SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA
DOKUZUNCU BÖLÜM
Protestanlar Ulusal Birliği'nden Don Argue, Hıristiyan Kiliseleri Ulusal Konseyi'nden Joan Brown Campbell, Harvard Üniversitesi'nden Diana L. Eck, Amerika Bahaileri Müşavirler Kıtasal Yönetim Kurulu'ndan Wilma M. Ellis, Öğretim ve Liderlik için Ulusal Musevi Merkezi'nden Haham Irving Greenberg, Birinci Baptist Kilisesi Papazı James B. Henry, Afrikalı Metodistler Piskoposluğu Kilisesi piskoposu Frederick Calhoun James, Amerika Rum Ortodoks Bölgesi'ni temsilen Antonics Kireopoulos, Amerika Ortodoks Kiliselerini temsilen Leonid Kishovsky, Monumental Baptist Kilisesi'nden Samuel Billy Kyles, Emory Üniversitesi'nden Deborah E. Lipstadt, USIP’ten David Little, Newark Başpiskoposu Theodore McCarrick. Son Gün Havarileri İsa Kilisesi'nden Russell Marion Nelson, New Meksico Las Cruse piskoposu Ricardo Ramirez, CFR'den Barnett Richard Rubin, Freedom House'un Puebla Projesi elemanlarından Nina Shea, İndiana Üniversitesi'nden Elliot Sperling, Müslüman Kadınlar Ligi Başkanı Laila Al Marayati ve Müslüman Amerikalılar Topluluğu Başkanı İmam Wailace Deen Mohammed (Wallace Delorıey Elijah)[664]
BAŞKAN, İSTANBUL'DAN DİNİ LİDERLE GÖRÜŞÜYOR
Adı "uluslararası" kendisi bir Amerikan iç yasası olması gereken "Uluslararası Din Hürriyeti" yasası çalışmaları sürdürülürken, dini inanç koruyuculuğuna soyunan ABD Başkanı William Jefferson Clinton Hıristiyan, Musevi, Müslüman. Bahai, Budist, Hindu temsilcilerle görüşmeler yaptı. ABD'deki cemaat temsilcileriyle yetinmeyen federal devlet başkanı Papa ile görüştükten sonra, İstanbul Fener Rum Ortodoks Kilisesi patriği Arhondoni Dimitri Bartholcmeos ile görüşerek, kurumsallaşmanın derin temellerini attı. [665] Bartholomeos, sonraki yıllarda ABD'nin Din Hürriyeti yasasından yararlanacağını biliyordu.[666] 664 state.gov/www/global/human-rights 665 Fener Rum Ortodoks Kilisesi/İstanbul Patriği raporda dünya patriği olarak "Ecumenical Patriarch Bartholomeow" açıklamasıyla yer aldı. Final Report of the Advisory Committee on Religious Freedom Abroad to the Secretary of State and to the President of the United States, Released by the Bureau for Democracy, Human Rights, and Labor, U.S. Department of State, May 17, 1999. 666 6 Mart 2001 de George Walker Bush Jr. ile görüşmek için ABD'ye giden patriği F. Gülen'in onursal başkanı bulunduğu TGV Başkan Yardımcısı Cemal Uşşaklı da uğurlamıştı. Patrik, Bush'dan Heybeli (onlar "Halki" diyor) manastırının açılması için Türkiye ile ilgilenmesini de istemişti. "Bartholomeos, Ruhban Okulu İçin Bush'dan Yardım İstedi- Patrik'e Fethullah karalaması" Aydınlık,17 Mart 2002, Sayı:765. Patrik, bu girişimlerinde başarılı olmuştur.
ABD Büyükelçisi, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine başvurmuş ve Heybeliada'daki manastırın açılmasını doğrudan istemiştir. (Turkey- International Religious Freedom Report, s.6) Üç yıl içinde Çalışmalarını bir yıl sürdüren danışma komitesince, 23 Ocak 1998'de, "Din ve inanç hürriyetinin yayılmasının ABD dış politikasında birincil önceliğe sahip olmasını," Dışişleri bakanlığı bünyesinde bir "Uluslararası Din Hürriyeti Bürosu" kurulmasını sağlayacak yasa taslağı hazırlandı. [667] Komite yasa taslağı gerekçelerinde uluslararası din yönetiminin gerekçelerini, örgütlenme biçimini, kullanılacak araçları belirliyordu. Bir dizi gerekçeden ikisi, din hürriyeti misyonunu ABD'nin yüklenmesinin gereğini şöyle özetliyordu: "Din hürriyetinin yaygınlaştırılması ve (bu hürriyetin) baskı altına alınmasına karşı çıkma görevi temel Amerikan değerini içerir ve Birleşik Devletlerin uygun, önemli ve gerekli bir dış politika hedefidir. (.,) Birleşik Devletler, evrensel insan haklarına bağlı bir dünya lideri olarak ve değişik dinsel nüfusa sahip bir ülke olduğundan bütün dinlerin haklarından sorumludur." ABD'nin tüm dünyanın din işlerinde yetkili kılan komite, bu işlerin temelini de belirledi: "Din hürriyetini geliştirmenin uygun araçları bir yandan delil toplamayı ve rapor düzenlemeyi, öte yandan da etkin politik önlemlerin (alınmasını) kapsar." "Politik önlem" teşvikleri ve caydırıcı yaptırımları içermeliydi.
Amerika ile düzenli siyasiticari ilişkilerde öncelikler elde edilmesi, yardım ve destek görülmesi gibi teşvikler, 1940'ların sonundan bu yana zaten uygulanmaktaydı. "Yaptırım" ise ABD'nin politik egemenlik kurma girişimlerinde uyguladığı bilinen türdendi: ".. Kapalı ya da açık olarak kınama, (ticari - siyasi) önceliklerden mahrum etme ve caydırıcı ya da zorlayıcı önlemler..." Komite her ne denli sert önlemlerden yana görünmüyorsa da, ABD yönetimine açıktan silahlı müdahaleler için bir olanak da sağlamaktan geri kalmıyordu. Bu olanak, her yöne çekilebilecek öznel gerekçelerle müdahaleyi de güvence altına almalıydı ki, egemenlik eylemleri kolaylaşsın. Komite bu olanağı şöyle belirtiyordu: "Ambargo ve benzeri önlemler önerilemez, ancak süre giden derin adaletsizliklere karşı ve yalnızca masum sivillerin temel ihtiyaçlarının karşılanması koşuluyla ambargo uygulanabilir." Yabancı ülkelerde adaletin sağlanıp sağlanmadığına karar verme yetkisinin bir devletin bir resmi bürosunda kararlaştırılmasına dayandırılmasının olanaksız olması gerekirken, özellikle son on yılın önemli adımlar atıldı ve Fener Rum Patrikhanesi, dünya Ortodoksluğunun merkezi olma ve Ortodoks kilisesinin etkisini ortadan kaldırma yönünde Amerikan ortodokslarının ve T.C hükümetinin de desteğini aldı. 667 Final Report of the Advisory Committee. www.state.goc/toww/global/human~ rights/990517-reportuygulamalarında, Birleşmiş Milletler kararına bile gerek duyulmadan yapılanlar düşünülürse, olsa olsa bir çete hukukundan söz edilebilir.
ABD, dış ülkelerdeki misyonlarını, bulundukları ülkelerle ilgili "İnsan Hakları Raporları"nın yanı sıra, "Din Hürriyeti Raporu" hazırlamakla görevlendirdi. 1998 yılında da Amerikan Kongresi'nden devlet sekreterliği (Dışişleri)ne bağlı, "Uluslararası Din Hürriyeti (IRF) Bürosu" ve "Uluslararası Din Hürriyeti Danışma Komitesi (IRFAC)" kurulmasıyla ilgili bir karar çıkartıldı. Yeni kurumlaşmanın gerekçesi olarak ABD'nin kuruluşunun temelinde dinsel kurumların bulunduğunu ve Birleşik Devletlerin dünyada din hürriyetini gözetleyerek yaptırımlarda bulunma hakkı bulunduğu belirtildi. Büronun başına Vietnam'da görev yapmış deniz pilot yüzbaşı Robert Seiple büyükelçi olarak atandı. [668] Seiple, askerlikten sonra Protestan kiliseler birliğinin yardım örgütü olan World Relief (WR)'in uzun yıllar başkanlığını yapmıştı. Bu yardım kuruluşunun dünyanın çeşitli ülkelerinde 47 şubesi bulunmaktadır. Örgüt asıl ününü Güney Amerika'da CIA işbirliğiyle yapmıştı.
MEZHEPLER KOMİTESİ
Danışma komitesinin başkanlığında Musevileri temsilen "Religious Action Center of Reform Judaism (Musevilik Reformu Dinsel Eylem Merkezi) Başkanı Haham David Saperstein getirildi. Başkan yardımcılığını George Washington Üniversitesi Hukuk Merkezi Dekanı Michael K. Young üstlendi. Etik ve Halk Politika Merkezi Başkanı Elliot Abrams, Bulgaristan'da bazı partileri desteleyerek demokrasiye önemli katkılarda bulunmuş olan AEl (Amerikan Girişimciler Enstitüsü) Başkan Yardımcısı John R. Bolton, Birleşik Devletler Bahai Milli Ruhani Cemaati Dış İlişkiler Sekreteri Firuz Kazemzade, Newark Piskoposu Theodore McCarrick, CIA'in propaganda aygıtı Freedom House'un Din Hürriyeti Merkezi yöneticisi Nina Shea, Washington Yüksek Mahkemesi yargıcı Charles Z. Smith ve MWL (Müslim Women's League /Müslüman Kadınlar Ligi) eski başkanı Leyla El Marayati üyeliklere atandı. [669/ 670] Elliot Abrams, Nikaragua-Iran-Contra operasyonunda ve birkaç yıl süren Venezuela "project democracy" ön uygulaması sonucunda, 2002 baharında, seçilmiş devlet başkanına karşı askerlerin de karıştığı darbe operasyonunda hep yönetici konumda bulunmuştur. Elliot Abrams, Türkiye (1984), Panama (1985), 668 White House announcement On R. Seiple Nominatton, 01-07-99, usis.it/usembvat/Files/H T/99010707.htm 669 "President Clinton names three to the US Commission on International Religious Freedom" Muslim Women's League, May 1999, mwlusa.org/ newsclinton599.shtml. 670 Caq, 1990, Number.33, s.26ve Number :35, s.31. Nikaragua (1986), Honduras (1986) uygulamalarında görev almıştır.[671] İran-Contra operasyonunu yöneten üçlü eşgüdümcüden biri olan Reagan'ın Dışişleri Bakan Yardımcısı Abrams, "gladyatör" olarak ün salmıştır.
Onun işi özellikle Orta Amerika'daki ABD bağlısı diktatörleri desteklemek olmuştur. ABD tarafından eğitilen ölüm taburları, El Salvador'da sivil halkı, silahsız köylü kitlelerini, işkenceden geçirmiş, ırza saldırmış ve toplu kıyım gerçekleştirmişlerdi. Birleşmiş Milletler Araştırma Komisyonu, yalnızca El Salvador iç savaşında 22.000 olay arasında ABD tarafından desteklenen diktatörün adamlarının yarattığı olayların oranını %85 olarak saptamıştır. ABD yanlısı katliamcıların silah masrafları büyük oranda kokain ticaretiyle karşılanmıştır. Abrams, ABD soruşturma komisyonu ve CIA müfettişlerinin raporlarıyla ortaya çıkan ve doğrudan Reagan'ın onayını içeren bu kirli işlerle ilgili soruşturmada yalan ifade verdiğinden hapse girmek üzereyken, George Bush tarafından bağışlanarak hapis yatmaktan kurtarılmıştı. [672] Cumhuriyetçilerin en önemli adamı Elliott Abrams, Demokratların Başkanı Clinton tarafından Din Hürriyeti Komitesi'ne atanmıştı. 2001 yılında George Walker Bush Jr., başkan olunca, Abrams, Milli Güvenlik Komitesi'nin Demokrasi, İnsan Hakları ve Uluslar arası Operasyonlar bölümünün başına getirilmiştir. Abrams'ın ilk işi özgün deneyimlerinden yararlanarak Venezuela'da askeri darbe örgütlemek oldu.[673] Eliot Abrams oğul Bush Jr. başkan olunca NSC'de görev almakta gecikmedi.
Irak'ın işgali ve İsrail'in Filistin'i yıkma girişimcilerinin de destekçisi oldu. American Jewish Committee'nin yayın organı Commentary'nin baş editörlerinden Norman Podhoretz'in damadı olan Elliot Abrams, Paul Wolfowitz, Richard Perle ve Douglas Feith ve David Wurmser ile birlikte İsrail Likud partisinin başta gelen destekçisi ve savaş teorisyenleri olarak anıldılar.[674] Dünyanın dininden sorumlu komite başkanı Haham David Saperstein ise, İsrail destekçisi Yahudilerin en önemli örgütü ADL (Anti Defamation League of B'nai B'rith) ve AIPAC yöneticilerindendir. Reagan demokratlarını barındıran AEI (American Enterprise lnstitute) Başkan Yardımcısı John R. Bolton ise 1990'da Bulgaristan iç siyasetinin yönlendirilmesinde görev almıştır.[675] 671 Caq, 1983, Number.18, s.4; 27- 1987, s.66 ve 1994, Number.48, s.61. 672 David Corn, "Eliott Abrams: It's back!" The Nation, July 2, 2001. 673 David Corn, "Our gang in Venezuela" The Nation, August 5, 2002 674 Patrick J. Buchanan, whose War?, The American Conservative, March 24, 2003 675 caq, 33-1990, s.26; 35-1990, s.31.
AL MARAYATİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NE KARŞI
Komitenin en dikkat çekici bir başka üyesiyse Leyla alMarayati idi. Marayati, ABD'yi Pekin ve Varşova Dünya Kadınları toplantılarında temsil eden delegelerden biriydi. Leyla El Marayati, bu toplantılarda Türkiye'yi dindarlara baskı uygulamakla, barbarlıkla suçlamış; Avrupa Güvenlik ve İşbirliği İnsani Boyutlar Konferansı'nda Recep Tayyib Erdoğan'ı savunmuş ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Müslüman subayları ordudan attığını ileri sürmüştü. Merve Kavakçı olayında Türkiye'yi kaba bir dille suçlamaktan geri kalmayan Leyla al-Marayati, kadınları Türkiye'yi protesto etmeye çağırmıştı. [676] Marayati, SUM (Sisters United for Merve) yani, "Merve için birleşmiş kız kardeşler" örgütünü kurmuş, Akev (Whitehouse) önünde gösteriler düzenlemiş, direniş çağrısında bulunmuş ve Batı dünyasını Türkiye'ye karşı kışkırtmaya çalışmıştı. Leyla Al-Marayati'nin eşi Salam al Marayati, Müslüman Halk İlişkileri Konseyi ve Güney Kaliforniya İslam Merkezi yöneticisidir. Hizbullah'ı destekleyen çıkışlarıyla ünlüdür. 1998 yılında ABD başkanınca Karşı Terör Komitesi'ne üye olarak atanmasının hemen ardından başlayan tepkiler üzerine komiteden çıkartılmasıyla adından çok söz ettirmişti.[677] William J. Clinton tarafından 'Büyükelçi' sanı verilen Robert Seiple yönetimindeki Din Hürriyeti Bürosu, hızla çalışmaya başladı ABD dışişleri sekreter yardımcılarından Harold Hongju Koh'un Temmuz 1999'da Türkiye ziyaretinde belirttiği gibi, 'din hürriyeti' sorunlarını yerinde teftişle yükümlü olan Seiple, Kasım 1999'da Türkiye'ye geldi ve Başbakan Yardımcısı tarafından kabul edildi.
1999 Ülkeler Din Hürriyeti Raporları, 9 Eylül 1999'da ABD senatosuna sunuldu. Raporlarda, ABD'nin kendisi dışında tüm ülkelerde yapmış olduğu gibi, ülkelerin nesnel koşullar hiçe sayılarak ülkelerin iç işlerine şu ya da bu şekilde müdahale etmenin sözde gerekçeleri de yaratılmaya başlanıyordu. Kendi ülkelerinin iç düzenine muhalif olan gruplar, ABD gibi bir kurtarıcı bulmuş olmaktan mutlu olduklarından, yaşadıkları ülkelerini Amerikan misyonerlerine ihbar etme fırsatını kaçırmamalarının yanında, dünya egemeni olarak gördükleri ABD devlet aygıtı tarafından desteklenmekten de son derece hoşnut kaldılar. Amerika'da yerleşik İslam dernekleri de bu fırsatı kaçınmadılar.
HAMAS sempatizanı olarak bilinen ve direktörlüğünü eski IAP (Islamic Association for Palestine) elemanlarından Nihad 676 Laila Al-Marayati, "Mockery of Democracy in Turkey" The Religious News Service için 24 Mayıs, 1999'da yazılan yazıdan Muslim Women's League; mwlusa.org/news turkey599.html 677 "Salam Al Marayati & the National Commission on Terorism" mpac.org /main_ frame, html. Awad'ın üstlendiği CAIR (Councill on American islam Relations/Amerika İslam İlişkileri Konseyi)'in başını çektiği diğer Amerikan Müslüman'ı örgütlerinin temsilcileri büroyla yaptığı aylık toplantılarda ve Dışişleri Sekreteri Madeleine Albrigth'la yaptıkları toplugörüşmelerde Türkiye'de dindarlara baskı yapıldığını, Merve Kavakçı olayını örnek göstererek belirtmekle yetinmeyip, ABD'nin Türkiye'ye baskı yapmasını, hatta ekonomik yaptırımlar uygulamasını istemekten geri durmamışlardır. Bu girişimlerin ilk sonuçları Din Hürriyeti Türkiye Raporu'nda görüldü ve Şubat 2000'de ABD Senatosu'na sunulan 1999 Türkiye insan Hakları Raporu'nda somutlaştı. İnsan Hakları Raporu'nda Merve Kavakçı'nın izinsiz olarak "başka bir ülkenin vatandaşı" olmakla suçlanıp T.C vatandaşlığından çıkarıldığı belirtildi.. Birleşik Devletler'in resmi belgesinde, ne ilginçtir ki; bu başka devletin 'ABD' olduğu yazılmamıştı. Aynı raporda Malatya'daki gösterilere yer verilerek, göstericilerin sayısının on bini bulduğu belirtilerek dindarların gerçekten baskı altında tutulduğu ve sayılarının da az olmadığı izlenimi veriliyor ve olayların çatışmaya dönüştüğü de vurgulanarak devletin baskısının derecesi gösteriliyordu.
Aynı raporda Recep Tayyip Erdoğan'ın, "şiir okuduğu için" hapse atılan 'İstanbul'un ünlü belediye başkanı" olarak tanıtılması, resmi bir belgede iç siyasete taraf olunduğunu göstermesi bakımından ilginçti. [678] Din Hürriyeti bürosunun etkisinin raporda en ilginç yansımalarından biri de Fethullah Gülen' den "ılımlı İslami Lider" olarak söz edilmesi ve bu lidere karşı bir kampanya başlatıldığının belirtilmesiydi. Türkiye'de Hıristiyanlık propagandasının polisçe engellendiği, kiliselere baskı yapıldığı gibi konular ise hazırlanmakta olan kargaşa zemininin ipuçlarını vermektedir. ABD'ye göre; bazı ülkelerde, özellikle Türkiye'de, dinsel egemenlik peşinde koşmak, o ülkenin egemeni olan devleti yıkma etkinliklerinde bulunarak, egemen devletin sınırlarını, bölgesel din devleti, Osmanlı tipi yeni devlet örtüsü altında yıkmaya kalkışmak, "Din Hürriyeti" ve dahi "İnsan Haklan" kapsamında değerlendirilmektedir. ABD bunu yapmakla yükümlüdür; çünkü çıkarları bunu emretmektedir. Oysa ABD'yi ne mahallenin cinsi ve cibilliyeti ne de satılacak salyangozun miktarı pek ilgilendirmiyor: Bu nedenle Din Hürriyeti Raporu'nun etkisi olmayacağı gibi bir düşe kapılmak yersizdir. Üç tipik örnek, işin ciddiyetini göstermesi bakımından ilginç olacaktır: 678 RTE, Kasım 2002'de, dünyanın en büyük devletinin resmi raporlarında kendisine böylesine önem verilmiş olmasını görmediğinden olsa gerek. Leyla Zana'yı soran Avrupalı yöneticilere "Ben bir şiir yüzünden hapis yattığımda benimle ilgilenen olmamıştı," diye açıklamalarda bulundu.
SİYASİLER SENARYOYU TÜRKİYE'DEN GİZLİYORLAR
Haziran 2000'de toplanan Birleşik Devletler Uluslararası Din Hürriyeti Komitesi'nin Rusya, Çin ve Sudan'ı değerlendirmeye almış ve bu ülkelere yaptırım uygulanmasını istemişti. ABD yönetimi Çin'e yaptırım uygulanmasını reddetmiş ve Amerikan Kongresi de bu isteğe uyarak Çin'e normal ticaret statüsü tanınmasını onaylamıştı. ABD yönetimi Çin'in cezalandırılmasına karşı çıkarken, Sudan'a ambargo uygulanmasını onaylıyordu. Bu sonuçlardan mutlu olmayan Amerika'da yerleşik Müslüman Örgütleri bir bildiri yayınladılar ve Sudan'daki durumun din hürriyeti sorunu olmadığını, sorunların ayrılıkçı güçlerin ABD yönetimince desteklenmesinden ve ayrılıkçı iç savaşın sürdürülmesinden kaynaklandığını, bu yüzden Sudan'a ambargo uygulanmaması gerektiğini ileri sürdüler. Aynı örgütler ABD yönetimiyle ters düşmemek için komisyon raporuna karşın Çin'e yaptırım uygulanmamasından söz etmezken, Türkiye hakkında düzenlenmiş olan "Din Hürriyeti 1999 Türkiye" raporunun değerlendirilmeye alınmasını ve yaptırım uygulanmasını istediler. Bu örgütlerin arasında yer alan AMC (American Müslim Council /Amerikan Müslüman Konseyi, MPAC (Müslim Public Affairs Councill /Müslüman Halk İşleri Konseyi) ve CAIR de bulunuyordu. AMC, Fazilet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan'ın, 1999 sonbahar gezisinin ardından, 2001 baharında yaptığı Amerika gezisinde ev sahipliği görevini üstlenerek, onun konferanslarını düzenlemişti.[679] CAIR ise Türkiye'ye karşı oluşturulan kampanyanın başını çekmiş ve özellikle Merve Kavakçı olayında diğer örgütlerle birlikte ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Korbel Albright ile toplantılara katılmış, ABD'nin Türkiye üstündeki gücünü kullanmasını ve baskı uygulamasını istemişti. Amerika'da yerleşik örgütler, Din Hürriyeti Komisyonu'nun Sudan ile ilgili baskı kararlarına karşı çıkarlarken, onların Türkiye'deki İslamcı dostları sessiz kaldılar. "Amerikan tipi laiklik" isteyen bu çevrelerin suskunluğunun vefa duygularıyla bir ilgisi olup olmadığı bilinmez ama yakın geçmişte olup bitenler bu durumu bir parça aydınlatabilir. 679 TP, kendini ABD'ye anlatacak" Hürriyet, 25 Ekim 1999.
ŞİKAGO VE GEORGETOWN'DA ONUR ÖDÜLÜ
"Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden, destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. (..) Bu realite kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada, burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı." Fethullah Gülen.[680] Şikago, 5 Eylül 1998, Çarşamba günü ISNA (Islamic Society of North America/Kuzey Amerika İslami Cemaati)'nın kongresinin yapıldığı binanın 4 numaralı salonunda toplananlar, önemli bir olaya tanık oldular.
Bu olay, aynı kongrede Beşir Atalay'ın "Civil Society: An Islamic Perspective" başlığı altında Allah'ın rehberliğinde 'sivil' toplumun nasıl kurulacağını anlatmasından ve Yusuf Ziya Kavakçı'nın "Living with Dignity in Müslim Families" başlıklı tebliği sunarak evlilik ve boşanma konusuna aydınlık getirmesinden daha önemliydi.[681]
Türkiye Cumhuriyeti Milli Güvenlik Kurulu'nun kararlarının ardından başbakanlıktan istifa etmiş olan Necmettin Erbakan'a bir ödül verilecektir. Türkiye'de kimi çevrelerce, demokrasi karşıtı, şeriatçı gibi yakışıksız suçlamalarla karşılaşan Erbakan'a layık görülen "ISNA Human Dignity Award," yani “İnsanlık Onuru Ödülü' nün gerekçesi şöyle açıklanıyordu:
Nevval Sevindi, "Fethullah Hoca ile New York sohbeti-4" Yeni yüzyıl, 23 Temmuz 1997. 681 Beşir Atalay, 3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP'den milletvekili olduktan sonra Abdullah Gül başbakanlığında kurulan hükümette Devlet Bakanı oldu.
Beşir Atalay, Kırıkkale Üniversitesi rektörüyken kökten dinci kadrolaşma gerekçesiyle 15 Aralık 1997'de Denetleme Kurulu raporuna dayanılarak YÖK tarafından görevden alınmıştı. Bu görevi sırasında, tez kitabı kapağına İmam Humeyni'nin resmini koyan doçenti sağ kolu yaptığı ileri sürülmüştü.
Beşir Atalay, İran devriminin ardından İran'a vizesiz giden öğretim görevlilerindendir. Atalay, Necmettin Erbakan'ın dünürünün sahip olduğu YİMPAŞ zincir marketler şirketinin danışmanlığını yaptıktan sonra ANAR araştırma şirketini kurmuştur.
Erdal Bilallar, Devlet Bakanı Prof. Dr. Atalay, Star,12 Kasım 2002, "Necmettin Erbakan, şimdi yasaklanmış olan Refah Partisi'ne bir seçim zaferi kazandırmış, laik askeri cunta tarafından görevinden uzaklaştırılmadan önce Türkiye'ye İslami demokrasiyi tattırmıştır. ISNA ödülü Necmettin Erbakan'a, İslam’a ve Türkiye'ye yapmış olduğu hizmetler nedeniyle verilmektedir." Türkiye'de politika yapmasının engellendiği belirtilen Erbakan'a ödül verilmeden önce bir kutlama mesajı da okundu.
Bu kutlama mesajı 'İslam Orduları Başkumandanı' Muammer Kaddafi'den değil, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore'dan geliyordu. Ödül töreninin ardından "Gelecek Bin Yılda Müslümanlar" konferansına geçildi. Bu konferansı Eski Alman Büyükelçilerinden ve NATO eski İstihbarat Direktörü Wilfred Murad Hoffmann verdi. Hoffmann, İstanbul'da oturuyor, günlerin çoğunu ABD'de İslamiyet konferanslarında geçiriyor. Hoffman'ın Türkiye değerlendirmesi, onun Türkiye Cumhuriyeti'ni yaşanacak bir mutlu ülke olarak seçmiş olmasıyla çelişiyor.
Hoffmann, Türkiye'de temel düzenin değişmesinin gerekliliğini Christian Science Monitör’e şu sözlerle açıklıyordu: "İslami gruplar, Türkiye'de olduğu gibi, asker destekli hükümetler için bir tehdittir. (..) İslami gruplar, demokratik sürece ve İslam hukukunu getirerek statükoyu değiştireceklerdir. (..) Bazılarınca radikal denilen, bu hareketlerin ülkelerde var olan tek muhalif siyasal hareket olduğu söylenebilir."[682] İleriki sayfalarda adını sıkça duyacağımız ve daha yakından tanıma olanağını edineceğimiz Georgetown Üniversitesi'ndeki CMCU (Center Müslim Christian Understanding /Hıristiyan Müslüman Anlayış Merkezi), Türkiye rejimine muhalif ne denli örgüt ve Kişi varsa, konferans adı altında yaptığı toplantılarda buluşturmakta oldukça hünerlidir.
İşte bu merkez, 30 Ağustos 2001'de ISNA ile birlikte Erbakan'ı bir kez daha konuk etti. Erbakan, ISNA'dan ödül almaktan onur duyduğunu belirtirken, Merve Kavakçı, yaptığı konuşmada "Erbakan, Türkiye'de bizim Başkomutanımızdır!" diyerek, örgütlenmeye hangi yönetsel düzenden baktığını gösterdi. Oysa, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi, Erbakan'ı "Başkomutan yardımcısı" olarak ilan etmişti. Ne 1998 Eylülünde verilen ödül, ne Hoffman ve ne de ISNA Şura Üyesi Yusuf Ziya Kavakçı, Türkiye'deki laiklik yanlısı, demokrat, sağcı, solcu, milliyetçi, Atatürkçü çevrelerin ilgisini çekmemişti. O sıralar Türkiye, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın erken seçim isteğini tartışıyor, camilerde kılman toplu namazların ardından caddelere, sokaklara, meydanlara taşan türban eylemlerini ile 682 Laura Kay Lrozen, İslam Drews New Fire From Turkey’s Army, CS Monitor April 8, 1998 ilgileniyor ve fakat yeniçağda ABD'nin dış politikasının yollarını aydınlatacak olan "Uluslararası Din Hürriyeti" yasasının Amerikan kongresinde onaylanmasıyla hiç ilgilenmiyordu.
Oysa seçim gibi önemli siyasi gelişmeler de başörtüsü eylemleri de yuvarlaklaşan dünyanın lideri olduğu belirtilen devlette olup bitenlerden bağımsız olamazdı. Her şeyi İran'ın kotardığını ileri sürerek, Washington'a gözleri yummakla, kulakları tıkamakla, yanıltma aracı olarak kullanılan "yeşil kuşak" teorileriyle işin içinden kolayca sıyrılmak varken, Türkiye'yi bilgilendirmeye ve gerçek düşünce özgürlüğünün önünün açılmasını sağlayacak olaylardan söz etmeye gerek görülmüyordu. ABD, küresel egemenliğe engel olacak güçleri etkisiz kılma amacının gölgesinde, kendisini din ve inanç hürriyetinin bekçisi ilan ederken, bu kendinden menkul yetkiye sözde tarihsel kaynak yaratma çabasıyla, kendisini "dünya lideri" olarak selamlamaktan çekinmiyordu. Yasa gerekçesinden okuyalım: "Din hürriyetinin yaygınlaştırılması ve (bu hürriyetin) baskı altında tutulmasına karşı çıkma görevi temel (olarak) Amerikan değerleri içindedir ve Birleşik Devletler'in (politikalarına) uygun, önemli ve gerekli bir dış politika hedefidir. (..)
Birleşik Devletler, evrensel insan haklarına bağlı bir dünya lideri ve değişik dinsel nüfusa sahip bir ülke olduğundan, dinlerin tamamıyla ilgili haklardan (da) sorumludur." Türkiye'ye Osmanlı İmparatorluğu hukuk düzenine dönülmesi gerekliliği belletile dursun; dünya, gerçek yapısı olan kürelikten çıkıyor, orası burası yamultuluyor; siyasal-dinsel kutup, Washington'daki Akev'e kayıyordu. ABD operasyonlar için uluslararası kurumların kararına başvurmak bir yana, kendi müttefiklerinin onayını bile almaya gerek duymuyordu. Bir gün kendi kapısının da çalınacağını düşünmeyen, adı büyük devletler de suskun seyirciler arasındaydı. Bu suskunluktan güç alan "dünya lideri" de sınır tanımaz oluyordu. Din Hürriyeti Komitesinin kararlarının yaşama geçirilmesinin yolunu-yordamını anlayabilmek için ince, ama çoğunlukla çapraşık sözlerle bezenmiş bir söylemle dile getirilen federal yönetimin görüşlerini okumaya hiç de gerek yok!
Bir tek cümlede özetlenen yöntem yeterince aydınlatıcıdır: "Din hürriyetini geliştirmenin uygun araçları, bir yandan delil toplamayı, rapor düzenlemeyi, öte yandan da etkin politik önlemleri kapsar." "Dünya Lideri"ni benimseyenlerin sayısı her ülkede giderek arttığından, "Delil toplanması" ve bu delillere dayalı raporlar düzülmesi oldukça kolay olacaktı. Gelişmelerden hayli mutlu olacak olan rejim muhalifleri ve NGO'lar, yani kimi ülkelere göre devlet dışı, kimi ülkelere göre de 'ordu dışı' kuruluşlar olarak adlandırılan cemaatler, örgütler ve "project democracy" ye sevdalanmış sağcı, solcu, milliyetçi, muhafazakar, liberal politikacıların gerekli malzemeyi sunmak üzere çaba göstermeleri de umuluyor olmalıydı. Nitekim beklentiler kısa sürede gerçekleşti. Örneğin Eylül 1998 Uluslararası Din Hürriyeti Yasası'nın onaylanmasının üstünden birkaç ay geçmeden, Türkiye'de cemaatler, politikacılar, NGO'cular bir yana, devletin yargı kurumlarının temsilcileri bile bu raporlara veri sağlayacak açıklamalar ve yorumlar yaptılar. Doğrusu, son yirmi yıldır dünyanın dört bir yanında başarıyla uygulanan ABD'nin "Demokrasi Projesi" ne de uyan bu yöntem için ne gizli istihbarat örgütlerinin karanlık ilişkileri ne de yüksek bütçeler gerekiyordu. Bağlı görevliler ve medya elemanları yeterliydi.
Gerekli bilgiler entelektüel bir ortamda; hürriyet, demokrasi ve 'din hürriyeti' tutkusuyla yapılan 'resmi' ya da 'sivil' toplantılarla, sözde bilimsel konferanslarla, ilmi çalışmalarla, vakıfların atölye çalışmalarında kurulan kişiden kişiye dostluklarla elde edilebilirdi. İlk bakışta uygun görülmese de basında yer alan bir örnek toplantı, bu durumu ve küresel bilgilendirmenin altında yatan anlayışı az da olsa aydınlatabilir.
ŞEFFAF GÖRÜŞMELER
Almanya Adalet Bakanı Herta Daubler Gmelin, 24 Haziran 2001'de Türkiye'ye geldi. Bir bakan bir başka ülkenin bakanıyla görüşmeden önce ne yapar? Kendi elçilik görevlilerinden, varsa o ülkede yaşamakta olan kendi yurttaşlarından bilgi alır. Buna diyecek yok! Gmelin, elbette bunları yapmıştır. Ama onun bir avantajı daha vardı. Türkiye'nin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ile görüşmeden önce Türkiye'nin "sivil" temsilcileriyle toplantı yaptı ve Türkiye hakkında 'adalet' ve 'insan hakları' konusunda bilgi aldıktan sonra T.C Adalet Bakanı'nın karşısına donanımlı olarak Gmelin, Almanya'nın İstanbul Konsolosluğu'nun Tarabya'daki konuk evinde özel çağrıyla gelen 10 kuruluş temsilcisiyle, saat 11'de başlayıp dört saat süren bir toplantı yaptı.
Toplantıya, zamanının İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, Türkiye'nin AİHM'deki eski avukatı ve Siyasal Bilgiler Öğretim Üyesi ve "Türkiye'nin avukatlığını yapmaktan utandığım zamanlar oldu" diyen Bakır Çağlar, İHD İstanbul Şubesi Başkanı Eren Keskin, DİSK Genel Koordinatörü Ahmet Asena, yazar Aydın Çıngı, Bilgi Üniversitesi'nden Rona Aybay, SODEV, Sosyal demokrasi Vakfı kurucusu, Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi, Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarı Deniz Kavukçuoğlu, KA-DER Başkanı Zülal Kılıç, TÜSES Genel Sekreteri, CHP Beşiktaş İlçe Örgütü üyesi Nilüfer Mete, Türkiye Toplumsal Tarih Vakfı Genel Sekreteri Orhan Silier katıldı.Toplantı basına kapalıydı. [683] Eren Keskin, Aydınlık dergisinin sorularını yanıtlarken, toplantıya katılma gerekçelerini şöyle açıklıyordu: ''Alman Adalet Bakanı bir gün sonra devlet yetkilileriyle görüşecekmiş.(..) Türkiye'nin sorunları, insan hakları ihlalleri, sınıfın hak ihlalleri ile ilgili görüşlerimizi sordular. Biz de anlattık. (..) Alman Bakan özel olarak bu soruyu sormadı ama tartışma bununla başladı. FP kapatıldıktan sonra Meclis'teki değişiklikler güncel olduğu için tartışıldı. (..) Ben de esas olarak Türkiye'de sistemin bir sorun olduğunu, Türkiye'de siyasi partilerin siyasetin gerçek belirleyeni olmadığını, siyasetin gerçek belirleyeninin Genelkurmay olduğunu söyledim. Bunun üzerine, Türkiye'deki sistem yapısı üzerine derin bir tartışma başladı." Bu özgürlük anlayışı karşısında söylenebilecek bir şey yok. 683 Aydınlık. 8 Temmuz 2001 448
PETROL ZİFTİNE BULANMIŞ DİN HÜRRİYETİ
'(Uluslararası Din Hürriyeti) Danışma Komitesi, Dışişleri Bakanlığı'na, din hürriyeti konularını, hem 'Birleşik Devletler Uluslararası İlişkiler Stratejik Planına ve hem de Birleşik Devletler Dışişleri Stratejik Planı' na dahil etmesini şiddetle önerir." Final Report of the Advisory Committee.[684] Eylül 1999 başlarında, aralarında Koreli, Kolombiyalı ve Amerikalıların da bulunduğu bir grup yabancı, Bakü'deki adalet makamlarınca gözaltına alındı. Mahkeme, Protestanlık örgütlenmesiyle adam devşirdikleri gerekçesiyle bu yabancıların sınır dışı edilmelerine karar verdi.[685] Dünyanın sırtında bağımsız ve egemen bir devlet tutumu olamayacağından, Azerbaycan güvenlik kurumları ve mahkemeleri, Amerika ve Batı Avrupa misyoner örgütlerince, din hürriyeti ilkelerine aykırı davranmakla suçlandılar. ABD'nin Bakü elçisi, soluğu Haydar Aliyev'in karşısında aldı. [686] Azerbaycan güvenlik kurumları ve adliyesinin takındıkları tavır, KGB artıklarınca kışkırtılmış bir girişim olarak nitelendi. Batılı örgütlere göre bu kışkırtıcıların amaçları elbette Azerbaycan'ın Avrupa ile bütünleşmesine engellemekti.[687] Zaten hep böyle yaparlardı bu kışkırtıcılar.
Türkiye'de de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Toplantısı arifesinde, tam da Avrupa Birliğine katılınmak üzereyken Ahmet Taner Kışlalı'yı öldürmüşlerdi. Böyle açıklamışlardı durumu siyasetin liberal ve dinci cambazları. Azerbaycan Devlet Başkanı, ABD elçisiyle görüşmesinin ardından yabancı medyacıların huzurlarına çıktı ve "Bu tür olaylar bir daha olmayacak; söz veriyorum" dedi. Bu söz etkisini hemen gösterdi ve 'din hürriyeti' bir kez daha kazandı; mahkeme kararı kaldırıldı. Afrika ülkelerinden Sudan'da durum çok daha farklı gelişti. Sudan, İslam hukuku esaslarıyla yönetiliyordu. ABD'nin hazırladığı 'Din Hürriyeti Sudan Raporu'nda Hıristiyanlara baskı uygulamakla suçlanıyordu. Türkiye'de 'şeriat' yönetimi kurmak amacıyla örgütlenenlere baskı uygulandığı, bu tutumun din ve inanç 684 Final Report of the Advisory, a.g.r. 685 ChristianNet/Compass Direct-09-09-1999. 686 John Boit, Azerbaijani court overturns.., CS Monitor, Now. 26, 1999. 687 Barbara G. Baker - Compass Director, German Lutheran Church Services Halted In Baku, News Release, 7 October 1999, www.ripnet. org/halted.htm hürriyetine aykırı olduğu savunulurken, Sudan'da şeriatçıların etkisindeki bir yönetimin varlığından yakınılıyordu. [688]
Sudan'da 18 yıldır iç savaş sürmekte ve bu savaşın şeriat yönetimiyle falan ilişkisi yoktu. İslami hareket önderi Şeyh Hasan Turabi'nin yönetim üstündeki etkisi son on yılda, Sudan'ın ekonomik çöküntüsüyle ve kitlesel açlıkla birlikte artmıştı. Bu iktisadi çöküntünün en önemli nedeni de ayrılıkçı isyancılara karşı sürdürülen savaşın devlet gelirlerinin yarısını eritmesiydi.[689] Ayrılıkçılar çevre ülkelerden aldıkları destekle sürdürüyorlardı savaşlarını. Ne ki, bu ülkelerin ayrılıkçılara destek verecek parasal güçleri de yoktu. ABD'nin Etiyopya'ya yaptığı yardımların Sudan ayrılıkçılarına aktarıldığı ileri sürülüyordu. CIA, Sudan yönetimine karşı savaşan gruplara geçirilmek üzere, Etiyopya'ya, Eritre'ye ve Uganda'ya askeri malzeme gönderiyordu. Yardımın çoğunu gerilla savaşına yarayacak malzeme oluşturuyordu. Nisan 1996'da CIA Direktörü John M. Deutch üç gününü Adis Ababa'da geçirdi. Ayrıca Eritre'de Sudan yönetimine karşı savaşacak 3000 gerilla eğitilmekteydi.[690] 15 yıldır süren iç savaşta 1,5 milyon insan öldürülmüştü. Ayrılıkçılara karşı sürdürülen savaş için günde bir milyon dolar harcanırken, Sudan'da petrol yatakları iç savaş nedeniyle bir türlü işletilemiyor, ülke iktisadı bozuluyor, açlık nedeniyle kitlesel ölümler sürüp gidiyordu. Bu duruma bir son vermek isteyen Sudan yönetimi ayrılıkçı gruplardan akışıyla uzlaşmaya vardı. Ne var ki, en büyük ayrılıkçı grup olan Hıristiyan silahlı örgüt SPLA (Sudanese People's Liberation Army /Sudan Halkının Özgürlük Ordusu)'nin başkanı John Garang anlaşmaya yanaşmıyordu. Sudan yönetimi savaşı durdurabilmek için güneyde özerkliği bile görüşebileceğini bildirdiğinde, John Garang, ülkenin tümünü istediğini açıklıyordu. Uzlaşmaz tutumunu sürdürmekte direnen Garang'ın ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Korbel Albrigth'la Uganda'da gizlice görüşme yaptığı da biliniyordu.
ABD-Sudan ilişkilerinde 1990 yılına dek derin bir sorun da yaşanmamıştı. Ne zaman ki, Arap- ülkelerinin bir bölümüyle koalisyon oluşturan ABD, Irak'a müdahaleye karar verdi; işte o zaman ilişkiler bozuldu. Sudan koalisyona girmeyi ve Irak'ın bombalanmasını reddetmişti. İşte o andan sonra Sudan kendisini terörü destekleyen ülkeler listesinde buldu. 1998'de Etiyopya'yı ziyaret eden Mısır devlet başkanına suikast hazırlığının ortaya çıkarılmasıyla, ABD'nin 'terörist devlet' 688 Executive Summary, The U.S. Commission on International Religious Freddom, 17-05-2000. 689 "Sudan President Says Civil War Costs Half Of State Budget, February 3, 1999, AP 'den vitrade.com/banking_war_costs_half_gos_budget.htm. 690 The Washington Post, 11/10/1996, a34. listesinde olmanın da sonuçları ortaya çıktı: Suikastçıların, Afganistan'dan geldikleri, Usame bin Ladin'in militanlarından oldukları ve Etiyopya'ya Sudan'dan geçtikleri ileri sürüldü. Sudan bu savları kabul etmedi ve hatta ABD başkanına bir mektup yollayarak bir heyetin Sudan'a gelerek araştırma yapabileceğini bildirmesine karşın ABD federal yönetimi sağırlaşıyordu. Bunun üzerine Sudan devlet başkanı, doğrudan FBI'ya mektup yazarak araştırma yapılmasını istemişti. FBI de sağırdı... Sudan'a komşu ülkelerde ABD elçiliklerine bombalı saldırılar yapılınca da Usame bin Ladin'i desteklemekle suçlanan Sudan'ın bu olayla ilişkisi bulunmadığını belirttiği açıklamalarına aldıran olmadı. ABD jetleri Sudan'da iki fabrikayı 'tomahawk' füzeleriyle vurdu.[691]
ABD, fabrikalardan birinde kimyasal silahla ilgili üretim yapıldığı ileri sürmekteydi. Aslında Sudan yönetimi bu saldırıdan önce bir ABD heyetinin araştırma yapmasını istemişti. Ancak heyetler tomahawk füzelerinin fabrikaları vurmasından çok sonra geldi ve fabrikalardan birinin gerçekten tıbbi ilaç ürettiğini belirledi. İkinci fabrikada ise çocuklar için şeker üretilmektedir. İşin ilginç yanı da burada ortaya çıktı. Şeker fabrikasının sahibi Mustafa S. İsmail, Amerikan vatandaşıydı ve 10 yıldır California'da oturmaktaydı. Fabrika sahibi ABD yönetimi aleyhine tazminat davası açtı. ABD ise füze saldırısıyla ilgili bir özürü bile çok gördü.[692] İşler bununla da bitmedi. Sudan'da Hıristiyanlara zulmedildiğini belirten savlar 'Din Hürriyeti' raporlarına geçirildi. Pek doğaldır ki, ayrılıkçıların zulümleri görmezden gelinmişti. Bu gelişmelerle birlikte şiddet de giderek artıyordu. Sudan'ın ekonomik açmazlardan kurtulması petrol yataklarının işletilmesine bağlıdır.
Sudan'da GNPC (Büyük Nil Petrol Şirketi) kurulmuştu. Şirkete, CNPC ( China National Petroleum Co.) adlı Çin şirketi, Kanada'dan Talisman Energy, Malezya'dan Petronas şirketi ve Sudan'ın Sudapet şirketi ortak oldular. İşin içinde petrol olur da, ABD bu işin dışında kalırsa ne olur? İşte o zaman, insan hakları ve din hürriyeti raporları devreye girer. Sudan olayında da öyle oldu ve yeni "Bin yıl"ın başında ABD başkanı William Jefferson Clinton, bir açıklama yaparak Amerikan şirketlerinin GNPC ile işbirliği yapamayacaklarını bildirdi. ABD Başkanı bununla da yetinmedi ve Kanada hükümetinden Talisman'ın 691 "Tomahawk: U.S. AGM/BGM-109 Cruise Füzesi. Genral Dynamics yapımı. Hızı, 500+mil/saat, menzili 300+ mil (nükleer başlıkla daha fazla); Nükleer ya da HE başlıklı; gelişmiş arazi takip radarlı ve bilgisayarlı. 1982'den beri kullanılmaktadır. (..) yerden, havadan, gemiden ya da denizaltından atılabilir."Greenberg.Tom Companion, s.350. 692 Tina Susman, owner of factory destroyed by U.S. missile plans to sue, The CharlotteObserver konsorsiyumdan çekilmesi için gereğini yapmasını istedi.[693]
ÖNCE PAZAR SONRA "DİN HÜRRİYETİ"
ABD yönetimi baskılarını sürdürürken, ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Din Hürriyeti Bürosuna danışma hizmeti veren Uluslararası Din Hürriyeti Komisyonu da acilen toplandı. Komisyon, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu ülkelerin Din Hürriyeti raporlarını şimdilik bir yana bırakarak Sudan-Rusya ve Çin'in durumunu ele aldı; Rusya'ya, Çin'e ve özellikle de Sudan'a yaptırım uygulanmasını isteyen raporunu sundu. Ayni zamanda Reformist Musevi Cemaati Başkanı da olan Komisyon Başkanı David Saperstein, bir basın toplantısı yaptı. Çin'de din hürriyetinin hiçbir ülkede görülmedik biçimde, çiğnendiğini, işkence yapıldığını belirterek yaptırımları şöylece açıkladı:
1-Çin, ABD ile din hürriyeti kapsamında yüksek düzeyli bir diyalog başlatmalıdır.
2-Çin, Uluslararası Politik Haklar Antlaşmasına uymalıdır.
3-Çin bu komisyona (Uluslararası Din Hürriyeti Komisyonu) ve diğer insan hakları kuruluşlarına, hapislerde ve evlerinde gözetim altında tutulanlar da dahil, din liderleriyle kayıtsız olarak ilişki kurma izni vermelidir.
4-Çin, dinsel etkinlikleri ve inançları nedeniyle son olarak Çin yetkilileriyle birlikte görülmüş olan kayıp kişilerle ilgili istemleri yanıtlamalıdır.
5-Dinsel tutukluların tümü serbest bırakılmalıdır. Bu koşullar, çoğu kişi tarafından son derece insancıl olarak algılanabilir. Ancak, Sudan petrol yataklarının üstünde dolanan din hürriyeti raporu, söz konusu ülke Çin olunca, özellikle ABD'nin içinde değişik tepkilere yol açtı. İlk tepki Amerikan şirketlerinden geldi.
Çünkü ABD Kongresi, Çin'e Normal Ticaret Koşulları uygulanması kararını görüşecektir. Şirketler, Din Hürriyeti Komisyonu'nun ticaretin olağanlaştırılması kararma kayıtlar konulması isteğinin yerine getirilmesi durumunda Çin gibi dev bir pazarın Amerikan şirketlerine kapanacağını ileri sürdüler.
Bu gelişmeler üzerine, konuyu hemen ele alan ABD Dışişleri Sekreteryası, İnsan Hakları ve Din Hürriyeti'nden sorumlu Harold Hongju Koh ve Uluslararası Din Hürriyeti Büyükelçisi Robert Lee Seiple'in birlikte yaptıkları 1 Mayıs 2000 tarihli ortak açıklamayla ABD'nin parasal çıkarlarıyla Din Hürriyeti'nin sınır ilişkisine açıklık 693 Jane Lampman, "Battle against oppression abroad turns to Wall Street" CS Monitor, 6-03-2000. getirdi: "(Komisyon) raporu, özellikle Çin'e tanınacak olan kalıcı normal ticaret konumu (PNTR) ile ilgili kongre kararının insan hakları koşuluna bağlaması gibi Birleşik Devletler'in politik seçenekleriyle ilgili olarak kabul edilemez bir dizi önerilerde bulunmaktadır." Çin pazarının altmış milyara ulaşan çekiciliği, insan hakları ve din hürriyetinin önüne geçivermişti. Bunda şaşılacak bir yan görülmeyebilir.
ABD yönetimlerinin insanlık erdemini yansıtan güzel sözlerle süsleye geldikleri dış politikalarının ülkelere ve çıkarlara göre değiştiğini zaten bildiklerini ileri sürenlere ve ABD'yi ilkesizlikle suçlayacaklara da bir ön yanıt bulan ABD yönetimi, Çin'deki din liderlerini unutmamış olduğunu Koh ve Seiple'in ağzından incelikle açıkladı: "İçtenlikle inanıyoruz ki; (ticari) kısıtlamalar, Çin'deki din hürriyetinin geliştirilmesine ve derinden ilgilendiğimiz din yandaşlarının durumlarının iyileştirilmesine katkıda bulunmayacaktır."[694] Çin'in büyük pazarı söz konusu olunca Sudan'dan esirgenen barışçıl yaklaşım anımsanıvermişti. Sudan'da petrol işletme haklarını ABD'nin onayladığı ya da sevdiği şirketler ele geçirseydi durum değişik olur muydu? Kanada hükümet sözcüsü, Talisman şirketinin çıkarları söz konusu olunca konuya incelikle açıklık getiriyordu: "Kanada'nın (petrol) işbirliği politikası, barışa ve Sudan'daki insani sıkıntıların hafifletilmesine yönelik en iyi yoldur(..) Kanada, işbirliğinin ve diyaloğun Sudan'da barışın sağlanması ve geliştirilmesi için en uygun araç olduğuna inanmayı sürdürmektedir."
DİN HÜRRİYETİ RAPORCULARININ GÜCÜ
Din Hürriyeti Komisyonu'nun görevi yalnızca durumu saptamak değil, aynı zamanda önerilerde bulunmaktı. ABD'de tüm özel ya da resmi kurumların, vakıfların, cemaatlerin, "Think Tank" dedikleri eski istihbarat ve devlet görevlileri güdümündeki derneklerin, araştırma şirketlerinin işi rapor hazırlamaktır. Gerisi, Amerikan Milli Güvenlik Kurulu (NSC)'nun işidir. Dinin de demokrasinin de ticaretin de sınırı orada çizilir. Nitekim öyle de oldu: ABD Kongresi, Din Hürriyeti Komisyonu'nun cezalandırma önerilerine aldırmadı ve Çin'e normal ticaret koşulu tanınmasını onayladı. İşin özü: Din Hürriyeti" petrolün ziftine ve ziftlenenine göre değişiyor. Türkiye'de yazıp çizenler, bloklar arası soğuk savaş (dökülen bunca kana, çekilen bunca acıya karşın neden soğuk 694 On-the-Record Briefing, As Released by the Office of the Spokeman, U.S. Department of State, September 5, 2000. state.gov/policy_remarks /2000/00090S_ koh_2000_irf.html oluyorsa) döneminde üretildiği ileri sürülen "yeşil kuşatma" senaryosunun geçerliliğini ileri sürerek, Türkiye ve bölge için iddialı çözümler üretme kolaycılığıyla kitleleri yanıltırlarken, ABD, 'İnsan Haklan' ve 'Din Hürriyeti' adı altında düzenlediği teftiş raporlarıyla ülkelerin içişlerini karıştırıyor.
Bunların da ötesinde, ortak coğrafi sınırlarını eleğe çevirmek üzere, geçmişin dinsel azınlıklarını ülkelere geri taşıyor, en küçük ırksal topluluğu bile ihmal etmeyerek dinsel inançları kışkırtıyor; toplumların barış ve dayanışma duygularını zayıflatıyor, onların birbirleri içinde erimelerine, kaynaşarak bölünmez bütünlük oluşturmalarına engel oluyor ve bütün operasyonlarını örtmek için yeni bir düşman ideoloji tanımlıyor: Toprak bütünlüğünü korumak, bağımsız, egemen devlet olarak varlığını sürdürmek ABD'nin ve Amerikalılar bir ulustur. Başka yerlerdeyse hep dinsel gruplar, etnik topluluklar vardır. Dünyada din savaşları biteli yüz yıllar oldu. Ne ki, 1980'lerin sonundan başlayarak, önce "Dinler arası diyalog" sonra da, "Dinler arası barış olmadan gerçek barış sağlanamaz," görüşü de bir ilke gibi dayatıldı. Bir zaman bir "yeşil kuşak" söylencesi vardı. Bu söylenceye göre ABD, Sovyetler'i güneyden İslamiyet'le kuşatıyordu. Günümüzde sosyalist Moskova olmadığına göre, yeşil din kuşağıyla şimdi çevrilen nedir? Söz konusu olan; barış ve istikrar içinde birbirleriyle işbirliği yaparak insanlığın geleceğini güvenceye alacak ve Batı dünyasına enerji üreten birer şirket ve açık pazar olmaktan öteye geçme olasılığı bulunan ülkelerin en küçük toplumsal birimlerine dek parçalanması, dağıtılması ve bölgesel işbirliklerinin önünün tıkanmasıdır.
Bu nedenledir ki, Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerine bin yıl önceki dinsel çatışma ortamı anımsatılmakta ve ardından da dinsel diyalog çağrıları yapılmakta, antikleşmiş, birer tarihsel kalıntıya dönmüş bin yıl öncesinin tapınma yapıları yeniden canlandırılmakta; bağımsız ve egemen devletlerin yönetimleri ve kurumları yerine sözde dini liderler ile diyalog kurulmakta; devletlerin merkezi yapıları, sivil girişimi destekleme adı altında "yerel yönetimleri özerkleştirmegüçlendirme vb." projelerle zayıflatılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri dışındaki tüm ülkelerde merkezi yönetimin bulunmaması, toplumların öbeklere ayrılarak yönetimlerinin "Islamic Leader" ya da şeyhlere, ihvana devredilmesidir amaç. Bu nedenle çağın "Dinler çağı" olduğu ilan edilmektedir. Böylece o toplumların çağdaş yaşamdan ve gelişmekten koparılmak, kaynaklarına rahatça el konulmak istenmektedir İç güvenlik duygularının yerine ABD güvenlik güçlerinin bekçiliğine güvenme duygusunu yerleştirmek üzere; sivil-resmi çelişkisi kuramlarıyla ordu ve ordu dışındaki örgütlenmeler, yani sivil toplum örgütleri, ikilemi yaratarak egemen devletleri askersel güçlerini zayıflatmak yöntemi izlenmektedir.
"Kızıl Allahsızlarla mücadele" etmenin ve "bir parmak işaretinden gerektiğinde bir sürü anlamlar çıkarıp o kızıl vatansızların üzerine"[695] gitmenin; görece bağımsızlaşmak isteğiyle yönetime geçen, yalnızca "sol" eğilimli değil, "ılımlı sağ" ve "liberal" eğimli siyasal akımları durdurmak, serbest seçimlerle işbaşına geçmiş olan yönetimleri acımasızca, bazen kan dökerek, şiddet kullanarak devirmenin geride kaldığını düşündürmek istiyorlar. 1980'lerin ortalarından bu yana "Din Hürriyeti" ve "İnsan Haklan"nı ABD'nin ve Batı' nın istediği gibi uygulamayan yönetimlerin ve rejimlerin yıkılması amacıyla her türlü ulusçuluğun karalanması, gerekirse "ırkçı-faşist" denilerek şiddetle bastırılması yöntemleri geliştiriliyor. Askeri işgaller bu örtü altında yapılıyor. Türkiye'de ve bölgede olup bitenleri "irtica tehdidi" ile açıklama kolaycılığına kapılmamak, ABD'nin "İnsan Hakları-Din Hürriyeti" senaryosunun içeriğini görebilmek yakın geçmişe Amerika'dan bakmakla olanaklıdır.
Ancak o zaman; Türkiye'de, çoğunlukla "takiyye" olarak adlandırılan tutumların, "Dini politikaya alet etmek" ile suçlanan politikacıların davranışlarının, "siyasal İslam" ideologlarının ve ABD yönetiminin "yeni bir dinler çağına giriliyor" türü aforizmalarının altındaki derin petrol kuyuları görülebilir. Petrol kuyularına yürünen hatta çevre temizliği için gerekli olan parçalanmanın birinci koşulu, Lozan antlaşmasındaki gayri Müslim topluluk kapsamına Müslümanları da katarak etnik mozaikleşmeyi örtülü olarak genişletmektir. Türkiye bu girişimi irtacanın desteklenmesi olarak algılama yanlışlığına sürüklenirken, Batı dünyası içerdeki yardımcıları aracılığıyla bölme işleminin altyapısını oluşturma yolunda önemli adımlar atmaktadır. Senaryonun sonunda başarıya ulaşılacak ve Lozan antlaşmasını aşağılayan hilafetçilerle "project democracy" ağının yerli aktörleri aynı noktada buluşacaklardır.[696] 695 "Dinimiz ile ırkımız arasına kimse girmesin" Nuh Gönültaş, Zaman, 11 Temmuz 1999 696 Türkmenistan devleti de tıpkı Sudan gibi, petrol işletmeleri için Malezya şirketi ile anlaşma yaptı. Türkmenistan'da kurulmuş olan sivil örümcek ağının da yardımıyla "kadife devrim" adı verilecek bir rejim değişikliği beklenebilir.
LOZAN'DAN 78 YIL SONRA "MÜSLÜMAN AZINLIK HAKLARI
"Türkiye'nin AB'ye üyeliği Anadolu'da önceden var olmuş Hıristiyan toplumların yaşadığı bölgelerde yeniden Hıristiyanların yasamasına izin vermelidir. Eğer AB üyeliği bunu müsait kılarsa ve Hıristiyanlar yaşadıkları bölgelere tekrar yerleşirlerse, o zaman patrikhane de o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açılmalarını düşünebilir" Bartholomeos, 7 Mayıs 2000. Kürsüye çıkan bayan delege, konuya uluslararası antlaşmaların ihlal edildiğini ileri sürerek başladı: "Türkiye'de azınlık dinsel toplulukları önemli güçlüklerle karşılaşmakta, şiddet ve barbarlık eylemlerinin hedefi olmaktadırlar. Toplumun çoğunluk Müslümanları bile bazı dinsel etkinliklerini ya da ibadetlerini yerine getirmekte kısıtlamalarla karşılaşmaktadırlar. " Amerika'yı temsilen gelen bayan delege yalnızca Müslüman azınlıklara değil, aynı zamanda Hıristiyan azınlıklara da sahip çıkarken asıl hedefin T.C devletinin kuruluş sözleşmesi olan Lozan Antlaşması olduğunu saklamıyordu: "1923 Lozan Anlaşmasına göre, azınlık dinleri, ibadet hizmetlerini genişletmek üzere yeni mülkler edinememektedirler.
Hatta Ekümenik Patrikliğin Halkı (Heybeli) Manastırı ve Ermeni Apostolik Ortodoks Kilisesi'nin Kutsal Haç Manastırı gibi bazı tanınmış topluluklara ait mülkler bile kapalıdır ve kullandırtmamaktadır. "[697] Konuşmacı, bu sözleriyle Lozan Antlaşması'nın değiştirilmesine değindikten sonra asıl amacını şöyle açıklıyordu: "Başka durumlarda, dinsel topluluklara ait mülklere devlet tarafından hiçbir bedel ödenmeden el konulmuştur.' 697 "Statement of Dr. Laila Al-Marayati, U.S. Delegation to the OSCE Implementation Meeting on Human Dimension Issues, October 27, 1998 US. Statements on The Human Dimensions, Compiled by the Staff of the Commission on Security and Cooperation in Europe, house.gov/csce/speechesfor Warsaw 1993.html Batı Avrupa ve Yunanistan ile işbirliği yapan Hıristiyan cemaatlerinin ve iç yönetime doğrudan karışmaktan çekinmeyerek, işgal gerekçesi arayan devletlerin isteklerini andıran bu sözler, 1910'ların ya da 1930'ların bildirilerinden alınmış değil. 27 Ekim 1998'de Varşova'da yapılan Uluslararası İnsani Boyut Konferansı'nda kürsüde konuşmasını heyecanla sürdüren kadın delege, Din Hürriyeti yasasının hakkını eksiksiz veriyordu: "İnançlarını kamuoyuyla paylaşmak isteyen Eylemci Müslümanlar ve Protestanlar huzuru bozdukları gerekçesiyle hapse atılmışlardır.
Eskişehir caddelerinde İncil dağıttıkları gerekçesiyle sekiz Amerikalı tutuklanmışlardır." Konuşmacı, Türkiye'de Hıristiyan'lara baskı yapıldığını, kilise mülklerine el konulduğunu belirterek konferans katılımcılarının desteğini aldıktan sonra, daha da ileri gidiyor ve şu vurguyla, devletlerin T.C'nin içişlerine karışmaya kışkırtmaktan da geri kalmıyordu: "Türkiye'de meclis zorunlu laik ilköğretim süresini uzatarak, devlet tarafından kurulmuş olan İslami eğitim düzenini yok etmek üzere önlemler içeren (bir) yasa çıkarmıştır." Konuşmacı, 28 Şubat 1997 ve 8 yıllık eğitim kararlarından amacın, dine saldırmak olduğunu açıkladıktan sonra, tarikat örgütlenmesini durdurmaya çalışan suçluları da ilan ediyordu: "Türkiye'de bazı Müslümanlar, ordu ve hükümet tarafından 'aşırılar' olarak adlandırılmakta ve çok yaygın bir ayırımcılık güdülmektedir."
Bu sözlerin, konferansa katılan Türkiye delegeleri bir yana, devlet yöneticilerince suskunlukla karşılanması büyük bir siyasal gafın ötesinde, ulusal yaşamımıza saldırı sayılmaması, üzerinde önemle durulacak bir konudur. Çünkü bu sözler bir iç karışıklığa ortam hazırlayacak niteliktedir. Buradan çıkarak Türkiye Cumhuriyeti'nin Lozan'da kazanılmış haklarını, yeniden tartışmaya açan 'Din Hürriyeti' senaryosunun açık bir örneğini sunan konuşmacı, Türkiye'deki payandalarını ve kimlere destek çıkıldığını açıklıkla belirtiyordu: "(Türkiye'de)Siyasi katılım önemli ölçüde reddedilmektedir: Refah Partisinin bu yılın (1998) başında kapatılması ve son bir kanıt olarak İstanbul Belediye Başkanı Erdoğan'ın yasaklanması (bunlara) bir örnektir. Müminler bazı işlere kabul edilmemekte, ordudan atılmakta, rütbeleri indirilmekte ve siyasi olarak azınlığa dönüştürülmektedirler."
PEKİN'DE SALDIRIYA DEVAM
Varşova konferansından üç yıl önce, 13 Eylül 1995'de Pekin'de düzenlenmiş olan Birleşmiş Milletler Kadınlar Dünya Konferansı’nda da konuşan aynı delege, bu yaklaşımın ipuçlarını vermişti. Konuşmasında Türkiye'den gelmiş olan kadınlarla toplantılara katılmış olduğunu da açıklamıştı. Varşova konferansında konuşan bu ABD delegesi, Pekin'de Hillary Rodham Clinton başkanlığındaki ABD delegasyonunda yer alarak yıldızını parlatmayı başarmıştı. [698] Türkiye Cumhuriyeti ordusunu hedef gösteren bu ABD delegesi, gücünü yalnızca "First Lady" Hillary'ye yakınlığından alıyor olamazdı. Leyla al Marayati'nin asıl gücü onun örgütünden geliyordu. Leyla al-Marayati, ABD Dışişleri Bakanı tarafından 1996'da kurulan "Birleşik Devletler Dış Ülkelerde Din Hürriyeti Danışma Komitesi" üyeliğine atanan birkaç Müslüman temsilciden biriydi. Türkiye'de, siyasal çıkışlarını "laiklik" üstüne kuran liderlerin ya da güvenlik kurumu yöneticilerinin Leyla Al Marayati'ye dikkat etmemiş olmaları onun ününü elbette azaltacak değildi. Amerika'da Müslüman Kadınlar Ligi'nin kurucu başkanı Leyla Al Marayati ve eşi Selam al-Marayati, federal yönetimin gözdelerindendi.
Los Angeles'da yerleşik Müslüman Halk İşleri Konseyi'nin ve Güney Kaliforniya İslam Merkezi'nin yöneticisi Selam Al Marayati, Clinton tarafından Terör Milli Komisyonu'na atanmışsa da, eşi Leyla gibi şansı yaver gitmemişti. Amerikanın İsrail destekçisi örgütleri, Selam al Marayati'nin Hizbullah'ı desteklediğini ileri sürerek, onun vaazlarından oluşan bir demeti dosyalayıp William Jefferson Clinton'a yollanmışlar, medya ağlarıyla da kampanyaya başlamışlardı. William Jefferson Clinton da, 'düşünce' ve 'ifade özgürlüğü' falan demeden, Selam Al Marayati'nin üyeliğini iptal etmişti. El elden üstündür kuralının Anglosakson demokrasisinin temel ilkesi olduğunun ayırdına olan İslam cemaatleri de kınama bildirileriyle yetinmişler ve olayı birkaç hafta sonra unutup gitmişlerdi. ABD din hürriyetine sahip çıkmış, Erbakan onur ödülü almış, Leyla Al Marayati, ABD'nin yarı-resmi komisyonuna girmenin güveniyle Türkiye'nin rejimini ve Lozan Antlaşmasını bile yerden yere vurmuştu. İlginçtir ki, Türkiye'den resmi, sivil, Atatürkçü, Kemalist, milliyetçi, laiklik yandaşı, Cumhuriyet kurucusu, misyon sahibi, bağımsızlıkçı vb. herhangi bir ses çıkmamıştı.
Üstelik rejim karşıtlarına yakın takip uygulayan T.C kurumları, ve Türkiye medyası, Merve Kavakçı'nın, Türkiye seçimlerinden iki yıl önce, Amerika'da Hamas destekçisi olduğu ileri sürülen IAP (Filistin İslam Cemaati)'nin 1997 konferansında yapmış olduğu konuşmayı gündeme bile getirmemişlerdi. [699] 698 "Challenges and Opportunities Facing American Müslim Women" Introduction and Moderator: Dr. Laila Al-Marayati, mwlusa.org/ activities_heiji,ng_state1 html. 699 Seva Ulman, "Turkey cracks down on radical İslam" UPI, 10/19/1999. Dahası aynı yılın sonunda; Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş olmakla gurur duyan CHP'nin genel başkanı, ABD'de "Unification Church (Birleştirme Kilisesi)"e bağlı bir kuruluşun "Kutsal Ana-Baba" günlerine denk getirilen bir toplantıya katılmasının, Din Hürriyeti girişiminden habersiz 'dinozor'(!) jakobenlerce eleştirilmesinin üzerinden iki ay bile geçmeden, önemli bir açıklama yapmıştı. Nedense, bir gazete dışında, Türkiye'nin medyası ve köşelerde yazıp-çizenleri bu önemli açıklamaya değer vermemişlerdi. CHP Genel Başkanı, Zaman gazetesine şu ilginç açıklamayı yapıyordu: "Demokrasi içinde her düşünceye yer vardır. Bu anlayışlar kendilerini ifade ederler, ortaya koyarlar. (..) Türkiye'de herkes paylaşalım paylaşmayalım, uygun görelim görmeyelim kendi takdiri çerçevesinde anlayışını ve düşüncesini ortaya koyabilmelidir. Bu şekilde hukuk devleti söz konusudur. Demokrasi söz konusudur.
Kimsenin bu arada Fethullah Gülen'in çekinmesini gerektiren bir durum olduğu kanaatinde değilim." Fethullah Gülen'in Papa II. Jean Paul'a, T.C Roma Büyükelçiliği refakatinde ziyareti üstüne yapılan bu açıklama, kim ne derse desin ve kim görmezlikten gelirse gelsin, ABD'de geliştirilen "Interreligious Dialog" (Dinlerarası Diyalog) ve "project democracy" nin özgün bir ifadesidir.
Bu söylemleri anlamaktan uzak olduğu ve Din Hürriyeti projesini kavrayamadığı anlaşılan CHP İçel Milletvekili Durmuş Fikri Sağlar'ın meclise Fethullah Gülen'in Roma'da Papa'yı ziyaretine T.C yetkililerinin resmi düzeyde yardımcı olmuş olmalarıyla ilgili bir de soru önergesi vermesi karşısında, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, "Sağlar'ın söz ve eylemleri bir milletvekili olarak kendisini bağlar, partiyi bağlamaz" da demişti. Üstelik bunları söyleyen Genel Başkan, partisinin üyeleri ve yöneticilerince hiç yadırganmamıştı. [700] Bu gelişmeler, Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti savunucularının şaşırtıyor ve ezberini dağıtıyordu.
CHP Genel Başkanı'ndan tam kırk gün sonra DSP Genel Başkanı, Baykal'ın eline geçen bayrağı kapmakta gecikmemiş ve "Atatürk'ün aydınlık yolunda" yürüdüğünü belirtip parti grubuna katılan vekillerden alkış aldıktan sonra, F. Gülen ile gerçekleştirdiği görüşme üzerine yapılan saldırılara karşı "İrtica bunun neresinde?!" diye bağırarak ezberde kalan son kırıntıları da toz etmişti. [701] Türkiye'de ve dünyada ortaya çıkan ve kimilerine güzel görünen bu gelişmelerden sonra, Merve Kavakçı milletvekili olarak meclise girmesini engelleneceğini ve hatta onun ABD vatandaşı olarak Birleşik Devletler'e bağlılık yemini etmiş olmasına kızılacağını düşünebilir miydi?! Hele, seçim meydanlarında otobüsün üstünden meydanda toplanan halka doğru eğilip, sağ elini sağdan sola 700 "Baykal: Gülen çekinmesin" Zaman, 19-2-1998, s.10. 701 Ecevit. İrtica bunun neresinde?" Zaman, 30-3-1998, s.11. savurarak "Dininizin kefili benim, ben!" diye bağıran Tansu Çiller'in başörtülü afişlerini ve DYP'nin başörtüsü dağıtmasını gördükten sonra, meclise doğru yürüyen Merve Safa Kavakçı, başta Bülent Ecevit olmak üzere birçok siyasinin gösterdiği tepkiye şaşmakta elbet haklı olacaktı. Çünkü bunca deneyime ve Amerikan ilişkisine sahip siyasi liderlerin USA Uluslararası Din Hürriyeti yasasını, örgütlenmesini bilmemeleri olanaksızdır. Onlar ayrıntılarını bilmese bile, T. Dışişleri'nin Türkiye'yi çok ama çok yakından ilgilendiren böylesine önemli gelişmeler konusunda devlet yöneticilerini bilgilendirmedikleri gibi bir kanıya kapılmak en büyük yanılgı olur. Devlet ve siyasi parti yönetimleri AD girişimleri ve yeni örgütlenmesi konusunda hiçbir karşı çıkışta bulunmamışlarsa, elbette Merve Kavakçı da onların bu gelişmeleri uygun gördüklerinin düşünmekte haklı olacak ve tersine davranışlarla karşılaştığında da şaşıracaktır.
LEYLA AL MARAYATİ'NİN DÜŞ KIRIKLIĞI
ABD'deki 'hürriyet' şaşkınlığı daha da derinden yaşanıyordu. Leyla Al Marayati, Temmuz 1999'da, Birleşik Devletler Din Hürriyeti Bürosu'nca hazırlanan Din Hürriyeti Ülkeler Raporlarını değerlendirip tavsiye kararları oluşturmak üzere kurulan komisyonun üyeliğine de atanmıştı. Leyla Al Marayati bu komisyonun değerlendirme toplantılarında ne dediyse dinletememiş ve Sudan'a kısıtlama uygulanmasına karar verilmişti. Üstelik Türkiye aleyhinde yazılan "Din Hürriyeti 1999 Türkiye" raporuna karşın Türkiye'ye karşı bir yaptırım kararı da alınmamıştı. Oysa Leyla Al Marayati 1995'den 1999'a dek Türkiye'de dinsel baskı uygulandığını kanıtlamak üzere çırpınıp durmuştu. 1999'da öteki Amerikan Müslüman örgütleriyle birlikte, iddialarının bir kanıtı olan Merve Kavakçı olayından sonra da kampanya başlatmış ve hatta Türkiye yönetiminin barbarlıkla suçlamış ve Türkiye rejimini demokrasi komedisi" olarak ilan etmişti. Müslümanların tüm çabalarına karşın komisyonun seçkin din liderleri ve ABD'nin eski bakanları ülkeler arasında ayırım yapıyordu. Leyla'nın düş kırıklığının ölçüsü yoktu.
Demek ki; ne "First Lady" Hillary Clinton'un cemaatler için düzenlediği kahvaltı toplantıları ve ne de Dışişleri Bakanlığı'nda verilen sözler bir işe yaramıyordu. "Öyleyse kim kimi kullanıyor?" diye sormak gerekiyor. Bunu en iyi bilebilecek kişiler Leyla Al Marayati ve de Merve Kavakçı olmalıydı. Olmalıydılar, ama yıllarca yaşadıkları, ve eğitim gördükleri Amerika Birleşik Devletleri'nin iyi tanıyamamışlardı herhalde. Onlarca yıl öncesi bir yana, yakın geçmişte yaşanmış olan uluslararası olaylar gösteriyordu ki; ABD'nin hiçbir senaryosu kısa süreler için geliştirilmemiştir ve her şeyin bir sırası, bir ön aşaması ve olgunluk düzeyi vardır. Gelişmelere karşın Leyla Al Marayati bu işi hala anlamamış görünüyordu. Merve (Kavakçı) Yıldırım'ın ise devlet büyüklerinin kendisini savcıya karşı koruyup kollayıcı tavırlarından yararlanmalı ve sonuçtan bir ders çıkarmalıydı. Ama bu dersleri anlayamamış olmalı ki, Amerikan konferanslarında Türkiye'yi eleştirmeyi daha da hırslanarak sürdürüyor ve susmuyordu!
AMERİKA'DA CİHAD - TÜRKİYE'DE HAREKAT
"Buna karşılık olarak, Atatürk köyü sarmış ve o Türk ulemadan kırkını öldürmüş. Bunu duyduğumda utanç duydum." imam Khomeyni[702] Türkiye'nin yazanları, televizyonlarda gösterenleri ve çizenleri üç beş politik kavramla durumu idare ederlerken, Şikago banliyölerinden Qaklawn'daki Kur'an kursu yöneticisi Filistin kökenli Muhammed Salih, 6 Temmuz 1998 tarihinde FBI’ nin beklenmedik baskınıyla karşılaştı ve gözaltına alındı. FBI, Muhammed Salih'i gözaltına almakla yetinmeyip o Kur'an Kursu'nun nakit 1,4 Milyon dolarının yanı sıra mal varlığına da el koydu.[703] Muhammed Salih, eşi Azita ve beş çocuğuyla birlikte beş yıldır ABD'de yaşamakta ve QLI (Quranic Literacy Inc.) adlı Kuran kursunun direktörlüğü görevini yürüterek dinine hizmet etmekteydi. Nedense FBI onun bu sessiz ve sakin yaşamına ve Din Hürriyeti ilkelerine aldırmadı.
Soruşturmayı derinleştiren FBI, bir para-ticaret zinciriyle karşılaştığını ileri sürdü. Woodridge Fountain'de inşa edilip 300-500 bin dolara alınıp satılan villalar, borsa işlemleri, İslami yayın ticareti, gelir ortaklıkları vs..[704/ 705] FBI, elde edilen paraların HAMAS (Harakat al Muqawama al Islamiyya) ve diğer cihad örgütlerine aktarıldığı iddialarını raporlarına geçerken, Kuran Kursu'nun çevresinde oluşturulan ticaret ağının içinde İslami Fonların bulunduğunu saptadı. Çapraşık ticarete para kaynağı sağlayan kuruluşların arasında NAIT (North American Islamic Trust /Kuzey Amerika İslami Fonu) bulunuyordu.[706] NAIT, ISNA (North America Islamic Society /Kuzey Amerika İslami Cemaati) ile ilişkiliydi. ISNA, 1998'de Necmettin Erbakan'a bir onur ödülü takdim etmiş ve ABD başkan yardımcısı, yeni dönem başkan adayı Al Gore da ISNA kongresine bir kutlama mesajı 702 www.soundvision.com/forums/Fonim6/HTMU000059.html 703 Washington Report On Middle East Affairs, July/August 1998, s.18 704 Terror-Funding Probe Touches Suburban Group, Dateline:Chicago, Sept. 08, 1998. 705 Washington Post, October 31, 1998, s.AOL 706 "The FBI is investing an Oak Lawn Organization Suspected of Investing In Real Estate toLaunder Money For HAMAS" Tribune, Sept. 8, 1998, Section: News. yollamıştı. [707] Bu konulara birazcık ilgi duyanlar göreceklerdi ki, cemaatlerin, cemiyetlerin, şirketlerin, yayın kuruluşlarının birbirleriyle doğrudan yasal ilişkileri bulunmaktadır. Ancak kuruluşların yönetimlerinde ortak isimlerin bulunduğu görülecektir.
Bu yöntem Türkiye'de nasıl uygulanıyorsa, Amerika'da da aynen uygulanmaktadır. Kuruluşların birisinin başı yasal kurumlarla derde girdiğinde, ilintili kuruluş, söz konusu kişilerin yasal olarak istediği kuruluşta yönetici olma hakkı ve hürriyeti bulunduğunu belirteceklerdir. Böylece, yayınevi, cemaat ya da siyasal partinin soruşturulan kuruluşa ilişkin bir sorumluluğu da olmayacaktır. NAIT adlı şirketle ilintili ISNA'nın Islamic Horizons (İslami Ufuklar) adını taşıyan bir yayın organı var.[708] Bu yayının yönetim kurulu başkanı Seyit Muhammed Seyid, Keşmir kökenli, oldukça yetenekli bir adamdır ve iki koltuğunun altına birden fazla karpuz sığdırabilmektedir. ISNA Genel Sekreterliği, AMC (Amerikan Müslüman Konseyi), CAIR (Amerikan Müslüman İslami İlişkiler Konseyi), NAIT (Kuzey Amerikan İslami Fonu) yönetim kurulu üyeliği gibi önemli görevleri üstlenmiş olan S. M. Seyid aynı zamanda QLI'nin kurucularındandır. QLI'nin yöneticisi Muhammed Salih'in HAMAS Askeri kanadında yer aldığı ve sivillere yönelik saldırılara katıldığı terör eylemleri nedeniyle İsrail'de hapis yattığı ileri sürülüyordu. Ancak Amerika'daki, MSA (Müslim Students Association/Müslüman Öğrenciler Birliği), IAP (Islamic Association for Palestine) gibi, HAMAS sempatizanı örgütler, bu bilgilerin yanlış olduğunu ve Salih'in ifadelerinin işkence altında alındığını belirtmekteydiler. Güvenlik kaynaklarına göre Salih'i ABD'ye HAMAS politik büro şeflerinden Abu Marzuk yerleştirmiş. Oaklawn'daki Kuran Kursu'na bağlı, yeşil dolarlı emlak alım satımı- HAMAS- İslami Fon zinciriyle ilgili soruşturma sürüyordu, ama her tipik soruşturmada olduğu gibi bir süre sonra, ABD medyasında bu konuya rastlanmaz oldu. Bu ilişkiler içinde yer alan AMC (Amerikan Müslüman Konseyi)'yi de anımsanacaktır.
AMC, Türkiye'ye yaptırım uygulanmasını isteyen örgütlerden biriydi ve Recai Kutan'ın ABD gezisinde konuşma toplantılarını ayarlamıştı. AMC, ABD kongresince de iyi tanınan bir örgüttür. Her yıl ramazan ayında Kongre binasında gerçekleştirilen "Resepsiyon" AMC tarafından düzenlenir. Amerikan Birinci Bayanı Hillary Rodham Clinton, Amerika'da yerleşik Müslüman Örgüt temsilcilerini kahvaltıda toplar. AMC de bu kahvaltılarda yerini alır. 707 Sakkal. com/ISNA98_Program. html 708 İslamic Horizon dergisinin Merve Kavakçı'yı desteklemek üzere para yardımı kampanyası başlattığını Emin Çölaşan Hürriyet'te yazmıştı. Aynı günlerde FP Milletvekilleri de bir kampanya başlatmışlardı. Merve Kavakçı, Hidiv Kas-rı'nda düğün yapıp evlendikten sonra bu kampanyaların sonucuyla ilgili bir bilgiye rastlanmadı. Akev ile iyi ilişki demek, ABD tarafından iyi yönlendirilmek demektir. Merkezi bir yönlendirmenin sağlanması, ABD'ye muhalif olabileceklerin marjinalleştirilmesine de yardımcı olacaktır. Merkezileşmek ve ABD'deki Müslüman toplulukların başkalarının eline geçmesini önlemek isteyen çoğunluğunu Arapların, Keşmirlilerin, Filistinlilerin ve Amerikan Müslümanlığının ilk örgütünün uzantısı yan yana gelerek, yeni bir üst örgütlenmeye gittiler.
ISNA, 1CNA, Jamaat of imam Jamil Al-Amin ve The Misnistry of imama Wallace Deen Mohammed örgütleri, 19 Aralık 1998'de, ISCNA (Islamic Shura Council Of North America)'yı kurdular.[709] Bu arada belirtmek gerekir ki, ABD'yi 'vatan' olarak seçen ve "demokrasi" ve "hürriyet" inancı gelişen Ortadoğu, Güney Asya ve Afrika kökenli Müslümanlar, kendi anlayışlarına göre yaptıkları her para yardımı girişiminin gerektiğinde terörizmi desteklemek olarak değerlendirilmesi ve İsrail'in şiddet politikalarını, dinsel bağnazlığı öne çıkan uygulamalarına siyasal ve parasal destek veren kurum ve kuruluşlara gösterilen kolaylıklar karşısında şaşkına dönmektedirler. Ne ki, onların bu şaşkınlığını birkaç sıradan bildiriyle dile getiren üst örgütleri, bir süre sonra sert eleştirilerini yine Türkiye'ye ve bağımsız davranma eğilimi gösteren öz ülkelerine yöneltmektedirler. Böylece 'Doğu Akdeniz' egemenlik stratejisi üreten güvenlikçilerin çizgisine uygun olarak, Müslümanların derdi, "başörtüsü" ne indirgenmektedir. "Project democracy"nin ördüğü ilişkiler ağında başka türlüsünü de beklemek boşuna olur. İlişkiler ağında görülen Müslümanların seçkin örgütü ISNA'nın Üst kurulu yani bir Şurası bulunmaktadır. Şura üyelerinin bir bölümü iki yılda bir yenilenir. ISNA'nın 28 Ağustos-1 Eylül 1997 tarihleri arasında Şikago'da yapılan yıllık kongresinde Şura üyeliğine, Türkiye medyasının ve hükümetinin, ancak 1999 seçimlerinden sonra ilgi göstereceği Yusuf Ziya Kavakçı seçilmişti.[710]
ŞEYH YUSUF ZİYA KAVAKÇI: "DAVAYA SADIK KALDIM
QLI ve NAIT adlı kuruluşların oluşturduğu para kanallarının hangi ince planlarla kurulduğu araştırıla dursun, biz sekiz yıl öncesine dönelim ve Yusuf Ziya Kavakçı'nın Teksas eyalet devletinin Richardson kentinde kaleme aldığı satırlara bir bakalım ve Dünya İslam Hareketi'nin Amerika'yı merkez seçmesinin gerekçelerini anlamaya çalışalım: "Amerika Birleşik Devletleri demek istiyorum. Niçin Amerika mı? Süper devlet olduğu için. Kararlarıyla ve hareketleriyle 709 moonsighting.com/shuraRMZ.html, 20-11-1998. 710 ISNA'nın 1997 kongresine ayrıca MUSİAD yöneticisi Serdar Can; İnsani Yardım Örgütü yöneticisi Şemsettin Türkan da katılmışlardı. bütün dünyaya tesir ettiği için. Tarihin akışına tesir edebildiği için. Damgasını her yere vurabildiği için. Amerika demek şaheser yollar demek. Muazzam araştırma demek, teknik demek, haberleşme demek, feza araştırmaları demek ve üstünlüğü demek, silah uçak demek." Türkiye uyuya dursun, "Amerika'da Bir Türk Alimi Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı," Ortadoğu'da ve Libya'da şirket danışmanlıklarının ardından, 1988 yılında yerleştiği Amerika'da işin sırrını çözmüştür. [711] Çözmekle kalmamış yenidünya düzeninin ilk ışıklarını 11 yıl önce yakalamış: "Kapitalist Toplum:Amerika demek her şey paraya göre demek, her şeyi ona göre ayarla demek. İnsanlar paragözlüğü ile bakar, para ile değerlendirir ve para için gider, para için yürür, para için durur. Para para para." Keşmirli, Pakistanlı, Filistinli, Mısırlı, Tanzanyalı, Sudanlı İslam liderlerinin Amerika'ya yerleşmelerinin, oralarda önce "Islamic Center"lar sonra vakıflar, şirketler, fonlar kurmalarının ve Hıristiyanlık âleminin en büyük devletinin topraklarında cihad eylemelerinin nedeni, Yusuf Ziya Kavakçı'nın açıklamış olduğu gibi, ABD'nin bir süper devlet olarak kabul edilmesinin yanında "para para para" da olabilir.
Yusuf Ziya Kavakçı'nın gerçek bir dava insanı olduğu yazdıklarından anlaşılıyor. Amerika'dan yazdığı ve internette yayınladığı "Amerika'da Bir Türk Alimi - Gördüğüm Amerika ve Duygularım" adlı kitabının iç kapağında, Türkiye'de bıraktığı yakınlarına, hocalarına, ortağına seslenerek "Davaya sadık kaldım/ Ruhları şad olsun" diyerek bunu açıkça belirtmekteydi. Ruhları şadedilen, Süleymancıların lider kadrosundan Serik Müftüsü Mehmet Topaloğlu, Eminönü Müftüsü ve Süleyman Tunahan'ın ilk müridlerinden Baki Haki Yener, İstanbul'da imam hatip okulu öğretmeni Ahmet Topaloğlu 12 Eylül darbesinden sonra 1981 yılında Kenan Evren'in imzaladığı kararnameyle Rabıtat ül Muslimin'den maaş bağlanan ve yurtdışına gönderilen kişiler olması, yurtdışı 711 Yusuf Ziya Kavakçı, Texas Devleti'nde, Dallas Central Mosque ve İslamic Association of North Texas (IANT)'ın direktörlüğünü yürütmektedir. İslamic Horizons, July/August 1999. Y.Z. Kavakçı, 1949-54 arasında Hasırcılar Kur'an Kursu'nu bitirdi, 1955'de vaiz oldu, 1957'de müftülük sınavını geçti, 1960'da Vefa Ortaokulu'nu bitirdi. Bir yıl sonra İmam Hatip Okulu'nu bitirdi. 1965'de İst. Hukuk'u bitirdi. 1967'de I.O. İslam Enstitüsü'den doktora aldı, 1969'da Yrd. doçent, 1973'de doçent oldu, 1981'de Erzurum Atatürk Üniversitesi'nin İlahiyat Fakültesi'nde profesör oldu. 1983-85, Özdemir inş. ile Suudi idaresi arasında uzlaştırıcı danışman, Libya Al Fetih Universitesi'nde Öğr. Üyesi, Libya'da ECE İnşaat şirketinde Hukuk danışmanı, 1985-88'de İslami Kalkınma Bankası danışmanı, 1988'de İslamic Association of North Texas (Richardson-Dallas) Kuran Kursu kurucusu ve yöneticisi oldu. "Resume of Yusuf Ziya Kavakci" iant.mynet.net/imam.htm işlerinin ne denli derin sonuçlara yol açtığını göstermektedir.[712/ 713]
T.C devletini yönetenler ve olayları dar bir laiklik sloganı ufkundan görenler oyunun arkasını göstermemekte direnirlerken Yusuf Ziya Kavakçı Texas İmamlığı'ndan bir üst basamağa atladı. O artık IANT'in merkezindeki görevini "Şeyh Yusuf Ziya Kavakçı" olarak sürdürmektedir.[714] ISNA gibi güçlü bir örgütün Merve Kavakçı'yı desteklemesi, ona yardım için para toplama kampanyası açması, salt Yusuf Ziya Kavakçı'nın saygınlığıyla açıklanamaz kuşkusuz. Tıpkı öteki Amerikan yanaşması örgütlerin yaptığı gibi, ISNA da bir elini ABD yönetimine vermekle birlikte, ideolojik kavgayı da unutmamaktadır. Hele Türkiye onlar için mutlaka ama mutlaka yıkılması gereken bir rejime sahiptir. Neden mi? Fazla açıklamaya gerek yok. ISNA'nın propaganda yayınları yeterince açıklayıcıdır, okuyalım: "..imam Homeyni Türkiye'den bir olay aktardı: 'Ben Türkiye'de sürgündeyken, Türk köylerinden birine- adını anımsayamıyorum- gittim ve o köyün insanları bana anlattılar ki, Atatürk İslamiyet dışı harekete başladığında, Türk ulema köyde toplanmış ve onun uygulamalarına karşı çıkmak üzere çalışmaya başlamışlar.
Buna karşılık olarak, Atatürk köyü sarmış ve o Türk ulemadan kırkını öldürmüş. Bunu duyduğumda utanç duydum. Kendi kendime düşündüm: bunlar sünni ulemaydı, fakat dinimiz İslam tehlikeye düştüklerinde hayatlarını feda ettiler."[715] ISNA'nın sayfaları yalnızca Khomeyni'ye açık olamazdı. Bu sayfalarda "Gururlu Sister'a şeref başlığıyla ve "Teşekkürler sana 'sister Merve' yaktığın mum için" diyerek süren, Türkiye'yi yönetenlerin ne "zalimliğini," ne "yağmacılığını," ne "leş yiyiciliğini" bırakan uzun bir şiir yayınlanır. Şiirin altındaki "Bekir L. YıldırımWashington, DC" satırındaki adı, Türkiye çok kısa süre sonra bir nikah nedeniyle duyacaktır. Bu ikisi aynı kişi midir bilinmez, ama yazılanlar da ilginçtir...[716/ 717] Türkiye, Yusuf Ziya Kavakçı'nın şura üyesi olarak görev yaptığı ISNA'yı Merve Kavakçı ile tanır gibi olmuştu. Türkiye'deki Amerikancılar bile örgüt hakkında ileri geri konuşmaya başlamıştı.
Ne ki, aynı İstanbul medyası 2001 yılında yapılan başkanlık törenlerinde ve 11 Eylül ikiz kule saldırısı sonrasında yapılan 712 Prof. Dr. Y. Ziya Kavakçı, "Amerika'da Bir Türk Alimi- Gördüğüm Amerika ve Duygularım," Şubat 12, 1991. www.iant.mynet.net /imam/gordug 713 Uğur Mumcu, Rabıta, s.106, 114, 274. 714 soundvision.com/forums/Forum6/HTML/000059.html 715 soundvision.com/forums/Forum6/HTML/000059.html 716 Bekir Lütfü Yıldırım, "Kudos to the proud sister" soundvision.com/ news/hijab/poem.shtml 01.11.1999. 717 Deniz Som, Vaziyet: "Döktür Damat" Cumhuriyet, 4 Kasım 1999. gösterilerde, George W. Bush Jr.'un yanında ISNA başkanı Muzammil Sıddıki'yi görünce yazdıklarını hemen unuttular ve ekranlarda onu övücü yayma geçtiler. ISNA'nın finans kurumlarının danışmanlığında çok ilişkili bir kişi var ki, o Bush'u da Müslümanı da aynı ağın içinde birbirine bağlayıveriyordu. Dahası bu kişi, ABD Cumhuriyetçi partinin seçim kampanyasını başlatma toplantısında kürsüye gelip, Amerikalıların deyimiyle "Müslüman duası" ediyordu.
Ürdün kökenli Talath Othman (Talat Osman), Harken Energy'de yönetim kurulu üyeliği yaptı. George W. Bush Jr. da, Irak’a silahlı müdahaleden bir yıl öncesinden başlayarak, 1993 yılına dek, hem Harken Energy'de ortak, hem de yönetim kurulu üyesiydi.[718] Merkez adresi vergi cennetlerinden Cayman Adaları"nda gösterilen Harken Bahrain Energy Co. körfezde petrol aramak üzere kurulmuştu.[719] Bu karmaşık ilişkiler anlayışla karşılansa bile, ABD yönetiminin Ortadoğu'da İslam Devrimi peşinde koşan örgütlere, cephelere, cihatçılara kucağını ve topraklarını açması nasıl karşılanmalı? Bir yanda Hizbullah, HAMAS, IAP, ISNA, QLI, NAIT, AMC, CAIR ile Woodridge Fountain villaları, öte yanda da ABD'nin Hürriyet Demokrasi İnsan Hakları koruyuculuğunun yanına Din Hürriyeti babalığını eklemesi!..
AKTİF MÜCADELE
Bu işler karşısında şaşkınlığa uğrayanlar, Milli Görüş tarafından Almanya'da düzenlenen konferansların ünlü konuşmacısı, "Ihvan'dan" aslen Mısırlı, Katar ikametli Şeyh Yusuf El Karadavi'nin şu sözlerine kulak verselerdi, olayları anlamakta bu denli zorluk çekmezlerdi: "Bir kişi aktif olarak silahlı mücadeleye katılamıyorsa, erkek ya da kadın, o (kişi) mücahidlere parasal destek 718 G.W. Bush Jr. 2001'de başkanlık koltuğuna oturdu. 2002'de ABD'de skandal ortaya döküldü. Harken şirketinin yanlış bilgilendirmeyle toplumu kandırdığı ve haksız kazanç elde ettiği ortaya çıktı. (Harken Energy Corporation Internal Documents, Public Integrity e-mail, 19-07-2002) Aynı günlerde Türkiye'de de elektrik santralı kurup işleten ENRON firmasının da yolsuzlukları soruşturulmaktaydı. ENRON, Bush'un vakfına önemli ölçüde para yardımında bulunmuştu.(Rights on the Money: The George W. Bush Profile- Webposted July 15, 2002,public-i.org/dtaweb/report.asp?Report ID= 431&L1=10&L2= 10&L3=0&L4 =0& L5=0).
Georgeherbert W. Bush Jr, babasının seçim kampanyası çalışmaları içinde yer alırken, arada biruğradığı Harken şirketlerinden 80.000 (daha sonra 120.000) dolar ücret, 500.000 dolar hissealmaktaydı. Baba Bush seçilince hisselerin miktarı da artırılmıştı. (John Dunbar, "A BriefHistory of Bush" e-mail public-i ve public-i.org 23.10.2002) Skandallar birbiri ardına patlayınca, G.W.Bush Jr., Irak'a tehdit-lerini artırdı. 719 Timothy J. Burger, "Bush co. went offshore:Harken Energy set up Caymans subsidiary in '89" www.nydailynews.com/news/story/7239p-6742c.html sağlamalıdır ki; mücahidler, Müslümanlar adına savaşabilsinler."[720] Anlama zorluğu çekenler o denli haksız sayılmazlar.
Türkiye'de 'İslam âlimi' olarak gezinenler onları yıllarca cihad konusunda yeterli bilgiyle donatmamışlardır. Cihadı silahlı savaş olarak gören çoğunluğun yanında, ufku geniş âlimler de yepyeni tanımlarıyla yanlış bilgilendirmeye yol açmış olmadılar mı? ABD ile "entegrasyonu/bütünleşmeyi" savunan ve ABD İnsan Hakları raporlarında, baskı altında tutulduğu yazılan "Islamic Leader" hicretten önce şu açıklamayı yapmıştı: "Bilakis, Cennete gitmek üzere İslam'a dahil olan toplulukların karşısına, engel ve mania olarak çıkan küfür yığınının başına darbeyi vurma, önünü alma, darbeyi vurup onu sarsınca, hemen onu teşrih (ameliyat) masasına yatırma, kalbine ve kafasına iman enjekte etme; sopayı sadece onun içine imanı sokabilmek için tepesine vurup bayıltma... Budur İslamın şuuru."[721] 720 Palestine Times, Sept. 1999. 721 Fethullah Gülen, Hitap Çiçekleri, s.95