52 — DÖRDÜNCÜ CILD, 230. cu MEKTÛB
Bu mektûbu, babasının üstâdı Muhammed Bâkî-billahın “kuddise sirruh” oglu
hâce Muhammed Ubeydüllahın mektûbuna cevâb olarak yazmıs olup, vücûd-i
ilâhînin, Zât ile aynı olup olmadıgı ve fen taklîdcilerinin, tabî’atde var olan yok olmaz
ve yok olan, var olmaz sözlerinin yanlıs oldugu ve nemâzın kemâlâtı bildirilmekdedir:
Âlemlerin Rabbi, yaratanı ve yetisdireni olan Allahü teâlâya hamd ederim. Onun
sevgili Peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” için ve Ona yakın olanların
hepsi için düâlar ederim. O büyük insanın kıymetli oglunun, lutf ve inâyet buyurdugu
mubârek mektûbu, bu câhili sereflendirdi. Ey merhamet sâhibi, alçak gönüllü,
yüksek efendim! (Vahdet-i vücûd) mes’elesi, bize dedelerimizden mîrâs kalan
bir ilmdir. Bunu tekrâr bu muhtâca yazmanız, ma’lûmu i’lâm ve belli olan seyi
izhâr etmekdir. Bundan evvel sizi râhatsız etmekden maksad, vahdet-i vücûd bilgisinden
dahâ yüksek, baska ilm de bulundugunu bildirmek idi. Bu iki ilm arasındaki
fark, cevzin kabugu ile içi arasındaki fark gibidir. Demek ki, maksadımız anlasılmadı.
Yazdıklarımız, ma’nâsız, bos lâf sanılmıs. Hasbünallah ve ni’mel-vekîl!
(Zât-i ilâhî tecellî etdikden sonra, sıfatları tecellî etmege, görünmege baslar ki,
bunların tecellîlerinin sonu yokdur) buyurmussunuz. Maksadı yüksek olan kimsenin,
Tecellî-i zâtdan sonra, tecellîlerin arkasını bırakıp, tecellî eden Zâtı araması
lâzımdır. Sıfatların tecellîlerine niçin tenezzül etsin? (Bu yolda nihâyete kadar
yükseldikden ve geri dönüp temâmen indikden sonra, hiçbirseye benzemiyen,
hakîkî varlık, bu kâinâtın her zerresinde, her bakımdan münezzeh olarak, birseye
benzetilmiyerek görülür) demege cesâret etmek de, ne kadar agır ve çirkindir.
Her zerrede görülenin, mutlak-ı hakîkî olan zât-ı ilâhî oldugunu nerden anladınız?
Fârisî mısra’ tercemesi:
Rü’yâda meger fare deve sanıldı!
Kevser serâbından elinize yalnız hava girmis. Te’ayyünleri, hakîkî mutlak sanıp,
bunları, baska seylerden münezzeh bulmussunuz. Belki de hakîkî mutlakı, mukayyedlerin,
ya’nî te’ayyünlerin içinde sanmıssınız. Bu hâl, Zât-ı ilâhiyyeyi yok bilmek
olur. Nitekim bunu evvelki mektûbumda bildirmisdim. Böyle olsa bile, mutlak olan
hakîkîye âsık kimse, mukayyedler Onun aynı olsa bile, mukayyedlere baglanıp kalmaz.
Mukayyedler, mutlakın aynı olsa da, herbiri ayrıdır, farklıdır. Bunları birbirlerine
karısdırıp, birine tutulmagı, ötekine tutulmak bilmek, kısa görüslülükdür.
Evet orada ayrılık, farklılık yok ise de, fekat bu iki ibtilâ arasında çok fark vardır.
– 959 –
Hayvân istiyen biri, her ikisi de hayvân oldugu hâlde, at yerine koyunu istemez.
Hâlbuki, hayvânlık ikisinde de aynıdır. Hayvânlık mertebesinde ayrılık yokdur. Büyük
üstâd Behâeddîn-i Buhârînin “kuddise sirruh” sözüne ma’nâ verirken, gayrı
olmak, hakkın baskası degil, matlûbun baskasıdır, demissiniz. Bu, yukarıdakine uygun
olmuyor. Her zerrede hakîkî mutlakın varlıgı görülünce, matlûbun baskası nasıl
olur ve nasıl nefy ve red olunur? Gayr kelimesine, kullanılana uymıyan, bir ma’nâ
vermek de dogru degildir. Evet o büyük üstâd yalnız vahdet-i vücûdü tadanlardan
olsaydı, sözüne ma’nâ aramanın yeri olurdu. Mubârek sözlerinde bulunan, Mutlak
[ya’nî her bakımdan mahlûklara benzemiyen] kelimesi, (Lâ te’ayyün) ve
(Gayb-i hüviyyet) mertebesidir. Çünki, hakîkî mutlak, her bakımdan tecerrüd ve
tenezzüh ile, bu mertebeye uygundur. Iste bu yolun büyükleri, ilmin, ma’rifetin ve
müsâhedenin yetisemiyecegi, böyle münezzeh mertebeyi istemegi men’ ediyor ve
bunu taleb etmegi vakt öldürmek sayıyorlar. O hâlde bunun her zerrede görülmesini
söylemek, ma’nâsız olur. Onda ayrılık olmayınca ve her görülen O olunca,
Onun sevki ve talebi men’ olunur mu? Eger murâd, vahdet mertebesi ise, bu
mertebe, bir bakımdan mutlakdır. Her bakımdan mutlak olan, dahâ üstündeki mertebedir.
O hâlde, vahdet mertebesine, hakîkî mutlak demek, uygun degildir. Matlûb,
bundan sonradır ve sâlik, henüz yoldadır. Böylece, matlûbu bırakıp da, yolda
kalmak, tam bir istege uymaz. Herne kadar bu te’ayyüne, müte’ayyinden baska
demiyorlarsa da, te’ayyün, te’ayyündür. Himmeti, arzûsu yüksek olan, aldanıp
burada kalmaz. Muhammed aleyhisselâmın yolunda yükselenler, bu yol, mahbûbluk,
ma’sûkluk yolu oldugu için, burada kalmaz. Bu te’ayyünün, bütün esyâ ile aynı
olması ve gayrı olmaması sebebi ile, lâ te’ayyünün talebinden mahrûm kalmazlar.
Fârisî beyt tercemesi:
Dostun firâkı, az sürse de, az degildir,
Gözde bir kılın bulunması çok agır gelir!
Süâl: Bu te’ayyün, müte’ayyinin kendisidir. O hâlde birini bulup görmek, ötekini
bulmak, görmek olmaz mı?
Cevâb: Bu te’ayyünü bulmak, Onu bulmus olmak ise, niçin bunun üstünü aramakdan
korkutuyor ve men’ ediyorlar. Demek ki, bu iki mertebeyi bulmak baska
baskadır. O memnû’ oldu, bu ise men’ edilmedi.
Süal: O mertebe bulunamaz ve kavusulamaz olunca, niçin Ona âsık oluyorlar.
Onu aramakla vakt gayb ediyorlar?
Cevâb: Bu süâli kabûl edersek, cevâbımız söyle olur ki, ask ve muhabbet, insanın
elinde degildir ki, aklın gösterdigi sebeblerle men’ olunabilsin ve sâdık olan âsık,
kavusulamıyacagı belli olan sevgilisini aramakdan vazgeçirilebilsin. Fârisî beyt tercemesi:
Saçının kıvrımlarını pekçok seviyorum,
Ele geçmezsin bilirim, yine de istiyorum.
Zevallı âsıklar, sevgililerine kavusmak için yanıp, kül olmak ister. Belki ismleri,
nisânları unutulsun isterler. Ondan baskası ile râhat bulmazlar. Ondan ellerine
birsey geçmezse de, azar isitseler de, red edilseler de, yine ma’sûku isterler. Sâ’ir
bunu ne güzel anlatıyor. Fârisî beyt tercemesi:
Elime geçmese etegin bile,
Baskasına bakmam, sekerim yine!
Zevâllı âsıklara, sevgilinin, kendisini aradıklarını bilmesi se’âdeti yetisir. Bu bîçârelerin,
ayrılık derdini çekdiklerini gördügünü bilmeleri kâfî gelir. (Sen onu görmedin
ise de, O seni elbette görüyor). Çok olur ki askdan maksad, dert ve gam çekmekdir.
Kavusmak hiç hâtıra gelmez. Bu aramak derdine, nasıl, vakt öldürmek de-
– 960 –
nebilir ki, bu dert ve elem, o zevallı âsıkın ömrünün sermâyesi olmusdur.
Fârisî beyt tercemesi:
Derd-i gamın olmadan geçen ömrüme yazık, yüzlerce!
Keski gamına yakalanmıs olsaydım, dahâ evvelce!
Bu ma’rifetin, tanımanın hâssaları, alâmetleri vardır, buyurmussunuz! Tevhîd,
hakîkatde sühûdîdir, görmekledir. Vücûdî, ya’nî hakîkatde mevcûd degildir
ki, bu alâmetlerin hâsıl olması lâzım gelsin. Tevhîd hâllerinin hepsi, sâlikin görüsüdür.
Onun sıfatları degismez. Allahü teâlânın sıfatları hâline dönmez. Hakîkatleri
degismez. Mümkinin, ya’nî mahlûkun sıfatları, Allahü teâlânın sıfatlarının aynı
olabilseydi, Muhammed aleyhisselâmın hidâyeti, Allahü teâlânın hidâyeti olurdu.
Hâlbuki Allahü teâlâ, (Ey Habîbim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen, sevdigini
hidâyete, dogru yola getiremezsin. Fekat, Allahü teâlâ istedigine hidâyet ihsân
eder) buyurdu. Bunun gibi, hadîs-i serîfde, (Siz dünyâ islerinizi dahâ iyi bilirsiniz!)
buyuruldu. Bunlar ne demekdir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,
ilm-i ilâhî için bu sözü söyliyebilir mi idi? Bunun gibi, (Sen gaybi bilmis olsaydın!)
ve (Bana ve size ne yapacagını bilmem) meâlindeki âyet-i kerîmeler, bunu
hikâye buyuruyor. Bunların hepsi mahlûkla Hâlıkın sıfatlarını ayırmıyor mu?
Burada, elverisli olan sâliklere, çok fâideler vardır. Çünki, seyr-ü sülûkden, ya’nî
tesavvuf yolunda yürümekden ve riyâzet, mücâhede, sıkıntı çekmekden maksad,
Allahü teâlâdan baska, herseyin sevgisinden kurtulmakdır. Bu da Tevhîd-i sühûdî
ile hâsıl oluyor. Bütün bu ugrasmalar, kullugun, aczin, zevallılıgın meydâna çıkması
ve hiç oldugumuzun anlasılması içindir. Yoksa, kullukdan kurtulmak için ve
(hâsâ) Allah olmak için ve Onun zâtının kemâlâtına kavusmak için degildir. Bunları
istemek benlik ve kendini büyük bilmek olur. Büyük üstâd buyurdu ki: (Kulluk
ile sâhiblik, âmirlik ve me’mûrluk bir arada olamaz).
(Vahdet mertebesinde hakîkî fânî olmak, bu yolun nihâyetidir) sözüne gelince;
Vahdet-i vücûd erbâbı, hep enfüse âsık olduklarından, kemâl üzere fânî olacakları
söylenebilir mi? Fânî olmak demek, Allahü teâlâdan baska, herseyin sevgisinden
kurtulmak demekdir. Hâlbuki bunlar, her ân, her zerreye âsıkdır. Herne
kadar zerreleri Ondan baska bilmezler ise de, hakîkatde O degildirler. Onun
gayrısından temâmen ayrılmak ve yok olmak için, bu girdâbdan kurtulmak, Onu
âfâk ve enfüsün dısında aramak lâzımdır. Yâhud söyle cevâb veririz ki, bu hâssalara
ve alâmetlere mâlik olmak, bu Fenâda olmıyor. Bekâ makâmında hâsıl oluyor.
Çünki, Fenâ ve yok olmak zemânında, mahlûkat bilinmiyor. Mahlûklar,
madde ve sıfat hâlinde olmıyor. O hâlde, tevhîd mertebesinin nihâyetine yetisip
hakîkî Fenâ hâsıl olur da, kendisinde bu alâmetlerden hiçbirisi bulunmıyabilir. Bu
alâmetlerin hâsıl olması, nihâyet ve kemâl olursa, Fenâ bulmaga nihâyet demek
nasıl dogru olur?
Asl sözümüze dönelim! Mümkinâtın, mahlûkatın varlıgı olsaydı, o zemân (Fenâ-
i vücûdî) olurdu. Hâlbuki, onların vücûdleri, yalnız görünüsdedir. Emânet bırakılan
sey, emânetcinin olmaz, sâhibinindir. Burada ilmin degismesinden baska
birsey yokdur. Fekat (Kulumu, beni zan etdigi gibi karsılarım) buyurdugu için, burada
da, bu tevhîd-i sühûdî olgunlasdıkca, sâlike dahâ baska mu’âmele ederler. Bu
alâmetleri, dahâ çok hâsıl ederler. Baskaları bu mu’âmelelere inanmıyabilir. Çünki
onlar, tevhîd yolunda henüz ilerlemekdedir. Hâlbuki bunlar, tevhîdin hakîkatlerine
varmıs ve inceliklerine öyle dalmıslar ki, özüne islemisler, yüksek derecesine
ermislerdir. Sonra, Allahü teâlânın imdâdı ile bu makâmı geçerek, Peygamberler
“aleyhimüsselâm” için ayrılmıs olan ilmlere kavusmuslardır.
Ey merhametli kardesim! Tevhîd-i vücûdî ma’rifetlerinden bildiklerinizi yazınız
ki, bunlar kıymetli hâllerdir. Bunlara kim ne diyebilir? Evliyânın büyükleri, bundan
çok seyler söylemisdir. Herne kadar muhabbet serhoslugu ve askın çoklugu
– 961 – Se’âdet-i Ebediyye 3-F:61
ile söylemisler ise de, onların söylemeleri, kıymetini göstermekdedir. Büyük pederim
Abdül-Ehad “kuddise sirruh”, tevhîd-i vücûdde çok ileride idi. Bu yolda yüksek
kitâblar yazmısdı. Bununla berâber, islâmiyyetin edeblerinden hiçbirini bırakmazdı.
Hakîkati bilenlerin hepsi de böyle idi. Fekat, baska büyükleri begenmemek,
yalnız kendi bilgilerinin dogru olduguna inanmak ve bunlardan baskasına kıymet
vermemek, sizin gibi büyükler için, çok sasılacak seydir. Bunun gibi, Muhyiddîn-
i Arabîyi “kuddise sirruh” Evliyânın sonu bilmek, kendi büyüklerimizin hepsinin
Evliyâlıgına inanmamak olur. Yüksek yaradılıslı olanların, böyle sözlere cesâret
etmelerine dogrusu sasılır. Bunlardan dahâ sasırtıcı birsey de, Ibni Sînâyı çok
sevgi ile anlatıyorsunuz. Hâlbuki, onun bozuk inanısları, Ehl-i sünnet i’tikâdına
uygun degildir ve kâfirligine ve dalâletine sebeb olmusdur. Imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi
aleyh”, eski Yunan felsefecilerinin sözlerini bildirdikden sonra, (Onlar
ve onların yolunda bulunanlar ve meselâ Fârâbî ve Ibni Sînâ, kâfir olmuslardır)
diyor. [O hâlde, bu kâfirlerin ve Avrupadaki inkılâb önderlerinin kitâblarında ve
tercemelerinde bulunan, din hakkındaki, câhilce uydurma, zehrli yazılara inanmamalı,
aldanmamalıdır. Ibni Sînânın, felsefeci görüsü ile yazdıgı nemâz kitâbını okumamalıdır.
Imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbının
sonunda, Ibni Sînânın (Müstezâd) kitâbından parçalar yazarak, bunların
küfr ve zındıklık oldugunu bildirmekdedir.] Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem”, büyüklerden birine rü’yâda, Ibni Sînâ için, (Allahü teâlâ, onu ilmi ile dalâlete
götürmüsdür) buyurmusdur. Baska biri de, buna benzer rü’yâ görmüsdür.
Böyle sözleri yabancılardan duysaydık, bu kadar sasmazdık. Fekat, sizin gibi zâtlardan,
bu gibi sözlerden az birseyin, hurmetkârlarınızın kulaklarına çarpması, ne
kadar sasırtsa yeri vardır. Saskınlıkla bu yazılara cesâret olundu. Afv buyurmanızı
ümmîd ederim. Efendim! Âriflerin reîsi olan, yüksek üstâdımız, dînin müeyyidi,
vefât edecekleri zemân, buyurmusdu ki, (Iyi anladım ki, tevhîd dar bir yol imis.
Genis cadde baska imis). Mektûbunuzda, onlar [ya’nî Muhammed Bâkî “kuddise
sirruh”] kesretde vahdeti görmek mertebesinde idi, buyuruyorsunuz. Su hâlde,
vefâtları sırasındaki bu sözlerini ne sebeble söylediklerini duymamıs olacaksınız
ki, buna baska ma’nâ vermege kalkısıyorsunuz. O hazret, yalnız bu sözü söylemedi
ki, buna ma’nâ aranılsın. Zâten ma’nâsı meydândadır. Ma’nâsı meydânda olan
bir söze baska ma’nâ verilmez. Sonra bu sözü de durup dururken söylemediler. Fârisî
beyt tercemesi:
Râhat bir gece ve hos mehtâb bul bana!
O zemân söyliyeyim bak, herseyi sana!
O böyle söyleyince ve bu makâmda olunca, sizin ona [ya’nî babanıza] herkesden
dahâ çok uymanız lâzımdır. Kesfe, hâle kapılsanız da, üstâdınızın yolundan ayrılmamalısınız!
(Bu ma’rifetler, bilgiler, akla da, nakl olunan haberlere de uygundur)
buyuruyorsunuz. Burada gösterdiginiz haberlerin çogu mütesâbihât kısmındandır.
[Ya’nî ma’nâları, diger meshûr haberlere uymayıp, baska ma’nâ verilmesi
lâzım olan haberlerdir.] Aklın kabûl etmesi de, aklın erecegi, anlıyacagı
seylerdedir. Akl kusu, tevhîd mertebesine uçamıyor ve buradan haber alamıyor.
Derin âlimlerden Celâleddîn-i Devânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki,
bu mes’ele, akl çerçevesinin dısındadır. Mevlânâ Abdürrahmân-ı Câmî “rahmetullahi
teâlâ aleyh” buyuruyor ki, aklın dısında olan seyler, kesf ve müsâhede ile,
[ya’nî kalb gözü ile] görülür, akl bunları anlıyamaz. His uzvları da, aklın anladıgı
seyleri anlıyamıyor.
Iste kesf ve müsâhede yolu ile anlasılmısdır ki: Varlıgı lâzım olan hakîkî varlık,
ne küllîdir, ne de cüz’îdir [ya’nî ne parçalanamıyan bir zerredir, ne de parçalanabilen
bir toplulukdur]. Maddîciler diyor ki, (Yok olan, var olmaz ve var olan da,
yok olmaz. Bunu isbât etmege lüzûm bile yokdur, bunu herkes bulabilir). Bu
sözleri insanlar için dogrudur. Insanlar, elbette, birseyi yokdan var edemez. Hiç-
– 962 –
birsey yaratamaz. Fekat, bu sözü Allahü teâlâ için söylemek yanlısdır. Herkes degil,
kimse böyle söylemez ve isbâta gelmez, vehm ve hayâldir. Allahü teâlânın kudretine
inanmamakdır. Allahü teâlânın yokdan var etmesi ve bütün âlemleri hiçden
yaratması ve hepsini yok etmesi, Onun kudretine göre, sasılacak bir sey degildir.
Bunu söylemek, âlemin kadîm oldugunu, yokdan, sonradan yaratılmadıgını söylemek
demekdir ki, küfrdür. Çünki, kâinâtın, bütün zerreleri ile yokdan var edildigini,
bütün dinler sözbirligi ile bildirmisdir. (Insan düsünmüyor mu ki, biz onu
önceden yaratdık. Hâlbuki o, birsey degildi) meâlindeki âyet-i kerîmeye de uygun
degildir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden büyüklerin baslarının tâcı, Kâdî Beydâvî
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, tefsîrinde, (Insan, adem idi, ya’nî yok idi) diye ma’nâ
vermisdir. Bu sözleri, hem de Allahü teâlânın birsey yapmıyacagını bildirir. Çünki,
yok olanı var etmiyor diyorlar. Var olanın, var edilmesi de olmaz. Onların dedikleri
gibi, var olan, yok olmaz ise, varlıkların varlıkda kalabilmeleri için de, Yaratana
ihtiyâcları olmıyacakdır. Hattâ, Allahü teâlâ, esyâyı yok edemiyecekdir. Bunlar,
cismlerin hâssaları, hareketleri için acabâ ne diyecek? Bunların her zemân yeniden
meydâna geldiklerini ve yok olduklarını herkes görüyor. Vel-hâsıl, bu sözü
söylemek, Allahü teâlâyı inkâr etmekdir. Allahü teâlâ, böyle seylerden çok yüksekdir.
Allahü teâlânın sıfatları kendinin aynıdır demek de, Ehl-i sünnete uygun degildir.
(Te’arrüf) kitâbının sâhibi [Seyh Ebû Bekr Muhammed bin Ebî Ishak Gülâbâdî
“rahmetullahi teâlâ aleyh”], (Tesavvuf büyüklerinin hepsi, sıfatların, Onun
kendi olmadıgı gibi, ayrı da olmadıgını söylemislerdir) diyor. Bunu kabûl etsek bile,
sıfatların mukâbili olan ademlerin [adem, yok olmak demekdir], ilm-i ilâhîdeki
ayrılıkları bize yetisir. Vücûd [ya’nî var olmak] sıfatının, Zât-i ilâhîden ayrı oldugunu,
evvelki mektûbumda uzun uzun bildirmisdim. Fekat, sırası gelmis iken,
burada da kısaca söyliyeyim. Muhterem kardesim! Yaratılısı kusûrsuz olan ve yakînlıgı
arayan biri, sahîh vicdânına, ya’nî buluslarına bakar ve iyi düsünürse, anlar
ki, Allahü teâlâya, kendi varlıgında, kendinden baskasına muhtâc olmasını ve
kendisinde vücûd, varlık bulunmamasını, ayrıca vücûd sıfatına muhtâc olmasını lâyık
görmez. Fekat, yine anlar ki, Allahü teâlânın kendi hakîkati ve mâhiyyeti, vücûdün,
varlıgın aynı degildir. Çünki, vücûdü, varlıgı baskasına muhtâc olmadıgı için,
Allahü teâlânın hakîkati, o varlıkdan ibâretdir demek, ma’nâsızdır. Kendi varlıgı
ile hâricde mevcûd olan bir Zâta, baskalarına sıfat olan, baskaları ile bulunabilen
bir kelimeyi ism vermege ne lüzûm vardır? Islâmiyyet de, bu ismi, zâten bildirmemisdir.
Tesavvuf büyükleri, Allahü teâlânın zâtından, kendinden, bütün
nisbetleri ve i’tibârları, düsünceleri ayırdıklarına göre, bunlardan birkaçı, niçin vücûdü
de ayırmıyor? Allahü teâlânın Zâtından vücûdü ayırmak, Ona yokluk kondurmak
olmaz. Zîrâ, yokluk da, bir nisbet, bir sıfatdır. Allahü teâlânın Zâtında hiçbir
nisbet ve i’tibâr olmaz. Sonra bu büyükler, vücûd, Onun aynıdır demekle,
vücûdu inkâr etmiyor. Allahü teâlâ kendisi vardır ve vücûd bir sözden baska birsey
degildir, demiyorlar. Çünki, bu büyükler, Allahü teâlânın hakîkati, mutlak vücûddür
biliyor. Vücûdü inkâr etmis olurlar mı? Bir seyin kendisi inkâr olunur mu?
Dogrusu söyledir ki, Allahü teâlânın hakîkati, kendisi, vücûdden baskadır. Kendi
varlıgında, vücûd sıfatına muhtâc degildir. Kendi kendine vardır. Onun vücûd
sıfatına muhtâc olmadıgını göstermek için, kendisi, vücûdün aynıdır demege lüzûm
yokdur. Kendisi vücûd sıfatından dahâ yüksekdir desek ne olur?
Allahü teâlânın âdeti söyledir ki, hakîkat âleminde ne varsa, hepsinin nümûnesini
ve misâlini bu mecâz ve görünüs âleminde göstermisdir. Böylece insan, bu sûretlerden
hakîkatlere yol bulur. Allahü teâlânın, vücûd ile var olmayıp, kendi kendine
var olmasının da, bu dünyâdaki örnegi, vücûd sıfatıdır. Varlık sıfatı, kendiliginden
vardır. Ayrı bir vücûdle mevcûd degildir.
Allahü teâlâ kendisi vardır, sözü de, ancak bir bildirmekdir. Yoksa, kendisi ile
– 963 –
olabilen bir vücûd vardır, demek degildir. Seyh Emân “rahmetullahi teâlâ aleyh”,
(Allahü teâlânın hakîkati mevcûddür. Ondan baskası ademdir, yoklukdur. Adem
ise, esyânın baslangıcı olamaz. Çünki hakîkat degismez. Ya’nî, varlıga sebeb olamaz.
O hâlde, baslangıc da vücûddür. O da, tecezzî ile degil temessül iledir) diyor
ki, birçok bakımdan, dogru degildir. Çünki, evvelâ deriz ki, Allahü teâlânın hakîkati
vücûddür demek, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun degildir. Ikinci cevâb olarak
deriz ki, Allahü teâlânın sıfatları, Ehl-i sünnete göre, Zâtından ayrıdır. Bunun için,
Allahü teâlâdan baskası, ancak ademdir demek dogru olmaz. Bu hâlde, belki sıfatlar,
esyâya baslangıcdır. Üçüncü cevâb da, adem, vücûd olursa, hakîkat degismis
olur. Fekat eger adem mevcûd olursa, birsey lâzım gelmez. Âlimler, vücûd yokdur
demislerdir ki, bu sözde hakîkat degismesi hiç yokdur. Dördüncü nokta da sudur
ki, adem mevcûd olursa, hakîkat degismesi olur. Fekat, adem mevcûd görünürse,
hakîkat degismesi olmaz. Besincisi de, yukarıdaki sözünde geçen baslangıc
kelimesinden maksad, heyûlâ ve esîr denilen seydir. Çünki bunu ancak parçalanarak
ve sekl alarak baslangıc yapdı. Allahü teâlâya, kâinâtın heyûlâsı ve aslı demek
kadar alçaklık olmaz.
Îcâd edici, ya’nî yokdan var edici ma’nâsına baslangıc, Zât-i ilâhîdir. Fekat bu
ma’nâda tecezzî ve temessül lâzım degildir. Yasîn sûresi, son âyetinin meâl-i serîfi,
(Biz istedigimiz seye ol deriz, hemen var olur)dır. Altıncı nokta, Zât-ı ilâhînin
mukâbili, zıddı ademdir demek, ma’nâsızdır. Zıddı adem olan vücûd baskadır
ki, hâsıl olmak ma’nâsınadır. Yedinci nokta, vücûd, ademin zıddı degildir ki, izâfî
adem [ya’nî her bakımdan degil de, ba’zı bakımlardan yok olan adem] kalmayınca,
vücûd lâzım olsun. (Ilm-i ilâhîde bulunan ademler de, esyânın aslı olamazlar.
Çünki, Allahü teâlânın ilmi, ilm-i huzûrîdir. Ya’nî ezelde bilmisdir. Orada degisiklik
yokdur ki, ademler orada hâsıl olsun ve esyânın aslı olsunlar. Bu ademler,
ilme nereden geldi? Bir bakımdan mevcûd olmıyan sey, ilmde yer bulamaz) demislerse
de dogru degildir. Çünki, evvelâ, Allahü teâlânın ilmine, ister huzûrî desinler,
ister baska ism versinler, Allahü teâlânın izâfî ademlere ilmi yokdur demek,
bunları bilmez demekdir. Allahü teâlâya karsı böyle söylemek yakısmaz. Sonra,
bir bakımdan mevcûd olmıyanın, ma’lûm olmıyacagını da kabûl etmeyiz. Çünki,
birçok seyleri düsünerek biliriz ki, hiçbiri yokdur. Üçüncü olarak, deriz ki, var olacak
seyler, yok iken, izâfî adem idi. Bunlara her bakımdan yok demek, dogru degildir.
Sadreddîn-i Konevî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, sey olmak, iki dürlüdür:
Sâbit olan sey, mevcûd olan sey. Mevcûd olan sey, hâricde bulunan seydir. Sâbit
olan sey ise, ilmde bulunan, hâricde bulunmıyan seydir ve bu seyin bir yapıcısı yokdur.
O hâlde, mutlak ma’dûm [ya’nî her bakımdan yok olan], sey degildir. Çünki
sübûtü de, vücûdü de yokdur. Fekat izâfî ademler, sâbit olan seydir. Bu seylikden
dolayı bunlara (Kün) [ya’nî (Ol!)] emri veriliyor ve hâricde var oluyorlar. Seyh Konevî
“rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, Allahü teâlânın, var olacak seyleri
ademde iken bilmesi, ma’dûmu bilmesi degildir. Çünki, böyle sonsuz ademler,
Ümm-ül-kitâbdadır. Kalem-i a’lâ, bunların ba’zısını almıs, Levh-i mahfûz da bu
ba’zıları, tafsîl etmisdir. Celâleddîn-i Devânî “rahimehullahü teâlâ” diyor ki,
adem de, hakîkî vücûdün zuhûrlarındandır. Nitekim, imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, ba’zı kitâblarında buyuruyor ki, (Kâinâtın aslı ademdir. Ademe merhamet
edip, vücûde getirdiler. Adem aslında yok idi. Önce adem yaratıldı. Ademe
kadîm dersek, onu, Allahü teâlâya kadîmlikde ortak etmis oluruz. Demek ki,
adem, kadîm degildir. Kâinâtın aslı olan adem kadîm olmayınca, kâinât da kadîm
olmaz, hâdis olur. Ehl-i sünnetin (Ma’dûm, sey degildir) sözünün ma’nâsı iste budur).
Dördüncü olarak deriz ki, bu söz, kendi kendini bozuyor. Çünki, izâfî ademler,
ilmde bulunur. Esyânın aslı olamazlar dedi. Sonra da, ilm, huzûrîdir diyerek,
bu sözünü red etdi. Bir bakımdan sâbit olmıyan, ilmde bulunmaz diyerek de red
etdi. Besinci olarak deriz ki, Sôfiyye-i aliyye, a’yân-ı sâbiteye, izâfî ademlerdir demisdir.
Bunları, mahlûkâtın hakîkatleri, aslları bilmisdir.
– 964 –
Bundan sonra yazıyorsunuz ki, ilm-i ilâhîde bulunan seylerin aslı vardır. Bu asl
da, ilm ve belki âlimdir. Fekat, ademlerin aslı nedir? Cevâbında deriz ki, ademlerin
aslı ve mensei, ilm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmıs olan kemâlât-i ilâhîdir. Bu
cevâbımız kime uygun gelmez?
Yine yazıyorsunuz ki, hakîkî kulluk, Onu sevmek ve Ondan baska herseyden
vazgeçmekdir. Ya’nî dünyâ gibi, âhıreti de terk etmekdir. Evet böyledir. Fekat herkes
böyle oldugunu söyler. Dogru ile yalancıları ayıran alâmet, islâmiyyete yapısmakdır.
Bu sevginin çokluguna alâmet, sünnete [ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye] çok
yapısmak ve bid’atden çok kaçmakdır. Bu alâmetler bulunmıyan lâfları begenmezler.
Herseyden vazgeçdim demelerini, hepsine sarıldım anlarlar.
Muhterem efendim! Düsüncelerin, vesveselerin çoklugundan sikâyet ediyorsunuz.
Mahlûkâta ilm oldukca, vesvese de olur. Onları unutunca, vesveseler de kalmaz.
O hâlde, esyâyı bilmek ve unutmak üzerinde durmak lâzımdır. Herseyden,
her mahlûkdan Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünki, her mahlûkun kendisi
ve sıfatları Onun kudretinin eseridir. Bu eserlerin sâhibini bulan uyanık bir kimse,
o gizli yolu ve o ma’nevî bagı görür, anlar. Esyânın Allahü teâlâya delâlet etmesi,
Onu göstermesi için, Onunla ittihâd etmesi, birlesmesi niçin lâzım olsun? Duman
atesi haber verir ise de, atesle ne münâsebeti, ne ittihâdı var? Allahü teâlâyı
çok seven, az bir alâka ve isâret ile hemen Ona döner. Hiçbirsey Onu unutmasına
sebeb olmaz. Her gördügü seyi, kudretin eseri görüp, eser sâhibine döner. Bunun
için, hiçbirsey, ârifi kendine çagırmaz, eser sâhibine çagırır. Ârifin kalb gözünü,
kendinden, sâhibine aks etdirir, çevirir. Hâlbuki Allahü teâlâyı esyâ ile ittihâd
etmis bilen zevallıları, hersey kendilerine çagırır. Kendilerine tutulmasına sebeb
olup çeker. Kendilerini mahbûb, ma’sûk olarak gösterirler. Her çirkin seytân, cilve
ile, nâz ile kendini ma’sûk yapıp, sedd-i Iskender gibi perde olur. Fârisî beyt tercemesi:
Güzeller yanaklarını saklamıs, seytân nâz ediyor,
Sasırdım kaldım, hayretden, aklım gidiyor.
Mümkinin, mahlûkun varlıgı ve kemâl sıfatları, o mukaddes mertebenin zılleri,
aksleri ise, zılden asla yol vardır. Fekat zıl, asl degildir.
Bu fakîr, ârif kemâle geldikden sonra, bunun esyâya olan ilmine hiçbir zemân
ilm-i huzûrî demedim. Ilm-i husûlî degildir dedim ise de, bu, ilm-i huzûrîdir demek
degildir. Çünki, Allahü teâlânın esyâya olan ilmi [ya’nî herseyi bilmesi] huzûrî ve
husûlî ilmlerden degildir. Ilm-i ilâhînin, yalnız bir inkisâfıdır ki, bilinen seyleri birbirinden
ayırır. Ilmde hiçbirinin sûreti hâsıl olmaz. Allahü teâlânın ilminde bulunan
seyler demek, ilm-i ilâhî ile birbirlerinden ayrılan seyler demekdir. Bu seyler,
her nerede bulunursa bulunsunlar, Allahü teâlâya münkesifdir [ilmine açıkdır]. Allahü
teâlânın esyâyı bilmesine ilm-i huzûrî veyâ ilm-i husûlî demek, tevhîd-i vücûd
erbâbına uygun gelir. Iste bir ârif kemâle geldikden sonra, bunun ilmi de böyle
olur. Hersey, nerde olursa olsun, ârifin ilmine münkesif olur. Ârifin zihninde,
sûretleri hâsıl olmaz. Bu ilm de, ne husûlîdir, ne de huzûrî. Herseyi akllarına uydurmak
istiyen, bu söze inanmaz ve kabûl etmez ise de, biz zâten onlara söylemiyoruz.
Bunlar, zevk ile, tadarak bilinen seylerdir. Vicdânî [ya’nî kalb ile bulunan]
seylerdir. Anlatarak inandırılacak, ilzâmî seyler degildir. Bu ma’rifetin sasılacak
tarafı sudur ki, ilm, huzûrî degildir. Bilinen seyin sûreti de hâsıl olmaz. Tatmadan
bunlar anlasılamaz.
Efendim! Nemâz, tecellîlerden, müsâhedelerden dahâ üstündür demenin sebebi
sudur ki, muhakkak biliyoruz ki, Allahü teâlâ, bu tecellîden ve müsâhedelerden
gayrıdır. Bunlara kapılıp kalmak, zıllere, hattâ benzerlere, misâllere baglanıp kalmak
olup, bunlar, matlûb degil, baska seylerdir. Hersey, Allahü teâlânın aynıdır
diyen, ask serhosudur. Matlûbun, maksadın kendinden haber veren, yalnız nemâz-
– 965 –
dır. O nisânı olmıyanın, biricik nisânı nemâzdır. Nemâzda olan yakınlık, baska hiçbir
yerde yokdur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Nemâzda,
kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdeler kalkar). Bunun için, nemâza, mi’râc buyurmusdur.
Onun için, nemâzı temâm kılmaga çok dikkat etmelidir. Nemâzın kemâline
çalısmak, bu müsâhedeleri ve tecellîleri, Ona yaklasdırmamakla olur. Bu büyük
ihsânı, Allahü teâlâ diledigine nasîb eder. Onun ihsânları büyükdür, boldur.
Nemâzın kemâl üzere kılınması, nübüvvet yolundan yükselen büyüklere nasîb
olur. Vilâyet yolunda bulunanların çogu, bu dereceye yetisemez. O büyüklerin yakınlıgı
baskadır. Ilmleri ve esrârı kendilerine mahsûsdur. Onları ulasdıran yol, bu
yola benzemez. Öyle bir caddedir ki, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü velberekât”
ve onların Eshâbı ve bu ümmetden seçilmis çok yüksek olanlar, matlûba bu
yoldan yetismislerdir. Âriflerin reîsi olan üstâdımız [ya’nî Muhammed Bâkîbillah
“rahmetullahi aleyh”], (Ana cadde baskadır) sözleri ile belki bu yola isâret buyurmuslardır.
Vilâyet yolundan da, bir kimsenin bu yüksek zirveye ulasması mümkindir.
Belki de olmusdur. Nemâzı yalnız yatıp kalkmak sanmamalıdır. Nemâzın
gayb âleminde bir hakîkati vardır ki, bütün hakîkatlerin üstündedir. O hakîkate
kavusanları tanımıyanlar, nemâzın kemâlinden ne anlar? Nemâz, gönülleri çeken
bir güzeldir. Onun güzelligi bu mecâz âleminde, sanki bu sekl içine sokulmusdur.
O sevgilinin cilveleri, nemâzın husû’ ve edebleri seklinde bu dünyâda görünmekdedir.
Nemâzın bu sekl ve sûretini sevmiyen, bunun hakîkatinden ne anlıyabilir?
O güzelin cilve ve edâlarına âsık olmıyan, husû’ ve tumânînetin kıymetini nasıl bilir?
Velhâsıl, nemâzın letâfeti, güzelligi o kadar yüksekdir ki, saçma sapan sözlerimizle
bildirilemez. Kıymetleri o kadar üstündür ki, bu kırık kalemim, ona tercümânlık
edemez. Fekat, bu büyük devlete sâhib olanların, nefîs nefeslerine sıgınıyorum!
Onlara hizmet etmege ve sevmege karsılık olan müjdelere güveniyorum.
Fârisî beyt tercemesi:
O güzelin saçı, avucuma girse, misk saçılır elimden,
O ay yüzlü, kucagıma gelse, gün dogar her yerimden.
Yâ Rabbî! Sen, onların sandıgı ve söyledigi gibi degilsin! Seni bize haber veren,
bildiren Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” selâmlar olsun, selâmetler
olsun! Bu âlemleri yaratan, her ân varlıkda durduran, cesedlerin rızkını, rûhların
gıdâsını, kalblerin nûrunu ihsân ederek, kullarının gelismesini lutf eden Allahü
teâlâya hamdler, sükrler olsun!
Herkese yayılan merhamet ve ikrâmlarınızdan sunu umar ve istirhâm ederim
ki, bundan sonra, Allahü teâlânın bu âsî ve insanlıkdan uzak kulunu aramayınız.
Onu, ümmîdsizlik kösesinde yalnız bırakınız da, günâhlarının mâtemini tutmakla
ve münâsebetsizliginin acılarını tatmakla inliyebilsin! Allahü teâlâ, Peygamberlerin
gösterdigi yolda yürüyenlere selâmet versin! Âmîn.
53 — IKINCI CILD, 45. ci MEKTÛB
Bu mektûb, hakîkatleri bilen, ma’rifetler sâhibi, hâce Hüsâmeddîn Ahmede yazılmıs
olup, bu kâinâtın hepsi, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynası oldugu,
Zât-i ilâhîden ise, hiç nasîbleri olmadıgı ve maddenin kendi kendine varlıkda
duramıyacagı, maddenin hakîkî varlık olmadıgı ve birçok seyler bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun. Onun seçdigi, sevdigi kimselere selâmetler
olsun! Muhterem efendim. Fârisî mısra’ tercemesi:
Her ne olursa olsun, dostdan konusmak dahâ tatlı!
Isitilmemis, duyulmamıs ma’rifetleri yazıyorum. Lutfen iyi dinleyiniz! En yüksek
insanların murâkabe yolunu bildiriyorum. Çok dikkatli okuyunuz! Biliniz ki,
– 966 –
âlem [ya’nî hersey], Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının nümûnesi, örnegi, aynasıdır.
Mahlûkun hayâtı, Onun hayâtının aynası, bilgisi, Onun ilminin aynası, kudreti
de, Onun kudretinin görünmesidir. Kulların herseyi de böyledir. Fekat âlemde,
Zât-i ilâhînin, [ya’nî kendisinin] aynası yokdur. Hattâ, Zât-i ilâhînin bu âlem
ile hiç münâsebeti yokdur. Hiçbirseyle ortaklıgı yokdur. Ne ismde, ne de sûret ve
görünüsde, istirâk, benzerlik yokdur. O, âlemlerden ganîdir, [hiçbirseye muhtâc
degildir]. Hâlbuki, Onun ismleri ve sıfatları böyle degildir. Sıfatlarının bu âlem ile,
ismleri münâsebetli ve sûretleri, görünüsleri müsterekdir. Allahü teâlâda ilm sıfatı
vardır. Mahlûkda da, o ilmin sûreti, benzeri vardır. Onda, kudret sıfatı oldugu
gibi, bunda da, o kudretin sûreti vardır. Zât-ı ilâhî, böyle degildir. Mahlûkların, bundan
nasîbleri yokdur. Kendi kendilerine varlıkda kalabilmek, onlara verilmemisdir.
Mahlûklar, Onun ismleri ve sıfatları sûretinde yaratıldıkları için, kendileri, sıfatdır.
Hakîkatde hiçbiri madde degildir. Maddelikle alâkaları bile yokdur [ya’nî
kendi kendilerine varlıkda durmuyorlar]. Varlıkda durabilmeleri, Zât-i ilâhî iledir.
Fizikciler, kimyâgerler, esyâyı, madde ve maddenin sıfatları, ya’nî hâssaları,
özellikleri diye ikiye ayırıyor [ve yaratılmıyan, yok olmıyan sandıkları madde, varlıkda
kendi kendine duruyor ve dünyânın temel tasını teskîl ediyor diyorlar]. Bu
sözleri, maddeyi bilmediklerindendir. [Bugünkü tecribeler de, Lavoisier, Dalton
ve Robert Boylenin ve dahâ sonra gelen kimyâgerlerin anladıkları madde bilgisini,
çok mühim bir seklde degisdirmisdir. Bugünkü fizigin temellerinden biri olan
Einsteinin relativite nazariyyesine göre, enerjinin de, madde gibi, bir kütlesi vardır.
Belki de madde, teksîf edilmis kudretden baska birsey degildir.]
Kimyâcılar der ki: Sıfat, ya’nî özellik yalnız basına bulunamaz. Hep madde ile birlikde
bulunur ve maddenin nasıl oldugunu bildirir. Bunların, sıfat madde ile bulunur
demeleri, hakîkatde, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat da, madde de, Zât-i ilâhî
ile kâim olmakda, varlıkda kalmakdadır. Kendi kendine duran madde yokdur.
Bütün cismleri, herseyi varlıkda durduran, ancak Odur. Ya’nî Allahü teâlâ, kayyûm-
i âlemdir. Madde kendi kendine varlıkda durmuyor ki, sıfatları da onunla durabilsin.
Sıfatlar, maddenin zâtı, kendisi olmadıgı gibi ve yalnız madde ile bulunup,
kendi kendilerine bulunamıyacakları gibi, bütün esyâ da, madde de, Zât-i ilâhî ile
bulunmakdadır. Hiçbirinin zâtı yokdur. Maddenin zâtı, [kendisi] olmayınca, sıfatları
onunla bulunamaz. Zât, yalnız Allahü teâlânındır. Hersey, Onun zâtı ile varlıkdadır.
Herkesin, kendine, zâtına, ben demesi, hakîkatde, herseyi varlıkda durduran
bir Zâtı göstermekdedir.
(Ben) diyenler, neye isâret etdigini bilse de, bilmese de, bu böyledir. Bununla
berâber, Allahü teâlâ, hiçbir isâretle gösterilemez. Hiçbirseyle birlesmis degildir.
Bu ince bilgileri iyi anlamıyan, tevhîd-i vücûdî ile karısdırmasın! Vahdet-i vücûdü
söyliyen, bir zâtdan baska mevcûd yokdur der. Onun ismlerini ve sıfatlarını, nazarî
kabûl edilmis bilir. Mahlûkların hakîkatleri bile vücûd [varlık] görmemisdir.
(A’yân [esyâ], varlıgın kokusunu duymamısdır) der. Hâlbuki bu fakîr, sıfât-i ilâhiyyeyi,
hâricde [ya’nî ilmde degil, nazarî degil] ayrıca var bilirim. Ehl-i sünnet âlimleri
de, böyle bilmekdedir. Esmâ ve sıfât-ı ilâhînin aynaları olan bu âlemi de mevcûd
bilirim. Kendi kendine varlıkda durmagı, ya’nî maddeligi bu âlemde göremem.
Herseyin, Zât-i ilâhî ile kâim oldugunu [varlıkda durdugunu] iyi bilirim.
Süâl: Demek ki, mahlûkların zâtı, Zât-i ilâhîden baska degildir. Hersey, Zât-i
ilâhî ile birlesmisdir. Bu ise, olamaz. Mahlûk, kadîmin aynı olur mu?
Cevâb: Mahlûkların zâtı, ya’nî mâhiyyet ve hakîkati, Allahü teâlânın ismlerinin
ve sıfatlarının aynaları olan birçok a’râz, ya’nî hâllerdir ki, bunlar, Zât-i ilâhînin
aynı degildir. Zât-i ilâhî ile birlesik degildir. Yalnız bu hâller, Zât-i ilâhî ile vardır.
Herseyin kayyûmu [varlıkda durdurucusu] Odur.
Süâl: Herkes kendi zâtına ben deyince, Zât-i ilâhîyi gösterirse, mahlûkların zâtı,
mâhiyyet ve hakîkatleri, Zât-i ilâhînin aynı olur. Çünki, herkes ben deyince, ken-
– 967 –
di hakîkatini, mâhiyyetini gösterir. Tevhîd-i vücûdî sâhibleri de böyle demiyor mu?
Cevâb: Evet, herkes, ben deyince, kendi hakîkatine isâret eder. Fekat, hakîkatleri,
a’râz ya’nî hâller toplulugu oldugundan, bunlara isâret olunamaz. Çünki,
hâllere, yalnız olarak isâret edilemez. Insanın hakîkati, isâret kabûl etmeyince, bu
isâret, bu hakîkatin kayyûmu olan Zât-i ilâhîye olur. O hâlde mahlûk baskadır. Hâlık
baskadır. Tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin sözü gibi degildir. Sasılacak seydir ki, mahlûkun
ben demesi ile Hâlık teâlâya isâret edilmis olmakla berâber, mahlûk, kendi
hâlinde mahlûk olarak kalıyor. (Sübhânî) demek ve (Enelhak) demek dogru olmuyor.
Belki de, ayrılıgı görerek, bunları söyliyemiyor.
Süâl: Mahlûkun Zât-i teâlâ ile varlıkda durabilmesi, Zât-i teâlâda degisiklik olması
degil midir? Bu ise olamaz.
Cevâb: Mahlûk, Zât-i teâlâya hulûl etmemis, birlesmemisdir. Yalnız varlıkda kalması,
Zât-i teâlâ iledir.
Süâl: Mahlûklar hep a’râz, hâller ve sıfatlar olunca, bir yerde bulunması lâzımdır.
Çünki hâl, kendi kendine bulunamaz dedik. Bu yer, Zât-i teâlâ olamaz. Adem
[yokluk da] olamaz. Bu yer neresidir?
Cevâb: A’râz [ya’nî hâller, özellikler] kendi kendine varlıkda kalamaz. Baska
birseyde bulunur. Fizikciler, bu berâberligi, hulûl seklinde anladıklarından, a’râz
için bir yer arar. A’râz [hâller] yersiz olmaz der. Hâlbuki, söyledigimiz ma’nâda
varlıkda durmak için, yer lâzım degildir. Biz anlıyoruz ki, hersey, Zât-i teâlâ ile durmakdadır
ve hulûl ve yer, hiç yokdur. Fizikciler, bu sözümüze ister inansın, ister
inanmasın. Onların inanmaması, bizim gördügümüzü, bildigimizi degisdiremez.
Böyle oldugunu biliyoruz. Onların sübhesi; bilgimizi bozamaz. Bu sözümüzü, bir
misâl ile açıklıyalım: Hokkabazlar, birçok garîb seyler gösterir. Herkes, bu gösterilerin,
kendiliklerinden varlıkda durmadıklarını bilir. Hokkabaz ile durduklarını
ve bir yerde de olmadıklarını bilir. Yine bilirler ki, bunlar hokkabaza hulûl etmemisdir.
Yalnız onun ile varlıkda bulunuyorlar. Iste Hak teâlâ, esyâyı his ve vehm
mertebesinde yaratmısdır. Onları varlıkda durdurmakdadır. Ebedî isleri ve sonsuz
azâb ve ni’metleri bunlara baglı kılmısdır. Bu esyâ, varlıkda kendi kendilerine
durmuyor. Hulûl olmadan, birlesmeden, Zât-i ilâhî ile durmakdadır. Ikinci bir
misâl, bir dagın veyâ gök yüzünün, aynada görünmesidir. Aklı olmıyan, bunları cism
sanır. Kendiliklerinden aynada duruyor der. Fekat birisi, aynadaki seklleri sıfat sanır
ve ayna ile bulunuyor der ve sıfat oldukları için, bunlara bir yer lâzımdır, bilirse,
bu kimse de abdaldır ki, baskalarına uyarak, meydânda olan bilgisini inkâr
etmekdedir. Çünki, aklı olan, bu sekllerin yeri olmadıgını, yere muhtâc olmadıklarını
bilir. Iste, kesf ve sühûd erbâbı, bütün esyâyı, aynadaki sûretler gibi görür.
Allahü teâlâ, bu sûretlere kuvvet vermis, yok olmakdan korumusdur. Âhıretdeki
sonsuz isleri, bunlara baglamısdır. Kelâm ilmi büyüklerinden ve mu’tezîle mezhebi
âlimlerinden Nizâm, herseyi sıfat bilmis, maddeyi inkâr etmisdir. Kısa görüslü
oldugundan, bu sıfatların, Hak teâlâ ile durdugunu bilemedi. Aklı olanlar tarafından
ayblandı. Çünki, sıfatın, baskası ile bulunması lâzımdır. Sôfiyye-i aliyyeden
(Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, hersey
sıfatdır ve hepsi, bir varlık ile durmakdadır demis ve bu varlık da, Zât-i ilâhîdir
demisdir. Fekat bu sıfatlar, bir ân için vardır ki, iki zemânda varlıkda duramaz.
Âlem, her ân, yok olur ve bir benzeri yerine gelir. Her ân böyle olur demisdir. Bu
fakîre göre, bu bir görüsdür. Hakîkat degildir. Bunu, (Serh-i rubâ’ıyyât) hâsiyesinde
açıklamısdım. Ya’nî, tesavvuf yolunda yürüyenler, nihâyete varmadan önce, bütün
âlem gözünde gayb olmadan evvel, bir ânda âlemi yok görür, ikinci ânda var
görür. Üçüncü zemânda yine yok görür. Dördüncü ânda yine var görür. Tâm Fenâ
ile serefleninceye kadar, ya’nî bütün âlemi her zemân yok görünceye kadar, böyle
olur. Fenâ hâsıl olunca, âlemi hep yok bilir.
– 968 –