07 Mart 2015

SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA ONUNCU BÖLÜM



SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA 
ONUNCU BÖLÜM

DİN - TÜRBAN - İMAM HATİP ABD'DEN SORULUR 
Dinsel özgürlük taahhüdümüz Amerikan ideallerinin ifade edilmesinin de üstündedir ve dünyadaki gücümüzün temel kaynağıdır." Madeleine Korbel Albrigth, ABD Dışişleri Bakanı ABD Ankara Büyükelçiliğinin İmam Hatip Okulları, Kuran Kursları ve türban nedeniyle çeşitli uygulamalarla karşılaşan kişilerle ilgili bilgi derlediği Cumhuriyet gazetesinde haber olabilmişti. Bu durum oldukça sevindiriciydi, çünkü ABD'nin Türkiye hakkında "Din Hürriyeti" adı altında denetim raporları hazırlamasına ilişkin bilgi, her nedense, uzun yıllar boyunca Türkiye medyasının ilgisini çekmemişti. Din hürriyetinin de koruyucu babası olduğuna kendisi karar verip, dünyaya ilan etmiş bulunan Amerikan devletinin, belirli ülkeler hakkında "Din Hürriyeti" raporu hazırlanmasına esas olacak istihbaratı toplamak üzere dış ülkeler misyonlarını yasayla görevlendirmesinin üstünden de iki yıl geçmişti. Misyonlar bu bilgileri herhalde sokaktan toplamayacaklardı. İnsan Haklarının ihlal edilmesinden ve din hürriyetlerinin kısıtlanmasından yakınanlardan egemenlik sınırları içinde yaşamakta oldukları devletin tutumunu kime rapor etmeleri beklenebilirdi ki?!. Dünya giderek toparlaklaşmıştı ve artık bu iletişim çağında "ajanlık" gibi nitelemelerle kimsenin düşünce özgürlüğüne dokunulamazdı. Amerikan devleti, din konularına yıllardır hazırlamakta olduğu kendisine özgü resmi İnsan Hakları raporlarında şöyle bir değinip geçiyordu. 

Ancak "Uluslararası Din Hürriyeti"nin koruyuculuğunu yasalaştırdığı 1998 yılından sonra kapalı raporların yerini ülkeler "Din Hürriyeti" raporları aldı. Amerikan Dışişleri bakanlığına bağlı Uluslararası Din Hürriyeti Bürosu kuruldu ve başına Protestan kiliselerinin önemli siması, World Vision (WV) adlı büyük yardım kuruluşunun başkanlığını uzun yıllardır sürdürmekte olan Robert Seiple getirilmişti.[722] 722 World Vision, 48 ülkede büro kurmuştu. Özellikle Amerika kıtasının güney parçasındaki ülkelerde Protestanlık yumuşaklığıyla örgütlenmiş ve kiliselerin ABD ile bağlantısını kurmuştu Robert Seiple ise Vietnam’da pilot olarak görev yapmış ve çok sayıda madalyaya sahip olduktan sonra yüzbaşılıktan emekli olmuştur. Hartfort semineri adlı ilahiyat fakültesinin uzun yıllar yö-neticiliğini yapan ve yabancı ülkelere yönelik işlerde deneyim sahibi olan Robert Seiple, Başkan W.J. Clinton tarafından Büyükelçi unvanıyla büronun başına getirildi. Kore asıllı Harold Hongju Koh da, Demokrasi, İnsan Hakları, Din Hürriyeti bölümlerinden sorumlu Dışişleri bakan yardımcılığı görevine atandı. Eşitliğin, hürriyetin savunucusu ve ırk ayırımcılığının düşmanı Amerika devletinin yabancı ülkelere yönelik işlerde Avrupa kökenli yurttaşları yerine Koreli Koh'u görevlendirmesi güzel bir düşünceydi. İrlandalı olmakla övünen Başkanın yanına Koh yakışırdı doğrusu. 

HAROLD HONGJU KOH'UN TEFTİŞİ 
İşi sıkı tutan ve özellikle dost ve müttefik Türkiye'ye büyük önem veren Harold Hongju Koh,, Marmara depreminin hemen öncesinde soluğu Güneydoğu Anadolu'da aldı ve "Kürt milliyetçisi" olarak nitelediği partiyle görüştü, evlerde basına kapalı görüşmelerde bulundu.[723] Koh'un Leyla Zana ile hapishanede görüşme isteği medyada yankılandı, tepki gördü. Ancak Hongju Koh'un din hürriyeti ve başörtüsü üzerine söyledikleri kimsenin ilgisini çekmedi. Hatta Koh'un görevleri arasında din hürriyeti işlerinin bulunduğu da pek belli edilmedi. Bu arada, Amerikan devleti, Merve Kavakçı'ya sahip çıkar gibi de yapmıyordu. Ne büyük haksızlıktı bu! Bir yandan Dışişleri Bakanı M. Korbel Albrigth İslam cemaatleriyle Merve Kavakçı hakkında toplantılar yapacak ve öte yandan Madeliene Korbel'in yardımcısı Harold Hongju Koh, Ankara'ya dek gelmişken Merve Kavakçı ile görüşme kibarlığını göstermeyecekti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti yöneticileri de Koh'un din hürriyetiyle ilgili konuşmalarını duymazlıktan gelecekler ve egemenlik alanına girmiş bir yabancı devlet görevlisinin tutumunun bir yanma dikkat çekerlerken öte yanını görmezden geleceklerdi. Koh'un gidişini deprem felaketi izledi. Din şıhları, ağabeyleri ve politik örgütleri depremin nedenini ordunun tutumuna bağladılar. 

Büyük müttefik ve dostun tutumundan habersiz olmaları mümkün görünmeyen, bir ayakları Almanya'da ve İngiltere'de öteki ayakları Amerika'da bulunan bu unvan sahipleri, din hürriyeti girişimlerine ve bir gecede devleti eleştiren bildirinin altına sağcısı-solcusu, laiklik savunucusu- din siyasetçisi velhasıl asla yan yana gelmeleri düşünülemeyen 200 küsur örgütün imza atmalarına mı güvenmişlerdi? Belki!.. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin tarihinde görülmemiş bir uygulamayla 30 Ağustos Büyük Zafer kutlamaları iptal edildi. Ama, Yunanistan, 9 Eylül'ü her zamanki gibi, Anadolu'nun işgal günü olarak anmaktan geri kalmadı. Daha da ilginci, Türkiye için bağımsızlık adımlarının en önemlisinin atıldığı gün, yani 9 Eylül günü 723 "Bölgede demokrasi önemli, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Koh, VVashington'un bölgesel çıkarlarının, Türkiye'deki insan hakları sorununu gözden kaçmasına yol açmayacağını söyledi" Milliyet, 3 Ağustos 1999.daha başka şeyler de yaşandı. "9 Eylül 1999" da Türkiye'nin adı dünya tarihine bir başka türlü yazdırıldı. ''Uluslararası Din Hürriyeti 1999 Türkiye Raporu" Amerikan devletinin Dışişleri Bakanlığı tarafından açıklandı. İnanılır gibi gelmeyecek, ama ne Türkiye medyası ve ne de Türkiye Cumhuriyeti Devleti yetkilileri bu ilk rapor konusunda halkı bilgilendirmediler. Çok değil, iki ay sonra Başkan Clinton'un kızının Kur'an okuduğu iddialarıyla bile ilgilenecek olan Türkiye, ülke aleyhinde yazılmış olan bu rapora boş verdi ve Helensever gösterilere başladı. Çok değil, depremden altı ay önce, Türkiye'yi açık seçik sözlerle düşman olarak ilan edip Abdullah Öcalan'a destek kampanyası başlatmış olan müzikçi Mikis Theodorakis, DİSK-Türkiş ve dostu Z. Livanelioğlu tarafından barış konseri için İstanbul'a çağrıldı ama, Türkiye'yi derinden etkileyecek ABD raporuyla ilgili tek sözcük çıkmadı ağızlardan. Deprem gerekçesiyle orduya ağır eleştiriler yöneltenler, deprem bölgesinde ordu hakkında anketler düzenleyen yabancılara da aldırış etmiyordu. Buna karşılık Z. Livanelioğlu ve diğerleri yabancılarla masaya oturup "70 yıldır kanayan yara kapatılsın" kampanyası başlatıyorlardı. [724] Yetmiş yıl geriye gidince 1930 yılına dönmüş olunuyor. 

HIRİSTİYAN TARİKAT KOLLAYICILIĞI 
Oysa Din Hürriyeti raporu yakın geleceğin bir habercisi gibiydi. Ermeni Ortodoks Hıristiyanları, Museviler, Rum Ortodokslar, Süryani Ortodoksları, Kaldeanlar ve Nasturilerin Türkiye'deki varlıklarını bir kez daha saptayan rapor, Doğu Ortodoks Kiliseleri 'Ekümenik' Patrikliği'nin Heybeliada'daki manastırının açılması konusunu vurguluyor; devletin birçok özel dini kurumları millileştirdiğine değinip Hıristiyanlaştırma girişimlerinin cezalandırılmasından yakınıyordu. Burada 1996 ve 1998 uluslararası toplantılarında Amerikan delegesi Leyla Al Marayati'nin sözlerini anımsamak yerinde olur. Hıristiyanlık âlemine kısaca değinen raporun ana temasını "İslam" işleri oluşturuyordu. Rapora göre; 1998 yılında 'İslamcılara' karşı kampanya genişletilmiş ve bu kampanya "muhafazakâr ana muhalefet partisi" gibi yepyeni bir nitelemeyle dinine bağlı Müslüman işadamlarını da içine almış; ayrıca Milli Güvenlik Konseyi -kurulu denmek isteniyor olmalı. Çünkü "Konsey" 12 Eylül yönetimini adıydı- hükümetten "radikal İslam" tehdidine yönelik önlemlerin acilen alınmasını da istemişti. 724 “Theodorakis and the Kurdish Drama (1) Theodorakis’s official statement” members.aol.com/gwagne/400/mikihome/pkk-e.htm Rapor, Türkiye'de din hürriyetinin taraflarını ve kahramanlarını da açıklıyor ve "İslamcı politik liderlerin" hapisle cezalandırıldıklarına ve siyaset yapmalarının yasaklanmasına değindikten sonra örnek olarak "İstanbul'un ünlü belediye başkanı R. T. Erdoğan'ın hapse girdiğini" diyerek sanki geleceği bildiriyordu. . Amerikan raporları ayrıştırmaya hizmet edecek, yeni kimlikler oluşturacak her girişimi desteklemekten geri kalmıyordu. Amerika vefalı bir dosttu. Sahip çıkmış olduğu kişileri yarı yolda bırakacağa benzemiyordu. Türkiye'nin medyası, bu vefalı dostun teftiş raporlarından söz etmese de Amerikan devleti, kendisi dışındaki devletlerin egemenlik haklarının sınırlandırılması gerektiğinden emin görünüyor ve Türkiye'de ayırımsız her inanca, "kimlikler" adı altında etnik ayrılıkları anımsatılmış insanlara sahip çıkıyordu. Büyük devletin raporu elbette işi salt (Kemalist) devletin baskıcılığını belirtip, laiklik-İslamcılık ikileminde ele alamazdı. Daha alt ayrılıklara inip Amerika'nın herkese sahip çıkacağının müjdesini vermeliydi. Amerikalı görevliler sık sık Alevi vakıf ve derneklerine konuk olmaktadır. 

ABD Dışişleri Bakanlığı'nın resmi devlet raporuyla, Alevilere de sahip çıkılmaktadır.[725] Alevilerin diyanet işlerince bir dinsel topluluk olarak görülmediğini ileri süren rapor, çok önemli bir konunun da üstüne basıyor ve Sünni din adamlarına maaş bağlanırken Alevi din liderlerine maaş verilmediğini belirtiyordu. Şimdi Türkiye'de yakın dönemde başlatılan "Alevilik bir dindir" kampanyasını ve Avrupa Birliği örgütlerinin, Orient ve ISIM gibi akademik kuruluşların, 'stiftung'ların Almanya'da Alevi üssü kurmalarını anımsamanın zamanıdır. Çok daha geniş bir araştırmayı gerektiren bu konuyla ilgili olarak, şimdilik kısa anımsatmalar yapmakla yetineceğiz. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş ilkelerinden laikliğin savunulmasıyla, toplumsal birliğin bu esasa dayandırılması asıl amaç edinilirken, 1990 yılında Alevilik kimliğinin tanınmasına ilişkin hızlı bir süreç başlıyordu. Hamburg'da 1989 yılında hazırlanan bildirinin hazırlanmasıyla başlayan süreç Mayıs 1990'da Türkiye'de yayınlanan "Alevilik Bildirgesi" ile yeni bir aşamaya yükselmişti. Her ne denli baskıdan ve ayrımcılıktan söz edilirse edilsin, bunun önüne geçmenin tek yolunun cemaatleşmek değil, laiklik ilkesinde birleşmek olduğu gerçeği kısa sürede unutulup, "identity/kimlik" oluşturma akıntısına su taşınıyordu.[726/ 727] 725 Lütfü Kaleli, Alevilik kimliği ve Alevi örgütlenmesi, s. 174. 726 Hamburg'dan Rıza Zelyut'un görevlendirimesiyle hazırlanan bildiri, İHD İstanbul Şubesi Başkanı Emil Galip Sandalcı, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Berker Yaman, Kıvanç Ertop, Rıza Zelyut, Attila Özkırımlı, İlhami Soysal, Tarık Akan, Çetin Yetkin, Zülfü Livaneli, Ataol Behramoğlu, Seyfet-tin Turhan, Süleyman Yağız, Muharrem Naci Orhan, Nejat Birdoğan ve Ce-mal Özbey'in imzalarını taşımaktaydı. 

Cumhuriyet, 15 Mayıs 1990 ve Rıza Zelyut, Bunlardan daha önemli olmak üzere, Alevi korumacılığına soyunan ABD'nin Alevilik olayını çok iyi bildiğini de anımsamalıyız. 1980 öncesinde, Türkiye kanlı bir iç çatışmaya bulanmıştı. Çatışma birçok ülkede olduğu gibi 'komünizmi engelleme' örtüsüyle kurgulanıyordu ama, bu kurguya mezhepsel kimlik oluşturacak kan dökmeler de ekleniyordu. Maraş'tan başlayıp, Sivas, Yozgat, Amasya, Çorum illerinde dinsel çatışma kışkırtmaları sonucunda "sol -sağ" çatışması, "Alevi -Sünni çatışması" görüntüsü ama daha çok "komünizme karşı mücadele" kampanyası görüntüsünde katliama dönüştürülmüştü. 12 Eylül 1980'de yönetimi darbeyle ele geçirenler, olayların belirli bir düzeye ulaşması için katliam girişimlerine karşı, zamanın başbakanı Demirel'in müdahale talimatlarının zamanın Genel Kurmay Başkanı tarafından savsaklandığı, yerine getirilmediği yönünde görüşler ileri sürüldü. Süleyman Demirel bu konuyu birçok kez dile getirdiyse de askeri cuntacılar herhangi bir açıklamada bulunmadılar. Ne ilginç idi ki, bu illerde katliamlar, çatışmalar başlamadan önce bir yabancı dolaşıp durmuştu. Bu yabancı, illerde komünizmle mücadele edeceği öngörülmüş örgütleri ziyaret ediyor, sağ kanat partilerin yönetimleriyle, CHP'li belediye reisleriyle görüşüyordu. Bazı sağduyulu devlet yöneticileri durumu içişlerine bildirip yabancıyı izleme altına almaya çalışıyor, onun amacını açığa çıkarmaya çaba gösteriyorlardı. Ne ki, bu işleri ciddiye alarak, çatışmaları önlemek, güvenliği sağlamak isteyen ve yabancıyı izleten vali görevinden alınıyordu. 

Bu ilginç yabancı, ABD Büyükelçiliği'nde görevli memurlardan 2. Kâtip Alexandre Peck idi.[728/ 729/ 730] Mezhep çatışması yaratarak etnik kimlik oluşturma, yönetimi şiddete yönlendirerek karşı cephe oluşmasına yol açarak kimliği pekiştirmek bilinen bir yöntemdir. Uzun soluklu çalışmalar sonunda amacına ulaşmış ve A.B Türkiye'de Alevi azınlığa da özel haklar Özkaynaklarına göre Alevilik, s.295-301. 727 728Soner Yalçın / Doğan Yurdakul, Bay Pipo, s. 320-1 729 Alexander Peck ile görüşen Amasya Belediye Başkanı (CHP'li) görüşmeyi soran gazetecilere "Devlet sırrıdır söyleyemem," der. Peck, Kıbrıs'da CIA görevlisiydi. 730 Dönemin büyükelçisi Ronald lan Spiers, 1950-55 arasında Dışişleri Bakanlığı analizcisi, 1955-1957 Dışişleri Uluslararası örgüt iişleri başkanı, 1957-61 Dışişleri Bakanı özel yardımcılık bürosunda silahsızlanma işlerinden sorumlu memur, 1961-62 Siyasi İşler bölümünde silahlanma denetimi ve silahsızlanmadan sorumlu direktör, 162-66 NATO Avrupa llişkşileri yardımcı direktör, 1966-69 Londra'da siyasi işler danışmanı, 1969-1973 Dışişleri'nde Siyasl-Askeri işler direktörü, 1973-74 Bahamalar'da Büyükelçi, 1974-75 Londra Londra Misyonu Yardımcı Şef, 1977-1980 Ankara'da Büyükelçi, 1980-81 Dışişleri İstihbarat ve Araştırma irektörü,1981-1983 Pakistan Büyükelçi, 1983 Dışişleri Müsteşarı. Spiers, her denyimli devlet adamı gibi, CFR üyesidir reaaan. utexas ed/ resource/speeches/1981/73181a.htm: politicalgravevard. com /chrono/bom-1925.htmlverilmesini açıkça istemiştir. 1990'lı yıllarda Almanya'da oluşturulan "Alevi Rönesansı"nın ve medeniyetler arası çatışma kuramının temeli olan "multiculturalism" senaryosu içinde yeni ve kullanılabilir kimlikler oluşturma yöntemi, daha geniş bir araştırmanın konusudur. Bu senaryo içinde, 'Din Hürriyeti' korumacılığının ne denli elverişli bir araç olduğunu acı olaylarla öğreneceğiz. Şimdi yeniden "din hürriyeti" raporuna dönebiliriz. 

TARİKATIN HAKKI TARİKATA 
Türkiye'den saklanan ve din hürriyetinin kısıtlandığından, baskılardan söz eden ABD Dışişleri raporunun bir de hedef kurumu bulunmalıydı. Rapor, tarikatların 1920'lerde yasaklandığını, ancak yakın zamana dek hoşgörüyle karşılandıklarından söz ettikten ve sorumluyu incelikle belirttikten sonra "yarı sivil yarı askeri" dediği "Milli Güvenlik Konseyi"nin 1997 kararlarıyla -28 Şubat demiyortarikatların kesinlikle yasaklandığını açıklamaktan geri durmuyordu. Dostlarına bağlı kalan Büyük Devlet, hükümetin hakkını da teslim ediyor ve "Milli Güvenlik Konseyi gibi resmi kuruluşların açıklamalarına karşın, önde gelen siyaset ve toplum liderlerinin tarikatlara bağlı kaldıklarını" açıklıyordu. "28 Şubat kararlan" yerine "1997 yasası" demeyi yeğleyen rapor, imam hatip okullarının 1950'den beri var olduğunu belirterek, bu tür din eğitiminin ne denli tarihsel olduğunu anlatmış olduktan sonra, bu okullara öğrenci alımının durdurulduğunu belgelemiş oluyor ve 8 yıllık - bu nitelemeye dikkat - "laik eğitimin" zorunlu kılındığını belirtiyordu. Rapor, bir bakıma sahip çıkmakta olduğu Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını da "Laik eğitime karşı bir seçenek olan İmam hatip okulları muhafazakâr ve İslamcı Türkler (ilk kez kullanılan bir tanımlama) arasında yüksek kabul görmekteydi" diyerek ayrıştırıyordu.[731] Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yöneticilerinin elli yıldır açıktan söyleyemedikleri gerçeği Amerikalı belirtiyor ve imam hatiplerin rejimin eğitimine karşı açılmış olduğunu resmi belgelere geçiriyordu. 

Bu durumda Amerika her zaman işin aslını bilir, demekten başka çare yok.[732] Tarihin derin olmayan sayfalarında, Batılıların Türkiye'de yaşayan gayri Müslimlere sahip çıkma örtüsü altında dirlik ve düzeni 731 2000 Annual Report on International Religiou; Freedom: Turkey, September 5, 2000. 732 U.S. Department of State Annual Report on International Religious Freedom for 1999: Turkey, Released by the Bureau for Democracy, Human Rights, and Labor Washington, DC, September 9, 1999. bozma girişimleri bilinirdi, ama Şeyh Sait isyanı ve 31 Mart kalkışması dışında, Müslümanlara ve İslam dinine sahip çıktıkları görülmemişti. Gerçi Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri, 1946'dan sonra Türkiye'deki tarikatlara sahip çıkmışlardı, ama bu sahip çıkışta belirleyici olan, bu insanları ülkede solun ya da millicilerin iktidarı ele geçirmelerine karşı kullanma isteğiydi. Son yirmi yılda uygulama biraz değişiktir. Demokrasi adına liberallere, solculara, sağcılara sahip çıkılmakla kalınmıyor, devleti bağımsız ve egemen yapan temel kurumlara, din korumacılığı altında hem de kutsallık adına saldırılıyor ve ülkedeki birliğin en küçük zerresine dek dağıtmak için halk kitlelerinin beyinleri ince ince denetim altına alınıyordu. Bunu görmek için gözleri açmaya bile gerek yok. ABD resmi devlet belgelerinde tarikatlara açık bir politikayla sahip çıkılması, operasyonun kökünün gizli olduğu gerçeğini değiştirmez. 

ABD MERVE SAFA KAVAKÇI'YA SAHİP ÇIKIYOR 
ABD, Merve Kavakçı'nın TBMM'ne yürümesi ve sonrasında gelişen olaylarda resmi ağızlı bir açıklama yapmamıştı. ABD'de kurulmuş ve devlet yönetimiyle içli dışlı olmuş islam örgütleri kanalıyla söyleniyordu gerekenler. Türkiye, Merve Kavakçı'nın girişimiyle Din ve İnanç Hürriyeti'ni sorgulayarak bir kargaşaya doğru itildikten sonra ABD'nin resmi raporu açıklanacaktı. Türkiye hakkında hazırlanmış olan 9 Eylül 1999 tarihli raporda. Malatya camilerinde örgütlü olarak toplanıp sokaklara dökülen türban eylemcilerinin mahkemelere çıkarılıp haklarında 'ağır cezalar' istenmesine de yer veriliyordu. Din Hürriyeti Raporundaki en ilginç bölüm ise Merve Kavakçı'ya açıktan sahip çıkılmasıydı. M. Kavakçı'nın "yabancı devlet tabiiyetine geçmiş" olması gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldığını belirten rapor, ne yazık ki, bu yabancı ülkenin Amerika olduğundan ve M. Kavakçı'nın Türkiye Cumhuriyeti yasalarını ihlal ettiğinden de söz etmiyordu. Rapordaki bu yaklaşıma Refah Partisi'ne de sahip çıkılması eklenirse işin incelikleri de bir parça anlaşılabilir. Din Hürriyeti raporunun etkilerini algılayabilmek için raporun öncesine ve sonrasına bakmak gerekiyor. Türkiye'nin temel yasalarını değiştirme girişimlerinin öyle günlük ve yerel bir politikanın ürünü olmadığının bilincine ancak böyle varabiliriz. Komplolar üstüne teori geliştirmeye bile gerek yok, 1999 yılına dönüp, bu işlerin öyle sanıldığı gibi, gizli, karanlık, kara sakallı adamların toplantılarında gelişmediğini anımsamak gerekir. Her şey, akademik giysili, 'bilimsel araştırma projesi' altında örüldüğünden, doğrudan bilgiye girmek gerekiyor. Din Hürriyeti senaryosuna içerden destek olmasa, dışarda ne denli rapor yazılırsa yazılsın -ki yüz yıldır yazılıyor- bir sonuç alınması olanaksızdır. 

1999 yılında Merve Kavakçı'nın TBMM'ne seçilmesinin ardından gelişen olaylar, Merve Kavakçı'nın da belirttiği gibi, Türkiye'yi "test etmiştir."[733] Bu testin kuşkusuz çok yönlü sonuçları olmuştur. Örneğin, siyasal İslam hareketlerinin hep bilindiği gibi, Ortadoğu ülkelerinden tezgâhlanmadığını, sıkmabaş örtünün siyasal bir simgeden çok Batı tarafından öğretilmiş çok kültürlülük içinde inanç ve ifade özgürlüğü kapsamında desteklendiği, Ortadoğu ve Orta Asya'da egemenlik senaryosunun dindarların kalbine seslenen çıkışın "project democracy" içine yerleştirilmiş mezheptarikat-cemaat özgürlüğü projesiyle iç içe geçtiği bağlı olduğu ve yalnızca ABD'den değil, aynı zamanda Almanya, Fransa ve özellikle İngiltere'den sürüldüğü vb. İstanbul'da gelenekselleştirilen 'Bediüzzaman' ya da 'medeniyetler arası diyalog' konferanslarının katılımcıları arasında İngilizler her zaman yerini alır. Londra'da kurulan MCC (Müslim Community Center) şemsiye oluşturur. İngiltere'deki örgütlü çalışmaların içinde çoğunlukla Pakistanlı ve Keşmirliler bulunur. İngiltere'de Müslüman toplulukların yerleşim yerleri genellikle ayrıdır. Bu nedenle bağımsız Müslüman örgütlerin bulunması da olağan görülebilir. 

İNGİLİZLERİN 2. SINIF LORDU TÜRKİYE'DE 
İngilizlerin Müslümanlara merakı çok eskilere dayanır. Özellikle Güney Asya'yı birkaç yüzyıl sömürgeleştirmiş olan İngiltere, Kıbrıs'ta Nakşi tarikatını bile yönlendirmeyi ihmal etmemiştir. Bu öylesine bir düzeye yükselmiştir ki, İngiliz prenslerinin Müslümanlığı kabul ettiği, müridleştiği bizzat Kıbrıslı İngilizsever şeyhler tarafından yayılmıştır. Ne ki, sömürgecilerin merhametsizliğini Müslümanların iyi bilmesi gerekirken, bu böyle olmaz. İngilizleri arkalarına almaya meraklı sözde Müslüman liderler, Hindistan'ın bağımsızlık savaşımında İngiltere'ye yardımcı olmaktan geri durmamışlardı. Türkiye'deyse 31 Mart 1909 kalkışmasının önderi Derviş Vahdeti -o zamanların yaygın adlandırmasıyla "Redingotlu Molla"- İngiliz elçiliğini mekân tutmuştu. 1918'de başlayan işgal yıllarında da İngiliz Rahip Frew'un baş elemanı Ali Kemal'den sonra gelen ikinci eleman da Kıbrıs kökenli Molla Said olmuştur. İngilizlerin Müslüman kurtarıcılığını şimdinin İngiliz başbakanı Tony Blair, açıklamıştır. Blair, Afganistan'a ABD silahlı saldırısından sonra, güvenlik için yerleştirilen İngiliz askeri gücünün göreve başlaması nedeniyle gittiği Kabil'de yatığı tören konuşmasında "Buralardan gitmekle hatta yaptık. Bir daha gitmeyeceğiz!" demiştir. 733 "Campaign against the ban on Hıjab (Islamic dress) in Turkey, Zafar Bangash,"Sister Merve Kavakcr. Musiimah MP'Crescent International, May 16- 31, 1999 ınminds. com/hijab-ban/kavakci. htmlİngilizlerin Müslüman merakının iyi örneği Ağustos 2000'de bir kez daha görüldü. Türkiye'nin sözde "milli" Müslümanları, kendi, ülkelerindeki rejimi değiştirmek üzere, bir yandan ABD'nin öte yandan Almanya'nın desteğini arkalarına alırken, geçmişin şanlı işbirliğine bir dönüş yaparak gözlerini Londra'ya çevirmişlerdir. 

Lordlar kamarasının oy hakkı bulunmayan üyelerinden Ahmed Nazir Türkiye'ye getirilmiş ve onun Türkiye'de 'din hürriyeti' konusunda ileri geri konuşmasını sağlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti'nin yasal siyasal kurumlarından Fazilet Partisi'nin ileri gelenleri, Lord Ahmed'e büyük konukseverlik göstermekte ve sahip çıkmakta haklıydılar. Onların söyleyemediğini, hem de İngiliz olarak, Lord Ahmed söylüyordu. Nasıl olsa Lord Ahmed'e kimse dokunamazdı. Çünkü Lord Ahmed, bir Avrupalıydı. Türkiye Cumhuriyeti'nin görevlileri de, Avrupa'yı darıltmak istemezlerdi. Çünkü Lord Ahmed değneğin ucunu şu açıklamasıyla gösteriyordu: "Türkiye, AB'ye girecekse bir seçim yapıp bunlardan vazgeçmek zorunda. Eğer Türk olsaydım, beni bu sözlerimden dolayı asarlardı. Onun için iyi ki, Türk değilim.". Pakistan'da para aklama operasyonlarında da bir Ahmed Nazir vardı. O Ahmed Nazir, bu Lord Ahmed olabilir miydi? İngiltere'ye gidince mi "Lord" olmuştu Ahmed Nazir? Burası belli değil ama, İngiltere’de büyük bakkallar (süpermarket) zinciri sahibi ve büyük bakkallar federasyonu başkanı Lord Ahmed'in yemeklerden sonra konuştuğu görülüyordu. Sağlık- İş Başkanı Mustafa Başoğlu ve Eski Milli Eğitim Bakanı, YDP eski kurucu Genel Başkanı Hasan Celal Güzel ile de yemek yedikten sonra, "Türkiye'de gözaltına alınan kadınlara tecavüz edildiği" genellemesini yapmadan edememişti.[734] Lord Ahmed Nazir, Refahyol Hükümeti'nin adalet bakanı Şevket Kazan ile yemek yedikten sonra, daha bir keyifle tehditlere başvurmuştu: "Türkiye'de bir gelişme olmazsa, umursamazlık devam ederse, hem Lordlar Kamarası'na hem de Avam Kamarası'na rapor verip, buna karşı bir kampanya başlatacağım. Türkiye'de insan hakları ihlallerini uluslararası kuruluşlara bildireceğim. Gittiğim her ülkede de bu kampanya mı sürdüreceğim." 

MERVE İNGİLİZ MECLİSİNDE 
2. sınıf Lord Ahmed Nazir, Altınoluk'ta Prof. Necmettin Erbakan'a uğramış ve kendisi için düzenlenen yemekten sonra da sözünü esirgememiş ve sürmekte olan davayla ilgi olarak, video kasetlerin montaj olduğunu açıklayarak, uzmanlık alanının derinliğini 734 Turan Yılmaz-Deniz Güneş, "Bir sen eksiktin Lord Ahmet," Hürriyet, 22 Ağustos 2000, s.15.de göstermekle kalmamış ve Türk Ceza yasasının 312. maddesinin kaldırılması gerektiğini söylemişti.[735/ 736] 'Hoşgörü' ya da 'tolerans' bağımlısı olan T.C hükümeti Lord'a nazikçe kapıyı göstermemişti ama, Lordlar kamarasında oy hakkı bulunmayan Lord Ahmed Nezir, sözünde durmuş ve Türkiye'yi tehdit işini Londra'ya dek taşımış ve Merve (Kavakçı) Yıldırım'ı İngiliz parlamentosuna dek götürmüş ve onun Türkiye'yi karalayan bir konuşma yapmasını sağlamıştır. İngilizlerle açıktan ya da dolaylı işbirliği yapanlara çok rastlanmıştır, ama "vatanım" dediği Türkiye'yi İngiliz Parlamentosu'nda şikâyet eden ilk kişi Amerika'da yetiştirilmiş Merve (Kavakçı) Yıldırım olmuştur. [737] Öyle uzun boylu uğraşmadan, majestelerinin entelicensiasını fazla zahmete sokmadan elde edilen bu olanaklar, İngiltere yönetimini mutlu etmiş olmalıdır. Üstelik Türkiye yönetiminin ve devlet kurumlarının bu tür gelişmeler karşısında alabileceği ya da alamayacağı tutum da test edilmiş oldu. Tıpkı basit bir milletvekilliği olayı sonrasında Merve Kavakçı'nın "onları test ettim geçemediler," dediği gibi. 

BAŞTA 'TÜRBAN' OLMAYINCA SORUN YOK 
Hükümetin ve birtakım siyasal partinin laiklik ve Merve Kavakçı'nın ABD ilişkisi konusunda, isyankâr görünmelerinin bir iki yüzlülük olduğunu anlamak için şu sorunun yanıtını aramak gerekiyor: "Merve Kavakçı gibi yabancı devlete bağlılık yemini etmiş biri yerine, yine sıkmabaşlı, ama Amerika ile ilişkisi bulunmayan bir başka bayan milletvekili seçilseydi ne yapacaklardı, ya da, 'sıkmabaş' değil, ama yine ABD'de İslami cemaat kurmuş bir başkası meclise girseydi ne diyeceklerdi? "Test" olaylarından sonra Türkiye sıkma-başın simge olup olmadığını tartışır dururken, Saadet Partisi milletvekili Oya Akgönenç Mughisuddin, Cenevre'ye uçmuş ve BM İnsan Hakları Alt Komisyonu'nda yaptığı konuşmada, Türkiye'de Kürtlerin, Çerkezlerin, Arapların ifade özgürlüklerinin bulunmadığından, 312. maddenin ne denli kötü bir madde olduğundan söz etmişti. Bayan Mughisuddin bununla da kalmamış, gazetelere göre, komisyondan Türkiye'yi "ikaz" ederek kendilerine yardımcı olmasını istemiş. Oya Mughisuddin'in bu tutumu Milliyet Gazetesi tarafından "ihanet" olarak 735 "İngiliz Lord, Hoca'yla görüştü, ve o da kaset için 'montaj dedi." Hürriyet, 21 Ağustos 2000, s.21. 736 "Türkiye'de anayasa mutlaka değişmeli (..) Londra'da faaliyet gösteren Justice International isimli bir örgüt tarafından (Türkiye'ye) davet edildim." Hürriyet, 28 Ağustos 2000,s.5. 737 Gerçekleri anlattım: Yaşadıklarını ingiliz Lordlar kamarasında anlattığını söyleyen Merve Kavakçı... Lord Ahmet izlenimlerini anlattı" A/c/r, 8 Kasım 2000.ilan edildi. [738] "İhanetle" suçlaması açıkça haksızlıktır. 

Ne yapmıştır Oya Mughisuddin? "Müslüman azınlık hakları”ndan söz etmiştir. Kendisi "azınlık demedim" diyor, ama etnisite adlarını sıralayarak aynı anlamı açıklıkla dile getirmiş oluyor. ABD delegelerince uluslararası toplantılarda ve son olarak Amerikan Kongresi AGIT komisyonunun raporunda belirtilmiş olan görüşleri tekrarlamış ve haklı olarak ,"Ben ülkeme ihanet etmem!" demiştir. ABD Kongre raporlarında belirtildiği üzere, Hıristiyan azınlık haklarının kısıtlandığından söz etmemiştir. Onu suçlayanlar, Oya Mughisuddin'in Amerikan vatandaşı olduğundan habersizler olamazlar kuşkusuz. Öte yandan vekillerini yalnız bırakmaya niyetli olmayan Refah Partisi eski milletvekili, Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, Oya Mughisuddin'in konuşmasının partilerince Türkiye'de hazırlandığını açıkladıktan bir gün sonra sözü değiştirdi ve Oya Mughisuddin'in söz konusu toplantıya akademisyen olarak katıldığını açıkladı. Yani bir gecede sözlerinden döndüler ve "Oya Hanım"ın konuşmalarının partiyle ilişkisi olmadığını açıklamış oldular. Dönme özgürlüğüne diyecek bir şey yok. Türkiye ilginç bir ülke olmuştu. ABD, on yıldır uluslararası toplantılarda “Müslüman etnik azınlıklar”dan söz ediyor, Amerikan Kongresi raporlarında açıkça Türkiye'de Müslüman azınlık haklarının bulunmadığı yazılıyor, Lozan anlaşmasının değiştirilmesi açıkça isteniyordu ama, Türkiye'nin yöneticilerinden ve her tür partilerinden çıt çıkmıyordu.[739] 

ABD'YE SES YOK; MUGHİSUDDİN KONUŞUNCA DEPREM 
Oya Akgönenç Mughisuddin, Amerikan Kongresi'nin raporunda yazılanları az biraz söyleyince, Türk medyası ve bazı partilerin sözcüleri ortalığı inleterek tepki gösteriyorlar, en milliyetçi partinin önemli şahsiyetleri ayağa kalkıyorlar. Bunlardan zamanın başbakanını ayrı tutmak gerek. Başbakanın ne rapor konusunda ne de Oya Mughisuddin'in konuşmalarıyla ilgili bir yorumuna rastlanıyor. Başbakan, Hoca Efendi'ye göstermiş olduğu ilginin binde birini ABD raporlarına göstermiyor. Gülen'in yargılanması konusunda "Bir insan olarak" üzülen başbakanın bileceği bir iştir bu.[740] Ayrıca en Cumhuriyetçi partiyi de ayrı tutmak gerekir. Onlar da ne konuşmaları 738 "İhanet" Milliyet (manşet), 16 Ağustos 2000.; "Ayrımcılık en büyük ihanet" Milliyet, 17 Ağustos 2000, s. 15. 739 Turkey Country Reports on Human Rights Prectices-2000, Released by the Bureau of Democracy, Human Rights, and Labour, February 20001, s.24 740 Zaman, 9 Şubat 1998.duyuyorlar ve ne de raporları falan görüyorlar. Oya Mughisuddin'in sözlerinin aslını ABD raporlarından samimiyetle izleyip Lozan Anlaşması'nın azınlıklar konusundaki maddelerinin gözden geçirilmesini talep eden sağcı, solcu, ilerici, liberal, milliyetçi, mukaddesatçı yazarlara söz eden yok! Üstüne üstlük Oya Mughisuddin'in açıklamaları sözlü de değil, yazılıdır. 

Oya Mughisuddin, birçok ünlü siyasetçi gibi, ABD Dışişleri Bakanlığı Eğitim ve Kültür Bölümü'nce desteklenen "Fulbright Programı" bursuyla okumuş ve Amerikan gurbetinde 17 yıl yaşamıştır. 1976'da Pakistanlı eşi Mohammed Mughisuddin ile birlikte Washington yakınlarında Maryland'de MCC (Müslim Community Centre / Müslüman Cemaat Merkezi)'nin kurucu yönetim kurulunda sayman üyelik görevini üstlenmiştir. Öncülüğünü Pakistan kökenli Dr. M. A. Rauf 'un yaptığı merkezin kurucuları arasında halen Amerika'da yaşayan Dr. Ali Tangören de yer almıştır.[741] Bu merkez yalnızca ibadet edilen bir yer değildir. Anaokulundan başlayarak çocuklara İslamiyet ve Arapça öğrenimi veren merkez, aynı zamanda programlanmış konferanslara da ev sahipliği yapar. Konferansçılar arasında Türkiye'deki rejimi elden geldiğince kötüleyen Almanya'nın emekli elçilerinden Wilfred Murad Hoffman, Merve Kavakçı'yı desteklermiş gibi yapıp, ABD Dışişleri Bakanlığı'nda toplantılar düzenleyen, Türkiye'ye ambargo uygulanmasını isteyen, Türkiye'ye karşı düzenlenen protesto kampanyalarını örgütleyen CAIR'in direktörü Nihad Awad ve ABD politikalarının dolaylı destekçileri bu merkezde ders veriyorlar.[742] Oya Akgönenç Mughisuddin, 1987'de Türkiye'ye dönmüş ve Çukurova Üniversitesi'ne başvurmuş. Ama bir Türk vatandaşı olarak değil, Amerikan vatandaşı olarak. Yabancı statüsünde çalışmak istediği için İçişleri'ne yabancılar için gerekli olan çalışma izni almak üzere başvurmuştur. 

İzin belgelerinde uyruğu, USA yani ABD olarak yazılmış. Oya Akgönenç Mughisuddin, Tansu Çiller'e yakın olmuş ve milletvekili olamayınca FP saflarına katılmıştı. Akademisyenliğinden mi, sıkma başlı olmamasından mı bilinmez; onun milletvekilliğinden kimse yakınmamıştı. Ancak Fazilet Partili bir mebus durumu "Ama iki Amerikalı da fazla oldu," diye değerlendirmişti. ABD makamları, bugüne dek Oya Akgönenç Mughisuddin'in ABD vatandaşı olduğunu belirtir açıklamada bulunmadı. İçişleri Bakanlığı'nın YÖK Başkanlığı'na yolladığı yazıda "Adı- Soyadı: Oya (Akgönenç) Mughisuddin, İzmir- 1939 Uyruğu: Amerikan; Çalıştığı Yer: Çukurova Üniversitesi" yazmasa, Oya 741 Sajjad Durrani, MCC: The Formation Period - Twenty Years Ago - September 1976-December 1977, Reprinted from MCC Update, September 1997, .erols.com/mccmd /mcc1977.htm 742 MCC Adult Lecture Series, 1998-99, www.erols.com/mccmd /lecture1.htm. Akgönenç Mughisuddin'in de Merve Kavakçı gibi, ABD vatandaşı olduğuna ilişkin resmi bir belge bulunmayacaktı. [743] T.C uyrukluğu sürerken, Türkiye'de neden "Amerikan uyruklu" olarak çalışılsın? Habere göre bunun nedeni yabancı olunca daha çok maaş alındığıymış. [744] Görüldüğü gibi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyken, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Amerikan vatandaşı olarak çalışmak işe yarıyormuş. İşte burada da Merve Kavakçı'ya yapılan haksızlık ortaya çıkıyor.[745] Mughisuddin de tıpkı ABD delegesinin altı yıl önce yaptığı gibi ve tıpkı ABD'nin resmi raporlarında yazıldığı gibi, Türkiye'de "Müslüman azınlıklar"dan söz ediyorsa ve hükümetler bunları duymuyor olabilir. 

Sözde din hürriyetçileri, tıpkı 'stiftung' ve 'think tank' elemanlarının Türkiye'de bir ulus bulunmadığını, Türk Ulusu' denen şeyin azınlıklar toplamı olduğunu, yerli 'sivil' hareketle birlikte yaymaktan kaçınmıyorlar. İstanbul'da "Müslim Friend" ile çalışan ABD vatandaşları gibi! Türkiye-ABD arasında mekik gibi gitgel yapan bu kişilerin ilişkileri geleceği belirleyecek olan Amerikan Müslümanlığı ile açık toplum, liberal açık pazar ağının kurulmasında ne denli önemli ve duyarlı ilişkiler geliştirildiğine ilginç bir örnektir. Sister Avis Asiye Allman'ın İstanbul macerası izlenmeye değer. 743 Kamuran Zeren, "Oya da Amerikalı" Hürriyet, Çarşamba, 19 Mayıs 1999, s.26 744 Kamuran Zeren, "Amerikalı Oyaya 3 kat fazla maaş" Hürriyet, 20 Mayıs 1999, s.32 745 Fazilet Partisi milletvekillerinin abartılı akademik sanları şaşırtıcıdır. Fazilet Partililer, "Merve Hanım iyi eğitim görmüş bir Bilgisayar Mühendisidir" derlerken bir başka türlü kıvanç duymuşlardı. Üstelik, Merve Safa Kavakçı, mühendisliğini, mezun olduğu okulu da belirterek meclis başvuru formuna yazdırmıştı. Bu büyük bir talihsizlikti. Çünkü Merve Safa Kavakçı'nın eğitim gördüğü Amerika'daki University of North Texas at Dallas'ın bilgisayar mühendisliği bölümü yoktu. 

THE MUSLİM FRİEND İN İSTANBUL
* İstanbul'daki Müslüman Arkadaş "Öcalan'ın tutuklanması ve yargılanması Kürt sorununu nasıl küresel bir gündeme taşıdıysa, Merve'nin aysbergin ucunu (üstünü) gösteren öyküsü de Türkiye'de Din Hürriyeti' sorununu Müslüman Cemaatin uluslararası gündemine ta sımıştır.'' Avis Asiye Allman Merve Kavakçı'nın Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yürümesinin hemen ardından, dünyanın dört bir yanında, eşzamanlı olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni kınama gösterileri de başlamıştı. Ortadoğu ülkelerinde yapılan gösteriler saman alevi gibiydi. Bir süreklilik görülmedi. Filistin'de ve Lübnan'da dar bir grup tarafından yapılan gösteriyi, Tahran'daki gösteri izledi. Tahran'da sayıları yüzü geçmeyen kara çarşaflı kadınlar, ellerindeki kartonlara yazılmış kınama yazılarıyla desteklerini belirttiler. Türkiye, yüzünü Tahran'a dönmüş ve büyük kitlesel destekleri gözlüyordu. 

Ancak beklenen olmadı. Tahran'daki televizyonların yayınlarındaki "Merve Kavakçı" haberleri de kısaydı ve Mayıs 1999'un birinci haftasında sona ermişti. Ayrıca, İran yönetimi de bu işle ilgisi olmadığını açıklamıştı. ABD'de ise olaylar saman alevi gibi sönüp gitmemişti. HAMAS'a yakın görülen örgütlerin yanında yer alan Ortadoğu, Pakistan ve Keşmir göçmenlerinin güdümündeki örgütler, Merve Kavakçı'nın meclise girerek, Türkiye'yi test etmesinin hemen ertesi günü işe başladılar. [746] Türkiye'yi protesto kampanyaları, yığınsal mektup yollama, internette protesto ve Türkiye'yi karalama yayınları, "SUM (Sisters United for Merve)" gibi dernek örgütlenmelerini, A.B.D Dışişleri Bakanı Madeleine Korbel Albright'le görüşmeler, Uluslararası Din Hürriyeti bürosunda ABD yetkilileri ile yapılan toplantılarda Türkiye'ye ekonomik baskı uygulanması istekleri izledi. Bu dinsel "cemaatlerin" 250 milyonluk Amerika'da bu denli hızlı ve eşzamanlı davranabilmeleri onların örgütlülüğünün bir göstergesidir, denilip geçilebilirdi. 

Ama işin öncesinde bir hazırlık olmadan bu denli geniş ve etkin eylemlilik mümkün olabilir miydi? Bu son derece uzak bir olasılık. Eylemliliğin öncesinde akademik bir tabanda oluşturulmuş ilmi-dini-siyasi çalışmaların göz ardı edilmesi 746 "Stand Up For Hijab - Our Duty to Merve Kavakci / Hijab için Ayağa KalkMerve Kavakçı'ya karşı ödevimiz" soundvision.com/news /hijab/hjb.merve.shtml sonraki gelişmelerin anlaşılmasını güçleştirecektir. ABD'de başlayıp Londra'ya, Batı Avrupa'ya uzanan eylemliliğin sonuçları, resmi 'İnsan Hakları-Din Hürriyeti" raporlarında T.C rejiminin ve sonra Lozan Anlaşmasının değiştirilmesi talebiyle kendisini gösterdi. Akademik çalışmalarla taban oluşturulmasaydı, önderler yetiştirilemezdi kuşkusuz. Bu girişken önderler, arkalarındaki kitleyi eyleme sürükleyemezler, "Din Hürriyeti - İnsan Hakları" raporlarına geçirilecek olaylardaki etkileri sınırlı ve sığ kalırdı. 'Sıkmabaş' eylem zinciri olmasaydı, Malatya'da cuma namazı çıkışı izinsiz gösteriler yapılmasaydı ya da Merve Kavakçı, Vakko paketlerinin Mervetur minibüsüyle taşındığı geceyi izleyen günün akşamına doğru, meclise yürüyünce Tarsus İmam Hatip Lisesi'nde öğrenciler boykota gitmeselerdi... 

Raporlara Lozan anlaşmasının temel azınlıklarla ilgili maddeleri "Müslüman azınlık" tanımlamasıyla tartışmaya açılamazdı. Merve Yıldırım (Kavakçı) meclise yürümeseydi, 'sıkmabaş' eylemleri de, din hürriyeti-insan haklan kapsamında uluslararası eylemliliğe dönüşemezdi. Amerika'da "bilim" örtüsüne bürünmüş girişimlerin odağında, Georgetown Üniversitesi bulunuyor. "İslam ve Demokrasi' uzmanı, ünlü John Lee Esposito'nun "Müslüman Hıristiyan Anlayışı Merkezi de Georgetown Üniversitesi'ndedir. 1990'da Türkiye'deki İslamcı hareketin analizini yapan ve ABD'nin Türkiye'deki İslamcı ve etnik ayrılıkçılara ve "Laiklere" karşı izleyeceği orta yolu gösteren raporun hazırlayıcısı Sabri Sayarı’nın "Turkish Studies" adlı enstitüsü de, bu üniversitede bulunuyor. Georgetown Üniversitesi, ABD'nin önemli kuruluşlarının doğduğu önemli bir merkezdir. Devletle yoğun ilişki içinde olan üniversitenin CIA ile bağlantıları raporlara geçmiştir. 1960'larda International Poliçe Academy (Uluslararası Polis Akademisi)'nin kuruluşuna katılmıştır. 

Bir CIA eğitim merkezi olan bu akademide Güney Amerikalı CIA ajanları eğitilmiştir.[747] Önemli analiz raporlarıyla Amerikan devletine ve şirketlerine hizmet veren, dış ülkelerin yönetimleriyle, bürokratlarıyla ve Amerikan çıkarlarına hizmet edecek akademisyenleriyle bağlar oluşturan CSIS adlı örgüt de Georgetown Üniversitesi’nde kurulmuştur. Daha sonraları resmi makamlardan bağımsız bir kurum görüntüsü alarak Şirkete dönüştürülen CSIS, Ortadoğu bölgesinde petro-politik araştırmalarıyla da ünlüdür. CSIS, dünyanın her bir bölgesi için ayrı bölümlerce örgütlenmiş. Ortadoğu bölümünün içinde de Türkiye var. Bölümlerin yönetimlerinde istihbarat örgütlerinde ve yabancı ülkelerinde misyonlarında dünya deneyimi kazanmış eski devlet elemanları bulunuyor. CSIS'ın petrol şirketleri, askeri sanayi kartelleri, akademi 747 Ami Chen Mills, a.g.k. s.35. dünyası ve devlet ilişkilerinin sağlamlığı düşünülürse, bu kurumla ilişkisi olan bir kuruluşun ya da bir bireyin önüne açılacak ufuğun enginliğinden de kuşku duyulamaz. Georgetown Üniversitesi'nin dinsel topluluklarla ilişkilerinin görünen yüzündeyse CMCU (Müslüman Hıristiyan Anlayışı Merkezi)'nin sözde akademik konferansları, genellikle dinsel görünümlü örgütlerle birlikte düzenleniyor. Bu örgütler, HAMAS ya da Hizbullah'a yakın olanlar da olabiliyor. 

Örneğin CMCU yönetimi, Aralık 1999'da, merkezi Kum kentinde bulunan Humeyni Enstitüsü yönetimi ile aynı merkezde, çoğunda olduğu gibi, basına kapalı bir toplantı yapabiliyor. Böyle olması da gerekiyor kuşkusuz. Amerikan devletinin dünya ve ülkeler politikasına taban oluşturacak olan verilerin elde edilmesi ve insani ilişkilerin korunması, salt ABD'nin resmi görevlilerine bırakılamazdı. Resmi kurum ilişkilerinde devletlerarası hukuk kuralları ve ABD'nin iç yasaları gözetilmesi gerekirdi. Oysa akademik örtü, bu türlü sınırlamaları demokrasi ve düşünce özgürlüğünün derin ve geniş denizlerinde eritebilirdi. Bu nedenledir ki, ABD'de Üniversiteler kapılarını dost, düşman herkese açıyordu. Nasıl olsa, ABD'nin iç düzenine yönelik bir tehdit çalışması düzenlenemezdi. Amerikan milli güvenlik yasaları buna izin vermezdi. Buna karşılık olarak, göçmen çocukları ve Amerikan vakıflarından burs yani ortalama yirmi bin dolara ulaşan okul ücretlerini ödememe olanağını elde etmiş olan uzak ülke gençleri, hür akademi ortamında kendilerini beğendirmek için çırpınacaklar, Amerikan hürriyetçisi profesörlerden daha hürriyetçi olacaklar ve arkalarında bıraktıkları ülkelerini etnik-toplumsal-siyasal analizlerle didik didik edecekler ve bu raporları birer bilimsel tez olarak ABD arşivlerine emanet edeceklerdi. Georgetown Üniversitesi’nde gerçekleştirilen akademik örtülü etkinliklerin "overt operation"a yani açık operasyona katkısı büyük. Bu üniversitede düzenlenen konferanslar, işin "overt" yani "açık" yanıdır. Konferansçı örgütler ve diğer katılımcılarla kurulan ilişkiler de işin "couert" (örtülü) yanı. Açık toplantılarda yapılan konuşmalar ve etkin katılımcıların zenginliği "açık" ile "örtülü" arasında, "akademik ile "operasyon" arasındaki ilişkiye ışık tutmaktadır. Türkiye ile Georgetown Üniversitesi arasında kurulan akademik-politik köprüde gidip gelenler ve olaylar-amaçlar ilişkisine tipik örneklerden biri de Merve Yıldırım (Kavakçı) ve 'sıkma-baş' olaylarının Georgetown Müslüman Hıristiyan Anlayışı Merkezinde düzenlenmiş olan ilginç konferanslardır. 

SİSTER ASİYE VE RECEP TAYYİP ERDOĞAN'A HEDİYE 
CMCU'nun Nisan 2000'de Merve Yıldırım (Kavakçı)'yı konuşturmasından dokuz ay önce, Pakistan kökenli Amerikan sivillerce kurulmuş olan MFI (Minaret Freedom Institute / Minare Hürriyet Enstitüsü) adlı örgüt, konferans düzenliyor. Minaret dünyada "Liberal Enternasyonal" kurmak üzere, İngilizlerce örgütlenmiş olan Atlas Research Foundation (Atlas Araştırma Vakfı)'nın rehberliğinde kurulmuştur. İşi Müslümanları serbest pazara inandırmak olan Minaret'in o akşamki konuşmacısı Avis Asiye Allman, CMCU'da araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Konferans konusuysa "Türkiye'de Din Hürriyeti." Türkiye'de "Din Hürriyeti" konuşmasına Leyla Zana ile başlayan Sister Asiye, ilginç konulara değiniyor ve Leyla Zana'nın meclise alnında Kürt geleneksel renklerini taşıyan bir bantla girdiğini, bu simgelere meclisin şiddetle tepki gösterdiğini, Leyla Zana'nın 1995 İnsan Hakları Ödülü aldığını belirttikten sonra sözü Merve Kavakçı'ya, Başsavcı Vural Savaş'a ve Türk Ordusuna bağlıyor. [748] Sr. Asiye'nin konuşması, Sr. Merve Kavakçı'nın daha önce belirttiği gibi Türkiye'ye uygulanan "test" işlemini yansıtıyor.

 Sr. Asiye'nin ABD resmi ve yarı resmi raporlarıyla tutarlı gidiyor. Özetle, Türkiye'de tam laiklik yoktur, devlet dini denetler ve sınırlandırır, erkek memurlar sakal bırakamaz diyor ve kadın memurların başörtüsü kullanamadığı gibi bir çarpıtmaya başvuruyor. Avis Asiye Alman daha da ileri gidiyor ve açıktan karalıyor: "Hatta evlilik dinsel bağların dışında tutulu.(..) Son olarak, Islamalara saldırı, askerlerce yönlendirilen Türkiye Milli Güvenlik Konseyi tarafından alınan 28 Şubat 1997 kararlarıyla başladı ve bunu 1998'de Refah Partisinin kapatılması izlemiştir." Bu sözler bize yabancı değil. Türkiye'nin içinde söylenenlerle Amerika'da söylenenler birbirini tutuyor. İnsan Hakları Derneği Başkanı işadamı Akın Birdal ile MUSİAD'ın eski başkanı Erol Yarar'ın hapse atıldıklarını belirten Sr. Asiye, Recep Tayyip Erdoğan'ın "Milli halk şiiri söylediğinden hapsedildiğini" belirterek ilginç bir yanlış-bilgilendirme yapıyor ve sözü "Hıristiyan-Müslüman diyaloğu” çalışmalarıyla uluslararası saygıya sahip, “ılımlı dini lider" dediği Fethullah Gülen'e "saldırıldığına" getiriyor. 

Sr. Asiye, Merve Kavakçı'nın girişimindeki arka planı açığa vururcasına bir saptama daha yapıyor ve ekliyor: "Bugün Türkiye'de Merve konusunda tepkiler çok karmaşıktır. (Bu gelişmeler) Türkiye Cumhuriyeti ve halk arasında aşırı bir kutuplaşmayla sonuçlanmıştır. Bu aşırı kutuplaşmayı anlamak için batılılaşma, kutuplaşmayı tek ırklı Türk kimliği ilkelerine(ile) laikliğe dayalı, tek boyutlu çağdaş bir toplum kurma girişimi olan 'Kemalizm' in yasallığını anlamalıyız" diyor. 748 Avis Asiye Allman, Religious Freedom in Turkey, Second Annual Minaret of Freedom Institute Dinner, Gaitherburg, Maryland on June 26, 1999. minaret.org/allman.htm Avis Asiye Allman, Amerikalıları yücelterek kışkırtma yolunu seçiyor: "Amerikalılar olarak, başörtülü genç Türk kadınlarının vahşi PKK teröristleriyle aynı kapsamda görülerek Türk Milli Güvenliğine bir tehdit oluşturacağını anlamamız zordur." 

Avis Asiye Allman, öğrencilerle ve türban eylemcileriyle bu zorluğun aşılacağını, belirterek, Türkiye'de kurduğu diyaloglardan örnekler veriyor. Sabrı Sayarı’nın yönetmekte olduğu, Turkish Studies' de çalışan Amerikan burslu bir kişinin, başörtüsüyle ilgili kişisel öyküleri topladığından söz ediyor. Sr. Asiye, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi 1982 mezunu, Temple ve Cornell üniversitelerinde üç yıl çalışmalar yaparak 1992 de İstanbul’a dönen, 1998'de başörtüsü nedeniyle işten uzaklaştırıldığını belirten bir kadın doçentin sözlerine de yer veriyordu. Sr. Asiye, 'Merve’nin özyaşamını "acıklı" olarak niteledikten sonra asıl konuya giriyor ve Türkiye'ye Merve Kavakçı aracılığıyla uygulanan "test" işinin altını ve üstünü bir kez daha açıklıyordu: "Öcalan’ın tutuklanması ve yargılanması Kürt sorununu nasıl küresel bir gündeme taşıdıysa, Merve'nin aysbergin ucunu (üstünü) gösteren öyküsü de 'Türkiye'de Din Hürriyeti' sorununu Müslüman Cemaatin uluslararası gündemine taşımıştır. 

Avis Asiye Allman, Merve hesabının dibindeki etnik kışkırtmayı ABD Dışişleri görevlisinin açıklamalarıyla desteklemekten geri kalmıyor: "ABD Demokrasi, insan Hakları ve Çalışma”dan sorumlu Bakan yardımcısı H.H.Koh, AGTV'de İS Mart (1999)'da yaptığı konuşmada Türkiye'de İnsan Hakları ve demokrasi sorunlarını böyle dile getirmişti: işkence, ifade özgürlüğünün sınırlanması, NGO'ların tacize uğraması, politik katılımın sınırları ve Kürt sorunu ve Güneydoğudaki durum." 

LİBERAL MÜSLÜMANLARIN DESTEĞİ
 Amerika'dan görevli olarak Türkiye yollanan Sr. Asiye, Minaret Freddom Instilute (Özgürlük Enstitüsünde), belli ki; Amerika'da Türkiye'ye karşı başlatılacak büyük kampanyanın çığırtkanlığını yapmıştır. Sr. Asiye, bu çağrıyı ''Washington, New York ve Türkiye'de bir yıl süren ekip çalışmasının" sonucu olarak yaptığını da, açıkça belirtiyor. Söz konusu ekip, Asiye ile onun arkadaşıyla kızından oluşuyormuş. Sr. Asiye arkasındaki örgütlü desteği de şu sözlerle açıklıyordu: "Başörtüsü yasağından etkilenmiş olan genç Türk kadınların tümü adına, biz üçümüz Imadad-Din Ahmet'e, Ali Abu Zakuk'a ve Minaret Özgürlük Enstitüsü'ne verdikleri destek ile gösterdikleri cesaret ve gelecekteki eylemleri için özel teşekkürlerimi sunarım." Ali Abu Zakuk, "hangi taşı kaldırsak altın çıkıyor" örneğini, Türkiye-Amerika köprüsünde gelişen her din işinde kendisini gösteriyor. Ali Abu Zakuk, bir tür perde arkası yönetici gibi davranıyor. Ali Abu Zakuk, dindarlara yapılan baskının Türklerin Yahudiler ve İsrail İlişkileriyle bir ilgisi olup olmadığını soran Patricia Nho Abdullah adlı dinleyiciye bir yanıt vermeye hazırlanan Sr. Asiye'yi durduruyor ve "Bu soruna İsrail-Türkiye ilişkisini, İmam Hatip okullarının kapatılmasını da ekleyebilirsin" demekten kaçınmıyor. Din Ahmad'ı anımsamak için Liberal enternasyonale, yani "Liberal atılım" bölümüne dönmek gerekiyor. '

MÜSLÜMAN RUH' VE SAİDİ NORSİ
 [749] Sr. Avis Asiye Alman, Merve Kavakçı olayına ve kutuplaşmanın yükseltilmesine tanısını çekinmeden ortaya döküyor: "Doğal olarak, Türk ordusuna göre, bizim Pentagon ile bağ kurmak üzere İsrail ile bağ kurmak için ellerinden geleni yapıyorlar. İşte tam şimdi, imam hatip okullarını kapattılar. Sufi kökenli mistik hareketin her çeşidi büyük baskı altındadır. İslami görüşün her şey büyük baskı altındadır, hem de nüfusun yüzde 95'inin Müslüman olmasına karşın." Sr. Asiye bu sözleriyle hedefi, ulusal orduda kutuplaşma yaratma dürtüsünü ağzından kaçırıyor: "Daha ötesinde Türk ordusunun yüksek (kademe) görevlileri kendi halklarına saygı göstermiyor ve Milli Güvenlik Konseyi belirleyici güç olduğundan bu (saygı gösterilmesi) çok zordur." Sr. Asiye'ye çanak sorularıyla yardım ettiği belli olan Patricia Nur Abdullah, İslamiyet'in yok olacağını, salt Ramazanı kutlamak gibi roller üstleneceğini ileri sürüp görüş istiyor. Bunun üzerine Sr. Asiye Türkiye bağlarını son bir açıklamayla belirtiyor: "Türkiye'nin Müslüman ruhu Cumhuriyetten önce "test" edilmiştir. (..) 25 yılını hapiste ve sürgünde geçirmiş (Saidi) Nursi gibi çok önemli ulema var, Türkiye'nin Müslüman ruhu çok kuvvetlidir." 

Yarı açık operasyonun propaganda atağının yeni aşamasını da açıklamaktan kaçınmayan Sr. Asiye, Kasım 1999'da İstanbul'da yapılan AGİT'te Türkiye'deki din hürriyetinin ele alınması için 749 Saidi Kürdi Nors köyündendir. Bağımsızlık Savaşı öncesi Saidi Kürdi ve Norslu Said anlamında Said-ı Norsi adıyla anılırken daha sonralar; Nur kitapçıklarını yayınlamaya başlarken "Nursi'" adını kullanmaya başlamıştır. Amerika Müslüman Cemaati'nin temsilcilerini, Minare Özgürlük Enstitüsü'nü AMC (Amerikan Müslüman Konseyi)'ni ve Uluslararası Din Hürriyeti Komisyonu'nu Türkiye'ye karşı kampanya açmaya çağırıyor. Mayıs 1999'un başında, yani Merve Meclise yürümeye başladığı günlerde, "AMC (Amerika Müslüman Cemaati) Sr. Asiye'den Merve'nin durumunu incelemesini isteyince" Sr. Asiye ve bir arkadaşı, "İşe Thomas Jefferson'un anıtını ziyaretle" başlamışlar.. Sr. Asiye, "Jefferson'un ve Martin Luther King'in ruhunu hissetmiş ve" anlamış ki; "Merve, Dr. Martin Luther King Jr.' un yolunda yürümektedir. (..) Ve Merve rüyalarını gerçekleştirmek üzere, Türkiye Cumhuriyetindedir." Sr. Asiye, "Merve bir Amerikan vatandaşıdır. Merve'nin düşü, Amerikan rüyasındaki deneyiminin derinliklerinden kaynaklanmıştır," diyor ve bu kaynağın somut temelini de "Merve Kavakçı, yüksek öğrenimini Amerika'da bilgisayar mühendisliği (bölümünde) eğitim görmüştür," sözüyle belirtiyor. 

Merve'ye kötülük edenler kimdir? Bu soruya Sr. Asiye'nin yanıtı çok açık: "Müslüman arkadaşlarım Devlet Konseyi (MGK) üyelerinin ateist (dinsiz) ve sol sökenli olduklarını belirtiyorlar." Amerikalı çinici, kilimci Avis Asiye Allman belli ki, İstanbul’da çok etkin. ABD'nin Din Hürriyeti raporlarında da yapıldığı gibi, Milli Güvenlik Kurulu'na "Konsey" diyor. "Sister" İstanbul'da ikamet ediyor ve MGK üyelerine "dinsiz" ve "solcu" diyor. Bir ayrıntı daha var ki, din söyleminin altındaki gerçeği göstermektedir. Avis Asiye Allman, Merve'den ve din hürriyetinden söz ederken birdenbire iktisadi boyuta giriyor MGK'ni 'tahkim yasasına muhalefet' etmekle suçluyor. "Ne ilgisi var?" dememeli!.. Amerika'da örgütlü bu cemaatler, Türkiye'ye yapılan saldırıların kutsal cephesinde yer alırlarken, salt din işleriyle uğraşmıyorlar. Önceki bölümlerde belgelendiği gibi, somut din ticaretinin, din adına arsa-villa alım satımı ve Amerikan rüyası her nedense Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırlarını delik deşik etmektedir. 

Türkiye'de ordu ile halkı ayrı kutuplara itme operasyonunu açık eden Sister Avis Asiye Allman, onyedi yıldır, ABD Dışişleri Bakanlığı'nca desteklenen "Fulbright Programı"ndan aldığı destekle yılın birkaç ayını İstanbul'da geçiriyor, Hıristiyan-Yahudi mirası üstüne araştırmalar yapıyor.[750] Avis Asiye Allman'ın işi, "Osmanlı esintili çiniler ve kilim" olarak biliniyor. Çini ve kilim işlerini New York Üniversitesi Kevorkiyan Merkezi'ne bağlı olarak sürdürüyor. Araştırmalarını Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı'nın denetimindeki Topkapı Sarayı'nda gerçekleştiriyor. Geriye kalan zamanını da İstanbul'da "Müslüman arkadaşlarla" ya da "ekip" dediği kişilerle geçiriyor, 750 Sadia Razaq," Minaret of Freedom Dinner Examines Hijab and Reltgiom ! Turkey" Washington Report-Muslim American Activism, September 19ti» 125.Amerika'daki "Minare Hürriyet Enstitüsü" örgütüne raporlar göndermekten de geri kalmıyor. Sr. Avis Asiye Allman, Georgetown'da Haziran 1999'da, gerçekleştirdiği açık kışkırtmanın ardından yine çini-kilim işleri için geldiği İstanbul'dan Minaret Enstitüsü'ne Merve Kavakçı olayıyla ilgili olarak yolladığı son durum raporunda aynen şöyle diyor: "Bunlar (Konsey üyeleri olmalı) konulara içişleri perspektifinden bakıyorlar. Örneğin Türk Parlamentosunun son günlerde onayladığı uluslararası tahkim kararına karşı çıkıyorlar. (..) Merve'nin durumuyla ilgili baskılarımızı artırmalıyız (..) Bu hafta sonu yapılacak olan birkaç toplantıyı esas alacak olan ayrıntıları bildir meyi umuyorum." 

MÜSLÜMANLARI SERBEST PAZARA İKNA ETMEK 
Avis Asiye Allman, sonraki yıllarda da ABD Dışişleri'nce desteklenen "Fulbright Program"ı çerçevesinde Türkiye'ye karşı etkinliklerinin sürdürdü. Türkiye ile ilgili olarak, "Türkiye ağlıyor" , "Bir el uzatın" gibi adlar taşıyan yağlıboya tablolar yapıp, Fulbright sitesinde sergiledi. Sergilemekle kalmadı, bunlardan birini Recep Tayyip Erdoğan'a hediye etti.[751] Abdullah Gül'ün ABD'de yaptığı konuşmayı dinlemesinden bu yana, R.T. Erdoğan hareketine yakınlık gösteren Avis Asiye Allman'in, Prof. Dr. Necmettin Erbakan'a "O bizim Başkomutanımız" diyen Merve (Kavakçı) Yıldırım'ı nasıl karşıladığını yakın tarihte görebiliriz. Sonradan Müslüman olan Sr. Allman kuşkusuz öz yurdunun çizdiği yolda yürümeyi sürdürecektir.[752] Bu kararlılığın nedenini Minaret'çilerin ideolojilerinde görebiliriz. Pakistanlıların Georgetown’da kurdukları "Minaret" örgütünün amaç açıklamasında, Amerikan yayılma ideolojisinin İslamiyet’e bağlandığı anlaşıyor: "Müslümanların Kuran ve sünnetlerden kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirmek üzere, MFI (Minaret Foredons Enstitütei'un görevi İslam yasası (şeriat) ile belirlenmiş ekonomi-politik kuralları ortaya çıkarmak ve yayınlamak!..) serbest ticaret ve adaletin gerçekleşmesini sağlamak (..) insan aklı üstündeki her türlü Uranlığa karşı kutsal savaşı (cihadı) sınır tanımadan sürdürmektir. Bu 751 Zaman, 3 Aralık 2001, 752 Avis Asiye Allman (Independent Scholar, NYC ), "Liberal Democracy and the DemocraticMuslim Identity in Turkey: Case Study - Abdullah Gul/Tayyip Erdoğan and Necmettin Erbakan - Changing Political Dynamics between Political Sons and Father" Abstracts from 2ndAnnual CSID (Center for the Study of İslam&Democracy) "İslam, Democracy, and theSecularist State in the Postmodern Era," İslamdemocracy.org/conference_two_abstracts_together.shtml#disclimer) amaçlara ancak bağımsız hocaların araştırmalarının (ictihad), ilgili Müslüman ülkelerdeki politika konularına ve, veya, Amerikan Müslümanlara kabul ettirilmesiyle (..) serbest pazara ilişkin çalışmaların Müslüman ülkelerin ellerine çevrilmesi(..) dış ülkelerden liberal Müslümanların Amerika'daki (serbest) Pazar yönelimli Müslüman hocalarla ilişkiye geçmelerinin sağlanması.." Hıristiyan-Müslüman işbirliğinin amacının serbest pazar işleri olduğu açığa çıkıyor. 

Hıristiyan Müslüman Anlayışı Merkezi ile Minare örgütünün Kevorkian merkezinde, T.C Kültür Bakanlığı’na bağlı Topkapı Müzesi'ndeki çini ve kilimler arasında Sister Avis Asiye Allman ve İstanbul'un "Müslim Friend"leri, Merve Kavakçı ve sonunda Saidi Norsi... Bu işlerin tümü "serbest pazar" açmaya bağlanıyor. ABD'de ne iyi elemanlar yetiştirildiği anlaşılmış olmalı. Tek tanrısı "çıkar" ve "para" olan bir ülkeden daha iyisi de beklenemezdi. Burada anlaşılamayan nokta, ABD'den medet uman sözde din önderlerinin durumudur. Özellikle İslam'ı ABD'nin hizmetine sunanlar ne denli anılsa yeri değil midir? Türkiye Cumhuriyeti'ne açıktan saldırı ve Amerika'dan İstanbul'a uzanan araştırma "team'leri arasında yalnızca Avis Asiye Allman bulunmuyor. Minaret örgütü başkanı İmadad-Ahmed de İstanbul'a gidip geliyor. "Atlas Network (şebeke)"e bağlı liberallerin forumlarına katılıyor. Avis'in Türkiye çalışmalarını desteklemiş olan Ali Abu Zakuk ise Kuzey Amerika İslam Cemaati (ICNA)'nin başkanıdır. Zakuk, Türkiye'den ABD'ye gidenler için konferanslar örgütlüyor. Son olarak FP Başkanı Recai Kutan'ın Amerika konferansını örgütlemişti. ICNA, Merve Kavakçı'nın girişimini desteklerken, Türkiye'ye bakışını da pek açık göstermişti: "Türk hükümetinin insan hakları kayıtları Avrupa'nın en kötüsüdür. Türk yönetim cuntasının dinsel ve etnik kimlik özgürlüğüne hiçbir saygısı yoktur."[753] Avis Asiye'nin konuşma özgürlüğüne diyecek yok. Ama T.C kendi rejimin yıkmak için gelen bu tür yabancılara nasıl oluyor da resmi araştırma yapmadan izni veriyor? Yoksa bu izin alma gücü onların liberalliğinden ya da 'Stratejik Ortak' denilen ülke vatandaşı olmalarından kaynaklanıyor olmasın! 753 "From ICNA Memorandum to Turkish Goverment Through Turkish Consulate in New York," May 10, 1999. 

ARAPLARIN KALBİNE SESLENMEK
 "Siyasi İslamcı hareketler Birleşik Devletlerin dış politik hedeflerine ya da çıkarlarına ters düştüğü anda bizim için bir önem arzeder..'' ABD Dışişleri Bakanlığı Yakındoğu Bürosu'nun açık laması, 8 Mayıs 1996 Hizbullah, Lübnan'da kutsal savaşı sürdürmek ve İslam'ın siyasal egemenliğini kurmak üzere İran'ın Kum kentinde yerleşik Ayetullahlar tarafından 1982'de kurulmuştu. İlk dönemlerde, İran'dan gönderilen Devrim Muhafızlarla birlikte eylemler gerçekleştirildi. PKK kamplarının da yer aldığı Bekaa'da eğitim kampları kuruldu. Humeyni ideolojisine bağlı olan örgütün hedefi, Kudüs'ü kurtarmak ve Birleşik İslam Devleti kurmaktı. Lübnan'da kanlı iç savaş gelişti; Hizbullah, Suriye'nin silahlı gücü olarak Güney Lübnan'a yerleşti; silah depolarını doldurdu ve kent gerilla savaşından 'cihad ordusu' oldu. ABD'nin terör örgütleri listesinde iyi bir yere sahip olan örgüt bir anda, Amerika'nın ve Türkiye'nin haber kaynağı CNN tarafından Lübnan'ın bağımsızlığını gerçekleştiren, yasal siyasi bir hareket düzeyine yükseltildi. Şubat 1997'de Sincan'da gerçekleştirilen Kudüs Gecesi'nde Hizbullah'ı onurlandıranlar hapse mahkûm olmuşlardı. Şimdi Hizbullah örgütü yasal idiyse neden o geceyi düzenleyenler mahkûm oldu? Bir başka soru da şudur: ABD'nin düşman ve 'terörist' olarak ilan ettiği 'Hizbullah' nasıl oldu da terör örgütü sınıfından siyasal parti sınıfına yükseldi? Özellikle ikinci sorunun yanıtı, Türkiye'yi yakından ilgilendiriyor. 

Türkiye'de devletin temel ilkelerini yıkmaya çalışan örgütler olarak kabul edilmiş bulunan, dinci örgütlerin siyasallaşmasına, yani birer siyasal parti konumuna geçmesine itiraz edilecek mi? Hizbullah gibi silahlı güçleri bulunan ve birçok saldırı gerçekleştirmiş bir örgüt bile yasal bir siyasi parti olarak kabul edilirse, Türkiye'de sayısız eylem yapmış benzeri örgütlerin suçları, adi suçlar sınıfına indirgenebilir. Söz konusu örgütleri desteklemek ve kışkırtmakla suçlanarak kovuşturulmakta olan - silahlı eylemle doğrudan ilişiği kanıtlanmamış - partiler, dernekler, kişiler hakkında takipsizlik kararı verilebilir. Gelişmeleri, yakın geçmişteki olaylar dizininde gözden geçirmek gerekiyor. Lübnan'da yerleşik Hizbullah örgütünün, İran İslam Devrimi önderlerince kurulmasına, para, silah dahil her tür desteği İran'dan ve Suriye'den almış olmasına karşın, yine İran İslam Devrimcileri tarafından eğitildiği, desteklendiği ileri sürülen Türkiye'deki benzeri örgütlere karşı operasyonun başladığı 17 Ocak 2000 günü televizyonlara çıkartılan uzmanlar(!) Türkiye'deki Hizbullah operasyonu üstüne yaptıkları açıklamaların her bir paragrafı sonunda; "Türkiye Hizbullahı'nın Lübnan Hizbullah'ı ile bir ilişkisi yoktur!" demekten kendilerini alamıyorlardı. 

HİZBULLAH'IN TABANINDAKİ İŞADAMLARI 
Amerika'nın Türkiye'deki sesinin uzattığı ipin ucunu tez kavrayan İslamcı hareketlerin görüşlerini yansıtan yayınlar ile Fazilet Partisi de Türkiye'de Hizbullah adlı bir hareket olmadığını ileri sürmeye başladılar. Oysa, İran'ın Kum kentinden canlanan Humeyni ideolojisini benimseyen örgütlerin adlarının ille de "Hizbullah" olması gerekmiyordu. Bu hareketin adı, Filistin'de Hamas, Ürdün'de İslami Cephe, Mısır'da Cemaat'ül Müslümin, Cezayir'de Silahlı İslami Grup vb. olabilirdi. Türkiye insanlarının bilgisiz bırakıldığının ayırdına varan örgütler ve yayıncılar böylesine basit bir aldatmacaya girişirlerken, "Hizbullah" adının Türkiye güvenlik güçlerince konduğunu da ileri sürmekte bir sakınca görmüyorlardı. Salt kendini akıllı sananları yanıtlaması gereken devlet görevlileri susarlarken, dört yıl önce DEP yöneticilerinden Hatip Dicle, AKIN (American Kurdish Information Network)'da yayınlanan mektubunda; "Hizbullah partisinin tabanını oluşturan işadamlarıyla sıcak ilişkiler" başlattıklarını yazıyordu. Örgütlerin patronu aynı, destekçisi aynı, ideolojik kaynağı aynı ama, birbirleriyle asla ilişkileri yok! Yakın yıllarda İran'dan hareket eden kaçak silah yüklü kamyonlar Türkiye' de yakalanmamışlar mıydı? Dahası Amerika'nın Türkiye'deki sesi medyada boy gösteren bu sözde uzmanların Hizbullah'ın İran'a bağlı olduğunu açık olarak söylememelerinin ardındaki gerçek ne olabilirdi? Ortadoğu'da, dinle bezenmiş anti-komünizmin daha sonra, İran İslam devrimiyle birlikte, sömürgeciliğe karşı çıkıştan saptırılan ve yüzlerce yıl geçmişten köklendirilen yeni doktrinle 'Panislamizm'in Batı tarafından kullanılmaya elverişli bir türü oluşturulunca, İslam adına şiddet yolunu seçen her tür örgütün, başta İran olmak üzere, İslam ülkeleri yönetimlerinden destek aldığı bir gerçektir. 

Bu gerçek her zaman göze batar. Çünkü perdenin önünde gösterilen gerçeğin bir yarısıdır. Ama bu oluşumlardan yakınanların ilişkileri de perdenin önündedir. "Yeşil kuşak" ve "ABD bizi sonsuza dek destekler" ya da "ABD İran'a düşmandır! ABD laikliğin kalesidir!" gibi ideolojik saplantılardan ya da cahilce, düşüncesizce, bilgiççe müminliklerden uzak durulmadıkça, çelişkilerden de kurtulmanın ve sorulara yanıt bulmanın olanağı yoktur.Özellikle Türkiye medyası, Ortadoğu perdesinin önünü arkasını göstermekten kendini alamamıştır. Oysa uzaklardaki perde hiç de inmiş değildir. Oyun açık bir sahnede oynanmaktadır. Örneğimize dönersek; Merve Kavakçı Türkiye'yi "test" etmeye başlayınca, medya kurgulandığı gibi, Tahran'a bakmıştır. Daha sonra nasıl olduysa uzaktaki sahneden bilgi gelmiş ve şaşırıp kalmıştır. Çünkü Merve Kavakçı, test işlerine Ortadoğu'dan değil ABD'den başlamıştı. İçerdeki siyasal yönetim de bu işi ABD yönetiminin bilgisi dışında diye düşünmüş ve açık ateşe girişmişti ki, "Din Hürriyeti" raporuyla kendine gelmiş ve durması gereken sınırda duruvermişti. 

MİHVAUKEE VE KÖLN'DE İSLAMCI KONFERANS
 Durulması gereken sınır nasıl belirleniyor? Bu sorunun yanıtının ucu açıktır. Kısa bir uzak sahne bilgilenmesi belki yararlı olacaktır. Türkiye'deki Hizbullah örgütünün yöneticileri baskınlarla ele geçirilip, örgütün mezar evleri ortaya çıkınca, ağır işkenceyle öldürülenlerin arasında, adı öne çıkan İzzeddin Yıldırım'ın "ılımlı barışsever' kişiliği daha da öne çıkarılmıştı. Bu ılımlılığın derecesini görmek için Dava dergisinde Cumhuriyet ve Mustafa Kemal'e yapılan hakaretleri bir yana bırakıp Mehmet Ekici imzasıyla yazıdan yapılan şu alıntıya bile bakmak yeterli olacaktır: "Çocuklara ne zaman kafir düzenlere kin kusma öğretilirse, yegane amacın 'Allah'ın ahkamını tamamen icra ve tatbik' olduğu nakşedilirse, ne zaman annelerin şefkat hissi Allah'ın şefkatini aşmazsa, çocuklara peygamber ahlakı telkin edilirse... 

İşte o zaman İslamın ayak seslerini duyar gibi oluruz. "[754] İzzeddin Yıldırım, Ağrı'nın Patnos ilçesinde 1946'da doğmuş ve ilkokulu orada bitirmiş. Askerlikte Nurcularla tanışmış. Eskişehir'de "tebliğ ve irşad" için görevlendirilmiş. 1970'lerin başında Nurcular arasında ayrılık başlayınca Fethullah Gülen, Mehmet Kurdoğlu, Sıddık Dursun ve Mustafa Polat gibi, o da cemaatin merkez kanadından ayrılmış. İzzeddin Yıldırım, Sıddık Dursun, Mehmet Kurdoğlu 1980'lerde birlikte çalışmaya başlamışlar. Askeri okullarda okuyan öğrencilerle ilişkili olan Mehmet Kurdoğlu gruptan ayrılmış. Sıddık Dursun ve İzzeddin Yıldırım, 1984'te "Medreset-ül Zehra" yayınevini, Tenvir Neşriyat'ı, "Med-Zehra Ltd. Şti."ni kurmuşlar. 

Ekip, Said-i Norsi'nin kitaplarının Nur örgütünce sansür edildiği, özellikle Kürtlerle ilgili bölümlerin değiştirildiği düşüncesindedir. Bu nedenle kitapları (Risale-i Nur) yeniden yayınlamaya başlamışlardı. Nurculuğun ana kanadı da bu girişimi kınamıştı. [755] 754 Dava, ila-yı Kelimetullahtır, Aralık-Ocak 1992. 755 Aktüel. 20 Ocak 2000.Med - Zehra Ltd. Şirketi, 1989'da "Dava" dergisini çıkarmaya başlamış. Dava dergisinde, Saidi Nursi'nin Kürt kökenliliği öne çıkarılır ve Kürt milliyetçi hareketinde İslamcı bir hat tutturulurken, Türkiye Cumhuriyeti'ne açıktan muhalefete geçilir. Şeyh Said ile ilgili yayınlara başlanır ve giderek, ana konuları "Kürt sorunu" olur. [756] Ve Davacılar da soluğu ABD'de alırlar. 

1990'da Milvvaukee'de gerçekleştirilen ICP (Islamic Committee of Palestain)'in konferansına katılırlar. ICP, 1983'de HAMAS'ın önderlerinden Tarık Abdullah ve Dr. Sami El Arian'ın başkanlığında kurulmuştur. Dava dergisinde yayınlanan habere göre, konferansa katılan Muhammed Sıddıki, "Bediüzzaman Said-i Nursi ve İslami hareketteki dinamizmi" tebliğini sunar. "Dava"nın konferansla ilgili yaptığı açıklama, işin ABD'de başlayan derinliğini göstermektedir: "Hamas ile manevi alakası var. Hamas bir ihvan-ül Muslimin grubudur. Bu müstakildir ve tüm Müslümanlara açıktır. Bu ikinci toplantı oluyor. Her sene konferans yenilenecektir, inşallah ileride Hamas ile beraber konferans yapmayı düşünüyoruz. Yan çalışmalar olarak da kitaplar, dergiler, broşürler yayınlıyoruz." Muhammed Sıddıki, ICP toplantısından sonra, "Türkiyeli Müslüman talebeler tarafından kurulan UNITY Birlik adlı cemiyetin yıllık toplantısına" katılır ve "1.5 saat süren (..) İttihad-ı islam üzerine bir konuşma yapar."[757] Dava dergisi, Cemalettin Kaplan ile röportajın yanı sıra, yararlı bir yayın daha yaparak, derin İslamcılığın ABD ile Batı Avrupa arasındaki boyutunu gösterir: "Almanya'nın Köln şehrinde dünyadaki bütün İslami ülkelerden gelen, ilim, siyaset ve din adamları Kürt sorunu üzerine üç günlük bir tartışma alanı sergilediler. 

Değişik devletlerden gelen ve değişik ırklara mensup ilim ve siyaset adamları Kürt sorunu üzerinde oynanan bütün oyunların bozulmasını ve bu stratejik duruma son verilebilmesi için gerçek kurtuluşun ve reçetenin ancak islami bir çerçeve içerisinde halli mümkündür görüşünde ittifak ettiler. Üç gün süren toplantı sonunda ortak bir bildiri neşrederek deklarasyon oluşturdular. Not:Afganistan Hizbi İslami Bonn temsilcisi Abdusselam'la yaptığımız mülakatı gelecek sayıda 756 Dava dergisinin ilk sayısında sahip Enver Beçene, yazı işleri müdürü Müştehir «arakaya, dizgi, pikaj, montaj ise Med-Zehra olarak belirtilmektedir. (Dava /yıl 1 / nisan-mayıs'89.) 

Onuncu yıldaysa kadro şöyle oluşur: Sahibi: Tenvir Neşriyat Ltd. Şti.. Yazı İşleri Müdürü: Mehmed Kayının, Hukuk Müşaviri Av. Hüseyin Işık, Yurtdışı temsilcileri: Muharnmeed Hadi (Almanya), Ömer Gür (danimarka), Arif Şevket (Hollanda), Abdülkadir Şehbaz (Fransa), 757 Dava, 1990, Sayı:7 neşredeceğiz."[758] Vakıf kurmakla ilgili kısıtlamaların Turgut Özal tarafından kaldırılmasıyla, İzzeddİn Yıldırım ve Sıddık Dursun, "Med Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı"nı kurarlar. Dava dergisi, Kürt milliyetçiliği kavgasını derinleştirir. O dönemde. Güneydoğu Anadolu'da, sonradan Hizbullah olarak anılacak olan örgütlenme oluşur. 1994 yılında Sıddık Dursun ve İzzeddin Yıldırım ortalıklarını bozarlar. İzzeddİn Yıldırım 30 yıl yaşadığı Eskişehir'den ayrılıp İstanbul'a gelerek vakfın başına geçer ve "Yeni Zemin" dergisini çıkarmaya başlar. Derginin sahibi ve yazı İşleri Müdürü, Osman Tunç, Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Metiner, Yayın Danışmanı Ali Bulaç, Koordinatörü Yasin Yıldırım'dır. Teknik Müdür ise daha sonraları AKP Hükümetinde Başbakan Başdanışmanı ve AKP için "Muhafazakar Demokrat" tezini yazacak olan Yalçın Akdoğan'dır. 

Yayın Kurulu da ünlülerden oluşur: Ümit Aktaş, Gıyasettin Bingölballı, Kenan Çamurcu, Abdurrahman Dilipak, Davut Dursun, İhsan İşık, Altan Tan, Abdülvahid Vural, Osman Resulan. [759/ 760/ 761] Daha sonra, Vakfın İzmir'den Van'a dek şubeleri kurulur. Nerede Güneydoğu Anadolu'dan yoğun göçmen yerleşimi olmuşsa, orada bir şube kurulur. Yeni Zemin yayını çevresinde "Nübihar yayınları" oluştu. ABC'yle Kürtçe basılan "Nübihar" dergisi yayınlanmaya başlandı. Nübihar, Yaşar Kemal'in ABD'de bulunan Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a Kürt sorununun federatif çözümü ile ilgili mektubu Mete Akyol ve Semra Özal eliyle iletmesinden sonra, Turgut Özal'ın "federasyon tartışılmalıdır" demesi... Ve 16 Mayıs 1993'de İstanbul'da, PKK’nın İslamcı kanadının temsilcilerinin de katıldığı "Kürt Sorunu" konferansını düzenlenmesi.[762] Benzeri toplantılar, Avrupa'da da yapılmıştı. 1991 yılında DAVA dergisinin de katıldığı "Kürt Sorununa İslami Çözüm" konferansından sonra, yine Köln'de, 27 Mayıs 1995'de, PKK’nın örgütü PİK (Partiya İslamiya Kurdistan) tarafından "Kürdistan'da 758 Dava, a.g.y. 759 Aktüel, a.g.y. 760 Altan Tan, 3 Kasım 2002 seçimleri için HADEP' ten milletvekili adayı oldu. 761 Derginin adresi, Fatih, Kıztaşı Caddesi, Kuriş Apartmanı, No: 51/2. Yeni Zemin, Ocak1993. 762 Bu mektubun varlığı uzun süre tartışılmıştır. 

Yaşar Kemal, mektup yazdığını kabul etmiş, ama federasyondan söz etmediğini ileri sürmüştür. Mete Akyol ise mektubu bir ön notla ilettiğini açıklamış; Semra Özal ise "Ceviz kabuğu" programında mektupta "federasyon"dan söz edildiğini belirtmiştir. Av. Ceyhan Mumcu bu konuyu birçok basın açıklamasında yinelemiş ve Yaşar Kemal'in açıklama yapmasını istemiştir. Konu ile ilgili haber için Gündem,15 Nisan 1996, Sayı: 32. Ek 14. İslami Diriliş" konulu bir toplantı daha düzenlendi. Bu toplantının duyurusunda yer alan konuşmacılar arasında "Erzurum milletvekili Melik Fırat, Milli Gazete yazarı Abdurrahman Dilipak, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanı Ali Bulaç, RP'nin eski Güneydoğu Bölge Müfettişi Altan Tan, Yeni Zemin Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Osman Tunç, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden ayrılan Prof. Süreyya Sırma, Nübihar dergisinden Sabah Kara, Medreset-üz Zehra Vakfı'ndan İzzettin Yıldırım, Kuzey Irak İslami Parti lideri Şeyh Osman, Prof. Gaburi, Dr. Muzaffer, Fatih Kirikar, Fuat Fırat, Diyaddin Fırat ve Fehmi Huveydi'nin adları" bulunuyordu. Ne ki, çağrıda adı geçenler toplantıya katılmadılar.[763] 

Sonraki yıllarda Türkiye'nin idari yapısının değiştirilmesi için yeni bir sözleşme (Anayasa yerine böyle denmeye başlanıyor) yapılmasını savunan Sözleşme dergisi yayınlanmaya başlandı. Bu dergide artık Soli Özel gibi II. Cumhuriyet kuramcıları da yazıyordu.[764/ 765] Zehra Vakfı, Said-i Norsi'nin 1900'lerin başında Van'da Kürtçe ile eğitim yapacak olan "Medreset-üz Zehra" girişimini yeniden canlandırdı ve Zehra Üniversitesi'ni kurmak için somut adımlar attı. [766] Sonuç olarak, 2000 yılının Ocak ayında ABD'nin bir yıl önce İslamcı terörist avına başlamasının ardından, Hizbullah çökertildi. Bu arada örgüt, İzzeddin Yıldırım'ı ve Dava dergisinin ilk günlerinden beri onun yanından ayrılmayan Mehmed Seyid Avcı'yı kaçırarak öldürdü.[767] Hizbullah operasyonu sürdürüldü. Diyarbakır'ın Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, operasyonu derinleştirdikten ve "Bunlar casus. Hizbullah bir dünya oyunu. Dünyanın oyununu Diyarbakır'dan bozuyoruz. (..) Uğur Mumcu'nun ve Ahmet Taner Kışlalının katilleri bunlar. Onların katillerine ulaşmak istiyorum. Tek hedefim bu" dedikten kısa bir süre sonra Uğur Mumcu'nun ölüm 763 Haberi yayınlayan Gündem Bültenine göre "Melik Fırat, Süreyya Sırma ve Altan Tan, "mazeret" bildirerek toplantıya katılmadıkları" öğrenilmişti. 

Gündem, 15 Temmuz 1995, Sayı: 13.. 764 Sözleşme dergisinin yayın yönetmeni Ali Bulaç, Yazı İşleri Müdürü Mehmet Metiner ve Hüseyin İlik, yayın kurulu üyeleri arasında Altan Tan ve Osman Tunç (Yeni Zemin sahibi) bulunmaktadır. Derginin bina adresi Yeni Zemin ile aynıdır. 765 Sözleşme, Şubat 1998, Sayı:4. 766 Yüzyıllık geçmişe dayanan bu girişim, 3 Ağustos 2002'de çıkarılan yasayla yaşama geçecektir. 3 Kasım 2002 seçim kampanyasını Van'dan başlatan Başbakan Bülent Ecevit, "Artık Kürt vatandaşlarımız Kürtçe eğitim yapabilecekler" diyerek durumu ilan etmiştir. 767 Bu örgütün hücre evlerinin bodrumlarında, bahçelerinde yapılan kazılar soncunda çok sayıda militanını da öldürdüğü ortaya çıkar. Bunların arasında Mersinli Gonca Kuriş de vardır. yıldönümünde suikastla öldürüldü. [768] Daha sonra katiller iki yıl süren çalışmayla teker teker yakalandı. Yine bu arada, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy'u öldürdükleri ileri sürülenler de yakalandı. Duruşmalar sonunda sanıklar mahkûm oldular. Böylece bu işlerin arkasındaki bağlantılar da açığa çıkmadan dosyalar kapandı. Bu arada Zehra Vakfı da unutulup gitti. Çünkü artık "Din Hürriyeti" vardı ve Türkiye yeni testlere hazırlanıyordu. Daha da önemlisi ABD, Ortadoğu'da temizlik işlerini ilerletti. Afganistan'a girilecek, Irak’a, Hazar'a uzanılacak, ama hepsinden önce Filistin halkı ezilecekti. 

BORU HATLARIYLA DÖŞENEN DİNLERARASI DİYALOG' 
Türkiye'de, petrol boru hatları yaygarası bir tek çizgi izliyor: ABD, Azerbaycan ve Türkiye'nin tercihi olan Baku-Ceyhan hattı projesinin önceliğini desteklemektedir, çünkü Türkiye ABD'nin dostudur, müttefikidir. Oysa ABD hiçbir bölgede, hiçbir koşulda egemenliğini tekil ilişkilere dayandırmaz. Bölgenin patronu olmak da bunu gerektirir. "Birleşik Devletlerin hem üretim, hem de dağıtım anlamında en yüksek kapasiteyi gerçekleştirmeyi amaçlayan, İran ve Irak'a fazlaca bağlanmaktan kaçınmayı öngören ve fakat onları (İran ve Irak’ı) önemli bir enerji üreticisi durumuna getirme ihtiyacını da göz önüne alan çok geniş bir bölgesel enerji politikasına ihtiyacı bulunmaktadır. "[769] ABD, Ortadoğu'da, Afrika'da ve Asya'da boru hatları projelerinin tümüne yandaştır. ABD, bölgeye egemen olacaksa, tüm petrol kaynaklarına da egemen olmalı, hiçbir kaynağı başkalarının egemenliğine bırakmamalıdır, öyleyse Körfez petrol kaynaklarının da tankerle dağıtım bağımlılıklarına da önemli ölçüde son verilmelidir. Bunun anlamı ABD şirketlerinin ağırlıkta olacağı petrol işletme ortaklıklarının çok sayıda boru hattıyla petrolü güvenli iletim noktalarına ulaştırmaları ve bu limanlardan dünyaya dağıtmalarıdır. ABD'nin son derece açık ve yalın görünen bu projesinin uygulanması, bölgede kalıcı bir barış olmasa bile, bir düzen kurulmasına bağlıdır. 

Önce İsrail ve Arap dünyası arasındaki savaşa son verilmeli ve sınırlar yeniden çizilmelidir. Ulaşılması zor olan bu amaca çok yaklaşıldığı görülmektedir. Filistin-İsrail anlaşmasında önemli ölçüde sonuca yaklaşılmış ve hemen ardından 1999 yazında 768 Kadir Ercan, Ramazan Yavuz (DHA), "Sevgi adamıydı" Hürriyet, 21 Ocak 2001 769 CSIS Raporu. İsrail-Suriye görüşmeleri başlamıştı. [770] Ortadoğu'da anlaşmaların gerçekleştirilmesi için iki engel vardı. İsrail ile Arap ülkeleri ilişkilerinin temelindeki din çatışması (1) ve İsrail'i dinsel ideolojiye dayanarak silip süpürmeyi amaç edinmiş silahlı örgütlerin milliyetçi tavırları (2). Örgütlerin İdeolojik dayanağı olan dinsel çatışma öğesinin ortadan kaldırılması için, "Dinlerarası Diyalog" projesine başlandı. Salt diyalogla kalıcı barış sağlanamayacağı varsayılarak dinsel barışa yine dinsel bir ideolojik temel bulunmalıydı ve bu temel kaynağını kutsal kitaplardan almalıydı. Öyle de oldu; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam'ın ortak paydası olarak, bu dinlerin ortak Peygamberinin Hz. İbrahim olduğu ilan edildi. İbrahimi Dinler senaryosu Türkiye'deki tarikat şeflerinin çağrısıyla Amerika'dan, Almanya'dan İstanbul'a "Medeniyetler Arası Diyalog" toplantılarına koşuşturan ilahiyat profesörleri, Vatikan Cizvit kardinallerince ve Ortodoks Patrikleri'nin çabalarıyla kotarıldı. T.C Devleti yetkililerinin bu konudaki katkıları da unutulmamalı. Üç din buluşmasının zirve eylemi 2000 Baharında, Urfa'da gerçekleştirildi. 

Bu zirveyi TGV (Türkiye Gazeteciler Vakfı) örgütledi. T.C Devlet Bakanı Sadi Somuncuoğlu da toplantıya katılıp bir konuşma yaparak T.C.'nin onayını cümle âleme gösterdi. TGV'nin onursal başkanı Fethullah Gülen, ABD'den gönderdiği iletiyle bu büyük olaya destek verdi. Bu arada İsrail'e ve onu destekleyen "Siyonist" Batı güçlerine ve özellikle ABD'ye karşı yıllarca silahla savaşmış örgütlerin barış alanına çekilmesi için iki yanlı taktik izlendi. Önce Ortadoğu ülkeleri içinde silahlı güç olarak örgütlü Lübnan'da Hizbullah, Filistin'de HAMAS gibi örgütlerle Uluslararası İslam Devrim Hareketinin eylemcilerini destekleyen örgütler arasında bir ayırım yapılmalıydı. Hizbullah ve Hamas'ın ABD'de yerleşik destekçi kuruluşlarıyla iyi ilişkiler kuruldu; ABD üniversitelerinde Hıristiyan - Müslüman fakülteleri, enstitüleri ve ABD Dışişleri'nde yapılan ortak toplantılarla gösterilen dayanışmayla "Müslümanları Amerikanlaştırma" projesi uygulandı. Bu örgütlerin, aynı zamanda ABD'nin Ortadoğu Ülkeleri yönetimlerine karşı birer tehdit sopası olarak kullanılma olanağı da işin kârlı yanı oldu. Yönetimlerin zaten bu İslam Devrimcileriyle başları hiç dertten kurtulmuyordu.[771] ABD bir yandan bu örgütleri terörist ilan ediyor, öte yandan da bu çevrelerin Amerika'da örgütlenip, politik ve özellikle parasal güç elde etmelerine ses çıkarmıyordu. Bunun nedenini yakın tarihte, bir parça spekülasyonla 770 Filistin yönetiminden görevi bırakmasını isteyen ABD (israil diye de okunabilir) bu isteği yerine gelmeyince, yeşil ışık yandı ve İsrail ordusu tanklarıyla dozerleriyle Filistin’i, atölyeleri, evleri ezmeye başladı. 771 aramak aydınlatıcı olabilir. 

İSRAİL VE ABD'NİN KUCAĞINDA BÜYÜYEN HAMAS 
HAMAS örgütünün geçmişi ve sonrasını görelim. Harakat'ul Mukamavat'ul al İslamiye (HAMAS), 1982'de, İsrail işgali altındaki Gazze'de, İsrail devletinin yasal izniyle bir vakıf olarak kurulmuş ve İsrail HAMAS'in para toplayıp, Filistinlileri örgütlemesine ve güçlenmesine göz yummuştu. HAMAS, ABD'de vakıflar, finans şirketleri kurmuştur. HAMAS askeri kanat sorumlularının dahi ABD'de yasal şirketleri vardır. IAP (Islamic Association of Palestine / Filistin islami Cemiyeti) bunlardan biridir. IAP'nin toplantısında Merve Kavakçı da konuşmuş, doğup büyüdüğü ülkesi, Türkiye'ye karşı oralardan muhalefet etmişti. HAMAS uzantısı CAIR, UASR ve ISNA gibi örgütler, ABD Başkanı ve ABD Dışişleri ile içlidışlı görüşmeler yaparlar. Bunlar, Yaser Arafat'ın bağımsız, egemen Filistin Devleti davasını desteklemezler. ABD'den yıllar sonra Türkiye'ye "test" yapmaya gelen Merve Kavakçı Türkiye'yi karıştırınca, bu örgütler, Türkiye'ye ambargo uygulanmasını isteyecek denli ayarlı olduklarını göstermişlerdi. Suudlar ve Emirlikler, İsraillilere ucuz işçilik yapmaktan başkaca geliri olmayan Filistinlilerin yasal yönetimine parasal yardımı kesmişler ve HAMAS'a para yağdırmışlardır. 

ABD ise İsrail'e yılda 5- 6 Milyar dolar karşılıksız yardımda bulunmaktadır. İsrail'e bağlı ırkçı- dinci örgütler, ABD'de karşılıksız askersel yardım listelerini hazırlarlar. ABD-Türkiye-İsrail üçgeni programına uygun olarak, sözde "sivil" toplumcuları da desteklemekten geri kalmayan bu İsrail destekçisi örgütlere, dinci siyasetçilerle hükümet başları konuk olmuşlardır. Hatta Tevrat'ın cihad borusu boynuzu hatıra olarak almışlardır.[772] ABD bakanlarının yarıdan fazlası İsrail yandaşıdır. Yani, Musevi-Katolik- Protestan Yahudilerdir. Savunma Bakanlığı başta olmak üzere Başkanlık üst yönetimlerindeki çoğunluğu ellerinde tutmaktadırlar. K. Derviş'in yakın dostu, Endonezya'yı karıştırmakla ünlü, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz de onlardan biridir. Wolfowitz bu yüzünü Washington'da Filistin'de, Ariel Şaron'un emriyle gerçekleştirilen katliama karşı kınama gösterilerini bastırmak üzere Capitol Hill önünde toplanan yirmi bini aşkın İsrail yandaşına yaptığı konuşmada "yanınızdayız" diyerek belli etmiştir. Bu koşullarda, Filistin Devlet yönetimi, İsrail'le ne zaman anlaşmaya başlasa, dünyanın barıştan yana desteğini alıp, elini güçlendirse, HAMAS intihar saldırısında bulunmuştur. Her saldırıdan 772 "Ecevit'e hediye edilen boynuz ne anlama geliyor?" Başka İstanbul, 25 Ocak 2002.sonra Filistin helikopterleri, uçakları Filistin Devleti'nin resmi polis karakollarını vurmuştur. Arafat, ne zaman devlet disiplini sağlamaya başlasa ve HAMAS yöneticilerini gözaltına alsa, İsrail, Arafat'ın devlet kurumlarını vurdu. Arafat yönetiminin otoritesini yıkmak için, Washington ve Batı Avrupa ellerinden geleni yaptılar. Bir yanda tanklarıyla, uzay filmlerinden çıkmış robot askerler, öte yanda ölümlerin içinde doğup büyüyen Filistinli çocuklar! Bu uygulamalar, 'şiddeti yükseltme' sonra da aynı 'şiddeti gerekçe göstererek' karşındakini elverişli bir anda ezip geçme yöntemidir. Zaten intihar saldırılarında ölümü seçen çocuklar da, 20 yıl önce Ariel Şaron komutasındaki İsrail ordusunun gerçekleştirdiği Şatila katliamında bebek yaştaydılar. 

Hiç kuşku yok ki, Filistin iyice ezildikten ve FKÖ yönetiminin saygınlığı yıkıldıktan sonra, bağımsız görünüşlü, ayarlı bir Filistin devleti kurulacaktır. Ayarlı devletin başında, Bush'un petrol şirketlerinde deneyim kazanmış, dinler arası diyalog senaryosuna inanmış, serbest pazar olmayı kabullenmiş, demokrasiye bağlı bir yönetim bulunacaktır. Onlar Washington'da örgütlü beklemekteler... Tıpkı Irak için olduğu gibi! Bu arada, Irak'ın iki aşiretinin egemenliği altındaki Kürt Partileri 3-6 Nisan'da Amerikalı görevli gözetiminde ortaklaşa bir anti-terör bürosu kurdular. Süleymaniye'de Amerikan kökenli İsrail yandaşlarının da ders verdiği İngilizce eğitim yapan üniversite zaten çalışmaktadır. Şimdi yeniden günümüzden iki yıl geriye dönüp, kaldığımız yerden Amerika'dan bakmayı sürdürelim. 

AMATÖR C4 HIRSIZLARI
 'Terörist' listelerinin yeniden düzenlenmesinin ardından sıra, merkezi olarak denetlemeyen ve Kum kentinden yönetilen perakende silahlı örgütlerin ve Afgan merkezli olmakla birlikte nerede cihad, orada 'var olan' Usame Bin Ladin'e bağlı Cihad Konseyi'nin etkisizleştirilmesine gelmişti. ABD sözcüsü, "İslamcı terör örgütleri"ni devre dışı bırakmak üzere, ABD eşgüdümünde geniş bir operasyon başlatıldığını, Müslüman devletlerle işbirliği yapıldığını, ancak kendi içlerinde muhalefetle karşılaşmamaları için bu Müslüman devletlerin adlarını bildiremeyeceğini resmi olarak açıklıyordu. Ürdün'de Usame Bin Ladin'e bağlı olduğu ileri sürülen altmış kişilik hücre üyelerini tutuklanmasıyla başlandı. Ladin'e bağlı El Kaide örgütünün 1998'de Doğu Afrika elçiliğinin bombalanmasından sorumlu olduğu açıklandı. Bin Ladin'in İslamcı örgütlerden oluşturduğu "Jihad" komitesinde, Yemen'den JO (Jihad Organisation), Pakistan'dan Al-Hadis, Lübnan Partizan Ligi, Libya İslami Grubu, Ürdün Beyt al imam, Cezayir Silahlı İslami Grubu (GIA) gibi örgütlerin yer aldığı belirtiliyordu. Bu listede Türkiye'den herhangi bir örgütün yer almaması dikkat çekiyor. Bir başka ilginçlik de, açıklamalarda Hizbullah, Ürdün İslami Cephesi, Hamas gibi örgütlere değinilmemesiydi. Türkiye listede yoktu, ama 6 Aralık 1999'da, İstanbul’da Bin Ladin'e bağlı oldukları belirtilen Libya kökenli altı kişi tutuklandı. [773] 14 Aralık 2000'de, Kanada - ABD sınırında Ahmet Ressam adında bir Cezayirli, arabasında 50 kg RDX (patlayıcı madde) ile yakalandı. [774] Ahmed Ressam, Cezayir GIA örgütü üyesiydi ve Afganistan'da uzun yıllar savaşmıştı. 

Ahmet Ressam gibi mücahidler, yıllar önce Pakistan'da eğitilmişlerdi. Onların eğitimlerine yardım eden ve silahlanmalarına destek olan da ABD idi. Mücahidler artık, Usame bin Ladin'e çalışıyorlar, Doğu Avrupa, Kafkasya ve Afrika'da savaşıyorlardı. ABD'nin karşılaştığı durum için tek açıklama "Terör eken terör biçer" olabilirdi: Ahmed Ressam’ın ardından sınırda bir kadın ve erkek yakalandı. Kanadalı Lucia Garafola'nın Ahmet Ressam'a bağlı Abdül Gani ile telefon görüşmeleri yaptığı saptanmıştı. Sınır polisi, Cezayirli Bobida ve Lucia'nın Kanada - ABD arasından sık sık geçiş yaptıklarını sonradan saptadı. Operasyon hızla ilerledi. Abdül Gani Newyork'ta tutuklanırken, Abdık Hakim Tizega da Seattle’de bomba malzemeleriyle birlikte yakalandı ve ifadesinde "Ahmet Ressam'la buluşmak için beklemekte olduğunu" açıkladığı, belirtildi. ABD güvenlik güçleri, Amerikalı Müslümanların üstüne yürüdü. Ortadoğu kökenli öğrenciler yollarda durdurulup sorgulandılar, arabaları sıkıca arandı. Bu öğrenciler yapılanları Müslüman olmalarına yordular. Müslüman mahallelerin üstünde geceler boyu helikopterler döndü durdu. Tıpkı Hollywood filmlerindeki gibi. Bu arada ilginç bir tutuklama bilgisi de Kaliforniya'dan geldi. San Fransisko'ya 150 mil uzaklıkta Fresno kentinin dışındaki askeri alandaki patlayıcı bunkerinin soyulduğu bildiriliyordu. Çalınanlar arasında 200 kiloya yakın C4 plastik patlayıcı da vardı. Fresno şerifi sonraki günlerde soyguncuların delikanlı yaşlarda amatör hırsızlar olduğunu belirtti. Amerika'da sarı alarm ilan edildi; Seattle Belediyesi, 'Millenium' şenliklerini iptal etti. Bu gelişmeler arasında, Türkiye'de Ahmet Taner Kışlalı bombayla öldürüldü. 

ABD Türkiye misyonunun ve Türkiye'de yerleşik demokratların, solcuların ve İslamcıların da katkılarıyla hazırlanan "Türkiye insan Hakları 1999 Raporu" açıklandı. Raporda, Ahmet Taner Kışlalı'nın elinden alınan yaşam hakkından hiç söz 773 "Turkish Poliçe Detain Libyans" AP Online, December 06, 1999,; "Ladin'in adamı Amdouni yakalandı. (..) 14 Eylülde Bakırköy Adliyesine sevk edilen Amdouni. Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığinca tutuklanarak Metris Cezaevine konuldu." Cumhuriyet, 17 Eylül 1999; ve "Laden'in adamı (Amdouni) sınırdışı" Cumhuriyet, 16 Aralık 1999. 774 NY Times. December 31, 1999.edilmezken, bu öldürmenin sonucunda askerlerin Müslümanlara baskıyı arttırdıkları belirtilerek T.C ordusu hedef gösterildi. Ocak 2000'de, Türkiye'de Hizbullah operasyonu başladı. İsrail başbakanı ile Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat, Washington'da buluştular. İsrail ile Lübnan yönetimi, 2 Şubat 2000'de masaya oturdu ve İsrail'in Temmuz 2000'e dek Güney Lübnan'ı boşaltması kararlaştırıldı. Görüşmeler sürerken, Lübnan Hizbullahı'na silahlı mücadeleyi bırakarak, barışa katkı koyması dilekleri iletiliyordu. Suriye'nin İsrail ile anlaşma yapması durumunda zaten bu örgüte yakın destek ortadan kalkacaktı. Anlaşılan Hizbullah'ın yaşaması istenir olmuştu. ABD, aynı günlerde Dışişleri Bakanı Madeleine Albrigth'ın ağzından İran ile ilişkilerin normalleştirileceği yönünde açıklamalarda bulunuyordu. İsrail sözünde durdu ve Güney Lübnan'da oluşturduğu güvenlik tampon bölgesini Mayıs 2000 sonunda boşalttı. 

Amerika'nın Türkiye'deki sesi "CNN Türk" aynı gün Hizbullah'ın aslında Ulusal Kurtuluş Savaşı yürüten bir örgüt olduğunu anlatmaya başladı. CNN'i Türkiye medyası izledi ve Hizbullah'ın ne denli ılımlı olduğunu tefrika etmeye, örgütün kurucularından Ayetullah konumundaki Fadallah ile söyleşiler yayınlamaya başladılar. Onlara göre Hizbullah savaşı kazanmış ve Lübnan'ı kurtarmıştı. Hangi Lübnan'ı kurtarmışlardı? Din savaşlarıyla yıkılmış Lübnan'ı! Hizbullah'ın intihar saldırılarında öldürülmüş, rehin alınmış, işkence görmelerine, halkın yaşamına karşılık ve ülkesinden ayrılmak zorunda bırakılmış milyonlarca Lübnanlının vatansız kalmasının bedeli olarak, toprağıyla insanıyla bölünmüş Lübnan mı kurtarılmıştı?! ABD baskısıyla yapılan anlaşmalarla İsrail tarafından boşaltılmış olan Güney Lübnan'ı öylece kurtarmış oldu Hizbullah. İş bununla da kalmamış, 'Hizbullah' lideri Hasan Nasrallah'ın elini sıkan BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Hizbullah'ın BM tarafından tanındığını da göstermiş oldu.[775] ABD bir yandan barıştırıyor, anlaştırıyor; öte yandan da İslamcı örgüt, Amerika'nın Türkiye'deki sesi CNN tarafından kurtarıcı ilan ediliyor.

 Her şey, Ayetullah Humeyni'nin söylediği gibi " Büyük Şeytan" işine uyuyor. Din savaşı ile kurtuluş savaşı birbiriyle karıştırılınca; bağımsızlığı ve ulusal bütünlüğü korumak olanaksızlaşır. Bu tür savaşlar, kurtarıldığı sanılan ülkede kardeşkanı akmasına yol açıyor. Hangi idealle, yola çıkılırsa çıkılsın varılan sonuç kaçınılmaz oluyor. "Büyük Şeytan" olarak adlandırılan devletlerin boyunduruğu altında ve enerji tröstlerinin güdümünde ikinci sınıf kölelerin yaşam kavgası verdiği, kan ve kinle beslenmiş bir toprak parçasından ibaret kolonidir elde kalan. ABD'nin senaryolarını örtmeye çalışan, yazarları çizerleriyle 775 "BM Hizbullah'ı tanıdı" Hürriyet, 22 Haziran 2000. 506 yurdumuzdaki din savaşçılarını aklamaya yönelik yanlış bilgilendirme yayını yapanlara karşı devlet yönetimi susuyordu! Tıpkı, ABD Büyükelçisi Mark Parris'in Güneydoğu Anadolu'da yerel odalarla, T.C Devleti'nin egemenliğini bir yana bırakarak ortak ilişki büroları açma girişimleri karşısında sustuğu gibi! Tıpkı o günlerde, ABD Dışişleri Yardımcı Sekreteri Harold Hongju Koh'un Güneydoğu Anadolu gezisinden sonra Osman Öcalan'ın "ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Koh'un açıklamaları bağlayıcıdır," demesi karşısında sustuğu gibi![776]776 "PKK: Artık zarar gelmez" Hürriyet, 3 Eylül 1999

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...