03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN..... IKINCI CILD, 35. ci MEKTÛB

45 — IKINCI CILD, 35. ci MEKTÛB
Bu mektûb, hocası Muhammed Bâkînin [971-1012 Delhîde] “kuddise sirruh”
oglu, Muhammed Abdüllaha “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmıs olup, iki süâline
cevâb vermekde ve ayn-ül-yakîni anlatmakdadır:
Allahü teâlâya hamd ve Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” salât
ve size düâ ederim. Kıymetli mektûbunuz geldi. Okuyunca, bizi çok sevindirdi.
Her ân hâtırladıgınızı bildiriyorsunuz. Ne güzel, ne mubârekdir. Üç ayda sizin
elinize geçen ni’met, baska yollarda, eger on senede nasîb olursa, büyük kâr bilirler.
Bu ni’mete sükr ediniz! Yaradılısınızın yüksek oldugunu ve böyle hâllerin kıymetini
isitince, ucb, kibr ile lekelenmiyeceginizi bildigim için, bu ni’metin büyüklügünü
yazdım. (Sükr ederseniz, ni’metimi artdırırım) meâlindeki âyet-i kerîmeyi
hiç unutmayınız!
Önceden, tevhîd bilgileri hâsıl olmaga basladı diyorsunuz. Bunlar da, bereketli
kazancdır. Bu hâlin hâsıl olmasını isteyiniz. Fekat islâmiyyetin edeblerini gözetmege
çok gayret ediniz! Kulluk vazîfelerini yerine getiriniz! Eger, bu hâller dogru
ise, kusûrlu degil ise, sevgiliye muhabbetin çoklugundan hâsıl olur. Çünki,
âsık nereye giderse gitsin, sevgiliden baska birsey görmez ve bilmez. Her nereden
bir zevk, lezzet duyarsa, bunu sevgilisinden geliyor sanır. Bu hâlde olan âsık,
mahlûkları görmekde, fekat hepsini, bir mahbûb sanmakdadır. Bu hâlde, Fenâ hâsıl
olmaz. Çünki, Fenâ hâsıl olunca, bir mevcûdün görülmesi insanı kapladıgından
mahlûklar temâmen görünmez olur. Buna da Fenâ denilmesi, mahlûklar görülmedigi
içindir. Hakîkî Fenâ ise, sıfât-i ilâhînin ve ismlerinin ve hiçbir baglılıgın, ayrı
bir görünüsün de, temâmen görülmedigi zemân hâsıl olur. Zât-ı ilâhîden baska
hiçbirsey görülmez ve düsünülmez. Seyr-i ilallah [Allah yolculugu], iste burada sona
erer. Zıllerin, görünüslerin hepsinden temâmen kurtulmak, burada hâsıl olur.
Ârif, bu zemân, aslların aslı iledir. Alâmetlerden geçip, kendisine kavusmusdur.
Ilm, ayn olmusdur. Isitmek, erismek hâlini almısdır. Vasl-ı uryânî [ancak Ona kavusmak]
se’âdeti ve neler neler ve neler neler olmusdur. Bu makâm, bu üstün derece,
ancak, isâret, sembol, sifre ile anlatılabilir. Bu da kapalı ve perdeli olabilir.
Süâl: Kıymetli evlâd! Bizden, bu ayn-ül-yakînin anlatılmasını istiyor. Bu aynı
anlasılabilir mi sanıyor?
Cevâb: Bunu anlatmak zor bir isdir. Ne yapayım? Ne söyliyeyim? Ne bildireyim?
Akla nasıl uygun getireyim? Kıymetli yavrum! Ma’zûr görmenizi umarım. Isitmegi,
ögrenmegi degil, edinmegi, hâllenmegi isteyiniz!
Süâl: Kur’ân-ı kerîmdeki mütesâbihâtın ma’nâlarını, râsih olan âlimler bilir. Bu
ma’nâlar nasıl anlasılır?
Cevâb: Bu süâlin cevâbı, birincinin cevâbından dahâ ince ve dahâ örtülü ve dahâ
örtülmesi lâzımdır. Bu iki süâl, bu kıymetli yavrunun yaradılısının çok yüksek
oldugunu göstermekdedir.
Allahü teâlânın kitâblarındaki mütesâbihlerin ma’nâsını anlamak, ancak Peygamberlere
mahsûsdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Ümmetlerinden pekaz
kimseye, onlara tâm uydukları, vârisleri olmakla sereflendikleri için, bu bilgiden
bir yudum tatdırabilirler. O güzelin yüzündeki perdeyi, bu dünyâda, bunlar için de
açarlar. Kıyâmetde, ümmetlerden, çok kimseleri, Peygamberlerine uydukları için,
bu devlete kavusduracakları umulur. Anladıgıma göre, bu dünyâda da, o pekaz kimselerden
baskalarını da, bu devletle sereflendirirler. Ammâ, bunlara isin iç yüzü-
– 940 –
nü bildirmezler, ma’nâyı açmazlar. Ya’nî, mütesâbihlere, dogru ma’nâ verirler. Fekat
bu ma’nâların ne oldugunu bilmezler. Mütesâbihât, mu’âmeleleri, hâlleri gösteren
isâretlerdir. Bunlara, bu hâller hâsıl olabilir. Fekat, bu hâllerin ne oldugu bildirilmez.
Sevdiklerimizin birinde bu hâli görmekdeyiz. Baskalarını, artık düsünün.
Sizin, bundan süâliniz, ümmîd kapısını açmısdır.
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân eyledigin nûrumuzu artdır! Günâhlarımızı, kusûrlarımızı
ört! Sen herseyi yapabilirsin! Selâm ederim.
46 — ÜÇÜNCÜ CILD, 77. ci MEKTÛB
Bu mektûb, kıymetli oglu Muhammed Sa’îd “kuddise sirruh” hazretlerine yazılmıs
olup, Kâ’be-i mu’azzamanın hakîkatinde olan sırları ve nemâzın ve Kelime-i tevhîdin
hakîkatlerindeki incelikleri bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize dogru yolu gösterdi. Eger O, merhameti ile,
dogru yolu bildirmeseydi, kim bulabilirdi? Rabbimizin Peygamberlerine inanırız
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. En yüksek mertebede yalnız nûr idi. [Bu nûr, nasıl
oldugu bilinmiyen bir nûrdur.] Burayı, Kâ’benin hakîkati bulmus ve yazmısdım.
Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe var ki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkatidir.
Kâ’be-i mu’azzama, Kur’ân-ı kerîm sebebi ile, herkesin kıblesi olmus ve
kendine karsı secde olunmakla sereflenmisdir.
Imâm, Kur’ândır. Önde Kur’ân-ı kerîmdir. Öne alınan ise, Kâ’bedir. Bu mertebe,
Allahü teâlânın, nasıl oldugu bilinmiyen vüs’atinin baslangıcıdır. Anlasılamıyan
âlemin ayrıldıgı derecedir. Bu pek yüksek mertebede vüs’at, uzunlugun ve
genisligin çoklugu ile degildir. Böyle vüs’at, mahlûkda olur ve noksânlık, kusûr alâmetidir.
Orası, öyle bir makâmdır ki, yetisemiyen, tatmıyan anlayamaz. O mertebedeki
ayrılık da, bildigimiz iki baska seyin ayrı olması, benzemedikleri için, ayrılmaları
degildir ki, bunlar parçalanmakla, dagılmakla olur ve maddenin, cismin
hâssasıdır. Allahü teâlâ, cism degildir. Orada, birsey ve baska baska iki sey düsünülemez.
Çünki, orada ayrılık gayrılık ve ikilik yokdur. Düsünmek de olamaz. Fârisî
iki beyt tercemesi:
Bir kus var ammâ, nasıl bildireyim sana,
Çünki, Ankâ ile bulunur, her ân, yan yana.
Ankânın adını duymus herkes, bilmese de cismini,
Bu kusun ise, kimse duymamısdır ismini.
Orada, hernekadar, birsey düsünülemez ise de, birsey düsünülse ve bu sey incelense,
o mertebede bu seye mahsûs olacak ve baska birseyde bulunmıyacak hiçbir
hâl, hâsıl olmaz. Zâten orada, birseyi incelemek de olmaz. Bununla berâber,
düsünülen o iki sey arasında, ayrılık vardır. Biri digerinden baskadır. Insanlardan,
kendisine hiçbir yol açmıyan, yalnız tanıyamamak, anlıyamamak yolunu açık bırakan
Allahım! Sen, insanların düsünebilmesinden çok uzaksın! Onu anlıyamamak,
anlasılamıyacagını anlamak, Evliyânın en büyüklerine nasîb olur. Anlamamak baskadır,
anlıyamamak baskadır. Meselâ, o mukaddes mertebede, ayrılık olmadıgını
söylemek ve Zât-ı ilâhînin her kemâlini, birbirlerinin aynı bulmak, ya’nî ilm, kudretin
aynıdır demek ve kudret, irâdenin aynıdır demek, o mertebedeki ayrılıgı anlamamakdır.
Hâlbuki, o mertebede ayrılıklar oldugunu söylemek, fekat bu ayrılıkların
nasıl oldugunu anlıyamadıgını söylemek, o mertebedeki ayrılıgı anlıyamamakdır.
Anlamamak, cehâletdir. Anlamakdan acz ise, ya’nî anlıyamamak ise ilmdir.
Anlıyamamak, hattâ iki ilmdir: Birisi, birseyi bilmekdir. Ikincisi, o seyin özünü,
büyüklügünden dolayı anlıyamadıgını bilmekdir. Bir üçüncü ilm dahâ da söyliyebiliriz
ki, o da, kendinin kul oldugunu gösteren aczini ve kusûrunu bilmekdir. Bil-
– 941 –
memek, cehldir demisdik. Ba’zan bu cehl, cehl-i mürekkeb olur ve bilmedigini bilmez
de, biliyorum sanır. Bilememekde ise bu hastalık yokdur ve hattâ olamaz. Çünki,
aczini, kusûrunu söylemekdedir. Bilmemek ile bilememek aynı olsaydı, bütün
câhiller ârif olurdu ve cehlleri, kemâllerine, üstünlüklerine sebeb olurdu. Hattâ,
o mertebede, cehli çok olan dahâ çok ârif olurdu. Çünki, orada ma’rifet, bilmemekdir.
Hâlbuki bu söylediklerimiz, bilememek için dogrudur. Çünki, bilememesi
çok olan, dahâ ârif olur. Bilememek, kötülemege benziyen bir medh, kusûra benziyen
bir kemâldir. Bilmemek ise, tam bir kötülemekdir ki, medh etmenin kokusunu
bile duymaz. Yâ Rabbî! Seni tanımakdan aczimizin büyüklügünü, ya’nî tanıyamayacagımızın
çoklugunu bilmemizi artdır! Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”,
bu fakîre gösterilen bu farkı düsünseydi, ma’rifetden acze, ya’nî tanıyamamaga
cehl demezdi ve (Bilen de ve “Anlamanın bilinememesi, anlamakdır” diyen
câhil de, bizdendir) demezdi. Bundan sonra, birinci kısmın ilmlerini, ya’nî bilenlerin,
bildiklerinden birseyler söylemis ve bununla mübâhât eylemis, ya’nî ögünmüsdür.
Bu ilmler, yalnız bana bildirildi deyip, Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi
ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bile bu bilgileri, Evliyânın sonuncusundan
[ya’nî kendisinden] alıyor demisdir. Kendisine Evliyânın sonuncusu dedi. Bu sözlerinden
dolayı, birçok kimseler onu begenmiyor. Onu sevenlerden (Füsûs) kitâbını
serh edenler de, bu sözlere ma’nâ bulmak için, çok ugrasmıslardır. Bu fakîre
göre, diyebilirim ki, Seyh-i ekberin bu sözleri, ya’nî bu bilgileri, o aczden katkat
asagıdır. Belki o acz ile hiç ilisigi bile yokdur. Çünki, onun ilmi zıllere, sûretleredir.
O acz ise, asldadır. Sübhânallah! Bu sözü söyliyen, Ebû Bekr-i Sıddîkdır
“radıyallahü anh”. Bu acze mazhar olan, odur ki Âriflerin bası ve Sıddîkların reîsidir.
Bu aczden ileride olan ilmin ne kıymeti vardır? Bu âcizden ileri, hangi kâdir
vardır. Fekat o, Sıddîkın “radıyallahü anh” üstâdına “aleyhi ve alâ âlihissalâtü
vesselâm” böyle söylenince, ona da bunu söylerse, ne denebilir? Ne tuhaf sey ki,
Seyh-i ekberi “kuddise sirruh” böyle sözleri ile ve câiz olmıyan bir çok bilgileri ile,
yine makbûller, sevilenler arasında görüyorum. Evliyâ arasında bulunuyor. Fârisî
mısra’ tercemesi:
Kerîmler ile yapılan isler kolaydır.
Evet, ba’zıları düâ edene gücenir. Bir kısmı da, sögene, kötüleyene güler. Seyh-i
ekberi red eden, begenmiyen, tehlükededir. Onu, sözleri ile birlikde kabûl eden
de, tehlükededir. Onu kabûl etmelidir. Fekat, islâmiyyete uymıyan sözlerini red
etmelidir. Onu kabûl ve red etmek arasında orta yol da, bu fakîrin begendigi ve
gösterdigi, iste bu yoldur. Herseyin dogrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.
Yine sözümüze gelelim. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati dedigimiz bu mukaddes
mertebeye, nûr da denemez. Zât-i ilâhînin diger kemâlâtı gibi, buraya da, nûr yanasamaz.
Burada, nasıl oldugu bilinemeyen bir vüs’atden ve anlasılamıyan ayrılıklardan
baska birsey bulunamaz.
Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe vardır ki, bu da nemâzın hakîkatidir.
Bunun âlem-i sehâdetdeki sûreti, nihâyete yetismis büyüklerin kıldıgı nemâzdır.
Bu mertebenin vüs’ati, pekçokdur. Bilinemiyen ayrılıkları, farklılıkları vardır.
Çünki, Kâ’benin hakîkati, ondan bir parçadır. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati,
onun bir kısmıdır. Nemâzda, ibâdetlerin kemâlâtının hepsi bulunur. Hâlis ma’bûdluk
olan aslın aslı ile berâberdir. Ya’nî, bütün ibâdetleri kendinde toplamıs olan
nemâzın, hakîkati bulunan mertebenin üstü, herseyin aslıdır ve baglandıkları
mertebedir. Bu mertebede vüs’at da, kısalıkdır. Bilinemiyen ayrılık da yokdur.
Ma’bûdluk ancak bu mertebenin hakkıdır.
Peygamberlerin olgunları ve Evliyânın büyükleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
nemâzın hakîkati olan makâmın sonuna kadar yükselebilirler ki, burası ibâdet
edenlerin, ibâdetlerinin mertebesinin nihâyetidir. Bu makâmın üstü, yalnız
– 942 –
ma’bûdluk mertebesidir. Hiç kimse, hiçbir sûretle bu devlete ortak olamaz. Nerede
kaldı ki dahâ yukarı çıkıla.
Ibâdet ve ibâdet edicilik bulasan her mertebeyi, kalb gözü ile görmek mümkin
oldugu gibi, buralara yükselmek de olabilir. Hâlis ma’bûdluk makâmına yükselmek
olamaz. Tesavvuf yolu, oraya götürmez. Fekat, Allahü teâlâya hamd olsun ki,
orayı göstermekden mahrûm bırakmadılar. Isti’dâda, kâbiliyyete göre müsâ’ade
etdiler. Mi’râc gecesi (Dur yâ Muhammed!) buyurulması, belki bu hâlis mertebenin
üstü, vücûd mertebesidir. Zât-i ilâhînin tecerrüd ve tenezzüh mertebesidir. Buraya
yol yokdur. (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tayyibesinin hakîkati, bu mertebededir
ki, uydurma ma’bûdlara ibâdet edilmiyecegi hakîkati, buradadır. Ondan baska
ibâdete lâyık ve müstehak kimse bulunmıyan hakîkî ma’bûdün isbâtı, bu makâmda
hâsıl olur. Âbidlik ve ma’bûdluk arasındaki tâm ayrılık, burada âsikâr
olur. Âbid, ma’bûdden, oldugu gibi, ayrılır. Nihâyete kavusanlar (Lâ ilâhe illallah)
kelimesini (Allahü teâlâdan baska ma’bûd yokdur) olarak bilirler ki, islâmiyyet de,
böyle bildirmekdedir. Allahü teâlâdan baska mevcûd yokdur veyâ maksûd yokdur
gibi ma’nâlar, baslangıçda ve yolun ortasında olanlar içindir. Maksûd yokdur
ma’nâsı, mevcûd yokdur ve vücûd yokdur ma’nâlarından yüksek olup (Allahü teâlâdan
baska ma’bûd yokdur) ma’nâsına dahâ yakındır.
Sunu bilmelidir ki, bu mertebede, nazarın, görmenin ilerlemesi ve kalb gözünün
kuvvetlenmesi, nemâz kılmakla olur. Nihâyete erenlerin ibâdetleri, hep nemâz
kılmakdır. Baska ibâdetler, belki nemâzın kemâline yardımcı olurlar. Nemâzda
bir kusûr olursa, onu temâmlarlar. Bunun için olabilir ki, (Nemâzın güzelligi,
îmânın güzelligi gibi, kendisindendir. Baska ibâdetlerin güzellikleri, kendilerinden
degildir) demislerdir. Vesselâm.
[Ibâdet, Allahü teâlânın râzı oldugu isleri yapmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlânın
isinden râzı olmakdır. Ubûdet, Allahü teâlânın, nelerden râzı oldugunu bilmekdir.
(Resehât)da, Ubeydüllah-i Ahrâr buyuruyor ki, (Ibâdet, Allahü teâlânın
emrlerini yapıp, yasaklarından kaçınmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlâya teveccüh
ve ikbâldir. Ya’nî, kalbin huzûru, âgâhlıgıdır)].
47 — IKINCI CILD, 44. cü MEKTÛB
Bu mektûb, hâce Muhammed Mü’minin oglu Muhammed Sâdıka yazılmıs
olup, vahdet-i vücûd [panteizm]ü bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd ederim. Onun begendigi, seçdigi kullarına selâmet vermesini
düâ ederim! Soruyorsunuz ki, tesavvufcular, vahdet-i vücûd söylüyor. Âlimler
ise, bu söze küfr ve zındıklık diyor. Hâlbuki, her iki taraf da Ehl-i sünnetdir.
Siz bu ise ne dersiniz?
Sevgili yavrum! Bu isi, birçok mektûblarımda ve risâlelerimde uzun uzun anlatmısdım.
Iki taraf arasında, kelime farkından baska bir ayrılık olmadıgını bildirmisdim.
Bununla berâber, mâdemki siz de soruyorsunuz, süâle cevâb lâzımdır. Ister
istemez birkaç kelime yazıyorum. Biliniz ki, Sôfiyye-i aliyyeden (Vahdet-i vücûd
vardır ve herseyde Hak teâlâyı görüyoruz ve hersey Odur) diyen, hersey, Hak teâlâ
ile birlesmis, O, herseyden ayrı degil, herseye benzer, bu âlem ile berâber ve
birlikde var oldu, iste O görünüyor, gibi seyler demek istemiyor. Böyle söyleyen,
kâfir olur, zındık, dinsiz olur. Allahü teâlâ mahlûkları ile birlesik degildir. Onların
aynı degildir. Onlara benzer degildir. O hep var idi, hep öyledir. Zâtında ve sıfatlarında,
ismlerinde hiç degisiklik olmaz. Birseyi yaratmakla, bunlarda degisiklik
olmaz. O, hiçbir bakımdan mahlûklarına benzemez. Onun varlıgı, lâzımdır. Ondan
baskası, olsa da olur, olmasa da. O büyüklerin, (Hersey Odur) demeleri, hiçbirsey
yokdur. Yalnız O vardır, demekdir. Meselâ, Hallâc-ı Mensûr, enelhak [ben
Hakkım] dedi. Böylece, ben Hakkım, Hak teâlâ ile birlesdim demek istemedi. Böy-
– 943 –
le diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün ma’nâsı, (Ben yokum,
Hak teâlâ vardır) demekdir. Iste sôfiyye, herseyi, Hak teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının
görünüsü, onların aynası bilir. Zâtın [kendisinin] bunlarla birlesdigini, zâtında
degisiklik oldugunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl
oluyor. Gölge, o kimse ile birlesmis, onun aynıdır veyâ o kimse inerek, o gölge sekline
girmisdir, gibi seyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir
görünüsüdür. Bu kimseyi asırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan baska birsey görmez.
Gölge, o kimsenin aynıdır diyebilir. Ya’nî gölge yokdur, yalnız o insan vardır
der. Bundan anlasıldı ki, sôfiyye, esyâya, Hak teâlâdan meydâna gelmisdir, Hak
teâlâ degildir diyor. O hâlde, sôfiyyenin (Hersey Odur) sözleri, (Hersey Ondandır)
demekdir ki, âlimler de böyle söylemekdedir. Iki taraf arasında bir fark yokdur.
Yalnız su fark vardır ki, Sôfiyye, esyâya, Hakkın görünüsü diyor. Âlimler bunu
söylemekden çekiniyor. Esyâ ile birlesmek, esyânın içinde bulunmak anlasılmasın
diye, bu sözü söylemiyor.
Süâl: Sôfiyye, esyâya, Hak teâlânın görünüsü dedikleri gibi, bunları dısarda yok
biliyor. Hâricde Allahü teâlâdan baska birsey yokdur, diyor. Âlimler ise, esyâyı
hâricde mevcûd biliyor. O hâlde, iki tarafın bilgisi de, kelimeleri gibi, farklı degil
midir?
Cevâb: Sôfiyye, hâricde birsey yokdur diyorsa da, esyânın hâricde (Vücûd-i vehmî)
ile var oldugunu söylüyor. Hâricde hiç yokdurlar demiyor. Hâricde kesret-i
vehmiyye vardır, diyor. Fekat, hâricde görünen bu (Vücûd-i vehmî), bizim vehm
ve hayâl ve düsüncelerimizde olan vücûd, ya’nî varlık gibi degildir. Çünki, vehm,
hayâl ve düsüncemizi durdursak, bunlardaki varlıklar kalmaz, yok olur. Ya’nî,
vehmlerimiz, hayâllerimiz devâmlı degildir. Hâlbuki, bu kâinâtın (Vücûd-i vehmî)
leri ve hayâlî görünüsleri, bizim vehm ve hayâllerimizde olmayıp, Hak teâlânın
yaratması ile ve Onun kâmil, [ya’nî sonsuz] kudreti ile oldugundan, yok olmuyor.
Varlıkları devâm ediyor. Âhıretin ebedî, sonsuz isleri, dünyâdaki bu varlıga
baglı bulunuyor. Yunân feylesoflarından Sofistâî [sophiste] denilen mugâletacılar,
safsatacılar, bu kâinâtı, evhâm ve hayâlât sandı. Hayâlimiz olmasa, bir sey olmazdı
dedi. Esyânın varlıgı, bizim inancımıza baglıdır, hakîkatde hiçbirsey yokdur.
Gökleri yer kabûl edersek, yer olurlar, yerler de, i’tikâdımıza göre gök olur.
Tatlıyı acı bilirsek, acı olur. Acılık, bizim inancımıza göre tatlı olur, dediler. Bu
ahmaklar, ihtiyârı, istegi olan Yaratanı inkâr etdi. Aldandılar ve çoklarını aldatdılar.
Sôfiyye-i aliyye, esyâyı, hâricde, vücûd-i vehmî ile var biliyor. Böyle vücûd,
devâmlıdır. Ya’nî bizim vehmimizin yok olması ile yok olmaz. Âhıretin sonsuz hayâtını,
bu vücûda baglı bilirler. Âlimler, esyâyı hâricde mevcûd bilir. Âhıretin sonsuz
hayâtı, bu esyâya göre olacakdır der. Bununla berâber, esyânın hâricde varlıgını,
Hak teâlânın varlıgı yanında za’îf, kuvvetsiz ve hattâ, yok bilir. Görülüyor
ki, her iki taraf da, esyâya hâricde var diyor. Dünyâ ve âhıret islerini, bu varlık üzerine
kuruyor. Vehmin, hayâlin yok olması ile yok olmaz, diyor. Yalnız, sôfiyye, bu
varlıga vehmî diyor. Çünki, bunlar, tesavvuf yolunda yükselirken, hiçbirsey görmiyor.
Hak teâlânın varlıgından baska, birsey gözlerine görünmiyor. Âlimler
ise, bunların varlıgına vehmî demekden kaçınıyor, câhillerin, yanlıs anlayıp, hayâlin
yok olması ile, yok olur sanacaklarından ve ebedî, sonsuz azâbı ve sevâbı inkâr
etmelerinden korkuyorlar.
Süâl: Sôfiyye, esyânın vücûd-i vehmîsi vardır demekle, bu varlık devâmlı olmakla
berâber, hakîkî degildir vehmdir diyor. Âlimler ise, esyâ hâricde hakîkatde vardır
diyor. Böylece, iki taraf arasında, yine ayrılık bulunmuyor mu?
Cevâb: Vücûd-i vehmî ve hayâlde görünüs, vehm ve hayâlin yok olması ile
yok olmadıgından, hakîkatde var demekdir. Çünki, bu varlık, devâmlıdır. Bütün
vehmlerin yok olması ile, yok olmuyor. Hakîkî varlık da, bu demekdir. Yalnız su
kadar varki, mahlûkların hakîkî varlıkları, Vâcib teâlânın hakîkî varlıgı yanında,
– 944 –
yok gibidir, vehm ve hayâl gibidir. Böylece, iki taraf arasında fark kalmamıs olur.
Süâl: Esyânın vücûd-i vehmîsi hakîkî olunca, hakîkî var olan, birden çok olur.
Bu ise vahdet-i vücûdü bozar. Vahdet-i vücûd, hakîkî var olanın bir olması degil
midir?
Cevâb: Her iki varlık da, hakîkîdir. Var olan hakîkat de ikidir: [Yaratan ve yaratılanlar.]
Fekat, iki varlıgın hakîkî olmaları, aynı bakımdan degildir. Meselâ, bir
kimsenin sekli, aynada görülünce, aynada hakîkatde bir cism yokdur. Görünen sekl,
aynanın ne üzerindedir, ne de içindedir. Aynadaki o seklin varlıgı, hayâlimizdedir.
Bu vücûd-i vehmî ve hayâlî görünüs ise, bir rü’yâ degildir. Hakîkatde mevcûddur.
Bir kimse, Ahmedi aynada gördüm dese, akl ve âdet ona inanır. Yemîn etse,
günâha girmez. Görülüyor ki, Ahmed, hakîkatde aynada degildir. Vehm ve hayâl
bakımından, aynada olması da hakîkatdir. Fekat, birincisi, her bakımdan hakîkî,
ikincisi ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Sasılacak seydir ki, hakîkatin zıddı
olan vehm ve hayâl, burada varlıgı hakîkî yapmaga sebeb oluyor. Çünki, vehm
ve hayâl bakımından demeseydik, aynadaki görünüs hakîkî olmıyacakdı. Ikinci bir
misâl de, (Noktâ-i cevvâle)dir. [Ya’nî, dâire seklinde hızlı dönen, bir noktadır.]
Vehm ve hayâl, bunu, hâricde dâire görür. Hâlbuki, hakîkatde, dâire yokdur.
Nokta vardır. Fekat, vehm ve hayâl bakımından, hâricde dâirenin bulunması hakîkîdir.
Su kadar var ki, noktanın hâricde bulunması, her bakımdan hakîkî iken,
bundan meydâna gelen dâirenin hâricde bulunması, yalnız vehm ve hayâl bakımından,
hakîkîdir. Iste vahdet-i vücûd, her bakımdan hakîkîdir. Birden ziyâde varlık
ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Bu iki varlıkdan birincisi (Her bakımdan),
ikincisi de (Yalnız bir bakımdan) hakîkat oluyor. Zıd birsey olmuyorlar.
Süâl: Vehm ve hayâl bakımından var olan birsey, vehm ve hayâl yok olunca, niçin
yok olmuyor?
Cevâb: Bu vücûd-i vehmî yalnız vehm tarafından hâsıl olmamısdır ki, vehm ile
berâber o da yok olsun. Bunları, Allahü teâlâ vehm mertebesinde yaratmısdır. Fekat,
sâbit, devâmlı olmuslardır. Allahü teâlâ, bunları vehm ve hayâl mertebesinde
yaratdıgı için, Vücûd-i vehmî demislerdir. Hangi mertebede olursa olsun, hattâ
hakîkî varlık olmıyan mertebede olsa da, O yaratdıgı için, o mertebede var olmaları,
hakîkîdir. Allahü teâlâ, bu esyâyı his ve vehm mertebesinde yaratmısdır
demek, esyâyı öyle bir mertebede yaratmısdır ki, o mertebe, yalnız his ve vehmde
vardır. Hâricde yokdur. Meselâ bir hokkabaz, mevcûd olmıyan seyleri, var imis
gibi, gösteriyor. Birseyi, on dâne gösteriyor. Bu on dâne sey, hakîkatde yokdur. Yalnız,
his ve vehmde vardır. Hakîkatde, yalnız birsey vardır. Görülen bu on sey, eger
Allahü teâlânın sonsuz kudreti ile kuvvet ve devâm kazanıp, çabuk gayb olmakdan
korunursa, varlıkları, bu mertebe için hakîkî olur. Bu vakt bu on sey, hakîkatde
hem vardır, hem de yokdur. Fekat, iki ayrı bakımdan düsünülmekdedir. Ya’nî
his ve vehm mertebesini düsünmezsek, yokdurlar. His ve vehm düsünülürse, vardırlar.
Hindistânda meshûr olan bir hikâye vardır. Bir Hind sehrinde, hokkabazlar,
pâdisâhın karsısında oyun yaparken, göz boyamakla, aynada bagçe ve agaçlar
gösterirler. Hakîkatde bulunmıyan bu agaçların büyüyerek meyve verdiklerini
gösterirler. Meyveleri koparıp sultâna ve seyrcilere yidirirler. O vakt, sultân emr
eder. Oyuncuları hemen öldürürler. Çünki, oyun yaparken, hokkabazlar öldürülürse,
görülen oyunlar, Allahü teâlânın kudreti ile, o hâlde kalır, yok olmazlar diye
isitmis, imis, Hokkabazlar öldürülünce, o agaçlar, aynada öylece kalır. Bu zemâna
kadar durdukları, meyvelerini herkesin yidikleri söyleniyor. Bu hikâyenin
hepsi veyâ bir kısmı dogru veyâ yanlıs olması bir tarafa, sözümüzü aydınlatdıgı için
burada söyledik.
Hâricde ve hakîkatde, Allahü teâlâdan baska, mevcûd yokdur. Allahü teâlâ, kudreti
ile, kendi ismlerinin ve sıfatlarının kemâlâtını mümkinât sûretlerinin perdesinde
göstermis, ya’nî esyâyı, kendi kemâlâtına uygun olarak, his ve vehm merte-
– 945 – Se’âdet-i Ebediyye 3-F:60
besinde, îcâd etmis, var etmisdir. Böylece, esyâ, vehmde görünmekde, hayâlde devâm
etmekdedir. O hâlde esyâ, hayâlde göründügü için vardır. Lâkin Allahü teâlâ,
bu görünüse devâm verdigi, yok olmakdan korudugu esyânın yapısına saglamlık
verdigi ve ebedî mu’âmeleyi de bunlara baglı kıldıgı için, vehmdeki varlık ve
hayâldeki devâm da, hakîkî varlık olmusdur. Bunun için, esyâ hâricde [ilmde, hayâlde
degil], bir bakımdan, hakîkaten vardır deriz. Bir bakımdan da yokdur diyebiliriz.
Bu fakîrin babası, hakîkate varmıs âlimlerden idi “kuddise sirruh”. Buyurdu
ki, kâdî Celâleddîn-i Egrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, derin âlimlerden idi. Bir
gün bana sordu ki, (Nefs-ül-emr, vahdet midir, yoksa kesret mi? Ya’nî hakîkatde
var olan, bir mi, yoksa çok mu? Eger bir ise, bu emrler, sevâblar, azâblar, kimedir?
Bu âmirlik, me’mûrluk nedir? Yok eger hakîkî var olan çok ise, sôfiyyenin vahdet-
i vücûd sözleri yanlıs olur). Pederim buyurmus ki, (Her ikisi de, nefs-i emrîdir).
Ya’nî hakîkatde, hem vahdet vardır, hem kesret. Ve bu cevâbı îzâh etdiler.
Fekat neler söylediklerini, simdi hâtırlamıyorum. Bu fakîrin kalbine akıtılan bilgileri
size yazdım. Demek ki, Vahdet-i vücûd söyliyen tesavvufcular haklıdır.
Âlimlerin kesret-i vücûd sözleri de haklıdır, ya’nî dogrudur. Tesavvufcuların hâli,
vahdete uygundur. Âlimlerin hâli de, kesrete uygundur. Çünki, islâmiyyet kesret
üzerine kurulmusdur. Çesidli emrler kesret ile olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gönderilmesi, Cennet ni’metleri ve Cehennem azâbları,
hep kesrete baglıdır. Allahü teâlâ (Bilinmeyi, tanınmayı sevdim) buyurdugu için
ve kesreti istedigi için ve zâhir olmagı sevdigi için kesret mertebesine de inanmalıyız!
Çünki, Allahü teâlâ, bu mertebeyi seçmis, begenmisdir. Büyük bir sultânın,
hademeleri de, askerleri de vardır. Onun büyüklügü, yalvaranların, titriyenlerin,
Ona muhtâcların çoklugu ile ölçülür. Vahdet-i vücûd dahâ dogru ve kesret-i vücûd,
bunun yanında, mecâzdır. Ya’nî hakîkate benzemekdedir. Bunun için, o âleme
(Hakîkat âlemi) ve bu âleme (Âlem-i mecâz) derler. Fekat bu zuhûrâtı, Allahü
teâlâ sevdigi için ve esyânın varlıgını sonsuz yapdıgı için ve kudretine hikmet
elbisesi giydirdigi ve kendi fi’lini, yaratmasını sebebler altında gizledigi için, o hakîkat,
ikinci derecede kalmıs ve bu mecâz, meshûr olmusdur. Hakîkatde var olan,
nokta-i cevvâledir. Bunun dönmesinden görünen dâire, mecâzdır. Fekat, hakîkat
gayb olmus, mecâz görünmüs, tanınmısdır.
(Allahü teâlâ bir kulunu severse, günâh islemek ona zarar vermez) sözünün
ma’nâsını soruyorsunuz. Söyle biliniz ki, Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu günâh
islemekden korur. Evet onlar, günâh isliyebilir. Ya’nî Peygamberler “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gibi degildirler. Çünki, Peygamberler günâh islemekden
ma’sûmdur, temizdir, günâh isliyemezler. Iste Evliyâ günâh islemiyecegi için, günâhın
zararından kurtulmus olur. Bu sözdeki günâh, belki de evvelki günâhlar, ya’nî
vilâyet derecesine varmadan önce isledigi günâhdır. Çünki, islâm, evvelki günâhları
yok etmekdedir. Herseyin dogrusunu Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Unutarak,
yanılarak söylediklerimizi ve yapdıklarımızı afv et! Bizi bunlar için cezâlandırma!
Allahü teâlâ, size ve dogru yolda gidenlere selâmet versin. Âmîn.
Üç nisan olur velîlerde, demis, erbâb-ı dil,
biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur.
Onun ikinci nisânı, oldur ki, iyi bil,
her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur.
Üçüncüsüne gelince, cümle a’zâsı anın,
ser’ ile âdâb ile, her zemân, âmil olur.
– 946 –
48 — IKINCI CILD, 24. cü MEKTÛB
Bu mektûb, hâcı Muhammed Firketîye yazılmıs olup, hiçbir maddenin Allahü
teâlâya ayna olamıyacagını bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve seçdigi, begendigi kullarına selâm olsun!
Bu fakîrlere karsı olan sevginizin, baglılıgınızın çoklugundan dolayı gönderdiginiz
kıymetli mektûb, bizleri pek sevindirdi. Baglılıgınız, sizi dâimâ, baglandıgınız
ile berâber bulundurur. Onun nûrlarının size akmasına, aks etmesine sebeb olur.
Bu büyük ni’mete, çok sükr etmelisiniz! (Kabz), ya’nî sıkıntı ve (Bast), ya’nî
nes’e insanı uçuran iki kanad gibidir. Sıkıntı hâsıl olunca, üzülmeyiniz. Nes’eli olunca
da, sevinmeyiniz!
Her yerde, herseyde Allahü teâlâyı görmek istediginizi yazıyorsunuz.
Sevgili yavrum! Kulun, kölenin arzûsu ve emrleri unutması olur mu? Kulun istekleri,
kendi kısa görüsü kadar olur. Herseyde Allahü teâlâyı görmek arzûsu, kısa
görüslü olmakdandır. Bu cismler, maddeler, Allahü teâlâya ayna olabilir mi? Bu
mahlûklar aynasında görünen, ancak Onun sıfatlarının sayısız akslerinden biridir.
Allahü teâlâyı, verâların verâsı [uzakların uzagı] olarak aramak lâzımdır. Insanın
içinden ve kendinden baska seylerden uzakda, dısarda aramalıdır. Sizin simdi
ilerlediginiz derece, arzûnuzun çok üstündedir. Sakın, baskalarına bakarak, geriye
dönmeyiniz ve yüksekden, asagıya düsmeyiniz! Bu büyüklerin yolu, çok yükseklere
gider. Allahü teâlâ, yükselmek istiyenleri sever. Onu bir ân unutmamanıza
ve herkesle iyi olmanıza düâ ederim!
49 — ÜÇÜNCÜ CILD, 67. ci MEKTÛB
Bu mektûb, mîr Mensûr için yazılmısdır. Kâinâtın hakîkatini bildirmekde ve kendi
kesfi ile Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kesfi arasındaki farkı açıklamakdadır:
Gördügümüz ve genis, düz, uzun ve yassı olarak anladıgımız bu Kâinât, ya’nî bütün
varlıklar, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine göre ve Onun izinde bulunanlara göre,
hâricde mevcûd olan, var olan tek bir varlıkdır. Bu tek varlık Allahü teâlânın
kendisidir. Kâinât, bu tek varlıgın zuhûrudur, görünüsüdür derler. Bu kâinâta (Zâhir-
i vücûd) dediler. Allahü teâlânın ilminde bulunan çesidli sûretler, bu tek varlıga
aks etmis, burada çesidli sekllerde görünmüslerdir derler. Ilmdeki bu sekllere
(Bâtın-ı vücûd) ve (A’yân-ı sâbite) demislerdir. Tek ve basît olan o varlık, genis,
uzun, yassı gibi sekllerde hayâl olunmakdadır. Câhil olsun, âlim olsun, herkesin
gördügü çesidli sekller, Allahü teâlâdır. Câhiller bu görünenleri âlem sanır. Hâlbuki
âlem, ilm-i ilâhîden dısarı hiç çıkmamısdır. Hâricde var degildirler. Çesidli sekllerde,
sûretlerde ilmde bulunan âlem, ayna gibi olan vücûd-i ilâhîye aks etmis, hâricde
görünmüsdür. Câhiller, bu görünenleri, âlemin kendisi sanmıslardır derler.
Molla Abdürrahmân Câmî “aleyhirrahme”, böylece buyuruyor ki:
Mahlûkları, eskidenberi,
çesid çesid ayırmakdayız.
Pek iyi anladık ki, hepsi,
birdir, O da Zât-i ilâhî!
Bu fakîrin [ya’nî imâm-ı Rabbânînin] kesfi ve i’tikâdı söyledir ki, bu görünenler
varlık degil, vehmdir. Allahü teâlâ, bu çesidli mahlûklarını (Mertebe-i vehm)de
yaratmısdır. Hepsini çesidli sekllerde, bu mertebede durdurmakdadır. Görülen, duyulan,
bilinen hersey, mahlûkdur. Tesavvuf yolcularından birçogu, bunları vâcib,
[ya’nî Allahü teâlânın kendisi] sanmıs, hakîkî varlık olarak görmüsler ise de, hepsi
âlemdir. Hepsi mahlûkdur. Allahü teâlâ, ötelerin ötesidir. Onu hiç göremeyiz,
– 947 –
bilemeyiz. Kesf ile, sühûd ile bilinemez. Fârisî beyt tercemesi:
Mahlûk, Onu nasıl görebilir?
Hangi aynada görülebilir?
Hâricde mevcûd olan, yalnız Allahü teâlâdır. Mahlûkların hepsi, vehm mertebesinde
olup, Onun kudretinin görünüsleridir. Vehm mertebesi, hakîkî varlık
mertebesinin zıllidir, görüntüsüdür. Vehm mertebesine, hâric mertebesinin zılli oldugu
için, (Hâric) demek mümkindir. Bunun gibi, vücûdün zılli oldugu için, mevcûd
denilebilir. Vehm mertebesindeki varlıklar [ya’nî mahlûklar], hâricdeki varlık
gibi [ya’nî Allahü teâlâ gibi], (Nefs-ül emrî)dirler. [Ya’nî bir hayâl, bir düsünce
olmayıp, kendileri vardır.] Sıfatları, isleri vardır. Sonsuz var olacaklardır.
(Muhbir-i sâdık), ya’nî hep dogru söyleyici Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm”
böyle olacagını haber vermisdir.
Yukarıda bildirilen iki kesfden hangisinin, Allahü teâlâyı iyi tenzîh etdigini, (ülûhiyyet
sıfatları)na dahâ yakısır oldugunu iyi düsünmelidir. Hangisinin, tesavvuf yolunun
baslangıcı ve ortası ile, hangisinin de yolun sonu ile ilgili oldugunu iyi anlamalıdır.
Bu fakîr de, senelerce onlar gibi inanıyordum. Bu i’tikâda uygun, sasılacak
hâller ve garîb müsâhedeler hâsıl oluyordu. O makâmda çok lezzetler duyuyordum.
Sonra, Allahü teâlâ lutf ederek, anlasıldı ki, görülen, bilinen seylerin hiçbiri,
O degildi. Hepsini yok etmek lâzımdır. Cenâb-ı Hakkın ihsânı ile kendileri
yok oldular. Hak sanılan bâtıl yok oldu. Gaybın sevgisi hâsıl oldu. Mevhûm, mevcûddan
ayrıldı. Kadîm, hâdisden temizlendi.
50 — IKINCI CILD, 50. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Mirzâ Semseddîne yazılmısdır. Islâmiyyetin bir sûreti, bir de hakîkati
oldugu ve tesavvuf yolunun basında da, sonunda da islâmiyyete uymak lâzım
oldugu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdigi, sevdigi kullarına selâm olsun! Islâmiyyetin
bir sûreti, ya’nî dıs görünüsü, bir de hakîkati, ya’nî aslı, özü vardır. Islâmiyyetin
sûreti, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdigi bilgilere
inanmak ve islâmiyyetin ahkâmına uymakdır. [(Islâmiyyet), hükmler, emrler ve
yasaklar demekdir. Ahkâma uymak demek, emr edilen seyleri yapmak, yasak edilen
seylerden kaçınmakdır.] Insanın nefs-i emmâresi îmân etmez ve islâmiyyetin sûretine
uymak istemez. Onun yaratılısı böyledir. Bundan dolayı islâmiyyetin sûretine
uyanların îmânı, îmânın sûretidir. Ya’nî, görünüsde îmândır. Nemâzları, orucları
ve bütün ibâdetleri, ibâdetlerin sûretidir. Ya’nî, hep görünüsde ibâdetdirler.
Çünki, insan deyince, insanın nefsi anlasılır. Herkes (Ben) deyince nefsini bildirmekdedir.
Insan ibâdet yaparken, nefsi küfr hâlindedir. Yapdıklarının yerinde bir is oldugunu
inkâr etmekdedir. Böyle bir insanın îmânı ve ibâdetleri, hakîkî ve dogru olabilir
mi? Allahü teâlâ, çok merhametli oldugu için îmânın ve ibâdetlerin sûretlerini,
görünüslerini, hakîkî olarak, dogru olarak kabûl buyuruyor. Böyle kullarını
Cennete koyacagını söz veriyor, müjdeliyor. Cenneti ve Cennetde olan kullarını Allahü
teâlâ sever. Onlardan râzıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsân sâhibi oldugu için, yalnız
kalbin tasdîk etmesini, inanmasını îmân olarak kabûl buyurmusdur. Nefsin
iz’ân etmesini, inanmasını istememisdir. Böyle olmakla berâber Cennetin de hem sûreti,
hem de hakîkati vardır. Dünyâda islâmiyyetin yalnız sûretine kavusanlar, Cennetin
de yalnız sûretine kavusacaklar, yalnız onun zevkıni, tadını alacaklardır. Dünyâda
islâmiyyetin hakîkatine kavusanlar, Cennetin de hakîkatine kavusacaklardır.
Cennetin yalnız sûretine ve yalnız hakîkatine kavusanlar, aynı ni’metlerden meselâ
aynı meyvesinden yidikleri hâlde, baska baska lezzet duyacaklardır. Resûlullahın
zevceleri, mü’minlerin anneleri olup, Cennetde Resûlullahın yanında bulu-
– 948 –
nacaklar, aynı meyveyi yiyecekler ise de, baska baska tad alacaklardır. Duydukları
lezzet, hep aynı olsa idi, mü’minlerin annelerinin, bütün insanlardan dahâ üstün
olmaları lâzım gelirdi “aleyhinnessalâtü vesselâm ve rıdvânullahi teâlâ aleyhinne”.
Bunun gibi, her dahâ üstün olan kimsenin zevcesinin de, baskalarından dahâ üstün
olması lâzım gelirdi. Çünki zevceler, Cennetde, zevclerinin yanında bulunacaklardır.
Islâmiyyetin sûretine uyanlar, âhıretde azâbdan kurtulacak, sonsuz se’âdete kavusacaklardır.
Evliyâlık da, iki dürlüdür: (Vilâyet-i âmme) ve (Vilâyet-i hâssa), ya’nî,
seçilmis olanların vilâyeti. Islâmiyyetin yalnız sûretine uyanlar, vilâyet-i âmmeye
kavusmus olurlar. Meâl-i serîfi (Allahü teâlâ, îmân edenlerin velîsidir) olan âyet meshûrdur.
Islâmiyyetin sûretini elde eden, ya’nî vilâyet-i âmmeye, Allahü teâlânın sevgisine
kavusanlar, tarîkatda, ya’nî tesavvuf yolunda ilerliyerek, vilâyet-i hâssaya kavusabilirler.
Bu yolda ilerliyen müslimâna (Sâlik) denir. Sâlikin nefsi yavas yavas,
emmârelikden kurtulup itmînâna, râhata kavusur. Azgınlıgı gider. Sunu iyi bilmelidir
ki, vilâyet-i hâssaya kavusmak için çalısan sâlikin, hep islâmiyyetin sûretine
uyması sartdır. Tesavvuf yolunda en önemli vazîfe olan (Zikr-i ilâhî), islâmiyyetin
emrlerinden biridir. Islâmiyyetin yasaklarından sakınmak da, bu yolda lâzımdır.
Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylasdırır. Tesavvuf yolunu iyi bilen
ve sâlike yol gösteren âlim aramagı da islâmiyyet emr etmekdedir. Çünki, Mâide
sûresinde, (Ona kavusmak için vesîle arayınız!) buyurulmusdur. [(Künûz-üd-dekâık)
deki hadîs-i serîflerde buyuruluyor ki, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir),
(Evliyâ ol kimselerdir ki, Onlar görülünce, Allah hâtırlanır), (Herseyin hâsıl oldugu
yer vardır. Takvânın elde edildigi yer, âriflerin kalbleridir), (Bâtın ilmi, Allahü
teâlânın esrârından bir sırdır!). (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, müslimânların
fakîrlerini vesîle ederek düâ ederdi), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir!),
(Onlar, öyle kimselerdir ki, yanlarında bulunanlar sakî olmaz!), (Ümmetimin
âlimlerine saygılı olunuz! Çünki onlar yeryüzünün yıldızlarıdır), (Allahın
öyle kulları vardır ki, birsey için yemîn etseler, Allah o seyi yaratır), (Âlimlerin yanında
bulunmak ibâdetdir), (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında Peygamber
gibidir), (Bir âlimin ölmesi, bir sehr halkının ölümünden dahâ büyük ziyândır), (Derecesi
en üstün olanlar, Allahü teâlâyı zikr edenlerdir), (Insanların en kıymetlisi,
mü’minlerin âlimleridir), (Zikr etmek, nâfile oruc tutmakdan dahâ iyidir), (Allah
sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir), (Resûlullah, Allahü teâlâyı çok zikr
ederdi), (Insan, sevdigini çok zikr eder).]
Görülüyor ki, islâmiyyetin hakîkatine kavusmak için, islâmiyyetin sûretine uymak
sartdır. Çünki, vilâyetin ve nübüvvetin bütün kemâlleri, islâmiyyetin sûreti
üzerine kurulmusdur. Islâmiyyetin yalnız sûretine uyan, vilâyetin kemâllerine
kavusur. Hem sûretine, hem de hakîkatine uyan ise, nübüvvetin kemâllerine de kavusur.
Bunu, asagıda insâallah dahâ açıklıyacagız.
Vilâyete kavusmak, tesavvuf yolunda çalısmakla olur. Vilâyete kavusmak için,
ya’nî Velî olmak için, mâ-sivâyı kalbden çıkarmak lâzımdır. (Mâ-sivâ), Allahdan
baska seyler demekdir. Ya’nî bütün mahlûklardır. Allahü teâlânın, lutfü ve ihsânı
ile, mâ-sivânın hepsi, kalb gözünden silinince, ismleri bile unutulunca, (Fenâ)
hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilallah) temâm olur. Bundan sonra (Seyr-i fillah) denilen
(Isbât) makâmına kavusmak için çalısılır. Bu makâmda, kalb yalnız Allahü teâlâyı
hâtırlamakdadır. Bu makâma (Bekâ) makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu,
bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve hakîkatde bekâ makâmına kavusan
sâlik, vilâyete kavusmus, Velî olmusdur. Nefs-i emmâresi mutmainne olmus,
küfrden, inkârdan kurtulup, Rabbinden râzı olmusdur. Rabbi de ondan râzıdır. Yaratılısında
bulunan kötülük, azgınlık yok olmusdur. Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü
teâlâ esrârehümül’azîz” itmînâna kavusan nefs, azgınlıgından kurtulmaz
demisler. Fârisî beyt tercemesi:
– 949 –
Mutmainne olsa da nefs,
kötülükleri hiç gitmez.
demisler ve bir gazâdan dönüsde buyurulmus olan (Küçük cihâddan döndük, büyük
cihâda baslıyacagız!) hadîs-i serîfinde bildirilen büyük cihâd, nefse karsı yapılan cihâddır
demislerdir. Bu fakîre kesf olunan ve vicdânım ile anladıgım ise, bunların dedigi
gibi degildir. Itmînân hâsıl olunca, nefsde hiç azgınlık ve taskınlık bulmuyorum.
Islâmiyyete tam uydugunu görüyorum. Öyle ki, nefs de, mâ-sivâyı temâmen unutmus
olan kalb gibi olmakda, Allahdan baska hiçbirseyi görmez ve bilmez hâle gelmekdedir.
Mevkı’ sevgisi, birseye kavusunca sevinmek, kaçırınca üzülmek onda hiç
kalmıyor. Bunun islâmiyyete uymaması, azgınlık, taskınlık yapması nasıl olabilir?
Itmînâna kavusmadan önce, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmasına, azgınlık, taskınlık
derlerse, sözlerinin yeri vardır. Fekat, itmînâna kavusdukdan sonra, islâmiyyete
uymaması, taskınlık yapması olamaz. Bu fakîr [ya’nî Imâm-ı Rabbânî hazretleri]
çok inceledim. Bu bilmeceyi çözmek için pek ugrasdım. Nefs mutmainne olunca,
kıl kadar azgınlık, taskınlık yapamamakdadır. Islâmiyyete tam teslîm olmus, her
kötülügü yok olmusdur. Sâhibi için kendini yok etmisdir. Böyle olan nefsin islâmiyyete
uymaması, olacak sey degildir. Nefs, Allahü teâlâdan râzı olunca, Allahü teâlâ
da ondan râzı olunca, artık taskınlık, azgınlık yapabilir mi? Azgın olandan râzı
olunmaz. Allahü teâlânın râzı oldugu nefs, râzı olmıyacak bir sey yapabilir mi?
Hadîs-i serîfde bildirilen (Cihâd-ı ekber), bu fakîrin anladıgına göre, bedene,
cesede karsı yapılan cihâd olabilir. Çünki, insanın bedeni, birbirine zıd, ters olan
dört dürlü maddelerden yapılmısdır. Her çesid madde, baska seyler istemekde ve
baska seylerden kaçmakdadırlar. Herseyin dogrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Insanın
sehvânî istekleri, bedenden dogmakdadır. Gazab etmesi, istememesi de
bedenden ileri gelmekdedir. Hayvanlarda (Nefs-i nâtıka) yokdur. Onlarda da
sehvet, gadab, hırs, hased vardır. Insanda bu cihâdın sonu olmaz. Nefsin itmînâna
ermesi, bu cihâdı ortadan kaldırmaz. Kalbin vilâyet makâmına kavusması ile,
bu cihâd yok olmaz. Insanda bu cihâdın bulunması, çesidli fâideler saglamakdadır.
Böylece, beden temizlenir. Âhıretde yüksek derecelere kavusur. Dünyâ hayâtında,
beden, kalbe tâbi’dir. Âhıretde, is bunun tersinedir. Orada, kalb bedene
tâbi’ olur. Insan ölünce, âhıret hayâtı baslar. Bu cihâd da biter.
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, nefs itmînân makâmına gelince ve islâmiyyete
uymakla sereflenince, (Islâm-ı hakîkî)ye kavusulur ve îmânın hakîkati hâsıl
olur. Bundan sonra yapılacak her is, islâmiyyetin hakîkati olur. Nemâz kılınca,
nemâzın hakîkati kılınmıs olur. Oruc tutunca, orucun hakîkati tutulmus olur. Hac
yapınca, haccın hakîkati yapılmıs olur. Islâmiyyetin bütün hükmlerine uymak da,
hep böyledir. Görülüyor ki, ilk yol ile hakîkat, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin
hakîkati arasında bir geçiddir. Vilâyet-i hâssa ile sereflenmedikce, islâm-ı mecâzîden
kurtulup, islâm-ı hakîkîye kavusulmaz. [Islâmiyyetin sûretine uymak, islâm-ı
mecâzîdir. Islâmiyyetin hakîkatine uymak ise, hakîkî müslimânlıkdır.] Bir müslimân,
Allahü teâlânın ihsânı ile, islâmiyyetin hakîkatine kavusur, islâm-ı hakîkî ile
sereflenirse, Peygamberlere tam uyarak ve O büyüklere vâris olarak, (Kemâlât-i
nübüvvet) denilen makâma kavusabilir. O yüksek derecenin ni’metlerini bol bol elde
edebilir. Islâmiyyetin sûreti, kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydâna getiren
mubârek bir agaç oldugu gibi, nübüvvet kemâlleri de, mubârek bir agaç gibi olan
islâmiyyetin hakîkatinin meyveleri gibidir. Vilâyetin kemâlâtı, sûretin meyveleridir.
Nübüvvet kemâlâtı ise, bu sûretin hakîkatinin meyveleridir. Bunun içindir ki,
vilâyetin kemâlâtı, Peygamberlik kemâlâtının sûretleridir. Peygamberlik kemâlâtı,
bu sûretlerin hakîkatleridir.
Sunu iyi anlamalıdır ki, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati, nefsden dolayı
birbirinden ayrılmakdadır. Islâmiyyetin sûretine kavusanın nefs-i emmâresi taskınlık
yapmakda ve inanmamakdadır. Islâmiyyetin hakîkatine kavusunca, nefs
– 950 –
mutmainne olmakdadır. Müslimân olmakla sereflenmekdedir. Bunun gibi, sûret
gibi olan (Kemâlât-i vilâyet) ile, bu sûretlerin hakîkatleri gibi olan (Kemâlât-i nübüvvet)
arasındaki ayrılık da, bedenden ileri gelmekdedir. Vilâyet makâmında, bedeni
meydâna getiren dört dürlü maddeler, kendi isteklerinde, kendi azgınlıklarındadır.
Meselâ, nefsi itmînâna kavusmus olan bir Velînin bedenindeki enerji, kudret,
iyi oldugu, üstün oldugu da’vâsındadır. Bedendeki toprak maddeleri, kötülük
ve asagılık yapdırmak istemekdedir. Sıvı ve gaz hâlindeki maddeler de, fizik ve kimyâ
özelliklerini ve reaksiyonlarını meydâna getirmek çabasındadır. Kemâlât-i
nübüvvet makâmına kavusunca, bedendeki maddelerin hepsi, adâlet, denge hâlini
alır. Asırı ve zararlı hâlleri kalmaz. Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”
(Seytânım müslimân oldu), ya’nî teslîm oldu buyurması, belki de bu denge
hâlini haber vermekdedir. Çünki, insanın dısında seytân bulundugu gibi, içinde
de vardır. Insanın içindeki seytânı, onun kudretinin, enerjisinin taskınlıgıdır.
Enerji artınca, insanda kibr ve yükseklik hâsıl olur. Kötü sıfatların en asagısı da,
bu kibr sıfatıdır. Enerjinin teslîm olması, selâmet bulması, bu kötülügün ondan gitmesidir.
(Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olan bir Velînin hem kalbi, hem de nefsi itmînâna
kavusmusdur. Hem de bedendeki üç çesid maddesi ve enerjisi denge hâline gelmisdir.
Vilâyetde ise kalb temâmen, nefs de söyle böyle itmînâna kavusmusdur.
Nefsin itmînâna kavusmasına söyle böyle dedik. Ya’nî az çok, yaklasık olarak dedik.
Çünki, nefsin itmînâna tam olarak, olgun olarak kavusması, beden maddelerinde
denge hâsıl oldukdan sonra olur. Iste bundan dolayı vilâyet sâhiblerinin bedenlerindeki
maddeler dengeye gelmedikleri zemân, mutmainne olan nefsin eski
sıfatlarına dönecegini bildirmislerdir. Bedendeki maddelerin i’tidâle gelmesinden
sonra, itmînâna kavusan nefs, eski sıfatlarına dönmez. Görülüyor ki, nefsin eski
kötülüklerine dönmesini ve dönmemesini söylemek, makâm sâhiblerinin görüslerinin
baska olmalarından ileri gelmekdedir. Her Velî, kendi makâmına uygun olanı
söylemisdir.
Süâl: Bedendeki maddeler de dengeye geldikden ve islâmiyyete uymıyan taskınlıkları
kalmadıkdan sonra, bunlarla cihâd etmek nasıl olur? Mutmainne olan
nefs ile cihâd yapılmadıgı gibi, bu maddelere karsı da cihâd yapmak lüzûmu ortadan
kalkmaz mı?
Cevâb: Nefsin mutmainne olması ile bedendeki maddelerin dengeye gelmeleri,
birbirine benzemez. Nefs mutmainne olunca, yok gibi olur. Âlem-i emrden olan
bes latîfe nasıl yok gibi oluyorlarsa, nefs de böyle olur. Bedendeki maddelerin, dünyâda
kaldıkca, islâmiyyetin ahkâmına uymaları lâzım oldugundan sekr ve istihlâk
ile ilgileri yokdur. Istihlâk olanda, ya’nî benligi yok olanda, emre karsı durmak,
taskınlık etmek kalmaz. Sahv hâlinde olan, ya’nî benligi, su’ûrü gitmiyen ise,
emrlere uygunsuz davranabilir. Bu davranıs her emre karsı degildir ve çesidli fâidelere
sebeb olmakdadır. Bu davranıs, Allahü teâlânın lutf etmesi ve koruması
ile, yalnız müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez. Bundan dolayı, dengeye
gelmis olan beden maddelerine karsı cihâd yapılabilir. Mutmainne olan nefs
ile cihâd yapmak ise câiz degildir. Bu bildirdiklerimi, Mektûbâtın birinci cildinde,
büyük oglum [Muhammed Sâdık “rahmetullahi aleyh”] için yazmıs oldugum mektûbda
[ikiyüzaltmısıncı mektûbda] dahâ uzun bildirmisdim. Anlasılamıyan yer kaldı
ise, o mektûba da bakınız!
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, islâmiyyetin hakîkatinin netîceleri ve
meyveleri olan (Kemâlât-i nübüvvet) makâmları da asılınca, artık ilerlemek, çalısmakla,
ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olmaz. O makâmlarda nasîb olan hersey,
rahmân olan Allahü teâlânın yalnız lutf etmesi ile ve ihsânı ile olur. Bu makâmlarda
îmânın, ilmin te’sîri yokdur. Kazanılanlar, yalnız ihsân ile, ikrâm iledir. Bu
makâmlar, önceki makâmlardan pekçok dahâ yüksek ve pekçok genisdir. Öyle nûr-
– 951 –
ludurlar ki, önceki makâmlarda bu nûrlar hiç bulunmaz. Bu makâm, yalnız
(Ülül’azm) olan Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” verilmisdir.
Bunlara tam uyan pek az seçilmislere de ihsân ederler.
Islâmiyyet, bütün bu yüce makâmların temelidir. Bütün kazancların sermâyesidir.
Agaç ne kadar dal budak verse de ve duvar ne kadar yükselse ve üzerine yüksek
binâlar yapılsa da, köksüz ve temelsiz olamaz. Köke, temele her zemân muhtâc
olurlar. Bir binâda ne kadar çok kat yükselirse yükselsin, asagıdaki katlara hep
muhtâcdırlar. Hiçbir kat, altındaki kata olan ihtiyâcından kurtulamaz. Asagıdaki
katlardan biri çürük olursa, yukardaki katların hepsi de çürük sayılır. Onlardan biri
yıkılınca, yukardakiler de yıkılır. Demek ki, islâmiyyet her zemân ve her makâmda
lâzımdır. Hangi makâmda olursa olsun, herkes islâmiyyete uymaga muhtâcdır.
Allahü teâlâ, ihsân ederek, bu makâmdan da yukarı çıkılırsa, ele geçenler, ihsân ile
degil, muhabbet ile olur. Bu makâmın bu yüksek derecesi, Peygamberlerin sonuncusu
olan Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur “aleyhi ve aleyhim ve alâ Âl-i küllinissalevâtü
vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekât”. Bu yüce Peygambere tam
uyanlardan ve izinde gidenlerden dilediklerini de bu ni’metle sereflendirirler. [Bu
en yüksek makâm, âlem-i misâlde bir kösk seklinde görünmekdedir.] Bu kösk
çok yüksek görünüyor. Ebû Bekr-i Sıddîk, O yüce Peygambere tam uydugu için, vâris
olarak, bu köskün içinde görünüyor. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk da, bu ni’metle sereflenmisdir.
Mü’minlerin annelerinden Hazret-i Hadîce ve Hazret-i Âise-i Sıddîka
da zevcelik bagı ile, bu köskde görülmekdedir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Her
isin dogrusunu yalnız Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bize merhamet et! Bizleri dogru
yola kavusdur! Kıymetli kardesim, ma’rifetler sâhibi seyh Abdülhay, senelerce
sohbetde bulundu. Simdi memleketine gidiyor. Oraların makâmı kendisine verilmisdir.
Bunu size birkaç satır ile bildirmek lâzım oldu. Ehlullah [ya’nî Allah adamları,
ya’nî Evliyâ], hangi memleketde bulunursa, oradaki insanlar için büyük bir
ni’metdir. Bunların se’âdete kavusmaları için büyük müjdedir. Onları tanıyabilenlere,
anlıyabilenlere ne mutlu!
[Imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cild, 97. ci mektûbunda buyuruyor
ki, (Insânın yaratılması, ibâdet yapmak içindir. Ibâdet yapmak da, yakîn ya’nî
hakîkî îmâna kavusmak içindir. Hicr sûresinin son âyetindeki (hattâ) kelîmesi, belki
de (için) demekdir. Ibâdet yapmadan önceki îmân, sanki îmânın sûretidir. Ibâdet
yapınca, îmânın hakîkati hâsıl olur. (Vilâyet) ya’nî evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demekdir.
Fenâ, Allahü teâlânın râzı olmadıgı seylerin, kalbden çıkmaları, kalbde
kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın râzı oldugu, begendigi seylerin
kalbde bulunmasıdır). Ibâdet, Resûlullahın sünnetine, yoluna tâbi’ olmak demekdir.
Bu yola (Islâmiyyet) denir. Islâmiyyete tâbi’ olmak için, Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve harâmlardan,
bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Harâmların en kötüsü, kul hakkıdır.
Hükûmet adamları buna çok dikkat etmelidir. Adâlet yapmaları, islâmın en büyük
düsmanı olan ingilizlere aldanmamaları, sulh zemânında, zevk ve safâya sapmayıp,
düsmanlardaki silâhları temîn etmeleri, milleti tıb, ticâret, zırâat, san’at ve
harb islerinde yetisdirmeleri emr olundu. Bunlar, hakîkî bir âlimden ögrenilir. Bu
âlime (Mürsid) denir. Bir mürsid bulup, onun sözlerinden, hâllerinden ögrenilir.
Mürsid bulamazsa, bir mürsidin kitâbından ögrenilir. Mürsidin sohbeti veyâ kitâbı,
en büyük bir ni’metdir. Ebedî se’âdete sebebdir. Insân, bu sebebi çok sever. (Ihsân
sâhibini sevmek, insânların yaratılısında vardır) hadîs-i serîfi meshûrdur. Insân,
mürsidini sevdigi kadar, onun kalbinden feyz alır. Fenâ makâmına kavusur.
Ibâdetlerini ihlâs ile yapmak nasîb olur. Her hareketi zikr olur. Kalb ile zikr söylemek
de, fenâ makâmına kavusdurur ise de, kalbine feyz gelerek kavusmak, dahâ
sür’atli olur.]
– 952 –
51 — ÜÇÜNCÜ CILD, 121. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede yazılmısdır. Mektûbâtın üçüncü cildinin
seksenyedinci mektûbundaki ince bilgilerden birkaçını açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdigi kullarına selâm olsun! Sefkat ve merhamet
ederek bu fakîre [ya’nî Imâm-ı Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”]
gönderdiginiz kıymetli mektûbu okuyarak sereflendim. Diyorsunuz
ki, Ecmîrde iken yazmıs oldugunuz mektûbun birkaç yerine buradaki büyüklerden
biri karsı gelmekdedir. Bunları açıklayınız! O mektûbda sübheli görülen yerleri
birkaç sevdigimiz de bildirmisdi. Bu sübheleri çözmek için, Allahü teâlânın yardımı
ile, birkaç önsöz yazıyorum. Allahü teâlâ hepimize dogru yolu göstersin!
Kıymetli efendim! (Seyr-i murâdî) ve (Seyr-i mürîdî) denilen tesavvuf yolculukları,
bu yolcuların vicdânları ile, ya’nî kalbleri ile anladıkları bir yolculukdur.
Baskasına bildirilmesi, inandırılması lâzım olan seylerden degildir. Bu sözleri isbât
etmek için delîl göstermege lüzûm yokdur. Böyle olmakla berâber, keskin görüslü,
anlayıslı yaratılan bir kimse, böyle yolculukları söyleyenlerin hâllerini, gidislerini
inceler, bereketlerini, ilmlerini ve ma’rifetlerini görürse, onun (Seyr-i murâdî)
dedigi bir yoldan ilerlemis, yükselmis oldugunu hemen anlar. Sözünü isbât
etmesini, delîl, sened göstermesini istemez. Gökde kamerin her gece dogus ve batıs
yerlerini ve aldıgı seklleri gören anlayıslı bir kimsenin, ayın günesden aldıgı ısıkları
yaydıgını anlaması gibidir. Keskin görüslü, bilgili olmıyanlar için, bu kadar görmek
ve incelemek delîl olmaz. Üstâdım hâce Bâkî Billah hazretleri, bu fakîrin ilerlemesinin
(Seyr-i murâdî) oldugunu dahâ baslangıçda bildirmisdi. Orada bulunan
kardeslerimiz arasında, bu müjdeyi isitmis olanlar vardır. Mesnevînin asagıdaki
beytlerinin bu fakîrin hâline uygun oldugunu buyurmuslardı. Fârisî mesnevî tercemesi:
Ma’sukların sevgisi, gizlidir gizli,
Âsıkın askı da, davul sesi gibi,
Fekat ask, âsıkları üzer eritir,
Ma’sûkları ise, besler, sevindirir.
Murâdlardan vâsıl olanlar, (Râh-i ictibâ) ile, [seçilmislerin yolu ile] kavusurlar.
Bu yol, Peygamberlerin ilerledikleri yoldur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.
(Avârif) kitâbının sâhibi [Sihâbüddîn-i Sühreverdî] “kuddise sirruh”, (Meczûb-i
sâlik) ve (Sâlik-i meczûb)ları anlatırken, bunu açıkca bildirmisdir. Ikinci yola,
(Râh-i mürîdân) ve murâdların yoluna (Râh-i ictibâ) demisdir. (Sûra) sûresindeki
âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, diledigini kendine seçer, kendine kavusmak
isteyenlere de, kavusduran yolu gösterir) buyruldu. Evet, ictibâ yolu, aslında
Peygamberlere mahsûsdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Ümmetlerinden
onlara tâbi’ olanlara da, onlara mahsûs olan kemâllerden ihsân olundugu gibi, bunu
da nasîb ederler. Yoksa, ictibâ yolu, yalnız Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” mahsûs olup, ümmetlerinden hiç kimseye verilmez demek degildir.
Böyle oldugu isitilmemisdir.
Kıymetli efendim! Sâlike feyzlerin Resûlullah vâsıtası ile gelmesi “aleyhi ve alâ
âlihissalâtü vesselâm”, (Muhammedî-mesreb) olan bu sâlikin hakîkatinin, (Hakîkat-
i Muhammedî) ile birlesinceye kadardır. Resûlullaha tam uymakla, belki de Allahü
teâlânın lutfü ve ihsânı ile urûc makâmlarında bu hakîkat, o hakîkat ile birlesince,
Resûlullah artık vâsıta olmaz. Çünki, birseyin baska birseye vâsıta, aracı olması,
bu iki seyin baska baska oldukları zemândadır. Ikisi birlesince, bunlar için, birbirlerine
vâsıta olmak, perde olmak, perdelenmek gibi seyler düsünülemez. Iki sey
birlesince, her isleri ortak olur. Sâlik, tâbi’ iken, uymakda iken, tufeylî iken, ikisi arasındaki
isler, hizmetci ile hizmet olunan kimsenin isleri gibi baska baskadır.
– 953 –
Sâlikin hakîkati, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkati ile birlesir
sözünü açıklıyalım: (Hakîkat-i Muhammedî) “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”,
bütün hakîkatleri kendinde toplamakdadır. Bunun için, bu hakîkate (Hakîkat-
ül-hakâik) de denir. Baskalarının hakîkatleri bu hakîkatin parçaları gibidirler.
Muhammedî-mesreb olan sâlikin hakîkati, o hakîkatin bir parçasıdır ve onun
özelligindedir. Muhammed-il-mesreb olmıyan sâlikin hakîkati de, o hakîkatin
bir parçası ise de, onun özelligi baskadır. Böyle sâlik, urûc ederken, yükselirken,
hakîkati eger hakîkat-i Muhammedî ile birlesirse, önce aynı özellikde olan bir Peygamberin
hakîkati ile birlesir. O Peygamberin kemâlâtına ortak olur. Fekat, tekrâr
bildirelim ki, bu ortaklık hizmetcinin hizmet olunana olan ortaklıgı gibidir. Sâlik,
Resûlullaha tam uyarsa, belki de yalnız Allahü teâlânın ihsânı ile, bunun hakîkatinde
Resûlullahın hakîkatine karsı sevgi hâsıl olur. Onunla birlesmek ister,
iki hakîkat birlesir. Iki hakîkat arasındaki sevgi, Allahü teâlânın ihsânı ile, bu fakîrde
hâsıl olmusdu. Bu sevgi kapladıgı zemân, (Allahü teâlâyı Muhammed aleyhisselâmın
Rabbi oldugu için seviyorum) demisdim. Meyân seyh Tâc ve baskaları,
benim bu sözüme sasırmıslardı. Sizin de, bunu hâtırlayacagınızı sanıyorum. Böyle
fazla sevgi hâsıl olmadıkca, iki hakîkat birlesemez. Bu, Allahü teâlânın öyle bir
ni’metidir ki, diledigine ihsân eder. Allahü teâlâ, pek çok ihsân sâhibidir.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, sâliklere feyz gelmesine vâsıta
olmasını açıklıyorum. Iyi dinleyiniz! (Cezbe) yolunda, Allahü teâlâ çekdigi
için ve tâlibe çok ihsânda bulundugu için, vesîleye, vâsıtaya lüzûm yokdur. (Sülûk)
yolunda ise, tâlib ilerlemege çalısdıgından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta
lâzım degil ise de, cezbenin temâm olması için sülûk lâzımdır. Sülûk, tevbe ve zühd
ve baska belli seyleri yapmaga çalısmakdır. Ya’nî islâmiyyete uymakdır. Sülûksüz
olan cezbe, temâm olmaz, noksân kalır. Hind kâfirlerinden ve mülhidlerden, sapıklardan,
cezbesi olan çoklarını gördüm. Fekat, bunlar, islâmiyyetin sâhibine uymadıkları
için cezbeleri noksân ve bozukdur. Cezbeleri bir görünüsden ileri gidememisdir.
Süâl: Cezbeye kavusmak için, hiç olmazsa biraz seçilmis ve sevilmis olmak lâzımdır.
Allahü teâlânın düsmanı olan kâfirlerde nasıl oluyor da cezbe bulunuyor?
Cevâb: Kâfirlerden bir kısmının hakîkatlerinde biraz muhabbet bulunabilir. Bu
yoldan, kendilerine cezbe hâsıl olabilir. Fekat, islâmiyyetin sâhibine “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” uymadıkları için bu cezbelerinin sonu gelmez. Ellerinden kaçırırlar.
Bu cezbeleri, onlar için huccet olacak, bu yoldan da sorguya çekileceklerdir.
Cehl ve inâd ile bunu elden kaçırdıkları için, suçlanacaklardır. Allahü teâlâ,
hiçbir kuluna zulm etmez. Onlar kendilerine zulm ediyorlar. Cezbe yolunda sülûk
ederek, ya’nî islâmiyyetin sâhibine uymaga çalısarak kavusanlar, arada vâsıta ve
perde olmadan kavusurlar. (Yerin dibine bir ip uzatsaydınız, Allahü teâlâya kavusurdunuz!)
sözü bunu göstermekdedir ki, Allahü teâlâya çekilirseniz, en bilinmiyen
makâmlara varırsanız, sizinle Allahü teâlâ arasında bir vâsıta, bir perde bulunmaz
demekdir. Belki hâtırlıyacaksınız, üstâdımız Bâkî-billah hazretleri “kuddise
sirruh”, (Ma’ıyyet, ya’nî Allahü teâlâ ile berâber olmak yolundan kavusmak
nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavusulur. Terbiye yolu ile, ya’nî sülûk ile kavusmakda,
aracı, vâsıta lâzımdır) buyurmusdu. Ma’ıyyet yolu, cezbe yollarından
biridir. (Kisi, sevdigi ile berâberdir) hadîs-i serîfi bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir.
Çünki bir kimse, sevdigi ile berâber olunca, aradan vâsıta kalkar. Dikkat buyurunuz!
Her zıllın, görüntünün, kendi aslı ile baglılıgı vardır. Ikisi arasında hiçbirsey
perde olmaz. Allahü teâlâ lutf ederek, zıl aslına dogru çekilirse ve islâmiyyetin
sâhibine uymak ni’metine de kavusursa, bu zıl aslına ulasır. Bu ulasmak, aralarında
vâsıtasız, perdesiz olur. Bu asl, Allahü teâlânın ismlerinden bir ism oldugu
için, ism ile ismin sâhibi arasında da bir perde yokdur. Zıl böylece, aslının aslına,
ya’nî ismin sâhibine kavusur. Demek ki, Allahü teâlânın zâtına, kendisine, bî-
– 954 –
çûn olarak, ya’nî bilinmiyen, anlasılamıyan bir seklde kavusanlar için, vâsıta ve perde
bulunmaz. Böyle kavusana Allahü teâlânın sıfatları vâsıta ve perde olmayınca,
baska seyler perde olabilirler mi?
Süâl: Allahü teâlânın sıfatları, kendisinden ayrı degildirler. Allahü teâlâya kavusanlara
sıfatların vâsıta, perde olmaması, nasıl olur?
Cevâb: Sâlikin aslı, Allahü teâlânın ismlerinden bir ismdir. Sâlik, bu aslının zıllıdır,
görüntüsüdür. Sâlik, bu aslına kavusunca, kendisi ile zât-ı ilâhî arasında bir
vâsıta, bir perde yokdur. Çünki ism ile ism sâhibi arasında bir vâsıta yokdur. Bunun
için, sıfatların aradan kalkması lâzım gelmez. Bunu yukarıda, sâlikin hakîkatinin
hakîkat-i Muhammedî ile birlesmesini anlatırken bildirmisdim. Zıllın aslına
kavusmasını bildirirken de biraz geçmisdi.
Tenbîh: Cezbe yolunda aracı, vâsıta bulunmaz sözünden, ba’zı kimseler için Resûlullahın
“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” vâsıta olmasına lüzûm olmayacagı
anlasılmamalıdır. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymalarına ihtiyâcları
kalmıyacagı sanılmamalıdır! Böyle anlamak küfr ve ilhâd ve zındıklık ve
Onun dînine inanmamak olur. Sülûk yapmadan, ya’nî islâmiyyete uymadan mevcûd
olan cezbe noksân olur, bozuk olur ve ni’met seklinde görünen azâb olur. Kıyâmetde
hesâba çekilmesine, azâb yapılmasına sebeb olur. Dogru kesfler ve açık
olan ilhâmlar, kesin olarak bildirmisdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem” vâsıta olmadıkca ve Ona uymadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir ma’rifetine
kavusulamaz. Baslangıçda ve yolda bulunanlar için oldugu gibi, sona varmıs olanlar
için de, O yüce Peygambere uymadıkca ve Ona nasîb olan ni’metlerin artıklarını
toplamadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir feyzi ve bereketi hâsıl olmaz. Fârisî beyt
tercemesi:
Ey Sa’dî! Safâ yolunda ilerlemek,
Mustafâya uymakla nasîb olur hep!
Ahmak Eflâtun, yapdıgı mücâhedelerle ve riyâzetlerle nefsinde hâsıl olan safâyı
görünce, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymak lâzım olmadıgını
sandı. (Biz temizlenmis insanlarız. Temizleyicilere ihtiyâcımız kalmamısdır)
dedi. Peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan safânın, altın yaldızla
örtülen bakır gibi veyâ sekerle kaplanan zehr gibi oldugunu anlıyamadı. Bakırla
karısık altını saf hâlde ayırmak için ve nefsi, emmârelikden kurtarıp itmînâna
kavusdurmak için, Peygamberlere uymak lâzımdır “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.
Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, nefs-i emmâreyi yıkmak, azgınlıkdan kurtarmak
için gönderdi. Onu yıkmak, belki islâh etmek, kurtarmak için bu büyüklere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymakdan baska çâre olmadıgını bildirdi. Bu
büyüklere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymadıkca, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler
yapılsa, onun emmâreligi kıl kadar azalmaz. Tersine, azgınlıgı artar, onun
hastalıgını giderecek yegâne ilâc, Peygamberlerin dinleridir “aleyhimüssalevâtü
vettehıyyât”. Bundan baska hiçbir sey, nefsi felâketden kurtaramaz!
Cezbe için sülûk lâzımdır. Ister cezbeden önce olsun, ister sonra olsun, sülûksüz
cezbe fâidesizdir, kıymetsizdir. Cezbenin sülûkdan önce olması dahâ kıymetlidir.
Böyle olunca, sülûk cezbeye yardımcı olur. Sülûkdan sonra olan cezbe ise,
sülûke hizmetci olur. Sülûk ni’meti, onu cezbeye kavusdurur. Cezbenin önce olması,
böyle degildir. O önceden çekilmekdedir, da’vetlidir, (Murâd)dır. Sülûkü önce
olan ise, (Tâlib)dir. Murâd olunanların bası ve sevilenlerin önderi Muhammed
aleyhisselâmdır. Bu da’vet Ona yapılmıs, önce O çagırılmısdır “aleyhi ve alâ âlihissalâtü
vesselâm”. Baskaları, Ona tufeyl olarak, yanısıra kabûl olunmakdadırlar.
Ister murâd olsunlar, ister tâlib olsunlar, Onun arkasındadırlar. Hadîs-i kudsîde,
(O olmasaydı, Allahü teâlâ mahlûkları elbette yaratmazdı ve rübûbiyyetini
– 955 –
belli etmezdi) buyuruldu. Baskaları Onun gerisinde bulundukları için ve bu da’vet
yalnız Ona yapıldıgı için, herkes Ona muhtâcdır. Feyzlere, bereketlere Onun vâsıtası
ile kavusurlar. Bunun için, bütün insanlara Onun Âli denilse yeri vardır “aleyhi
ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. Bütün insanlar, Ondan sonradırlar ve arada O olmayınca
kemâle kavusamazlar. Hepsinin varlıgı, Onun varlıgına baglı olunca,
varlıkdan hâsıl olan kemâller, O vâsıta olmayınca nasıl hâsıl olabilir? Âlemlerin
Rabbinin sevgilisi, elbet böyle olur “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”!
Iyi dinleyiniz! Kesf yolu ile anlasıldı ki, Allahü teâlânın sevgilisi olması “aleyhi
ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, zât-i ilâhîye muhabbeti iledir. Araya hiçbir sıfat
ve sân ve i’tibâr karısık degildir. Allahü teâlâ, kendisini de bu muhabbet ile sevmekdedir.
Baska kullarını sevmesi böyle degildir. Suyûn ve i’tibârât ile veyâ esmâ
ve sıfat ile, hattâ ismlerinin ve sıfatlarının zılleri ile sevmekdedir.
Bunu dahâ açıklıyalım. Resûlullahın vâsıta olması, iki dürlüdür: Birincisinde, sâlik
ile matlûb arasında perde olur. Ikincisinde ise, sâlik Ona takılarak, Onu vâsıta
ederek, Ona uyarak, matlûba kavusur. Sülûk yolunda ve hakîkat-i Muhammedîye
varmadan önce, vesîle olmanın bu iki dürlüsü de vardır. Öyle sanıyorum ki,
bu yolda vâsıta olan âlim, sâlikin sühûduna vâsıta ve perde olmakdadır. Yolun sonunda,
cezbe imdâda yetismezse ve perde aradan kalkmazsa, çok yazık olur. Çünki,
cezbe yolunda ve hakîkat-ül-hakâika kavusdukdan sonra, yalnız ikinci dürlü vâsıta
olmak vardır. Ya’nî, arkasına takılmakla ve uymakladır. Perde olmakla degildir.
Ya’nî, sühûd ve müsâhede için ve bunların benzeri için, perde olmak yokdur.
Süâl: Yalnız bir ma’nâda olsa bile, Resûlullahın vâsıta olmaması, Resûlullah için
bir kusûr, bir noksânlık olmaz mı “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâmü vettehiyye”?
Cevâb: Arada vâsıta olmaması, Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” kemâlini,
üstünlügünü gösterir. Onun için kusûr olmaz. Hattâ, arada vâsıta olması kusûr
olur. Çünki, tâbi’ olunanın arkasına takılmakla, Ona uymakla, yüksek derecelerin
hepsine kavusmak, Onun kemâlini gösterir. Bu ise, Onun vâsıta olmamasında
vardır. Vâsıta oldugu zemân, böyle degildir. Vâsıta olmadıgı zemân, sühûd perdesizdir.
Bu ise, kemâl derecelerinin en üstünüdür. Vâsıta olunca, hâsıl olan sühûd ise,
perdelidir. Görülüyor ki, vâsıta olmamak kemâldir, üstünlükdür. Vâsıta olmak, kusûrdur,
noksânlıkdır. Hizmet eden, her makâmda Ona uymakdadır. Ona uymakla,
Onun ni’metlerine ortak olmakdadır. Bu ise, hizmet olunanın büyüklügünü, serefinin
çoklugunu gösterir. Bunun içindir ki, Resûlullah “aleyhi ve alâ âlihissalâtü
vesselâm”, (Ümmetimin âlimleri, Isrâil ogullarının Peygamberleri gibidir!) buyurdu.
Âhıretde Allahü teâlâyı görmek de, vâsıtasız ve perdesiz olacakdır. Sahîh
olan hadîs-i serîfde buyuruldu ki, (Insan nemâza baslayınca, Allahü teâlâ ile kul arasında
olan perde kalkar). Bunun için, nemâz mü’minin mi’râcıdır. Nemâzın mi’râc
olması, tesavvuf yolunda sona kavusanlar için tamdır. Çünki, perdenin kalkması,
sonda olanlar içindir. Görülüyor ki, vâsıta ve perde aradan kalkmakdadır. Bu
ma’rifet, Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek bu fakîre [ya’nî imâm-ı Rabbânîye]
bildirilen ma’rifetlerin en incelerindendir. Fârisî beyt tercemesi:
Ben o topragım ki, behâr bulutları,
saçıyor üzerime sâf damlaları.
Su beyt de ne güzel söylenmisdir:
Fakîrin kapısına gelirse sâh,
sasırıp ey hoca, sakın çekme âh!
Tesavvuf büyüklerinden çogu, Resûlullah vâsıta olur dedi. Çogu da, olmaz buyurdu.
Hiçbiri sözlerini açıklamadı. Hangisinin kemâl, hangisinin kusûr oldugunu
bildirmediler. Zâhir âlimleri, vâsıta olmaması tam îmân iken, buna küfr dedi-
– 956 –
ler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vâsıta olmaz diyenler dalâlete düser,
sapık olur sandılar. Vâsıta olmagı, îmânın kemâli zan etdiler. Böyle söyliyenleri kâmil
sandılar. Hâlbuki, Resûlullahın vâsıta olmaması, Ona uymanın tâm oldugunu
gösterir. Vâsıta olması ise, Ona uymanın noksân olmasını bildirir. Böyle oldugunu
yukarıda bildirmisdik. Bunlar, isin özünü anlamamıslardır. Yûnüs sûresindeki
âyet-i kerîmede meâlen, (Belki anlamadıkları için inanmıyorlar. Onun sözünün özünü
anlamadılar. Bunlardan önce olanlar da, böyle inanmamıslardı) buyruldu.
Efendim! Tesavvufcuların (Üveysî) demeleri, üstâdı yokdur demek degildir.
Çünki, üveysî demek, onun yetismesinde rûhâniyânın da hizmeti olmusdur demekdir.
Hâce-i Ahrâr “kuddise sirruh” [Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhînin hizmetinde yetisdigi
hâlde], üstâdı bulundugu hâlde, Behâüddîn-i Buhârînin rûhâniyyetinden de
yardım gördügü için, Hâce-i Ahrâra Üveysî denilir. Bunun gibi, Behâüddîn-i Buhârînin
üstâdı, Seyyid Emîr Gilâl hazretleri idi. Fekat, ayrıca hâce Abdülhâlık
Goncdüvânînin rûhâniyyetinden de istifâde etdigi için, Behâüddîn-i Buhârîye
Üveysî denilmisdir. Bir kimse, üstâdı bulundugunu söylemekle berâber, Üveysî oldugunu
da bildirince, ona üstâdını inkâr ediyor demek sasılacak insâfsızlık olur.
[(Dürr-ül-me’ârif) kitâbının seksenyedinci sahîfesinde, Abdüllah Dehlevî hazretleri
buyuruyor ki, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” veyâ Evliyâdan birine
üveysî olmak için, hergün tenhâ bir yerde iki rek’at nemâz kılıp, bir Fâtiha okuyarak,
sevâblarını onun mubârek rûhuna göndermeli, bir müddet oturup, hep
onun rûhunu düsünmelidir. Birkaç gün sonra, onun üveysîsi olur. (Hüvelganî) risâlesi,
(Makâmât-i Mazheriyye)nin sonunda Hindistânda basılmısdır. Bu risâlede,
Abdüllah Dehlevî hazretlerinin melfûzâtında diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” üveysîsi olmak istiyen, yatsı nemâzından sonra, hayâlinde, Resûlullahın
iki mubârek ellerini tutup, yâ Resûlallah! Bes sey için sana bî’at eyledim:
Bunlar, Kelime-i sehâdet, nemâz kılmak, zekât vermek, Ramezân ayında oruc
tutmak ve yola gücü yetenin hacca gitmesidir demelidir. Birkaç gece böyle yapınca,
murâdına kavusur. Bir Velînin üveysîsi olmak için, tenhâ bir yerde, iki rek’at
nemâz kılıp, sevâbını O Velînin rûhuna göndermeli ve rûhunu düsünerek beklemelidir).
Ehl-i sünnet i’tikâdında olup ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, elbette O Velînin
üveysîsi olur. (Mektûbât-ı ma’sûmiyye), ikinci kısm, otuzsekizinci mektûbunda
diyor ki, (Insanın Allahü teâlânın rızâsına kavusmasına mâni’ olan en büyük hicâb,
onun nefsidir. Nefsin aradan kalkması kitâb okumakla, isitmekle olmaz. Insân-
i kâmilin sohbeti lâzımdır. Bu sohbet nasîb olmazsa, uzaklardan kalb ona
baglanırsa, çok sevilirse, onun kalbinden, feyzler, bereketler, muhabbet mikdârınca,
tâlibin kalbine akarak kemâle kavusur. Hadîs-i serîfde, (Kisi sevdigi ile berâberdir)
buyuruldu.)]
Efendim, (Abdülbâkî) sözü, bâkî olan Allahü teâlânın kulu, kölesi demekdir.
Yoksa bir insanın ismi olarak söylenilmis degildir. Bu söz her ne kadar insanların
ismi olarak da kullanılmıs ise de, benim mürsidim, Allahü teâlânın bir kulu ise de,
beni terbiye eden, yetisdiren, bâkî olan Allahü teâlâdır demekdir. Burada kelimeyi
degisdirmek ve edebe uygunsuz davranmak nasıl düsünülebilir?
Efendim, Bâyezîd-i Bistâmî “kuddise sirruh”, sekr hâlinde, ya’nî su’ûrsuz iken
(Sübhânî) dedi. Bu söze kusûr denilse, bu kusûrun onda her zemân bulunması lâzım
gelmez. Bunun için, baskasının ondan üstün olmasına sebeb olmaz. Çünki, Evliyâdan
hâle, vakte göre ba’zı ma’rifetler hâsıl olur ise de, baska vaktde ve baska
hâlde, o ma’rifetlerin noksânlık oldugunu anlıyarak, bunları bırakır. Bunların
üstündeki ma’rifetlere ve makâmlara yükselir. Mektûbunuzda diyorsunuz ki, çok
zemân sekr hâlinde bulunan Evliyânın böyle uygunsuz söylemeleri suç sayılmıyabilir.
Fekat, sahv hâlinde bulunanların, ya’nî hep su’ûrlu olanların böyle seyler söylememeleri
lâzımdır. Efendim, böyle seyleri söyliyenlerin ve yazanların, sekr hâlinde
oldukları anlasılmalıdır! Sekr karısmıyan hâllerde böyle seyler yazılamaz. Fe-
– 957 –
kat, sunu da bilmelidir ki, sekrin çesidli dereceleri, muhtelif mertebeleri vardır. Sekri
çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. Bâyezîd-i Bistâmînin sekri çok
oldugundan, (Benim bayragım, Muhammed aleyhisselâmın bayragından dahâ
yüksekdir) demisdir. Sahv hâlinde olanlarda, sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır.
Sekrsiz olan sahv, noksânlıkdır. Hâlis, karısıksız sahv, avâmda bulunur. Sahv hâline
kıymet verenler, sahvın çok oldugu hâli demislerdir. Sekr bulunmıyan sahvı
demek istememislerdir. Sekre kıymet verenler de, sekrin dahâ çok bulundugu hâli
söylemislerdir. Çünki, sahv karısmamıs olan hâlis sekr, âfetdir, felâketdir. Cüneyd-
i Bagdâdî “kuddise sirruh”, sahv sâhiblerinin reîsi oldugu hâlde ve sahv
sekrden dahâ kıymetlidir dedigi hâlde, sekr karısık olan o kadar sözleri vardır ki,
saymakla bitmez. (Bilen de Odur. Bilinen de Odur) ve (Suyun rengi, içinde bulundugu
kabın rengidir) ve (Hâdis, kadîme yaklasınca, eseri, izi kalmaz) sözlerini o
söylemisdir. (Avârif) kitâbının sâhibi [Sihâbüddîn-i Sühreverdî], sahv sâhiblerinin
üstünlerinden iken kitâbında sekr karısık o kadar çok ma’rifetler vardır ki, sayılmakla
bitmez. Bu fakîr [ya’nî Imâm-ı Rabbânî hazretleri], onun sekr karısık
ma’rifetlerinden birkaçını toplamısdım. Evliyânın gizli ma’rifetleri açıga vurmaları,
hep sekr karısık hâllerinde olmusdur. Övünmeleri, üstünlük göstermeleri
de, hep sekrdendir. Kendisinin baskasından dahâ kıymetli oldugunu bildirmeleri,
hep sekrden ileri gelmekdedir. Hâlis sahv hâlinde, esrârı meydâna çıkarmak, bu
yolda küfr sayılır. Kendini baskasından üstün bilmek de, sirk olur. Sahv hâlinde
biraz sekr bulunması, yemege lezzet vermek için tuz karısdırmaga benzer. Tuzsuz
ta’âm, tadsız olur. Kimse begenmez. Fârisî beyt tercemesi:
Eger ask olmasaydı, ask derdi olmasaydı,
Bu kadar tatlı sözü, kim söyler, kim duyardı!
Seyh Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretlerinin, (iki ayagım, Evliyânın
hepsinin boyunları üzerindedir) sözünü sekr hâlinde söylemis oldugunu,
(Avârif) kitâbının sâhibi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bildiriyor. Böyle bildirmesi,
bu sözün kusûr oldugunu anlatmak için degildir. Onu övmek içindir.
Çünki bildigini söylemisdir. Övünmegi, üstünlügü bildiren böyle sözler, ancak sekr
karısık hâllerde söylenir. Hiç sekr bulunmıyan sahv hâlinde böyle konusamazlar.
Bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], bütün yazılarımda,
bu tâife-i aliyyenin ilmlerini, esrârını açıklamakdayım. Bütün bunların tam
sahv hâlinde yazılmıs oldukları hâtır-ı serîfinize gelmesin! Hiç öyle degildir. Çünki,
bunları açıklamak, bu yolda harâmdır ve çirkindir ve gevezelik olur. Çok kimseler
vardır ki, hiç sekr karısmamıs sahv hâlinde, çok konusurlar. Bunlar, niçin böyle
esrâr söylemezler? Insanları hayrete düsürmezler? Fârisî beyt tercemesi:
Hâfızın feryâdı bosuna degildir,
Sözlerinde sasılacak çok sey vardır!
Efendim, esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladıgı ma’nâ ile söylenmis
degildirler. Bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, her zemân
böyle seyler söylediler. Bunları söylemek, bu büyüklerin âdeti olmusdur. Bu fakîrin
ortaya çıkardıgı bir yenilik degildir. (Bu, islâmda ilk kırılan sise degildir) sözünü
burada tekrârlamak yerinde olur. O hâlde, bu gürültüler, bu satasmalar niçindir?
Eger islâmiyyete uygun görünmiyen bir söz varsa, ufak bir yardımda bulunarak,
ona islâmiyyete uygun ma’nâ verilebilir. Böylece, bir müslimâna kötü gözle bakmakdan
kurtulmak lâzım olur. Kötü isleri yaymak ve fâsıkın yüz karasını ortaya koymak,
dînimizde harâmdır ve çirkin bir isdir. Bir zan ile, bir sübhe ile, bir müslimâna
kötü damgası basmak uygun mudur? Yer yer dolasıp, onu sapık olarak yaymaga
çalısmak bir din adamına yakısır mı? Müslimân olan ve müslimânları seven bir
kimse, bir insandan islâmiyyete uygun görünmeyen bir söz isitince, bu söyliyeni incelemelidir.
Söz sâhibi, sapık ve zındık ise, buna cevâb vermeli, dogrusunu söyle-
– 958 –
meli, sözüne iyi ma’nâ aramamalıdır. O sözün sâhibi müslimân ise, Allaha ve Resûlüne
îmân etmis ise, onun sözünü düzeltmege çalısmalı, iyi ma’nâ vermege ugrasmalıdır.
O söze iyi ma’nâ bulamazsa, söz sâhibinden sormalıdır. O da bulamazsa,
kendisine nasîhat vermelidir. (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i münker) islâmiyyetin
emridir. [(Ahkâm-ı islâmiyye), Allahü teâlânın emr ve yasak etdigi seyler demekdir.]
Fekat bunun fâideli olması için, tatlı sözle ve yumusak yapılması lâzımdır.
Eger fâideli olmak için degil de, bir müslimânı kötülemek için yapılıyorsa, buna
birsey diyemem. Allahü teâlâ, hepimizi iyi yolda bulundursun! Suna dahâ çok
sasdım ki, bu fakîrin mektûbunu [üçüncü cildin seksenyedinci mektûbunu] gösterip
dedikodusunu yapanı görünce, sizin talebelerinizde de, bu fakîre karsı sübhe
ve sogukluk hâsıl oldugu, serefli mektûbunuzdan anlasılmakdadır. Sakın bu hâl,
onlara mürsidlerinden aksetmis olmasın. Sübheli sanılan yerleri sizin çözmeniz, aydınlatmanız,
isi bu fakîre kadar uzatmamanız lâzım gelirdi. Fitneyi söndürmeniz
îcâb ederdi. Oradaki sevdiklerimize de ne diyeyim ki, sübheyi gidermege güçleri
yetdigi hâlde, susmuslar, yardım etmekden kaçınmıslardır. Yâ Rabbî! Bizlere acı,
dogru yolda bulunmamızı nasîb eyle!

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...