BÜYÜK ÂLIMLER
(Silsile-i aliyye)
Nebî, Sıddîk ve Selmân, Kâsım, Ca’fer, Bistâmî,
irfân kaynagı oldu, Ebül-Hasen Harkânî.
Ebû Alî Fârmedî geldi sonra bu meydâna,
çok Velî yetisdirdi, hem Yûsüf-i Hemedânî.
Abdülhâlık Goncdüvânî, ma’rifetler semâsında,
dünyâyı aydınlatdı, hem Ârif-i Rîvegerî.
Mâverâ-ün-nehr ili, Tûr-i Sînâ gibi oldu,
nûrlandıranlardan biri, Mahmûd-i Incirfagnevî.
Alî Râmîtenîdir Azîzân ve pîr-i Nessâc,
çok kerâmet gösterdi, Muhammed Bâbâ Semmâsî.
Seyyid Emîr Gilâl de, ilm deryâsında sadef,
andan meydâna geldi, Behâüddîn-i Buhârî.
Alâ’üddîn-i Attâr, zemânının kutbu idi,
Ya’kûb-ı Çerhîde oldu zâhir, envâr-ı rahmânî.
Ubeydüllah-i Ahrâr ve kâdî Muhammed Zâhid,
Dervîs Muhammed geldi ve Hâcegî Muhammed Emkenegî.
Bâkî billahdan gelen, nûrlara kendi de katıp,
binlerce kalb temizledi, imâm-ı Ahmed Rabbânî.
Urvet-ül-vüskâ Ma’sûm ve Seyfeddînle seyyid Nûr,
ve Mazherle Abdüllah, sonra Hâlid-i Bagdâdî.
Feyz verdiler bunlar da, sonra bu nûru Abdüllah,
Anadoluya yaydı, hem de Tâhâ-yı Hakkârî.
Hem seyyid-i Sâlih de, kardesin yerini tutup,
fenâ-fillâha kavusdu Sıbgatullâh-i Hîzânî.
Bu üç Velînin sohbetlerinde yükselip,
mürsid-i kâmil oldu, seyyid Fehîm-i Arvâsî.
Bu otuzdört Velînin kalbleri, bir ayna gibi,
yaydılar hep cihâna, envâr-ı Resûlillâhi.
Bütün bu nûrlar en son, toplandı bir hazînede,
ismi bu hazînenin: Abdülhakîm-i Arvâsî.
Gelince kalblere müceddid-i elfin feyzi,
yetisdi her yerde birer hakîkî Velî.
Bu hâli görünce mason ile yehûdî,
müslimânlara saldırdı, canavar gibi.
Bu hücûmları, islâmı yok etmek içindi,
bunu haber veriyor, Mâide sûresi.
Hem bu sûre, islâma müsrikler saldıracak diyor,
masonların müsrik olduklarını haber veriyor.
Meshûr yalanları ile aldatıp câhilleri,
Ehl-i sünnetden ayırdılar, binlerce müslimânı.
Hücûmlardan korunur, (Âyet-el kürsî) okuyan,
hıfz-ı ilâhîde olur, (istigfâr düâsı) okuyan.[1]
– 969 –
[1] Istigfâr düâsı,
(Estagfirullahel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ huv elhayyel kayyûme ve etûbü
ileyh)dir. Istigfâr, (Estagfirullah)dır. Ma’nâsı, (Beni afv et Allahım)dır. Urvet-ül
vüskâ Ma’sûm-ı Müceddidî, bes vakt nemâzdan sonra, üç kerre istigfâr düâsı ve 67 kerre
istigfâr okurdu ve yüzkırkbin talebesine okumasını emr ederdi.
Resûlullah buyurdu ki, (Âhıretde azâb görmez,
dünyâ islerinde, bana tâbi’ olan).
Se’âdete kavusamaz, önderi seytân olan!
dostlar, ahbâblar kaldı mı, ne oldu anan baban?
Bir hocamız, mason olmus, dîne çatdı hiç durmadan,
ingiliz diploması var, lâkin, kafası bombos nâdân.
Güler yüzle, tatlı dille, bol numara vermekle,
arkadaslarımı aldatdı, yalan sözlerle hemân.
Îmânım var diyor, her bozuk inanan,
Ehl-i sünnetdedir, iyi bil, hakîkî îmân!
Çok sükr islâm âlimi gördüm, sözleri ilm ve irfân,
dedi ki, (aldatılamaz, fen dersleri okuyan!)
Dînimi ondan ögrendim, rûhu olsun sâdümân!
Avrupa, hem Amerika, kısacası bütün cihân.
Dinleri bozuk ise de, diyorlar vardır Nîrân!
kâfirler yanacak, kurtulur ancak iyi insan!
Iyi insan olmak için, Muhammed aleyhisselâma inan,
Cehenneme girmeyecek, bu son Peygambere uyan.
Târîhi dikkat ile oku, ey körpecik Nev-civân!
mala, makâma aldananın sonu olmus âh, figân.
Aman yâ Rabbî, el-aman! Garîb oldu âhır zemân!
Islâmiyyet unutuldu, moda oldu harâm, yalan!
Pârisde, Profesör olunca, Resûlullaha çatan,
Hamîdullah kurtulamaz, ebedî azâbdan.
(Fâideli Bilgiler) kitâbı, sözlerini yazıyor,
Çok alçak oldugunu anlar, bunları okuyan.
Seyyid Kutb denilen bir ahmak da, kendini müctehid zan ediyor,
Mahv olur, dogru sanarak, sözlerine aldanan.
Ömür geçer, hersey biter, kâfirlerin gidecegi mekân.
karanlık bir çukurdur, arkadas olur yılan, çiyan,
Hak teâlâ, bu vatanı pek kıymetlendirdi,
topragının çok yerine mü’minler secde etdi.
Bu topraklardan gelen, ecdâdımızın seslerini duyan,
anlar ki, Cennete kavusur, Muhammed aleyhisselâma uyan.
Yâ Rabbî! Bu vatanı koruyan kumandanlara yardım et,
bu millete hizmet etmegi, herbirine nasîb et.
Mü’minlere hizmet, çok büyük ni’metdir,
bu ni’mete kavusanın gidecegi yer Cennetdir.
Müslimânın kabri, Cennet bagçesi olur,
bu ni’mete kavusamaz, mü’minin kalbini kıran.
Vandan gelen bir Velî Istanbulda, senelerce,
bunları hep söyledi, yerlesdi hakîkî îmân.
Ankaranın topragı, binüçyüzaltmısikide,
cem’i zıddeyn yaparak, sâd oldu Hâcı Bayram.
Düâ edecegin zemân, Silsileyi oku hemân!
Sâlihleri söyleyince, yagar rahmet-i Rahmân!
Selâm olsun, düâ olsun, bu yazardan dâimâ,
Silsile-i aliyyenin ervâhına yâ Sübhân!
Sonra, bir Fâtiha ile istigfâr düâsı okuyup, sevâbını Muhammed aleyhisselâmın
mubârek rûhuna ve Enbiyânın ve Evliyânın ve Silsile-i aliyyenin ve Âbâ ve
Ecdâdının ervâhına hediyye ve nûrlu kalblerine ilticâ etmelidir.
1960 Erzincan.
– 970 –
54 — MADDE ÜZERINDE YENI BILGILER
Bundan önceki maddede yazılı mektûbla baglılıgı oldugu için ve Allahü teâlânın
sonsuz kudretinin inceliklerini çok açık gösterdigi için, bugünkü tecrîbelerin
meydâna çıkardıgı, âlem ve madde üzerindeki yeni bilgileri din kardeslerime burada
kısaca yazmagı uygun gördüm. Bu maksadla, Almanca (Der Mensch) kitâbının
[m. 1940] senesi baskısından mühim gördügüm yerleri de asagıya terceme
ediyorum:
Bu âlem, topraklar, cânlılar ve hava hep maddeden yapılmısdır. Terâzîde dartılan,
ya’nî agırlıgı olan herseye, (Madde) denir. Maddeler belirli, husûsî özellikleri
ile birbirinden ayrılır. Her maddede enerji, kudret bulunur. Maddelerin sekl
almıs parçalarına, (Cism) denir. Anahtar, masa, çivi, makas birer cismdir. Fekat
hepsi, aynı demir maddesinden yapılmısdır. Bir maddeden yapılmıs cismlere,
(Sâf cism) denir. Sâf cismde, bir maddenin belirli özellikleri vardır. Bir sâf cismden,
baska bir madde çıkarılamaz ise, bu maddeye (Basît cism, eleman) denir. Demir,
bakır, kükürt, oksigen birer elemandır. Bugün, yüzbes eleman biliyoruz. Iki
veyâ dahâ çok eleman, birbirleri ile birleserek, baska sıfatları tasıyan, yeni bir madde
meydâna getirilebilir ki, bu yeni maddeye (Mürekkeb veyâ bilesik cism) denir.
Su, ispirto, seker, tuz bilesik cismlerdir. Bilesik bir cismden baska baska, basît cismler
çıkarılabilir. Baska maddelere ayrılabilen sâf cisme (Bilesik cism) denir. Bugün,
yüzbinlerce bilesik cism bilinmekde ve elemanlar birlesdirilerek yenileri yapılmakdadır.
Elemanları insanlar yapamaz, arar, bulur.
Cismlerde, dâimâ degisiklik oldugunu görüyoruz. Su akıyor, rüzgâr esiyor, kus
uçuyor, çocuk büyüyor, yaprak sallanıyor, yüregimiz isliyor, dünyâ dönüyor. Cismlerde
meydâna gelen degismelere, (Hâdise, olay) denir. Iki dürlü hâdise vardır:
1 — (Fizik hâdisesi): Bir cismde meydâna geldigi zemân, cismin özünü, yapısını
degisdirmiyen hâdiselerdir. Kâgıdın yırtılması, fizik hâdisesidir. Çünki, kâgıdın
sekli degisdi, fekat özü, yine kâgıddır.
2 — (Kimyâ hâdisesi): Bir cism üzerinde meydâna geldigi vakt, cismin mâhiyyetini,
yapısını degisdiren hâdiselerdir. Kâgıdın yanması, kimyâ hâdisesidir. Çünki,
kâgıdın yapısı bozuldu. Kül oldu.
Fizik hâdiselerini inceliyen ilme, fizik ilmi [hikmet] denir. Kimyâ hâdiselerini
inceliyen ilme, kimyâ ilmi [simi] denir.
Bir madde üzerinde, bir fizik hâdisesinin meydâna gelmesi için, bu maddeye bir
kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Suya, harâretin kuvveti te’sîr edince, buhâr hâline
geçerek, fizik hâdisesi oluyor. Fizik hâdiseleri, bir madde üzerinde meydâna geliyor.
Iki sise, birbirine çarparak kırılınca, bunların maddeleri birbirine te’sîr ederek
kırılmıyor. Tasıdıkları enerji [Zinde kuvveti=1/2 m v2] te’sîri ile kırılıyorlar.
Kimyâ hâdiseleri ise, iki veyâ dahâ çok cism arasında, madde alısverisi sonucu
olarak meydâna gelir. Bir bilesik cismden madde ayrılır veyâ madde eklenir. Basît
cismler, birbiri ile veyâ bir bilesik cismle birlesir. Maddelerin birbirine te’sîr etmesine
(Reaksiyon, tepkime) denir. Kimyâ reaksiyonlarında, maddelerin birbiri
ile birlesen veyâ ayrılan en küçük parçasına (Atom) denir. Basît cism, yalnız bir
cinsden atomların yıgınıdır. Yüzbes basît cism oldugu için, yüzbes dürlü atom var
demekdir. Bir atomun agırlıgı, bir miligramdan milyarlarla dahâ azdır. Yüzbes atomun
büyüklükleri ve agırlıkları baska baskadır.
Bir borudan su akdıgı gibi, bir elektrik telinden de, elektrik dânecikleri akar.
Su, borunun içinden akar. Elektrik dânecikleri ise, iletken telin dıs yüzeyinden akar.
Elektrigin, hiç bölünmiyen en küçük parçasına (Elektron) denir. Bir elektron, en
küçük atom olan hidrogen atomundan binsekizyüzotuzbes def’a dahâ hafîfdir.
Ya’nî, elektronun agırlıgı, yok gibidir. Elektronlar, menfî, ya’nî eksi elektrikdir.
Müsbet, ya’nî artı elektrik yokdur. Eksi elektrik noksânlıgına artı elektrik denil-
– 971 –
misdir. Bir yerde eksi elektrik azalınca, müsbet elektrik artıyor diyoruz. Bir yerde
elektrik sıfırsa, ya’nî yoksa, bu yerde bulunan eksi ve artı elektrik mikdârı, birbirinin
aynıdır, esitdir diyoruz.
Erd denilen yer küremizi kaplıyan, nihâyetsiz sandıgımız boslukda [birinci
gökde] yıldızlar yüzmekdedir. Bunlardan sekiz dânesi ve peykleri [uyduları] katı
ve karanlıkdır. Geri kalan yüzbinlerle yıldızın herbiri, parlak bir günesdir. Bu
güneslerin hepsi, bizim günesimiz gibi, tâ merkezlerine kadar gaz hâlindedir.
Hiçbirinde, ne su, ne de tas, toprak, agaç, hayvân ve insan gibi katı cismler yokdur.
Bu yıldızların arasındaki mesâfe, pek fazla olup (Zıyâ senesi) ile ölçülür. Bir
zıyâ senesi, sâniyede üçyüzbin kilometre giden ısıgın, bir senede gitdigi yoldur. Yıldızlar,
birbirinden o kadar uzakdır ki, ısık bir yıldızdan, baska komsu bir yıldıza,
yüzlerce ısık senesinde varabilir. Meselâ Atlas okyânusunda [Atlantikde] uçan bir
tayyâre pilotunun, her üç sâatde bir nohud dânesini atdıgını düsünürsek, yıldızların
fezâ boslugundaki büyüklük ve uzaklıkları, bu nohud dânelerinin, denizdeki
hâli gibidir. Birbirlerinden bu kadar çok uzak olmakla berâber, fezâ dâhilinde, milyarlarca
yıldız vardır. Bir kerre, fezânın [birinci semânın] büyüklügünü düsünelim.
Sonra da, vatanımız olan su, küçük demege lâyık, Erdımıza bakalım. Erdımızın
çapı, günesin çapından yüzdokuz def’a dahâ küçükdür. Bu yıldızların hepsi, boslukda,
sâniyede ortalama yüz kilometre hızla gitmekdedir. Fekat, gelisi güzel,
alabildigine gitmeyip, birer helezon [spiral] içinde uçmakdadırlar. Yüzmilyonlarca
yıldız, aynı bir helezonda bulunuyor. Bugün böyle, yüzbinlerle helezon biliyoruz.
Bir helezonun çapı, onbinlerce zıyâ senesidir. Bizim günesimiz de, böyle bir
helezona mensûb bir yıldızdır. Günesimizin helezonunun kıvrımını, geceleri, serîd
hâlinde görmekdeyiz ve saman yolu [Kehkesân] ismini vermekdeyiz. Erd küremiz,
büyüklügü, kâinât yanında hardal tohmu kadar da diyemiyecegimiz, karanlık
bir cism olup, günesimize yüzellimilyon kilometre uzakdadır. Günesimizin
etrâfında Erdımız gibi dönen, sekiz karanlık küre dahâ vardır ki, bunlar da, katıdır.
Hiçbirinde hava, su, ot ve hayvân yokdur. Bu karanlık yıldızlar, günese yakınlık
sırası ile; Utârid [Merkür], Zühre [Venüs], Erd, Merîh [Mars], Müsterî [Jüpiter],
Zühal [Satürn], Uranüs, Neptün, Plütondur.
Günesimize, bu dokuz seyyâresi ile birlikde (Günes manzûmesi, sistemi) diyoruz.
FEZÂ GEMISI: Dünyâ etrâfında bir yörüngeye oturmak, bunu ta’kîben dünyâ
ile ay ve ondan sonra da, dünyâmız ile günes sistemindeki diger gezegenler arasında
seferler te’sîsi maksadı ile i’mâl edilmis olan hava gemileridir. Fezâ seyâhati,
[m. 1957] de fezâya atılan ilk fezâ gemisi Sputnik I ile birdenbire basladı. [m.
1966] ya kadar, fezâya fırlatılan fezâ teknelerinin sayısı yüzotuzu geçmisdir. Fezâ
tekneleri, dünyâ üzerindeki üslerden fezâya iki veyâ dahâ çok kademeli dev füzelerle
yollanmakdadır. Bu füzelerin atesleme ânındaki ilk hızı, sâatde 100 kilometre
civârında oldugu hâlde, dünyâ etrâfındaki bir yörüngeye girebilmek için hızlarının
sâatde 25.000 kilometreyi asması sartdır. Yine dünyâ dısında yıldızlararası
boslukda, bir hedefe dogru yollanacak fezâ gemilerinin, yerçekiminden kurtulabilmeleri
için hızlarının 40.000 kilometreye ulasması lâzımdır. Ruslar ve Amerikalılar,
aya, günese, merîh ve zühre yıldızına fezâ gemileri yollamıslar ve ikisi
Amerikalı, dördü Rus olmak üzere dünyâ etrâfında çesidli yörüngelere altı gemi
oturtulmusdur. Hâlen dünyâmıza üçyüzseksendörtbin [384.000] kilometre uzakda
bulunan aya giden fezâ gemileri insâ edilmekdedir. Ilmî ve teknik bakımdan,
fezâ gemileriyle günes sistemindeki seyyâreler arasında seyâhat, artık imkân dâhiline
girmisdir. Bununla berâber, kozmik ısınlar, meteor tehlükeleri ve dahâ
birçok güçlükler vardır.
Kâinâtdaki günesler çok büyük oldugu gibi, elektronlar da düsünülemiyecek kadar
küçükdür. Bir santimetre uzunlugu doldurmak için 1026 dâne elektronu yan-
– 972 –
yana dizmek lâzımdır. Insan vücûdünün hulâsası olan insan dimâgı, ancak insan
büyüklügü nisbetinde düsünülebilir. Yıldızların birbirinden uzaklıgını kavrıyamadıgı
gibi, milimetrenin milyarda biri kadar olan elektron mesâfelerini de sübhesiz
anlıyamaz. Hele Peygamberlerin büyüklügünü, Allahü teâlânın sıfatlarını hiç
kavrıyamaz.
ATOM: Elektronlar, fezâdaki yıldızlar gibi mecmû’alar meydâna getirir. Elektron
manzûmelerine atom diyoruz. Günes sisteminde oldugu gibi, atom da, karısık
bir tesekküle mâlik ve atom çekirdegi dedigimiz, ortada bulunan bir günes ile,
bu günes etrafında, seyyâreler gibi dönen, elektronlardan yapılmısdır. Çekirdegin
çapı, bütün atom çapından 100.000 def’a küçükdür. Bir elektronlu, iki veyâ üç veyâ
sıra ile yüzbes elektronlu atomlar vardır. Bu atom sistemlerinden herbiri, husûsî
ve müstekıl hâssalara mâlik olup, birer basît cismi (Elemanı) meydâna getirir.
Erd küresi yüzbes muhtelif elemandan yapılmısdır. Atomlar, bir elektrondan
binlerce dahâ büyük oldukları hâlde, tesavvur edilemiyecek kadar küçükdür. Hava
balonlarının doldurulmasında kullanılan Hidrogen gazının bir gramında yüzellibin
kerre trilyon [bilyon] atom vardır. Böyle bir rakamı yazmagı ve hattâ düsünmegi
kim ister? Allahü teâlânın sayılamıyacak kadar çok olan hikmetlerinden biri
de sudur ki, atomun insan büyüklügü yanındaki hacmi, insanın günes büyüklügüne
nisbeti gibi olup, bu nisbet 1028 dir. Ya’nî 1028 atom bir insanı, 1028 dâne insan
da, günesi meydâna getirir. Demek ki, insanın kâinâtdaki mevkı’i, günes büyüklügü
ile, atom büyüklügü ortasındadır.
Kimyâ reaksiyonlarında, hiçbir atom parçalanmıyor. Bunun için, elli sene evveline
kadar, kimyâgerler (Atom, maddenin bölünemiyen en küçük parçasıdır) dedi.
Hâlbuki bugün (Çekirdek reaksiyonları) denilen hâdiselerde, atomun çekirdegi
parçalanıyor, atom bölünüyor. Bugün, bölünemiyen en küçük parçalar, atomların
çekirdeginin yapı tası olan (Proton) ve (Nötron) ismindeki dâneciklerdir. Bölünemiyen
parçanın var oldugunu, islâm âlimleri, asrlarca önce isbât etmis ve
böyle dâneciklerin varlıgına inanmak lâzımdır demislerdir. O hâlde bugün de, bölünemiyen
parça, ya’nî (Cüz’i lâ yetecezzâ) vardır. Fekat bu, atom degil, proton
ve nötrondur.
SUÂ’LANMA (Strahlung): Bir seyyâre, günese ne kadar yakın ise, günes etrâfında
o kadar hızlı döndügünü biliyoruz. Elektronlar da, atom çekirdegine olan
uzaklıgına göre degisen hızla çekirdek etrâfında döner. Elektronların çekirdekden
uzaklıkları, bir milimetrenin milyarda biri kadardır. Ya’nî çok az oldugundan, hızları,
pek fazladır. Mahrekleri etrâfında bir kerre dönme müddeti, Erdımızın üçyüzaltmısbes
veyâ Utâridin seksensekiz gününe nazaran pekazdır. Ya’nî sâniyede
1000-150.000 km yol alırlar ki, bu sür’atle giden bir tren, bir sâniyede Haydarpâsadan
Erzuruma birkaç kerre gidip gelebilir. Demek ki, elektronlar, çekirdekleri
etrâfındaki küçücük yollarında, bir sâniyede, milyarlarca def’a dönmekdedir.
Atom çekirdeginin çapı, en küçük elektron yörüngesinden yüzbin def’a küçük oldugundan,
atomların içi bosdur. Bir nokta sâniyede enaz yirmi devr yapınca, hayâlimizde
dâire gibi görünür. Elektronlar çok hızlı döndügü için, atomların içi dolu
sanılıyor. Bosluk oldugu hâlde, maddelerin hayâlimizde dolu sanıldıgını ilk olarak
yazan, Imâm-ı Rabbânî hazretleridir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bir atom, devri
milyonlarca olan, ya’nî mu’azzam kuvvetli bir dinamo demekdir. Bu kuvveti
atomdan çıkarabilirsek, simdiye kadar tanıdıgımız kuvvetlerin üstünde bir enerjiye
mâlik oluruz. Bir kurus kadar bir bakır parçasının atomları, mikrodinamosunda
mevcûd kudret ile, ellibin tonluk bir gemiye birkaç def’a devr-i âlem seyâhati
yapdırabilir. Bir kahve kasıgı kömür tozunu yakmadan, atomunu parçalamak sûreti
ile, bütün Istanbul sehri en soguk bir kısda bir hafta ısıtılabilir. Atom dinamosundaki
enerjinin elde edilmesi, ma’den kömürü ocakları fe’âliyyetine ve petrol
sanâyi’ine son verecekdir. Bugün, kesf edilmis olan atom enerjisi baskadır. Çekir-
– 973 –
dekdeki enerjidir.
Elektronlar, eksi elektrikdir demisdik. Atomların ortasındaki çekirdekler, hep
artı elektrikdir. Artı elektrik, eksi elektrigi çeker. Elektronlar, atomun ortasındaki
çekirdek tarafından kuvvetle çekildikleri için, atomun dıs halkasında bulunanları,
dâhildeki halkalara sıçramak ister. Dıs enerji katmanında bulunan bir elektronun,
iç enerji katmanına sıçramasında, merkeze yaklasan her cismde oldugu gibi,
[meselâ su düsünce, ya’nî selâlelerde görüldügü gibi] bir enerji meydâna gelir.
Bu enerji, atom etrâfındaki esîrin elektromanyetik gerilimini degisdirir. Bu degisme,
dalgalar hâlinde, sâniyede, üçyüzbin kilometre hızla esîrin her tarafına yayılır.
Bu dalgalara suâ’ diyoruz.
Bugün suâ’ meydâna getirmek, teknigin ve ilmin mühim bir su’besi olmusdur.
Ampuller, triyod lâmbaları, radyo âletleri ve röntgen boruları, birer suâ’ âletleridir.
Suâ’lar, kendilerini meydâna getiren dalgaların uzunluguna göre, baska baska
ism alır. Meselâ:
Dalga uzunlugu binde bir milimetre olanlar (Isı suâ’ları), dalga uzunlugu onbinde
dört ile sekiz milimetre arasında olanlar (Isık suâ’ları), dalga uzunlugu onmilyonda
bir milimetre olanlar (Röntgen suâ’ları), dalga uzunlugu onmilyarda bir milimetre
olanlar, (Gamma suâ’ları), dalga uzunlugu ontrilyonda bir milimetre
olanlar (Kozmik suâ’ları)dır.
En uzun elektromanyetik dalgalar, radyoda kullanılan Hertz dalgaları olup, boyları
kilometre ile ifâde olunur. Boyları milimetrenin ontrilyonda birinden baslıyarak
kilometrelere kadar uzanan milyarlarca dalga cinsinden, yalnız 4/10.000 mm
ile 8/10.000 mm arasında olanları, ısık hâlinde görebiliyoruz. Dahâ büyük ve dahâ
küçük dalgalı suâ’ları göremiyoruz. Bu, gözümüzün kabâhatidir.
Gamma suâ’ları: Radium atomunun çekirdegi, kendiliginden parçalanarak
gamma suâ’ları nesr eder. Bir evde açıkda bırakılan bir radium kırıntısının gamma
suâ’ları bin metre uzaga yayılır ve aylarca devâm eder. Yüzelli metre mesâfedeki
evlerde bulunanların ölümüne sebeb olur. Zîrâ, gamma suâ’ları, insanları, hayvânları
ve bitkileri öldürür.
Kozmik suâ’lar: Bugün bilinen suâ’ların en kısa dalgalısı bunlardır. Bunlar,
kâinât boslugunun, bugün bilinmiyen derin noktalarından gelen suâ’lardır.
Bunlar, gamma suâ’larından dahâ kuvvetli olup, çok sert ve kalın tabakalardan
geçerler.
Ölüm suâ’ları: Bir milyon voltdan ziyâde gerilim ile çalısan modern röntgen makinaları
ile, dalga boyları ve te’sîrleri, gamma suâ’larına yakın olan suâ’lar elde edilebilmekdedir.
Bu suâ’lar, kalın dıvârlardan geçerek arkalarındaki cânlıları öldürür.
Bu sûretle kus ve fâreler derhâl öldügü gibi, bir öküz de, iki dakîkadan az bir
suâ’lama ile öldürülebilir. Harblerde kullanılabileceklerinden, bunlara ölüm
suâ’ları (Todesstrahlen) denir. Bu suâ’larla çalısan bir fizikçi, farkında olmıyarak,
kendini ve bir mahalle halkını zehrliyebilir. Bir milyon voltluk yüksek gerilimli röntgen
mermileri, düsmana ve sehrlere atılarak ölüm suâ’ları, yeni harblerde kullanılabilecekdir.
Beseriyyet, medeniyyete yaklasır ve insânî düsüncelere dönerse, bu
suâ’lar, tarla fâreleri, yaban domuzları ve sıtma sinekleri gibi hayvânlara karsı kullanılacakdır.
MOLEKÜL: Yıldızların binlerce derecelik sıcaklıgında serbest hâlde uçan
atomlar, erdımızın mu’tedil sıcaklıgında, birbirleriyle birleserek molekülleri vücûde
getirmislerdir. Molekül, az ve belirli sayıda ametal atomlarının, ortak elektron
çiftleri vâsıtası ile, birbiri ile birlesmesinden meydâna gelen kapalı bir birlikdir.
Metal bilesikleri molekül degildir. (Polar) denilen iyon sebekeleridir. Ya’nî,
metal atomları, elektronlarını temâmen vermis, ametal atomları da bu elektronları
almısdır. Ortak elektronlar yokdur. Moleküller, cânlıların yapı tasıdır. Aynı
– 974 –
atomların birbiri ile birlesmesinden meydâna gelen moleküllerden yapılan uçucu
cismlere basît cism, birbirine benzemiyen atomların birlesmesinden de bilesik
cism hâsıl olur. Meselâ, oksigen bir basît cism olup, gaz hâlindedir. Hidrogen gazı
da, bir basît cismdir. Hidrogen atomları ile oksigen atomları birlesirse, su molekülleri
meydâna gelir ki, Erdımızın dörtde üçü su ile örtülüdür. Insan ve bitkilerin
de dörtde üçü sudur. Su, serbest moleküllerden veyâ kolay kopan molekül
zincirlerinden yapılmısdır. Ya’nî molekülleri birbirine çeken, baglıyan kuvvet
azdır. Bu kuvvetlere (Koheziyon) kuvvetleri denir. Böyle cismlere sıvı (Mâyı’) hâlindedir
diyoruz. Sogukda, moleküller arasındaki koheziyon kuvvetleri artar.
Moleküller, hareket edemeyip, grup hâlinde toplanarak, buz olur. Ya’nî katı
(Sulb) hâl alır. Bilesik cismleri ikiye ayırıyoruz: Yapısında dâimâ karbon [ya’nî sâf
kömür] ile hidrogen elemanları bulunanlara (Uzvî) [ya’nî organik] cism deriz. Içinde
karbon ile hidrogen birlikde bulunmıyanlara (Ma’denî) [ya’nî anorganik] bilesikler
deriz. Uzvî bilesiklerin hemen hepsi ve uzvî olmıyanlardan yalnız, sıcakda
uçabilenler molekülden yapılmısdır. Çok sıcakda bile uçmayan anorganik bilesikler
ise, molekülden yapılmamısdır. Bunlar iyon sebekesidir ve sulb ve billûr hâlindedir
ve ısıtılınca parçalanır. Iyon sebekesi, çok sayıda, artı ve eksi atomların, ya’nî
iyonların dizisi demekdir.
Bugün yüzbinlerle uzvî cism tanıyoruz. Bunların molekülleri çok büyük olabilir.
Meselâ, kanımızın kırmızı boyası olan molekül, 16.669 atomdan yapılmısdır. [m.
1936] yılında Istanbul Üniversitesinde ord. profesör F.Arnd yanında travay yapan
Hüseyn Hilmi Isık “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fenil-siyan-nitro-metan metil esteri)
isminde bir sentez yaparak, bunun her molekülü içinde yirmibir aded atom
bulundugunu tesbit etmisdir.
HAYÂT NEDIR?: Bugün, bunun kat’î cevâbını veremiyoruz. Erdımızda hayâtın
nasıl ve ne zemân basladıgına Âdem oglu akl erdiremiyor.
Ilk canlı madde (Protoplazma): Protoplazma, plâstik ya’nî balçık çamuru hâlindedir.
Dısardan bakıldıkda bulanıkdır. Yumurta sarısı ortasındaki esmer leke, civcivin
protoplazmasıdır. Protoplazma, muhtelif makinalardan mütesekkil bir organizasyon
ve bundan dolayı uzviyyet ismini verdigimiz fe’âl, cânlı bir tesekküldür.
Hayâlimizde, bir cep sâatini, binlerce def’a küçültelim: Bir mercimek, bir kum, bir
toz ve nihâyet görünmez seklde düsünelim. Nokta kadar tesavvur etdigimiz ve islemekde
olan sâate, mikroskopla bakdıgımızı düsünürsek, bunu tekrâr binlerce
def’a büyütmüs ve hiçbir parçası ve fe’âliyyeti degismemis bir hâlde görürüz. Iste,
protoplazmayı böyle, ya’nî fevk-al’âde küçük ve mükemmel tanzîm olunmus
bir makine olarak düsünecegiz. Bu makinanın, bugüne kadar mikroskopla ancak
büyük parçalarını tanıyoruz.
Protoplazmanın yarıdan ziyâdesi sudur. Ya’nî, cenâb-ı Hak, cânlıları sudan
yaratmısdır. Bu su, sâf olmayıp, muhtelif tuzların bir eriyigidir. Bu muhtelif tuzların
muhtelif vazîfeleri vardır. Elektrik iletirler, osmotik basınc yaparak protoplazmayı
gergin tutarlar. Eriyikdeki seker yanarak, bu makinanın enerjisini te’mîn
eder. Protoplazmanın demiri, teneffüse lâzım olan gazı içeri çeker. Kireç, protoplazmanın
kanalizasyon teskilâtını idâre eder... ve sâire...
HÜCEYRE (Cellule): Cânsız âlemde, tuz, elmas gibi birçok cismler, billûr hâlinde
bulundukları gibi, protoplazma da, mu’ayyen vazîfelere göre gruplanmıs mikroskopik
parçalar hâlinde bulunur. Bu parçalara, hüceyre diyoruz. Hüceyre hayâtın
ilk müstekıl parçasıdır. Cânlılar, hüceyrelerden yapılmısdır. Hüceyre hayâtından
baska hayât göremiyoruz. Bir bugday filizi, hüceyre kulesi, küçük hayvânlar
bir hüceyre serâyı, insan da, büyük bir hüceyre sehri demekdir. Bir hüceyrenin genisligi,
ortalama (0,02 mm)dir. Bir kesme seker içinde ikiyüzellimilyon hüceyre yasayabilir.
Bir insan vücûdünde ortalama otuztrilyon hüceyre vardır. Mısr ehrâm-
– 975 –
larının biri yerine, bir insan heykeli yapılsa idi ve birisi, o günden i’tibâren, hergün,
bu heykelden, el parmaklarından baslıyarak her sâniyede birer hüceyre koparsa
idi, bugün heykelin ancak bir elinin yarısı gitmis bulunurdu. Zîrâ, bir senede
otuzmilyon sâniye vardır. Bu heykel, cânlı olsa idi, her sâniyede bir hüceyre gayb
etmesine ragmen, bugün yasar ve cânlı bir târîh olurdu.
Yukarıda söyledigimiz muhtelif suâ’lar, birer enerji tasımakdadır. Suâ’ alan,
emen bir cism, enerji almıs olur. Meselâ, ısınır. Insan hüceyreleri ziyâ ve bilhâssa
harâret dalgalarını alır. Bu sûretle kazandıgı kudretle çalısır. Ya’nî insan hüceyresi,
bir elektrik makinasına, bir radyoya benzer. Su hâlde insan vücûdü otuztrilyon
hüceyre motorundan yapılmıs mu’azzam bir fabrikadır. Kimyâ reaksiyonlarında,
atomların dısarı verdikleri enerjinin, kesik kesik, ya’nî küçük dânecikler hâlinde
salındıgı anlasılmısdır. Bu enerji dâneciklerine (Kvant) denilir.
KALB VE DAMARLAR: Vücûd fabrikasının çalısma merkezi kalbdir. Kalbin
tekallüsü [kasılması], yumruk sıkmak gibi, basît bir sıkısma olmayıp, kanın hareketi
istikâmetinde giderek kalbin ucunda nihâyetlenen bir titresim dalgası seklindedir.
Böyle bir tekallüs dalgası, yarım sâniye devâm edip, sâniyenin altıda biri kadar
süren bir aralıkla tekerrür eder. Bu tekerrürler, kalb fe’âliyyetinin nizâm ve
âhengidir. Kalbimiz, günde yüzbin def’a çarpıp, yüzbin def’a, bir sâniyenin altıda
biri kadar zemân istirâhat ediyor. Ya’nî, günde bes sâate yakın dinleniyor. Demek
ki ortalama bir insan ömrü altmıs sene kabûl edilirse, böyle bir insanın kalbi, oniki
sene kadar istirâhatde kalıyor. Kalbimiz, her çarpısında 100 cm3 kan çekerek,
günde damarlara 10.000 litre kan gönderiyor. Buna göre kalb, her darbesinde, bir
kilo agırlıgı yarım metreye kaldıracak kadar is yapmakdadır ki, bir insan, kendi kalbinin
kuvveti ile islemekde olan bir asansörle, bir sâatde, yerden bir apartmanın
besinci katına çıkabilecekdir. Ya’nî insan kalbi 1/375 beygir kuvvetinde bir motördür.
Parmaklarımızı, diger kolumuzun bas parmak hizâsına korsak, nabz atmasını
duyarız. Nabz atması, bize kalbin çarpmasını gösterir. Nabzın dakîkadaki adedi
vücûdün kan ihtiyâcına tâbi’dir. Bu sebeble nabz, kuslarda, dakîkada 200, insanda
75, atda 35, filde 25 dir. Birkaç aylık çocuk kalbi bizimkinin iki misli çarpar.
Nabz adedi, sıcak havada azalır. Kalb, bir otomobil gibi olmayıp, bir elektron motörü
gibidir. Kanda erimis tuzlardan biri olan potassium atomu radioaktifdir. Bir
insanda otuz gram potassium olup, hergün birmilyar elektron nesr eder. Kalbin giris
kapısında bir sinir makinesi vardır. Bu makine tıpkı bayram yerlerinde çocukların
atıs tecribelerinde, mermî hedefe isâbet edince, hedef olan cismde hareket
meydâna geldigi gibi, bir elektron isâbeti ile, kalbi harekete getirir. Kalbden çıkan
kan, damarlarla, vücûdün her tarafına dagılır. Bu damarlar çok saglamdır. Kalbe
baglı epher damarı [Aort], yirmi atmosfer basınca mukavemet eder. Lokomotifler,
10-16 atmosferlik buhâr tazyîki ile islediginden, yanmakdan korunabildigi takdîrde
bu damarlarla lokomotif boruları yapılabilecekdir. Damarlar, kalbden uzaklasdıkca
dallara ayrılır. Ya’nî incelir. En ince damarlara sa’rî damar [Kapiller] diyoruz.
Kapiller bir kıldan elli def’a dahâ incedir.
Igne kalınlıgındaki bir et parçasında bin kapiller vardır. Bir insanda elli kilo adele
bulunduguna göre, kapiller adedi kolay hesâb olunabilir. Her kapiller, ortalama
yarım milimetre uzunlugundadır. Insandaki bütün kapiller ucuca konursa,
dünyâyı dört def’a saracak bir boru elde edilir. Herbirinin agız genisligi yanyana
getirilirse 60000 m2 bir sath meydâna gelir. Hâlbuki, en büyük olan epher damarının
agız genisligi bes santimetre karedir. Epherden ve tekmîl kapillerden aynı zemânda
geçen kan mikdârı esitdir. Zîrâ, epherdeki kan birkaç metre sür’atle akdıgı
hâlde, etrâfda sür’at azalarak, kapillerde hemen hemen sıfır olur. Kan, yarım milimetre
uzunlugundaki kapillerden bir sâniyede geçer. Bu sâniye içinde gaz mübâdelesi
vukû’ bulup, kan avdet eder. Kan, kalb içinden 1,5 sâniyede geçmekde, 5-
7 sâniyede cigerleri dolasmakda, dimâgı 8 sâniyede, elleri ayakları 18 sâniyede do-
– 976 –
lasmakdadır. Ya’nî bir kan hüceyresi, yirmidört sâatde, üçbin def’a kalbden vücûde
gönderilmekdedir. Is esnâsında veyâ âtesli hastalıklarda, kalbin çarpma kuvveti
azalınca, kan sür’ati iki misline kadar artar. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh!
Beyt:
Müntezamdır cümle ef’âlin senin,
Aklı ermez, hikmetine kimsenin!
KAN: Bir insanda bes-altı litre kan bulunur. Kanının üçde biri giden kimse tehlükesiz
yasıyabilir. Kan suyuna (Plasma) denir. Plasma içinde alyuvarlar [Hemati]
ve akyuvarlar [Lökosit] yüzer. Bundan baska, (Fibrinogen) denilen azotlu bir
madde, erimis hâlde bulunur. Kesilen yerden çıkan kandaki fibrinogen, iplikler hâlinde
pıhtılasır. Bu pıhtıya (Fibrin) denir. Fibrin, kan akmasını durdurur. Fibrin
çökelirken, kandaki yuvarlar da, pıhtı içinde çökelir. Bir cam tüpe alınan kan da,
böyle pıhtılasır. Pıhtı üstündeki berrâk sıvıya (Serum) denir. Serum içinde erimis
albümin maddesi, tuzlar bulunur. Bulasıcı hastalık zemânlarında kanda hâsıl olan
(Anti-toksin)ler de, serumda erir. Cam tüpe alınır alınmaz, içine pıhtılasmayı
önliyen madde [meselâ sodium sitrat tuzu eriyigi] konan kan, pıhtılasmaz. Yalnız,
kandaki yuvarlar çöker. Çökme hızı, serumdaki albüminin cinsine ve mikdârına
göre degisir. Hastalıklar, serum albüminini degisdiriyor. Çökme hızı, birçok hastalıgın
tanınmasına yarıyor.
Bir milimetreküp kanda, besmilyon hemati vardır. Eritrosit de denilen bu alyuvarlar
kemik iliginde hâsıl olur ve otuz-kırk gün çalısdıkdan sonra, ihtiyâr olurlar.
Ihtiyâr eritrositleri, dalak, kandan alarak öldürür. Kan zâyı’ edince veyâ ba’zı hastalıklarda
kandaki eritrosit sayısı azalır. Renk solar, istihâ gider. Hâlsizlik, bas agrısı,
kulak çınlaması, kalb çarpıntısı, el, ayak soguması olur. Bu hâle anemi (Kansızlık)
denir. Hâlbuki, kan azalmamıs, kandaki eritrosit azalmısdır. Çabuk ihtiyârlıyarak
veyâ az hâsıl olarak, kanda azalıyorlar. Bâsur, mi’de, barsak gizli kanamaları,
deriden, damardan, burundan ba’zan akan kanamadan dahâ tehlükeli olan anemilere
sebeb olur. Çünki onlar hep akar. Yılan ve mantar zehri, eritrositleri öldürüyor
ve hâsıl olmalarını azaltıyor. Kursunla zehrlenme, sıtma ve baska birkaç bulasıcı
hastalık, barsak solucanı, ba’zı tehlükeli sisler [tümörler], ba’zı vitamin
noksânlıgı ve bebegin iyi beslenmemesi, ba’zan çok yorulmak da eritrositleri
azaltır. Baska sebebden meydâna geldigi için buna (segonder=bilvâsıta, ikinci
anemi) denir. Bundan baska, primer veyâ essansiyel (asl hastalık) olan, kendiliginden
olan (Kloroz) ve (Pernisiyöz anemi) adında iki kansızlık hastalıgı dahâ vardır.
Kloroz, yetisgin kızlarda olur. Eritrosit sayısı degismez veyâ azalması cüz’î olur.
Lökositler, kanın polis me’mûrları gibidir. Saglam insanın bir milimetreküp kanında,
altıbin ile sekizbin arası lökosit vardır. Vücûde mikrop girince sayıları artar.
Bir damla kandaki lökosit sayısından, vücûdde mikrop gavgası olup olmadıgı
anlasılır. Lökositler de, kemik iliginde hâsıl oluyor. Bunların lenfosit denen çesidleri,
lenfa bezlerinde hâsıl olmakdadır. Hastalıgın cinsine göre, lökosit ve lenfosit
artısları baska baska olur. Bir yarada bulunan kıyh [irin], akyuvar ölülerinin
yıgınıdır. Bunlar, mikrop savasında ölmüsdür.
Bilemedigimiz bir sebeble, kanda lökosit çogalmasına (Lösemi) kan kanseri denir.
Lökosit artması fazla ise, (Miyole lösemi) denir. Lenfosit artması dahâ çok ise
(Lenfatik lösemi) denir. Bu hastalıkda, ates, bugaz agrısı, lenfa bezleri sismesi, dalak
sismesi, dis etleri ve deri altı kanaması, hâlsizlik olur.
Bir milimetreküp kanda, ikiyüz-üçyüzbin kadar (Trombosit) denen, çok küçük
dânecikler de vardır. Bunlar da, kemik iliginde hâsıl oluyor. Bunlar, kan çıkan yerde
yıgılarak, kanın pıhtılasmasını kolaylasdırıyor. Kanın ömrü yüziki gündür.
Ya’nî, yüziki gün sonra, insanın kanı temâmen degisir.
TANSIYON: Kan basıncı demekdir. Her boruda bulunan suyun basıncı vardır.
– 977 – Se’âdet-i Ebediyye 3-F:62
Bagçe sularken hortumdaki deliklerden suyu fıskırtan, su basıncı oldugu gibi,
damarlardaki kanın da bir basıncı vardır. Aortdaki kan basıncı, ince damardaki kanın
basıncından çokdur. Kol atardamarında tansiyon onikidir. Ya’nî, oniki santimetre
yüksekligindeki cıvanın, tabanına yapdıgı basınca esitdir. Bu da 12x13,6=163
gram/santimetre karedir. (Basınc), bir santimetrekare yüzey üzerine, dik etki
eden kuvvet demekdir. Normal tansiyon mikdârı, yasa göre ve insanın yapısına göre
degisir. Bâzû atardamarı tansiyonu onaltı olan saglam insan çokdur. Damar kireçlenerek
veyâ üzülmek, kızmak sonucu sinir bozulması ile, kasları büzülerek
[kramp] daralırsa, tansiyon artar. Nikotin gibi ba’zı zehrler ve böbrek hastalıgında
kana yayılan toksinler de, damarları daraltarak tansiyonu yükseltir.
Kan tazyîkınin yükselmesi devâmlı ise, sebeblerini aramalı, bunları tedâvî etmelidir.
Bedeni ve âsâbı yormamalı, üzülmemelidir. Âsâbı teskîn edici ilâc almalıdır.
Kâfî mikdârda uyumalıdır. Az tuzlu ve az yaglı perhîz yapmalıdır. Idrâr söken
ilâc vermelidir. Kramp, kabz olursa, potassium vermelidir. Bas agrısına aspirin
degil, antihistaminler vermelidir. Nöbet hâlinde, pirinc, meyve ve sekersiz
perhîz yapılır. A vitamini, ökse otu [Gui], sarmısak fâidelidir. Menopose zemânında
kadınlarda olan tazyîk artması mühim degildir. Tuzu az perhîz, ikinci kısmın
kırkaltıncı maddesinin yirmidokuzuncu sırasında yazılıdır. Diyastolik tazyîk,
ya’nî ölçü âletinin gösterdigi küçük tazyîk onüçden yukarı ise, kalb veyâ
böbrek üzerinde durulur. Tuzsuz perhîz ve yatakda istirâhat lâzım olur. Tazyîk düsürücü
ilâclar verilir. Böbrek, kalb, kebed, bagırsak hastalarında, bunlar tedâvî edilince,
tansiyon normale iner. Bu tedâvîlerin tabîb tarafından yapılması lâzımdır.
Bilhâssa kadınlarda, kan kaybını durdurmak için, sabâh aksam aç karna, nohud kadar
damla sakızı yutmak ve (Sang-Dragon) kardeskanı denilen kırmızı sakızdan
1-5 gram kadar yimek fâidelidir. Altıyüzellidördüncü [654] sahîfeye bakınız!
Tansiyon düsmesi de tehlükelidir. Düsük tansiyonu tabî’î hâle yükseltmek için
tuzlu ayran ve bol su içmeli, yine düserse tabîbe mürâce’at etmelidir.
KAN GRUBLARI: Birinci cihân harbinden önce, kansız bir kimseye, baska bir
insanın kanı sırınga edilince, ba’zan, hemen ölüyordu. Bunun önüne geçilemiyordu.
Ba’zı kimselerin kanının serumunda, belli iki maddenin bulundugu görüldü.
Agglütinin denen bu maddeler birbirine benzemez. Biri a [alfa] ile ikincisi b [beta]
ile gösterilir. Ba’zı kimsenin alyuvarlagında da, pıhtılasabilen iki madde bulunuyor.
Bunlar da, birbirine benzemez. Birine A, ikincisine B denir. Bir insana kan
verildigi zemân, A özellikli alyuvarlar, a maddesi bulunan seruma gelince veyâ B
özellikli alyuvarlar, b bulunan seruma gelince (Agglutination) olur. Ya’nî, dısardan
gelen kandaki alyuvarlar bir araya yıgılıp, pıhtı hâlinde çöker ve kan verilen
kimse hemen ölür. Her insanın kan serumunda, kendi alyuvarlarındaki pıhtılasabilen
maddeyi pıhtılasdırmıyan agglütinin bulunur. Yoksa, herkesin kanı, kendiliginden
pıhtılasarak ölürdü. Bu bakımdan dört dürlü kan gurubu vardır:
1 — 0 [sıfır] grubu: Bu grubda bulunanların alyuvarlarında A ve B maddeleri
yokdur. Serumlarda a ve b vardır. Bunların alyuvarları hiç bir serumda pıhtılasmaz.
Herkese kan verebilirler. Verdikleri kan az oldugundan, serumla verilen a
ve b agglütininleri, kan alan kimsenin alyuvarlarını pıhtılasdırmaz. Bu grubdakiler,
baska grubdakilerden kan alamazlar.
2 — A grubu: Bu grubda olanların alyuvarlarında, yalnız A maddesi vardır. Serumlarında
yalnız b bulunur. Bunlara yalnız kendi grublarında veyâ 0 grubunda
bulunan kimselerin kanı verilebilir. Bunlar, yalnız kendi grublarında veyâ AB grubunda
bulunanlara kan verebilirler.
3 — B grubu: Bu grubda bulunanların alyuvarlarında yalnız B vardır. Serumlarında,
yalnız a bulunur. Bu grubdan veyâ 0 grubundan kan alabilirler. Ancak kendi
grubuna veyâ AB grubundakilere kan verebilirler.
4 — AB grubu: Bu grubda olanların alyuvarlarında hem A ve hem de B bulu-
– 978 –
nur. Serumlarında hem a hem b bulunmadıgından, dısardan gelen alyuvarları
çökdürmezler. Her grubdan kan alırlar. Çünki dısardan gelen a ve b agglütininleri
hem azdır, hem de bunların kanında dagılarak dahâ te’sîrsiz kalıp, alyuvarları
çökdürmez. Bunlar AB den baska grubdakilere kan veremezler.
Bir insan bütün hayâtı boyunca, bu dört grubdan birisinde bulunur. Herkes kendi
kan grubunu ögrenmeli, nüfûs cüzdanına yazılmalıdır. Fekat gebelik, lohusalık,
narkoz, radioterapi ve arsenikli ilâcların, kan grubunu ba’zan degisdirdigi görülmekdedir.
Yüz kisi üzerinde yapılan tecribede, kırkbes kisi 0, onbir kisi A, kırk kisi B ve
dört kisi AB grubunda bulunmusdur.
Kan grubu ölçülmesi, adlî islerde de fâideli olmakdadır. Sübheli birinin elbisesinde
görülen kan lekesinin grubu, bu kimsenin kan grubuna uygun bulunmazsa,
(Elim kesildigi zemân üstüme kan damlamısdı) gibi sözünün yalan oldugunu
meydâna çıkarır.
Çocugun kan grubu, babasının veyâ anasının kan grubuna benzer. Bir çocugun
kan grubu, anasının kan grubuna benzemezse, babasının kan grubunda oldugu anlasılır.
Bu çocugun babası oldugu sanılan adamın kan grubu, çocugun kan grubuna
benzemezse, bunun babası olmadıgı anlasılır. Fekat, bu çocugun grubunda
olan bir adamın, bu çocugun babası oldugu kesin olarak söylenemez. Çünki, aynı
grubda bulunan, baska çok adam vardır.
Grubu belli olan (test serum)dan, bir cam üzerine, bir damla konur. Üzerine bir
damla % 10 luk sodium citrat eriyigi konur. Bir damla da kan konur. Iki dakîka
sonra berrâk kalırsa, agglütinasyon yokdur. Bulanırsa, vardır. (Test serum) piyasada
satılmakdadır. Bozulmadan iki-üç ay saklanabilir.
TENEFFÜS CIHÂZI: Sıhhatli bir insân, sâatde bin nefes alır. Vücûd fabrikasının
mikrop ve gazlara karsı mühim kapısı, nefes yollarıdır. Agız ve burun boslugunu
cigerlere rabt eden onbes santimetrelik hava borusu [Trake]nin yukarı ucu
gırtlak [Hançere] olup, burada hava borusu, ses iplikleri vâsıtası ile daralmıs, bir
ince yarık hâline gelmisdir. Bu yarık, nefes yolunun otomatik kapanabilen kapısı
olup, toz, balık kılçıgı ve tahrîs edici gazların te’sîri ile kendiliginden kapanır.
Insan arzû etse de, klor, amonyak ve diger zehrli gazları teneffüs edemez. Hava
borusu, gögüs boslugunda, yarım milimetre inceliginde, yirmibesmilyon kadar
ince kollara ayrılır. Her kol, yine 15-20 dâne son kollara ayrılır. Her son kolun ucu
kese gibi siskin olup, bu hava kesecikleri, kollar ucunda üzüm salkımına benzer.
Bu hava keseciklerinin hepsine (Akciger) diyoruz. Akcigerde, kalbden gelen kan
damarları da, kollara ayrılır. Ayrıla ayrıla nihâyet cigerde dörtyüzmilyon kapiller
meydâna gelir. Bu kapiller, hava keseciklerini sarar. Gaz basıncından dolayı,
kandaki CO2 nin fazlası, hava kesesine ve kesedeki oksigen de kapillere, ya’nî kana
geçer. Bu gaz mübâdelesi, bir sâniyede vukû’ bulur. Orta bir nefes almada, keselerin
mecmû’ sathı yüzelli, derin teneffüsde dörtyüz metre karedir. Cigerde birinci
hâlde üç litre hava mevcûd olup, bunun yarım litresi, ya’nî altıda biri mübâdele
olur. Bir insanın cigerlerinden dakîkada yatarken sekiz, otururken onaltı, yürürken
yirmidört, kosarken elli litre hava geçmekdedir. Harb maskeleri süzgeçlerinin
mukavemeti ölçülerinde bu mikdâr, otuz litre kabûl edilmisdir. Devâmlı spor
ve mümârese ile, cigerlerde bir teneffüsde mübâdele edilen hava mikdârı, besbuçuk
litreye çıkabilmekdedir. Tecribeli dalgıçlar, su altında dörtbuçuk dakîka, nefes
almadan durabilmekdedir. Bir hayvânın kanına oksigen verirsek, teneffüs yavaslar,
hattâ durur. Zîrâ dimâgdaki teneffüs merkezi, artık, gögsü karından ayıran
perdeye hareket emri veremez. Kandaki karbon dioksid gazının artması ise, teneffüs
merkezini îkâz ederek, teneffüsü hızlandırır.
HAVA (ATMOSFER): Bir hava deryâsının dibinde yasamakdayız. Hava, orta-
– 979 –
lama yüz kilometre yükseklikde olup, yukarısında dahâ hafîf gaz tabakaları ile örtülüdür.
Okyânusların sekizyüz metre derinliginde yasıyan balıklar, havaya çıkarılınca
parçalandıgı gibi, insanlar da, hava basıncı altından çıkarılınca yasayamaz.
Hava, deniz kenârında, bir santimetre kare satha, bir kilogram tazyîk yapmakdadır.
Bu basınc mikdârına, bir (Atmosfer) denir ki, yetmisaltı santimetre [76 cm] yüksekligindeki
cıvanın basıncına esitdir. Cıvanın özgül agırlıgı 13,6 gr/cm3 oldugu için,
binotuzüç santimetre [76x13,6=1033,6] suyun basıncı, ya’nî on metre ve otuzüç santimetre
yüksekligindeki suyun basıncı, bir atmosferdir. Insan derisinin yüz ölçümü,
ortalama birbuçuk metre kare olduguna göre, hava, hepimizi onbes ton kuvvetle
ezmekdedir. Bu büyük kuvvet altında, pestil hâline gelmeyisimiz, teneffüs sâyesindedir.
Teneffüs yolları, akciger keseleri, kapiller ve kan damarları ile, vücûdümüzün
bütün hüceyrelerine hava gitdiginden, içimizde de, hâricdeki tazyîka müsâvî bir
basınc mevcûddür. Sıcak havada tazyîk azalır, barometre düser. Sogukda ise yükselir.
Bu tazyîk tehavvülü, sıhhatimiz için çok mühimdir. Bu tehavvül olmasaydı,
bildigimiz hastalıkların dörtde biri mevcûd olmazdı. Sıhhî ıklîmler, kırların ve kısın
yaylaların, ilkbehârda hâtt-ı üstüvâ [ekvator] adalarının ıklîmleridir.
Hava ile yeryüzü, elektrik bakımından birbirine karsı, bir pilin kutupları vaz’ıyyetindedir.
Hava artı, erd eksi yüklüdür. Bu iki kutup arasında yasamakda olan insan
elli litre tuzlu su tasıdıgından, kuvvetli bir nâkildir. Üzerimiz yüzbinlerce kıl
ile örtülü oldugundan bir verici istasyonu hâlindeyiz.
Yüz litre havada, yetmissekiz litre azot, yirmibir litre oksigen, bir litre argon gibi
necîb gazlar ve 0,03 litre karbondioksid gazı [CO2] bulunur. Hava, bu gazların
karısımıdır. Havada gaz hâlinde bulunan azot, yumurta akı, ekmek, et gibi cismlerin
yapı maddesidir. Böyle azotdan yapılmıs maddelere (Protein) diyoruz. Proteinler,
aminoasidlerin peptidlesmesinden hâsıl olan polipeptid yapısındadır.
Bunlar, protoplazmanın yapı tası oldugundan, proteinsiz, ya’nî azotsuz yasanmaz.
Yalnız yag, seker, nisasta gibi azotsuz gıdâlarla beslenen bir hayvân, yasıyamaz.
Insan, hergün gıdâlardan sekiz gram azot almak mecbûriyyetindedir. Lâkin
ne insan ve ne de hayvân ve ne de nebâtlar, havadaki azotu alamıyoruz. Zîrâ, azot
moleküllerindeki ikiser atom, birbiri ile kuvvetli baglı olup, kolay ayrılmıyor.
Bilesik cism yapmak için atomlar birlesir demisdik.
Havada oksijen bulunmasaydı veyâ oksijen mikdârı yüzde 21 den az veyâ çok
olsaydı, zararlı olur, hiçbir canlı nefes alamaz, yasayamazdı. Yer yüzünde hiçbir
insan, hayvan, nebât bulunmazdı. Yagmurlu, karlı ve fırtınalı havalarda oksijen mikdârı
hiç degismiyor. Allahü teâlâ degismekden muhâfaza ediyor. Allahü teâlâ, insanlara
büyük ni’met olarak, Peygamberleri gönderip îmânı bildirdi. Havadaki oksijen
mikdârını yüzde 21 olarak sâbit tutuyor. Bu ni’metlerin kıymetlerini anlamalı,
her nefesde hamd etmeliyiz. Görmek, isitmek ve söylemek ni’metlerinin kıymetlerini
hiç düsündünüz mü? Bu ni’metler için, gece gündüz durmadan hamd etsek
karsılık yapabilir miyiz? Lâzım olan hamd ve sükr yapılmadıgı için, bunları geri alıyor
mu? Almıyor. Afv ediyor. Hamd ve sükr etmiyenlerin, hattâ inkâr edenlerin,
dünyâ ni’metleri içinde, râhat ve mes’ûd yasadıklarını, ba’zı sevilmislerin de sıkıntılar
çekdiklerini görüyoruz. Imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin zındanda iskence yapılarak
öldürülmesi ve imâm-ı Rabbânînin üç oglunun bir günde vefât etmeleri
böyledir. Bunun sebebini ârifler anlamakda ve talebelerine bildirmekdedir. Bunlar
sizi aldatmasın! Çünki, Allahü teâlânın afv ve sabr sıfatları, diger sıfatları gibi
sonsuzdur. Bizim gibi câhiller, böyle afv ve merhamet sâhibi Rabbimize karsı
kusûrlarını bilmeli, Ona karsı sükrde hiç kusûr yapmamalı, emrlerine ve yasaklarına,
ya’nî islâmiyyete bütün gayretimiz ile sarılmalıyız.
Bir azot deryâsı olan hava içinde yasadıgımız ve hergün bin litre azot cigerlerimize
kadar girdigi hâlde, hayâtımıza çok lüzûmlu olan bu azotu, hüceyrelerimize
havadan alamıyoruz. Mahlûkatı sıkan en büyük derdlerden biri açlıkdır. Her sene
– 980 –
milyonlarca hayvân ve nebât açlık derdinden telef olmakdadır ve su sâatde binlerce
aç insan mevcûd olup, doyasıya yimege muvaffak olamamakdadır. Bu açlar, bilhâssa
pahâlı olan protein maddelerine, ya’nî içinde yüzdükleri azot deryâsına, cigerlerine
kadar girmis iken, istifâde etmekden âciz oldukları azot maddesine açdır.
Bu hâl, insanların aczini göstermege kıymetli bir misâl teskîl etmekdedir. Zîrâ, eger
teneffüs ile oksigen gazını alıp kanımıza katdıgımız gibi, azot gazını da tutmak hâssası
kanımıza bahs edilmis olsaydı, yeryüzündeki bütün açlık ihtiyâcımız, bir soluma
ile te’mîn edilebilecekdi ve artık aç kimse kalmıyacak, avcılık nihâyet bulup, milyonlarca
cânlı, açlık sıkıntısından kurtulacak, açlık dolayısı ile ekmek ve et için insanlar
birbirlerine saldırmıyacak, yeryüzü bir harb sâhası hâlinden çıkarak, bir Cennet
ravzası hâline dönecekdi. Bunların hepsi, insanın hergün cigerlerine giren bin
litre azotdan, sekiz gram (yedi litre)sini uzviyyetine alabilmesi ile olacakdı.
Havanın yüksek tabakaları hafîf ve oksigence fakîrdir. Böyle havada, hem teneffüs
güçlesir, hem de rûhî tesevvüsler hâsıl olur. Teneffüs güclügü, ya’nî oksigen
azlıgının te’sîri, alkolün te’sîrine benzer. Bu te’sîrler insanlara göre degisir.
Dörtbin metreye kadar birsey duyulmaz. Bundan sonra nefes darlıgı, bogulma hissi,
bas agrısı, ates basması gibi dag hastalıgı alâmetleri baslar. Fekat, bu sartlara
alısarak teessür zâil olur. Dokuzbin metreden sonra diger ârızalar bas gösterir ki,
vücûd bu sartlara uymaz. Bu zemân, oksigen bombaları ile sun’î hava verilmezse
veyâ diger tedbîrler alınmazsa ölüm hâsıl olur.
Hüceyrelerimizde, oksigen, gıdâları yakınca, karbondioksid meydâna geliyor.
Bu da, cigerlerden havaya veriliyor. Insan sâatde 20-40 ve günde 500-1000 litre karbondioksid
gazı hâsıl ediyor. Sehr havasında (CO2) mikdârı, binde bire ve hattâ dahâ
yukarıya çıkar. Bu gaz, öldürücüdür. Yüzde yedi mikdârında teneffüs güçlesir.
Yüzde ondört olunca öldürür. Kalküta sehrinde, bir odaya tıkılan 146 mahbûsdan
123 ü, kendi (CO2)leri ile ölmüsdür. Karbondioksid gazı havadan agır oldugundan
çukurlarda, mahzende toplanır. Gazoz siseleri açılınca, asagı dogru köpük hâlinde,
masa örtüsü üzerine akar. Bu gaz, ısıyı fenâ iletir. Hava tabakasının erd üzerinde
sıcaklıgı koruması, dahâ ziyâde karbondioksid sâyesindedir. Hava olmasaydı, yer
yüzünün ortalama sıcaklıgı (+150C) yerine (—230C) olacakdı. Bu otuzsekiz derece
farkın yirmibir derecesi, havadaki onbinde üç karbondioksid sâyesindedir.
Insan vücûdü, içinde elli litre sıcak mâyı’ bulunan bir fıçı gibidir. Fıçının serbest
sathı cigerler olup, takrîben ikiyüz metrekaredir. Bu sıvı, bu yüzeyden ve bütün
derimizden, buhârlasır. Agız ve burnumuzdan havaya su buhârı veriyoruz.
MIKROP: Mikrop nedir? Mikroplar, dünyâmızda en ziyâde yayılmıs mahlûklar
olup, o kadar çokdur ki, diger bütün cânlıların mecmû’ sayısı, bunların yanında
sıfır gibidir. Üzerinde binlerle mikrop yasamayan bir toprak parçası, havada,
bir toz, bir su damlası, bir sinek ayagı ve hiçbir insan kılı mevcûd degildir. Insan
bir camı agzına sürünce, cam üzerinde düzinelerle mikrop kümesi meydâna gelir.
Her insan bûsesi, insanların birbirine binlerce mikrop vermesi demekdir. Masa üzerinde
yürüyen bir sinek, karda gezen insanın izleri gibi, mikrop yıgınları bırakır.
Süt hayvândan bakraca akdıgı zemân, her kahve kasıgında binlerce mikrop bulunur.
Bu mikdâr, her sâatde katkat artar. Bir mikrobun yirmidört sâatde çogalarak
yetmis milyona çıkdıgı görülmüsdür. Tereyagındaki mikroplar, sütden on kat
fazladır. Insan ve hayvânların bulundugu yerde, mikrop mikdârı fevk-al’âde artar.
Bir kasık nehr suyunda, sehre girmeden evvel otuzbin, sehrden çıkınca milyarlarca
mikrop vardır. Mikroplar havada uçmaz. Havadaki herbir toz, yüzlerce mikrop
tasıyan birer balondur. Mikroskop 998 [m. 1590] de kesf edildi.
INSAN VE MIKROP: Mikroplar, diger hayvân ve nebâtlar gibi canlı mahlûklar
olup, insanlara zararlı veyâ fâideli olmak gâyesinde degildir. Bunların, yegâne
gâyesi, her cânlıda oldugu gibi, yasamak arzûsudur. Birçok insan, mikrop deyince,
– 981 –
yanlıs olarak, insana düsman olan mahlûk zan eder. Hâlbuki Allahü teâlâ, çok seyleri
yaratmasına, mikropları sebeb ve vâsıta kılmısdır. Cenâb-ı Hakkın irâdesi ile,
dilemesi ile, muhtelif islerin yapılmasında vazîfe görüyorlarsa da, umûmî olarak zararsız,
fâideli ve zararlı [pathogene] olmak üzere üç sınıfdırlar. Onbinlerce nev’leri
olup, hemen yüzde sekseninin insanlarla alâkası yokdur. Yüzde iki kadarı, fâidelidir.
Meselâ, bize, peynir, sirke, hamur, maya ve sâire yaparlar. Bir kısmı ile de, berâber
yasamakdayız. Her nefesde, binlercesi içimize girer. Bunlar, tavuk, kedi, köpek,
koyun ve sâire gibi, ehlî hayvanlarımız gibidir. Lâkin bunlar, bize dahâ yakın
olup kümesde, ahırda degil, hârice açık bulunan a’zâmızda ikâmet eder. Cild, agız,
burun, teneffüs yolları, mi’de, bagırsak ve sâire yerlerimiz bunlarla doludur. Bunlar,
basît ve beceriksiz degildir. Içlerinde san’atkârları ve mütehassısları mevcûddür.
Yalnız agzımızda, elli çesid mikrop çalısmakdadır. Ince bagırsaklarda da,
muhtelif ihtisâslara mâlik yirmibes dürlü mikrop nev’i vardır. Insan, bu isçilerinin
yevmiyesini gıdâ olarak verip, güc hazm olan gıdâların hazmını bunlara yapdırır.
Bir def-i hâcetde, abdesthâneye, yüzbinlerce mikrop terk edilmekdedir.
Her insanda mevcûd bu sayısız mikroplar, zararlı degildir. Hâricden durmadan
vücûdümüze zararlı mikrop da girmekdedir. Hiçbir gün yokdur ki, hepimiz verem
mikrobu yutmamıs olalım. Süt ineklerinin yarıdan fazlası tüberkülozdur. Pastörize
edilmiyen her sütde verem mikrobu üçbine kadar çıkdıgı nâdir degildir. Hemen
her tereyagının yüz gramında, binlerce verem mikrobu vardır. Öldügü zemân vücûdünde
verem hastalıgı baslamamıs insan, yok gibidir. Tüberkülozdan bademcikleri
sismemis çocuk azdır. Diger hastalık mikropları da, heryerde mevcûddür.
Herkesin agız ve burnunda difteri ve grip mikropları yasamakdadır. Cildimizde,
çıban mikropları, kanı zehrliyen mikroplar dâimî müsâfirimizdir. Hâlbuki üzerimizi
saran bu düsmanlardan zarar görmiyoruz. Yalnız veremli sütden bir damla içen
kimse birkaç haftada ölmeli idi. Bunun sebebi: Bir bardak sütde, meselâ üçbin verem
mikrobu yanında, ayrıca kırk muhtelif nev’den milyarlarca zararsız mikrop vardır.
Diger mikropların yanında verem mikrobunun milyonda bir azlıgı, olgun bir
insan kalabalıgını isyâna tesvîk etmek isteyip, birsey yapamıyan üç-bes fesâdcının
azlıgına benzer. Diger tarafdan, uzviyyete giren zararlı mikroplar zarar yapamaz.
Zîrâ durmadan ta’kîb olunurlar. Küçük çocuklarda bu ta’kîb kuvvetli olmadıgından,
bunlara kaynamamıs süt vermemelidir. Lâkin büyükler senelerden beri hergün
zararlı mikropları yuta yuta bunlarda, müdâfe’a vâsıtaları tesekkül etmisdir.
Alısan insanın günde içdigi sigara mikdârını, birisi birdenbire içerse, hasta yapmasına
benzer. Bizi zararlı mikroplardan koruyan üçüncü ve en mühim vâsıta, içimizdeki
sâdık arkadaslarımız olan mikropların, yabancı mikropları istememeleridir.
Bunlar, yerlerini yabancı mikroplara bırakmak istemez. Demek ki, hastalıgın insana
geçmesi muhakkak olmıyor. Hadîs-i serîfde de böyle buyurulmusdur.
SÂRÎ HASTALIKLAR NE ZEMÂN MEYDÂNA GELIR?: Bir tarafdan (Infection)
ya’nî hastalık mikrobunun gelmesi, diger tarafdan, berâber yasamakda oldugumuz
mikropların azalması sebebiyle meydâna gelir. Ekmek üzerinde küflerin tufeylî
olarak yasadıgı gibi, mikropların üzerinde yasıyan parazitler de vardır. Bakteriophage
denilen bu parazitler, mikropların za’îf zemânında çogalır, büyük ve yardımcı
mikroplarımızı yirler. Bu sûretle vücûdümüz, yardımcı mikroplardan fakîrlesir.
Ada, yayla, sayfiye havalarında mikrop bulunmadıgından, buralara seyâhat
eden, bilhâssa gençlerde yardımcı mikroplar azalarak, mukavemet görmiyen, meselâ
herkesde, her zemân mevcûd anjin mikropları fe’âliyyete geçerek, Klimatik
anjin meydâna gelir. Yine bu sebebden, seyâhate çıkan gençlerde, siddetli tüberküloz
zuhûr eder. Ormanlık yaylalarda, meselâ bizim güzel Uludagımızın Kirazlı
yaylasında, aslâ verem mikrobu yokdur. Lâkin genç seyyâh, çadırında yerde yatmakdadır.
Burası ile, odada karyolasında yatmak arasındaki muhît sartları pek farklıdır.
Gencin, Patojen mikroplara karsı müdâfe’asında, sâdık yardımcıları ve ön-
– 982 –
cüleri olan kendi mikropları, bu sart degismesinden müteessir olarak kuvvetden
düserler. Hava ve mevsim degismelerinde sârî hastalıkların çogalması da bu sebebdendir.
Mevsim degismesinden maksad, hava sartlarının bozulması degil, degismesidir.
Meselâ, latîf behâr mevsiminin ânsızın gelmesinde, yardımcı mikropların hayât
sartları ânsızın degiserek, mukavemetleri bir müddet için sarsılır.
Mikroplar pek küçükdür. Bir milimetreküp kanda besmilyon kırmızı yuvarlar
(Hematie) vardır. Bir hemati içine bir tifo basili kolayca yerlesir. Bir tifo basili içinde
de, tüberküloz basili kolayca yerlesip gezebilir. Verem basili, mikropların en
küçügü degildir. Çubuk seklindeki bir verem mikrobu üzerine, virüs sınıfından
binüçyüz uzviyyet yerlesebilir. Insanın vereme yakalanması için, asgarî bin tâze
kuvvetli mikrobun cigerlere girmesi lâzımdır. Bir tüberkülozlunun sabâh kahvaltısı
yapdıgı masa örtüsünde onbinlerce tükürük damlası ve her damlada binlerce
mikrop görülmekdedir. Bir öksürükle meydâna gelen damlacıklar, mikrop mermîleri
olup, üçbuçuk metre kadar uzaga gider. Bu mermîlere rastlıyan ve bilhâssa çocuklar,
tehlükededir. Çocuklar, tüberküloza, büyüklerden on def’a dahâ kolay yakalanır.
VIRÜS: Bir mikrop kümesi, Samberlan [ya’nî pismis porselen] süzgecinden süzülürse,
mikroplar geçmez. Bir sıvı süzülür. Difteri, dizanteri ve verem mikroplarından
bu sûretle elde edilen mâyı’ler, hastalık hâsıl etmez. Fekat nezle, grip gibi
mikroplardan elde edilen mâyı’ler hastalık yapar. Demek ki, böyle hastalıklar, yalnız
mikroplar ile degil, süzülebilen, pek dahâ küçük virüs dedigimiz cismlerle bulasır.
Virüsler, mikropdan yirmibin def’a dahâ küçükdür. Bunlar da, mikroplar gibi,
yetisir, ürer ve sirâyet eder. Bugün üçyüz çesid virüs tanınmıs ve bunlardan yirmibesi
görülmüsdür. Bunların, sâdece stoplazmadan ibâret oldukları anlasılmısdır.
Bugün virüsler dondurularak billûr hâle getirilebiliyor. Bu sekldeki virüs temâmen
cânsız, bir kimyâ maddesi gibidir. Fekat, müsâid bir yere kondugu zemân,
cânlılıgını göstererek ürer ve hastalık yapar. Ancak, elektron mikroskopla görülebilir.
Virüsle bulasan hastalıklar, kızıl, kızamık, su çiçegi, nezle, grip, çocuk spinal
felci, kuduz, papagan hastalıgı, domuz vebâsı ve sâiredir. Virüsler, bu hastalıkların
mikroplarını kuvvetlendirirler. Mikropları za’îfleten ve hattâ mahv eden virüsler
de vardır ki, bunları yukarda bakteriofaj diye söylemisdik. Fen, bakteriofaj
vermek sûreti ile belki birçok hastaları tedâvî etmege muvaffak olacakdır.
TOXIN: Mikroplar insanlara çesidli yoldan zarar verir. Insanı bir eve benzetirsek,
tüberküloz basilleri, bu evin dıvârlarını yıkar. Difteri basili, açık bırakılmıs hava
gazı musluguna benzer. Bu basilin kendi birsey yapmaz. Bademciklerde oturup,
beyâz ve kırmızı kana Toxin dedigimiz bir zehr gönderir. Bu zehr, kalb ve böbrekleri
bozar. Tetanoz basili de, ufak bir yara üzerinde usluca oturup, vücûde tetanoz
toksini gönderir. Bu toksin, en kuvvetli zehrlerden olan Strikninden ikiyüz def’a
te’sîrli olup, bir gramı, yirmimilyon fâreyi veyâ dörtbin insanı öldürür. Vücûde yayılan
bu toksin, mırdar iligi zehrliyerek, insan gerile gerile ölür.
ANTITOXIN: Vücûdümüz, içeri giren her yabancı maddeye karsı bir koruyucu
madde (Antikor) husûle getirip, bununla kimyâca birlesdirerek, zararsız hâle
sokmaga çalısır. Içeri bir toksin girince, antitoksinler meydâna gelerek, yeniden
gelecek toksinlerle birlesirler. Kızıl, kızamık ve su çiçegine karsı meydâna gelen
antitoksinler, kanda dâimî kalıp, insan ikinci def’a bu hastalıklara yakalanmaz. Nezle,
grip, difteri ve baska hastalıkların antitoksinleri ise, zemânla vücûdden dısarı
atılır.
Düsmanı mikropla yenmek, ikinci cihân harbinde düsünüldü. Mikrop silâhları
ve koruma vâsıtaları üzerinde çalısıldı. Yer küremiz etrâfında dönen sun’î peykleri
mahreklerine oturtan büyük füzeler gibi birkaç roketle, meselâ, Ingiltereye saçılacak
mikropların, kısa bir zemânda Ingiliz milletinin üçde birini harb edemez
hâle getirecegi hesâblanmakdadır. Bu füzelerde, mikrop yüklü tüyler bulunacak,
– 983 –
bu tüyler havada dagılıp, çok genis sâhaya, sârî hastalık mikropları saçacakdır. Bugün,
mikrop silâhları üzerinde, çok çalısılmakdadır.
YORGUNLUK: Zararlı maddeler, mikrop, toksin, virüs, zehrli gazlar gibi,
vücûdümüze yalnız hâricden gelenler degildir. Adalelerimiz hareket ederken,
vücûdümüzün derinliklerinde zehrli madde hâsıl olur. Yorgunluk hissini yapan bu
zehr, süt asidi dedigimiz alfa oksi propiyonik asiddir. Yorgun bir adalede tesekkül
etmis olan bu asid dısarı çıkarılırsa, adale eski fe’âl hâlini alır. Yorulan bir uzvda
diger maddeler de tesekkül edip, kan ile her tarafa ve bilhâssa dimâga girerek
yorar. Su hâlde yorgunluk, süt asidi ve diger toksinlerle kanın zehrlenmesinden ibâretdir.
Bir köpek kuvvetden düserek yatıp uyuyuncıya kadar çalısdırılır ve uyuyunca
bundan kan alınarak, râhat ve keyfli bir köpege verilirse, bunun yorularak uyudugu
görülmekde ve bunun aksi de vukû’ bulmakdadır. Yorgun ve yıpranmıs bir
insana, râhat bir insanın kanı verilerek, fe’âl bir hâle getirilmekdedir. Fekat, yarının
insanına verilerek bunu yorgunlukdan ve uykudan devâmlı kurtaracak, bütün
ömrünü fe’âliyyet ve râhatlıkla geçirmesine yarıyacak bir antitoksin bulunacagı
zan edilmemelidir. Zîrâ yorgunluk, yalnız bir kimyâ hâdisesi degil, diger bütün
vücûd hâdiseleri gibi, insanların anlıyamadıgı , mübhem bir hayât hâdisesidir.
Yorgunlugu gidermek, çalısmakdan meydâna gelen zehrleri temizlemekle berâber,
hüceyreleri dinlendirmek de demekdir.
Bir otomobil, ancak yakma tertîbatının, gazı patlatması ile hareket etdigi gibi,
adale motorlarımız da, dimâgımızın sinir cereyânını vermesi ile hareket eder.
Her adale parçası, bir tel, bir sinir ile dimâga baglıdır. Yalnız hareket için, adaleleri
dimâgımıza baglıyan milyonlarca sinir olup, bunların milyarlarca ince kolları
mevcûddür. Amerikadaki vahsîlerin oklarının ucuna sürdükleri Kürar [Curare]
ismindeki zehr, bu sinirlerin uçlarını felce ugratır. Adale hareket edemez. Agrı yapmadıgından,
insan zehrlendigini anlamaz. Elini, ayagını oynatamıyarak yere yıkılır
veyâ tas gibi dikili kalır. Görür ve isitir ise de, gözünü kırpamaz, dilini oynatıp
bagıramaz. Kabr azâbı da bunun gibidir. Meyyit, elem, acı duyar. Fekat, kıpırdıyamaz.
Kürar, zehrlerin en fenâsıdır. En son, teneffüs adaleleri uyusarak, zevallı
ses çıkaramadan ölür. Dünyâda tabî’î ve sun’î kötülükler çokdur. Bunların en kötüsü
kürardır.
ZEHR NEDIR?: Umûmî bir zehr ta’rîfi yapılamaz. Keçi, yirmi gram morfin yiyip,
sıçramasına devâm eder. Su hâlde morfin zehr degil midir? Ada tavsanları zevkle
belladon yir de müteessir olmaz. Tuz rûhu zehr olamaz. Zîrâ mi’delerimiz bizzât
bunu yapıyor ve hiçbir zararı olmıyor. Zehrli ve fâideli cismlerin tâm ta’rîfini
yapmak çok gücdür. Zîrâ:
a) Zehr, bunu alan cânlının nev’ine tâbi’dir. Keçiye zehr olmayan morfin, insan
için zehrdir.
b) Zehr, aynı nev’e mensûb cânlıların sahsiyyetine de tâbi’dir. Babaya zararsız
olan sigara, üç yasındaki çocugunu öldürür.
c) Zehr, alısmaga da tâbi’dir; alısmıs bir ihtiyâra dokunmıyan sigara mikdârı, ilk
def’a içen ihtiyârı öldürebilir.
d) Zehr, alınan mikdâra tâbi’dir. Her cismin bir dayanabilecek mikdârı vardır.
Ancak bu mikdârdan fazlası zehrdir. En siddetli zehr bildigimiz siyanürlerin kanda
dolasan mikdârı zehrlemez. Mi’deye doldurulan bes litre su ise, insanı öldüren
zehrdir. Hattâ yeni dogan bir nevzâd için, bir bardak su zehrdir.
e) Zehr, zemâna da tâbi’dir. Sabâh aç karna içilen bir büyük sigaranın zehr te’sîri,
ögle yemeginden sonra içilen aynı sigaranın te’sîrinin on katıdır.
f) Zehr, berâber alındıgı diger maddelere de tâbi’dir. Aynı mikdâr kafeini hâvî
çay ve kahvenin te’sîrleri baska baskadır. Aynı sûretle, aynı mikdârda ispirtoyu
hâvî Absent ile serâbın zehr te’sîrleri farklıdır.
– 984 –
Bu altı misâl, dahâ baska dürlü 6x6 kadar çogaltılabilir. Lâkin, zehrin ta’rîfinin
güclügünü anlatmaga bu kadarı da yetisir.
TÜTÜN: Bugün fırın sayısında satıs magazaları bulunan ve hükûmetlerce reklâmları
yapılarak degeri ekmegin üstüne çıkmıs bulunan tütünün müessir maddesi
nikotindir. Korkunç zehrler arasında yer alan bu cismin bir damladan az mikdârı,
insanı öldürür. Gagası önünde nikotine batırılan bir cam çubuk tutulan bir
serçe, derhâl ölür. Bir sigara içinde bulunan nikotin, deri altına sırınga edildikde,
iki insanı öldürür. Tütün dumanında nikotinden baska birçok siddetli zehrler
vardır. Meselâ, bir sigara dumanında bir miligram sîyan asidi, yüzde bes karbonmonoksid,
amonyak, yüzde birbuçuk kükürtlü hidrogen mevcûddur. Tıbbî kitâblar,
sigaranın fizyolojik te’sîrini îzâhdan evvel su misâli söylüyor: Almanyada
yüzsekiz yasında bir ihtiyâr, yeni yasını tebrîke gelenlere, yüz seneden beri durmadan
sigara içdigini ve simdiki kuvvet ve zindeligini sigaraya medyûn bulundugunu
söylemekdedir.
Sigara içmek, tütünü kuru tebhîr etmek, ya’nî kuru cismleri damıtmak, gaz
hâle geçirmek demekdir. Sigara yanarken nikotinin yüzde yirmibesi harâb oluyor.
Yüzde otuz kısmı dumanla havaya gidiyor. Yüzde kırkbesi de sigara içinden agza
dogru çekiliyor ise de, bunun üçde ikisi sigaranın soguk kısmında mâyı’ hâlde
kalıp, agza, sigaradaki nikotinin, ancak yüzde onbesi dâhil oluyor. Sigaranın yanan
mahalli ile agız arasındaki mesâfe ne kadar az ise, vücûde o kadar çok nikotin
gelir. Su hâlde, ince uzun sigaralar, kısa kalın sigaralardan dahâ hafîfdir. Nikotin
te’sîrinden korunmak istiyenler, sigarayı agızda degil, elde tutmalıdır. Agır sigaralar,
nikotini çok sigaralar degil, içerken vücûde yüzde onbesden çok nikotin
veren sigaralardır. Kuru tütünler, yaslarından fazla, gevsek sigaralar, sıkı ve sert
sigaralardan fazla, hızlı çekenler, yavas çekenlerden fazla, cigerlerine çekenler, burna
çekenlerden ve burna çekenler, dudak tiryâkilerinden fazla nikotin alır. Agza
giren nikotinin mühim bir kısmı, tükürük ile mi’deye gidip mi’de ifrâzını azaltarak
istihâyı keser. Su hâlde, yemek yiyenlerin bulundugu yerde sigara içmek ve oda
havasını sigara dumanı ile karısdırmak büyük kabâhatdir. Bunun içindir ki, birçok
fıkh kitâblarında, sigara, tab’an [ser’an degil] mekrûh denilmekdedir. Nikotin, agız
ve mi’de zarlarında kana karısır. Bunun da büyük kısmını, karaciger tutarak parçalar
ve asid ürige çevirir. Bundan dolayı, fazla sigara içenler, nekris ve rumatizmaya
yakalanabilir. Zâten herseyin fazlası zararlıdır. Kanla dolasan nikotin, böbrek
üstü bezlerini tahrîs ederek adrenalin ifrâzı artıp kan tazyîki yükselir ve derideki
damarlar sıkısarak, renk solar. Bagırsakları harekete getirip, ishâl yapar. Safra
yollarını daraltdıgından, safrası ve karacigeri za’îf olan, fazla tütüne dayanamaz.
Dimâga te’sîri henüz iyi bilinemiyor. Nikotin uzviyyetden çok yavas atılır. Cum’a
günü sigaraya baslayan insanın idrârında, ancak gelecek Cum’a nikotin görülmege
baslar. Nikotinin en iyi tanıma vâsıtası sülükdür. Nikotine çok hassas olan bu
hayvân, dörtmilyonda bir nikotinli suda bile büzülmege baslar. Sigarayı fazla içmenin
zehr oldugu muhakkakdır. Birbirine rekâbetle tütün kullanan iki birâderin,
onyedinci pipoda, birlikde öldüklerini, bir babanın sigara içdikden sonra, iki
günlük çocugu yirmi dakîka kucagında tutması ile, çocugun nikotin tesemmümü
ile agır hastalandıgını ecnebî kitâblar yazmakdadır. Bununla berâber, kendilerini
zemânla ve yavas alısdıran ve mu’tâdına göre kullanan büyüklere, hiç zarar vermemekdedir.
Sigaranın tüberkülozu, kanseri ve damar sertligini kolaylasdırdıgı hakkındaki
korkunç hikâyelerin, temâmen yanlıs oldugu tesbît edilmisdir. Bu hastalıklara
yakalananlarda, sigara içmeyenlerin mikdârı içenlerden az olmadıgı muhakkakdır.
[m. 1964] yılı subat ayında, Amerikada New-York eyâleti tıb derneginde konusan
gögüs hastalıkları mütehassısı Dr. Alvan L.Barach, sigara içerken dumanı içeriye
çekmiyenlerde akciger kanseri yapdıgını gösterecek bir delîl yokdur demis-
– 985 –
dir. Birlesik Amerika saglık isleri bakanlıgının yüzlerle tabîb ve kimyâger çalısdırarak
aylarca yapdırdıgı incelemelerin sonucu, [m. 1963] sonbehâr gazetelerinde
devletce açıklandı. Bu yazıda, (Sigarayı çok içenlerde, kanser dahâ çok görülmüsdür.
Kansere sebeb, tütün degil, sigara kâgıdının yanmasından hâsıl olan katran
oldugu tesbît edilmisdir. Bunun için, tütünü, sigara seklinde degil, tütün yapragının
sarması, pipo ve nargile, lüleli çubuk seklinde içmelidir) denilmekdedir. Tütün
dumanında, kanserojen bir maddenin, ya’nî kanser yapan bir prodüinin bulundugu
idantifiye edilememisdir. Fazla duman verilen hayvanlarda tümör tevlîd
etmek kâbil olmamısdır. Bunun içindir ki, arasdırıcılar, isi istatistiklere dökmüslerdir.
Yukarıda yazılı Amerikan raporu da, tıbbî, fennî isbât sonucuna degil, istatistiklere
dayanarak bildirilmisdir. O hâlde bu rapor, problemi îzâh ve hal etmis
degildir. Nitekim Avrupa ve Amerikada birçok doktorlar, bu raporu ve açıklamaları
körü körüne kabûl etmemekdedirler. (Eczâcılık mecmû’ası), [m. 1970] yılı (12)
ci sayısında diyor ki, (Infarktüs) denilen kalb sektesinden sonra görülen ölümün,
çok sigara içenlerde, sigara içmiyenlere nazaran onaltı def’a dahâ az oldugu Amerikada
tesbît edildi. Nikotinin norepinefrin tesekkülüne te’sîr etdigi Amerikada
görüldü. Bu da, sigaranın zihn yorulmasını önledigini göstermekdedir.
Ba’zı sahslar, nikotine karsı hassâs olabilir. Bu keyfiyyet, yumurtaya, çilege karsı
hassâs insanların bulunmasına benzer. Bunlar, sigara içince, hazm ve sinir bozuklugu,
çarpıntı, damar tekallüsü, tansiyon yükselmesi gibi hâller görülür. Lâkin
tütün içenlerin yüzde doksanında ve hele az içen büyüklerde hiçbirsey görülmemekdedir.
O hâlde, büyük bir insanın az mikdârda içdigi tütüne, sıhhî bakımdan
harâm denemez. Böyle bir iddi’â, tecribeye, fenne uygun olmaz.
Doktor Gautier, Pârisde basılan fransızca (Formulaire)de koyu çayın ve kahvenin,
sigaranın zararını giderdigini yazmakda, tütünle zehrlenmege karsı, bir
bardak suya bir kahve kasıgı tanen veyâ mazı tozu, yâhud bir damla tentürdiyod
koyup içmeli ve yatıp çok örtünmelidir demekdedir.
ZEHRLI GAZLAR VE KORUNMA ÇÂRELERI: Zehrli bir cismin harbde
kullanılabilmesi için, bir takım taktik sartları da hâiz olması lâzımdır ki, bunları her
zehrde toplamak kolay degildir. Bundan dolayı, kimyâ sanâyı’inin birinci cihân harbine
verdigi üçbinden ziyâde zehrli maddeden, ancak otuzu kullanılmıs ve bunlardan
oniki kadarı ise yaramısdır. Bu savasda gaz atısı, düsmana zâyi’ât verdirerek
degil, rûhî te’sîr yapmak sûreti ile rol oynamısdır. Her yeni çıkan gaza karsı korunma
vâsıtalarının bulunması ve kıt’alarda gaz disiplini meydâna gelmesi ile bu silâhın
korkusu kalmamısdır.
Bugün iyi korunma vâsıtalarına ve bunların kullanılması ta’lîm ve terbiyesine
mâlik olan bir millet için gaz tehlükesi yokdur. Ilerdeki harblerde, ilk olarak
meydâna çıkarak, eldeki korunma vâsıtalarından geçecek olan her yeni bir silâh
ve bomba, korunma çâresi bulununcıya kadar rol oynıyacak ve belki de savas netîcesi
üzerine mühim te’sîr yapacakdır.
ELEKTRONIK ÂLETLER: Elektronik kelimesini,elektron kelimesi ile karısdırmamalıdır.
Elektronik kelimesi, bir ilm koluna verilen ismdir. Bu ilm kolu, elektro-
manyetik dalgaların üzerine kurulmusdur.
Bir endüksiyon makarasının ikinci makarasındaki ince bakır telden, çok sayıdaki
sargıların iki ucu, iki küçük küreye baglanır. Birbirine yakın olan iki kürenin
biri antene [gerilmis bakır tele], ikincisi, su borusuna, böylece topraga baglanır.
Kalın bakır telden içerdeki az sayıda sargılara pilden akım verilince, iki küre arasında
kıvılcım seklinde elektron atlaması olur. Elektronlar, anten ile, toprak arasında,
sâniyede milyonlarca def’a gidip gelir. Sâniyedeki gidip gelme sayısına
(Titresimli akımın frekansı) denir. Evlerimizde kullandıgımız elektrik akımının frekansı
ellidir. Frekansları onbinleri asan alternatif akımlara, (Yüksek frekanslı) de-
– 986 –
nir. Elektrik akımı geçen tellerin etrâfında, bir miknâtıs sâhası hâsıl olur. Anten
ile toprak arasında hâsıl olan akım [elektrik titresimi] de, kuvvetli miknâtıs meydâna
getirir. Bu miknâtıs, dalgalar hâlinde, fezâda [boslukda] her tarafa yayılır.
(Elektro-manyetik dalga) denen bu dalgaların yönü ve siddeti degisdigi için rast
geldikleri kapalı devrelerde, meselâ antenlerde, endüksiyon akımı meydâna gelir.
Bugün yüksek frekans alternatörleri ile ve triyod lâmbaları ile, elektrik titresimleri
ve böylece, elektro-manyetik dalgalar yapılmakda, bunlarla, telsizler, radyolar,
radar ve elektronik beyinler çalısdırılmakdadır. Elektronik beyin [Computer]lerin
iç yapısını, besbin dânesi bir yüksüge sıgan küçük transistörler ve diodlar ve bunları
baglıyan binlerce karısık elektrik devreleri teskîl eder. Bunların i’mâl ve tesbîti,
elektronik beyin ve otomatik makinelerle yapılır.
Elektronik beynin giris kısmında, husûsî daktilolarda delinmis ve üzerindeki delikler,
belli harf veyâ isâreti bildiren kartlar veyâ delikli serîtler yâhud da bir yazıcı
daktilo ile yapılacak isi gösteren bir program, makineye verilir. Program,
makinenin özel isâretleriyle ve istenen isi yapdıracak seklde, mütehassıslar tarafından
hâzırlanır. Bir kerre hâzırlanan program, belli bir is için her seferinde kullanılabilen
bir deste delikli kart olabilir. Programdan sonra ma’lûmât verilir. Girisde
kullanılan vâsıtalarla, kısa zemânda netîce alınır. Kartdaki delikler, devrelerin
açılıp kapanmasını saglar.
Elektronik beyin, kendisine verilen ma’lûmâtı ve programı hâfıza kısmı denen
yerde kayd eder. Bu kısm, içinden tel geçen ferromagnetik halkalardan ibâret, kor
denen, [Core: çekirdek] yüzbinlerce magnetik devreden ibâretdir. Altı kor birlesip,
bir postahânedeki numaralı posta kutuları gibi düsünülebilen pozisyonları teskîl
eder. Her pozisyon, korlarındaki akımın yönüne göre magnetize olarak teyp gibi
ma’lûmâtı kayd eder. Bunlara ma’lûmâtın girisi çıkısı, sâniyede besbin def’a olabilir.
Islemler merkez kısmında yapılır. Sâniyede, bin ile dört bin arasında toplama,
çıkarma, yirmibes ile ikiyüzelli arasında çarpma, bölme, besbin Lojik islem yapabilir.
Sekizyüz bilinmiyenli, sekizyüz denklemi bir insan, hiç yimeden, içmeden, ikiyüzelli
senede, kompütür, ya’nî bilgisayar ise, birkaç sâatde yapar. Fen kollarındaki
yeni kesfler için ve nemâz vaktlerini anlamak için lüzûmlu hesâbların yapılmasında,
hastalıkların teshîsinde, fabrikaların az mütehassısla çalısdırılmasında,
elektronik âletlerle çalısan tertîbli [programlı] hesâb makinaları (Robot)lar kullanılıyor.
Robot, makine adam demekdir. Bunlar, mekteblerde, evlerde ögretmen
yerine ders vermekde, problem çözmekdedirler. Gemilerin, tayyârelerin yerlerini
bulmakda, menzil hesâblarını yapmakda, harb gemilerinde atıs kontrolünde, hava
tahmînlerinde, tayyârelere ve rampadan atılan füzelere yol gösteren radar
Beaconlarında hep elektronik âletler kullanılmakdadır. Telsizle idâre edilen tayyâreler,
roketler, kıt’alar arası füzeler, elektronik bilgilerin kullanıldıgı yerlerdir.
Amerikalılar, 1975 de elektronik beyinle incelemeler yapan, (Viking 1 sonda cihâzı)
nı Merîh yıldızına yolladılar. Bu cihâz, ellialtı milyon kilometrelik yolu onbir
ayda kat’ etdikden sonra, 1976 temmuz ayında Merîh üzerine kondu. Çalısmaga
basladı. Toprak alıp, biyolojik ve fizik ve kimyâ tahlîlleri yapıp, Pasadena ilm
merkezine bildirdi. Merîh topragında bol oksigen gazı oldugu ve radio-aktif karbon
bulundugu anlasıldı. Pasadenadaki hayâtî tecribeler mütehassıslarından Dr.
Herold Klein, Viking 1 cihâzının gönderdigi haberlerin çok heyecân verici oldugunu
söylemisdir.
Ruslar, askerî harcamalarının çogunu, câsûsluk islerinde kullandılar. Elektronik
sanâyı’ın sırlarını, Amerikalılardan çaldıkları tesbît ve resmî raporlarla nesr
edildi.
– 987 –