03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN .... FENÂ-FILLAH

35 — FENÂ-FILLAH
Imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, yirmialtıncı
ma’rifetde buyuruyor ki:
(Fenâ) Allahü teâlâdan baska herseyi unutmak demekdir. (Âlem-i emr)de bulunan
bes latîfenin, insanda, birer sûreti, benzeri vardır. Bu bes latîfeye, (Kalb),
(Rûh), (Sır), (Hafî) ve (Ahfâ) ismleri verilmisdir. Evliyânın çogu, bunları birbirinden
ayırd etmemis, hepsine rûh demislerdir. Rûh deyince, besi de anlasılmakdadır.
Iste bu rûh, ya’nî latîfeler, bu bedene te’alluk etmeden, bununla birlesmeden
önce, Allahü teâlâyı biliyordu. Allahü teâlâya karsı, biraz teveccühü, tanıması, sevgisi
vardı. Kendisine ilerlemek, yükselmek kuvveti, hâssası verilmisdi. Fekat, bu
bedenle birlesmeden önce bu bedene karsı muhabbet verildi. Sonra bu bedene dogru
bırakıldı. Kendini bedene atdı. Çok latîf, yayılma kuvveti pek çok oldugundan,
bedenin her yerine sindi, isledi. Bedende tanınmaz, bilinmez oldu. Kendini unutdu.
Kendini beden sandı. Bedende fânî oldu. Iste insanların çogu, kendini yalnız
beden sanıyor. Rûhun varlıgını bilmiyor ve rûha inanmıyorlar.
Allahü teâlâ, çok merhametli oldugu için, merhamet ederek, insanlara, ya’nî rûhlara,
Peygamberlerle “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber gönderdi. Onları
kendisine çagırdı. Bu karanlık bedene baglanmalarını yasak etdi. Ezelde iyi olmaları
takdîr edilmis olanlar, bu emri dinleyip bedene olan baglılıgına son verir. Ona
vedâ’ eder. Yükseklere döner. Bedenle birlesmeden önceki asla olan sevgisi, yavas
yavas çogalır. Geçici bir varlıga olan sevgisi azalır. Bu zulmânî, karanlık sevgilisini
tam unutunca, onun sevgisi hiç kalmayınca, (Bedenin fenâsı)na kavusmus
olur. Böylece, tesavvuf yolunun iki temel basamagından birincisi asılmıs olur.
Bundan sonra, Allahü teâlâ, eger ihsân ederse, nasîb ederse, buradan da ilerliyerek,
kendini de unutmaga baslar. Bu unutkanlık artarak, büsbütün unutur. Allahü
teâlâdan baska hiçbir varlıgı bilmez olur. Böylece (Rûhun fenâsı)na da kavusur.
Ikinci basamagı da atlamıs olur. Rûhun bu dünyâya gelmesinin sebebi, bu ikinci
fenâya kavusmasıdır. Dünyâya gelmeksizin, buna kavusamaz.
(Hakîkat-i câmi’a) adı da verilen kalb latîfesi, eger rûh ile birlikde, bu iki basamagı
atlarsa, rûh ile birlikde kendi fenâsına kavusur. Nefs de, bu yolculukda, kalb
ile birlik olursa, bu da tezkiye bulur. Ya’nî fenâsına kavusur. Fekat, nefs, kalbin
makâmına gelince, kalb ile birlikde yükselmeyip orada kalırsa ve bu iki basamagı
asamazsa, nisyâna kavusamaz. Mutmeinne olamaz.
Rûhun fenâsına kavusan bir kimse, kalbin fenâsına kavusmayabilir. Rûh kalbin
babası gibidir. Nefs, kalbin anası gibidir. Kalbin, babası gibi olan rûha dogru bir
istegi olur. Anası gibi olan nefsden yüzçevirir. Bu istegi çogalıp, kalbi, babasına dogru
çekerse, onun makâmına yetisir. Ya’nî iki basamagı atlar. Kalbin ve rûhun fânî
olmaları ile, nefsin de fânî olması lâzım gelmez. Nefsin, ogluna muhabbeti, istegi
hâsıl olur. Bu istek çogalırsa ve babasının makâmına yükselmis olan oglunun
yanına varırsa, onlar gibi olur. Sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin fenâ bulmaları da böyledir.
Kalbden hâtıraların, düsüncelerin gitmesi, silinmesi, onun Allahü teâlâdan
baska seyleri unutdugunu gösterir. Hiçbir seyi hâtırlayamamak, bunlara olan ilmin
gitmesi demekdir. Fenâda, ilmin zevâli, gitmesi lâzımdır.
Niçin kılmazsın sen, farz-u sünneti,
degil misin, Muhammedin ümmeti “aleyhisselâm”.
Anmaz mısın, Cehennemi, Cenneti,
Îmân sâhibi kul, böyle mi olur?
– 918 –
36 — ÜÇÜNCÜ CILD, 123. cü MEKTÛB
Bu mektûb, Nûr Muhammed Tehârî için yazılmısdır. Allahü teâlâya kavusduran
yolların iki oldugunu bildirmekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdigi, sevdigi
kullarına selâm olsun! Insanı Allahü teâlâya kavusduran yollar ikidir: Birincisi
peygamberlerin yakınlıgı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulasdırır.
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların sahâbîleri bu yoldan
kavusmuslardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından dilediklerini de
bu yoldan kavusmakla sereflendirirler. Fekat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı
yokdur. Ya’nî vâsıl oldukdan sonra, dogrudan dogruya asldan feyz alırlar. Hiçbiri,
ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz. Ikinci yol, (Vilâyet yolu)dur. Kutblar, evtâd,
büdelâ ve nücebâ ve bütün Evliyâ hep bu yoldan kavusmuslardır. Bu yol, (Sülûk)
yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan kavusanlar,
birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri
ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Alî Mürtedâ “kerremallahü teâlâ vechehül-
kerîm”dir. Bu yolda gelen feyzlerin kaynagı odur. Resûlullahdan “aleyhi ve alâ
âlihissalâtü vesselâm” gelen feyzler, ma’rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fâtımatüz-
Zehrâ ve hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm”, bu makâmda,
hazret-i Alî ile ortakdırlar. Öyle sanıyorum ki, hazret-i Alî, dünyâya gelmeden
önce de, bu makâmda idi. Vefât etdikden sonra da, bu yolda her Velîye gelen
feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmekdedir. Çünki kendisi, bu yolun
en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makâmın sâhibi Odur. Hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anh” vefât edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve sonra
hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Dahâ sonra oniki imâmdan, sag olanları da vâsıta
oldular. Bunlardan sonra gelen Evliyâya feyzler, bu oniki imâm vâsıtası ile geldi.
Kutblara, nücebâya da, hep bunlardan geldi. Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”,
Velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu vazîfeye kavusdu. Ondan
sonraki kutblara ve nücebâya ve bütün Evliyâya oniki imâmdan “kaddesallahü teâlâ
esrârehümül’azîz” gelen feyzler, bunun vâsıtası ile geldi. Baska hiçbir Velî bu
makâma kavusamadı. Bunun içindir ki, (Önceki Velîlerin günesleri batdı. Bizim
günesimiz üfk üzerinde sonsuz kalacakdır) buyurmusdur. Hidâyet, irsâd feyzinin
akmasını günes ısıklarının yayılmasına benzetmisdir. Feyzin kesilmesine, günesin
batması demisdir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki imâmın vazîfeleri verilmisdir.
Rüsd ve hidâyete vâsıta olmusdur. Kıyâmete kadar, her Velîye feyzler
onun vâsıtası ile gelecekdir.
Süâl: Müceddid-i elf-i sânî denilen, hicretin bin senesindeki büyük Velînin gelmesi
ile, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu vazîfesi bitmez mi? Çünki, Mektûbâtın
ikinci cildinin dördüncü mektûbunda, Müceddid-i elf-i sânî anlatılırken,
ikinci bin senelerinde ümmetlere gelen her feyz, kutblara ve evtâda ve büdelâya
ve nücebâya da olsa, hep müceddid vâsıtası ile gelir deniliyor?
Cevâb: Müceddid-i elf-i sânî bu vazîfeyi Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin vekîli
olarak yapmakdadır. Kamer, günesden aldıgı ısıkları saçdıgı gibi olmakdadır.
Süâl: Müceddid için böyle nasıl söylenebilir? Çünki, hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ
ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden inecek ve müceddid olacakdır. Hazret-i Mehdî
de “aleyhirrıdvân”, çıkacak ve müceddid olacakdır. Bunların, verecekleri feyzleri
baskasından almaları düsünülebilir mi?
Cevâb: Feyz için vâsıta olmak, yukarıda bildirdigimiz iki yoldan yalnız ikincisindedir.
Birinci yolda, ya’nî (Kurb-i nübüvvet) denilen yolda, feyz ve hidâyet, vâsıta
ile gelmez. Bu yolda yükselen, arada vâsıta ve perde olmadan vâsıl olur. Kendisine
hiçbir kimse vâsıta ve perde olmaksızın feyzlere ve bereketlere kavusur. Vâsıta
olmak ve perde olmak, (Kurb-i vilâyet) denilen yoldadır. Bu iki yolu birbiri-
– 919 –
ne karısdırmamalıdır. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” ve hazret-
i Mehdî “aleyhirrıdvân”, nübüvvet yolu ile vâsıl olurlar. Seyhayn, ya’nî hazret-
i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” da, nübüvvet yolu ile
kavusmuslardır. Resûlullahın “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” himâyesi altındadırlar.
Sânları çok yüksekdir.
Tenbîh: Bir Velînin (Kurb-i vilâyet) yolundan ilerliyerek (Kurb-i nübüvvet) yoluna
kavusması, böylece her iki yoldan da feyz alması câizdir. Böyle olan Velîyi,
Peygamberlerin ni’metlerinin artıklarına kavusdururlar. Nübüvvet yolundan ulasdırırlar.
Onu, baskalarına feyz vermege vâsıta kılarlar. Her iki yolda da talebeyi
yetisdirmek nasîb ederler. Fârisî mısra’ tercemesi:
Bir kulunu herkesin yetismesine sebeb kılar.
Bu, Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, diledigine ihsân eder. Allahü teâlânın
ihsânı pek çokdur. [Imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” böyle Velîlerdendir. Nübüvvet
yolu ile kemâle gelmisdir. Vilâyet yolu ile de feyz vermekdedir.]
Bu hâllerin, zevklerin, tercümânı Mektûbât,
kitâbıdır ki, ondan nesr oluyor füyûzât.
Ilâhî nûrlar ondan yayılıyor cihâna,
her ne müskilin varsa, yalnız sen basvur ona.
Onu çok oku dostum, bak nûrla dolacaksın,
bizzat musannifinden, feyizyâb olacaksın.
öyle kitâbdır ki o, misli islâmiyyetde,
ne mâzîde yazılmıs, ne yazılır âtîde.
Kur’ândan, hadîslerden sonra gelir bu kitâb,
herkese var içinde, kendine göre hitâb.
Ilm, ihlâs menba’ı, hârikalar diyârı,
onda bulur arayan, esi olmıyan yârı.
Kayyûm-i âlem diyor, her mektûbu babamın,
bir deryâ-yı muhîtdir, sonu görünmez ânın.
Tarîkat ve islâmiyyet, vasl olmusdur burada,
Se’âdet menbaıdır, dünyâda ve ukbâda.
Budur Tabîb-i hâzık, budur her derde devâ,
budur kalblere sifâ, budur rûhlara gıdâ.
Budur Hakkın sevdigi, sevgililerin sözü,
budur islâmın aslı, hem de irfânın özü.
Budur Evliyâların, çesid çesid lisânı,
Ehl-i sünnet yolunun, gâyet açık beyânı!
Askla yanan tâlibe, en iyi haber budur,
bilinmiyen yollarda, sâlike rehber budur.
Gece gündüz dâimâ, oku bu Mektûbâtı,
gayret et duymak için, o lezzeti, o tadı.
Oku, gülen gözlerin yas doluncaya kadar,
oku, hakîkî aska, kavusuncaya kadar.
Oku, elbet o güzel, birgün rû-nümâ olur,
muhabbetle okuyan mâsivâdan kurtulur.
Sâatlerce, günlerce, hep onunla mesgûl ol,
bu sözler te’sîriyle, açılır kalbe bir yol.
Bir kalb ki, mesgûl olur, bu ma’nâyla her zemân,
elbet imdâda gelir, birgün bunları yazan.
– 920 –
37 — BIR TESAVVUF MÜTEHÂSSISININ MEKTÛBU
Tesavvuf, kalbi sâf yapmak, temizlemek demekdir. Bu da, zikr-i ilâhî ile olur.
Bütün insanların se’âdet-i ebediyyeye, ya’nî dünyâ ve âhıret iyiliklerine kavusması,
hakîkî sâhibimiz olan Allahü teâlânın ismini çok zikr etmekle hâsıl olur. Su kadar
var ki, zikri, bir Velîden veyâhud onun izn verdigi, ahkâm-ı islâmiyyenin ve hakîkatin
edeblerini degisdirmiyen, bid’at karısdırmıyan, ona, dogru baglanmıs bulunan
bir zâtdan ögrenmesi, ondan izn alması lâzımdır. Böyle ögrenmeksizin yapılan
zikrin fâidesi pekaz olur, belki de hiç olmaz. Çünki, izn alarak yapılan zikr,
mukarreblerin isidir. Iznsiz zikr ise, ebrârın isidir. Bunun için, (Ebrârın ibâdetleri,
iyilikleri, mukarreblere günâh, kusûrdur) buyurulmusdur. [Imâm-ı Rabbânî “rahime-
hullahü teâlâ” yüzdoksanıncı ve Abdüllah Dehlevî doksandokuzuncu mektûbunda
buyuruyorlar ki, (Zikrin fâideli olması ve te’sîr edebilmesi için ahkâm-ı
islâmiyyeye uymak sartdır. Farzları ve sünnetleri yapmak ve harâmlardan ve sübheli
olan seylerden sakınmak lâzımdır. Bunları da sâlih olan Ehl-i sünnet âlimlerinden
[veyâ bunların kitâblarından] ögrenmelidir). Zikri, bizim kitâblarımızda bildirdigimiz
gibi yapan kimse, izn alarak yapmıs olur.]
Zikri merâk etdiginizi biliyorum. Bunun için açık yazıyorum.[1]
Zikr, arabî bir kelimedir. Türkçede hâtırlamak, anmak demekdir. Hâtırlamak
da, kalb ile olur. Söylemekle olmaz. Simdi üç dürlü zikr bilinmekdedir:
1— Dil ile söylemekle yapılan zikrdir. Söylerken, kalb birlikde hâtırlamaz. Yalnız
dil ile söylenen zikrin kalbi temizlemekde fâidesi pek az olur. Ibâdet sevâbı hâsıl
olur. Zümer sûresinde, meâli, (Kalbleri Allahü teâlâyı zikr etmiyenlere azâb vardır)
olan yirminci âyetinde bildirilen azâb bunlar içindir.
2— Yalnız kalb ile yapılan zikrdir. Dil söylemez. Iste bizim yolumuza mahsûs
olan zikr budur. A’râf sûresi ellidördüncü [54] âyetinde meâlen, (Rabbinizi, yalvararak
ve gizli ve sessiz çagırınız) ve Ra’d sûresi, otuzuncu [30] âyetinde meâlen, (Biliniz
ki, kalbler, yalnız Allahü teâlâyı zikr etmekle râhat bulur) ve A’râf sûresi ikiyüzdördüncü
[204] âyetinde meâlen, (Rabbini, içinden zikr et!) buyuruldu ve baska
birçok âyet-i kerîmede ve sayısız hadîs-i serîflerde ve din büyüklerinin kitâblarında
bu zikr bildirilmekdedir.
3— Dil ile kalbin birlikde yapdıgı zikrdir. Allah adamları, Evliyâ “kaddesallahü
teâlâ esrârehümül’azîz”, yükseklere erisdikden sonra, böyle zikri yapabilirler.
Kalb ile yapılan zikr, en önce Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” hicret
gecesinde, Sevr dagındaki magarada, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh”, diz
üstüne oturtup, gözlerini kapamasını emr ederek sessiz yapdırdıgı zikrdir.
Büyüklerin yolda bulunanlara ögretdikleri râbıta, Tevbe sûresinin yüzyirminci
âyetinin, (Hep sâdıklarla birlikde bulunun!) ve En’âm sûresinin elliikinci âyetinin,
(Rablerini istiyenlerle berâber olmaga çalıs!) meâllerinde emr olunan berâberlikdir
ve (Allahü teâlânın sevdiklerini hâtırlamak, rahmet etmesine sebeb
olur) hadîs-i serîfine uymakdır. Bunlar gibi, baska âyet-i kerîmeler ve hadîs-i serîfler
de vardır. Asyada, Mâverâ-ün-nehr ve Buhârâda, oniki asrdan beri gelmis
bulunan Hanefî âlimlerinin büyükleri de, talebesine böyle yapdırmıslardır.
Hergün âdet ederek, sabâh veyâ aksam nemâzından sonra, yâhud uygun gördükleri
bir zemânda, abdestli, temiz bir yerde, yalnız olarak, kıbleye karsı oturulurdu.
Gözler kapanırdı. Dil ile yirmibes kerre (Estagfirullah) denir, herbirini söy-
[1] (Bir kimse, bu mektûbu okuyup, seve seve yaparsa, ona izn verilmis olur demislerdir.
Zikrden ve râbıtadan istifâde edebilmek için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve farzları
yapmak, harâmlardan sakınmak lâzım oldugu doksandördüncü ve yüzdoksanıncı
mektûbların sonunda ve ikinci cildin kırkyedinci ve ellinci mektûbunda bildirilmisdir.
Böyle olmıyanlarda, fâide yerine zarar olur) demislerdir.
– 921 –
lerken, (Günâhlarıma pismân oldum. Bir dahâ yapmamaga söz veriyorum. Günâhlarımı
afv eyle!) diye düsünülürdü. Sonra:
Bir Fâtiha ile üç Ihlâs okuyup, sevâbı, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”
ile Muhammed Behâeddîn-i Buhârî ve Abdülkâdir-i Geylânînin “kaddesallahü teâlâ
esrârehümül’azîz” rûhlarına hediyye edilir ve kalb ile düsünerek, rûhlarından yardım
istenir. Beni de yolunuzun yolcuları arasında bulundurunuz diye yalvarılırdı.
Ihlâs-ı serîf okumadan, yalnız bir Fâtiha dahâ okur, sevâbını Fahr-i âlem “sallallahü
aleyhi ve sellem” ile imâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî
Serhendî ve mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ”nin
rûhlarına hediyye eder, bunların da rûhlarına kalb ile yalvararak, kendilerinin talebelerinden,
mensûblarından saymalarını ricâ ederlerdi.
Yalnız bir Fâtiha dahâ okunur. Sevâbını Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”
ile seyyid Abdüllah ve seyyid Tâhâ “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” rûhlarına
hediyye eder, bâtınlarından kalb ile yardım ve feyz isterlerdi.
Bir Fâtiha dahâ okuyarak, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile seyyid
Muhammed Sâlih ve seyyid Fehîm-i Arvâsînin “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ”
rûhlarına hediyye eder, rûhlarından kalb ile yardım ve feyz isterlerdi.[1]
Bundan sonra, kısaca (Tezekkür-i mevt) ederlerdi. Ya’nî, kendini ölmüs ve tenesir
tahtası üzerinde yıkanmıs, kefene sarılmıs ve tabuta konulmus ve mezâra gömülmüs
olarak düsünürlerdi. Mezârda oldugu hâlde, Allahü teâlâ ile arasında vesîle
ve vâsıta olan zâtı [meselâ, yukarıda rûhlarına Fâtiha okudugu Velîlerden birini]
karsısında görür gibi, hayâline getirir, nûrlu alnına, ya’nî iki kası arasına
edeb ile bakar gibi olurlardı. Herseyi unutarak, dünyâ islerini düsünmiyerek,
sevgi ve saygı ile, onun mubârek yüzünü hayâlinde veyâ gönlünde durdururlardı.
Buna, (Râbıta) demislerdir. Mâide sûresi, otuzbes [35]. ci âyetinde, (Ona kavusmak
için, vesîle, vâsıta arayınız!) emri ile ve baska âyet-i kerîmeler ve hadîs-i serîflerle
ve islâm âlimlerinin kitâblarında bildirilmisdir. Tesavvufun bütün yollarında
ve en çok büyüklerimizin yolunda en degerli ilerletme vâsıtası oldugu bildirilmisdir.
Bu râbıta, en az onbes dakîka sürer. Dahâ az olursa, te’sîri de az olur.
Râbıtasız zikr etmek, insanı ilerletmez. Zikr etmeden râbıta yapmak, ilerletir
buyurmuslardır. Râbıta, her isde yardımcıdır. Zikr etmege yardımı ise, pekçokdur.
Allahü teâlânın evi olan kalbi, nefsin pisliklerinden ve seytânın aldatmasından temizler.
Zikrin yerlesmesi için kalbi hâzırlar. Râbıta, üç kısmdır:
1 — Velînin yüzünü, karsısında bulunuyormus gibi, hâtırlamakdır. Böyle râbıta,
zikre baslarken yapılırdı.
2 — Yüzünü kendi kalbinde bulundurmakdır. Böyle râbıta, zikr ederken,
kendiliginden hâsıl olunca, kalbde durdugunu düsünerek, zikr etmek olurdu.
3 — Kendisini, Velînin seklinde, kıyâfetinde görmek, ya’nî böyle râbıta yapmakdır.
Kur’ân-ı kerîm okurken ve dinlerken, ders, va’z dinlerken, nemâz kılarken,
her ibâdeti yaparken, kendini o kıyâfetde düsünür. Bunları yapan, kendi degil,
odur der. Böyle yapılan ibâdetlerden çok lezzet duyulurdu.
Râbıta yapmakla çabuk ilerlerdi. Allahü teâlânın rızâsına kavusurdu. Üçüncü
kısma (Tam râbıta) denirdi.
Tam râbıta yapan, kendi kalbini düsünürdü. Kalb, ya’nî gönül, sol memenin altında
ve iki parmak asagıda, yürek denilen bir parça etde bulunan nûrdan bir kuvvetdir.
Yürek, yumurta veyâ kozalak gibidir. Buna, (Kalb-i sanevberî) denir. Burada
bulunan nûrdan kuvvete, (Kalb-i hakîkî) denir. Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin
yuvası gibidir.
Kendine sıkıntı vermeden, nemâzda oturur gibi edeble otururlardı. Basını ve vü-
– 922 –
[1] Bunlara, seyyid Abdülhakîm efendi de ilâve edilir.
cûdünü azıcık kalbe eger. Gözlerini yumar, ya’nî kaparlardı. Çünki göz, kalbin kılavuzu
gibidir. Göz ne ile mesgûl olur ise, kalb de onunla mesgûl olur. [Bütün his
organları da böyledir.] Bunun için, duygu organlarının hiçbiri birsey duymamalıdır.
Hiçbir uzvunu oynatmazlardı. Dudaklar birbirine yapısırdı. Dil damaga deger,
(Allah) kelimesini, hayâli ile, düsünerek, o (nûrdan kuvvet) üzerinden geçirir. Hayâl
ile, zevk, sevk, saygı ile, (Onun gibi, hiçbirsey yokdur) âyet-i kerîmesine uyarak,
hiçbirseye benzemiyen bir zâtın ismi olan Allah, Allah, Allah derlerdi. Söylerken,
hiçbir sıfatını düsünmez. Hattâ hâzır ve nâzır oldugunu bile hâtırlamazlardı.
Tesbîhi alıp, sag elinin bas parmagı ile Allah, Allah diyerek, tesbîh dânelerini atar.
Kalbine bir düsünce gelmemesi için uygun görecegi gibi çabuk veyâ agır agır zikr
ederlerdi. Zikrin, kalbin yakınında olması lâzımdır. Zikr günde, en az besbindir. Ramezân-
ı serîfde onbesbin, baska aylarda yedibin, mümkinse her zemân onbesbin
olurdu. Zikr, bu kadar anlatılabilir. Yapınca anlasılır. Iyi yapmak çok yapmakla olur.
(Ölüm gelmeden önce zikr et! Çünki, kalbin temizligi zikr ile olur. Allahü teâlânın
zikrinden baska, her ne olursa olsun, can çıkarmakdır) sözü meshûrdur.
Tesavvuf bilgilerinin mütehassısları, (Zikr etmekle kalb temizlenir. Zikr etmekle,
Allahın sevgisi elde edilir. Zikr etmekle, ibâdetin tadı duyulur. Zikr etmekle,
îmân kuvvetlenir. Zikr etmekle, nemâz kılmak hevesi artar. Zikr etmekle, ahkâm-
ı islâmiyye kolaylıkla yapılır. Zikr etmekle, taklîdcilikden kurtulup, vicdânîlige
kavusulur. Kur’ân-ı kerîmdeki (Allahü teâlâyı çok zikr ediniz!) emri bunu göstermekdedir)
derlerdi. [Zikrin nasıl yapılacagı, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin,
cild 2, 113.cü mektûbunda yazılıdır. Bu mektûbun tercemesi, (Kıyâmet ve Âhıret)
kitâbı 165.ci sahîfede vardır.]
Tesavvuf yolunda ilerlemek için, önce tevbe, sonra istihâre yapılırdı. Tevbe yapmak
için kısaca, (Yâ Rabbî! Bulûgum ânından simdiye kadar yapdıgım günâhlara
pismân oldum. Simdiden sonra da, insâallahü teâlâ hiç günâh islememege söz
veriyorum) denir. Günâhlar ayrı ayrı sayılmaz. Sonra gusl abdesti alınır. Guslden
sonra, o gece (Istihâreye niyyet etdim) diyerek iki rek’at nemâz kılıp, yatılırdı. Birinci
rek’atde (Kâfirûn), ikinci rek’atde (Ihlâs) sûresi okunurdu. Hergün, böyle zikr
ederlerdi. Tevfîk Hak teâlâdandır derlerdi.
Imâm-ı Birgivînin (Kırk hadîs)i, yirmibirinci hadîsine göre, her mü’minin istihâre
yapması sünnetdir. Ibni Âbidînde diyor ki, (Istihâre nemâzından sonra su düâ
okunur: Allahümme innî estehîrüke bi-ilmike ve estakdirüke bi-kudretike ve
es’elüke min fadlikel’azîm fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta’lemü velâ a’lemü
ve ente allâmül-guyûb). Yedi gece böyle istihâre yapılır. Sonra, kalbe gelen sey yapılır.
Istihâreden sonra, abdestli olarak, kıbleye dönüp yatılır. Rü’yâda beyâz veyâ
yesil görmek hayra alâmetdir. Siyâh veyâ kırmızı görmek serre alâmetdir denildi.
Istihâre nemâzını baskasına kıldırmak sünnet degildir. Istihâre yapmasını ögrenmeli,
bu sünneti kendisi îfâ etmelidir. Bedenle yapılan ibâdetleri baskasına yapdırmak
câiz degildir.
31 Mayıs 1339 [1923] Zil-ka’de 1341
Esseyyid Abdülhakîm
Resûlullahın vârisi, müceddid-i elf-i sânî,
Ilm-i zâhirde müctehid, tesavvufda Veysel Karânî.
Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü’mine,
Uyandırdı gâfilleri, yüce imâm-ı Rabbânî.
Iyi bildi ilm-i hâli, ser’a uygundu her hâli,
Küfr sarmısken cihânı, oldu Ebû Bekr misâli.
Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan, hem de vâlî,
Ömer Fârûk soyundandır, buna sâhid oldu adlî.
– 923 –
38 — ÜÇÜNCÜ CILD, 52. ci MEKTÛB
Bu mektub, Mektûbâtın üçüncü cildini toplamıs olan Muhammed Hâsim-i Kesmîye
“rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmısdır. Kalbin ve nefsin fenâsını ve ilm-i
husûlînin ve ilm-i huzûrînin yok olmalarını bildirmekdedir:
(Fenâ), mâ-sivâyı unutmak demekdir. (Mâ-sivâ), Allahü teâlâdan baska hersey
demekdir. Mâ-sivâ, iki kısmdır: (Âfâk), insanın dısında olan mahlûklardır. (Enfüs),
insanda bulunan seylerdir. Âfâkı unutmak, âfâkı tanıtan ilm-i husûlînin yok olmasıdır.
Enfüsü unutmak, enfüsü tanıtan ilm-i huzûrînin yok olmasıdır. Çünki âfâk,
ilm-i hüsûlî ile bilinir. Enfüs, ilm-i huzûrî ile bilinir. Ilm-i husûlînin yok olması, zordur
ve Evliyâya nasîb olur. Ilm-i huzûrînin yok olması, dahâ çok zordur ve Evliyâ
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” içinden ancak çok yüksek olanlara nasîb
olur. Yalnız akl ile is görenlerin çogu, buna inanmaz. Hattâ, böyle seyi düsünmek
bile imkânsızdır derler. Idrâk sâhibi bir kimsenin, kendini unutması, olacak
sey degildir derler. Bir insanın kendini bilmesi lâzımdır. Bir insanın kendini bir an
bile unutması olamaz, hele devâmlı, hep unutması hiç olamaz derler.
Ilm-i husûlînin yok olması, (Fenâ-yı kalb) denilen makâmda hâsıl olur. Ilm-i huzûrî
yok olunca, (Fenâ-yı nefs) hâsıl olur ki, bu tam fenâdır ve hakîkî fenâdır. Fenâ-
yı kalb, fenâ-yı nefsin sûreti gibidir, gölgesi gibidir. Çünki ilm-i husûlî, ilm-i huzûrînin
gölgesidir, görünüsüdür. Bunun için, ilm-i husûlînin fenâsı, ya’nî yok olması,
ilm-i huzûrînin fenâsının gölgesi, sûreti olur. Ilm-i huzûrî fenâ bulunca,
nefs itmînân makâmına gelir. Allahü teâlâdan râzı olur. Allahü teâlâ da, ondan râzı
olur. Bekâdan ve geriye rücû’dan sonra, tâlibleri irsâd etmek ve kemâle ulasdırmak
vazîfesi, nefse verilir. Bedende bulunan ve her birinin istek ve meylleri birbirine
ters olan ve özellikleri baska baska olan ve her biri baska sey istiyen (Anâsır-
ı erbe’a)nın dördü ile de cihâd ve gazâ yapmak nefse nasîb ve müyesser olur.
Bedende bulunan diger dokuz parçadan hiçbiri, bu ni’mete kavusamaz. Insanda
bulunan enerjinin artması, güçlenmesi, insanı seytâna çevirir. (Benim gibi bir dahâ
var mı?) dedirir. Mutmainne olmus olan nefs, cihâd ederek, insanı bu belâdan
kurtarır. Insanda bulunan sehvet ve gadab ve baska kötü sıfatlar, baska hayvanlarda
da vardır. Nefs, bunları da terbiye ederek iyi hâle çevirir. Sübhânallah! Pek
sasılacak seydir ki, on latîfenin en kötüsü olan nefs, en iyisi oluyor ve kötülüklerle
cihâd ediyor. Bir hadîs-i serîfde, (Câhiliyye zemânında iyi olanlarınız, müslimân
olup din bilgilerini ögrenince de, en iyiniz olur!) buyuruldu.
Tenbîh: Kalbin mâ-sivâyı unutmasının alâmeti, mâ-sivâyı hiç düsünmemesidir.
Mâ-sivâyı düsünmek için kendini zorlasa, kalbine hiçbir düsünce gelmez.[Akl, dünyâ
isleri ile mesgûl oldugu hâlde] kalb mâ-sivâ düsüncesini kabûl etmez. Nefsin
ilm-i huzûrîsinin yok oldugunu bildiren alâmet, insanın yok olmasıdır. Insan
kendini ve sıfatlarını bilemez. Bu zemân ilm de, ma’lûm da yok olur. Çünki, ilm
ve ma’lûm, insanın kendisidir. Insanın kendisi yok olmadıkca, ilm ve ma’lûm yok
olmazlar. Kalbin fenâsı, âfâkın fenâsıdır. Nefsin fenâsı, fenâ-yı enfüsdür ki, hakîkî
fenâ budur.
Gel ey gurbet diyârında, esîr olup kalan insan,
gel ey dünyâ harâbında, yatıp gâfil olan insan!
Gözün aç, etrâfa bir bak, nice begler gelip geçdi,
ne mecnûndur bu fânîye, gönül verip duran insan!
Kafesde bülbüle seker verirler, fekat hiç durmaz,
aceb niçin karâr eder, bu zındâna giren insan!
Aklını basına topla, elinde var iken fırsat,
sonsuz azâb çekecekdir, (Adam sen de) diyen insan.
– 924 –
39 — ÜÇÜNCÜ CILD, 63. cü MEKTÛB
Bu mektûb, mîr Mensûr için yazılmısdır. Allahü teâlânın ihâta, kurb ve ma’ıyyet
sıfatları üzerinde ince bilgiler vermekdedir:
Allahü teâlâ için söylenen Kurb ve Ma’ıyyet ve Ihâta ve Sereyân ve Vasl ve Ittisâl
ve Tevhîd ve Ittihâd gibi sözler, Mütesâbihât ve Sathiyyât cinsindendirler. Bu
sözlerle, bizim anladıgımız seyler bildirilmemisdir. Bu sözleri isitince, akla, hayâle
gelen seylerin hiçbiri Allahü teâlâda yokdur. Allahü teâlânın bunlarla hiçbir ilgisi,
ilisigi yokdur. Tesavvuf yolunun sonuna dogru su kadar anlasıldı ki, Allahü
teâlânın kurb ve ittisâli, aynada görülen seylerin aynaya olan kurb ve ittisâli gibidir.
Aynada görünen seylerden hiçbiri aynada yokdur. Görüntüden baska birsey
degildirler. Bunların aynaya olan kurb ve ittisâli, vehm olunan, hayâlde bulunan
seylerin, dısarda var olan seylere yakın ve bitisik denilmeleridir. Allahü teâlâ, hakîkî
vardır. Âlem ise, his ve vehm mertebesinde var görünmekdedir. Bunun için,
Allahü teâlânın mahlûklara yakın olması ve bitisik olması, dısarda var olan seyin,
hayâlde bulunan, vehm olunan seye yakın olması, bitisik olmasıdır. Bundan dolayı,
kurb ve ma’ıyyet gibi sözleri, Allahü teâlâ için söylemek câiz olmakdadır. Pis,
çirkin seylerin aynada görünmesi ve aynanın bunlar ile kurb ve ihâtası bulunması,
ayna için bir ayb ve kusûr olmaz. Çünki, ayna dısarda vardır. Aynada görünenler
ise, dısarda yokdurlar. Yok olan seyin kötülükleri, kusûrları, var olan seye te’sîr
etmez. Böyle olmakla berâber, Allahü teâlâ, âlemi his ve vehm mertebesinde yaratdıgı
hâlde, bunların geçici olmamalarını, sonsuz kalmalarını istedi. Bunun için,
dısarda var olanın hâssalarını, özelliklerini bunlara verdi. Vehmde var olanlara,
dısarda var olanın sıfatlarını, islerini ihsân eyledi. Bunun için vehmde olan kurb,
ihâta gibi seyleri, dısarda bulunan kurb ve ihâta gibi yapdı. Hayâl olan seyleri, hakîkat
sekline sokdu. Bunu iyi anlatabilmek için, misâl olarak deriz ki, dısarda güzel
birseyi görmek tatlı geldigi gibi, onun aynadaki hayâlini görmek, vehmde bulundurmak
da tatlı gelmekde, sevilmekdedir. Hâlbuki, o seyin kendisi dısarda vardır.
Aynada görmek ise, hayâl ve vehm olup, kendisi degildir. Fekat, te’sîrleri, isleri
birbirlerine benzemekdedir. Allahü teâlâ, lutf ve ihsân ederek, mevhûm olan
seylerin te’sîrlerini, islerini, mevcûd seylerin te’sîrlerine, islerine benzetdigi için,
mevhûm olanlarda, mevcûda ihsân edilen ni’metlerden pay almak ümmîdi hâsıl oldu.
Hakîkî var olana yakın olmak, kavusmak devletinin müjdeleri belirdi. Arabî
beyt tercemesi:
Ni’mete kavusanlara âfiyet olsun.
Zevallı âsık da, birkaç damlayla doysun!
Allahü teâlâ, bu çok kıymetli ni’metini diledigine ihsân eder. Allahü teâlâ, büyük
ni’metler sâhibidir.
Iyi biliniz ki, Kurb [yakın olmak] ve Ittisâl [kavusmak] gibi sözleri, yukarıda bildirdigimizden
baska dürlü anlamak, Allahü teâlâyı, mahlûklarına benzetmek,
maddelesdirmek olur. En iyisi, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmis olan bu kelimelere inanmalı,
nasıl olduklarını düsünmemelidir. Nasıl olduklarını arasdırmamalı, Allahü
teâlâ bilir demelidir. Bunlar, yukarıda bildirdigimiz gibi düsünülürse, mütesâbih
olmakdan çıkar, mücmel ve müskil olabilirler. Herseyin dogrusunu yalnız Allahü
teâlâ bilir.
Resûlullah, gündüz olurdu sâim,
Gece de, nemâza olurdu kâim.
Ümmet isen, ol Müctebâya,
Sünnete, mekrûha dikkat et dâim.
– 925 –
40 — ÜÇÜNCÜ CILD, 68. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Mektûbâtın üçüncü cildinin toplayıcısı olan Muhammed Hâsim-i
Kesmîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” yazılmısdır. Âlemin vehm mertebesinde
yaratılmıs oldugu bildirilmekdedir:
Âlem mevhûmdur demek, vehmin yapdıgı seydir demek degildir. Vehm de
âlemden bir parçadır. Kendi kendini nasıl var edebilir. Âlem mevhûmdur demek,
Allahü teâlâ âlemi vehm mertebesinde yaratdı demekdir. Âlem yaratılırken
vehm yokdu. Fekat, Allahü teâlânın ilminde vardı. (Mertebe-i vehm) demek, var
olmayıp görünen demekdir. (Nokta-i cevvâle)den meydâna gelen dâirenin varlıgı,
vehm mertebesindedir. [Ya’nî, bir ipin ucuna bir tas baglayıp, öteki ucundan
tutup, ipi elimiz etrâfında çevirirsek, dönen tas, karsıdan dâire seklinde görünür.
Dönen tas nokta-i cevvâledir. Görünen dâire de, dâire-i mevhûmedir.] Dâire
yokdur. Yalnız bir görünüsdür. Allahü teâlâ, bütün mahlûkları bu mertebede yaratdı.
Fekat, görünüslerini devâm etdirmekdedir. Böylece, var olmaları yanlıs
degil, dogrudur. Vehm mertebesinden kurtulup (Nefs-i emrî) olmuslardır. Ya’nî,
yalnız geçici bir görünüs olmayıp, kalıcı bir varlık olmuslardır. Allahü teâlâ, dilerse,
çirkinlikleri güzel yapar. Vehm mertebesi, sasılacak bir varlıkdır. Nefs-i emr mertebesindeki
varlıga benzemez. Onunla ilgisi, ilisigi yokdur. Zemân, mekân ve cihet
bakımlarından onunla hiç baglılıgı yokdur. Onunla bitisik, Ona uzak degildir.
Nokta-i cevvâle nefs-i emr mertebesinde vardır. Bundan hâsıl olan dâire ise,
vehm mertebesindedir. Dâirenin bu nokta ile hiç ilgisi yokdur. Noktanın hiçbir cihetinde
degildir. Dâire hâsıl olunca, bu nokta sınırlanmamısdır. Nokta, dâirenin
sagındadır, solundadır veyâ önündedir, arkasındadır yâhud üstündedir, altındadır
denilemez. Dâire için böyle seyler, ancak onun gibi vehm mertebesinde bulunan
varlıklar için söylenebilir. Baska mertebede bulunan varlıklarla dâire arasında böyle
cihetler yokdur. Dâirenin meydâna gelmesi ile, bu nokta hiç sınırlanmamıs ve
bir sonu olmamısdır. Eskisi gibidir.
Yukarıda bildirilen misâl iyi anlasılınca, Allahü teâlânın bu âlem ile olan hâli
anlasılır. Bu âlemin yaratılması ile, Allahü teâlâ sınırlanmamıs, bir sonu olmamısdır.
Bir ciheti olmamısdır. Allahü teâlâ için böyle seyler nasıl söylenebilir ki, o yüksek
mertebede böyle seyler yokdur. Kısa görüslü birkaç ugursuz kimse, Allahü teâlâ
ile mahlûklar arasında, böyle baglılıklar hâsıl oldu sanmıs, Allahü teâlâ için cihet
olmus demis, bunun için, Kıyâmet günü Allahü teâlânın görülecegine de inanmamıslardır.
Böyle sey olamaz demislerdir. Câhilliklerini ve yalan inanıslarını,
Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i serîflerden üstün tutmuslardır. Allahü teâlâ görülürse,
görenin bir cihetinde bulunur. Bu ise, Onun sınırlanması, bir sonu olması demekdir
demislerdir. Yukarıdaki misâlden ve açıklamadan anlasıldı ki, Allahü teâlâ
ile mahlûkları arasında böyle bir nisbet, baglantı hiç yokdur. Görülecegini söyleseler
de, söylemeseler de, yokdur. Görülecek ve cihet olmıyacakdır. Bunu asagıda
dahâ açık anlatacagız. Bunlar anlıyamıyorlar ki, bu yanlıs düsünceleri, mahlûkların
yaratılmalarına da engel olmakdadır. Çünki, mahlûklar yaratılırken, Allahü
teâlânın, mahlûkların bir cihetinde bulunması düsüncesi ortaya çıkar. Bu da,
Onun sınırlı olmasını, sonu bulunmasını îcâb eder. Mahlûkların bir tarafında degil,
her cihetdedir derlerse, yine sınırlanmıs olur, bir sonu olur.
Bu dar düsüncelerden kurtulmak için, tesavvuf büyükleri gibi söylemelidir.
Bu büyükler, âleme mevhûm dediler. Böylece, Allahü teâlânın ciheti olması, sonu
bulunması gibi dar düsüncelerden kurtuldular. Âleme mevhûm demenin hiç zararı
yokdur. Bu mevhûmluk, hakîkî varlık gibidir. Sonsuz var olmak, sonsuz
ni’metler ve azâblar olmak, bunlar içindir. Eski Yunan felsefecilerinden (Sofistâiyye)
denilen ahmakların, âleme mevhûm demeleri böyle degildi. Vehmin yapma-
– 926 –
sı, hayâlin var sanmasıdır demislerdi. Bu iki (mevhûm olmak) arasında çok fark
vardır.
Tekrâr bildirelim ki, nokta-i cevvâleden hâsıl olan, mevhûm dâire, bu noktanın
hiçbir cihetinde degildir. Nokta, dâirenin cihetlerinin dısındadır. Bu dâirenin
hepsini göz olarak düsünsek, noktayı cihetsiz görür. Çünki, ikisi arasında cihet baglantısı
yokdur. Cennetde de, insanın her yeri göz olsa, Allahü teâlâyı cihetsiz görür.
Bunda inanılmıyacak birsey yokdur. Cennetde, mü’minlerin her yeri göz
olup görecekdir. Cihetsiz olarak göreceklerdir. Dünyâda, Velîler, Allahü teâlânın
ahlâkı ile ahlâklandıkları için, her yerleri göz gibi olur. Dünyâda görülmez ise de,
görmüs gibi olurlar. Çünki, (Allahü teâlânın kendisi hep görür, hep isitir, hep bilir)
buyurdular. Onunla ahlâklanmıs olan da, böyle olur. Sıfatlarının herbiri de göz
olup görür. Baska mü’minlere bu ni’met, insâallahü teâlâ Cennetde ihsân edilecekdir.
Bunda inanılmıyacak birsey yokdur. Herseyin dogrusunu yalnız Allahü teâlâ
bilir [ve diledigine bildirir].
41 — ÜÇÜNCÜ CILD, 90. cı MEKTÛB
Bu mektûb, Muhammed Hâsim-i Kesmîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” yazılmıs
olup, âriflerin, kalbleri ile Allahü teâlâyı nasıl gördükleri anlatılmakdadır:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi kullarına
selâm olsun!
Süâl: Tesavvuf büyüklerinden ba’zıları, kalb gözleri ile, Allahü teâlâyı gördüklerini
söylemisdir. Meselâ, Seyh-ul’ârif “kuddise sirruh” [Sihâbüddîn Ömer Sühreverdî]
(Avârif-ül-me’ârif) kitâbında, (Allahü teâlâ, kalb gözü ile müsâhede
olunur) diyor. Hâlbuki, Ebû Ishak Gülâbâdî “kuddise sirruh” Sôfiyye-i aliyyenin
eskilerinden ve reîslerindendir. (Te’arrüf) ismindeki kitâbında diyor ki, (Büyüklerimiz,
söz birligi ile dedi ki, dünyâda Allahü teâlâ, bas gözü ile de, kalb ile de görülemez.
Ancak, kalbde bir yakîn, kanâ’at hâsıl olur). Bu iki sözün arasını bulmak
nasıl olur?
Cevâb: Bu mes’elede, bu fakîr, (Te’arrüf) kitâbının sözünü begenmekdeyim. Bu
dünyâda, kalblerin Allahü teâlâdan nasîbi, yakîn hâsıl olmakdan baska degildir.
Buna, ister rü’yet desinler, ister müsâhede desinler. Kalb göremeyince, göz elbette
göremez. Bu dünyâda gözün Allahü teâlâyı görmesi mümkin degildir. Kalbde
hâsıl olan yakîn, Âlem-i misâlde, rü’yet seklinde görülmekdedir. Çünki, Âlem-i misâlde
her düsüncenin, her ma’nânın bir sekli vardır. Bu dünyâda, insana en iyi yakîn
hâsıl eden sey, rü’yetdir. Kalbdeki yakîn de, âlem-i misâlde, rü’yet seklinde görünüyor.
Kalbde hâsıl olan yakîn, rü’yet seklinde görüldügü için, yakîn hâsıl olunan sey
de (görünen sey) seklinde oluyor. Sâlik, bu yakîni, âlem-i misâl aynasında görünce,
âlem-i misâlin ayna oldugunu unutarak, sûreti [görünüsü] hakîkat [asl] sanıyor.
Rü’yet hâsıl oldu diyor. Yakînin sûretini gördügünü anlıyamıyor. Bu hâl, tesavvufcuların
meshûr olan hatâlarından biridir. Âlem-i misâldeki sûreti görmek kuvvetlenirse,
sâlik, gözümle gördüm zan ediyor. Hâlbuki göz ile de, kalb ile de görülemez.
Sôfiyye-i aliyyenin çogu, böyle yanılarak, kalb ile gördük sanmıslardır.
Süâl: Kalbde kendisine yakîn hâsıl olan seyin âlem-i misâlde sûreti bulununca,
Allahü teâlânın sûreti, görünüsü olmak lâzım gelmez mi?
Cevâb: Allahü teâlânın misli yokdur. Fekat, misâli vardır dediler. Âlem-i misâlde
sûret görünür dediler. Nitekim (Füsûs) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî]
“rahmetullahi aleyh” Cennetde görmegi de, âlem-i misâldeki sûret olacak demisdir.
Âlem-i misâldeki sûret, Allahü teâlânın âlem-i misâldeki sûreti degildir. Kalbde
yakîn hâsıl olan seyin sûretidir. Kalbde yakîn hâsıl olan, kesf olan ise, Zât-ı ilâhî
degildir. Zât-ı ilâhînin, nisbetleri, i’tibârlarıdır. Ârifin isi, Zât ile olunca, böyle
– 927 –
hayâller meydâna çıkar. Hiç rü’yet ve mer’î yokdur. Çünki, Zât-ı ilâhînin âlem-i
misâlde sûreti yokdur. Yakînin sûretini, rü’yetin sûreti sanmıslardır.
Âlem-i misâlde maddelerin, zâtların sûreti olmaz. Ma’nâların sûreti olur. Âlemler
[mahlûklar], Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görünüsleridir. Zâtlıkları,
kendi varlıkları yokdur. Bunun için, âlemin hepsi, ma’nâ demekdir. [Âlemde
madde yokdur.] Onun için, âlemin, âlem-i misâlde sûreti vardır. Allahü teâlânın
ismleri ve sıfatları da, Zât-ı ilâhî ile durabildigi için, ma’nâ gibidirler. Bunların
âlem-i misâlde sûretleri olabilir. Fekat, Zât-i ilâhînin hiç sûreti olamaz.
Sûret, hudûdlü olur ve kaydlı olur. Âlemler, Onun mahlûkudur. Hiçbir mahlûk,
Onu hudûdlayamaz. Bir kayd ile baglıyamaz. Allahü teâlânın misâli var demek,
yalnız zât-ı ilâhînin degil ba’zı bakımlardan, ba’zı cihetlerden misâli olur demekdir.
Fekat, Zât-ı ilâhînin degil, ba’zı i’tibârlarla, ba’zı bakımlardan misâli olur demek,
bu fakîre agır geliyor. Belki, zıllerinden uzak bir zıllin misâli olabilir. Tekrâr
edelim ki, âlem-i misâlde, sıfatların ve ma’nâların sûreti vardır. Zâtın sûreti yokdur.
O hâlde, (Füsûs) kitâbının sâhibinin (Allahü teâlâ, Cennetde, âlem-i misâldeki
sûreti olarak görünecekdir) demesi, Onu rü’yet degildir. Hattâ, sûretini bile rü’yet
degildir. Çünki, Zât-ı ilâhînin sûreti yokdur ki görülebilsin. Âlem-i misâldeki sûret,
Onun zıllerinden uzak bir zıllin sûretidir. Bunu görmek, Zât-ı ilâhînin rü’yeti
degildir. Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, Cennetde Allahü teâlânın görünmesine
inanmamakda, mu’tezileden ve felsefecilerden geri kalmamakdadır. Cenâb-
ı Hakkın görünmesini, öyle bir seklde isbât etmis oluyor ki, isbâtından, görülemiyecegi
anlasılıyor. Ya’nî görülemiyecegini mükemmel isbât etmis oluyor.
Çünki, kinâye söz, açık sözden dahâ mükemmel anlatır. Fekat, mu’tezile ile felsefeciler,
akllarına uyuyorlar, Muhyiddîn-i Arabî ise, yanlıs olan kesfine uymakdadır.
Belki de felsefecilerin ve mu’tezilenin delîlleri, sâhidleri, Muhyiddîn-i Arabînin
hayâlinde yerleserek, kesfinin yanlıs olmasına ve onlara uymasına sebeb olmusdur.
Fekat, Ehl-i sünnetden oldugu için, bu kesfini, rü’yeti isbât olarak göstermisdir.
(Te’arrüf) kitâbı sâhibinin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (söz birligi) demesi,
zemânındaki tesavvufcuların söz birligi olsa gerekdir. Herseyin dogrusunu Allahü
teâlâ bilir.
Ilâhî nedir bu ask, yakdı cismü cânımı?
bundaki zevk baskadır, duyulur izhâr olmaz.
Ne tarafa giderim, bırakıp sultânımı,
Seni sevdi bu gönül, ölse ele yâr olmaz!
Herkese nasîb olmaz, huzûrundaki ânlar,
ebedî hâtıradır, bu bulunmaz zemânlar.
Kadrinizi biz gibi, bir nebze anlayanlar,
derler ki, bu devrde, sen gibi serdâr olmaz.
Feth etdiniz kalbimi, gizli bir miftâh ile,
bundan sonra, nefsimin ısyânları nâfile!
Her bülbül âsık olur, böyle vefâlı güle,
kim demis zemherîrde, ılık bir behâr olmaz.
Her sözünüz kalbime âb-ı hayât katresi,
senden baska rûhumun yok kurtulus çâresi.
Ey! Cihânın su ânda, bir teki, bir dânesi!
biz günâhkârlar için, bundan büyük kâr olmaz!
– 928 –
42 — ÜÇÜNCÜ CILD, 92. ci MEKTÛB
Bu mektûb, yine Muhammed Hâsim-i Kesmîye “kuddise sirruh” yazılmıs olup,
tesavvuf büyüklerinin Allahü teâlâ ile konusmalarını bildirmekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi kullarına
selâm olsun!
Süâl: Ba’zı Ârifler “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” diyor ki, Allahü teâlânın
kelâmını isitiyoruz veyâ Hak teâlâya söylüyoruz. Meselâ, imâm-ı hümâm
Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü anh” buyurmus ki, (Her âyet-i kerîmeyi sâhibinden [söyleyicisinden]
isitdim). Bunun gibi, Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruhül’azîz, (Risâle-
i gavsiyye)sinde böyle buyurmakdadır. Bunların ma’nâsı ne demekdir?
Cevâb: Hak teâlânın kelâmı, Zâtı gibi ve diger sıfatları gibi bîçûn ve bîçigûnedir.
[Ya’nî hiçbirseye benzemez, nasıl oldukları anlasılamaz.] Bu bîçûn olan sözlerin
isitilmesi de, bîçûn olur. Çünki, çûn olan [anlasılabilen], bîçûnu bilemez. O
hâlde, o sözü isitmek, kulak ile, [hava dalgaları, sinir sistemi ile] olmaz. Çünki, [bunların
hepsi] çûndur. Insan, bu sözü isitirse, ancak rûhunun alması ile isitir. Çünki,
rûh, oldukca bîçûndur. Harf ve kelimeler olmaksızın duyulur. Insanın Ona söylemesi
de, rûh iledir ve harfsiz ve kelimesizdir. Bu sözler de, oldukca bîçûndur. Çünki,
bîçûn olan isitmekdedir.
Allahü teâlâ, insanların [ve her mahlûkun sözünü ve] sesini, bîçûn olarak isitmekdedir.
Harf ve kelime olmaksızın ve önce, sonra sıralanmıs olmaksızın duyar.
Çünki, Allahü teâlâ üzerinden zemân geçmez. [Zemân yok iken O vardı. Zemânı
sonradan yaratdı.] Insan, o kelâmı isitiyorsa, her zerresi ile bütün varlıgı ile duyar.
Eger söyliyorsa, bütün varlıgı söyleyicidir. Herseyi kulakdır. Herseyi agızdır.
Mîsâk günü, çıkarılan zerreler, (Elestü bi-rabbi-küm?) süâlini, arada [hava, kulak
zarı, sinirler gibi] hiçbirsey olmadan, bütün varlıkları ile duydular. Bütün varlıkları
ile (Belâ) [Evet] dediler. Bütün kulak idiler. Bütün agız idiler. Çünki, kulak,
agızdan ayrı olsaydı, isitmek ve söylemek, bîçûn olmazdı. Bîçûn ile konusulmus olmazdı.
Mısrâ’:
Sultânın esyâsını, ancak kendi hayvânları tasır.
Rûh ile alınan ma’nâ, insanın hayâlinde, harfler ve kelimeler sekline girer. Insanın
hayâli, Âlem-i kebîrdeki, Âlem-i misâle benzer. Burada, harf ve kelime
sekline girince, kulak ile isitilmis gibi olur. Çünki, her ma’nânın, o âlemde bir sûreti,
görünüsü vardır. Ma’nâ bîçûn olsa bile, sûreti vardır. Fekat, orada çûn sûretinde
görünerek anlasılabilir.
Sâlik, hayâlinde, sıraya dizilmis harfleri ve kelimeleri bulunca, bu harfler ve kelimeler,
asldan geldi sanır. Bunları oradan isitdim der. Bu harflerin ve kelimelerin,
rûhun aldıgı ma’nâların hayâldeki sûretleri oldugunu ve isitmenin ve isitilen
Kelâm-ı lafzînin, bîçûn olan isitmenin ve bîçûn olan kelâmın timsâli [sûreti] oldugunu
anlıyamaz. Ma’rifeti tam olan bir ârif, her mertebenin hükmünü birbirinden
ayırır. Birbiri ile karısdırmaz. Görülüyor ki, bîçûn olan mertebenin kelâmı ve
bunun isitilmesi, rûha bildirilmesi ve rûhun alması demekdir. Rûha gelen ma’nâları
gösteren kelimeler ve harfler ise, bu ma’nâların, Âlem-i misâl gibi olan hayâldeki
sûretleridir. Ba’zıları, harfleri ve kelimeleri, Allahü teâlâdan isitiyoruz sandı.
Böyle zan edenler, iki dürlüdür: Birincileri, bu harfler ve kelimeler, hâdis
[mahlûk] olup, ebedî olan Kelâm-ı nefsîyi bildiriyor diyorlar. Ikincileri, dogrudan
dogruya, Kelâm-ı ilâhîyi isitiyoruz diyorlar ve sıralı, dizili olan bu harfleri, kelimeleri,
Kelâm-ı Hak sanıyorlar ve Allahü teâlâya lâyık olan [yakısan] ile lâyık olmıyanı
ayırd edemiyorlar. Bunlardan birincileri dahâ iyidir. Ikincileri ise, câhil, bozuk
kimselerdir. Allahü teâlâ, insanların en iyisine ve Onun temiz olan Âline ve
Eshâbına selâmet versin! Âmîn.
– 929 – Se’âdet-i Ebediyye 3-F:59
43 — IKINCI CILD, 98. ci MEKTÛB
Bu mektûb, gizli bilgilerin hazînesi ogulları Muhammed Sa’îd ve Muhammed
Ma’sûma “rahmetullahi aleyhimâ” yazılmıs olup, Allahü teâlânın mahlûklara
yakın olmasını açıklamakda, ademin ve iblîsin kötülükleri arasındaki farkı bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd ederim. Onun seçdigi kullarına selâm ederim!
Süâl: Âlimler diyor ki, Allahü teâlâ, bu âlemin içinde degildir. Dısında degildir.
Âleme bitisik degildir. Ayrı degildir. Bunun açıklanması nasıl olur?
Cevâb: Içinde, dısında olmak, bitisik ve ayrı olmak gibi seyler, var olan iki sey
arasında düsünülebilir. Hâlbuki süâlimizde, iki sey mevcûd degildir ki, bunlar düsünülebilsin.
Çünki, Allahü teâlâ vardır. Âlem, ya’nî Ondan baska hersey vehm
ve hayâldir. Âlemin var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile devâmlı olup,
vehm ve hayâlin kalkması ile yok olmuyor. Âhıretdeki sonsuz ni’metler ve azâblar
bunlara oluyor. Fekat, âlemin varlıgı vehm ve hayâldedir. [Ya’nî dısarda var
olmayıp, vehme ve hayâle var görünmekdedir.] Vehm ve hayâlin dısında bir varlık
degildirler. Allahü teâlânın kudreti, vehm olunan, hayâl olan bu görünüsleri devâm
etdirmekdedir. [Hâricde varmıs gibi, yok olmakdan korumakdadır.] Var gibi
göstermekdedir. Görünüse aldanan, varlıkda kaldıklarını görerek, var sanır. Var
olan ikidir der. Bunun üzerinde, baska mektûblarda genis bilgi verilmisdir.
Hayâlde bulunan birsey, dısarda var olan birseyle bitisikdir, onun içindedir denemez.
Fekat, var olan, mevcûd olan birsey, hayâlde olan seyin içinde degildir, dısında
ve ayrı da degildir, bitisik de degildir denilebilir. Çünki, mevcûdün bulundugu
yerde, hayâldeki sey yokdur ki, birbirine göre yerleri söylenebilsin. Bu sözümüzü
bir misâl ile açıklıyalım: Tas, demir gibi küçük birseyi, bir ipe baglayıp [parmagımızda
zinciri döndürür gibi] elimizin etrâfında çevirelim. Bir dâire üzerinde
dönen bu küçük cisme (Nokta-i cevvâle) denir. Nokta-i cevvâle, hızlı döndügü için,
uzakdan, bir dâire olarak görünür. Hâlbuki, hâricde mevcûd olan, noktadır. Hâricde
dâire yokdur. Dâirenin varlıgı vehmdedir. Dâirede, noktanın varlıgı gibi bir
varlık yokdur. Nokta, dâirenin içinde veyâ dısındadır denilemez. Birbirlerine bitisik
ve ayrı da degildirler. Noktanın bulundugu yerde, dâire yokdur ki, birbirlerine
göre yerleri söylensin.
Süâl: Allahü teâlâ, âleme yakınım, ihâta ediyorum buyuruyor. Bu nasıl oluyor?
Cevâb: Bu kurb ve ihâta, cismin cisme yakın olması ve kaplaması gibi degildir.
Bilinmiyen, anlasılamıyan bir kurb ve kaplayısdır. Allahü teâlânın yakın olduguna
ve ihâta etdigine inanırız. Fekat, nasıl oldugunu bilemeyiz. Ona, âlemin içindedir,
dısındadır, bitisikdir, ayrıdır demeyiz. Çünki, islâmiyyet, bu dördünü bildirmemisdir.
Misâlimizde nokta-i cevvâle, mevhûm olan dâireye yakındır. Onu kaplamısdır
ve onunla berâberdir diyebiliriz. Fekat nasıl oldugunu bilemeyiz. Çünki,
mevcûd olan yalnız noktadır. Bitisikdir, ayrıdır, içindedir, dısındadır deriz. Fekat
bunlar nasıl olur bilinmez de diyebiliriz. Çünki, iki taraf arasında bulunan hâlin nasıl
oldugu bilindigi zemân, iki tarafın da hâricde varlıkları lâzımdır. Iki taraf arasında
bulunan hâlin nasıl oldugu bilinmedigi zemân, iki tarafın da var olması lâzım
gelmez. Bilinmiyen seyleri, bilinen seyler gibi sanmak yanlısdır. Baska bir sözle
(Gâibi, sâhide kıyâs etmek, bâtıldır).
Tenbîh: Âlem mevhûmdur, hayâldeki varlıkdır dedik. Bunun ma’nâsı, âlem,
vehm ve hayâl mertebesinde yaratılmısdır demekdir. His olunan ve idrâk edilen
fekat hâricde bulunmıyan bir varlıkdır. Meselâ, dısarda bulunmayıp, yalnız hayâlde
bulunan dâire, bu hâlde devâmlı durdurulabilse ve vehmler, hayâller yok olunca
da, o hâlde kalsa, bu dâire, hâricde bulunmadıgı hâlde, hâricde varmıs gibi olur.
Hâlbuki hâricde nokta bulunmazsa, dâire de olmaz. Fârisî beyt tercemesi:
– 930 –
Ne hos olur, güzellerin edâsı,
baskaların sözünde yer alması.
Dâire, noktanın görünmesini örtüyor denirse yeri vardır. Dâire, noktanın varlıgını
gösteren bir ayna gibidir denirse, yine dogru olur. Eger noktanın varlıgına
alâmetdir denirse, yine olur. Noktayı örtüyor demek, câhillerin sözüdür. Aynadır
demek Evliyâlıga uygundur ve buna (Îmân-ı sühûdî) denir. Alâmet ve isâret oldugunu
söylemek, (Îmân-ı gaybî)ye mahsûsdur. Îmân-ı gaybî, îmân-ı sühûdîden dahâ
kuvvetli, dahâ kıymetlidir. Çünki, sühûdde zıl [hayâl] görülür. Gaybde ise, bu
hatâ yokdur. Îmân-ı gaybîde, ele birsey geçmez. Fekat vâsıldır, kavusmusdur.
Sühûdde, ele birseyler geçerse de, vâsıl degildir, baska seye, zıllere, hayâllere
bakmakdadır. Sözün kısası, sühûd, noksânlıkdır. Vüsûl ise kemâldir. Bu sözümüzü
tesavvufcu geçinen herkes anlıyamaz. Bunlar, sühûdü, vüsûlden dahâ üstün sanır.
Yunân felsefecilerinden, sôfistâiyye [Sophiste] denilen kimseler, âleme, hayâl,
vehm dedi. Insanın hayâlinde, bir görünüsdür. Vehm ve hayâl degisirse, bu görünüsler
de degisir dedi. Meselâ, vehm, birseyi tatlı görürse tatlı olur. Baska bir zemânda
bu seye acı derse, acıdır dediler. Ne kadar câhil, ne kadar aklsızlar ki, Allahü
teâlânın yaratmasını göremediler. Hattâ inanmadılar. [Âlemin varlıgının], hâricdeki
varlıga olan yakınlıgını anlamadılar. Böylece hâricdeki varlıga yakısan islerin
bu âlemde bulunduguna ve böylece sonsuz azâb ve ni’metlere inanmadılar.
Hâlbuki, Muhbir-i sâdık [hep dogru söyleyici] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”,
bunları haber verdi. Elbet olacakdır. Bu felsefeciler, seytânın askeridir. Mücâdele
sûresinin, ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Seytânın askeri elbette maglûb olacak,
ziyân edecekdir) buyruldu.
Süâl: Vehmde ve hayâlde olsa bile, âlemin varlıgı, devâmlı oldugu ve bu varlıga
sonsuz ni’metler ve azâblar olacagı hâlde, âleme niçin var denmiyor ve mevcûd
bilinmiyor?
Cevâb: Tesavvufculara göre vücûd, en serefli, en kıymetli seydir. Vücûd [ya’nî
var olmak], bütün hayrların, üstünlüklerin baslangıcıdır. Herseyden kıymetli olan
vücûdü, Allahü teâlâdan baskasına yakısdıramıyorlar. Çünki, Ondan baska hersey
noksân ve kötüdür. En kıymetli sey, kötüye verilebilir mi? Tesavvufcuların bu
sözleri, kesfe ve firâsete dayanmakdadır. Kesflerine göre, vücûd, yalnız Allahü teâlâya
mahsûsdur. Mevcûd [var] yalnız Odur. Ondan baskasına mevcûd demeleri,
O varlıga, bilinmiyen bir baglılıkları oldugu içindir. Gölge aslı sâyesinde durabildigi
gibi, hersey O varlıkla durmakdadır. Vehm mertebesinde bulunan sübût [görünüs],
O vücûdun zıllerinden bir zıldir. [Türkçede, vücûd deyince, beden sanıyoruz.
Hâlbuki vücûd, madde, cism, beden demek degildir. Vücûd, var olmak demekdir.
Ya’nî bir sıfatdır.] O vücûd, hâricde mevcûd oldugundan, Allahü teâlâ, hâricde
mevcûddür. Devâm verilen vehm ve hayâl mertebesine de, hâric mertebesinin
zıllerinden bir zıl dersek, ikisi de zıl olunca, vehmdeki sübûta, (Vücûd-i hâricî) demek
uygun olabilir. Bu bakımdan, âleme de, hâricde mevcûd denebilir. Görülüyor
ki, mümkin [ya’nî mahlûk] herneye mâlik ise, vücûd mertebesinden gelmekdedir.
Ona, zıl olması düsünülmeden, hâricde var demek, dogru olmaz. Allahü teâlâya,
vücûd sıfatında ortak edilmis olur. Bu fakîr [ya’nî Imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü
teâlâ sirrehül’azîz”], âleme hâricde mevcûd demis isem, bu ma’nâda anlamak
lâzımdır. Kelâm âlimleri, vücûd ile sübût aynıdır diyor ki, iki kelimenin lügat
ma’nâsı aynı demekdir. Yoksa, vücûd nerde, sübût nerde? Kesf ve sühûd sâhiblerinden
çogu ve âlimlerden çogu, (Allahü teâlânın kendisi, vücûddür) dedi. Sübût
ise, nazarî, aklın düsündügü birseydir.
Fâide: Vücûd, her hayr ve kemâlin kaynagı ve her güzelligin baslangıcı oldugu
gibi, bunun karsılıgı olan adem de, elbette her kötülügün, her kusûrun kaynagı ve
her çirkinligin ve bozuklugun baslangıcıdır. Günâhlar, ondan hâsıl olmakda, yoldan
çıkmaga, o sebeb olmakdadır. Buna karsılık, hünerleri, güzellikleri de vardır.
– 931 –
Vücûd karsısında, kendini tâm yok etmek en büyük meziyyetidir. Vücûdun karsısında
bulunarak, kötülükleri, kusûrları kendinde toplamak, hüneridir. Vücûde
ayna olarak, onun kemâlâtını göstermek ve bu kemâlâtı, ilmin dısında, birbirlerinden
ayırmak, onları icmâlden tafsîle getirmek, onun güzel sıfatıdır. Kısaca, vücûdun
hizmetlerini görmekde, vücûdun hüsn-i cemâli, onun, kötülük, çirkinlik ve kusûr
aynasında meydâna çıkmakdadır. Vücûdün gınâsı, bunun ihtiyâcından, onun
izzeti bunun zilletinden, onun yüksekligi, bunun alçaklıgından, onun efendiligi bunun
köleliginden anlasılmakdadır. Fârisî beyt tercemesi:
Hocamı üstâd yapan, ben oldum,
begi âzâd eden köle, ben oldum.
Her bozuklugun, her sapıklıgın sebebi olan mel’ûn Iblîs, ademden dahâ fenâdır.
Ademde bulunan hünerlerin, onda hiçbiri yokdur. A’râf sûresi, onikinci âyetindeki,
(Ben ondan dahâ hayrlıyım) sözü, ondaki iyilik sıfatlarını, söküp çıkarmıs,
onu herseyden kötü yapmısdır. Adem, hiçbirseye varamadıgı, yok oldugu için, vücûde
alâmet, güzelliklere ayna olmusdur. Mel’ûn ise, varlık ve iyilik iddi’âsı ile, karsı
gelerek tard edilmisdir. Güzel karsılamagı ademden ögrenmeli ki, varlıgı yoklukla
karsılamakda, kemâl karsısına, kusûr ile çıkmakdadır. Izzet ve celâl görününce
zül ve inkisârını göstermekdedir. Iblîs mel’ûnu, kibr ve inâd etdigi için, ademdeki
kötülükleri sanki kendisine çekmis, ademde iyilikden baska, sanki birsey kalmamıs
gibidir. Elbet iyilige ayna olabilmek için, iyi olmak lâzımdır. (Sultânın esyâsını
tasımak serefi, ancak kendi hayvânlarına mahsûsdur) sözü meshûrdur. Iblîsin,
kıymetli vazîfesi vardı. Mahlûkları kötülükden temizliyordu. Fekat, kendini
begendigi, büyük sandıgı için, hizmetlerinin fâidesini göremedi. Dünyâda da, âhıretde
de ziyân etdi. Adem ise, kusûrlu, kötü oldugu hâlde, yoklugu sâyesinde, mahrûm
kalmadı. Vücûda ayna olmakla sereflendi. Fârisî beyt tercemesi:
Kamıs bosum dedi, sekerlendi,
agaç, yükseldi, baltayı yidi.
Süâl: Iblîse bu kötülük nereden geldi? Ademden baskası vücûddür. Bunda ise,
kötülük yokdur. O hâlde, kötülük nereden geldi?
Cevâb: Adem, vücûda ayna olup, onun hayrı ve kemâlini gösterdigi gibi, vücûd
de, ademin aynasıdır ve onun kötülügünü ve kusûrlarını göstermekdedir. [Iblîs de,
her mahlûk gibi adem ile vücûddan yapılmısdır.] Iblîs kendi ademindeki kötülükleri
aldıgı gibi, vücûdüne ademden aks eden kötülükleri de almısdır. Hem kendinde
olan hem de hâricden gelen kötülükleri yüklenmisdir. Kötülükleri aks etdiren
vücûdünün kuruntuları, ademin iyi sıfatlarından olan yoklugunu, ona göstermedi.
Vücûdün aynasında görünen kötülükler de meydâna çıkınca, sonsuz ziyâna girdi.
Yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi, düsmanlarının tarafına
kaydırma! Bizlere merhametini bol eyle! Lutf, ihsân sâhibi ancak sensin!
Kalbini, Cennet bagı yap, çesme-i tevhîd ile,
rûh bagçeni gülsen eyle, gonca-i tevhîd ile.
Hem mekânsız, hem zemânsız, nihâyetsiz yolları,
kat’ider gönül erbâbı, kuvvet-i tevhîd ile.
Her ne kadar, yüz karası, yapdıysa ısyân sende,
temizlenir her yerin, sâbûn-i tevhîd ile.
Ins ve cin âlemlerini, asarak arsa çıkar,
kim ki mi’râc eylediyse, cezbe-i tevhîd ile.
Ey Niyâzî! Ârif-i billah gönülden kaldırır,
yetmis bin perdeyi hep, bir lem’a-i tevhîd ile.
– 932 –
44 — IKINCI CILD, 42. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddînin oglu hâce Cemâleddîn Hüseyne yazılmıs
olup, nihâyetin, âfâk ve enfüsün dısında oldugunu bildirmekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun.
Âlemlere rahmet olarak gönderdigi O büyük Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” düâ ve selâm olsun. Onun kıymetli olan Âline, akrabâsına ve yüksek
olan Eshâbına “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyâmete kadar düâ ve
selâm olsun!
Bir sâlik niyyetini düzeltdikden ve kendini dünyâ arzûlarından kurtardıkdan sonra,
Allahü teâlânın ismini zikr etmege baslar ve güc riyâzetler çeker [(Riyâzet) nefsin
arzûlarını yapmamak demekdir] ve siddetli, agır mücâhedeler yapar [(Mücâhede)
nefsin istemedigi seyleri yapmakdır] ve tezkiye hâsıl eder [ya’nî nefsi temizlenir]
ve kötü huyları iyi huylara döner ve günâhlarına tevbe eder ve Allahü teâlâya
dönmek nasîb olur, dünyâ sevgisi kalbinden çıkar ve sabr, tevekkül ve rızâ hâsıl
olur ve bu kazandıklarının ma’nâlarını, isâretlerini yavas yavas ve sıra ile,
âlem-i misâlde görmege baslar ve bu âlem-i misâl aynasında kendini insanlıgın kirlerinden
ve insanlık sıfatlarının asagılıklarından temizlenmis görürse, (Seyr-i âfâkî)
yi [ya’nî kendinin dısında ilerlemegi] temâmlamıs olur. Ba’zıları, bu yolculukda
ihtiyâtlı davrandı. Insanın yedi latîfesinden her birini âlem-i misâl aynasında,
renkli bir nûr olarak gördüler. Her latîfenin temizlendigini, kendi nûrunun, âlem-i
misâlde görünmesiyle anladılar. Bu seyre [yürüyüse] kalb ismindeki latîfeden
basladılar. Yavas yavas ve sıra ile, latîfelerin sonuncusuna ilerlediler. Meselâ sâlikin
kalbinin temizlendiginin alâmeti olarak, (Âlem-i misâl) aynasında, kırmızı nûrun
görünmesini kabûl etmislerdir. Rûh ismindeki latîfenin temizliginin alâmeti,
sarı nûrdur. Böylece, bes latîfenin temizligini gösteren bes nûr vardır. Demek
oluyor ki, seyr-i âfâkîyi temâmlıyan bir sâlik, sıfatlarının ve ahlâkının degismesini
âlem-i misâl aynasında görüyor. Kendindeki zulmetleri, kötülükleri, o âlem aynasında
his ederek temizlendigini anlıyor. Sâlik bu yürüyüsde, her ân, hâllerindeki
degisikligi, âlem-i misâlde görüyor. Kendindeki degisiklikleri haber veren o âlemdeki
degisiklikleri görüyor. Âlem-i misâl âfâkdandır. [Ya’nî insanın dısında bulunan
seylerdendir.] Böylece insan, âfâkda ilerlemis oluyor. Evet sâlik, hakîkatde kendinde
seyr etmekde, degisiklik yapmakdadır. Ya’nî, onun sıfatlarında ve ahlâkında
keyfî, kalitatif bir hareket olmakdadır. Fekat, o, bu hareketini âfâkda görmekdedir.
Kendinden haberi yokdur. Bunun için, seyr-i âfâkî denilmisdir. Âfâkda olan
bu seyr temâm olunca, seyr-i ilallah temâm olmus olur. Fenâ hâsıl olmus olur demislerdir
ve bu seyr-i ilallaha, (Sülûk) demislerdir.
Bundan sonra olan seyre, (Seyr-i enfüsî), (Seyr-i fillah) derler. Bu seyrde, (Bekâ-
billah) hâsıl olur derler. Bu makâmda, sülûkden sonra, cezbe hâsıl oluyor derler.
Sâlikin latîfeleri, birinci seyrde, tezkiye buldugu, insanlık kusûrlarından temizlendigi
için, bu latîfeler, sâlikin rabbi [terbiye edicisi, yetisdiricisi] olan ism-i
ilâhînin akslerini, zıllerini, kendilerinde gösterecek bir ayna gibi olmuslardır. Bu
ismin çesidli kısmlarının tecellîsine, görünmesine ayna olmuslardır.
Ikinci seyre, enfüsî sunun için denir ki, sâlikin enfüsü, ya’nî kendisi, ismlerin akslerine,
zıllerine ayna olmusdur. Yoksa sâlik, kendinde seyr etmekde degildir. Nitekim
seyr-i âfâkîye de, âlem-i misâl ayna oldugu için, Seyr-i âfâkî denmisdi.
Yoksa, sâlik âfâkda seyr etmiyordu. Bu ikinci seyr, hakîkatde, enfüs aynalarında
ismlerin zıllerinin, hayâllerinin seyridir. Hattâ bunun için, (Âsıkda ma’sûkun seyri)
demislerdir. Fârisî beyt tercemesi:
Hareket eden, ayna degildir,
aynadaki sûretlerdir.
– 933 –
Bu seyre, seyr-i fillah da denmesine sebeb, sâlik bu seyrde, Allahü teâlânın sıfatları
ile sıfatlanır. Bir sıfatdan bir sıfata geçer. Çünki, aynadaki sûretlerin sıfatlarının
ba’zısından aynanın da nasîbi olur. Bundan dolayı, sanki Allahü teâlânın
ismlerinde seyr etmis gibidir.
Iste tesavvufcuların sözlerinin ma’nâsı budur. Makâm sâhiblerinin hâli ve söz
sâhiblerinin murâdı herkesin anladıgı gibi olmaz. Herkes anladıgı kadar söyler. Bu
sözden, baskaları da anlayısı kadar ma’nâ çıkarır. Bir kimse, sözü ile birseyler anlatmak
ister. Dinleyenler, bu sözden baska seyler anlıyabilir.
Tesavvufcuların seyr-i enfüsîye sıkılmadan seyr-i fillah demeleri ve çekinmeden
Bekâ-billah ismini vermeleri ve kavusmak, yetismek bilmeleri bu fakîre agır geliyor.
Bu sözlerine dogru ma’nâ vermek, düzeltmek için güçlük çekiliyor.
Seyr-i âfâkîde, sanki, kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde, iyi ahlâk
ile ahlâklanmak vardır. Çünki, kötülüklerden ayrılmak, Fenâ makâmına uygundur.
Iyiliklere kavusmak, Bekâ makâmına uygun olur. Bu seyr-i enfüsînin nihâyeti
yok demislerdir. Insanın ömrü sonsuz olsa, bu seyr bitmez sanmıslardır. Çünki,
mahlûkun sıfatlarının nihâyeti yok demislerdir. Allahü teâlânın sonsuz sıfatları,
sâlikin latîfeleri aynasında tecellî etmekde, Onun kemâlâtından bir kemâl görünmekdedir.
O hâlde, bu seyr bitmez ve sonu gelmez.
Seyr-i âfâkîde hâsıl olan Fenâ ile seyr-i enfüsîde hâsıl olan Bekânın ikisine birden,
vilâyet [Evliyâ olmak] demisler ve kemâlin, yükselmenin sonu buraya kadardır
sanmıslardır. Bundan sonra, seyr [yolculuk] olursa, geriye dogru olur ki buna
(Seyr-i anillah) demislerdir. Geriye inerken, bir dördüncü yolculuk vardır ki, buna
da (Seyr-i fil-esyâ) demislerdir. Üçüncü ve dördüncü seyrler, baskalarını kemâle
getirmek ve irsâd etmek içindir. Ilk iki seyr, vilâyeti hâsıl etmek içindir, demislerdir.
Hadîs-i serîfde, (Allahü teâlâ ile kul arasında, yetmisbin nûrdan perde ve yetmisbin
zulmetden perde vardır) buyuruldu.
Tesavvufculardan bir kısmına göre, seyr-i âfâkîde yetmisbin perde asılmakdadır.
Çünki, yedi latîfeden her birinde onbin perde geçilir dediler. Bu seyr temâm
olunca, perdelerin hepsi aradan kalkmıs olup, sâlik, seyr-i fillah yapmaga baslar
ve (Vuslat) makâmına erisir sandılar.
Iste, Evliyânın seyr ve sülûk dedikleri seyler bunlardır. Insanın kemâle gelmesi
ve baskalarını da irsâd etmesi böyle olur derler.
Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek, bu fakîre bu bilgilerden zâhir etdikleri
ve ne sûretle yetisdirdiklerini, ni’meti bildirmek ve sükrünü yapmak maksadı
ile, asagıya yazıyorum. Kalbi uyanık olanlar istifâde eder.
Hak teâlâ, bî-çûn ve bî-çigûnedir. Ya’nî hiçbirseye benzemez. Nasıl oldugu
anlasılamaz. Âfâkda olmadıgı gibi, enfüsde de bulunmaz. O hâlde, seyr-i âfâkîye,
seyr-i ilallah demek ve seyr-i enfüsîye seyr-i fillah ismini vermek dogru olmaz.
Bu her iki seyr de, (Seyr-i ilallah) olur. Seyr-i fillah, âfâk ve enfüs ile ilisigi olmıyan
ötelerin ötesi bir seyrdir. Sasılacak seydir ki, seyr-i enfüsîye, seyr-i fillah demisler.
Bu seyri bitmez tükenmez bilip, sonsuz olarak seyr edilse, temâmlanamaz
sanmıslar. Hâlbuki, enfüs de, âfâk gibi mahlûk oldugundan, mahlûklarda seyr etmis
oluyorlar. Böylece, büyük hatâya, sonsuz husrâna düsüyorlar. Sonra, ebedî olarak
Fenâ hâsıl olamayınca, Bekâ hiç hâsıl olmaz. Vüsûl, kavusmak, nasıl olur? Yaklasmak
ve kemâl nasıl elde edilir? Sübhânallah! Tesavvuf büyükleri, böylece, serâbı
su sanarak ve seyr-i ilallaha seyr-i fillah diyerek, mahlûku Hâlık düsünerek
ve zemânlı mekânlı olana, bî-çûn diyerek kendilerini avutunca, küçüklerden ve görüsleri
kısa olanlardan sikâyet etmege sıra gelir mi? Yazıklar olsun! Nasıl oluyor
da, enfüse Hak teâlâ diyorlar. Hudûdü ve sonu olan bu seyri, nihâyetsiz sanıyorlar.
Seyr-i enfüsîde sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatla-
– 934 –
rı görünüyor diyorlar. Hâlbuki, bu görünenler, ismlerin ve sıfatların akslerinden,
zıllerinden bir zıldir. Ismlerin ve sıfatların kendileri degildir. Burasını bu mektûbun
sonunda dahâ açıklayacagız, insâallahü teâlâ.
Allahü teâlâ, bî-çûn ve bî-çigûnedir. Anlasılabilen, düsünülebilen hersey, Ondan
uzakdır. O hâlde, âfâk ve enfüs aynalarında yerlesemez. Bu aynalarda görülenler,
zemânlı, mekânlı seylerin görünüsüdür. Âfâk ve enfüsü geçerek, Onu,
âfâk ve enfüsün ötesinde aramak lâzımdır. Âfâk olsun, enfüs olsun, Onun Zâtı,
mahlûklar aynasına yerlesmiyecegi gibi, ismleri ve sıfatları da, bunlara yerlesmez.
Buralara aks eden hersey, ismlerin ve sıfatların aksleri, zılleri ve misâlleridir.
Hattâ, ismlerin ve sıfatların zılleri ve nümûneleri de, âfâk ve enfüsün dısındadır.
Burada, kudretin görünmesinden baska birsey yokdur. Çünki, Allahü teâlânın ismleri
ve sıfatları da, kendisi gibi bî-çûn ve bî-çigûnedir. Benzerleri ve nümûneleri
yokdur. Âfâk ve enfüsden dısarı çıkılmadıkca, ismlerin ve sıfatların akslerinin ve
zıllerinin ne demek oldugu anlasılamaz. Nerde kaldı ki, ismler ve sıfatlar anlasılmıs
olsun. Sasılacak seydir ki, bu fakîre bildirilenler, gösterilenler, o büyüklerin
tatdıklarına ve gördüklerine hiç uymuyor. Bunlardan birini söylesem, kim inanır?
Kim kabûl eder? Eger söylemeyip saklasam, yanlısın dogru ile karısmasına ve Hak
teâlâya câiz olmıyan seylerin söylenmesine göz yummus olurum. Onun için, ister
istemez, dogrusunu ve Allahü teâlâya söylenmesi yakısanı bildirecegim. Uygun olmıyanları
red edecegim. Ister inansınlar, ister inanmasınlar. Bunu düsünmüyorum
ve üzülmüyorum. Kendi bilgisinden, kesflerinden sübhesi olan, baskalarının inanmamasından
korkar. Isin dogrusu günes gibi açıkda olunca, kesflerin dogrulugu,
ayın ondördü gibi meydânda olunca ve akslerden, hayâllerden kurtulmus ve misâllerin,
nümûnelerin üstüne çıkarılmıs olunca, bilgilerde hiç sübhe olur mu? Hocam
[Muhammed Bâkî] “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hâllerin dogru olmasına alâmet,
bunlara tam bir yakîn ve inanmakdır). Bundan baska, Allahü teâlânın lutfü,
ihsânı ile, bu büyüklerin söyledikleri hâllerin herbiri, ayrı ayrı bu fakîre [ya’nî
Imâm-ı Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz] bildirildi. Tevhîd, ittihâd, ihâta
ve sereyân ma’rifetleri gösterildi. O büyüklere gösterilen ve bildirilenlerin içyüzü
hâsıl oldu. Ilmlerinin, ma’rifetlerinin incelikleri meydâna çıkarıldı. Bu makâmda
çok zemân kaldım. Bütün bunların, azına çoguna kavusdum. Bunlarda artık
sübhe ve tereddüd kalır mı?
Nihâyet Allahü teâlânın lutfü ile anlasıldı ki, bu görünenlerin, anlasılanların hepsi,
zıllerin, akslerin, hayâllerin oyunlarıdır, görünüsleridir. Misâllere, hayâllere kapılmakdan
baska birsey degildir. Aranılan, bunların ötesindedir. Istenilen, bunlardan
baskadır. Bunu anlayınca, çâresiz, bu ma’rifetlerin hepsinden yüzçevirdim.
Bî-çûn olan Zât-ı ilâhîye teveccüh eyledim. Yeri, mikdârı ve sıfatı olan herseyden
uzaklasdım. Hâlim böyle olmasaydı, büyüklere uymayan söz söyleyebilir mi idim?
Bu ayrılık, Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında olmasaydı ve Allahü teâlânın takdîs
ve tenzîhi için olmasaydı, bu büyüklere uymayan sözü yine söylemezdim. Agzımı
açamazdım. Çünki, onlara ihsân olunan ni’metlerin artıklarını toplayan bir
dilenci gibi idim. Onların ni’met sofralarını temizleyen bir hizmetciyim. Yine
söylüyorum ki, bu fakîri [ya’nî Imâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”],
lutf ederek terbiye eden, yetisdiren onlardır. Katkat ihsânları ile fâidelendiren
onlardır. Fekat, ne yapayım? Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında oldugundan
ve Onun mukaddes cenâbına yakısmıyan kelimeler kullanıldıgından, bunun
karsısında susmak ve baskalarının inanmamasından korkmak, dîne ve diyânete
sıgmaz ve kulluga uymaz.
Vahdet-i vücûd ve benzeri ba’zı bilgilerde, âlimlerin tesavvufculardan ayrılması,
akl yolu ile ve istidlâl iledir. Bu fakîrin ayrılması ise, kesf ve sühûd, ya’nî görmek
iledir. Âlimler, tesavvufcuların bilgilerinin çirkin oldugunu söylüyor. Bu fakîr
ise, güzel oldugunu, fekat maksadın, arzûnun bunlar olmadıgını, bunları bıra-
– 935 –
kıp ilerlemek lâzım geldigini söylüyorum. Seyh Alâüddevle “kaddesallahü teâlâ
sirrehül’azîz” de, vahdet-i vücûd bilgilerine uymuyor. Âlimlerin bildigi gibi, çirkin
biliyor. Buna sasılır. Çünki, onun bilgisi, kesf yolu iledir. Kesf sâhibi, bu bilgileri
çirkin bilmez. Çünki, vahdet-i vücûdda garîb hâller, sasılacak ma’rifetler vardır.
Bu bilgiler, çirkin degildir. Fekat bu bilgilere saplanıp kalmak da güzel degildir.
Süâl: Bu sözlerden, tesavvuf büyüklerinin bâtıl bir yolda bulundukları ve hakîkatin,
onların kesf ve buluslarından baska oldugu anlasılıyor.
Cevâb: Bâtıl, hiçbir hakîkate dayanmıyan sey demekdir. Hâlbuki, bu hâller ve
ma’rifetler, muhabbetin fazla olmasından hâsıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu
büyükleri o kadar kaplıyor ki, baska seylerin ismi ve cismi hâtırlarına gelmiyor. Baska
birsey görmiyorlar. Ister istemez, sevmek serhoslugu ile, üzerlerini bu hâlin kaplaması
ile, baska seyleri yok biliyorlar. Allahü teâlâdan baska birsey görmüyorlar.
Bu hâle bâtıl denir mi? Burada bâtıl yokdur. Bunları, hak kaplamısdır. O büyükler,
Allahü teâlânın sevgisine dalarak, kendilerini ve her seyi yok etmislerdir.
Bâtıl, bunların yanına yaklasabilir mi? Bunlar temâmen haklıdır ve hak içindirler.
Yalnız görünüsü bilen âlimler, bunların hakîkatini anlayabilir mi? Görünüsde
uygunsuzlukdan baska ne anlarlar? Onların büyüklügünden ne elde edebilirler?
Sözün dogrusu sudur ki, bu hâllerin ve ma’rifetlerin ötesinde, baska kemâller
ve üstünlükler vardır ki, o kemâlâtın yanında bu hâller ve ma’rifetler, okyânus yanındaki
bir damla su gibi kalır. Fârisî beyt tercemesi:
Gök, Arsa bakınca, asagıdır,
fekat, topraga nazaran çok yüksekdir.
Yine sözümüze dönelim! Perdelerin yırtılmasında diyorlar ki, seyr-i âfâkîde nûrlu
ve zulmetli perdelerin hepsi aradan kalkar. Bu fakîre göre, bu sözleri de yerinde
degildir. Hattâ, temâmen baska dürlü anlıyorum. Görüyorum ki, zulmetli perdelerin
kalkması için mahlûkların hepsini asmak, ya’nî seyr-i âfâkîyi ve seyr-i
enfüsîyi temâmlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de, Allahü
teâlânın ismlerinde ve sıfatlarında seyr etmek lâzımdır. Ya’nî ismleri, sıfatları,
sânları ve i’tibârları hiç görmemelidir. Ancak bu zemân, nûrdan perdelerin hepsi
kalkarak, (Vasl-ı uryânî) hâsıl olur. Böyle olanlar pek azdır. Seyr-i âfâkîde, zulmetden
olan perdelerin yarısı bile aradan kalkmaz. Nûrdan perdeler hiç kalkar mı?
Perdeler çok çesidlidir. Onun için sasırmıslardır. Meselâ, nefsin perdelerinin zulmeti,
kalbin perdelerinin zulmetinden çokdur. Zulmeti az olan perdeler, nûrânî perde
gibi görünmüsdür. Görüsü keskin olanlar, zulmânî perdeyi nûrânî perde ile karısdırmaz.
Zulmete nûr demez. Bu, öyle bir ni’metdir ki, diledigine ihsân eder. Allahü
teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
Bu fakîri [ya’nî Imâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] yetisdirmek
için sereflendirdikleri yolda hem cezbe, hem sülûk vardır. Latîfeleri [insanların
kötü huylarından] temizlemek ve Allahü teâlânın sıfatları ile doldurmak, bir
aradadır. Tasfiye [sülûk] ve tezkiye [cezbe], bu yolda berâberdir. Seyr-i enfüsîde,
seyr-i âfâkî dahî yapılmıs olur. Tasfiye içinde, tezkiye de hâsıl olur. Cezbe, sülûkü
de hâsıl eder. Âfâk, enfüsün içinde bulunur. Fekat, latîfeleri temizlemek cezbeden
önce ve tasfiye, tezkiyeden öncedir. Bu yolda, göz önünde olan enfüsdür.
Âfâk degildir. Bunun için, bu yol ile çabuk varılır. Hattâ, diyebilirim ki, bu yol, elbette
kavusdurur. Kavusdurmamak ihtimâli yokdur. Allahü teâlâdan istikâmet ve
fırsat dilemek lâzımdır.
Bu yol, elbette kavusdurur dedim. Çünki, bu yolun baslangıcı cezbedir ki, elbette
kavusdurur. Sâlikleri yolda bırakan, yâ sülûk konaklarıdır veyâ sülûkü bulunmayan
kuru cezbelerdir. Bu mâni’lerin ikisi de, bu yolda yokdur. Çünki, sülûk, cezbeye
baglıdır. Cezbe ile berâber, cezbenin içinde hâsıl olur. Burada, hâlis sülûk ol-
– 936 –
madıgı gibi, kuru cezbe de yokdur. Onun için, sâlikin yolu kesilmez. Bu yol, Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs olan caddedir. Bu büyükler,
çesidli derecelerine göre, bu yoldan vâsıl olmuslardır. Âfâkı ve enfüsü bir adımda
geçmisler, ikinci adımı, âfâk ve enfüsün ilerisine koymuslardır. Sülûk ve cezbeyi
geride bırakmıslardır. Çünki, sülûkün nihâyeti, Seyr-i âfâkînin sonuna kadardır.
Cezbenin nihâyeti, Seyr-i enfüsînin sonuna kadardır. Seyr-i âfâkî ve enfüsî temâm
olunca, sülûk ve cezbe de temâm olur. Bundan sonra ne sülûk kalır ne cezbe.
Bu sözümüzü sülûk ve cezbe sâhibleri anlıyamaz. Çünki, onlara göre, âfâk ve
enfüsün üstünde yol yokdur. Insanın ömrü sonsuz olup, hep seyr-i enfüsî yapsa, yine
temâmlıyamaz. Bu büyüklerden biri buyuruyor ki, fârisî beyt tercemesi:
Eger bütün ömrünce yürüse de insan,
Kendinden dısarı çıkmaga bulmaz imkân.
Bu yolu bana gösterenler o kadar büyükdür ki, Onların sâyesinde gözümü açdım.
Onların sâyesinde bunları söyliyebiliyorum. Tesavvufun elifbâsını Onlardan
ögrendim. Mevleviyyet derecesine Onların teveccühü ile kavusdum. Eger ilmim
varsa, Onların ilm deryâlarından birkaç damladır. Eger ma’rifet sâhibi isem, Onların
iltifâtlarının eseridir. Nihâyetin baslangıcda yerlesmis bulundugu yolu Onlardan
ögrendim. Kayyûmluk cihetine çeken ipin ucunu Onlardan aldım. Onların
bir bakısı ile, öyle seylere kavusdum ki, baskaları kırk gün çile çekmekle göremez.
Onların sözünden öyle seyler edindim ki, baskaları senelerle çalısmakla ele geçiremez.
Fârisî iki beyt tercemesi:
Semseddînin bir bakısına Tebrîzde kavusan kisi,
Çile çıkaranlara güler, ayblar dâim herkesi.
Naksibendiyye, nasıl kâfile sürücüdür?
Kâfilesini gizlice maksada götürür.
Bu büyükler, yola, seyr-i enfüsîden baslıyor. Seyr-i âfâkîyi bununla berâber yapmıs
oluyor. Bu hâle, (Sefer der vatan) sözü ile isâret ediyorlar.
Bu büyüklerin yolu pek kısadır. Maksada çabuk ulasdırır. Baskalarının yolunun
sonu, bu yolun baslangıcına varır. Bunun içindir ki, (Biz, nihâyeti, baslangıca
yerlesdirdik) buyurmuslardır. Velhâsıl, bu büyüklerin yolu, baska tesavvuf yollarından
çok yüksekdir. Diyebilirim ki, bunların huzûru ve âgâh olmaları [Allahü teâlâ
ile her ân beraber olmaları], Onların çogunun huzûrunun üstündedir. Bunun
içindir ki, (Bizim baglılıgımız, bütün baglılıkların üstündedir) buyurmuslardır. Fekat,
âfâk ve enfüsün dısında ve sülûk ve cezbenin üstünde Evliyâya yol olmadıgı
için, bu büyükler de, ister istemez âfâk ve enfüsün ötesinden konusmamıslar.
Cezbe ve sülûkün dısından haber vermemisler. Evliyâlık kemâlâtına uygun olarak,
(Evliyâ, Fenâ ve Bekâdan sonra herseyi kendilerinde görür. Kendilerinde bulurlar)
buyurmuslardır. Kendilerinde seyr etdikleri için, Zâriyât sûresinin (Kendinizde
bulunmakdadır, niçin görmüyorsunuz?) meâlindeki âyet-i kerîmesine uymuslardır.
Allahü teâlâya hamd ve sükrler olsun ki, bu büyükler, enfüsün dısından haber
vermedi iseler de, enfüse baglanıp kalmıs da degildirler. Enfüsü de, âfâk gibi
(Lâ) deyip yok etmek istiyorlar. Allahü teâlâdan baska olan hersey gibi, onu da
yok biliyorlar. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” buyurdu ki,
(Her gördügün, her isitdigin ve her bildigin, O degildir. Bunların hepsini, (Lâ) derken,
yok etmek lâzımdır). Fârisî beyt tercemesi:
Naksibenddirler fekat, her naksa baglanmazlar,
insanlar, saskınlıkdan, baska naks ararlar.
Baska seyleri yok etmek baskadır. Baska seylerin yok olması baskadır.
– 937 –
Evliyâlıkda cezbe ve sülûkdan ve âfâk ve enfüsden dısarı çıkılamaz dedik. Çünki,
vilâyetin bu dört temelinin üstünde, (Kemâlât-i nübüvvet) baslar. Evliyâlık,
buraya ulasamaz. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Eshâbının çogu
ve Eshâb olmıyanlardan pek az bahtiyârlar, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü
vettehıyyât” tam uydukları için, bu devlete kavusmusdur. Cezbe ve sülûkü içinde
bulunduran bu yoldan seyr ederek ilerlemisler, sülûk ve cezbenin dısına çıkmıslardır.
Zıllerden, hayâllerden kurtulmuslar, enfüsü de, âfâk gibi, geride bırakmıslardır.
Burada, baskalarına simsek gibi çakıp biten (Tecellî-yi Zâtî)ler, devâmlı olmusdur.
Hattâ bunların isi, ister simsek gibi olsun, ister devâmlı olsun, bütün tecellîlerin
üstündedir. Çünki, bütün tecellîlerde [görünüslerde] az da olsa, zıl, aks bulunur.
Hâlbuki, bu büyüklere, nokta kadar zıl, büyük dag gibi gelir. Bu büyüklerin
kazanclarının baslangıcı, Zât-ı ilâhînin çekmesi ve sevgisidir. Cenâb-ı Hakkın lutfü
ile, bu sevgi her ân artarak, baska seylerin sevgisi yavas yavas azalır. Baska seylere
baglılık, yavas yavas yok olur. Bir se’âdetli kimseyi, Allah sevgisi kaplıyarak,
baska herseyin sevgisi kalmayınca ve Allah sevgisi, bütün bu sevgilerin yerine yerlesince,
onun asagı sıfatları ve bütün kötü huyları yok olur. Seyr-i âfâkîde ele geçen
seylere, uzun bir sülûke ve sıkı riyâzetlere ve çetin mücâhedelere lüzûm kalmadan
kavusur. Çünki, sevmek, sevgiliye, itâ’at etmegi ister. Sevgi son haddini bulunca,
itâ’at da temâm olur. Sevgiliye, insan gücünün yetisebildigi kadar, tam bir itâ’at hâsıl
olunca (Makâmât-i asere) ele geçer. [Makâmât-i asere: Tevbe, zühd, vera’, sabr,
fakr, sükr, havf, recâ, tevekkül ve rıdâ oldugu (Nesrül-mehâsin)de yazılıdır.] Bu
(Seyr-i mahbûbî) ile, seyr-i âfâkî gibi, seyr-i enfüsî de temâmlanmıs olur. Çünki, hep
dogru söyleyici “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” (Insan, sevdigi ile berâberdir)
buyurdu. Sevgili, âfâk ve enfüsün dısında oldugundan seven de Onunla berâber olacagından
âfâk ve enfüsün dısına çıkar. Böylece, seyr-i enfüsîyi de, geride bırakmıs
olur. Berâberlik devletine kavusur. Iste, bu büyükler, muhabbet devleti sâyesinde,
âfâk ve enfüs ile ugrasmazlar. Âfâk ve enfüs, onlara tâbi’ olur. Sülûk ile cezbe, bunların
islerine baglı bulunur. Bu büyüklerin sermâyesi, muhabbetdir. Muhabbet,
sevgiliye itâ’at etmegi ister. Sevgiliye itâ’at ise, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olur.
Çünki, sevgilinin begendigi sey, yol, ahkâm-ı islâmiyyedir. O hâlde, muhabbetin çok
olmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeye çok uymakdır. (Ahkâm-ı islâmiyye)ye uymak,
farzları yapmak ve harâmlardan sakınmak demekdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye tam uyabilmek
ise, ilm, amel ve ihlâs ile olur. Her sözde, her isde, her hareketde, her durusda,
kendiliginden hâsıl olan ihlâs, muhlas olan kimseye nasîb olur. Muhlisler, bu
mu’ammâyı anlıyamaz. (Muhlisler, büyük tehlükededir) buyuruldu.
Yine sözümüze dönelim! Seyr ve sülûkden maksad ve cezbe ve tasfiyeden
beklenilen sey, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemekdir. Bu çirkin
sıfatların bası, nefse düskün olmak ve onun arzûlarına, isteklerine tutulmakdır.
O hâlde, Seyr-i enfüsî lâzımdır. Kötü sıfatlardan güzel sıfatlara dönmek lâzımdır.
Seyr-i âfâkî lüzûmlu degildir. Maksad, gâye bu seyre baglı degildir. Çünki, âfâka
düskünlük, nefse düskün olmakdan ileri gelir. Insan, herseyi, kendini sevdigi
için sever. Çocugunu, malını sevmek, onlardan istifâde edecegi içindir. Seyr-i
enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekden kurtuldugu
için evlâd ve mal sevgisi de, bununla berâber yok olur. O hâlde, seyr-i enfüsî
muhakkak lâzımdır. Seyr-i âfâkî, buna baglı olarak, bununla berâber müyesser
olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyrleri, yalnız seyr-i enfüsî
idi. Seyr-i âfâkî, bununla berâber yapılıyordu. Evet, seyr-i âfâkî de, ara yerde,
hiç durmadan, devâmlı yapılır. Sonuna varılırsa, bu da iyidir. Fekat, arada takılıp
kalınırsa ve sonuna varılmazsa, hemen hemen fâidesiz olur. Istenilen gâyeye
mâni’ olan seylerden biri sayılır.
Seyr-i enfüsî ne kadar ilerlerse, o kadar kârlı olur. Bu seyri temâmlıyarak enfüsden
dısarıya çıkmak, çok büyük ni’metdir. Enfüsdeki degisiklikleri âfâk ayna-
– 938 –
sında görmege, kendindeki degismeleri âfâkda görmege ne lüzûm var. Kalbin
temizligini âlem-i misâlde anlamak ve bu temizligi, âlem-i misâlde kırmızı nûr olarak
görmek de böyledir. Niçin kendi vicdânına bırakmıyor ve degisikliklerini ve
temizligini kendi firâseti ile anlamıyor. Meshûrdur ki, birisi oniki sene tabîbe
muhtâc olmamıs, hâllerindeki degisikligi kendi vicdânı ile anlamısdır. Sıhhatini ve
hastalıgını kendi firâseti ile bilmisdir. Evet, seyr-i âfâkîde, ilmler, ma’rifetler, tecellîler
ve zuhûrlar çok olur. Fekat, bunların hepsi zıllerin görünüsüdür. Misâllerle,
hayâllerle avunmakdır. Ba’zı mektûblarda bildirdigimiz gibi, seyr-i enfüsî zıllere,
akslere baglıdır. O hâlde, Seyr-i âfâkî, zıllerin zılline baglı olur. Çünki, âfâk,
enfüsün zılleri gibidir ve enfüsü gösteren ayna gibidir. Enfüsdeki degisiklikleri, âfâk
aynasında görmek ve latîfelerin temizlenmesini ve sıfât-ı ilâhiyye ile sıfatlanmasını
âfâk aynasından anlamak, insanın rü’yâda, âlem-i misâlde kendini pâdisâh görmesine
veyâ zemânın kutbu görmesine benzer. Hâlbuki, ne pâdisâhdır, ne de
kutb olmusdur. Bu rü’yâdan, onun, hâricde, uyanık iken de pâdisâh ve kutb olabilecegi
anlasılır. Tezkiye [latîfelerin temizlenmesi] seyr-i enfüsîde olur. Seyr-i âfâkîde
görülen bu tezkiyenin kâbil ve mümkin olmasını haber verir. Seyr-i enfüsîde
kendini temiz görmedikce ve vicdânı ile, kendini temizlenmis bulmadıkca,
Fenâ hâsıl olmaz. Makâmât-i asereye kavusamaz. Yedi hâlden eline ancak hava
girer. Görülüyor ki, Seyr-i enfüsî de, Seyr-i ilallahın içindedir. Seyr-i ilallahın temâmlanması
ile, Fenânın hâsıl olması, Seyr-i enfüsînin temâm olmasına baglıdır.
Seyr-i fillah, Seyr-i enfüsîden çok sonra hâsıl olur.
Ey mes’ûd insan! Seyr-i enfüsîde, insanın kendine olan bilgisi ve sevgisi kalmadıgı
için, kendine baglılıgı da kalmaz. Bunun sonucu olarak, baskalarına baglılıgı
da yok olur. Çünki, kendine baglı oldugu için, baskalarına da baglanmısdır. O
hâlde, Seyr-i âfâkî, Seyr-i enfüsînin altında yapılmakdadır. Sâlik, yalnız Seyr-i enfüsîyi
yapınca, hem kendine baglılıkdan, hem de baskalarına baglanmakdan kurtulur.
Iste bu söylediklerimizden, Seyr-i enfüsînin ve Seyr-i âfâkînin ma’nâsı kolayca
anlasıldı. Çünki, enfüsde seyr, âfâkda da seyrdir. Kendine olan baglılıkları
yavas yavas ortadan kaldırmak, enfüsde seyrdir. Seyr-i enfüsî yaparken, âfâka olan
baglılıkların çözülmesi de, seyr-i âfâkîdir. Hâlbuki baskalarının anlatdıgı seyr-i âfâkî
ve Seyr-i enfüsîyi açıklamak güçdür. Evet, dogru olan seylerde güçlük olmaz.
Seyr-i enfüsîde, sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları
görünüyor diyorlar. Buna tahliyeden [bosaltmakdan] sonra doldurmak diyorlar.
Bu görünenler, hakîkatde ismlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıllin görünüsüdür.
Önce ismlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıl, tâlibin aynasında görünür. Onun zulmetlerini
ve kötülüklerini temizler. Ya’nî, tasfiye ve tezkiye yapar. Bu tasfiye ve
tezkiye, Seyr-i enfüsî temâm olunca hâsıl olur. Latîfeler tahliye olup, ismlerin ve
sıfatların görünmesine elverisli olur. Seyr-i enfüsîde elde edilen (Tahliye), tasfiye
ve tezkiyenin temâm olmasına baglıdır. Seyr-i âfâkîde görünen tahliye, hakîkî
tahliye degildir. Bunun için, seyr-i enfüsîde ismler ve sıfatlar görülmez. Demek oluyor
ki, zılle kavusmak, sevgiliden baska herseyden ayrılmakdan önce olur. Ya’nî,
sevgilinin zıllerinden bir zıl, sâlikin aynasında görülmedikce, sevgiliden baska
seylerden kesilmek olamaz. Fekat, sevgiliye kavusmak, baskalarından kesilmekden
sonra hâsıl olur. Su hâlde, tesavvuf büyüklerinden, kavusmak [peyvesten] öncedir
diyenler, bir zılle kavusmagı demek istemislerdir. Kavusmak sonradır diyenler
ise, asla kavusmagı bildirmislerdir. Böylece, her iki tarafın ayrılıgı, yalnız kelimededir.
Seyh Ebû Sa’îd-i Harrâz “kuddise sirruh” burada baska dürlü söylüyor
ve (Kurtulmadıkca bulamazsın ve bulmadıkca kurtulamazsın! Hangisi önce oldugunu
bilmiyorum) demisdir. Anlasılıyor ki, zılli bulmak, kurtulmakdan öncedir. Aslı
bulmak kurtulmakdan sonradır. Burada sübhe edecek birsey yokdur. Nitekim sabâh
vakti günes dogmadan evvel, günes ısınlarının zılleri görünüp, yer yüzünü karanlıkdan
temizler. Zulmetler gidip, her taraf tasfiye buldukdan sonra, günesin ken-
– 939 –
di dogar. Burada da, günesin zıllinin görünmesi, zulmetlerin gitmesinden öncedir
ve günesin dogması, zulmetlerin tahliyesinden ve zıllin tasfiyesinden sonradır. Fekat,
burada zulmetlerin tahliyesi ve ortalıgın tasfiyesi, zıllerin zuhûrundan önce olmuyor.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...