03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN MEKTUPLAR

29 — IKINCI CILD, 37. ci MEKTÛB
Bu mektûb, (Mektûbât)ın ikinci kısmını toplamıs olan [Allahü teâlâ ondan râzı
olsun!] fakîr, hakîr Abdülhayy için yazılmıs olup, (Lâ ilâhe illallah) Tevhîd kelimesinin
üstünlüklerini bildirmekdedir:
Rabbimizin “celle sultânüh” gazabını, intikâmını söndürmek için (Lâ ilâhe illallah)
güzel kelimesinden dahâ fâideli birsey yokdur. Bu güzel kelime, Cehenneme
götüren gazabı söndürünce, dahâ küçük olan baska gazablarını elbette söndürür.
Niçin söndürmesin ki, bir kul, bu güzel kelimeyi tekrâr tekrâr söyleyince, Ondan
baskasını yok bilmekde, herseyden yüzçevirip, hak olan bir ma’bûda dönmekdedir.
Gazabının sebebi, kullarının, Ondan baskasına dönmesi, baglanmasıdır. Mecâz
âlemi olan bu dünyâda da, bu hâli görüyoruz. Zengin bir kimse, hizmetcisine
kırılır, ona kızar. Hizmetci de, kalbi iyi oldugu için, herkesden yüzçevirip, bütün
varlıgı ile, efendisinin emrlerine sarılırsa, efendisi, ister istemez yumusar. Merhamete
gelir. Gazabı söner. Iste bu güzel kelime de, kıyâmet için ayrılmıs olan doksandokuz
rahmet hazînesinin anahtarıdır. Küfr karanlıklarını, sirk pisliklerini temizlemek
için, bu güzel kelimeden dahâ kuvvetli, hiçbir yardımcı yokdur. Bir kimse,
bu kelimeye inanınca, îmânın zerresi hâsıl olur.
Bu güzel kelimeye inanarak, kalbinde zerre kadar îmân hâsıl eden kimse, kâfirlerin
âdetlerini ve sirk pisliklerini yaparsa, bu güzel kelimenin sefâ’ati sâyesinde
Cehennemden çıkarılır. Azâbda sonsuz kalmakdan kurtulur. Bunun gibi, bu ümmetin
büyük günâhlarına sefâ’at edip azâbdan kurtaracak en kuvvetli yardımcı, Muhammed
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”dir. Bu ümmetin büyük günâhları
dedik. Çünki, önceki ümmetlerde büyük günâh isliyen pek az olurdu. Hattâ îmânını
küfr âdetleri ile ve sirk pislikleri ile karısdıran da az idi. Sefâ’ate en çok ihtiyâcı
olan bu ümmetdir. Önceki ümmetlerde, ba’zıları küfrde inâd etdi. Ba’zısı da,
hâlis olarak îmâna gelip emrlere yapısdı.
Bu güzel kelime ve Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”
gibi bir sefâ’atcı olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi.
Bu ümmetin günâhları çokdur. Fekat, Allahü teâlânın afv ve magfireti de sonsuzdur.
Allahü teâlâ, bu ümmete afv ve magfiretini o kadar saçacak ki, geçmis ümmetlerden
hiçbirine böyle merhamet etdigi bilinmiyor. Doksandokuz rahmetini,
sanki bu günâhkâr ümmet için ayırmısdır. Ikrâm, ihsân, kabâhatliler, günâhlılar
içindir. Allahü teâlâ, afv etmegi ve magfiret etmegi sever. Kusûr ve kabâhati çok
olan bu ümmet kadar afv ve magfirete ugrayacak hiçbirsey yokdur. Bunun için, bu
ümmet, ümmetlerin en hayrlısı oldu. Bunların sefâ’at edicisi olan bu güzel kelime,
kelimelerin en kıymetlisi oldu. Bunların sefâ’atcileri olan Peygamberleri, Peygamberlerin
en üstünü oldu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. Furkân sûresi,
yetmisinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın, günâhlarını iyiliklerle degisdirecegi
kimseler, onlardır. Allahü teâlânın magfireti, merhameti sonsuzdur) buyruldu.
Kerîmler ile yapılacak her is kolay olur.
Bunu yapmak, Allahü teâlâ için çok kolaydır. Ey Rabbimiz! Günâhlarımızı ve
islerimizde yapdıgımız isrâfı, taskınlıgı afv et. Bizi dogru yolda bulundur! Kâfirlere
gâlib gelmemiz için yardım et! Bu kelimenin üstünlüklerini dinleyiniz:
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve selleme ve bâreke” buyurdu ki:
– 910 –
(Lâ ilâhe illallah diyen kimse Cennete girer). Görüsleri kısa olan kimseler, bu söze
sasar. Bir kerre Lâ ilâhe illallah demekle, Cennete girmek nasıl olur der. Bu güzel
kelimenin bereketlerini, fâidelerini bilmiyorlar. Bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî
“rahmetullahi aleyh”] anlıyorum ki, bu güzel kelimeyi bir kerre söylemekle, bütün
kâfirleri afv edip, Cennete gönderseler yeri vardır. Bu mukaddes kelimenin bereketlerini,
fâidelerini, bütün mahlûklara, kıyâmete kadar bölseler, hepsini doyuracagını
görüyorum. Hele, bu mukaddes, güzel kelimeye (Muhammedün Resûlullah)
kelimesi de eklenerek, teblîg ve tevhîd, inci gibi, yanyana dizilirse ve risâlet
vilâyete yaklasdırılırsa, vilâyetin ve nübüvvetin bütün üstünlükleri ve yükseklikleri,
bir araya toplanmıs olur. Bu iki se’âdetin yoluna kavusduran, bu kelimelerdir.
Vilâyeti, zıllerin, akslerin karanlıklarından kurtaran, temizleyen, nübüvveti en
yüksek dereceye ulasdıran, bu kelimedir. Ey Allahımız! Bizi bu güzel kelimenin
fâidelerinden mahrûm bırakma! Bizi bu kelimelerden ayırma! Bu kelimeyi tasdîk
edici oldugumuz hâlde cânımızı al! Kıyâmet günü, bizleri bu kelimeyi tasdîk
edenler arasında bulundur! Bu kelime hurmetine ve bu kelimeyi bildirenler “aleyhimüssalevât
vetteslîmât vettehıyyât velberekât” hurmetine, bizleri Cennete sok!
Âmîn.
Görüsün ve gidisin âciz kaldıgı ve arzû, himmet kanatlarının düsdügü ve her bilgi
ve bulusun dısına çıkıldıgı zemân, insanı, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah)
tevhîd kelimesinden baska, birsey ilerletemez. Bu kelimenin âgûsuna sıgınmadan,
oralarda yükselmek olamaz. Sâlik, bu güzel kelimeyi bir kerre söylemekle,
o makâma yükseliyor. Bu yüksek kelimenin isâret etdigi hakîkat sâyesinde,
o makâmdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklasıp, Allahü teâlâya yaklasıyor.
O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden katkat çokdur. Bu kelimenin
üstünlügünü buradan anlamalıdır. Bütün mahlûkların, bu kelime yanında
varlıgı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da
degildir. Bu güzel kelimenin derecelerinin meydâna çıkması, söyleyenlerin derecelerine
göre olur. Söyleyenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin
büyüklügü, o kadar çok meydâna çıkar. Arabî si’r tercemesi:
Güzelligi o kadar çok görünür,
ona bakıs, ne kadar çok olursa.
Dünyâda bundan dahâ kıymetli, dahâ üstün bir arzû olmaz ki, insan, her bulundugu
yerde, [her isinde, her vazîfesinde] bu güzel kelimeyi tekrâr tekrâr söylemekle
lezzet alsın ve haz duysun. Ammâ ne yapılabilir ki, bütün arzûlar ele geçmiyor.
Insanlarla konusmak ve gaflete düsmek çâresiz oluyor.
30 — IKINCI CILD, 94. cü MEKTÛB
Bu mektûb, Abdülkâdir-i Enbâlîye yazılmıs olup, Fenâ ve Bekâyı anlatmakdadır:
Âlemlerin, her mahlûkun rabbi olan Allahü teâlâya hamd ederim. Peygamberlerin
seyyidine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, en üstününe, salât, düâ ederim!
Bu fakîrin anladıgına göre, mahlûkların hakîkatleri, aslları, ademler ile ismlerin
ve sıfatların, ilm-i ilâhîdeki sûretleri, görünüsleridir. Bu sûretler, ademlere aks
etmis, onlarda görünmüsdür. [Adem, yok demekdir.] Her kötülük, her kusûr
ademlerden hâsıl olur. Bu ademler, felsefecilerin dedigi Heyûlâ gibidir. Bunlara
aks eden sûretler de, felsefecilerin sûret dediklerine benzer. Ademler, birbirlerinden,
üzerlerine aks etmis olan sûretler ile fark olunur, ayrılır. Bu akslerin, ademlerle
birlesmesi, sûretin heyûlâda yerlesmesi gibidir. Bu aksler de, ademlerle birlesdikleri
için, birbirlerinden farklı olmusdur. Bunların birlesmesi, sıfatların cism
ile birlesmesi gibi degildir. Sûretin, heyûlâ ile birlesmesi gibidir. Heyûlâ, sûret vâ-
– 911 –
sıtası ile tanınabilmekdedir. Sâlik, zikr ve murâkabe vâsıtası ile, cenâb-ı Hakka teveccüh
edince ve baska seylerden her ân yüzçevirince, Allahü teâlânın ism ve sıfatlarının
ilmde bulunan bu sûretleri, her ân kuvvetlenir. Arkadasları olan ademlere
gâlib gelmege baslar. Öyle bir hâl alır ki, bu akslerin aslı ve heyûlâsı gibi olan
ademler, örtülmege, gayb olmaga baslar. Ya’nî sâlik, bunları göremez olur. Çünki,
aynanın gayb olması lâzımdır. Bu hâle, (Fenâ makâmı) denir ve çok kıymetlidir.
Fânî olan bu sâlike, Bekâ da ihsân ederek, bu âleme geri indirirlerse, kendi ademini,
bedenini koruyan, sıkı elbise gibi görür. Ademden o kadar ayrılmısdır ki, bir
elbise gibi ayrı görür ve kendinden baska bilir. Hâlbuki, adem ondan ayrılmamısdır.
Kendisine (ben) dedigi zemân, ona da isâret etmekdedir. Ancak, asl, öz, temel
olmakdan çıkmıs, tâbi’ olmusdur. Hattâ, önce kendisi ile durmakda olan, akslerle
durabilecek hâle düsmüsdür. Bu fakîr, bu makâmda senelerce kaldım. Kendi ademimi,
kıldan bir palto gibi, kendimden ayrı gördüm. Fekat, Allahü teâlânın lutf-ü
ihsânı imdâda gelince, o maglûb hâldeki adem, büsbütün eriyip gitdi. O aksler sâyesinde
olan görünüsü, temâmen yok oldu. Sanki, hakîkî ademe, aslına karısdı. Meselâ,
alçıyı kalıba koyup, sekl verirler, alçı sertlesip o sekli muhâfaza edebilecek
hâle gelince, kalıbı kırarlar. Kalıp yardımı ile o seklde durmasına son verip, yalnız
kendisini o seklde durdururlar. Burada da, aksler, adem ile duruyordu. Simdi,
kendi kendilerine, hattâ kendi aslları ile durduklarını anlarlar. Bu zemân,
(ben) deyince, yalnız bu aksleri ve bunların asllarını görür. Ademinin kendisi ile
sanki bir ilisigi yokmus gibi olur. Bu makâmda, Fenânın hakîkati hâsıl olur. Önceki
fenâ, sanki bu fenânın sûreti idi. Bu makâmdan bekâya getirirler ve âleme geri
döndürürlerse, vaktîle parçası iken ve gâlib ve hâkim iken, sonra ayrılmıs olan
ademi, yine getirirler, arkadas yaparlar. Fekat, simdi kendinden ayrıdır ve (ben)
deyince, ise karısmaz. Ba’zı fâideler için, kıldan bir palto gibi, dısarıya giyilmis bir
hâlde bulunur. Adem geri gelmis ise de, ismlerin ve sıfatların aksleri simdi ona muhtâc
degildir. Hattâ adem, onların sâyesinde durabilmekdedir. Nitekim, birinci
bekâda da böyle olmusdur. Oradaki bekâda bu hâl olunca hakîkî olan bu bekâda
sübhesiz, dahâ temâm, dahâ mükemmel olur. Elbise giyilince insana te’sîr eder. Elbise
sıcak ise, insan ısınır. Soguk ise, insan üsür. Bunun gibi, bu adem de, elbise gibi,
te’sîr eder. Te’sîri bütün bedende görülür. Fekat bu te’sîrlerin, dısardan geldigi,
içerden olmadıgı anlasılır. Bu adem sebebi ile olan ser ve kusûrlar da, dısardan
ve sonradan gelmekdedir. Kendinden degildir, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat
da, madde de, devâmlı degildir. Bu makâmda bulunanlar, insanlıkda, baskaları gibidir
ve insanlık sıfatlarını gösterir. Fekat, bunların bu sıfatları, dısardan gelmekdedir.
Kendilerinden degildir. Baskalarının sıfatları ise kendilerindendir.
Aralarında çok fark var. Câhiller, bunları kendileri gibi görünce, büyükleri, hattâ
Peygamberleri “aleyhimüsselâm” kendileri gibi sanır ve inanmaz, karsı koyarlar.
Bunun için, o büyüklerden mahrûm kalırlar. Nitekim, Tegâbün sûresi, altıncı
âyetinde meâlen, (Bizim gibi bir insan mı bize yol gösterecek, diyerek kâfir oldular)
ve Furkân sûresinde, yedinci âyetinde meâlen, (Bu nasıl Peygamberdir? Bizim
gibi yiyor ve sokaklarda dolasıyor dediler) buyruldu ki, bunların hâlini göstermekdedir.
Allahü teâlânın büyük ni’meti, ihsânı ile, temâmen ayrıldıkdan sonra,
yine yaklasan ademin sıfatlarını kendimde hiç göremiyorum. Allahü teâlâya sonsuz
sükrler olsun!
Ademin komsulugundan hâsıl olan bu sıfatların insanda görünmesi, kırmızı elbise
giyen kimsenin kırmızı görünmesine benzer. Ahmaklar, elbisenin kırmızılıgını,
insanın kırmızılıgı sanır. Fârisî nazm tercemesi:
Hikâye olarak dinleyen seni,
bulur ancak, hikâye te’sîrini!
Sözün özünü anlarsa bir kisi,
fâide verir ona her dinleyisi.
– 912 –
Berrak olarak akan Nil nehri,
çingenenin gözüne kan göründü.
Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti,
Nil-i mubâreki, kan degil, su gördü.
Yâ Rabbî! Bize dogru yolu gösterdikden sonra, ayagımızın kaymasından koru!
Sonu olmıyan rahmetinden, bizlere de serp! Merhamet ve ihsân sâhibi, ancak
sensin! Dogru yolda gidenlere bizden selâm olsun!
31 — IKINCI CILD, 39. cu MEKTÛB
Bu mektûb, seyyid Abdülbâkî Sârenkpûrîye yazılmıs olup, Eshâb-ı yemîn ve Eshâb-
ı simâli ve Sâbıkları bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi kullara selâm olsun. Allahü teâlâ, sana
dogru yolda ilerlemek nasîb eylesin!
Zulmânî, karanlık perdeler arkasında kalanlara, (Eshâb-ı simâl) denir. Bu perdeleri
asıp, nûrdan perdeler gerisinde bulunanlara (Eshâb-ı yemîn) denir. Nûrdan
perdeleri de asanlar (Sâbikûn)dur. Bunlar, mahlûkât perdelerini ve vücûb perdelerini
asarak asla varmıslardır. Zât-ı ilâhîden baska, ismleri, sıfatları, sü’ûn ve i’tibârları
[ya’nî düsünülen seyleri] istemezler. Eshâb-ı simâl, kâfirler ve sakîlerdir.
Eshâb-ı yemîn, müslimânlar ve Evliyâdır. Sâbikûn ise, Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât”. Bu büyüklerin izinde gidenlerden ba’zılarını da bu
devletle sereflendirirler. Ümmetlerin böyle sereflileri, dahâ ziyâde, Eshâbın büyükleridir.
Eshâbdan baskalarından pek azı da, sereflenmisdir. Bunlar da, Eshâb-
ı kirâm arasında sayılır ve Peygamberlerin kemâlâtına kavusmusdur. Peygamberimiz
“aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, belki de bunun için (Önce gelenleri
mi dahâ hayrlıdır? Yoksa sonra gelenleri mi? Belli degil) buyurdu. Evet bir hadîs-
i serîfde, (Zemânların en hayrlısı benim zemânımdır) buyurmusdur. Fekat, bunu,
asrlar, zemânlar için, birincisini ise, sahslar için buyurdu. Ehl-i sünnet âlimleri,
söz birligi ile diyor ki, (Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra,
Ebû Bekr ile Ömerden dahâ üstün kimse yokdur ve Ebû Bekrden üstün kimse
yokdur. Bu ümmetin üstünlerinin en üstünü odur). Ömer “radıyallahü anh”, Ebû
Bekr-i Sıddîkın izinde gitdigi için üstün olmus ve ona uydugu için, baskalarını geçmisdir.
Bunun için, Ömer-ül-Fârûka (Halîfe-i Sıddîk) denildi. Hutbelerde ismi (Halîfe-
i halîfe-i Resûlillah) diye okundu. Bu yolda ilerliyen süvârî, hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîkdır. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anhümâ” onun seyisi ve redîfidir.
Ne güzel seyisdir ki, süvârîye tam uymus, bütün üstünlüklerde Ona ortak
olmusdur.
Yine sözümüze dönelim! Sâbıklar, Eshâb-ı yemîne ve Eshâb-ı simâle benzemez.
Zulmetli ve nûrlu olan islerin dısındadır. Bunların kitâbları [ya’nî amel defterleri]
da, onların kitâbları gibi degildir. Kıyâmetdeki hesâbları da, onların hesâblarına
benzemez. Bunlara husûsî mu’âmele yapılır. Kendilerine ayrıca iltifât ve ikrâm
olunur. Çünki, Eshâb-ı yemîn de, Eshâb-ı simâl gibi, bunların kemâlâtından
çok uzakdır. Evliyâ da “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, diger mü’minler gibi,
bunların sırlarını anlıyamaz. Kur’ân-ı kerîmde ayrı harflerle gösterilen isâretler,
bunlara mahsûs sırlardır. Kur’ân-ı kerîmin mütesâbihleri, onların erisdigi dereceleri
bildiren hazînelerdir. Asla kavusarak, zıllerden, hayâllerden kurtulmuslardır.
Zıllere yetisenlerin, bunlara mahsûs olan makâmlardan haberi yokdur.
Mukarrebler, asla yakın olanlar bunlardır. Râhat ve rahmet, bunlar içindir. Kıyâmet
gününün korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehsetinden, baskaları
gibi ürkmezler.
Ey büyük Allahımız! Bizi onları sevenlerden eyle! Çünki, o gün herkes, sevdigi
ile berâber olacakdır. Peygamberlerin efendisinin sadakası olarak, düâmızı ka-
– 913 – Se’âdet-i Ebediyye 3-F:58
bûl eyle “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim ve alâ âli küllin essalâtü vet-teslimâtü vettehıyyâtü
vel-berekât”! Âmîn.
32 — ÜÇÜNCÜ CILD, 45. ci MEKTÛB
Bu mektûb, sultân Serhendîye yazılmısdır. Mü’minin kalbinin kıymetini bildirmekde,
kalbi incitmekden men’ etmekdedir. Bu mektûb arabî olarak yazılmısdır:
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun resûlü Muhammed
aleyhisselâma ve bütün âline ve Eshâbına salât ve selâm olsun! Kalb, Allahü teâlânın
komsusudur. Allahü teâlâya kalbin yakın oldugu kadar hiçbirsey yakın degildir.
Mü’min olsun, âsî olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünki, âsî olan
komsuyu da korumak lâzımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmakdan pek sakınınız!
Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh
yokdur. Çünki, Allahü teâlâya ulasan seylerin en yakın olanı kalbdir. Insanların
hepsi, Allahü teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi dögülür, incitilirse,
onun efendisi elbette gücenir. Herseyin biricik mâliki, sâhibi olan efendinin sânını,
büyüklügünü düsünmelidir. Onun mahlûkları, ancak izn verdigi, emr eyledigi
kadar kullanılabilir. Izni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hattâ, onun emrini
yapmak olur. Zinâ eden bâkire kıza yüz sopa vurmagı emr etmisdir. Buna bir
sopa fazla vuran, zulm etmis olur. Onu incitmis olur.
Kalb, ya’nî gönül, mahlûkların en üstünü, en sereflisidir. Insan, (Âlem-i kebîr)de,
ya’nî insanın dısında bulunan herseyi kendinde topladıgı için, mahlûkların en
kıymetlisi oldugu gibi, kalb de, (Âlem-i sagîr)deki, ya’nî insanda bulunan herseyi
kendinde topladıgı için ve çok basît ve hulâsa oldugu için çok kıymetlidir. Kendinde
çok sey bulunan, Allahü teâlâya herseyden dahâ yakındır. Insanda bulunan
seylerin bir kısmı, (Âlem-i halk)dandır. Bir kısmı da, (Âlem-i emr)dendir. [Âlem-i
halk, madde ve ölçü bulunan mahlûklardır. Âlem-i emr, madde olmıyan ve ölçülemiyen
seylerdir.] Kalb, bu iki âlem arasında (berzah)dır, vâsıtadır. Insan tesavvuf
yolunda ilerlerken, önce insanda bulunan latîfeler, (Âlem-i kebîr)deki asllarına
yükselir. Meselâ, insan önce, kendindeki suyun aslına yükselir. Sonra, havanın
aslına, sonra harâretin aslına, bundan sonra, (Âlem-i emr)in latîfelerinin asllarına,
sonra kendinin rabbi olan [ya’nî terbiye edicisi, yetisdiricisi olan] bir ismin
bir kısmına, sonra Allahü teâlânın bu isminin bütününe, sonra Allahü teâlânın diledigi
derecelere yükselir. Kalb böyle degildir. Bunun yükselecegi, ulasacagı bir
aslı yokdur. O, dogruca zât-ı ilâhiye yükselir. Onun yükselmesi, bilinmeyen, anlasılamıyan
zâta olur. Fekat, yukarıda bildirilen yükselmeler olmaksızın, yalnız kalb
yolundan yükselmek güçdür. Her yükselmeyi ayrı ayrı geçdikden sonra, kalb yolundan,
dogruca ulasmak kolay olur. Çünki, kalbin herseyi kendinde bulundurması
ve genis olması da, o derecelere yükselmesinden sonra olur. Burada kalb dedigimiz,
herseyi kendinde toplıyan, herseyden genis olan latîfedir. Herkesin anladıgı
et parçası degildir.
Hakâyık bahrinin ey cân, dürri yektâsıdır Ârif,
meârif gülistânının, gülü ra’nâsıdır Ârif.
Fesâhatde, belâgatde, letâfetde mükemmeldir,
gizli olan ma’nâların, genis deryâsıdır Ârif.
Nefse köle olanlara, bunlar tekellüm eylemez,
kalb ve rûh bilgilerinin, fekat üstâdıdır Ârif.
Tesavvufdan egerçi dem, vuran çokdur her tarafda,
dîni, îmânı da bilmez, yalnız esmâsıdır Ârif.
Ârif olmak için zîrâ, hayât-ı câvidân ister,
karanlıklarda nûr salan, Hakkın mâhtâbıdır Ârif!
– 914 –
33 — IKINCI CILD, 76. cı MEKTÛB
Bu mektûb, mevlânâ Hüseyne yazılmıs olup, Arsı ve Kürsîyi bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun begendigi, seçdigi kullarına selâm olsun!
Ars-ı Mecîd, Allahü teâlânın sasılacak mahlûklarından biridir. Âlem-i halk ile
âlem-i emr arasındadır. Âlem-i kebîrdendir. Âlem-i halkın en büyügüdür. Âlem-i
halka da benzer, âlem-i emre de benzer. (Âlem-i halk), [madde âlemidir] yerler,
daglar, gökler olup, [bu âleme (Âlem-i sehâdet) de denir. (Âlem-i mülk) de denildigi,
(Resehât)da yazılıdır] bu âlem, altı günde yaratılmısdır. Fussılet sûresinde, dokuzuncu
âyetde meâlen, (Yer küresini iki günde yaratdı) buyuruyor. Ars, âlem-i
halkdan önce yaratıldı. Nitekim, Hûd sûresinde, yedinci âyet-i kerîmede meâlen,
(Allahü teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yaratdı ve Arsı, su üzerinde idi) buyuruldu.
Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldıgını gösteriyor. Demek
ki Ars, yerin yapısında olmadıgı gibi, göklerin yapısına da benzemez. Çünki
Ars, âlem-i emre çok benzer. Bunlar ise, hiç benzemez. Ars, yerden ziyâde, göklere
benzer. Bunun için göklerden sayılmakdadır. Fekat o, yer küresi olmadıgı gibi,
gök de degildir. O hâlde, yere ve göke benzer tarafı yokdur.
Kürsîye gelince, Bekara sûresi, ikiyüzellibesinci âyeti olan Âyet-el-kürsîde
meâlen, (Onun Kürsîsi, göklerden ve yerden genisdir) buyuruldu. Demek ki,
Kürsî de, göklerden baska bir seydir. Kürsî, âlem-i emrden degildir. Çünki, Arsın
altında oldugu söylenilmisdir. (Âlem-i emr) ise, Arsın üstündedir. [Maddeli ve zemânlı
degildir. Âlem-i emre, (Âlem-i melekût) ve (Âlem-i ervâh) da denir.] Kürsî,
âlem-i halkdan olunca ve göklerden ayrı olarak yaratıldıgı için, bu altı günün
dısında yaratılması lâzım geliyor. Nitekim, âlem-i halkdan olan su, altı günün dısında
yaratıldı ve dahâ önce yaratıldı. Kürsî için bize birsey bildirilmediginden onu
baska zemâna bırakıyorum. Bilgi vermesini, Hak celle ve âlânın lutfünden, kereminden
bekliyorum. Yâ Rabbî! Bilgimizi artdır!
Yukarıdaki yazı, iki sübheyi aydınlatmıs oldu: Biri, yer ile gökler olmayınca, altı
gün nasıl belli olur? Pazar günü, pazartesiden nasıl ayırd edilir? Arsın göklerden
önce yaratıldıgı bilinince, zemânın belli olacagı anlasılır ve günler hâsıl olur.
[Gece gündüz olması lâzım degildir. Nitekim, kutublarda altı ay gündüz ve altı ay
gece oluyor. Fekat altı aylık, ya’nî yüzseksen günlük zemân diyoruz.] Günlerin birbirinden
ayrı olması için, günesin dogup batması sart degildir. Nitekim, Cennetde
günler ayrı ayrı olacakdır. Hâlbuki, Cennetde günesin dogup batması yokdur.
Ikinci sübhe, bu fakîrin [ya’nî Imâm-ı Rabbânînin] bilgisine göredir. Allahü teâlâ,
hadîs-i kudsîde, (Yere ve göke sıgmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sıgarım)
buyurdu. Buradan anlasılıyor ki, tam zuhûr, mü’min kulun kalbine mahsûsdur.
Hâlbuki, birkaç mektûbda tam zuhûr, Arsa mahsûsdur demisdim ve kalbdeki
zuhûr, Arsdaki zuhûrdan bir suâ’ oldugunu bildirmisdim. [Kelimeleri Peygamberimizden
“sallallahü aleyhi ve sellem”, ma’nâları, Allahü teâlâdan olan
hadîs-i serîflere, (Hadîs-i kudsî) denir.] Yukarıda bildirilenden anlasıldı ki, Ars-ı
mecîdin hâli, hükmü, yerin ve göklerin hâli, hükmü gibi degildir. Mü’minin kalbine
sıgmaz ve Arsa sıgar. Cevâbı sudur ki, yer ve gökler ve bunların içinde bulunan
hersey, böyle genis degildir. Yalnız mü’min kulun kalbinde bu genislik vardır. Hadîs-
i kudsîde, kalbin, yer ve göklere göre genis oldugu bildirildi. Bütün mahlûkâta
göre genis buyurulmadı ki, Ars da hesâba katılmıs olsun. O hâlde, baska mektûblardaki
yazılarımız, hadîs-i kudsîye uymuyor denilemez.
Ars-ı mecîde tam zuhûr vardır. Yeri ve gökleri, içindekilerle berâber, Arsın karsısına
korsak, hemen yok olurlar ve eserleri bile kalmaz. Yalnız, mü’min insanın
kalbi kalır. Çünki, ona benzemekdedir.
Arsın üstündeki âlem-i emre olan zuhûr öyledir ki, Ars da bunun yanında hiç
kalır. O hâlde, her üst makâma olan zuhûr, asagısına göre hep böyledir. Âlem-i emr
– 915 –
bitince, hayret ve cehl âlemi baslar. Bu âlem için, ma’rifet olursa, mahlûkların aklına,
anlayısına uymıyan, bilinmiyen bir ma’rifetdir.
Insanın ve kalbin kemâlini de biraz bildirelim: Ars-ı mecîd her ne kadar en genisdir
ve tam zuhûra mâlikdir. Fekat, kavusmus oldugu bu ni’metden haberi yokdur.
Bu kemâle sü’ûru olmaz. Insan kalbi ise, sü’ûrludur. Kendini bilir. Kalbin bir
ikinci serefi, üstünlügü de sudur ki, bir insanın hepsi (Âlem-i sagîr) [küçük mahlûk]
dir. (Âlem-i halk) ile (Âlem-i emr)den meydâna gelmisdir. Bunların toplanması
ile, bir hey’et, birlik hâsıl olmusdur ki, ayrı bir ehemmiyyet, hükm tasır.
(Âlem-i kebîr)de [insandan baska, bütün mahlûklarda] böyle bir hey’et yokdur.
Eger varsa, hakîkî degil, görünüsdedir. Bu hey’et yolu ile insana ve insanın kalbine
gelen feyzler, fâideli seyler, Âlem-i kebîre ve bu âlemin kalbi gibi olan Arsa pek
az nasîb olur. Insanda bulunan toprak maddeleri, bütün âlemin yapı tasıdır. Çok
uzak oldugu hâlde, en çok onda zuhûr etmekdedir. Toprak maddelerinin kemâlâtı,
âlem-i sagîrin [insanın] bütün hey’etine sirâyet etmisdir. Âlem-i kebîrde böyle
bir hey’et [topluluk] bulunmadıgından, orada sirâyet etmez. O hâlde, insan kalbi,
bu kemâlâta da mâlikdir. Ars ise, mâlik degildir.
Kalbe mahsûs olan bu kemâlât, bu üstünlükler, bir bakımdan olan üstünlükdür.
Her bakımdan üstünlük, Arsa olan zuhûrdadır. Arsa, çölleri, ovaları aydınlatan,
genis bir ısık kaynagı dersek, kalb, o kaynakdan yakılmıs bir kibrit gibidir. Su kadar
var ki, ba’zı seyler katarak, bu kibritin ısıgı baska dürlü parlatılmakdadır. Bu
parlaklık, bir bakımdan olan bir üstünlükdür. Herseyin hakîkatini, özünü dogru
olarak, ancak Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bizlere verdigin nûru temâmla, günâhlarımızı
magfiret et! Sen herseyi yapabilirsin! Efendimiz Muhammed aleyhisselâma
ve Âline ve Eshâbına “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” ve Peygamberlerin
ve yakın olan meleklerin hepsine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, Allahü teâlâ
iyilikler, selâmetler ve bereketler versin!
Azrâil, basına geldigi zemân,
kırılır ayakla kol, yavas yavas.
Mevlâm nasîb etsin din ile îmân,
akar gözlerinden sel, yavas yavas.
Yüksek uçan gönül, yorulur birgün,
ölçü terâzîsi, kurulur birgün.
Herkesin yapdıgı, sorulur birgün,
döner mi, yâ Rabbî, dil yavas yavas.
Hep nefsine uydun, tevbe etmedin,
her buldugun yidin, sükr etmedin.
Nihâyet, bu kara topraga geldin,
çekilir dünyâdan el, yavas yavas.
Kabrin üzerine dikerler tası,
bir avuç topraga koyarsın bası.
Baba, oglun görmez, kardes kardesi,
gider, geri dönmez yol, yavas yavas.
Kâfûrlu, ılık suyu koyarlar,
o nazlı bedeni, tekmîl soyarlar.
Öldügünü konu komsu duyarlar,
gelir geri ahbâblar, yavas yavas.
– 916 –
34 — ÜÇÜNCÜ CILD, 11. ci MEKTÛB
Bu mektûb, seyyid mîr Semsüddîn Alî Halhalîye yazılmısdır. Âlem-i emrden ve
âlem-i halkdan insanda bulunan on parçayı bildirmekde ve insan kalbinin Arsdan
dahâ üstün oldugunu açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdigi, sevdigi kullarına selâm olsun! Insan,
on parçadan meydâna gelmis bir topluluk nümûnesidir. Bu on parça, (Anâsır-
ı erbe’a) dedikleri, normal fizik sartları altında, sulb, mâyı’ ve gaz hâlinde bulunan
maddeler ve enerji ve insanın nefsi, kalbi, rûhu, sır ve hafî ve ahfâ denilen
latîfeleridir.
[(Nebrâs)da ve bunun Muhammed Berhurdâr Mültânî “rahmetullahi teâlâ
aleyh” hâsiyesinde, yüzondördüncü sahîfesinde diyor ki: Abdüllah bin Ömerin “radıyallahü
anhümâ” (Allahü teâlâ, mahlûkları, su, hava, nûr ve zulmetden yaratdı)
dedigi, (Taberânî)de yazılıdır. Buradaki nûr, [Yunan felsefecilerinin ates dedikleri]
ısı enerjisidir [ki, baska enerjilere dönebilir]. Zulmet dedigi de, toprak maddeleridir.
Bundan anlasılıyor ki, bütün cismler, katı, sıvı ve gaz hâlindeki maddelerle
enerjiden yapılmısdır. Ya’nî, her maddede enerji vardır.]
Insanda bulunan bütün organlar ve kuvvetler, hep bu on seyden hâsıl olmakdadır.
Bu on parça birbirine benzemez. Birbirine zıddır. [Birbirlerini kendi sekline
sokmak isterler.] Basdan bes parçası, (Âlem-i halk)dandır. Ya’nî maddedirler. Bunlar,
birbirlerine zıd oldukları gibi, (Âlem-i emr)den olan diger bes parça da birbirlerine
zıd olup herbirinin baska vazîfesi vardır. Bu on parçadan biri olan (Nefs-i nâtıka),
ya’nî insanın nefsi, hep kendi isteklerinin yapılmasını ister. Baska hiçbirseye
boyun bükmez.
Allahü teâlâ, birbirine zıd olan bu on parçayı bir araya toplamıs, yeni bir özellik
sâhibi, bir birlik meydâna getirmisdir. Buna insan seklini vermisdir. Insan bu
on parçadan hâsıl olmus bir birlik oldugu için, Allahü teâlânın yeryüzünde halîfesi
olmak serefine mâlik olmusdur. Insandan baska hiçbir mahlûk bu serefe mâlik
degildir. (Âlem-i kebîr) denilen, insandan baska bütün varlıklar, çok büyük oldukları
hâlde, hiçbirinde bu on parça bir araya toplanmıs degildir. Bütün insanlar,
bu serefde ortakdırlar. Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en sereflisi Arsdır. Ona
olan tecellî, baska mahlûklara olan tecellîlerden üstündür. Çünki, Arsa olan tecellî
öteki tecellîlerin toplamıdır. Arsa olan tecellî, Allahü teâlânın bütün ismleri ile
ve sıfatları iledir ve dâimî, kesiksiz tecellîdir. Kâmil bir insanın kalbi, birçok bakımdan
Ars gibidir. Bunun için, öyle kalbe (Arsullah) denir. Bunun için, Arsa olan
tecellîye yakın bir tecellîye kavusur. Arsa olan tecellî, tamdır. Ârifin kalbine olan
tecellî ise, bundan bir parçadır. Fekat, kalbde, Arsın mâlik olmadıgı baska bir üstünlük
vardır. Bu üstünlük, tecellî edene su’ûrdur. Onu tanımakdır. Kalb, tecellî
edene, zâhir olana tutulur, onu sever. Arsda böyle sevgi yokdur. Kalbde bu su’ûr
ve bu sevgi bulundugu için, kalb ilerliyebilir, yükselebilir. Hem de yükselmekdedir.
(Insan, sevdigi ile berâber olur) hadîs-i serîfi bunu bildirmekdedir. Kalb, sevgilisi
ile berâber olmakdadır. Allahü teâlânın ismlerini ve sıfatlarını sevdi ise,
onlarla berâber olur. Eger zât-ı ilâhiyyeyi sevdi ise, ismleri ve sıfatları asarak
ötelere ulasır. Ars, ismlerin ve sıfatların ötesindeki tecellîlere kavusamaz. Vesselâm.
Menba-ı feyzu meânî meclis-i Abdülhakîm,
menzil-i kurb-ı ilâhî, sohbet-i Abdülhakîm.
Melce-i bî-çâre-gândır, derde dermandır Hakîm.
ma’den-i irfân, nûr-ı Sübhân, sırr-ı Kur’ândır Hakîm!
– 917 –

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...