen, maksatları gerçekleştirilen kimseler itibar ve iltifat
etmezler.
Selef ulemasından bazıları ne güzel demişler: Şüphelerin akın ettiği esnada ileriyi gören
gözü Allah sever. Şüphelerin geldiği esnada kamil olan aklı Allah sever!
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Nihayet biz, onu da evini de yere batırdık. Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu
olmadı. Kendi kendini (savunup) kurtaranlardan da değildi.»
Karun'un süs ve ihtişam içinde böbürlenip büyüklük taslayarak kavminin karşısına
çıkmasıyla ilgili olarak Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
«Nihayet biz, onu da evini de yere batırdık.»
Buharî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerif de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
«Bir ara adamın biri, peşisıra (uzun) eteğini sürüyor (ve öylece yürüyordu). İşte o anda
Cenâb-ı Allah onu yere batırdı. O, kıyamet gününe kadar yere batmaya devam edecektir.»
İbn Abbas ile Süddî şöyle demişlerdir: «Karun, fahişe bir kadına, Musa peygambere, "Sen
bana şöyle şöyle yaptın" demesi için bir miktar mal vermişti. Anlatıldığına göre o fahişe
kadın da Musa peygambere aynı şeyleri söyledi. Musa, kadının bu sözlerinden dolayı
tedirgin olup dehşete kapıldı ve iki rek'at namaz kıldı. Sonra kadına yönelerek bu söylediklerinin
doğru olduğuna dair yemin etmesini istedi ve bu sözleri niçin sarfettiğini
anlamak istedi. Kadın da, Karun'un kendisine bir miktar mal vererek bu sözleri söylettiğini
söyledi ve Cenâb-ı Allah'tan bağışlanmak dileğiyle tevbe etti. Bu esnada Musa da Rabbinin
huzurunda secdeye kapanarak Karun'a beddua etti. Cenâb-ı Allah da Musa'ya şöyle vahyetti:
«Sana itaat etmesi için yere emir verdim!» Musa da Karun'u eviyle birlikte yutması için yere
emir verdi ve yer de onu eviyle birlikte yuttu. Doğrusunu Cenâb-ı Allah elbetteki daha iyi
bulur.»[3]
Anlatıldığına göre Karun, süs ve debdebesi içinde kavminin karşısına çıktığında cemaatiyle,
binek ve katırlanyla, süslü elbisesiyle Musa'nın bulunduğu meclisin önünden geçti. Musa da
o esnada kendi kavmine Allah'ın günlerini anlatıyordu. Adamlar onu gördüklerinde dönüp
onu seyretmeye başladılar. Musa da onu çağırıp şöyle dedi: "Seni böyle yapmaya iten sebeb
nedir?" Dedi ki: "Ey Musa! Sen peygamber olmakla bana üstün olduysan, ben de servetle
sana üstün oldum. Eğer dilersen şehir dışına çıkarız da, sen bana beddua et, ben de sana
beddua edeyim."
Her iki taraf da adamlarıyla birlikte şehir dışına çıktılar. Musa ona dedi ki: Önce sen mi
beddua edersin, yoksa ben mi beddua edeyim?
"Karun: Önce ben beddua edeceğim." dedi ve Musa'ya beddua etti ama bedduası tutmadı.
Bunun üzerine Musa: "Ben beddua edeyim mi?" diye sordu o da "Evet" dedi. Musa şöyle bir
bedduada bulundu: "Allah'ım, yere emir ver. Bu gün bana itaat etsin." Cenâb-ı Allah'da
Musa'ya vahiy göndererek senin isteğini yerine getirdim, dedi. Musa da şöyle konuştu: «Ey
yer! Onları yakala" Böyle deyince yer, onların ayaklarını tutuverdi. Sonra Musa yine: "Ey
yer, onları yakala, dedi!" Bu defa yer, onları dizlerine kadar tutup içine aldı. Sonra
omuzlarına kadar içine aldı. Bundan sonra Musa yere şöyle emir verdi: "Ey yer, onların
mallarını ve hazinelerini de yakala!" Bunun üzerine yer, onların gözleri önünde mallarını ve
hazinelerini yak al ayı ver di. Bundan sonra Musa eliyle işaret ederek: «Gidin ey Lavi
oğulları!" Böyle dedikten sonra yer onları tamamen içine alıp görünmez hale getirdi.
Katade'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Yer, kıyamet gününe kadar her gün onları derinlere
doğru çekmektedir"
İbn Abbas'm da şöyle dediği rivayet edilir: "Yer, onları yedinci kat yer tabakasına doğru
çekmektedir."
Tefsircilerin çoğu bu konuda birçok israiliyat hikayeleri nakletmiş-lerdir ki biz bunları
kasıtlı olarak burada nakletmiyoruz.
«Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini (savunup)
kurtaranlardan da değildi» Yani ne kendi nefsine yardım edebildi, ne de başkaları kendisine
yardım edebildi. «O nun ne bir gücü ne de bir yardımcısı olmaz.» (et-Tânk, ıo.) Karun'un
mal ve mülküyle birlikte yere batmasından kendisi, ailesi ve akarı yok edildikten sonra onun
gibi servet sahibi olma temennisinde bulunmuş olanlar Allah'a şükrettiler. Kendileri için
Allah'ın güzelce bir tedbir saklamış olmasından dolayı şükranlarını arzederek şöyle dediler:
«Vay! demek, Allah kullarından dilediğine rızkı açar ve kısar. Allah bize lütfetmiş olmasaydı,
bizi de yere batırırdı. Demek gerçekten kafirler iflah olmaz."
«işte, ahiret yurdu.» Bu, kalıcı bir yurttur. Kim bu yurtta nimet sahibi olursa ona imrenilir.
Kim de o nimetten mahrum olursa onu teselli etmek gerekir. Çünkü bu yurt: «Yeryüzünde
böbürlenmek ve bozgunculuk etmek isteme}renler için» hazırlanmıştır.
«(Güzel) sonuç, (günahlardan) sakınanlarındır.»
Karunla ilgili bu olay, İsrailoğullanmn Mısır'dan çıkmalarından önce vukubulmuştur. Çünkü
Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: «Nihayet onu da evini de yere batırdık.» Bilindiği gibi ev,
birçok evlerin bulunduğu yerleşim birimlerinde bulunur.
Bu olay, Tih çölünde de vuku bulmuş olabilir. O takdirde ev kelimesi, çadırların kurulduğu
yerler anlamını da ifade edebilir. Nitekim şair Anter'e şöyle demiştir.
"Ey Ablen'in çöldeki evi konuş, sabah olunca Able ile Eslemî'nin evleri yok oldu."
• Cenâb-ı Allah, Karun'un işlediği kötülükleri Kur' ân-ı Kerîm'in bir çok ayetinde beyan
buyurmaktadır. Şöyle ki:
«Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir delil ile gönderdik. Firavun'a, Haman'a
ve Karun'a dediler ki: "(Bu), yalancı bir büyücüdür."» (ol-Mü'min, 23-24.)
Ankebût sûresinde Ad ve Semud kabilesinden bahs* bildikten sonra şöyle buyurulm aktadır:
«Karun'u, Firavun'u ve Haman'ı Ja (helak ettik). Andolsun, Musa onlara açık delillerle geldi.
Fakat onlar o yerde büyüklük tasla (yıp ayetlerimizi kabule tenezzül etme) diler. (Bizi) geçip
gidecek, (elimizden kurtulacak) değillerdi.
Nitekim hepsini günahıyla yakaladık. Onlardan kiminin üstüne taş yağdıran bir fırtına
gönderdik. Kimini korkunç bir ses yakaladı. Kimini yere batırdık. Kimini de boğduk. Allah
onlara zulmedecek değildi. Fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlardı.» (el-Ankebût,
39-40.)
İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Amr'dan rivayet etti ki Peygamber (s.a.v.) Efendimiz
bir gün namazdan bahsederek şöyle buyurdu:
«Kim namaza devam ederek onu muhafaza ederse namazı, kendisi için kıyamet gününde
nur, burhan ve kurtuluş olur. Kim de namazı muhafaza etmezse kendisi için nur, burhan ve
kurtuluş olmaz. Kıyamet gününde o, Karun, Firavun, Haman ve Übeyy b. Halef ile beraber
olur!»[4]
Musa Peygamberin Faziletleri, Nitelikleri, Vücudunun Şeklî Ve Vefatı.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Kitap'da Musa'yı da an. Çünkü o, içi teiniz (bir insan)dı. Ve gönderilmiş bir peygamberdi.
Ona Tur'un sağ tarafından seslendik ve onu (kendisiyle) özel konuşmak için (bize)
yaklaştırdık. Ona rahmetimizden dolayı kardeşi Harun'u da peygamber olarak armağan
ettik.» (Meryem, 51-53.)
«(Allah) buyurdu ki: "Ey Musa! Ben elçiliklerimle (verdiğim Tevrat levhalarıyla) ve
konuşmamla seni insanların başına seçtim; sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol."» (ei-
A'raf, 144.)
Buharî ve Müslim'in sahihlerinde nakledildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Beni Musa'ya üstün tutmayın. Kıyamet gününde insanlar düşüp bayılacaklardır. İlk ayılan
ben olacağım. Fakat ayıldığımda Musa'nın, Arşın ayaklarına tutunmuş olduğunu göreceğim.
Bilemem, benden önce bayılıp da benden önce mi ayılmıştı/? Yoksa dünyada iken Tur
dağında düşüp bayılmasının karşılığını mı almıştır?»
Önce de söylediğimiz gibi Hz. Peygamber, tevazu ve alçak gönüllülüğünden dolayı böyle
söylemiştir. Yoksa kendisi, bütün peygamberlerin sonuncusu ve dünya ile ahirette
ademoğullarınm efendisidir. Bu husus kesin olup buna karşı ileri sürülecek herhangi bir delil
yoktur.
Cenâb-ı Allah buyurdu ki: «Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi
sana da vahyettik. Nitekim İbrahim'e, ismail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlar(m)a, İsa'ya,
Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davut'a da Zebur'u vermiştik. Daha
önce sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığımız elçilere de (vahyetmiş-tik). Ve Allah
Musa ile de konuşmuştu.» {en-Nisâ, 163-164.)
«Ey inananlar, şu kimseler gibi olmayın ki, Musa'ya eziyet ettiler de Allah onu, onların
dediklerinden beraat ettirdi. O, Allah yanında vecih (gözde, itibarlı bir kul) idi.» (ei-Ahzâb,
69.)
İshak b. İbrahim, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in şöyle
buyurduğunu söyledi:
«Musa, utangaç bir adam olup örtünürdü. Cildi görünmezdi. İsrailoğullarından bazı kimseler
kendisine eziyette bulundular ve: "Bu adamın cildinde alacalık veya testislerinde şişkinlik
ya da kendisinde herhangi bir kusur bulunduğundan dolayı böyle örtünüyor." dediler.
Cenâb-ı Allah onların bu söylediklerinin Musa'da bulunmadığını isbat-lamak istedi. Birgün
tenhada Musa, elbisesini çıkarıp bir taşın üzerine koydu, sonra yıkandı. Yıkandıktan sonra
giyinmek için elbiselerinin yanına gitti. Taş, elbisesini kaçırdı. Musa değneğini eline alıp
taşın peşine düştü. Onu kovalamaya başladı ve: "Taş elbisemi götürdü, taş elbisemi
götürdü." diyerek kovalamasını sürdürdü. Nihayet îsrailoğullarının toplu bulundukları bir
yere geldi. Halk onu çıplak görünce, Allah'ın kendisini çok güzel bir şekilde yaratmış
olduğunu ve söyledikleri kusurlarla hastalıkların kendisinde bulunmadığını anladılar. Taş da
artık durmuş. Musa elbisesini alıp giyinmişti. Giyindikten sonra değneğiyle taşa vurmaya
başladı. Allah'a andolsun ki onun vurduğu darbelerin etkisiyle taş, üç, dört ya da beş defa
inledi. «Ey inananlar, şu kimseler gibi olmayın ki Musa'ya eziyet ettiler de Allah onu onların
dediklerinden bera-et ettirdi; o, Allah yanında vecih (gözde, itibarlı bir kul) idi.» (Ahzâb,
69.) «Yukarıdaki ayet-i kerimenin ifade etmek istediği manada budur.»[5]
Seleften bazıları dediler ki: Musa'nın itibarlı oluşuna şu örneği verebiliriz: O, kardeşi
hakkında Allah katında şefaatte bulundu, kardeşinin kendisi için yardımcı tayin edilmesini
istedi Cenâb-ı Allah da onun bu isteğine icabet ederek kardeşini kendisine bir peygamber
olarak yardımcı yaptı. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurdu: «Ona, rahmetimizden dolayı
kardeşi Harun'u da peygamber olarak armağan ettik.» (Meryem, 53.)
Ebu'l-Velîd, Abdullah'dan rivayet ederek dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.) bir taksimat yaptı.
Adamın biri: "Bu, kendisi ile Allah'ın rızası aranmayan bir taksimattır!" dedi. Ben de Hz.
Peygamberin yanma gelerek bu söylenenleri kendisine aktardım. O da öflse1û;;^i, oyie ki
öfkesi yüzüne vurdu. Sonra şöyle buyurdu: «Allah Musa'ya rahmet etsin. O bundan daha
fazla eziyet gördü ama sabretti.»[6]
Ahmed b. Haccac, Abdullah b. Mesud'dan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m ashabına
şöyle dediğini söyledi:
«Hiç kimse, başkasının söylediklerini bana ulaştırmasın. Çünkü ben, selim bir kalb ile
aranıza çıkmak istiyorum.»
Rivayetçinin dediğine göre Rasûlullah'a bir miktar mal geldi, onu taksim etti. Ben de iki
adamın yanma uğradım. Onlardan biri, diğerine şöyle diyordu: "Vallahi bu paylaştırması ile
Muhammed, ne Allah'ın rızasını, ne de ahiret yurdunu taleb etmiş değildir." Onların bu
sözlerini işitince hemen Rasûlullah in yanına geldim ve ona dedim ki: "Ey Allah'ın rasûlü!
Sen bize diyorsun ki hiç kimse başkasının söylediklerini bana aktarmasın, ama ben falan ve
falan adamların yanına gittim. Onlar senin hakkında şöyle ve şöyle diyorlardı." Bu sözlerim
üzerine Rasû-lullah'm yüzü kızardı ve çok ağrına gitti. Sonra şöyle buyurdu: "Vazgeç
benden; doğrusu Musa bundan daha fazla eziyet gördü ama sabretti."»[7]
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde nakledilen İsrâ (ve miraç) hadisinde anlatıldığına göre
Rasûlullah (s.a.v.) Musa'ya uğramış. Musa da kabrinde ayakta durup namaz kılıyormuş.
Bunu Müslim, Enes hazretlerinden rivayet etmiştir.
Yine Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Katade'nin Malik b. Sa'saa'dan rivayet ettiğine göre
Hz. Peygamber, miraca çıktığı gece altıncı gökte Musa'ya uğramış, Cebrail, Hz.
Peygambere: "Bu, Musa'dır. Kendisine selam ver." demiş. Hz. Peygamber de bu olayı
naklederken şöyle demiş: "Ben de Musa'ya selam verdim." O: Salih paygambere ve sa-lih
kardeşe merhaba, dedi. Ben yanından geçip gittikten sonra ağlamaya başladı. Kendisine
niçin ağlıyorsun? denildiğinde şu cevabı verdi: "Ağlarım.. Çünkü benden sonra
peygamberlikle görevlendirilmiş bir gencin ümmetinden Cennet'e girecek olanların sayısı,
benim ümmetimden Cennet'e gireceklerin sayısından daha çok olacaktır."
Bu rivayette anlatıldığına göre İbrahim peygamber de göğün yedinci katında imiş.
Hıfzedilen rivayet bu şekildedir. Şureyk b. Ebi Nemr, Enes'den rivayet ettiğine göre İbrahim
peygamber de göğün altıncı ka-tmdaymış. Musa ise yedinci katmdaymış. Ayrıca Cenâb-ı
Allah kendisiyle konuşarak Musa'yı diğerlerine üstün kılmıştır. Hadis hafızlarının birden
fazlasının anlattığına göre kuvvetli görüş, Musa'nın altıncı katta, İbrahim'in de yedinci katta
olduğudur. İbrahim peygamber, göğün yedinci katında olup sırtını Beyt-i Ma'mur'a dayamış
idi. Günde 70.000 melek, Beyt-i Ma'mur'a gelip ibadet ettikten ve oradan çıktıktan sonra
artık bir daha oraya gelme sırasını elde edemezlermiş.
Rivayetlerin birleştiği nokta şudur ki, Cenâb-ı Allah, miraç gecesinde Hz. Muhammed ile
ümmetine bir gün ve gecede elli vakit namazı farz kıldıktan sonra Hz. Peygamber Musa'nın
yanma uğramış. Musa da ona: "Rabbine dön ve ümmetinin yükünü hafifletmesini dile.
Çünkü ben senden önce îsrailoğullan ile çok uğraştım. Senin ümmetinin kalpleri, gözleri ve
kulakları onlannkinden daha zayıftır." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Musa ile Allah
arasında gidip geldi. Her defasında namazın bir miktarını hafifletti. Sonunda bir gün ve bir
gece için beş vakit namaza kadar indirildi. Bundan sonra Cenâb-ı Allah şöyle buyurdu: «Bu
beş vakittir, ama elli vakte bedeldir.»
Cenâb-ı Allah, Muhammed'e hayırla mükafat versin. Musa'ya da hayırla mükafat versin.
Buharı, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Bir gün Hz. Peygamber yanımıza gelerek
şöyle buyurdu: «Ümmetler bana gösterildi. Ufku doldurmuş büyük bir kalabalık gördüm.
Bana denildi ki; "İşte bu, Musa'dır, kavmi arasındadır."[8]
îbn Abbas, Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğunu ifade etti: «Ümmetler bana
gösterildi: Bazı peygamberlerin etrafında büyük bir kalabalık vardı. Bazı peygamberlerin
etrafında bir iki adam vardı. Bazı peygamberlerin yanında da hiç kimse yoktu. Bana büyük
bir kalabalık gösterildi. Ben, bunlar benim ümmetimdir, dedim. Bana, bu Musa ile kavmidir,
denildi. Yalnız sen şu ufka bak, diye ihtar olundu. Bir de ne göreyim: Büyük bir kalabalık.
Sonra şu tarafa bak, denildi. Baktım ki büyük bir kalabalık daha var. Bana: "İşte bu, senin
ümmetindir. Bunlarla beraber 70.000 kişi daha hesapsız ve azapsız olarak Cennet'e girecektir."
denildi. Böyle dedikten sonra Rasûlullah (s.a.v.) yanımızdan kalkıp evine gitti.
Orada bulunanlar bu konu üzerinde konuşmaya daldılar. Şu hesapsız ve azapsız olarak
Cennet'e girecek olanlar kimlerdir? dediler. Bazıları, bunların Hz. Peygamberle arkadaşlık
etmiş olan sahabeler olacağını söylediler. Diğer bazıları ise, İslâmiyet üzere doğup Allah'a
hiç birşeyi ortak koşmamış kimseler olacağını söylediler ve daha bazı şeyler anlattılar.
Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v.) evinden çıkıp yanımıza geldi ve şöyle sordu: "Hangi
konuya dalıp konuştunuz?" Orada bulunanlar, konuştuklarını ona aktardılar. O şöyle
buyurdu: "(Cennet'e azapsız ve hesapsız olarak girecekler) dağlanmayan, rukye
yapmayan,hiç birşeyden uğursuzluk kapmayan ve Rablerine tevekkül eden kimselerdir."
Bunun üzerine orada bulunan Ukkaşe b. Muhsin el-Esedî kalkıp: "Ben onlardan mıyım ya
Rasûlallah?" diye p^uü. Peygamber Efendimiz de: "Sen onlardansın" diye karşılık ve^yı. Bir
başkası da kalkıp: "Ben de onlardan mıyım ya Rasûlallah?" diye sorunca Hz. Peygamber:
"Ukkaşe senden çabuk davrandı." diye cevap verdi.»[9]
Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde Musa peygamberden bahsetmiştir. Onu
överek, kıssasını Kur'ân-ı Kerîm'in müteferrik yerlerinde defalarca tekrarlamıştır. Onunla
kitabını, Muhammed ve kitabı ile birarada bir çok yerlerde zikretmiştir. Şöyle ki:
«Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir elçi gelince, kitap
verilenlerden bir grup, Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi sırtlarının arkasına attılar.»
(ei-Bakara.ıoı.)
«Elif, lâm, mîm. Allah ki, ondan başka tanrı yoktur, daima diri ve (yaratıklarını) koruyup
yöneticidir. Sana kitabı hak ile ve kendinden öncekini doğrulayıcı olarak indirdi. Bundan
önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat ve İncil'i indirmişti. (Doğruyu ve eğriyi
birbirinden) ayırt eden (kitaplar)'da indirdi. Allah'ın ayetlerini inkar edenler için mutlaka
çetin bir azap vardır. Allah daima üstündür ve öc alandır.» (Âl-i Imrân, 1-4.)
«Allah'ı, onun şanına yaraşır şekilde tanıyamadılar. Zira "Allah, insana birşey indirmedi."
dediler. De ki: "Öyle ise Musa'nın, insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği-ki siz onu
parça parça kağıtlar haline getirip gösteriyorsunuz. Çoğunu da gizliyorsunuz - ve ne sizin ne
de babalarınızın bilmediği şeylerin size öğretildiği kitabı Mm indirdi?" "Allah" de, sonra
bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar. Bu da kentlerin anası (Mekke)yi ve
çevresindeld (kasaba)ları uyarman için sana indirdiğimiz, feyz kaynağı ve kendinden önceki
(kitap) ları doğrulayıcı bir kitaptır. Ahirete inananlar, buna inanırlar ve onlar namazlarına
devam ederler.» (el-En'âm, 91-92.)
Cenâb-ı Allah, Tevrat'ı övmüş, sonra da Kur'ân-ı Kerîmi muazzam bir şekilde methetmiş, bu
methinin sonunda şöyle buyurmuştur: «Sonra iyilik edenlere (nimetimizi) tamamlamak, her
şeyi açıklamak ve yola iletici ve rahmet olmak üzere Musa'ya kitabı verdik ki, Rablerinin
huzuruna varacaklarına inansınlar. İşte bu (Kur'ân) da mübarek kitaptır. Onu biz indirdik.
Ona uyun ve (Allah'tan) korkun ki size rahmet edilsin!» (el-En'âm, 154-155.)
«Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme vardır. İslâm olmuş peygamberler,
onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Tanrıya vermiş zahidler ve âlimler de
Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu
gözleyip kollarlardı. (Ey hakimler), insanlardan korkmayın, benden korkun ve benim
ayetlerimi az bir paraya satmayın! Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte kafirler
onlardır!» (ci-Mâide, 44.)
«İncil sahipleri Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle
hükmetmezse işte onlar, yoldan çıkmışlardır. Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı
ve onları koruyup kollayıcı olarak bu kitabı gerçekle indirdik.» (ei-Mfiido, 47-48.)
Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerîm'i diğer kitaplara hakim kılmış. Onları tasdik edici, onlarda
tahrif ve değişikliğe uğrayan kısımları açıklayıcı bir kitap olarak indirmiştir. Ehl-i Kitap
olan Yahudilerle Hristiyanlar, ellerindeki kitapları korumak istemişler ama onu
koruyamamışlar, değişiklik ve tahriflere karşı muhafaza edememişlerdir. Bu sebeble kitaplarının
içine çeşitli değişildik ve tahrifler girmiştir. Çünkü onlar, ilimlerinde noksan ve
anlayışlarında da kötü idiler. Maksatları bozuktu. Ma-. budlan olan Allah'a karşı hıyanet
ettiler. Kıyamete kadar Allah'ın laneti onların üzerlerine olsun. Bu sebebledir ki onların
kitaplarında Cenâb-1 Allah ile peygamberine karşı tarif edilemez ve nitelenemez emsalsiz,
benzersiz apaçık yanlışlıklar, hatalar bulunmaktadır. Bununla ilgili olarak yüce Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır:
«Andolsun biz, Musa'ya ve Harun'a hak ve bâtılı ayırdeden ve korunanlar için bir ışık ve
öğüt olan (kitab)ı verdik. O (günahdan koru-na)nlar ki görmeden Rablerinden korkarlar,
kıyamet saatinden de titrerler. Bu (Kur'ân)da ona (yani Muhammed'e) indirdiğimiz mübarek
(çok faydalı) bir öğüttür. Şimdi siz onu inkar mı ediyorsunuz? (ne kadar gafilsiniz SİZ)!»
(el-Enbiyâ, 48-50.)
"Fakat onlara tarafımızdan hak gelince: "Musa'ya verilenlerin eşi buna da verilmeli değil
miydi? dediler. (İyi ama) daha önce Musa'ya verileni de inkar etmemişler miydi? "İki büyü
(diğer kıraatlere göre iki büyücü) birbirine destek oldu." dediler. "Biz hepsini inkar ederiz."
dediler. De ki: Eğer doğru iseniz, Allah katından bu ikisinden (yani Musa'ya ve bana inen
kitaplardan) daha doğru bir kitap, getirin. Ben ona uyayım."»
(el-Kasas, 48-49.)
Cenâb-ı Allah, her iki kitabı ve her iki peygamberi de övdü.
«Cinler de, kendi kavimlerine şöyle demişlerdi: "Biz Musa'dan sonra indirilen, kendinden
öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola götüren bir kitap dinledik.» (ei-Ahkaf, 30.)
Hz. Peygamber vahye ilk muhatap olduğu zaman gördüğü olayları Varaka b. Nevfel'e
anlattığında ve kendisine, «Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı alaktan (kan pıhtısı
biçimim alan embriyodan) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O (insana)
kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.» (ei-Aiak, 1-5.) mealindeki ayet-i
kelimeleri okuduğunda o şöyle demişti: "Sübhanallah, Sübhanalîah! Ya Muhammed, sana
inen bu melek, İmran oğlu Musa'ya inen Cebrail'dir." Özetle Musa peygamberin şeriatı,
büyük bir şeriattı. Ümmetinin sayısı da çoktu. Ümmeti içinde peygamberler, âlimler, âbidler,
zâhidler, hükümdarlar emirler, akıllı kimseler, büyük seyyidler vardı. Fakat onlar, haktan
uzaklaşıp helak oldular. Şeriatarı değişikliğe uğradığı gibi kendileri de maymunlarla
domuzlara çevrildiler. Sonra bütün hesapların ardı sıra milletleri de nesholundu. Başlarına
büyük belalarla musibetler, geldi. Fakat biz, o millet hakkında fazla bilgi edinmek isteyen
kimseleri ikna edici hususları Allah'ın yardımıyla anlatacağız. Güvencimiz ve dayanağımız
Allah'tır. [10]
Musa Peygamberin Kabe'ye Gidip Haccetmesi
İmam Ahmed b. Hanbel>îbn Abbas hazretlerinden rivayet ederek dedi ki: «Rasûlullah
(s.a.v.), Ezrak vadisine uğradı ve orada şöyle dedi: "Bu vadi, hangi vadidir?" Ezrak vadisidir
ya Rasûlullah, dediler. O şöyle buyurdu: "Ben Musa'nın şu tepeden indiğini görür gibi
oluyorum. Telbiye getirerek Allah'a yakarışını duyar gibi oluyorum." Böyle dedikten sonra
Herşa tepesine geldi ve: "Bu, ne tepesidir?" diye sordu. Bu, Herşa tepesidir ya Rasûlallah,
denildi. O şöyle buyurdu: "Meta oğlu Yunusun kızıl bir deve üzerinde bulunduğunu, yünden
bir cübbe giydiğini, devesinin yularının da liften olup telbiye getirmekte olduğunu görür
gibi oluyorum."»[11]
Taberanî, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Musa, kızıl bir sığırın üzerine binip
hacca gitmiştir"
Bu, cidden garip bir rivayettir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Mücahid'in şöyle dediğim rivayet eder: Biz İbn Abbas'ın
yanındaydık. Orada bulunanlar Deccal'dan bahsettiler. "Onun iki gözü arasında j^4
yazılıdır." dedi. Ne diyorlar? diye sordu, yine kendisi cevaben dedi ki: "Deccal'ın iki
gözünün arasında j^ii yazılı olduğunu söylüyorlar." İbn Abbas dedi ki: "Ben bunu
işitmedim, ancak Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu duydum: «İbrahim'e gelince
(onu tanımak istiyorsanız) bana bakın. Musa ise, kıvırcık saçlı bir adam olup kırmızı tüylü
bir devenin üzerinde idi. Devesinin yuları, liftendi. Ben onu görür gibi oluyorum. Vadiye
doğru inmekte ve telbiye getirmektedir.»[12]
Yine İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır: "Meryemoğlu İsa, Musa ve İbrahim'i gördüm. İsa, kızıl tenli olup kıvırcık
saçlı ve geniş göğüslü idi. Musa ise, orta boylu ve düz saçlı bir adam idi." 'Ta İbrahim
nasıldı ya Rasûlullah?" diye sorduklarında şu cevabı verdi: "Bana bakın."»[13]
İmam Ahmed b. Hanbel, İbn Abbas'dan rivayet ederek Peygamber Efendimiz'in şöyle
buyurduğunu söyledi. "Miraca çıkarıldığım gece İmran oğlu Musa'yı gördüm. Uzun boylu
ve kıvırcık saçlı idi. Kusursuz bir yapısı vardı. Sonra Meryemoğlu İsa'yı gördüm. Orta
boyluydu; sarışın olup saçları dümdüz idi."[14]
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdular ki: "Mirac'a çıkarıldığım gece Musa ile karşılaştım." Böyle dedikten sonra
Musa'nın tavsifini yaptı. "O, uzun boylu bir adam olup kusursuz bir yapıya sahipti. İsa'ya da
rastladım." îsa'nm tavsifini yaparak şöyle dedi: "Kızıl tenli ve orta boylu bir adamdı. Sanki
hamamdan çıkmış gibiydi. İbrahim'i de gördüm. Onun evladı arasında ona en çok benziyen
benim." [15]
Musa Peygamberin Vefatı
Buharî, "Sahih"inde der ki: Yahya b. Musa, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder:
"Ölüm meleği, Musa peygambere gönderildi. Melek onun yanma vardığında meleği
kuvvetle itip vurdu. Sonra melek, onur ve üstünlük sahibi Rabbinin yanma döndü ve şöyle
dedi: "Beni, ölümü istemeyen bir kula gönderdin". Allah buyurdu ki: "Tekrar ona git ve de
ki, elini bir sığırın sırtının üzerine indirsin. Eli, sığırın sırtındaki tüylerden ne kadarını
kapsıyorsa o tüyler sayısı senelerce yaşasın". Ölüm meleği, Musa'nın yanma varıp Allah'ın
böyle buyurduğunu söyledi. Musa da: "Ey Rabbim bu kadar sene yaşadıktan sonra ne
olacağım?" diye sordu. Allah da "Öleceksin" dedi. Bunun üzerine Musa, "Öyle ise şimdi
canımı al." dedi ve Allah'tan, bir taş atımı mesafesince kendisini Arz-ı Mukaddes'e
yaklaştırmasını diledi.
Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.v.)'m bu konuda şöyle buyurduğunu nakletti: «Eğer Arz-ı
Mukaddes'te olsaydım onun mezarını, kızıl kum tepesinin yanındaki yol kenarında size
gösterirdim»[16]
İmam Ahmed b. Hanbel dedi ki: "Ölüm meleği, Musa peygamberin yanma vardı
ve:"Rabbinin emrine icabet et." dedi. Musa da ölüm meleğini tokatlayarak bir gözünü
çıkardı. Bunun üzerine melek, Allah'ın yanına dönerek: "Beni, ölümü istemeyen bir kuluna
gönderdin. Beni tokatlayarak gözümü çıkardı." dedi. Allah da onun gözünü tekrar eski
haline getirip şöyle dedi: "O kuluma tekrar git ve de ki, eğer yaşamak istiyorsan elini bir
sığırın sırtmin üzerine koy. Sırtından ne kadar tüy senin elinin altına gelirse o tüylerin sayısı
kadar senelerce yaşayacaksın".
Melek, Musa'nın yanma varıp bu sözleri söyledikten sonra Musa: Ya ondan sonra ne olacak?
diye sordu. Melek, ondan sonra yine Öleceksin, dedi. Bunun üzerine Musa: "Ey Rabbim
öyle ise şimdi zaman yakın iken canımı al." dedi.[17]
İbn Hibban bu konu ile ilgili olarak şöyle der: Ölüm meleği, Musa'ya geldiğinde Musa onu
tanıyamamıştı. Çünkü melek, Musa'nın tanımadığı bir şekle bürünmüştü. Cebrail'in Arabî
bir şahsın suretine bürünerek Peygamber Efendimiz'e gelişi gibi, ölüm meleği de başka bir
şekle bürünerek Musa'ya gelmişti. Ayrıca melekler, İbrahim ile Lut peygambere de genç
insanlar suretinde gelmiş olduklarından dolayı ne İbrahim, ne de Lut; ilk anda onları
tanıyamamışlardı. İşte bu sebeple Musa da ölüm meleğini tanıyamadığından dolayı onu
tokatlamış ve gözünü çıkarmıştı. Çünkü melek, kendisinden izin almaksızın evine girmişti.
Bu husus bizim şeriatımıza da uygundur. Zira Peygamber Efendimiz'in de buyurdukları gibi
kişiden izin almaksızın evine giren kimseyi, kişinin vurup gözünü çıkarması caizdir.
Sonra îbn Hibban, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m bu konuda şöyle
buyurduğunu söylemiştir: «Ölüm meleği, ruhunu teslim almak için Musa'ya gelmişti. Ve
"Rabbinin emrine icabet et." demişti. Musa da onu tokatlayarak gözünü çıkarmıştı».[18]
Sonra İbn Hibban, bu hadisi te'vil ederek şöyle demiştir: Musa, ölüm meleğini tokatlamak
için elini kaldırdığında melek, ona: "Rabbinin emrine icabet et." demişti.
Bu te'vil, "Rabbinin emrine icabet et." sözünün ardı sıra gelen lafızlarla uyum
sağlamamaktadır. Çünkü meleği tokatlamıştır. Birinci cevaba devam edilseydi, böyle bir
te'vil normal olabilirdi. Ancak Musa, meleğin, kendisine insan şeklinde gelmesinden dolayı
tanıyamamıştı. Böyle demiş olması da te'vilin bu şekilde yapılabileceğini uygun göstermemektedir.
Zira o anda Azrail'in kıymetli bir melek olduğu Musa tarafından bilinememişti.
O, hayatında iken bazı işlerin olmasını ümid ediyordu. Örneğin, îsrailoğullarının Tih
sahrasından çıkarılıp Arz-ı Mukaddes'e girmelerini arzu etmişti. Halbuki daha önce Cenâb-ı
Allah, kardeşi Harun'dan sonra Musa'nın da Tih sahrasında ölmesine hükmetmişti. Nitekim
bu hususu Allah izin verirse ileride de açıklayacağız. Bazılarının iddiasına göre
îsrailoğullarmı, Tih sahrasından çıkarıp Arz-ı Mukaddes'e götüren kişi, Musa peygamberdir.
Bu da Ehl-i Kitap ile cumhur-u müsliminin görüşlerinin hila&nadır. Bu iddianın asılsızlığını,
Musa'nın: "Rabbim, bir taş atımlığı mesafesi kadar Beni Arz-ı Muti).kaddes'e
yaklaştır." demiş olması isbatlamaktadır. Eğer Arz-ı Mukaddes'e girmiş olsaydı, Allah'ın
kendisini oraya bir taş atımlığı mesafesi kadar yaklaştırmasını temenni etmezdi. Fakat
milleti ile beraber Tih sahrasında bulunup ölüm vakti yaklaştığında, ayrılıp hicret ettiği Arz-ı
Mukaddes e yakın kılınmasını arzu etmişti. Kavmini de buna teşvik etmişti ama takdir, bu
arzularının gerçekleşmesine engel olmuştu. Bu se-bebledir ki; beşeriyetin efendisi ve
köylülerle kentlilerin peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz/şöyle buyurmuşlardır:
"Eğer Arz-ı Mukaddes'e yalan bir yerde olsaydım Musa'nın, kızıl kum tepesinin yanındaki
mezarını size gösterirdim".
İmam. Ahmed b. Hanbel, Enes b. Malik'ten rivayet ederek Rasûlul-lah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söylemiştir: «Miraca çıkarıldığımda Musa'ya uğradım. O, kızıl kum tepesinin
yanındaki mezarında ayakta durup namaz kılıyordu».[19]
Süddî, sahabe-i kiramdan bazılarının şöyle dediklerini rivayet eder: "Sonra Cenâb-ı Allah
Musa'ya şöyle vanyetti: Ben Harun'u vefat ettireceğim. Sen onu alıp, şöyle şöyle bir dağa
götür".
Bunun üzerine Musa, Harun'u da yanma alarak Cenâb-ı Allah'ın vasfettiği dağa götürdü.
Orada, daha önce benzeri görülmemiş bir ağaç gördü. Yapılı bir ev gördü. Evde, üzerinde
yatak bulunan bir divan gördü. Yatak güzel kokular saçmaktaydı. Harun o dağa ve1 o eve
bakıp evin içindeki şeyleri görünce hayret etti. Sonra şöyle dedi: "Ey Musa! Ben bu divanın
üzerinde uyumak istiyorum". Musa da öyle ise uyu, dedi. Fakat Harun: "Korkarım ki ev
sahibi gelir de burada uyuduğum için bana kızar." deyince, Musa ona şu karşılığı verdi:
"Korkma! Ben ev sahibinin sana zarar vermesini önlerim, sen uyumana bak". Musa'nın
böyle demesi üzerine Harun şöyle bir teklifte bulundu: "Ey Musa! Gel sen de benimle
birlikte uyu. Eğer ev sahibi gelirse, bari hem sana, hem bana kızmış olsun".
Her ikisi de yatakta uyumaya başladılar. Uyumakta iken ölüm meleği Harun'un canım
almaya başladı. Harun ölmek üzere olduğunu hissedince ey Musa beni aldattın, dedi.
Ruhunu teslim ettikten sonra o ev de, o ağaç da, o divan da göğe kaldırıldı. Musa kavmine
geri döndüğünde beraberinde Harun yoktu. Harun'un onunla birlikte gelmediğini görünce
îsrailoğullan dediler ki: Harun'u daha fazla sevdiğimiz için Musa pnu kıskanıp öldürdü!....
Harun, İsrailoğullarma daha yumuşak ve daha müsamahakar davranırdı. Musa da onlara
karşı biraz sertlik ve katılık vardı. Harun'u kendisinin öldürmüş olduğuna dair iddialarım
duyunca kendilerine şöyle dedi: "Yazıklar olsun size, kardeşimi öldürdüğüme dair iftirada
bulunuyorsunuz, Öyle mi?". Onların bu konudaki dedikoduları çoğaltmaları üzerine kalkıp
iki rek'at namaz kıldı. Sonra Cenâb-ı Allah'a dua etti. Bunun üzerine o meşhur divan gökten
indi. Ona baktıklarında gök ile yer arasında durduğunu gördüler.
Bu olup bitenlerden sonra Musa peygamber hizmetçisi Yuşa ile beraber yürümekte iken
siyah bir bulut ye rüzgar peyda oldu. Musa'nın beraberinde yürümekte olan Yuşa, o siyah
bulutu görünce kıyametin kopacağını zannetti ve Musa'dan ayrılmaz olup şöyle dedi: İşte
kıyamet kopuyor, ben de Allah'ın peygamberi Musa'dan ayrılmayacağım. Böyle dedikten
sonra Musa'ya tutundu, fakat Musa onun elinden sıyrılınca gömleği Yuşa'nın elinde kaldı.
Musa çekip gitti. Yuşa, elinde Musa'nın gömleği ile geri döndüğünde Îsrailoğullan onu
yakalayarak, sen Allah'ın peygamberi Musa'yı öldürdün, dediler. O da: "Hayır! vallahi ben
onu öldürmedim. Ancak o elimden sıyrılıp kaçtı." dedi. Onun sözünü doğrulamadılar ve onu
öldürmek istediler, o kendini savunmak için şöyle dedi: "Eğer sözümü doğru kabul
etmiyorsanız bari bana üç günlük mühlet verin." dedi ve Allah'a dua etti. Gece uyumakta
iken gelip kendisini bekleyen nöbetçilere., görünmezlerden bir şada gelip şöyle haber
verildi: 'Yuşa, Musa'yı öldürmedi. Musa'yı biz kendi yanımıza yükseltip aldık". Bu haber
üzerine îsrailoğulları, Yuşa'dan vazgeçtiler.
Musa ile birlikte zorbalar beldesine girmeye yanaşmayan İsrailoğullarının tamamı öldü ve
fethi göremediler.
Bu anlatılan ifadelerde gariplik vardır. Doğrusunu Allah bilir.
Önce de anlattığımız gibi Musa ile birlikte*Tih sahrasından sadece Yuşa b. Nun ile Kalib b.
Yuhanna çıkmışlardı. Kalib, Musa ile Harun'un bacısı Meryem'in kocasıdır. Kalib ile
Yuşa'dan daha önce bahsedilmişti. Bunlar, İsrailoğull arının zorbalar beldesine girmelerim
tavsiye etmişlerdi.
Vehb b. Münebbih'in anlattığına göre Musa peygamber, bir mezar kazmakta olan meleklere
uğradı. Onlar arasında kendisinden daha güzel ve parlak yüzlü birini göremedi. Ve: "Ey
Allah'ın melekleri, bu mezarı kimin için kazıyorsunuz?" diye sordu. Onlar da şu karşılığı
verdiler: "Allah'ın şerefli ve üstün bir kulu için kazıyoruz. Eğer o kul, sen olmak istersen şu
kazmakta olduğumuz mezara gir. İçinde uzanıp Rabbine yö-nel, rahat bir soluk al".
Meleklerin dediğini yapıp mezara girdi ve uzandı. Uzanır uzanmaz ruhunu Allah'a teslim
etti. Allah'ın salat-ü selamı onun üzerine olsun. Melekler de namazını kılıp defnettiler. Ehl-i
Kitap ile diğerlerinin naklettiklerine göre Musa peygamber, 120 yaşında iken vefat etmiştir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Hz. Pey-gamber'in şöyle
buyurduğunu söylemiştir:
«Ölüm meleği daha önceleri insanlara açıkça gelirdi. Musa'ya da aynı şekilde gelince Musa
o'nu tokatlayıp gözünü çıkardı. Melek, Rabbine dönüp şöyle dedi: "Ey Rabbim, kulun Musa
gözümü çıkardı. Eğer o senin katında üstün ve şerefli biri olmasaydı, ben onu
cezalandırırdım". Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, ölüm meleğine şöyle buyruk verdi:
"Kuluma git ve ona de ki: Elini bir sığırın cildi üzerine koysun, elinin altına gelen kıllar
sayısınca senelerce yaşasın". Melek, Musa'nın yanma gelerek böyle dedi. Musa da: "Peki,
ondan sonra ne olacak?" diye sorunca Melek: Öleceksin, dedi. Musa da öyle ise şimdi
canımı al, dedi. Bunun üzerine melek, ona bir koku koklatarak ruhunu teslim aldı.»
Yunus'un anlattığına göre Cenâb-ı Allah, Musa tarafından çıkarılan gözünü Azrail'e tekrar
iade etti. Azrail daha önceleri insanlara gizlice gelirmiş.[20]
Yuşa (A.S.)'Nın Peygamberliği
Yuşa'nm adı Halil olup Nun'un oğludur. Nun ise, Yusuf oğlu Efra-yim'in oğludur. Yusuf da
îshak oğlu Yakub'un oğludur. îshak, İbrahim peygamberin oğludur. Ehl-i Kitap, Yuşa'nm
Hud'un amcasıoğlu olduğunu söylerler. Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de Hızır peygamberin
kıssasını naklederken, ismini açıkça belirtmeksizin Yuşa'dan bahseder.
«Musa, uşağına demişti ki:" (el-Kchf, 60.)
«(Orayı) geçip gittiklerinde (Musa) uşağına dedi ki:" (el-Kehf, 62.)
Ubeyy b. Ka'b'm Peygamber Efendimiz'den yaptığı bir rivayette de sabit olduğuna göre bu
ayet-i kerimelerde geçen "uşaktan" kasıt, Yuşa b. Nûn'dur. Yuşa'nm peygamber olduğu
hususunda Ehli Kitap ittifak etmişlerdir. Ehli Kitab'm Samirîler adındaki bir grubu,
Musa'dan sonra sadece Yuşa'nm peygamber olarak geldiğini, kabul ederler. Çünkü onun
peygamber olarak Musa'dan sonra geleceği Tevrat'da açıkça ifade edilmiştir. Musa'dan sonra
Yuşa'dan başka, peygamber olarak gelenleri kabul etmemişlerdir. Halbuki Yuşa'dan sonra
gelen peygamberlerin de Allah tarafından gönderilen elçiler oldukları, hak ve gerçektir.
Bunlar, ayrıca Tevrat'ın da Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğunu tasdik eden
peygamberlerdir. Bunların peygamberliklerini kabul etmeyen Ehl-i Kitabın üzerine
kıyamete dek Allah'ın laneti devam etsin.
Şimdi de İbn Cerir et-Taberî ile diğer bazı tefsircilerin Muhammed b. îshak'dan naklettikleri
hikayeye gelelim. Şöyle ki: Güya peygamberlik, Musa'nın son zamanlarında kendisinden
Yuşa'ya intikal etmiş. Musa onunla karşılaştığında Allah'ın son zamanlarda gönderdiği yeni
emir ve yasakların olup olmadığını ona sorarmış. Nihayet günün birinde Yuşa ona demiş ki:
"Ey Allah'la konuşma şerefine ermiş olan zat! Daha Önce sen peygamber iken,
kendiliğinden bana haber vermeden, ben sana Allah'ın vahyettiği şeyleri sormuyordum. Sen
ne diye bana soruyorsun?". Bunun üzerine Musa, hayattan nefret edip ölmek istemişti(î).
Bu hikayede tartışılacak bazı noktalar vardır. Zira Musa peygamber, vefat edinceye kadar
Allah'ın vahyine muhatap oluyordu. Ondan emir ve yasaklar alıyordu. Hayatımn bütün
safhalarında onunla konuşma şerefine eriyordu, Allah katında şerefli ve itibarlı idi. Nitekim
Azrail'in gözünü çıkarma hadisesinde de bundan bahsetmiştik. Azrail'in gidip Allah'a
şikayette bulunmasından sonra Cenâb-ı Allah, Azrail'i yine ona göndererek şu mesajı
iletmişti: Eğer yaşamak istiyorsan elini bir sığırın cildi üzerine koy; elinin altına gelen lallar
sayısınca, seneler boyu yaşa. Azrail bu mesajı kendisine ilettikten sonra Musa: Peki bundan
sonra ne olacak? diye sormuştu. Azrail de yine öleceksin, deyince öyle ise şimdi canımı al
ya Rabbi, demişti. Allah'tan da kendisini, bir taş atımlığı mesafesi kadar Beyt-i Makdis'e
yaklaştırmasını dilemişti. Bu dileği ,de Allah tarafından kabul buyürulmuştu.[21]
Muhammed b. İshak'm naklettiği bu hikaye, Ehli Kitap kaynaklarında yer almaktadır,
Onlann Tevrat adlı kitaplarında şu ifadelere rastlamaktayız: Ömrünün sonuna kadar Musa
peygambere, İsrailoğul-larınm ihtiyaç duydukları her zamanda vahiy inmeye devanı
etmiştir. Nitekim Kubbe tü'z-zeman bölümünde tabutun yanındaki şahadetinde söylediği
sözlerden de bu anlaşılmaktadır.
Ehl-i Kitabın Tevrat'ının üçüncüsü Sifr'inde şu ifadelere rastlanmaktadır: Cenâb-ı Allah,
Musa ile Harun'a emir vererek İsrailoğulları-nın boylarını ve kabilelerini saymalarını, her
kabilenin başına bir nakib (lider ve yönetici) koymalarını istedi. Bunu onların savaşa
hazırlıklı olmaları için emretmişti. Tih sahrasından çıkarken zorbaların bulundukları şehre
savaş açmaları gerekiyordu. Bu da, Tih sahrasında kalmaya mahkum edildikleri kırk senenin
dolmasına yakın bir zamanda olmuştu. Bu nedenle bazıları dediler M: Ölüm meleği
Musa'nın yanma geldiğinde başka bir surete bürüııdüğünden dolayı Musa onu tanımamış ve
vurarak gözünü çıkarmıştı. Zira Musa, o zamanlar bazı işlerin yapılmasını istiyor ve bazı
neticeler bekliyordu. Fakat beklediği bu işlerin onun zamanında değil de uşağı Yuşa b.
Nun'un zamanında gerçekleşmesini Cenâb-ı Allah takdir buyurmuştu.
Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz de Şam'da Bizanslılarla gaza etmek istediğinde
Tebük'e ulaşmış, sonra aynı sene yani hicretin 9. senesinde Medine'ye dönmüştü. Müteakip
sene de, yani hicretin 10. senesinde haccetmişti. Hac dönüşünde de Üsame ordusunu
hazırlayarak Öncü kuvvet olarak Şam'a göndermişti. Bunların ardı sıra Cenâb-ı Allah'ın şu
buyruğuna uymak için kendisi de sefere çıkmaya karar vermişti:
«Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Rasûlü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçül
(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.» (et-Tevbe, 29.)
Rasûlullah (s.a.v.), Üsame'nin ordusunu yola çıkaracağı esnada vefat etti. Üsame, Ceref
denen yerde ordugah kurmuştu. Dostu ve halifesi Ebu Bekir es-Sıddık (r.a), onun bu planını
tatbik etti. Sonra Arab yarımadası karışıp, başına türlü belalar gelince, hak yerini buldu.
İslam orduları sağa sola, Irak'a ve İran'a seferler düzenledi. Pers hükümdarlarından Kisra'mn
ülkelerini, Bizans hükümdarlarından Kay-ser'in tabiiyyetinde bulunan Şam'ı ele geçirdiler.
Allah, Müslümanlara fetih kapılarım açtı; onları güçlendirdi. Düşmanlarının ülkelerim ellerine
geçirdi.
İşte aym şekilde Musa peygamber de İsrailoğullarım bir ordu haline getirip başlarına
kumandanlar tayin etmekle emrolunmuştu. Nitekim bununla ilgili olarak Cenâb-ı Allah
şöyle buyurmuştur: «Allah, İsrailoğullarmdan söz almıştı. İçlerinden oniki başkan
göndermiştik. Allah demişti ki: "Ben sizinle beraberim. Eğer namazı kılar, zekatı verirseniz;
elçilerime inanır, onlara yardım eder ve Allah'a güzel borç verirseniz (Allah için yoksullara
sadaka verirseniz yahut ihtiyacı olanlara Allah için ödünç para verirseniz) elbette sizin
günahlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan Cennetlere sokarım. Bundan sonra
sizden kim inkar ederse, düz yolu sapıtmış olur."» (ei-Mâide, 12.)
Cenâb-ı Allah onlara diyordu ki: Eğer size farz kıldığım görevleri yerine getirir ve önceki
gibi savaştan kaçınmazsanız, bu yaptıklarınızın sevabım önceki suçlarınızın cezası için
kefaret sayarım.
Nitekim Cenâb-ı Allah, Hudeybiye gazvesinde Rasûlullahm kuvvetlerine katılmayan
bedevilere hitaben şöyle buyurmuştur: «O geride kalan bedevilere de ki: "Siz yakında çok
kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya davet edileceksiniz, onlarla (ya) dövüşürsünüz, yahut
(onlar) Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafat verir; (yok) eğer
önceden döndüğünüz gibi yine dönerseniz, size acı bir şekilde azab eder."» (el-Fotih, 16.)
Aynı şekilde Cenâb-ı Allah, îsrailoğullarma da hitap etmişti: «Bundan sonra sizden kim
inkar ederse, düz yolu sapıtmış olur.» (ei-Mâide,i2.) Sonra Cenâb-ı Allah, bu yaptıkları
kötülüklerden ve ahidlerini bozmalarından dolayı îsrailoğullarım kınamıştı. Nitekim
kendilerinden sonra gelen Hristiyanları da dinleri ve gidişatları değişik olmakla birlikte aynı
sebeplerden ötürü kınamıştı. Bütün bunları, İbn Kesir Tefsiri miz-de tafsilatlı olarak ani
atmışız dır. Övgüler Allah'a mahsustur.
Hülasa, Cenâb-ı Allah Musa peygambere; İsrailoğullarmdan yaşı yirmi veya yirmiden fazla
olup eli silah tutabilecek savaşçılarm adlarım bir liste halinde tanzim etmesini ve her
kabilenin başına da bir kumandan tayin etmesini emretti.
Birinci kabilenin başına, yani Robil kabilesinin başına Elyesor b. Şedior'u tayin etti. Robil,
Hz. Yakub'un büyük oğlunun adıdır. Bunların savaşçı sayısı 46.500 idi.
İkinci kabile, Şem'un kabilesi idi. Bunların kumandanları Şelomiil b. Horişday idi.
Savaşçılarının sayısı da 59.300 idi.
Üçüncü kabile, Yahuza kabilesi idi. Kumandanları Nahşon b. Ami-no Zab olup
savaşçılarının sayısı 74.600 idi.
Dördüncü kabilenin başkanı Nişail b. Saar olup bunlara Isahir kabilesi deniyordu.
Savaşçılarının sayısı 54.400 idi.
Beşinci kabile, Yusuf (a.s.)'un kabilesi idi. Kumandanları Yuşa b. Nun olup savaşçılarının
sayısı 40.500 idi.
Altıncı kabile, Mişa kabilesi olup kumandanları Cemliil b. Fedhe-sar olup savaşçılarının
sayısı 31.200 idi.
Yedinci kabile, Bünyamin'in kabilesi olup kumandanları Abiden b. Ced'on olup
savaşçılarının sayısı35.400 idi.
Sekizinci kabile, Had kabilesi olup kumandanları İlyasaf b. Raoil olup savaşçılarının sayısı
45.650 idi.
Dokuzuncu kabile, Esir kabilesi olup kumandanları Fecail b. Ekren olup savaşçılarının
sayısı 41.500 idi.
Onuncu kabile, Dan kabilesi olup kumandanları Ahiezer b. Amşe-day olup savaşçılarının
sayısı62.700 idi.
Onbirinci kabile, Neftali kabilesi olup kumandanları İlbab b. Hay-lon olup savaşçılarının
sayısı 53.400 idi.
Ellerindeki kitaplarda geçen ifadeler bunlardan ibarettir. Doğrusunu Allah bilir.
Bu sayılan kabileler arasında Lavioğullan kabilesinden bahsedil-memektedir. Cenâb-ı Allah,
Musa'ya bu kabileyi diğerleri ile beraber saymamasını emretmişti. Çünkü bunlar Kubbetü'zzeman'ı
taşıma, kurma, saklama ve göçtükleri yere beraberlerinde götürme görevini
üstlenmişlerdi. Bunlar, Musa ile Harun'un kabilesinden idiler. Sayıları 22.000 idi. Bunlar da
kendi aralarında birtakım boylara ayrılmakta idiler. Kubbetü'z-zeman'ı koruyup muhafaza
ediyor, onunla ilgili işleri deruhte ediyor, onu gerektiği yere kuruyor ve taşıyorlardı. Hepsi
onun etrafında yığılmışlarda. Sağında, solunda, önünde ve gerisinde bulunuyorlardı.
İsrailoğullarının, Lavioğullan kabilesinden başka savaşçıla-nnın toplam sayısı 571.656 idi.
Fakat bazılan demişler ki, Lavioğullan dışında İsrailoğullannm, yaşı yirmiyi geçen ve eli
silah tutan savaşçıla-noın sayısı 603.555'tir.
Bu sayı üzerinde tartışılabilir. Çünkü önce nakletmiş olduğumuz cümlelerin her birini
olduğu gibi onlann kitaplanndan nakletmişizdir. Bu sonuncu cümle, öncekilerine mutabık
kalmamaktadır. Doğrusunu Allah bilir.
Lavioğullan, Kubbetü'z-zeman ı muhafaza etmekle görevli idiler. Bunlar İsrailoğullannm
ortasında, yani merkezde yürürlerdi. Sağ cenahın başında Robil oğullan, sol cenahın başında
Dan oğullan, geri tarafta da NeftalioğuUan bulunurlardı. Musa peygamber, Allah'ın emri
büyük İslâm tarihi üzerine kehaneti de Harunoğullanna vermişti. Zaten bu görev daha önce
onlann babalannda idi. Onlardan önce atalan Nadad (Harun'un ilk oğlu), Azir ve Yesmür bu
görevi ifa ediyorlardı. Hülasa, zorbalar şehrine girip savaşmaktan geri duran ve Musa'ya:
"Sen ve Rabbin gidin, savaşın. Doğrusu biz burada oturacağız." diyen İsrailoğullarmdan
hiçbiri hayatta kalmamıştı.
îbn Abbas ile diğer selef ve halef ulemasından bazılan Musa ile Harun'un, bunlardan önce
Tih sahrasında vefat ettiklerini söylemişlerdir, îbn İshak'm naklettiğine göre Kudüs'ü
fetheden Musa'dır. Yuşa,1 onun^öncü kuvvetlerinin başında bulunuyordu. Kudüs'e
giderlerken Bel'am b. Baura ile karşılaşmışlardı. Onunla ilgili olarak Cenâb-ı Allah şöyle
buyurmuştur:
«Onlara şu adamın haberini de oku: Ona ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı, çıktı.
Şeytan onu peşine taktı. Böylece azgınlardan oldu. Dileseydik elbette onu o ayetlerle
yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu
köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp
solur. İşte ayetlerimizi yalanlayanlann durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür (öğüt
alır)lar. Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine de zulmeden topluluğun durumu ne
kötüdür!» (cl-A'râf, 175-177.)
Bel'am'm kıssasını İbn Kesir Tefsirimizde ani atmışız dır. îbn Abbas ile diğerlerinin
söylediklerine göre o, ism-i azamı bilirmiş. Kavmi, kendisinden Musa ile adamlanna beddua
etmesini dilemişlerdi ama o, bu bedduayı yapmaya yanaşmamıştı. Israr üzerine kendisine ait
bir merkebe binip îsrailoğullarının ordugahına doğru yürümüştü. Onlan görebilecek kadar
yüksek bir yere vardığında merkebi çökmüştü. Döverek hayvanı ayağa kaldırmıştı. Az bir
mesafe daha yürüdükten sonra merkep yine çöküp oturmuştu. Öncekinden daha kuvvetli bir
darbe ile hayvana vurarak onu ayağa kaldırmıştı. Merkep ona şöyle demişti: "Ey Bel'am!
Nereye gidiyorsun? Görmüyor musun ki melekler beni geri çeviriyorlar? Sen kendilerine
beddua etmek için Allah'ın peygamberi ile mü'minlere karşı mı gidiyorsun?" Bel'am yine
hayvanı dövdü, onu biraz daha yürüttü. Neticede Hisban dağının üst taraflarına gelip Musa
ile îsrailoğullannm ordugahına baktı. Onlara beddua etmeye başladı. Musa ile kavmine
beddua etmek isterken dili kendisine itaat etmemiş, aksini yapmıştı. Kendi öz kavmine
beddua etmişti. Bunun üzerine kavmi kendisini kınadılar. O da dilinin sürçtüğünü
söyleyerek özür diledi. Dili çıkıp göğsünün üzerine geldi ve kavmine şöyle dedi: "İşte şimdi
hem dünyam, hem de ahiretim gitti. Geriye ancak hile ve tuzak kaldı". Sonra kavmine emir
vererek kadınlan süslemelerini ve çeşitli eşyalarla onlan îsrailoğullan arasına göndermelerini
istedi. Bu kadınlar, götürdükleri eşyalan îsrailoğullanna sergileyecekler ve onlara
satacaklardı. Kendilerini de îsrailoğullarma teklif edeceklerdi. Böyle yapınca belki
İsrailoğullan kendileriyle zina yapacaklardı. Onlardan biri zina yaptığı taktirde artık
Bel'am'm kavmi onların hakkından gelebilecekti! Adamları emre uyarak kadınlarını
süslediler ve İsrailoğullanmn ordugahına gönderdiler. Kisbeta ismindeki bir kadınları,
İsrailogullarının önderlerinden Zemri b. Şelum'a uğradı. Denildiğine göre Zemrî, Şem'un b.
Ya-kub'un kabile başkanı idi. Zemrî, o kadını alıp kendi çadırına soktu. Başbaşa kalıp zina
yaptıklarından dolayı Cenâb-ı Allah, îsrailoğullan-mn üzerine taun hastalığını saldı. Bu
hastalık onlar arasında yayılmaya başladı. Bu haber, Ayzar b. Harun'un oğlu Fenhas'a intikal
edince o, demirden mızrağını alarak zina yapılan çadıra gitti. Zina yapan kadınla erkeği o
mızrağa geçirip halka teşhir etti- Kendisi de elini böğrüne dayayarak oturdu, mızrağı
sakalına dayadı. Ve sonra da göğe yükselterek şöyle dedi: "Allah'ım! Sana karşı gelenleri
işte böyle cezalandırırız". Böyle dedikten sonra taun hastalığı, İsrail oğullarının üzerinden
kalktı. O esnada hastalıktan dolayı İsrailoğullan'ndan 70.000 kişi Ölmüştü. Bazıları ise
Ölenlerin 20.000 kişi kadar olduğunu söylemişlerdir. Fen-has, babası Harun oğlu Ayzer"in
ilk oğlu idi. Bu nedenle İsrailoğullan, kestikleri kurbanlann boyun kökünü, çene ve paça
kısımlannı ona takdim ederlerdi. Mallarının ve ürünlerinin ilk çıkanını ve en kıymetlisini
ona sunarlardı.
îbn İshak'm Bel'âm'la ilgili nakletmiş olduğu bu kıssalar doğrudur. Diğer selef uleması da bu
yolda rivayetlerde bulunmuşlardır. Fakat herhalde Musa, Beyt-i Makdis'e girmeyi planladığı
zaman Mısır diyarından ilk çıkışı esnasında planlamıştır. İbn İshak'm söylemek istediği de
bu olabilir. Fakat ondan nakiller yapan bazı rivayetçiler, onun bu anlayışım idrak
edememişlerdir. Tevrat'ta da bu görüşümüzü doğrulayan bazı nasları daha önce nakletmiştik.
Doğrusunu Allah bilir. Belki de bu, onların Tih sahrasında dolaşırlarken başlarına gelen bir
başka kıssadır. Çünkü bu kıssada sözü edilen Hisban dağı, Kudüs'ten çok uzaktır. Ya da
Musa Beyt-i Mukaddes'e doğru yol almakta iken bu dağın yanından geçmiştir. Nitekim
Süddî, bunu açıkça ifade etmiştir. Doğrusunu Allah bilir. Her halükarda cumhur-u ulemanın
takdiri şöyledir: Harun, Tih sahrasında kardeşi Musa'dan iki sene önce vefat etmiştir. Ondan
sonra da Musa yine Tih sahrasında vefat etmiştir. Nitekim bu hususa, daha önce
değinmiştik. Vefat ederken Musa, Rabbinden kendisini Beyt-i Makdis'e yakın kılmasını
dilemişti. Bu dileği yerine getirilmişti. Böyle olunca da İsrailogullannı Tih sahrasından
çıkanp Kudüs'e götüren zat, Yuşa b. Nûn peygamberdir. Ehl-i Kitap ile diğer bazı tarihçilerin
anlattıldanna göre İsrailoğullan, Tih sahrasin'dan çıkıp Kudüs'e doğru gitmekte iken
karşılarına Ürdün nehri çıkmıştı. Bunlar, Eriha denen yere kadar uzanmışlardı. Orası,
kuvvetli bir kalesi, muhkemsurları, yüksek şatoları ve kalabalık nüfusu olan bir şehirdi.
Yuşa ile İsrailoğullan, orayı altı ay süre ile kuşatma altında tuttular. Sonra günün birinde
İsrailoğullan borazanlar çalarak tek bir ağızdan tekbirler getirdiler. Böyle yapınca da surlar
dağılıp dökülmeye başladı. Onlar da şehre girip içinde buldukları mallan ganimet olarak
aldılar. 12.000 erkekle kadını Öldürdüler. Birçok hükümdarla muharebe ettiler. Denildiğine
göre Yuşa, Şam mmtıkasmdaki hükümdarlardan otuzbir tanesini mağlup etmiştir.
Kuşatmalarının cuma günü ikindi vaktinden sonra sona erdiği nakledilir. Güneş battıktan
sonra ya da batmak üzere iken cumartesi gününe gireceklerinden dolayı artık savaş
anlayacaklardı. Güneşin battığını ya da batmak üzere olduğunu gören Yuşa, güneşe hitaben
şöyle demişti: "Sen de Allah'ın emrindesiıı, ben de Allah'ın emrindeyim. Allah'ım! Sen şu
güneşi tut, batmasın". Böyle dedikten sonra Cenâb-ı Allah, güneşi batırmadı ve İsrailoğullan
o beldeyi fethettiler. O esnada gün battıktan sonra ay da doğmak üzereydi ki Yuşa, Allah'a
dua ederek aya emir vermesini ve doğdurmamasını diledi. Şu halde bu olayın cereyan ettiği
gece, birinci ayın ondördüncü gecesi olmalıdır. Bu gecede güneşin mezkur kıssası vuku
bulmuştur ki, bunu ileride de açıklayacağız. Ay'la ilgili hadiseye gelince bunu Ehl-i Kitap
kaynaklan naklederler. Ay'la ilgili hadisenin cereyan etmiş olması, hadise aykırı değildir.
Aksine bunda ne doğrul anabilen, ne de yalanlanabilen faydalı bir ilave vardır. Fakat bu
olayın, Eriha şehrinin fethi esnasında vuku bulduğunu söyleyenlerin ifadelerinde ihtilaf
vardır. Doğrusunu Allah bilir ya, bu olay Beyt-i Makdis'in fethi esnasında cereyan etmişti.
Eriha şehrinin fethi, Beyt-i Makdis'in yani Kudüs'ün fethine vesile olmuştur. Doğrusunu
Allah bilir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Rasûlul-lah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söylemiştir:
«Güneş, insanlardan hiç kimse için yerinde durdurulmamıştır. Ancak Kudüs'e giderken
geceleyin Yuşa için durdurulmuştur».
Bu hadisten de anlaşıldığına göre Beyt-i Makdis'i fetheden, Yuşa b. Nun'dur. Musa değildir.
Yine güneşin durdurulup batınlmaması hadisesi de Eriha şehrinin fethinde değil, Kudüs'ün
fethi esnasında vuku bulmuştur. Bunun da Yuşa peygambere mahsus bir hal olduğu, hadisten
anlaşılmaktadır. Bu rivayet, başka bir yerde nakletmiş olduğumuz şu hadisin zayıf olduğunu
göstermektedir. Şöyle ki:
"Peygamber Efendimiz'in, dizi üzerinde yatmakta olduğundan dolayı ikindi namazını
kaçırmış olan Ebu Talib oğlu Ali için, güneş tekrar geri döndürülerek ufka gelmiş ve Ali de
namazını kılmıştır. O esnada Rasûlullah (s.a.v.) Allah'tan, güneşi geri döndürmesini ve
namazı kılabilmesi için güneşin ufka gelmesini dilemişti. Bu dileği üzerine güneş de ufka
geri gelmişti".
Bu hadisin sahih olduğunu, Ahmed b. Ebi Salih el-Mısrî söylemiştir. Ancak bu, ne sahih, ne
de hasen hadisler arasında yer almamaktadır. İsmi meçhul olan ehl-i beyt'ten bir kadın bu
hadisi nakletmiştir. Bazı kaynaklarda rivayet edilmesinin sebebi de budur. Doğrusunu Allah
bilir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Rasûlul-lah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söylemiştir: «Peygamberlerden biri gaza yapmıştı. Kavmine şöyle demişti:
"Bir kadınla evlenip de onunla gerdeğe girmemiş olan, bir bina yapıp da tavanını
yerleştirmemiş olan, koyun ya da gebe develer satın almış olup da yavrularını beklemekte
olan adam peşime düşmesin. Ardım sıra gelmesin". Böyle diyerek askerleriyle birlikte
gazaya gitti. Bir kasabaya yaklaştı. O esnada ikindi namazının vakti sona ermek üzereydi.
Güneş'e: "Sen de Allah'ın emrinde-sin ben de Allah'ın emrindeyim. Allah'ım şu güneşi
azıcık tut da batıver-mesin (ki namazımı kılabileyim)." dedi.
Şehri fethedinceye kadar güneş ufukta bekleyip durmuştu. Ganimetleri topladılar. Gelip
yemesi için ateş, ganimetlerin yanma geldi ama ganimetleri yakıp yemedi. Bunun üzerine o
peygamber şöyle dedi: "İçinizde ganimetten hırsızlık yapanlar var. Her kabileden bir adam
gelip bana biat etsin". Bu buyruğu üzerine her kabileden bir adam gelip o peygamberle
biatleşti. İçlerinden bir adamın eli onunkine yapıştı. Ona: "Ganimeti çalan sizin
kabilenizdedir. Şu halde senin kabilendeki bütün adamlar gelip bana biat etsinler." dedi. O
kabilenin bütün adamları gelip peygamberle biatleştiler. İki ya da üç kişinin eli
peygamberininkine yapıştı. Onlara: "Hırsızlık sizdedir. Ganimetten çalan, sizlersiniz." dedi.
Onlar da çaldıkları öküz başı kadar bir altını getirip ganimetlerin arasına bıraktılar. Ateş te o
ganimetleri yakıp yedi. İşte bizden önceki milletlerden hiçbirine ganimetler helal kılınmış
değildi. Ancak Cenâb-ı Allah, bizim zayıflık ve acizliğimizi gördüğünden dolayı ganimetleri
bize helal kıldı».[22]
Yuşa ve beraberindeki İsrailoğullan, fethettikleri şehre girdiklerinde Yuşa, secde ve rükû
vaziyetinde mütevazi olup Aziz ve Celil olan Allah'a şükrederek oraya girmelerini emretti.
Çünkü Cenâb-ı Allah, kendilerine o feth-i mübin'i müyesser kılmıştı. Bunu daha önceden
kendilerine va'd etmişti. Girerken de, "Önce yaptığımız serkeşlikten dolayı günahlarımızı
düşür ya Rab!" demelerini peygamberleri kendilerine tavsiye etmişti.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz de fetih gününde Mekke'ye girerken son derecede mütevazi
olup Allah'ına hamdedip şükrediyordu. Devesinin üzerinde iken sakalı, başını öne
eğdiğinden ötürü devenin semerine değmekte idi. Bunu da tevazuundan dolayı yapıyordu.
Halbuki kendisiyle birlikte o kadar kalabalık bir ordu vardı ki o yeşil ordunun kıt'a ve
sayılarını ancak Allah bilirdi. Bu vaziyette Mekke-i Mükerreme'ye girdikten sonra gusledip
sekiz rek'at namaz kıldı. Bu, zafere şükür namazı idi. Alimlerin bu konudaki meşhur
kavilleri budur. Bir başka rivayete göre kılmış olduğu bu sekiz rek'atlık namaz, kuşluk
namazı idi. Mekke'ye girişi, kuşluk vaktine denk geldiği için böyle diyenler olmuştur.
İsrailoğullanna gelince onlar almış oldukları kavil ve fiili emirlere muhalefet ettiler. Şehrin
kapısından girerken arkası üstü sürünerek girdiler. Girerken de "Günahlarımızı
bağışla"diyeceklerine "Arpa içinde buğday tanesi" demişlerdi. Yani onlar verilen emri
değiştirip alaya almışlardı. Nitekim onların durumlarını bildiren şu ayet-i kerime'de Cenâb-ı
Allah şöyle buyurmuştur:
«Onlara: "Şu kentte oturun, orada dilediğiniz yerden yiyin, (Allah'a niyaz edip bizi) affet
deyin ve secde ederek kapıdan girin ki hatalarınızı bağışlayalım; biz iyilik edenlere daha
fazlasını da vereceğiz." denildi.
İçlerinden zulmedenler, (söylediğimiz) sözü, kendilerine söylenmeyen bir sözle
değiştirdiler. Biz de haksızlık ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten bir azap gönderdik.»
(ci-Afrâf,i6i-i62.)
Bir başka ayet-i kerimede de onlara hitaben şöyle buyurulmakta-dır: «Dedik ki: "Şu şehre
girin, oradan dilediğiniz yerde bol bol yeyin; secde ederek kapıdan girin ve Hitta (Ya Rabbi,
bizi affet)" deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Biz, güzel davrananlara daha
fazlasını veririz. Derken o zalimler, onu kendilerine söylenenden başka bir sözle
değiştirdiler. Biz de yaptıkları kötülüklerden dolayı o zulmedenlerin üzerine gökten bir azap
indirdik.» (ci-Bakara, 58-59.)
Sevrî, İbn Abbas'ın ayet-i kelimesiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: 'Yani küçük
kapıdan eğilerek rükû vaziyetinde içeri girin".
Mücahid ile Süddî ve Dahhak demişler ki: Ayet-i kerimede sözü edilen kapı, Kudüs'ün Hitta
kapısıdır.
İbn Mes'ud demiş ki: Emrolunduklarmm tersine başlarını eğerek kapıdan girdiler.
Bu da, İbn Abbas'm "Arka üstü sürünerek kapıdan içeri girdiler." deyişine aykırı
düşmemektedir.
(Ya Rab bizi affet, deyin) ayetindeki vav, atıf vav'ı değil, haliyet va-vıdır. Yani böyle diyerek
secde vaziyetinde kapıdan içeri girin. İbn Ab-bas ile Ata, Hasan, Katade ve Rebi1 demişler
ki: İsrailoğulları istiğfarda bulunmakla emrolundular.
Buharî, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu
söyledi: «İsrailoğullarına denildi ki: "Secde ederek kapıdan girin ve "Bağışla bizi Ya Rabb!"
deyin ki hatalarınızı bağışlayalım". Onlar, bu buyruğu değiştirdiler. Emrolunduklarının
tersine arka diyeceklerine "Arpa için üstü sürünerek kapıdan girdiler ve:"( de bir tane"
dediler"».[23]
Esbat, İbn Mes'ud'un: «Derken o zalimler onu kendilerine söylenenden başka bir sözle
değiştirdiler.» (ci-Bakara, 59) ayet-i kelimesiyle ilgili olarak şöyle dediğim nakletmiştir:
İsrailoğullan, "içinde siyah kıl bulunan delik ve kızıl renkte bir buğday tanesi" dediler. Bu
muhalefetlerinden dolayı cezalandırıldıklarını Cenâb-ı Allah bize bildirmektedir. Üzerlerine
azap olsun, diye taun hastalığını Cenâb-ı Allah göndermiştir. Nitekim bu husus, Buharî ve
Müslim'in sahihlerinde de Zührî'nin Üsame'den rivayet etmiş olduğu bir hadis ile sabittir.
Üsame'nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah f s.a.v.) Efendimiz konuyla ilgili olarak şöyle
buyurmuştur: «Bu hastalık (taun), sizden önceki bazı ümmetlerin kendisi ile azaplandınlmış
oldukları bir azaptır.»
Neseî, Üsame b. Zeyd ile Hazine b. Sabit'ten rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söyledi:
«Taun bir azaptır ki onunla, sizden önceki (ümmet)ler azaplandi-lar.»[24]
İsrailoğullan, Beyt-i Makdis'e yani Kudüs'e hakim olduktan sonra orada hüküm sürdüler.
Allah'ın peygamberi Yuşa da aralarında Tevrat, ile hüküm veriyordu. Hayatının sonuna
kadar üzerlerindeki hakimiyetini devam ettirdi. 127 yaşında iken vefat etti. Musa'dan sonra
yirmiye-di yıl yaşadı. [25]
Hızır Ve İlyas Peygamberlerin Kıssası
Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi Musa peygamber, yanındaki ledünnî ilminden
istifade etmek için Hızır peygamberin yanma gitmişti. Aralarında geçen hadiseleri Cenâb-ı
Allah, kutsal kitabının Kehf sûresinde anlatmıştır. Biz de bununla ilgili tafsilatı İbn Kesir
Tefsir'inde uzun uzadıya açıkladık. Ayrıca Hızır peygamberden bahseden hadisi de
nakletmiştik. Yanma giden zatın, İsrail oğullarının peygamberi ve kendisine Tevrat
indirilmiş olan İmran oğlu Musa olduğunu da bildirmiştik.
Hızır peygamberin adı, nesebi, peygamberliği ve günümüze kadar yaşayıp yaşamadığı
hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu konuda ileri sürülen görüşleri, burada
Allah'ın izni ile açıklamaya çalışacağız.
Hafız İbn Asakir dedi ki: Ona Adem peygamberin oğlu Hızır, derler. Çünkü Adem'in
soyundan gelir, İbn Abbas da onun Adem peygamberin sulbünden gelen Hızır olduğunu ve
Deccal'ı tekzib etmek için hâlâ yaşayıp beklemekte olduğunu söylemiştir. Fakat bu garip bir
rivayettir. Ebu Hatîm Sehl b. Muhammed b. Osman es-Sicistanî demiş kî: Aralarında Ebu
Ubeyde ile diğerlerinin de bulunduğu üstadlarımız şöyle demişlerdir: Ademoğullarmın en
uzun ömürlüsü Hızır'dır. Adı da Hadran b. Kabil b. Adem'dir.
İbn îshak demiş ki: Adem (a.s.), vefat edeceği sırada oğullarına, ileride insanların taun
felaketi ile karşılaşacaklarını haber verdi. Tufan olduğu zaman kendisinin de cesedini
yanlarına alıp gemiye götürmelerini vasiyet etti. Kendilerine, belirttiği bir yere cesedini
defnetmelerini söyledi. Tufan felaketi vuku bulduğu zaman babalarının cesedini mezardan
çıkarıp gemiye götürdüler. Tufandan sonra sular kuruyup gemi karaya oturunca Nuh,
Adem'in oğullarına, babalarının cesedini alıp vasiyet ettiği yere defnetmelerini emretti.
Onlar da şöyle dediler: Bu yerde kimseler yoktur. Issızdır. Onu buraya nasıl gömeriz?
Fakat Nuh, Adem'in cesedini oraya gömmeleri için oğullarına ısrar etti. Ve: "Adem, cesedini
defnedecek adamın ömrünün uzun olması için dua etmiştir." dedi. Fakat oğulları oraya o
esnada gitmekten korktular ve babalarının cesedi yanlarında kaldı. Nihayet Hızır gelip
Adem'in cesedini defnetti. Cenâb-ı Allah da vâ'dini gerçekleştirdi, Hızır, Allah'ın dilediği bir
zamana kadar yaşayacaktır.
îbn Kuteybe, "Maarif adlı eserde Vehb b. Münebih'ten bahsederek şöyle der: Hızır'ın adı
Belya'dır. Belya b. Melkan b. Faliğ b. Abir b. Salih b. Erfahşiş b. Sam b. Nuh (a.s.) olduğu
söylenir.[26]
İsmail b. Ebi Üveys dedi İd Hızır'ın adı, Muammer b. Malik b. Abdullah b. Nasır b. Ezd'dir.
Diğerleri ise şöyle dediler: Hızır'ın adı, Hadron b. Amayil b. Elyefez b. İs b. îshak b.
İbrahim el-Halil'dir. O nun adının Er-miya b. Halkıya olduğunu söyleyenler de vardır.
Doğrusunu Allah bilir.
Hızır'ın, Mısır hükümdarı Firavun'un oğlu olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu, gerçekten
garip bir rivayettir. Ve aynı zamanda zayıftır, îlyas'm kardeşi Malik'in oğlu olduğu da,
söylenen rivayetler arasındadır. Zülkarneyn'den önce yaşadığı söylenir. İbrahim peygambere
inanıp onunla birlikte hicret eden bir adamın oğlu olduğu da gelen rivayetler arasındadır.
Beştasib b. Behrasib zamanında peygamberlik yapmıştır, îbn Cerir der ki: Doğrusu şu ki o,
Feridun b. Esfiya'nm hüküm sürdüğü devreden önce yaşamıştır. Nihayet Musa peygamber
gelip onunla buluşmuştur.[27]
Hafız İbn Asakir'in Said b. Müseyyeb'den yaptığı rivayete göre Hızır'ın anası Rumlardan,
babası da Fars lar dan dır. Onun, Firavun zamanındaki İsrailoğullarının peygamberlerinden
biri olduğu söylenmektedir.
Ebu Zer'a, "Delailü'n-Nübüvve" adlı eserde Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ederek Rasûlullah
(s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyler: «Miraca götürüldüğüm gece güzel bir koku hissettim.
Cebrail'e: "Bu güzel koku nereden geliyor?" diye sordum. O da: "Bu, tarak sahibi kadın ile
iki oğlunun ve kocasının mezarlarının kokusudur." diye cevap verdi.»
Bu olayın evveliyatı şöyledir: Hızır, İsrailoğulları peygamberlerinin en şereflilerindendi.
Manastırmdaki bir rahibe uğramıştı. Rahib onun içindeki cevheri keşfetmiş ve ona Allah'ın
hak dinini (İslam'ı) öğretmişti. Hızır buluğa erince babası, onu bir kadınla evlendirdi. Hızır
da o kadına İslam'ı öğretti. Ve hiç kimseye birşey söylememesi için kadından söz aldı. Hızır,
kadınlarla cinsel temasta bulunmayan bir adamdı. Daha sonra karısını boşadı. Babası, onu
başka bir kadınla evlendirdi. Hızır ona da İslâm'ı öğretti ve hiç kimseye birşey söylememesi,
için ondan söz aldı. Sonra o kadım da boşadı. Boşadığı bu kadınlardan biri Hızır'ın sırrını
sakladı, diğeri ise ifşa etti.
Hızır oradan kaçıp denizdeki bir adaya vardı. Orada odun toplamakta olan iki adamın
yanma doğru gitti. Adamlar onu gördüler ama biri onu gördüğünü gizledi. Diğeri ise
gördüğünü herkese duyurdu. Ona:
Seninle birlikte Hızır'ı gören bir başkası var mıdır? diye sordular. O da: Evet, falan adam
benimle birlikte idi, dedi. Arkadaşına sordular ama o, Hızır'ı gördüğünü gizledi. Dinlerine
göre yalan söyleyen kimsenin öldürülmesi gerekiyordu. Hızır'ı, gördüğünü iddia eden kişi
bu iddiasını is-patlayamadığı için öldürüldü. Hızır'ı gördüğünü gizleyen adam, Hızır'ın
sırrını saklayan karısıyla evlendi. Bir ara o kadın, sarayda Firavun'un kızının saçını
taramakta iken elindeki tarak yere düştü ve: "kahrolası Firavun." dedi. Bunu işiten kızı,
durumu babasına iletti. O kadının da iki oğlu ve kocası vardı. Firavun onlan huzuruna
çağırdı. Kadın ile kocasına, dinlerinden dönmelerini söyledi, fakat onlar buna yanaşmadılar.
Firavun, onlan ölümle tehdit edince ikisi de şöyle dediler: "Bizi öldürdüğün taktirde bari
bizleri aynı mezara gömerek bir iyilikte bulun". Firavun onlan öldürttükten sonra aynı
mezara gömdürdü ve: "Onların ikisinden daha güzel kokan birini görmedim." dedi. Ve o
kadın Cennet'e girdi. Hızır'la ilgili bu tarak hikayesi, zannedersem Ubeyy b. Ka'b taralından
bu kıssaya ilave edilmiştir. Ya da Abdullah b. Abbas'm ilavesidir. Doğrusunu Allah bilir.
Bazılarının dediklerine göre Hızır'ın künyesi, Ebu'l-Abbas'tır. Doğrusunu Allah bilir. Hızır
kelimesi, onun meşhur lakabıdır.
Buharî, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
«Hızır, ak bir toprak üzerine oturmuş sonra da o toprak kendisinin ardından titreşip yeşil
bitkilerle kaplanmıştı".[28]
Hattabî dedi ki: Hızır peygamberin yüzü parlak ve yaratılışı güzel olduğu için kendisine
Hızır adı verilmiştir, diye söylenir. Ben de derim ki bu, Buharî'nin, "Sahihi"nde sabit olan
hadise aylan değildir. O hadiste sabit olan ifadeler, daha güçlü ve akla daha yakındır. Hafız
b. Asakir de îbn Abbas'dan rivayet ederek Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu
söylemiştir: «Hızır, beyaz (otsuz ve çorak) bir yerde namaz kıldı, sonra orası titreşip yeşile
büründü".
Önceki sayfalarda da anlatıldığı gibi Musa ile Yuşa geri gelip iz ta-kib ederek Hızır'ın
yamna geldiklerinde onu denizin ortasında bir kilim üzerinde gördüler. Bir örtüye
bürünmüştü. Örtünün bir ucunu ayaklarının altına, diğer ucunu da başının altına koymuştu.
Musa ona selam verdiğinde yüzündeki örtüyü açıp selamına karşılık vermiş ve senin
mıntıkanda emniyette miyim, sen kimsin? diye sormuştu. O da ben Musa'yım, diye karşılık
vermişti. Hızır, İsrailoğullarmm peygamberi Musa mı? diye sorunca Musa da, evet diye
karşılık vermişti. Sonra Kur'ân-ı Kerîm'de anlatıldığı üzere bir süre arkadaşlık ettiler ve bazı
durumlarla karşılaştılar. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalannm anlatılışındaki ifadeler bazı
yönlerden onun peygamber olduğunu ispatlamaktadrrlar. Şöyle ki:
1- Cenâb-ı Allah, onun hakkında şöyle buyurmuştur:
"(Orada) kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona
katımızdan bir ilim öğretmiştik» (ei-Kehf, 65.)
2- Musa peygamber, ona şöyle demişti:
«"Sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana
tabi olabilir miyim?" dedi. (O da):"Sen benimle (beraber bulunmağa) sabredemezsin." dedi.
"Sana bildirilmeyen birşeye nasıl dayanabilirsin?".
"(Musa): "İnşaallah, dedi. Beni sabredici bulursun. Senin emrine karşı gelmem". (O kul):"O
halde, dedi; eğer bana tabi olursan, ben sana anlatmcaya kadar (yaptığım) hiç birşey
hakkında bana soru sorma." (el-Kehf, 66-70.)
Eğer Peygamber değil de veli olsaydı, Musa'ya bu şekilde hitab etmezdi. Ve ona böyle
cevap vermezdi. Bilakis Musa onunla arkadaşlık etmek istedi ki, Cenâb-ı Allah'ın özel
olarak ona vermiş olduğu ilmi öğrensin. Eğer peygamber olmasaydı, masum (günahlardan
korunmuş) olmazdı. Büyük bir peygamber, şerefli bir elçi ve ismet sıfatına sahip olan Musa
da onunla arkadaşlık etmek için büyük bir arzu ve iştiyak göstermezdi. İsmet sıfatına vacib
olarak sahip olmayan bir velinin, ilmini öğrenmek için arzu göstermezdi. Bir asır bile
beraber dolaşması gereksey-di dahi Musa onun yanma gidip durumunu öğrenmeye karar
vermişti. Onunla buluştuğunda ona karşı mütevazi olup boyun eğdi; onu tazim etti. Ondan
istifade etmesine imkan verecek bir şekilde ona tâbi oldu. Bu da, Hızır'ın Musa, gibi vahye
muhatab bir peygamber olduğunu ispatlamaktadır. Allah'la konuşma şerefine nail olan ve
lsrailoğullarımn büyük peygamberlerinden biri olan Musa'nın sahip olamadığı ledünnî
ilimlere ve nebevi sırlara o, özel olarak sahip kılınmıştı. Rummanî, bu anlatılanları ileri
sürerek Hızır'ın peygamber olduğunu ifade etmektedir.
3-Hızır peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'de anlatıldığı gibi bir çocuğu Öldürmüştü. Bu da her
şeyi bilen yüce Allah'ın kendisine vahyi neticesinde olmuştu. Bu, onun peygamber olduğunu
ispatlayan başlı başına bir delildir. Onun masum olduğunu gösteren apaçık bir burhandır.
Çünkü veli kimse, sadece aklına estiği için başkalarını öldürmeye teşebbüs edemez. Zira
onun aklı, masumiyet sıfatıyla muttasıf değildir. Aklı hata yapabilir. Hızır peygamber, henüz
buluğ çağına ermemiş olan o çocuğu öldürmeye teşebbüs ederken, onun buluğa erdikten
sonra kafir olacağını, ayrıca kendisini çok sevdiklerinden dolayı ebeveynini de küfre sürükleyeceğini
bilmişti. Dolayısıyla onun öldürülmesinde fayda vardı. Canını almakla,
ebeveynini küfre karşı korumuş olacaktı. Bu da Hızır'ın, peygamber olduğunu ve
masumiyeti ile Allah tarafından desteklendiğini gösteren bir delildir.
Şeyh Ebü'l-Ferec, İbn el-Cevzî'ninde bu metodu takib ederek Hızır'ın peygamber olduğunu
ispatladığını müşahede ettim. Rumma-nî'nin de bu yolla onun peygamberliğini ispatladığını
nakletmiş tim.
4- Hızır peygamber, yaptığı işlerin yorumunu ve gerekçelerini Musa'ya açıkladıktan sonra
şöyle demişti: Bütün bunlar, "Rabbinden bir rahmettir. Ben onu kendiliğimden yapmadım"
aksine bana verilen emir ve vahiy nedeniyle yaptım". Bu da onun peygamber olduğunu
ispatlamaktadır. Fakat peygamberliği onun velî olmasına da engel değildir. Rasûl olmasına
hiç engel değildir. Fakat onun bir melek olduğunu söylemek, gerçekten gariptir. Dediğimiz
gibi onun peygamberliği sabit olduktan sonra, velî olduğunu söyleyenlerin sözlerini
aktarmaya gerek kalmamaktadır. Velîler, zahiri şeriat erbabının vakıf olamadıkları bazı
hakikatlere vakıf olurlar.
Hızır peygamberin zamanımızda da mevcut olup olmadığı hususundaki ihtilafa gelince;
cumhur-ı ulemaya göre o, günümüze kadar varlığını sürdürmüştür ve halen de yaşamaktadır.
Denildi ki: O, tufandan çıkmalarından sonra evlatlarının yanında bul-unan Adem'in cesedini
defnetmiş ve uzun müddet yaşaması yolunda Adem tarafından yapılan duaya mazhar
olmuştur. Ayrıca onun âb-ı hayat içtiğinden dolayı günümüze kadar yaşadığı da söylenir.
Hızır'ın zamanımıza kadar yaşadığına dair delil teşkil edici bazı haberler nakledilmiştir ki,
bunları ileride Allah izin verirse nakledeceğiz. Güvencemiz ve dayanağımız Allah'tır.
Ayrılırken Hızır peygamber, Musa'ya bazı tavsiyelerde bulunmuştu. Şöyle ki:
"İşte, dedi. Bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. (Şimdi) sana sabredemediğin şeylerin
iç yüzünü haber vereceğim" (el-Kehf, 78.)
Bu tavsiyelerle ilgili birçok rivayetler nakledilmiştir. Örneğin, Bey-hakî'nin naklettiğine
göre Musa ile Hızır birbirlerinden ayrılırlarken Musa ona: "Bana bazı tavsiyelerde bulun."
demişti. Hızır da ona şöyle bir tavsiyede bulunmuştu: "Faydalı ol, zararlı olma. Güler yüzlü
ol, asık yüzlü olma. İnattan vazgeç ve gereksiz konuşmalara girişme. Tuhaf bulmadığın
şeyler için de gülme".
Venb b. Münebbih'in anlattığına göre Hızır, Musa'ya şöyle demiş: "İnsanlar dünyada,
dünyaya olan bağlılıkları oranında eziyet görürler", Bişr b. Haris el-Hafî'nin anlattığına göre
Musa, Hızır'a, "Bana tavsiyede bulun" demiş, Hızır da ona: "Allah, kendisine taatte
bulunmanı sana nasib ve müyesser etsin." demiş.
Hafız ibn Asakir, Hattab oğlu Ömer'den rivayet ederek Rasûlullah(s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söylemiştir: "Kardeşim Musa dedi ki: "Ya Rabb, ben Hızır'la nasıl
buluşurum?". Hızır güzel kokulu beyaz elbiseli bir genç suretinde ona geldi ve: "Allah'ın
selamı ye' rahmeti senin üzerine olsun ey tmran oğlu Musa. Rabbin sana selam söylüyor."
dedi. Musa da şöyle karşılık verdi: "O selamdır ve selam da O'nadır. Âlemlerin Rabbi
Allah'a andolsun ki, O'nun nimetlerini sayamam ve O'nun yardımı olmadan da şükrünü eda
etmeye muktedir olamam".
Musa sonra şöyle dedi: "Bana, senden sonra fayda verecek bir tavsiyede bulunmam
istiyorum".
Hızır, ona şu tavsiyede bulundu: "Ey ilim taleb eden! Konuşan, dinleyenler kadar usanmaz.
Öyle ise konuşurken dinleyicilerini usandırma. Bil ki kalbin bir kabdır. Kabını dolduracak
şeylerin neler olduğuna dikkat et ve Özen göster. Dünyadan yüz çevir ve onu arkana at.
Çünkü orası, senin için kalınacak bir yer değildir. Sen orada ebedî kalıcı değilsin. Orası,
kullar için ahirete hazırlanmak ve azık elde etmek yeridir. Nefsini sabra alıştır ki,
günahlardan kurtulasm.
Ey Musa! Eğer ilim elde etmek istiyorsan, kendini ilme ada. Çünkü ilim, kendini ilme
adayanlara verilir. Fazla konuşup da yanılma. Çünkü çok konuşmak, âlimler için bir lekedir
ve zayıf kimselerin kötü yanlarım açığa çıkarır. Sen orta yolu takib et. Böyle yaparsan,
başarıya ulaşır ve doğru 3'Oİda olursun. Cahillerden ve onlarla tartışmaktan uzak dur. Beyinsizlere
karşı yumuşak huylu ol. Çünkü böyle yapmak, hikmet sahibi kimselerin kârıdır,
âlimlerin de süsüdür. Cahilin biri sana küfrederse, sen yumuşak huylu olup ona karşı cevap
verme. Akıllılık ederek ondan yüz çevir, yanında durma, çünkü yanında durduğun takdirde
onun sana dokundurduğu cahilliği ve küfrü, daha kötü ve daha zararlı olur.
Ey İmran oğlu Musa! Sana az bir ilim verildiği görüşünde değilsin ama çabuk davranmak,
insana zorluk getirir. Ey İmran oğlu Musa! Açmasını bilmediğin kapıyı kapama; kapamasını
bilmediğin kapıyı da açma. Ey İmran oğlu Musa! Dünyaya sonsuz rağbeti olan, halini kötü
gö-ren,hükmünde ve takdirinde Allah'ı suçlayan kimse nasıl zahid olur? Hevesine mağlub
olan kimse, şehvetlerden kurtulabilir mi? Cehaletin kuşatması altında kalan kimseye, ilim
taleb etmenin faydası olur mu? Elbette olmaz. Çünkü bunlar ahiret için çalıştıklarını iddia
ettiği halde dünyaya yönelmektedirler.
Ey Musa! Öğrendiğin şeyi kendisiyle amel etmek için öğren, yoksa kuru laflar üretmek için
öğrenme. Yoksa sorumluluk altında kalırsın. Aydınlık ve nurundan ise, başkaları yararlanır.
Ey İmran oğlu Musa! Zühd ve takvayı, giysi gibi üzerine al. İlim ile zikrullah, senin sözlerin
olsun. Bol bol iyilik yap. Çünkü sen kötülüklere maruz kalmaktasın. Kalbini de ilahî korku
ile doldur. Çünkü böyle yapman, Rabbini hoşnut kılar. Hayır işle, çünkü sen mutlaka
kötülüğe maruz kalacaksın. Eğer aklında tutarsan bunlar senin için yaptığım öğütlerdir".
Böyle dedikten sonra Hızır çekip gitti. Musa da orada sıkıntı içinde üzülüp ağlamaya
başladı.
Bunun sahih bir rivayet olduğunu düşünmüyorum. Zannedersem bu, birçok imamlar
tarafindan yalancı diye ilan edilen Zekeriyya b. Yahya el-Vekkad el-Mısrî'nin uydurmasıdır.
Hafız b. Asakir'in bu rivayet karşısında susmuş olmasını hayretle karşılıyorum.
Hafız Ebu Nuaym el-İsfahanî, Ebu Umame'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m ashabına
şöyle dediğim söylemiştir: «"Size Hızır'dan söz edeyim mi?". Evet Ya Rasûlullah, dediler.
Buyurdu ki: "Bir ara günün birinde İsrailoğullarının pazarında Hızır dolaşmakta iken,
efendisi ile mükateplik akdi yapmış bir köleyle karşılaştı. Köle: "Bana sadaka ver, Allah
senin malına bereket katsın." deyince Hızır şu cevabı verdi: "Ben Allah'a inanmışım ki onun
dilediği birşey olur". Fakat benim yanımda sana verecek birşey yoktur. O düşkün (köle)
şöyle dedi: "Ben Allah rızası için senden istedim ama sen bana sadaka olarak bir şey
vermedin. Senin yüzünde semaya baktım ve bereketin sende olacağını ümit ettim". Hızır
ona şu cevabı verdi: "Emin ol ki bende sana verecek birşey yoktur. Ancak beni alıp pazarda
satarsan, bedelim senin olsun". Düşkün (köle) şöyle dedi: "Bu doğru olur mu?". Hızır ona şu
cevabı verdi: "Evet, ben sana gerçeği söylüyorum. Sen büyük bir zatın adına benden dilekte
bulundun, ben senin önünde Rabbimin kıymetini yere düşürmem. Sen beni sat ve bedelini
al".
Düşkün (köle), Hızır'ı alıp pazara götürdü ve 400 dirheme sattı. Hızır, kendisini satın alan
adamın yanında bir süre kaldı, bir gün ona şöyle dedi: "Sen beni yararlanmak için satın
aldın. Bana bir iş söyle de yapayım". Efendisi ona şöyle dedi: "Seni zahmete sokmak
istemiyorum. Sen yaşlı ve zayıf bir adamsın". Hızır: "Hayır, çalışmak benim ağrıma gitmez."
dedi. Efendisi de: "Öyle ise şu taşlan taşıyıver." dedi. O taşları bir günde ancak altı
kişi taşıyabilirdi. Taşları taşıma emrini verdikten sonra efendisi, bazı işlerini germek için
dışarı gitti. Döndüğünde Hızır'ın, bir saat içinde o taşları taşımış olduğunu gördü. Ve:
"Güzel yaptın, iyi iş becerdin. Bunu yapabileceğini zannetmiyordum." dedi. Sonra efendisinin
bir sefere çıkması gerekiyordu. Hızır'a şöyle dedi: "Seni güvenilir bir kimse sanıyorum.
Ben seferde iken aileme güzelce bak". Hızır: "Bana yapacağım bir iş söyle." dedi. Efendisi
de: "Ben seferden dönünceye kadar evim için kerpiç dök." dedi ve çekip sefere gitti.
Döndüğünde binasının yapılmış olduğunu gördü ve: "Allah rızası için söyle, senin yolun, senin
işin nedir?" diye sordu. Hızır da şu karşılığı verdi: "Sen Allah adına bana soru sordun.
Allah adına benden dilekte bulunan bir kimse beni köleliğe düşürdü. Alları rızası için köle
oldum. Kam olduğumu sana bildireceğim. Ben adını duymuş olduğun Hızır'ım. Düşkün bir
kimse, benden bir sadaka istedi. Fakat yanımda ona verecek bir şeyim yoktu. Ama Allah
rızası için benden istediği için ben de kendi nefsimi ona bağışladım. Beni götürüp pazarda
sattı. Köle olarak senin yanına geldim. Sana şunu diyeyim ki bir kimseden Allah rızası için
birşey istenilir de o, istenilen şeyi vermeye muktedir olduğu halde isteyeni geri çevirirse,
kıyamet gününde hareket edemiyecek derecede bir deri bir kemik kalır".
Adam ona şöyle dedi: "Allah'a iman ettim Ey Allah'ın peygamberi! Bilmeden sana eziyet
ettim". Hızır ona şöyle dedi: "Zararı yok. Sen iyi davrandm". Adam, kendisine şöyle bir
teklifte bulundu. "Ey Allah'ın peygamberi, anam babam sana feda olsun. Ailem ve malım
hakkında nasıl dilersen öylece hüküm ver: Ya da dilersen seni azad edeyim ve serbest
bırakayım". Hızır da: "Sen beni azad edip serbest bırak ki Rabbime ibadet edeyim." dedi.
Böyle deyince adam da onu serbest bıraktı ve hürriyetine kavuşturdu. Hızır şöyle dedi:
"Beni köleliğe düşüren sonra da kölelikten kurtaran Allah'a hamd olsun".»
İbn el-Cevzî bu hadisi, "Acaletü'l-Muntazir fi şerhi Hali'l-Hızır" adlı eserinde Abdü'l-
Vehhab b. Dahhak kanalı ile rivayet etmiştir.
Hafız İbn Asakir, Süddf den naklederken şöyle der: Hızır ile İlyas kardeştiler. Babaları-bir
hükümdardı. İlyas, babasına şöyle demişti: "Babacığım, kardeşim Hızır'ın mülkte gözü
yoktur. Eğer onu evlendirir-sen belki onun çocuğunun mülkte gözü olur". îlyas'm böyle
demesi üzerine babası, Hızır'ı güzel ve bakire bir kadınla evlendirdi. Gerdeğe girdikten
sonra Hızır, karısına şöyle dedi: "Benim kadınlara ihtiyacım yok. İstersen seni boşayıp
serbest bırakırım. İstersen yanımda kalır, Aziz ve Celil olan Allah'a ibadet eder, sırrımı da
saklarsın". Kadın, evet, dedi ve Hızır'la birlikte bir sene kaldı. Bir sene geçtikten sonra
kayınpederi olan hükümdar, kendisini yanma çağırarak şöyle dedi: "Kızım sen de genç bir
kadınsın, oğlum da genç bir erkektir. Hani nerede çocuk?". Kadın ona şöyle cevap yerdi:
"Çocuk ancak Allah'ın yanındadır. Allah dilerse çocuk olur. Dilemezse olmaz". Gelininin
böyle demesi üzerine babası Hızır'a emir vererek karısını boşattı ve oğlunu bir çocuklu dul
bir kadınla evlendirdi. Hızır onunla gerdeğe girdikten sonra Önceki karısına söylediklerinin
aynısını ona da söyledi. Kadın, Hızır'ın yanında kalmayı kabul etti. Aradan bir sene
geçtikten sonra babası çocuklarının olup olmadığını sorunca kadın; "Senin oğlunun
kadınlara ihtiyacı yoktur!" diye cevap verdi. Bunun üzerine babası Hızır'ı çağırttı ama o
kaçıp gitti. Peşine adam saldı ama onu bir türlü yakalatamadı. Denildiğine göre, sırrını ifşa
ettiği için Hızır, ikinci kadını Öldürdü. Bu sebeble evden kaçıp gitti. Ve diğerini serbest
bıraktı. O kadın da şehrin bir tarafinda ikamet edip Allah'a ibadet etmeye başladı. Günün
birinde bir erkek onun yanından geçiyorken Bismillah dediğini işitti. Kadın, ona: "Bu ismi
nereden öğrendin?" diye sorunca adam şöyle cevap verdi. "Ben Hızır'ın arkadaşlarmdanım".
Böyle deyince kadın, o erkekle evlendi ve ona birkaç çocuk doğurdu. Aradan bir müddet
geçtikten sonra Firavun'un kızının saçını taramakla görevlendirildi. Günün birinde kadın,
Firavun'un kızının saçını taramakta iken elindeki tarak yere düştü ve Bismillah dedi.
Firavunun kızı: "Sen bu ad ile babamı mı kastediyorsun?" diye sorunca o da şu cevabı verdi:
"Hayır. Benim, senin ve babanın Rabbi olan Allah'ın adını kastediyorum". Firavun'un kızı,
bu olayı babasına bildirince Firavun büyük bir kazanın kaynatılmasını emretti. Sonra da
kadına, kendini bu kazanın içine atmasını söyledi. Kadın, kazanın altındaki ateşin
alevlenmekte olduğunu görünce kendini kazanın içine atmak istemedi. Fakat yanı başında
duran küçücük oğlu ona: "Anacığım sabret, doğrusu sen hak üzerindesin." deyince
kadıncağız kendini ateşe attı ve öldü. Allah ona rahmet etsin.
Hafız İbn Asakir, Enes b. Malik'ten rivayet ederek der ki: "Hızır, bir gece Peygamber
Efendimiz'in yakınına geldi. Onun şöyle dua ettiğini işitti: "Allah'ım, beni korkuttuğun
şeylerden kurtaracak şeyleri bildirme hususunda bana yardım et. Ve kendilerine arzulattığm
şeyler hususunda salih kimselerin şevk ve arzusunu bana da nasib et". Bunun üzerine Hızır,
Enes'i Hz. Peygamber'e göndererek selam söylemesini ten-bihledi. Peygamber Efendimiz de
onun selamına karşılık verdi. Hızır, Enes'i Peygamber Efendimiz'e gönderirken ona şöyle
demesini de ten-bihledi: "Ramazan ayım diğer aylara üstün kıldığı gibi Allah seni de diğer
peygamberlere üstün kılmıştır. Cuma gününü diğer günlere üstün kıldığı gibi senin
ümmetim de diğer ümmetlere üstün kılmıştır".
Bunun senedi de metni de sahih değil, bilakis yalandır. Nasıl olur da Hızır'ın kendisi bizzat
Rasûlullah'm huzuruna gidip Müslüman olduğunu ilan etmez ve ondan ilim öğrenmez de
Enes'i aracı olarak ona gönderir? Bu, olacak şey değildir.
Meşayihten nakledilen bazı hikayelerde anlatıldığına göre güya Hızır onların yanına varıp
selam verir, adlarını, menzillerini, durumlarını da bilirmiş. Bunları bilir de Musa'nın kim
olduğunu bilmezmiş. Bu olacak şey midir? Musa ki zamanında Allah onu, diğer insanlara
karşı seçip üstün kılmıştı. Buna rağmen Musa kendisini tanıtmadan Hızır onu
tanıyamamıştı! Hafiz Ebu'l-Hasen b. el-Münadî, Enes'in rivayet ettiği hadisi naklettikten
sonra şöyle demiştir: Hadisçiler, bu hadisin senedinin münker ve metninin de sakat olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Bunda uydurma ifadeler bulunduğu açıkça görülmektedir.
Şimdi de Hafız Ebu Bekir el-Beyhakî'nin, Enes b. Malik'ten rivayet ettiği hadise gelelim:
Rasûlullah (s.a.v.) dar-ı bekaya irtihal edince sahabeleri onun naşının etrafını çevrelediler.
Yanı başında toplanıp ağlamaya başladılar. O sırada kır sakallı, iri yapılı, parlak yüzlü bir
adam gelerek cemaatın omuzlarına basa basa ilerledi ve Rasûlullah'm naaşı-nın yanma gelip
ağladı. Sonra Rasûlullah'm sahabelerine dönerek şöyle dedi: "Allah katında her musibetin
bir tesellisi vardır. Kaybedilen her şeyin bir karşılığı vardır. Yok olan her şeyin bir bedeli
vardır. Allah'a yönelin ve rağbetiniz ona olsun. Sizi imtihan etmekte iken dahi gözetim
altında tutmaktadır. Dikkatli olun". Böyle dedikten sonra o adam gitti. Sahabeler
birbirlerine: Şu adamı tanıdınız mı? diye sordular. Ebu Bekir (r.a.) ile Ali (r.a.): Evet o,
Allah'ın Rasûlü'nün kardeşi Hızır peygamberdir, dediler.
Buharı, bu hadisin münker olduğunu, Ebu Hatîm de zayıf olduğunu
söylemiştir.
Safi de, Müsned'inde şöyle demiştir: Kasım b. Abdullah b. Ömer, Ali b. Hüseyn'den rivayet
ederek şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.v.) vefat etti-. ğinde taziye yapıldı. O esnada şöyle bir ses
duyuldu: "Her musibetin tesellisi Allah'tadır. Yok olan herşeyin karşılığı Allah'tadır. Elden
giden her şeyin bedeli Allah'tadır. Allah'a dayanıp güvenin ve O'na dönün. Asıl musibete
uğrayan kişi, sevaptan mahrum olan kişidir". Ali b. Hüseyin, bu sesin sahibim tanıdınız mı?
Bu Hızır'dır, dedi.
Şafii'nin şeyhi (hocam) Kasım b. Abdullah b. Ömer'in yalancı ve metruk bir şahıs olduğu,
Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main tarafından ifade edilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
Abdullah b. Vehb, Muhammed b. Münkedir'den rivayet ederek dedi ki: Hattab oğlu Ömer
hazretleri bir cenaze namazını kılmakta iken görünmezlerden bir ses duydu. O ses şöyle
diyordu: "Ey Ömer, Allah sana merhamet etsin. Acele etmeden namaza kavuşalım". Ömer,
safa yeti-şinceye kadar onu bekledi ve onun cenaze için şöyle dua ettiğini söyledi:
"Allah'ım, eğer sen buna azap edersen, doğrusu bu sana çok isyan etmiştir. Eğer bunu
bağışlarsan doğrusu bu senin rahmetine muhtaçtır".
Cenaze defnedilirken de ona şöyle dedi: "Ey şu mezara giren kişi! Eğer sen yönetici, vergi
memuru, hazine bekçisi, ya da katip yahut polis değil isen, sana ne mutlu!".
Hz. Ömer dedi ki: "Şu adamı yakalayıp getirin de onun namazını, sözlerim ve kim olduğunu
soralım". Böyle deyince adam hemen kaybo-luverdi. Ardı sıra baktıklarında ayak izinin bir
zir'a uzunluğunda olduğunu gördüler. Hz. Ömer de, "Vallahi bu, Hz. Peygamberin
kendisinden bahsetmiş olduğu Hızır peygamberdir." dedi.
Bu rivayette de belirsizlik ve kopukluk vardır. Böyle rivayetler sahih olmaz.
Hafız İbn Asaldr, Ebu Talip oğlu Ali (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Gecenin bir
vaktinde tavaf için Mescid-i Haram'a gittim". Bir de baktım ki, Ka'be'nin örtüsüne tutunmuş
bir adam şöyle dua ediyor: "Ey herkesin duasını işiten, ey bütün dilekleri karıştırmayan, ey
bütün ısrarlı istekler karşısında zorlanmayan Allah'ım! Affının serinliğini, rahmetinin
tatlılığını bana nasib et!". Ben de ona:"Şu söylediklerini bana tekrarla." dedim. Bana: "Sen
bu söyle diklerimi işittin mi? diye sorunca ben de evet, diye cevap verdim. Bana dedi ki:
"Hızır'ın nefsi elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki -Hz. Ali, onun Hızır olduğunu
söylemişti-herhangi bir kul farz namazın ardı sıra bu duayı yaparsa, Allah onun günahlarını
mutlaka bağışlar. Günahlar deniz köpüğü, ağaçların yaprakları ve yıldızların sayısı kadar
çok olsa dahi, Allah yine de onun günahlarını bağışlar".
Doğrusunu Allah bilir ya bu rivayette sahih değildir.
Tirmizî, Muhammed b. Yahya'dan rivayet ederek şöyle dedi: Bir ara Ebu Talib oğlu Ali,
Ka'be'yi tavaf ediyordu. Ka'be'nin örtüsüne tutunmuş bir adam gördü. Adam şöyle dua
ediyordu: "Ey herkesin duasını işiten, ey dilekte bulunanların dileklerine icabet eden, ey
ısrarla temennide bulunanlardan bıkıp usanmayan! Affının serinliğini, rahmetinin tatlılığını
bana nasib et". Ali, ona şöyle dedi: "Ey Allah'ın kulu, şu duanı bir daha tekrarlar mısın?".
Adam, sen onu işittin mi? deyince Ali de: Evet, diye cevap verdi. Adam şöyle dedi: "Her
namazın arkasından bu duayı oku, Hızır'ın nefsi elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki bu
duayı okuyan kimsenin günahları gökteki yıldızlarla yağmurlar kadar, yerdeki çakıl
taşlarıyla topraklar kadar çok olsa dahi, bir göz açıp kapayıncaya kadar bütün günahları
bağışlanır".
Bu rivayetin senedinde, adı bilinmeyen bazı kimseler vardır. Ve bu rivayet senedinin
zincirinde de kopukluk vardır. Doğrusunu Allah bilir. İbn el-Cevzî de, Ebu Bekir b. Ebi'd-
Dünya kanalıyla bu rivayeti aktarmıştır. Ancak onun bu rivayetinde, mezkur adamın Hızır
olduğuna delâlet eden bir ifade mevcut değildir.
Hafız İbn Asalar, İbn Abbas'dan rivayet ederek Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
"Hızır ile İlyas, her sene hac mevsiminde buluşurlar. Her biri diğerinin saçını tıraş eder ve
şu kelimeleri okuyarak birbirlerinden ayrılırlar: "Allah'ın adıyla Allah'ın dilediği olur. Hayrı
ancak Allah gönderir. Allah'ın dilediği olur. Kötülüğü de ancak Allah geri çevirir. Allah'ın
dilediği olur. Gelen nimetler Allah'tandır. Allah'ın dilediği olur.' İnsanı iyilik yapmaya sevk
eden ve kötülükten meneden ancak Allah'ın kuvvetidir".
Her sabah ve her akşam bu duayı üçer defa okuyan kimseyi Cenâb-ı Allah boğulmaya,
yangına ve hırsızlığa karşı korur. Şeytandan, sultandan, yılan ve akrepten de korur".
Dare Kutnî, bu hadisin garip olduğunu ifade etmiştir. Muhammed b. Kesir el- Abdı de buna
benzer ifadeler kullanmıştır.
İbn Asaldr, Ebu Talib oğlu Ali'den merfu olarak şöyle bir hadis rivayet etmiştir:
"Her arefe gününde Arafat dağında Cebrail, Mikail, İsrafil ve Hızır bir araya gelip
toplanırlar".
İbn Asakir, İbn Ebu Rüvvad'dan rivayet ederek şöyle dedi: "îlyas ile Hızır, her sene ramazan
ayını Beyt-i Makdis'de oruç tutarak geçirirler.
Ve her senede haccedip zemzem suyundan bir kez su içerler. İçtikleri bu su, ertesi seneye
kadar kendilerine yeter".
İbn Asakir'in rivayetine göre Dımışk (Şam) Camii'nin banisi Abdul-melik b. Mervan oğlu
Velid bir gece mescidde ibadet etmek istemiş, cemaatin mescidi boşaltmasını ve kendisini
yalnız bırakmasını emretmişti. Cemaat te onun emri üzerine mescidi boşaltıp gitmişlerdi.
Geceleyin geç saatte gelerek mescide girdi. Orada kendisiyle yeşil kapı arasında bir adamın
durup namaz kılmakta olduğunu gördü. Kavmine: "Mescidi boşaltmanızı size emretmemiş
miydim?" diye çıkıştı. Onlar da şöyle dediler: "Ey mü'minlerin emiri, bu Hızır'dır. Her gece
gelip burada namaz kılar." dediler.
İbn Asakir, Rabah b. Ubeyde'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ömer b. Abdülaziz'in ellerine
dayanarak, ona uyup namaz kılmakta olan bir adam gördüm. Kendi kendime: "Bu çıplak
ayaklı bir adamdır." dedim. Namazı tamamladıklarında Ömer b. Abdülaziz'e :"Az önce
senin ellerine dayanarak namaz kılan adam kimdi?" diye sordum. O, sen onu gördün mü ya
Rabah? dedi. Ben, evet deyince Ömer şöyle dedi: "Ben seni iyi bir insan sanıyorum.
Gördüğün adam, kardeşin Hızır'dır. Benim döneceğimi bana müjdeledi".
İbn Asakir, Hızır'ın, İbrahim et-Teynıî, Süfyan îbni Uyeyne ve birçok kimseler ile
görüştüğünü rivayet etmiştir.
Bu rivayetlerle hikayeler, Hızır'ın zamanımıza kadar yaşadığını söyleyenlerin görüşlerine
dayanak teşkil etmektedir. Oysa bu konuda rivayet edilen hadisler, cidden zayıf olup dinde
hüccet olarak kabul edilemezler. Bu konuda nakledilen hikayelerin çoğunun senedinde
zayıflık vardır. Rivayetlerin sahih olduğunu farzetsek bile bunlar neticede bir sahabeye ya
da başka birine dayanmaktadırlar ki bunlar da masum kimseler değildirler. Yanılmaları
mümkündür. Doğrusunu Allah bilir.
Abdürrezzak, Ebu Said'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.), Deccal hakkında
bize uzun uzadıya bir hadis irad etti. Bu konuşması arasında bize dedi ki: "Deccal
gelecektir, fakat onun Medine'nin içine girmesi yasaklanmıştır. Medine'nin dış kısmına
geldiğinde insanların en hayırlısı olan bir adam onun yanına gidecek ve: "Tanıklık ederim ki
sen, Rasûlullah'm bize bahsetmiş olduğu Deccal'sm." diyecektir. Deccal da yanında
bulunanlara şöyle diyecek: "Bakınız, ben bu adamı öldürür, sonra yeniden diriltirsem, artık
benim hakkımda şüpheniz kalır mı?". Etrafında bulunanlar hayır, diyecekler. Bunun üzerine
Deccal, o adamı öldürüp sonra yeniden diriltecektir. Dirilirken o adam şöyle diyecektir:
"Allah'a andolsun ki şu anda kendin hakkında, benim kadar hayret edemezsin". Deccal
böyle dediği için onu ikinci kez Öldürmek isteyecek, ama öldürme gücünü kendinde
bulamayacaktır".
. Muammer dedi ki: Bana gelen habere göre o, boğazında bakırdan bir tabaka taşıyacaktır.
O, Hızır olup Deccal onu öldürecek, sonra yeniden diriltecektir.
Bu, Zührî'den nakledilerek Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadistir.
Ebu İshak, Müslim'den naklederek şöyle demiştir: Doğrusu şu ki o adam Hızır'dır.
Muammer ve diğerlerinin: "Aldığım habere göre ...." şeklinde kullanmış oldukları ifadelerde
delil ve hüccet yoktur.
Bazı hadis lafızlarında şöyle bir ifade geçmektedir: "Deccal'a karşı hayat dolu bir genç
çıkacak, Deccal onu öldürecektir".
Şeyh Ebul-Ferec İbn el-Cevzî, "Acaletü'l-Muntazir fî Şerhi Haleti11-Hızır" adlı eserinde bu
konuda nakledilen merfu hadislerin mevzu (uydurma) olduklarım ifade etmiştir. Ayrıca
sahabelerle tabiine ait ifadelerin de zayıf senedli olduklarım, bu rivayetleri aktaran
adamların meç--hul olduklarını, durumlarının bilinmez olduğunu belirtmiştir. Hülasa bu
konuda güzel bir eleştiride bulunmuştur.
Hızır'ın ölmüş olduğunu söyleyen Buharı, İbrahim el-Harbî, Ebu'l-Hasen b. Münadi ve Şeyh
Ebu'l-Ferec İbn el-Cevzî gibi şahsiyetlere gelince bunlar, bu görüşlerini birçok delil ile teyid
etmişlerdir. Örneğin, Şeyh Ebu'l-Ferec İbn el-Cevzî bu konuda, "Acaletü'l-Muntazir fî Şerhi
Haleti'l-Hızır" adlı bir eser telif etmiştir. Hızır'ın öldüğünü savunanların delilleri şunlardır.
1-«Senden önce hiçbir insana ebedî yaşama vermedik».
Hızır eğer insan ise, mutlaka bu ayetin genelliği kapsamına girer. Sahih bir delil olmaksızın
ona ayrı bir statü vermek caiz olmaz. Onun özel bir durumda bulunduğuna dair Hz.
Peygamber tarafından bir delil de nakledilmiş değildir ki kabul edilsin.
2- Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
«Allah, Peygamberlerden şöyle söz almıştı: "Bakın, size kitap ve hikmet verdim. Sonra
yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak
ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi
üzerinize aldınız mı?" demişti. "Kabul ettik!" dediler. "O halde şahit olun, ben de sizinle
beraber şahit olanlardanım." dedi.» (Âl-ilmrân, 8i.)
İbn Abbas dedi ki: "Allah, gönderdiği peygamberlerin hepsinden şöyle söz aldı: "Eğer
Muhammed'i gönderdiğimde sen sağ isen ona inanıp yardım edeceksin". Yine Cenâb-ı
Allah, gönderdiği peygamberlerin hepsine, ümmetlerinden şöyle söz almalarını da emretti:
"Eğer siz hayatta iken Muhammed peygamber olarak gönderilirse, ona inanıp yardım edin".
Bu hadisi, Buharı rivayet etmiştir.
Hızır, eğer peygamber ya da velî ise, mutlaka bu ahdin kapsamına girmiştir. Eğer
Rasûlullah'm zamanında hayatta olsaydı onun için en şerefli durum, gelip Rasûlullah'm
önünde durup Allah'ın indirmiş olduğu hükümlere iman etmesi ve düşmanlarının kendisine
kötülük dokundurmalarına fırsat vermemek için yardım etmesi olacaktı. Hızır eğer bir velî
ise, Ebu Bekir es-Sıddık ondan daha üstündür. Eğer peygamber ise Musa ondan daha
üstündür".
İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde Cabir b. Abdullah'tan rivayet ederek Rasûlullah
(s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
«Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki eğer Musa hayatta olsaydı, bana tabi
olmaktan başka yolu olmayacaktı».
Bu kesin ve zarûrat-ı diniyeden olarak bilinen bir husustur. Faraza bütün peygamberler, Hz.
Muhanımed (s.a.v.)'in zamanında hayatta bulunup mükellef olsalardı, hepsi de ona tabi
olurlar, onun emri altuva girip şeriatının umumi kaidelerine uyarlardı. Nitekim miraca
çıkacağı gece Kudüs'de peygamberlerle buluştuğu zaman, hepsinin fevkindeki bir makama
yükseltildi. Namaz vakti geldiğinde Cebrail, Allah'ın emri ile onlara imamlık yapmasını
söyledi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onların ikamet yurdunda ve velayet
mahallerinde kendilerine imamlık yaparak namaz kıldırdı. Bu da onun en büyük önder, en
büyük imam ve son peygamber olduğunu göstermektedir. Allah'ın salat-ü selâm'ı bütün
peygamberlerin üzerine olsun. Bu böylece bilindikten sonra -zaten her mü'nıin bunu
bilmektedir- Hızır (a.s.) hayatta olsaydı, Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti arasına girerdi;
O'nun şeriatına uyardı. Başkaca yapacağı bir şey de kalmazdı. İsrailoğullannın son
peygamberi olup beş Ûlu'1-azm peygamberden biri olan Meryem oğlu Hz. İsa (a.s.)'da ahir
zamanda yeryüzüne indiği zaman Hz. Muhammed (s.a.v.)'in tertemiz şeriatıyla
hükmedecektir. Başka bir yöne sapmasına imkan yoktur. Bilindiği gibi bir gün dahi Hızır'ın,
Hz. Peygamberle buluştuğuna veya savaş sahnelerinden birinde onun yanında bulunduğuna
delâlet eden sahih bir sened nakledilmiş değildir. İşte Bedir savaşında doğru sözlü ve sözleri
tasdik edilen Hz. Peygamber (s.a.v.), Rabbine dua edip yardım isterken, kafirlere karşı
takviye beklerken şöyle demişti: "Allah'ım, şu küçük topluluğu helak edersen artık bundan
sonra yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz!".
O bir avuç mücahid arasında Müslümanların Önde gelen şahsiyetleri vardı, büyük melekler,
hatta Cebrail vardı. Nitekim Hassan b. Sabit, Araplar arasında en çok övgüye mazhar olmuş
bir kasidesinde şöyle demişti:
"Bedir kuyusunun yanında, Meleklerin önderleri ve Cebrail, Gelip bayrağımızın altına,
Muhammed'in yanma girdi".
Eğer Hızır, o zaman hayatta olsaydı Hz. Peygamberin sancağının altında durması, onun için
makamların en şereflisi ve gazaların en muazzamı olurdu. Fakat gelip te o sancağın altına
girmedi. Bu da onun o zaman hayatta olmadığını gösteriyor.
Kadi Ebu Ya'la Muhammed b. Hüseyin b. Ferra el-Hanbelî demiş İd: Bazı ashabımıza:
"Hızır öldü mü?" diye sormuşlar. Onlar da, evet, diye cevap vermişler. Ebu Tahir b.
Gubarî'nin de şöyle dediğini duydum: "Eğer Hızır hayatta olsaydı Rasûlullah (s.a.v.)'m
yanma gelirdi".
Bunu, îbn el-Cevzî, "el-Acale" adlı eserde nakletmiştir.
Bütün o saydığımız yerlerde Hızır'ın hazır bulunduğu, ancak kimselere görünmediği
söylenebilir mi?
Buna cevaben deriz ki, salt vehimler nedeniyle genel kurallar üzerinde özelleme yapmamızı
gerektiren böylesine uzak bir ihtimalin bulunmaması asıldır. Sonra Hızır'ın böylesine önemli
durumlarda gizlenmesinin sebebi nedir? Oysa onun açıkça görünmesi, sevabını daha da
arttırır, mertebesini daha da yüceltir, mucizesini daha da alenileşti-rirdi. Ayrıca Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den sonra hayatta kalsaydı, onun hadislerini ve Kur'ân ayetlerini tebliğ
etmesi, yalan ve uydurma hadisleri inkar etmesi, ters rivayetlerle bid'ate dayalı görüşleri ve
asebiyete dayalı hevesleri reddetmesi, Müslümanlarla birlikte gazalarda cihad vermesi,
Müslümanların toplantı ve cemaatlerinde açıkça göze görünmesi, onlara fayda vermesi,
başkaları tarafından kendilerine gelen zararları bertaraf etmesi, âlimlerle hikmet sahibi
kimselere doğru yolu göstermesi, delillerle hükümleri ortaya koyması, onun bazı beldelerde
gizlenmesinden daha faydalı ve daha faziletli olurdu. Köylerde ve kasabalarda, görünmez
yerlerde gezip dolaşmasından daha iyi olurdu. Çoğunun durumları bilinmeyen bazı kullarla
gizlice buluşmasından daha yararlı olurdu. Gizlice buluştuğu kulları, kerametleri
kendilerinden menkul şeyhler haline getirmesinden elbetteki daha faziletli olurdu. Bu
anlattığımız hususları, iyice araştırıp anladıktan sonra kimsenin nazarı itibara almayacağım
bilmekteyiz. Allah dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir.
3- Hızır'ın hayatta olmadığını söyleyenlerin görüşlerini teyid eden delillerin üçüncüsü de
şudur: Abdullah b. Ömer'den rivayet edilip, Buharı ve Müslim'in sahihleri ile diğer hadis
kitaplarında sabit olan rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), bir gece yatsı namazını kıldıktan
sonra şöyle buyurmuş: «Bu gece hakkında ne düşünüyorsunuz? Doğrusu yüz seneye kadar
bu gün yeryüzünde bulunan kimselerden hiçbiri sağ kalmayacaktır».
îbn Ömer der ki: "Rasûlullah'm böyle demesinden sonra orada bulunan insanlar kendi
nesillerinin kesilip sona ermesinden korktular".. İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b.
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.) bir gece yatsı namazını kıldıktan
ve selam verdikten sonra şöyle dedi: «Bu geceniz hakkında ne düşünüyorsunuz? Doğrusu,
her yüz senenin başında, yeryüzündeki insanlardan hiçbiri hayatta kalmaz».
İmam Ahmed b. Hanhel, Cabir b. Abdullah'tan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m
vefatından az müddet önce ya da bir ay önce şöyle buyurduğunu söylemiştir:
«İçinde can bulunan hiç bir şahıs - ya da bugün bedeninde hayat bulunan hiç biriniz- yüz
sene geçtikten sonra sağ kalmayacaktır».
Ahmed b. Hanbel, Cabir'den rivayet ederek Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in vefatından bir
ay önce şöyle buyurduğunu söylemiştir:
«Benden kıyamet saatini soruyorlar. Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah
katandadır. Ben Allah'a yemin ederim M, bugün yeryüzünde hayatta olan hiçbir kimse, yüz
sene sonra hayatta olmayacaktır».
Tirmizî, Cabir'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir:
«Yeryüzünde hayatta bulunan hiç kimse yoktur ki üzerinden yüz sene geçtikten sonra sağ
kalsın».
İbn el-Cevzî der ki: "Bu sahih hadisler, Hızır'ın hayatta olduğunu söyleyenlerin iddialarını
tamamen çürütmektedir".
Dediler ki: Hızır'ın, Hz. Peygamber'in zamanına ulaşmadığı katiy-yet derecesine ulaşan bir
husustur. Fakat biz deriz ki Hz. Peygamber'in zamanına ulaşmış olsa bile bu hadis, nnun yüz
seneden sonra yaşamamış olmasını gerekli kılmaktadır. Bu hadise göre o şu zamanda
mevcut değildir. Çünkü o da, bu hadisin genel hükmünün kapsamına girmektedir. Onu bu
genel hükmün kapsamından çıkarıp özel bir statüye koyabilmek için kabul edilmesi gereken
sahih bir delilin sabit olması zorunludur. Böyle biri olmadığına göre de ona özel bir statü
kazandırıp hayatta olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır. Doğrusunu Allah bilir.
"et-Ta'rîfu ve'1-İslâm" adlı kitabında Hafız Ehu'l-Kasım es-Süheylî, Buharî'den ve şeyhi
Ebu Bekir el-Arabî'den naklederek şöyle der: "Hızır, Hz. Peygamber (s.a.v.)in zamanına
ulaşmıştır. Ancak yukarıda zikredilen hadis gereğince ondan sonra vefat etmiştir".
Buharî'nin bu sözü söylediği ve Hızır'ın, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in zamanına ulaştığına dair
hükmü üzerinde ihtilaf vardır. Süheylî, Hızır'ın zamanımıza kadar yaşadığı görüşünü tercih
etmiştir. Bu görüşünü bir çoklarından nakletmiş ve şöyle demiştir: "Hızır'ın Peygamber
Efendimizle bir araya gelmiş olması, vefatından sonra da Ehl-i Beyt'e gidip taziyette
bulunması sahih kanallardan rivayet edilmiştir". Süheylî böyle dedikten sonra, bizim önceki
sayfalarda zayıf olduklarını söylediğimiz bazı rivayetler nakletmiştir. Ancak o rivayetlerin
senedle-rini zikretmemiştir.
Doğrusunu Allah bilir. [29]
Îlyas Peygamberin Kıssası
Cenâb-ı Allah, Sâffât sûresinde Musa ile Harun'un kıssasını nakle-tikten sonra şöyle
buyuruyor: «İlyas da peygamberlerdendi. Kavmine demişti ki: "(Allah'ın azabından)
korunmaz mısınız? Ba'le yalvarıp yaratıcıların en güzelini bırakıyor musunuz? Sizin ve
evvelki atalarınızın tanrısı olan Allah'ı (terkediyorsunuz ha)?".
Onu yalanladılar, bundan dolayı onlar (Cehennem'e) getirileceklerdir. Yalnız Allah'ın halis
kulları hariç. Biz, sonra gelenler arasında ona da (İlyas'a da iyi bir ün) bıraktık: "İlyas'a
selam olsun". İşte biz, güzel davrananları böyle mükafatlandırırız. Çünkü o, bizim mü'min
kulları-mızdandı.» (es-Sâffât, 123-132.)
Neseb âlimleri dediler ki: îlyas en-Neşebî, Yasin b. Fenhas'm oğludur. Fenhas, Harun oğlu
Ayzar'm oğludur.1[30]Başkaları dediler ki: îlyas Ayzar oğlu Azir'in oğludur. Ayzar da İmran
oğlu Harun'un oğludur.[31] İlyas, Şam'ın batı tarafında bulunan Baalbek ahalisine
peygamber olarak gönderilmişti. Onları, onur ve üstünlük sahibi olan Allah'a kulluk etmeye
davet etti. Bal adını verip tapmakta oldukları puttan vazgeçmeye çağırdı. Denildiğine göre
putları, Ba'l adındaki bir kadındı. Doğrusunu Allah bilir.[32] Fakat birinci görüş daha
sahihtir. Bu nedenle Cenâb-ı Allah'ın gönderdiği İlyas kendilerine şöyle demişti: "(Allah'ın
azabından) korunmaz mısınız? Ba'l'e yalvarıp yaratıcıların en güzelini bırakıyor musunuz?
Sizin ve evvelki atalarınızın tanrısı olan Allah'ı (terkedi-yorsunuz ha)?".
İlyas'ı yalanladılar, emirlerine muhalefet ettiler ve onu öldürmek istediler. Denildiğine göre
îlyas peygamber, onlardan kaçıp gizlendi.
Ebu Yakub el-Ezraî, Hişam b. Ammar'm şöyle dediğini rivayet eder: İşittim ki bir adam,
Kabü'l-Ahbar'dan şöyle bir olayı naklediyor: îlyas, kavminin hükümdarından kaçıp bir
mağarada on yıl müddetle saklanmıştı. Nihayet Cenâb-ı Allah o hükümdarı helak edince
yerine başkası geçmişti. İlyas, yeni hükümdarın yanma girerek İslamiyet'i ona teklif etmişti.
O da Müslüman olmuş, kendisiyle birlikte kavminin büyük bir çoğunluğu da İslamiyet'le
müşerref olmuştu. Ancak onlardan 10.000 kadarı İslamiyet'i kabul etmemişti. Hükümdar da
emir vererek o 10.000 kişiyi baştan sona kırıp geçirdi ve öldürdü.
İbn Ebi'd-Dünya dedi ki: "İlyas peygamber kavminden kaçarak dağdaki bir mağaraya
sığındı. Orada yirmi gece - ya da kırk gece- kaldı. Kargalar ona rızkını getiriyorlardı".
Muhammed b. Sa'd (Vakidî'nin katibi) dedi ki: Hişam b. Muham-med b. Said el-Keîbî,
babasının şöyle dediğini bize nakletti: "İlk gönderilen peygamber İdris'tir. Ondan sonra Nuh,
ondan sonra İbrahim, ondan sonra İsmail ve İshali, onlardan sonra Yakub, ondan sonra
Yusuf, ondan sonra Lut, ondan sonra Hud, ondan sonra Salih, ondan sonra Şu-ayb, ondan
sonra Musa ile Harun (bunlar îmran'm oğullarıdır), bunlardan sonra da Azir oğlu İlyas en-
Neşebî'dir. Azir, îmran oğlu Harun'un oğludur. İmran da Lavi oğlu Kahis'in oğludur. Lavi,
İshak oğlu Yakub'un oğludur. îshak da ibrahim peygamberin oğludur". Muhammed b. Sa'd
böyle demiştir. Ancak bu sıralama üzerinde ihtilaf vardır.
Ka'b'dan naklen Mekhul şöyle demiştir: "Dört peygamber hayattadırlar. Bunların ikisi
yeryüzündedir. Bunlar îlyas ile Hızır'dır. İkisi de göktedir. Bunlar da İdris ile İsa'dır".
İlyas ile Hızır'ın her sene ramazanda Beyt-i Makdis'de oruç tuttuklarını ve biraraya
geldiklerini, ayrıca her sene haccedip Zemzem suyundan bir defa su içtiklerini, bu suyun
ertesi seneye kadar kendilerine yettiğini söyleyenlerin sözlerini nakletmiştik. Ayrıca
bunların her sene Arafat'da buluştuklarım ifade eden hadisi de nakletmiştik. Ancak bu gibi
şeylerin sahih olmadığını, delile dayalı olan kuvvetli görüşün; Hızır'ın ve aynı şekilde
îlyas'ın vefat etmiş oldukları muvacehesinde olduğunu açıklamıştık.
Vehb b, Münebbih ile diğerlerinin anlattıklarına göre Hızır peygamber, insanlar tarafından
yalanlanıp eziyet gördüğü zaman ruhunu teslim alması için Aziz ve Celil olan Rabbine dua
ettiğinde, yanma ateş renginde bir binek geldi. Bineğe bindi. Allah ona tüy verip nurla
giydirdi. Yeme-içme lezzetini kendisinden kesti. Semavî ve arzî, beşerî ve me-lekî bir
niteliğe büründü. Ahtopoğlu Elyasaa tavsiyede bulundu.
Bu ifadelerde tartışılacak taraflar vardır. Bunları doğrulamak da yalanlamak da mümkün
değildir- Bunlar israiliyattandır. Daha doğrusu bunların şahinliği uzak bir ihtimaldir.
Doğrusunu yüce Allah bilir.
Şimdi de Hafız Ebu Bekir el-Beyhakî'nin rivayet ettiği hadise gelelim: Ebu Abdullah el-
Hafız, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet etti: "Bir seferde Rasûlullah (s.a.v.)'ın
beraberinde bulunuyorduk. Bir menzile vardık. Vardığımız vadide adamın biri şöyle
diyordu: "Allah'ım beni rahmetine ermiş, tevbe edip bağışlanmış Muhammed ümmetinden
kıl". Vadinin üst tarafına vardığında adamı gördüm. Boyu üçyüz zir'a'dan daha fazlaydı.
Bana, sen kimsin diye sordu. Ben de Rasûlullah'm hizmetkarı Malik oğlu Enes'im, dedim.
Rasûlullah nerede? diye sordu. Ben de: "İşte şurada senin söylediklerini işitiyor." dedim.
Bana şöyle dedi: "Öyle ise git, ona benden selam söyle. Ve de ki: "Kardeşin İlyas sana,
selam söylüyor". Ben de Rasûlullah'm yanma varıp durumu bildirdim. Adamın bulunduğu
yere geldi, onunla karşılaşıp kucaklaştı ve selam verdi. Sonra her ikisi oturup sohbet etmeye
başladılar. Adam, ona şöyle dedi: "Ya Rasûlallah, ben senede ancak bir gün yemek yerim.
İşte yiyeceğim de şudur, gel beraber yiyelim". Adam böyle dedikten sonra gökten bir sofra
indi. Sofrada ekmek, balık ve kereviz vardı. Beraberce yediler, bana da yedirdiler. İkindiyi
kıldık. Sonra adam vedaiaştı. Göğe doğru bulutların arasına gittiğini gördüm"[33] Bu
rivayetle ilgili olarak Beyha-kî'nin; Bu, temelli zayıf bir hadistir, demesi bize yeter.
Tuhaftır ki Hakim Ebu Abdullah en-Nisabûrî bu hadisi, Müsted-rek'inde rivayet etmiştir.
Aslında bu zayıf bir hadis olup sahih hadislere şekil ve mana bakımından muhaliftir. Buharı
ve Müslim'in sahihlerinde de yer alan bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu Cenâb-ı Allah, Adem'i altmış zir'a uzunluğunda yarattı. Sonra yaratıklar şu ana
kadar kısalmaya ve eksilmeye devam etmektedirler".
İlyas peygamberle Peygamberimiz hakkında nakledilen Enes'in rivayetinde Rasûlullah
(s.a.v.)'m İlyas'm yanma gittiği söyleniyor. Bu doğru değildir. Çünkü îlyas (a.s.)'m
kendisinin, Hatemü'l-Enbiya Muhammed (s.a.v.)'in yanma gitmesi daha layıktı. Yine o
rivayette îlyas'm senede bir defa yemek yediği söyleniyor. Halbuki Vehb'den rivayet edilen
Önceki hadisde Cenâb-ı Allah'ın İlyas (a.s.)'dan yeme-içme lezzetini aldığı ifade ediliyordu.
Ayrıca diğer bazı kimselerden de nakledildiğine göre Üyas, senede bir kez Zemzem
suyundan içer ve bu içtiği su ertesi senenin aynı gününe kadar kendisine yetermiş!.
Bütün bunlar birbirine zıt ve de bâtıl şeylerdir. Hiçbiri sahih değildir.
İbn Asakir, bu hadisi başka bir kanalla nakletmiş, ancak zayıf olduğunu itiraf etmiştir.
Hayret doğrusu, bunun aleyhinde nasıl konuşur? Vasile b. Eska'dan rivayet ettiğine göre
İlyas, Tebük gazvesine katılmış, Rasûlullah ona, Enes b. Malik ile Huzeyfe b. Yeman'ı
göndermiş. Bu iki zat demişler ki: İlyas bizden iki ya da üç zir'a daha uzundu. Develer
kaçmasın, diye savaşa katılamayacağına dair mazeret ileri sürdü. Rasûlullah'la bir araya
gelip Cennet taamından yediler ve dedi ki, ben kırk günde bir yemek yerim. Yemek
sofralarında ekmek, üzüm, muz, taze hurma ve bakla vardı. Yalnız pırasa yoktu. Rasûlullah
ona Hızır'ı sordu. O da dedi ki: Geçen sene onunla buluştum. Sen benden önce onunla
buluşa-caksm, benden ona selam söyle".
İkisinin de hayatta olduklarını ve bu hadisin sahih olduğunu farzet-sek, Hızır ile İlyas
demek ki hicretin 9. senesine kadar biraraya gelmemişlerdir. Bu da şer'an caiz değildir. Bu
da uydurmadır.
Ebu Bekir b. Ebi'd-Dünya, Sabit'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Mus'ab b. Zübeyr ile
birlikte Kufe'nin varoşlarında idik. Bir bahçeye girdim ki iki rek'at namaz kılayım. Namaza
durduğumda şu ayet-i kerimeyi okumaya başladım:
«Hâ, mîm. Bu kitabın indirilişi, Aziz (daima galip) ve Âlim (her şeyi en iyi bilen) Allah
tarafın dan dır. Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan, lütuf sahibi (Allah
tarafından)dır.» (ei-Gafîr, 1-3.) Ben namazda iken arka taraflarda boz bir katmn üstünde bir
adam gelip durdu. Üzerinde Yemen kumaşından giysiler vardı. Ben yukarıdaki ayet-i
kerime'nin (günahı bağışlayan) kısmını okurken bana şöyle seslendi: De ki: "Ey günahları
bağışlayan Allah'ım, benim günahımı da bağışla".
Ben, ayet-i kerimenin (tevbeyi kabul eden) kısmını okuduğumda bana şöyle seslendi: De ki:
"Ey tevbeleri kabul buyuran Allah'ım, benim tevbemi kabul buyur".
Ben, ayet-i kerimenin (azabı çetin ve şiddetli olan) kısmını okuduğumda bana şöyle
seslendi: De ki "Ey azabı şiddetli ve çetin olan Allah'ım, beni azaplandırma".
Ben, ayet-i kerimenin (nimet sahibi) kısmını okuduğumda bana şöyle seslendi: De ki "Ey
nimet sahibi Allah'ım, rahmet ile bana inamda bulun".
Ben namazı tamamladıktan sonra dönüp arkama baktım, ama kimseyi göremedim. Dışarı
çıkıp etrafla bulduğum kimselere sordum: "Boz bir katırın üzerinde, Yemen kumaşından
giysiler giymiş bir adam size uğradı mı?". Hayır, hiç kimse bize uğramadı, dediler. Evet onu
görememişlerdi. O ancak İlyas (a.s.) olabilirdi.[34]
"Onu yalanladılar. Bundan dolayı onlar azaba getirileceklerdir". Yani ya hem dünya ve
ahirette ya da sadece ahirette azaba getirileceklerdir. Hem dünya hem de ahirette azaba
uğratılacakları daha kuvvetlidir. Çünkü tefsircilerle tarihçiler böyle demişlerdir. "Ancak
Allah'ın ih-laslı kulları hariç". Yani iman eden mü'minler, bu azaba uğratılmayacaklardır.
"Biz, sonra gelenler arasında ona da (İlyas'a da iyi bir ün) bıraktık". Yani âlemler içinde
onun için güzel bir anı bıraktık. O her zaman için hayırla yadedilecektir. "İlyasine selam
olsun". Yani İlyas'a selam olsun. Araplar, birçok isimlerin sonuna nun harfini eklerler. Örneğin
İsmail'e İsmaîn, İsrail'e îsraîn, İlyas'a da İlyasîn derler. Yukarıdaki ayet-i kerimesini
şeklinde okuyanlar da olmuştur. Yani buna göre ayet-i kerimenin manası şöyle olur:
"Muhammedın âline selam olsun". Yukarıdaki ayet-i kerimeyi İbn Mes'ud ile diğerleri
şeklinde okumuşlardır. İbn Mes'ud'un kelimesinin İdris olduğunu söylediği rivayet edilir.
Dahhak b. Müzahim'de bu görüştedir. Katade ile Muhammed b. İshak böyle rivayet
etmişlerdir. Doğrusu önce söylediğimiz gibidir. Gerçeği Allah daha iyi bilir. [35]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/467-470.
[2] Bkz. Tefsir-i Taberî, XX, 68-69.
[3] Buharı Enbiyâ., 54; Müslim, Libas, 49.
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 129.
İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/470-475.
[5] Buharı, Enbiyâ, 28.
[6] Buharî, Humus 19, Enbiyâ 27.
[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 380, 396, 441.
[8] Buharî,IV,122;
[9] Buharı, Tıp, 17.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/475-481.
[11] Müslim, I, Babti'1-îman, 161.
[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 7 - 315 - 513 - 533.
[13] Buharî, Enbiyâ, 24-248.
[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 22-39-83.
[15] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/481-482.
[16] Buharî, Cenaiz, II, 191.
[17] Ahmed b. Hanbel, II, 7-315-513-533
[18] Müslim, VII, 100.
[19] Müslim, VII, 103.
[20] Tarih-iTaberî, 1,305.
İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/482-486.
[21] Tarih-iTaberî, 1,304.
[22] Buharî, Humus, S; Müslim, Cihad, 33
[23] Buharî, VI, 117, Kitabü't-Tefsir; Tirmizî, V, 205.
[24] Buharî, Enbiya, 54.
[25] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/487-496.
[26] Maarif, I, 42.
[27] Tarih-i Taberi, I, 256.
[28] Buharî, Halk-i Adem ve Zürriyetihi, IV, 140.
[29] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/497-513.
[30] Tarih-iTaberî,I,225.
[31] Tehzib, İbn Asaîcir, I, 98.
[32] İbn Kuteybe, el-Maarif, 51.
[33] Tehzib, İbn Asakir, 1,101.
[34] Tehzib, İbn Asakir, 1,103.
[35] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/513-516.
 


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...