03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN ...26 — IKRÂH (KORKUTMAK) ve HICR (YASAKLAMAK)

26 — IKRÂH (KORKUTMAK) ve HICR
(YASAKLAMAK)
Mü’mini ve zimmîyi ikrâh etmek, korkutmak büyük günâhdır.
Ibni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, besinci cildde ve (Dürer-ül-hükkâm) 949.
cu maddede buyuruyor ki, (Ikrâh), bir insanı, istemedigi birseyi yapması için,
haksız olarak zorlamak demekdir. Birini zorlamanın ikrâh olması için dört sart lâzımdır.
Zorlayanın, korkutdugu seyi yapabilecek kuvvetde olması, zorlananın
korkutulan seyin muhakkak yapılacagını bilmesi, korkutulan seyin, ölüm veyâ bir
uzvun kesilmesi veyâ üzücü birsey olması, zorlanan seyin, yapılmaması gereken birsey
olması lâzımdır. Ikrâh iki dürlü olur: Mülcî olan ve mülcî olmıyan ikrâh.
(Mülcî) tam, agır olup, insanın rızâsını ve ihtiyârını yok eder. Zorlanan seyin yapılması
zarûrî olur. Bu da, ölüm, bir uzvun telef olması veyâ bu ikisine sebeb olacak
habs ve dayakdır. Bütün malın telef edilmesi ile ikrâh olunmanın da (Mülcî)
olacagı Ibni Âbidînde yazılıdır. [Zarûrî olan nafakayı te’mîn etmek için çalısmaga
mâni’ olunması ve baska çalısacak yer bulamamak korkusu, (mülcî olan ikrâh)
sayılacagı buradan anlasılmakdadır.] (Mülcî olmıyan) ikrâh, yalnız rızâyı yok eder
ki, bir günden ziyâde habs veyâ siddetli dayak ile korkutulmakdır. [Böyle ikrâh da,
küfr-i hükmî için özr olur.] Ilm, seref sâhiblerini tekdîr etmek, sert söylemek, bunlar
için ikrâh olur. Mahrem akrabânın habs edilmesi de ikrâh olur. Sultânın [Hükûmetin,
kanûnların] emrleri ikrâh demekdir. Ikrâh ile yapdırılması istenen sey
birkaç çesiddir:
1 — Yapması câiz, yapmaması ise sevâb olan seylerdir. Mülcî ikrâh ile küfre sebeb
olan söz söylemek, Resûlullahı kötülemek böyledir. Fekat, bunları söylerken
Tevriye etmesi, ya’nî Muhammed ismindeki baskasını düsünmesi, puta, heykele secde
ederken, Allahü teâlâya secde etmegi düsünmesi lâzımdır. Böyle düsünerek de
bunlara secde etmesi mekrûh olur. Tevriye etmek lâzım oldugunu hâtırlayıp da, etmezse,
kâfir olur. Hâtırına gelmezse ma’zûr olur. Nemâz kılmamak ve Kur’ân-ı kerîmde
bildirilen bütün emrler, kendinin ve baskasının malını telef ve müslimânı sögmek,
iftirâ etmek ve kadının zinâ ile ikrâhı ve livâta böyledir. Baskasının malını almak
zulmdür. Zulm, küfr gibi hiç halâl olmaz. Zimmînin dahî malını yimek, serâb
içmekden dahâ büyük harâmdır. Ikrâh eden, malı öder. Sultândan baska birinin yapdıgı
ikrâhda, emr edenin veyâ me’mûrunun hâzır olması lâzımdır. Livâta, zinâdan
dahâ büyük harâmdır. Zevcesini bosamak da, bu çesid ikrâhdır. [Mülcî olmıyan ikrâh
ile kadının basını açmasının câiz olacagı anlasılmakdadır.]
2 — Mülcî ikrâh ile yapması harâm olan seylerdir. Bir müslimânı veyâ zimmîyi
öldürmek veyâ bir uzvunu kesmek veyâ bunlara sebeb olacak kadar habs etmek
ve dögmek, erkegin zinâ için ikrâh edilmesi böyledir. Öldürürse, kısâsı ikrâh edene,
günâhı ise öldürene olur. Ikrâh edilmiyen bir kimse, kolunun kesilmesine izn
verse, tıbbî lüzûm olmadıkca, bunun kolunu kesmek günâh olur. Öldürmek için
ölüm ile tehdîd edilse, ölecek olan izn verirse, öldürülünce günâha girer. Devlet
– 897 – Se’âdet-i Ebediyye 3-F:57
baskanı el kesmek için ölüm ile tehdîd edince, kesmesi câiz olur. Kendi elini kesmesi
için ölüm ile tehdîd edilenin, kendi elini kesmesi câiz olur. Kendini öldürmesi
için ölüm ile tehdîd edilenin kendini öldürmesi câiz olmaz.
[Buradan anlasılıyor ki, düsmanın eline geçince, ırzlarına saldırılıp, iskence yapıldıkdan
sonra öldürüleceklerini anlıyan kimsenin, kendini ve yakınlarını öldürmesi
câiz degildir. Kadının ırzına dokunulması, önceki birinci çesidde bildirildi].
(Cihâd bahsi)nde, (Harb edince öldürülecegini, etmezse esîr olacagını anlıyan,
düsmana saldırmaz. Düsmana zarar verecegini bilerek saldırıp öldürülürse, câiz
olur. Düsmana zarar vermiyecek ise, saldırması câiz olmaz. Müslimân fâsıkları günâhdan
men’ etmek böyle degildir) buyurulmakdadır. [Birinci kısmın kırkbirinci
ve ikinci kısmın dördüncü ve (Mecelle)nin 1003. cü maddelerine bakınız! (Mektûbât-
ı Ma’sûmiyye) üçüncü cildinin 55. ci mektûbunda, bu husûsda genis bilgi vardır.]
3 — Mülcî olan ikrâh ile yapması halâl, hattâ farz, yapmayıp ölmesi günâh olan
seylerdir. Serâb, kan içmek, les, domuz yimek böyledir. Çünki, mülcî ikrâh ile bunları
yimek zarûret olur. Mülcî ikrâh ile baskasının malı telef edilince, ikrâh eden
öder. Mülcî olmıyan ikrâhda ise, telef eden öder.
Mülcî olan veyâ olmıyan bir ikrâh ile yapılan sözlesmeler [akd] sahîh olmaz. Çünki,
sahîh olmaları için rızâları ile yapılması lâzımdır. Meselâ, malını satan veyâ birseyi
satın alan, kirâya veren, hediyye veren, borcunu ibrâ veyâ te’cîl eden, borcu
oldugunu söyliyen kimse, korkudan kurtulunca, isterse bunlardan vaz geçebilir, isterse
râzı olur. Zorla satdırılan malı alan kimse, bu mala mâlik olur. Çünki, böyle
bey’ fâsiddir. [Suç ikrâr etmesi, evet demesi için karakolda polislerin ikrâh, iskence
yapması câiz degildir. Böyle verdigi ifâdeyi, sonra red etmek hakkı vardır.]
Mülcî olmıyan ikrâh ile de yapılan nikâh, talâk, nezr, yemîn, ric’at, ya’nî bosadıgı
kadını tekrâr alması sahîh olur. Ikrâh bitince, nikâhdan ve talâkdan vazgeçebilir.
Nezrden vazgeçemez. Nezr olarak verdigini, ikrâh edenden istiyemez. Ikrâh
edilerek borclusunu afv etmesi ve mürted olması sahîh olmaz.
Mülcî olmıyan ikrâh ile les, kan, domuz yinmez. Serâb içilmez ve müslimânın
malı telef edilmez. Çünki, mülcî olmıyan ikrâh ile zarûret hâsıl olmaz. Ölmemek
için les, domuz yinir ve kan, serâb içilir. Yimez, içmez de ölürse Cehenneme gider.
Mülcî ikrâh ile, bu serâbı iç, su malını sat denilse, malını satar. Ikrâh bitince, ister
fesh eder, isterse kabûl eder. Serâbı içmesi de câiz olur. Câiz olacagını bilmedigi
için, içmez ve satmaz da öldürülürse, sehîd olur. Sultânın müsâdere etmesi, ya’nî
haksız olarak, zulm ile para, mal istemesi ikrâh olur. Bunları vermek câiz olur.
HICR — Ba’zı kimseleri, ba’zı sözlesmelerden ve islerden men’ etmek demekdir.
[(Mecelle)nin 941. ci ve sonraki maddelerine bakınız!]. Bir çocuk, satın alınan
malın mülk olacagını ve satınca mülkden çıkacagını anlarsa, buna (Mümeyyiz),
ya’nî akllı denir. Mümeyyiz olmıyan çocukların bütün sözlesmeleri bâtıldır.
Mümeyyiz olan çocugun zararlı olan islerdeki sözlesmeleri, velîsi izn verse de, sahîh
degildir. Talâk vermesi, köle âzâd etmesi, birine borçlu oldugunu söylemesi,
ödünc, sadaka hediyye vermesi böyledir. Fâideli olan isler için sözlesmeleri velîsi
izn vermese de sahîh olur. Hediyye, sadaka kabûl etmesi, ücret ile yapdıgı isin
ücretini alması böyledir. Baskasının vekîli olan akllı çocugun, vekîli oldugu kimsenin
malı için ve talâkı için olan sözleri kabûl edilir. Zararlı da, fâideli de olabilen
sözlesmelerinin sahîh olması için, velîsinin izn vermesi lâzımdır. Kendi malı ile
bey’ ve sirâsı böyledir. Bunamıs olan ihtiyârlar da, mümeyyiz çocuk gibidir. Alısverislerini,
velîleri isterse kabûl, isterse red eder. Bir malı veyâ canı telef ederlerse,
öderler. (Hadîka)da dil âfetlerinin yirmincisinde diyor ki: (Çocugun kendi
malını kullanması mahcûr oldugu gibi, baskasına hizmet etmesi de, ancak velîsinin
izni ile câiz olur. Bir sabî, bir kabı havuzdan doldursa, sonra tekrâr havuza dökse,
kimsenin bu havuzdan su içmesi halâl olmaz. Çünki, çocuk, havuzdaki, herke-
– 898 –
se mubâh olan sudan doldurup aldıgına mâlik olur. Bunu havuza dökünce, havuzdaki
suya, çocugun hakkı karısmısdır. Zengin olan anası, babası ve hiç kimse, bu
havuzdan içemez ve kullanamaz. Içebilmeleri ve kullanabilmeleri için, bütün havuzu
bosaltarak, tekrâr doldurmak [veyâ (Mecelle)nin 1128. ci maddesinde bildirilen
(Sirket-i mülk) kısmeti, ya’nî dagılması hükmüne uyularak, havuzdan çocugun
dökdügü su kadar su alıp velîsine vermek] lâzımdır. [Böyle yapılması (Bey’ ve
sirâ risâlesi)nin sonunda da yazılıdır. Velî kendisine verilen suyu çocuk için kullanır.
Çocugun, umûmî çesmeden alıp getirdigi su da böyledir. Velî, çocugun malını
kimseye hediyye edemez. Birine hediyye etmek isterse, evvelâ bunun kıymeti
kadar parayı ona hediyye eder. O da, bu para ile çocugun malını velîsinden satın
alır. Bu para çocugun olur. Velî, kendi parası ile, çocugun kullanması için aldıgı
seyleri diledigine hediyye edebilir. Çocuk malını anasına babasına verse,
bunların mülkü olmaz.]).
Ibni Âbidînde diyor ki, (Iki imâma göre, sefîh olan ya’nî, nafaka te’mîn ederken,
malını isrâf eden, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyenin ve aklın uygun görmedigi lüzûmsuz yere
harc eden ve harâmlara sarf eden âkıl ve bâlig kimse de, çocuk gibi, hâkim tarafından
hicr edilir. Fetvâ da böyledir. Lüzûmsuz yere hayra da verse, meselâ câmi’
yapmakda isrâf etse, sefîh olur. Içki, zinâ gibi mal sarfı olmıyan günâhları yapana sefîh
denmez, fâsık denir. Alısverisde fazla aldanan da sefîh sayılır. Islâmiyyetden ayrılmak
için hîle-i bâtıla ögreten hocalar, câhil tabîb ve eczâcılar ve hîleli iflâs yapan
tüccârlar, câhil hâkimler, hîle yapan satıcılar, ihtikâr yapanlar, hicr edilir. Islerinden
men’ edilir. Câhil, fâsık müftîler de hicr edilir.) (Mecma’ul-enhür)de diyor ki, (Iki
imâma göre, borclu, alacaklının talebi üzerine, hicr olunur. Hâkim, borcluyu habs
etdikden sonra, onu hicr eder. Sonra, onun bilgisi ile, onun mallarını satdırarak, nafakası
lâzım olanların nafakasını öder. Geri kalan ile borclarını öder. Parası yetismezse,
ihtiyâcından fazla olan esyâsını satar. Bu da yetismezse, ihtiyâcından fazla
olan binâlarını satar. Fetvâ böyledir). Hicr edilmis olan, sefîh veyâ iflâs etmis kimsenin,
nikâhda ve talâkda sözü geçer. Çünki evlenmek masrafı, ihtiyâc esyâsındandır.
Zekât olarak malının kırkda birini ayırması için, kâdî [ya’nî hâkim], sefîhe malını
teslîm eder. Fekat, bu arada, uygunsuz yere sarf etmemesi için, yanında emîn birini
bulundurur. Hacca gitmesine de mâni’ olunmaz. Yol parasını isrâf etmesin diye,
emîn birine teslîm olunur. Baba, ced, çocuga velî olur, sefîh adama olmaz.
Resîd olmıyan çocuk, bâlig olunca, malını kullanmaga hak kazanır. Fekat, rüsdü
ya’nî sefîh olmadıgı görülmezse, yirmibes yasına kadar, malı kendine verilmez.
Iki imâma ve üç mezhebe göre, rüsdü görülmedikce, ihtiyârlasa dahî, malı verilmez.
Malında tesarrufu, hâkimin izn verdigi kadar sahîh olur. Bir kimse resîd oldugunu
söylese, alacaklıları da, sefâhetden kurtulmadı deseler, iki taraf da sâhid
gösterse, kâdî rüsdünü kabûl eder.
Oniki yasını dolduran oglan ve dokuz yasını dolduran kız, bâlig oldugunu söylerse,
kabûl edilir. Söylemezlerse, onbes yasını doldurunca bâlig kabûl edilirler.
Çocugun velîsi, üçüncü kısm üçüncü ve dördüncü maddede bildirilmisdir.
Ölüm hastası, küçük çocuguna bırakacagı malını, bu çocugun ihtiyâclarına sarf
etmesi için birini vasî ta’yîn edince, çocuk âkıl bâlig oldukda, resîd olmadıkca, vasîden
malları alamaz. Vasînin, erkek çocugu nikâh yapmaga hakkı olmadıgı gibi,
kız çocukla mahrem olamaz. Evlâdlık edinenlerin, buna dikkat etmeleri lâzımdır.
Ölüm hastası, vasıyyetini yerine getirmek veyâ küçük çocuguna bakmak için birini
vasî ta’yîn etse, bu da vasî olmagı kabûl etse, hasta öldükden sonra, vasîlikden
vazgeçemez. Yetîm için babasının veyâ ceddinin veyâ hâkimin ta’yîn etdigi vasî,
yetîmi, yalnız malını tasarruf etmek için evlâd edinmis olur. [Bir adam, bir kızı (Evlâd
edinmek) ile, kendi kızı gibi olamaz. Her zemân kendisine yabancıdır. Büyüdügü
zemân, onun, elinden, yüzünden baska yerlerine bakamaz ve dokunamaz. Kızın,
bu adamdan da örtünmesi lâzım olur. Bu adam bununla evlenebilir ve oglu ile
– 899 –
evlendirebilir. Bununla sefere gidemez ve halvet yapamaz. Birbirlerinden mîrâs
alamazlar. Bir adamın evlâd edindigi oglan da böyledir. Bâlig oldukdan sonra, bu
adamın zevcesine ve kızına yabancı olur. Bu kızla evlenebilir. Bu oglan evlenirse,
zevcesi bu adamın gelini olmaz. Yabancı bir kadın olur. (El-halâl vel-harâm)da diyor
ki, (Yabancı çocugu kendi öz evlâdı olarak i’lân etmek harâmdır. Ahzâb sûresinin
dördüncü âyeti ile yasak edilmisdir). (Kâdîhân)da diyor ki, (Bâliga kız veyâ
velîsi, noksân mehr ile veyâ küfvü olmıyana nikâh için tehdîd edilse, sonra bunu
fesh edebilirler).]
(Esbâh)da ve bunun serhı olan (Uyûn-ül-besâir)de diyor ki: (Çocuga hiçbir ibâdet,
hattâ, Hanefîde zekât da farz degildir. Hiçbirsey harâm degildir. Çocuga
ta’zîr yapılır. Had vurulmaz. Kısâs yapılmaz. Amden öldürdügü, hatâ kabûl edilir.
Aklı olunca, îmân etmesi vâcib olur denildi. Sadaka-i fıtr ve kurbanın, kendi
malından vâcib olması da ihtilâflıdır. Topragı varsa, usr ve harâc vermesi lâzımdır.
Zengin ise, zevcesinin ve akrabâsının nafakalarını verir. Fâsid olmıyan ibâdetlerinin
sevâblarına kavusur. Çocuga ilm ögretenlere, iyilik yapdıranlara çok sevâb
verilir. Büyüklere imâm olamaz. Bir kimse, bir çocuga imâm olunca, cemâ’at sevâbı
hâsıl olur. Çocuk velî olamaz. Cum’a ve bayram hutbesi okuması câiz olur. Sultân,
ya’nî devlet reîsi olabilir ise de, milleti idâre için bir vâlî ta’yîn eder. Izn verilince
da’vâ açabilir ve yemîni kabûl edilir. Ezân okuması sahîh ise de, mekrûhdur.
Farz-ı kifâyeyi yapması ile, büyüklerden sâkıt olmaz. Birseyi yapması için çocuga
izn vermek câizdir. Çocugun iznli oldugunu ve getirdigi seyin hediyye oldugunu
söylemesi kabûl edilir. Satdıgı seyi, iznli oldugunu sorup anladıkdan sonra,
almak câiz olur. Çocugun [baskasının malından] getirdigi hediyyeyi ve sadakayı
almak da böyledir. Çocugun iznli oldugunda sübhe edilirse, arasdırmak lâzım
olur. Ögrenmesi için çocuga Kur’ân-ı kerîm vermek câiz olur. Kız çocugun küpe
için kulagını delmek câizdir. Çocuga gelen hediyyeyi, çocuga zarûrî lâzım degilse,
yalnız fakîr olan anası babası yiyebilir. [Baska fakîrlere de yidiremezler.] Ana baba
fakîr degil, fekat kendilerinde bulunmayan birsey ise, yiyebilirler ve kıymetini
çocuga öderler. Anaya babaya hediyye etmek niyyeti ile getirilen seyi, kıymetsiz
oldugunu bildirmek için, çocuga hediyye diyerek verilirse, anaya babaya getirilmis
olur. Bunu, zengin iseler de yiyebilirler ve dilediklerine verebilirler. Akllı
çocuk, alıs verise ve zekât vermege vekîl yapılabilir. Iznli olsa dahî kefîl olamaz.
Çocugun selâmına cevâb vermek vâcib olur. Çocuga selâm vermek câizdir. Müslimân
olması sahîh olup, mürted olması sahîh degildir. Mürted olmaga sebeb
olunca öldürülmez. Besmele ile kesdigi yinir. Kadınlara bakması ve halveti câizdir.
Küçük kız, mahrem olmıyan emîn kimse ile sefere çıkabilir. Çocuk kaçıran, kız
kaçıran, birinin zevcesini kaçıran, bunları getirinciye veyâ ölüm haberleri gelinciye
kadar habs olunur. Çocuga tehlükeli is yapdırınca çocuk ölürse, yapdıran diyetini
öder. Çocuk çukura, suya düsüp ölürse, anası babası cezâlanmaz. Elinden
düsürüp ölürse, keffâret lâzım olur ki, altmıs gün oruc tutar. Çocugun anasından,
babasından iznsiz herhangi bir sefere çıkması câiz degildir. Ananın babanın, günâh
olmıyan emrlerine itâ’at etmesi farz-ı ayndır. (Berîka)da, ayak âfetleri basındaki
hadîs-i serîfde, (Ananın, babanın yüzüne merhamet ile bakana, makbûl hac
sevâbı verilir) buyuruldu. Bâlig olan çocugun da, seferin tehlükeli olması veyâ kendisine
muhtâc olmaları hâlinde, iznleri olmadan gitmesi câiz degildir. Ana baba olmazsa,
ced ve cedde onların yerine geçer. Bunlardan iznsiz yapılan hac mekrûh olur.
Ana-baba veyâ babanın terbiye için izn verdigi hoca, çocugu elleri ile üç def’a vurarak
terbiye edebilirler. Fakîr oglunu da evlendirmek babaya vâcibdir. Çocugun
malını ona harc etmege, babası veyâ dedesi velî olur. Anası olmaz. Anası, kendi
yanında kalan çocugun ihtiyâcını onun parası ile satın alabilir.)
(Hadîka), ikinci cild besyüzdoksanbirinci sahîfede diyor ki, (Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanan kadının üç gün-
– 900 –
lük yola, zevci veyâ zî-rahm-i mahreminden biri ile gitmesi halâl olur) buyurdu. Yâ
Resûlallah! Zevcem hacca gidiyor. Ben cihâda gidiyorum. Yanında bulunamıyacagım
denildi. Buna, (Cihâdı bırak. Zevcen ile birlikde hac yap!) buyurdu. Bu hadîs-
i serîfe göre, zevcesini hacca götürmek için, baska mahremi bulunmaz ise, zevcin
cihâddan geri dönmesi lâzımdır. Çünki, zevceyi harâmdan korumak farz-ı
ayndır. Kadının, mahremsiz sefere çıkması câiz olmadıgı gibi, yabancı erkeklerin
ve mahremleri ile giden kadınların da, bir kadını sefere götürmeleri câiz degildir.
Kadının hacca gitmesi için de, yanında mahremi veyâ zevci bulunması lâzımdır. Kız
kardesinin zevci, ya’nî eniste ve teyzenin zevci, kadının mahremi degildir. [Bunların
mahrem olmadıkları (Ni’met-i islâm)ın hac kısmında ve (Alî efendi fetvâsı)nda
yazılıdır.] Mahremin emîn ve âkıl ve bâlig olması lâzımdır. Müslimân da, zimmî de
olabilir. Mecûsî olamaz. Müslimân bir kadın, mecûsî olan mahremi ile ve emîn olmıyan
mahremi ile ve bâlig olmamıs akllı çocuk mahremi ile sefere çıkamaz.
[Böyle çocugun bulunması, halvete mâni’ olamaz.] Bâliga olmamıs, gösterisli kız
da, kadın gibidir. Ya’nî mahremsiz sefere çıkamaz. Hanefî mezhebinde, kadının
mahremsiz sefere çıkması, sözbirligi ile harâmdır. Sâfi’î mezhebinde, kadının
mahremi olmadan, emîn kadınlarla birlikde, yalnız hacca gitmesi câizdir). Hanefî
kadın, Sâfi’îyi taklîd ederek, böyle hacca gidemez. Çünki, mezheb taklîdi, ancak
emr olunan bir is yapılırken, mesakkat, sıkıntı oldugu zemân, bu sıkıntıdan kurtulmak
içindir. Mahrem bir erkegi bulunmıyan kadının hacca gitmesi emr olunmadı
ki, Sâfi’îyi taklîd etmek lâzım olsun. Ya’nî, mahremi olmıyan kadına hacca
gitmek farz olmaz.
Asagıdaki yazı (Dürer-ül-hükkâm) [176] maddesi ekinden alınmısdır:
Âdil veyâ hâli belli olmıyan baba, mükellef olmıyan çocugunun binâ ve her malını,
piyasa fiyâtına veyâ aldanarak kendine ve baskalarına satabilir, parasını çocuga
ve fakîr ise, kendine de nafaka yapar. Fâsık ve isrâf eden baba, satamaz. Çocuk
bâlig olunca, müsterîden bunları geri alabilir. Fekat, iki kat fiyâtla satması sahîh
olup, semeni âdil birine emânet verilir. Fakîr baba, gâib olan büyük oglunun
yalnız menkûl mallarını, kendi nafakası için satabilir. Binâsını, topragını satamaz.
Baba yoksa, vasî de yoksa, babanın babası satabilir. Vasî, çocugun yalnız menkûl
mallarını, yalnız baskalarına satabilir. Vasî, meyyit tarafından ta’yîn edilmis ise,
çocugun malını yüzde elli kârla kendine de satabilir. Hâkim tarafından ta’yîn
edilmis ise, kendisi hiç satın alamaz. Ammâ, yetîm çocuklarının nafakaları için, menkûl
mallarını satabilir. Terekede menkûl mal varken, vasî, meyyitin deyni için, binâ
ve toprak satamaz. Deynden fazla malını da satamaz.
Meyyitin borcunu bir vârisi ödese, bunu terekeden alabilir. Meyyitin borclarını
vârisler öderse, alacaklılar, terekeden ödenmesini istiyemezler. Borclar, terekeden
fazla olunca, vârisler, tereke kadarını ödeyip, terekeyi kurtarırız diyemezler.
Vâris olmıyan biri, bütün borcları ödeyip, tereke malları, alacaklılardan zorla
alamaz.
Borc, terekeden çok ise, dâyin, ya’nî garîm, ya’nî alacaklı bir ise, terekenin hepsi
ona verilir. Çok iseler, tereke, alacakları ile orantılı olarak, hepsine dagıtılır. Vakf
alacagının, diger alacaklardan önceligi yokdur. Taksîmden sonra, baska bir garîm
ortaya çıksa, yeniden hepsine bölünür. Vârisler, kendi malları ile, meyyitin borclarını
ödemege zorlanamaz.
Iki sey vardır ki, bunların hasreti,
kimler olursa olsun, yakar herkesi.
Göz kan aglasa, haklarını ödeyemez,
birisi gençlik, biri de, din kardesi!
– 901 –
27 — IKINCI CILD, 46. cı MEKTÛB
Bu mektûb, mevlânâ Hamîd-i Bengâlîye gönderilmis olup, Kelime-i tevhîdin üstünlüklerini
ve islâmiyyetsiz Evliyâlık olamıyacagını bildirmekdedir:
Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Bu güzel kelime, zılleri, hakîkati ve
islâmiyyeti içinde tasımakdadır. Sâlik, nefy [ya’nî (Lâ)] makâmında bulundukca, tâlib
[yolcu] mertebesindedir. (Lâ)yı temâmlayıp, Allahü teâlâdan baska hiçbirsey görmeyince,
yolu temâmlamıs ve (Fenâ) makâmına yetismis olur. Nefyden sonra, isbât
makâmına [ya’nî (Illallah) diyerek sülûkden cezbeye geçince, hakîkat mertebesine]
gelir ve (Bekâ) hâsıl olur. Bu nefy ve isbât ile [(Lâ ilâhe) ve (Illallah) demekle] ve
yolculuk ve hakîkat ile ve bu Fenâ ve Bekâ ile ve bu sülûk ve cezbe ile, (Vilâyet) [Evliyâlık]
ismine kavusur. Nefs, emmârelikden kurtulup, itmînâna kavusur. Müzekkâ
ve mutahhar olur [temizlenir]. Demek ki, Evliyâlık, bu güzel kelimenin ilk yarısı olan
(Nefy ve isbât) sâyesinde ele geçmekdedir. Bu kelimenin ikinci kısmı, Peygamberlerin
“aleyhi ve aleyhimüssalevât” sonuncusunun, Peygamber oldugunu göstermekdedir.
Bu ikinci kısm, islâmiyyeti hâsıl etmekde ve kemâle getirmekdedir. Seyrin
baslangıcında ve ortasında hâsıl olan islâmiyyet, islâmiyyetin sûretidir. Ism ve seklden
baska birsey degildir. Islâmiyyetin aslı, özü, vilâyet hâsıl oldukdan sonra ele geçer.
Bu zemân, Peygamberlerin “aleyhimüssalevât” tam izinde gidenlere, onlara mahsûs
olan (Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olur. Vilâyetin iki parçası olan, yolculuk ve hakîkat,
islâmiyyetin hakîkatini ele geçirebilmek için ve Kemâlat-i nübüvvete kavusabilmek
için, sanki iki sart gibidir. Vilâyet, sanki, nemâzın abdesti ve islâmiyyet, nemâz
gibidir. Ibtidâda, sanki hakîkî [görünen, maddî] necâsetler temizlenmekde,
hakîkatde ise, hükmî [maddeli degil, görünmez] necâsetler temizlenmekdedir. Böyle
tam tahâret sâyesinde, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmaga elverisli olur. Insanı Allahü
teâlâya yaklasdıran mertebelerin en sonu olan nemâzı kılabilecek bir hâl alır. Nemâz
dînin diregidir ve mü’minin mi’râcıdır. Nemâz kılabilecek sekle girer.
Bu güzel kelimenin, bu ikinci kısmını, sonsuz bir deniz gibi gördüm. Bunun yanında,
birinci kısmı, bir damla gibi görünüyor. Elbet, Peygamberlik kemâlâtı yanında,
Evliyâlık kemâlâtı hiçbirsey degildir. [Atomun, günese nazaran agırlıgı ne
olabilir?.] Sübhânallah! Ba’zıları, sası gibi igri görerek, Evliyâlıgı, Peygamberlikden
üstün sanmıs ve özün özü olan islâmiyyeti, kabuk gibi görmüs. Ne yapsınlar,
islâmiyyetin yalnız sûretini, dısardan görebilmisler. Özü, kabuk sanmıslar. Peygamberlerin
halk ile mesgûl olmalarını, noksânlık bilmisler. Bu mesgûllügü, insanların
birbiri ile görüsmeleri gibi sanmıslar. Evliyâlıgı, Allahü teâlâya dogru ilerlemek
oldugundan, dahâ üstün görmüsler. Vilâyet, nübüvvetden dahâ üstündür
demisler. Bunlar bilmiyor ki, kemâlât-i nübüvvetde de yükselirken, vilâyetde oldugu
gibi, Allahü teâlâya dogru ilerlemek vardır. Hattâ, vilâyetdeki ilerleme,
nübüvvetdeki ilerlemenin bir sûreti, görünüsüdür. Nüzûl ederken [ya’nî geri inerken],
vilâyetde de, nübüvvetde de, halk ile [mahlûklar ile] mesgûl olmak vardır.
Fekat, bu mesgûl olmaklar birbirine benzemez. Vilâyetde, (Zâhir), [ya’nî beden
ve his uzvları] halk ile olup, (Bâtın) [kalb, rûh ve diger latîfeler] Allahü teâlâ iledir.
Hâlbuki, Peygamberlikde, nüzûl ederken, zâhir de, bâtın da, hep halk ile
mesgûl olur. Bütün varlıgı ile, kulları Allahü teâlâya çagırmakdadır. Bu nüzûl, vilâyetdeki
nüzûlden, dahâ tam ve kâmildir.
Bu büyüklerin halka teveccühleri, ya’nî halk ile görüsmeleri, halkın birbiri ile
görüsmesi gibi degildir. Halk, birbiri ile görüsürken, birbirlerine, ya’nî Allahü teâlâdan
baskasına, düskün, baglı bir hâldedir. Bu büyükler ise, halk ile görüsürken,
bunlara baglı degildir. Çünki, bu büyükler, dahâ ilk adımda, Allahü teâlâdan baska
seylere baglı olmakdan kurtulmus, halkın Hâlıkına baglanmıslardır. Bunların
halk ile görüsmesi, halkı, Hakka dogru çekmek içindir. Allahü teâlânın begendigi
yola getirmek içindir. Insanları, Allahü teâlâdan baska seylere kul, köle olmak-
– 902 –
dan kurtarmak için, onlarla görüsmek, kendini Hak ile bulundurmak için olan görüsmekden
elbet dahâ üstün, dahâ kıymetlidir. Meselâ, bir kimse, Allahü teâlânın
ismini söylerken, bir kör geçse ve önünde kuyu olsa ve bir adım atınca kuyuya düsecek
olsa, bu kimsenin, Allahü teâlânın ismini söylemege devâm etmesi mi efdaldir,
yoksa söylemegi bırakıp, körü kuyudan kurtarması mı kıymetlidir? Sübhesiz
körü kurtarması, zikr-i ilâhîden dahâ iyidir. Çünki, Allahü teâlânın, ona ve onun
zikrine ihtiyâcı yokdur. Kör ise muhtâc bir kuldur. Bunu zarardan kurtarmak lâzımdır.
Hele, kurtarmagı islâmiyyet de emr etdigi için, onu kurtarmak, zikrden dahâ
mühimdir. Çünki, emre de uyulmus olur. Zikr etmekde, yalnız Hak teâlânın hakkı
vardır. Onun emri ile körü kurtarmakda, iki hak yerine getirilmis olmakdadır.
Biri kul hakkı, biri de Yaratanın hakkı. Hattâ bu hâlde zikre devâm etmek, belki
günâh olur. Çünki zikr, her vakt iyi olmaz. Ba’zan, zikr etmemek güzel olur. Yasak
edilen günlerde ve harâm olan vaktlerde oruc tutmamak ve nemâz kılmamak,
oruc tutmakdan ve nemâz kılmakdan dahâ iyidir.
[Din düsmanları, müslimânlar egoist, hodbîn olur sanıyor. Cennet ni’metlerine
kavusmagı düsünür. Baskalarına iyilik etmegi düsünmez, diye iftirâ ediyor. Yukarıdaki
yazı, bu sözlerinin, yalan ve iftirâ oldugunu açıkca göstermekdedir].
(Zikr) demek, kendini gafletden kurtarmak demekdir. [(Gaflet), Allahü teâlâyı
unutmak demekdir.] Zikr, yalnız (Kelime-i tevhîdi) söylemek ve tekrâr tekrâr (Allah)
demek degildir. Her ne seklde olursa olsun, kendini gafletden kurtarmak,
zikr olur. O hâlde, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak, hep
zikrdir. Islâmiyyetin emrlerini gözeterek yapılan alısveris zikrdir. Islâmiyyete uygun
olarak yapılan nikâh, talâk [bosanma] zikr olur. Çünki, bunları yaparken,
emrlerin, yasakların sâhibi hep hâtırlanmakdadır. Ya’nî gaflet gitmekdedir. Su
kadar var ki, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları ile yapılan zikr, çabuk te’sîr eder
ve sevgisini hâsıl eder ve çabuk kavusdurur. Emrlere, yasaklara yapısmakla hâsıl olan
zikr, böyle degildir. Bununla berâber, böyle zikrlerden ba’zısının da, çabuk netîce
verdigi, pek az olarak görülmüsdür. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî buyurdu ki,
(Mevlânâ Zeyn-üd-dîn-i Taybâdî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” ilm ile Allahü
teâlâya vâsıl olmusdur). Bundan baska, ism ve sıfat ile yapılan zikr, islâmiyyete uymakla
olan zikre sebeb olur. Çünki, dînin sâhibini tam sevmedikce, her isde islâmiyyeti
gözetmek çok güc olur. Tam muhabbeti elde etmek için de, ism ve sıfatla olan
zikr lâzımdır. O hâlde, islâmiyyete uyarak zikr ile sereflenmek için, önce ism ve sıfatla
olan zikr lâzımdır. Evet, cenâb-ı Hakkın lutfü ve ihsânı ayrıdır. Hiç sebeb olmadan,
diledigini, diledigine ihsân eder. Nitekim Sûrâ sûresinde, onüçüncü âyet-i
kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, diledigini seçerek kendine kavusdurur) buyruldu.
[Mazher-i Cân-ı Cânân “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Makâmât-i Mazheriyye)
deki onbirinci mektûbunda buyuruyor ki, (Üç dürlü zikr vardır:
1— Kalb karısmadan, yalnız dil ile söylemekdir. Bunun fâidesi yokdur.
2— Agızla söylemeyip, yalnız kalb ile yapılan zikrdir. Zikrin nasıl yapılacagı
(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) c.2, sh.113 de yazılıdır. Buna, tesavvufda (Zikr-i hafî)
denir. Bu da, yalnız Zât-ı ilâhiyyeyi zikrdir. Yâhud, sıfatlarını düsünerek yapılır.
Ni’metleri de düsünülürse, buna (Tefekkür) denir.
3— Kalb ile ve dil ile birlikde zikrdir. Dil ile kendi isitecek kadar söylenirse,
islâmiyyetde (Zikr-i hafî) denir. Âyet-i kerîmede emr olunan, bu zikr-i hafîdir. Baskası
da isitirse (Zikr-i cehrî) denir. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i serîfler, zikr-i hafînin
zikr-i cehrîden efdâl oldugunu gösteriyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem”, hazret-i Alîye ögretdigi zikr-i cehrî, kendi isitecek kadar olan zikrdir ki,
hakîkatde, zikr-i hafî demekdir. Zikrden önce kapıyı kapatdırması da, böyle oldugunu
gösteriyor). (Tefsîr-i azîzî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Dehr sûresini
açıklarken diyor ki, (Zikr etmek, Allahdan baska seylerin sevgisini, onlara düskün
olmagı kalbden çıkarmak içindir. Kalbin mahlûklara baglılıgını yok etmek için en
– 903 –
iyi ilâcın zikr oldugu tecribelerle anlasılmısdır. Hadîs-i serîfde, (Zikr ederek,
kalblerinin yükünü hafîfletenlerin yolunda olunuz!) buyuruldu. Bunun için, (Allaha,
Allahü teâlânın sevgisine kavusmak için, kalbin mahlûklara olan baglantılarını
kesmek, onu dünyâ zevklerine düskün olmakdan kurtarmak lâzımdır. Kalbi kurtarmak
için de, zikrden dahâ fâideli bir ilâc yokdur) demislerdir). [Tesavvuf ehlinde
meshûr olan simâ’ ve raks iki nev’dir: Birincisi, kalbin ve nefsin fânî olmasından
sonra, cemâl veyâ celâl sıfatlarının tecellîsinde hâsıl olur ki, bunda aklın ve nefsin
müdâhalesi yokdur. Celâleddîn-i Rûmînin ve Sünbül Sinân efendinin zikr, simâ’
ve raksları böyle idi. Sâh-ı Naksibend “rahmetullahi aleyh” (Biz, bunu inkâr etmeyiz)
buyurdu. Ikincisi, ba’zı câhil ve gâfil tarîkatcıların, noksan akllarına ve azgın
nefslerine uyarak, bagırmaları ve zıplamalarıdır. (Biz, bunları yapmayız) buyurdu.]
Ra’d sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Biliniz ki kalbler, ancak Allahı zikr
etmekle itmînâna kavusur) buyuruldu. Itmînân, sükûn, râhat demekdir. Harf-i
cerli olan zikr kelimesinin fi’lden evvel söylenmesi, hasrı ifâde eder. Ya’nî, itmînâna
ancak, yalnız zikr ile kavusulur denildi. Zikr, hâtırlamak demekdir. Allahü teâlâyı
hâtırlamak, Onun ismini söylemekle veyâ çok sevdigi bir Velîsini görmekle
olur. Çünki, hadîs-i serîfde, (Onlar görüldügü vakt, Allah hâtırlanır) buyuruldu. Ismini
isitirken, söylerken, baska sey düsünülebilir. Onu hâtırlamak sübheli olur. Onu
devâmlı hâtırlamak için, hergün binlerce söylemek lâzım olur. Evliyâyı severek, inanarak
görünce, muhakkak hâtırlanacagı müjdelendi. Görmek göz ile oldugu gibi,
Velînin seklini, sûretini, kalbine, hayâline getirmekle de, görmüs gibi olup, Allahü
teâlâyı hâtırlamaga sebeb olur. Böyle, kalb ile görmege (Râbıta) denir ki, kalbi,
Allahü teâlâdan baska seyleri sevmekden, onları düsünmekden kurtaran vâsıtadır.
Yukarıdaki âyet-i kerîmede ve hadîs-i serîfde bildirilen temiz kalbe, ihlâsa kavusduran
yoldur. Evet, islâmiyyete yapısmak, ya’nî emrleri yapmak ve harâmlardan
sakınmak, insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavusdurur ise de, bunları
ihlâs ile yapmak sartdır. Hem islâmiyyete uymalı, hem de, ihlâs elde etmelidir.]
Yine sözümüze dönelim! Bu üçünün, ya’nî tarîkat, hakîkat ve islâmiyyetin dısında
baska sey de vardır ve bunun yanında, o üçünün hiç kıymeti yokdur. Hakîkat mertebesinde,
(Illallah) deyince hâsıl olan sey, bunun bir görünüsü, [hayâlidir] ve bu,
o görünenlerin, hakîkati, aslıdır. Nitekim, önce herkesde, islâmiyyetin sûreti vardır.
Tarîkat ve hakîkat hâsıl oldukdan sonra bu sûretin hakîkati hâsıl olur. Iyi düsünmeli,
öyle bir hakîkat ki, onun sûreti [görünüsü] hakîkat oluyor ve baslangıcı vilâyet
oluyor. Bu hakîkat, kelime ile anlatılabilir mi? Eger anlatılabilmis olsa, kim
ve ne anlıyabilir? Bu hakîkat, ancak ülül’azm [din sâhibi Peygamberler içinden, altı
dâne, en büyükleri] Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât vettehıyyât
velberekât” pek az, hem de pek çok az bulunan vârislerine ihsân olunan bir hakîkatdir.
Ülül’azm Peygamberler az olunca, bunların vârisleri dahâ az olur.
Süâl: Yukarıda bildirilenlerden anlasılıyor ki, bu hakîkate kavusan ârif, islâmiyyetden
dısarı çıkmakdadır. Çünki, islâmiyyetin üstüne yükselmisdir.
Cevâb: Ahkâm-ı islâmiyye, zâhirin [görünen uzvların] yapacagı ibâdetlerdir. Bu
hakîkat ise, bu dünyâda bâtına [kalbe ve rûha] nasîb olmakdadır. Zâhir, her zemân,
ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmaga mecbûrdur. Bâtın da, o hakîkatin isleri ile mesgûl
olur. Bu dünyâda, amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin, bâtına çok yardımı vardır.
Ya’nî, bâtının ilerlemesi, zâhirin ahkâm-ı islâmiyyeye uymasına baglıdır. O hâlde,
bu dünyâda, her zemân, zâhir de, bâtın da ahkâm-ı islâmiyyeye muhtâcdır. Zâhirin
isi, islâmiyyete uymak, bâtının isi de, islâmiyyetin meyvelerini, fâidelerini
toplamakdır. Islâmiyyet, bütün kemâlâtın kaynagı, bütün makâmların temelidir.
Islâmiyyetin, fâide, meyve vermesi, bu dünyâya mahsûs degildir. Âhıretin kemâlâtı
ve sonsuz ni’metleri de, islâmiyyetin netîceleri, meyveleridir. Görülüyor ki, islâmiyyet
öyle bir (Secere-i tayyibe) [mubârek agaç]dir ki, onun meyveleri ile, bütün
âlem, dünyâda da, âhıretde de fâidelenmekdedir.
– 904 –
Süâl: Demek ki, kemâlât-i nübüvvetde de, bâtın Hak ile, zâhir halk iledir. Baska
mektûblarda, Peygamberlik makâmında, zâhir de, bâtın da halk iledir ve insanları
bu sûretle da’vet etmekdedir deniyor. Bu iki sözü birlesdirmek nasıl olur?
Cevâb: Kemâlât-i nübüvvet dedigimiz, urûcda, yükselirken erisilen kemâlâtdır.
Peygamberlik makâmı ise, inisdedir. Yükselirken, bâtın Hak iledir. Zâhir halk ile
olup, halkın hakları, islâmiyyete uygun olarak ödenir. Nüzûlde ise, zâhir de, bâtın
da halk ile olup, zâhiri ve bâtını ile, onları Allahü teâlâya çagırmakdadır. O hâlde,
iki sözün arasında uygunsuzluk yokdur. Halkla olmak, Hak ile olmak demekdir.
Bekara sûresi, yüzonbesinci âyetinde meâlen, (Nereye dönerseniz, orada Allahü
teâlâyı bulursunuz!) buyuruldu. Fekat bu, mahlûklar Allah olur veyâ Allahü
teâlânın aynalarıdır demek degildir. Mümkin, hiç Vâcib olur mu? Mahlûk, hiç
Hâlık olur mu, Ona ayna olabilir mi? Belki, Vâcib, Mümkine ayna olur denebilir.
Evet, nüzûl ederken [geri inerken] esyâ, sıfât-ı ilâhiyyenin sûretlerine ayna olabilir.
Çünki, mahlûkların aynasında görülen, meselâ sem’, basar, ilm ve kudret, bu
mahlûkların aynası olan sem’, basar, ilm ve kudret sıfatlarının sûretleridir. Bunlar,
aynanın sıfatlarıdır ki, görünen mahlûklarda zuhûr etmekdedir. Aynada görülen
hayâller de aynanın sıfatlarının, eserlerinin aynalarıdır. Meselâ, ayna uzun
ise, hayâller uzun görünür ve aynanın uzunlugunu gösteren ayna olurlar. Ayna küçük
ise, hayâller, aynanın küçüklügünü gösteren birer ayna gibidir.
Urûc ederken, yükselirken, Allahü teâlânın aynasında, esyâ görünüyor sanılır.
Esyâ aynada bulunuyor sanıldıgı gibi olur. Hâlbuki, esyânın hayâlleri, aynanın içinde
degildir. Bunun gibi, mahlûklar, Allahü teâlânın aynasında degildir. Aynada birsey
yokdur. Hayâller, aynada degil, hayâlimizdedir. Aynada hayâl yokdur. Hayâllerin
bulundugu yerde de ayna olamaz. Hayâller, vehm ve hayâlimizdedir. Yerleri
varsa, vehm mertebesindedir. Zemânları varsa, hayâl mertebesindedir. Fekat,
mahlûkların vücûdsüz olan bu görünüsü, Allahü teâlânın kudreti ile oldugundan,
devâmlıdır. Âhıretin sonsuz azâb ve ni’metleri bunlara olacakdır.
Dünyâ aynalarında, önce hayâller görünür. Aynayı görmek için, ayrıca dikkat
etmek lâzımdır. Allahü teâlânın aynasında ise, görülen önce aynadır. Mahlûkları
görmek için, ayrıca dikkat etmek lâzımdır. Velî, rücû’ etmege baslayınca, mahlûkların
sıfât-ı ilâhî aynalarındaki hayâlleri görünmege baslar. Rücû’ ve nüzûl temâm
olup, (Seyr der esyâ) esyâda seyr, hareket edince, sühûd-i ilâhî kalmaz, gayb hâlini
alır. Îmân-ı sühûdî, îmân-ı gaybî hâlini alır. Da’vet vazîfesi temâm olup, vefât
edince, gayb kalmaz. Yine sühûd hâsıl olur. Fekat, bu sühûd, rücû’dan önceki sühûdden
kuvvetli, kâmildir. Âhıretdeki sühûd, dünyâdakinden kuvvetlidir.
Demek ki, bir aynada görülen hayâller, aynada degildir. Varlıkları yalnız hayâldir.
Ayna, bu hayâlleri ihâta etmis, kaplamıs denilebilir. Bu hayâllerle berâberdir
deriz. Fekat, bu kurb [yakınlık], bu ihâta ve ma’ıyyet [berâberlik] cismin cisme olan
veyâ cismin, kendi sıfatına [meselâ rengine] olan kurbu, ihâtası ve ma’ıyyeti gibi
degildir. Insan aklı, hayâllerin aynaya olan kurb, ihâta ve ma’ıyyetini düsünemiyor,
kavrıyamıyor. Hayâllerin aynaya karîb, berâber ve ihâta edilmis oldukları muhakkakdır.
Fekat, nasıl oldugu anlatılamıyor. Iste Allahü teâlânın mahlûklara
olan kurbu, ihâtası ve ma’ıyyeti de böyledir. Elbette vardırlar. Fekat, nasıl oldukları
bilinmez. Bunlara inanırız. Fekat, nasıl olduklarını bilemeyiz. Çünki, Allahü
teâlânın bu sıfatları, cismlerin sıfatlarına benzemiyor, mahlûkların sıfatları gibi degildir.
Hakîkatin nümûnesi olan bu âlemde, bu sıfatlara misâl olarak, hayâller ile
aynayı söyledik ki, aklı olan, bundan onu anlıyabilsin! Allahü teâlâ, dogru yolda
olanlara selâmet versin! Âmîn.
Kıl Allaha bes nemâzı,
bos geçirme, kıs ve yâzı!
Hakka yaklasmak istersen,
temâm et, sünnet ve farzı!
– 905 –
28 — ÜÇÜNCÜ CILD, 3. cü MEKTÛB
Bu mektûb, Seyyid mîr Muhibbullah-i Mankpûrîye yazılmıs olup, kelime-i tevhîdin
ma’nâsını bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdigi, sevdigi kullarına selâmlar, kusûrsuzluklar
olsun! (Lâ ilâhe illallah!) Ya’nî ülûhiyyete, ma’bûdiyyete hakkı olan, yalnız
Allahü teâlâdır. Serîki, ortagı, benzeri yokdur. Vâcib-ül-vücûddür, varlıgı,
elbette lâzımdır. Noksânlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri, Onda yokdur.
(Ma’bûd), ibâdet olunan sey demekdir. (Ibâdet), kulluk etmek, tapınmak, ya’nî hudû’
ve tezellüldür. Ya’nî, kendini asagılamak, alçaltmak demekdir. Bütün kemâlât,
yükseklikler, iyilikler kendisinde bulunan, hiçbir noksânlıgı olmıyan ve hersey,
var olmak için ve varlıkda kalabilmek için, Ona muhtâc olan ve kendisi hiçbirsey
için, hiçbirseye muhtâc olmıyan ve herkese fâide ve zarar yalnız Ondan gelen
ve Onun izni ve emri olmadıkca, hiçbirseyin, hiçbirseye zarar ve iyilik yapamıyacagı,
Ondan baska herseyin önü ve sonu yokluk olup, hep var olan bir kimseye
ancak ibâdet olunur. Ibâdet, yalnız böyle bir kimsenin hakkıdır. Allahü teâlâdan
baska, böyle bir kimse yokdur ve olamaz. Bu yüksek sıfatlar baskasında da
var dersek, Ona, baskası denilemez. Baska olmak için, farklı olmak lâzımdır.
Böyle bir baskasını, ondan farklı, ayrı düsünürsek, ülûhiyyet ve ma’bûdluk sartları,
bu ikincisinde noksân olur. Ülûhiyyet ve ma’bûdluk hakkı olamaz. Çünki, bunun,
birinciden ayrı olması için, ma’bûdluk sıfatlarından birinin, bunda bulunmaması
lâzımdır. Bunun için de, noksân olmus olur. Bu ikincisinin, kemâl sıfatlarını
temâm kabûl edip de, ayrılık olmak için, noksân sıfatlardan bir dânesini kendisinde
bırakırsak, yine kendisi kusûrlu olmus olur. Meselâ, hersey Ona muhtâc
olmasa, muhtâc olmıyanların ibâdet etmesi niçin lâzım olur? Eger, bir isde, birseye
muhtâc olursa, yine noksânlık olur. Eger herseye iyilik ve zarar Ondan olmasa,
Ona ne lüzûm olur. Ibâdete neden lâyık olur? Eger, Onun izni, haberi olmadan,
bir kimse, birseye iyilik ve zarar yapabilirse, Ona yine lüzûm kalmaz. Ibâdet
olunmaga hakkı olmaz. Bütün kâmil sıfatları kendinde toplayan, ancak bir olmak,
serîki, ortagı bulunmamak lâzımdır. Ibâdete hakkı olan, yalnız bir olmak lâzımdır.
O da bir olan, Allahü teâlâdır.
Süâl: Söylenilen seklde farklı, ayrı ikinci bir ma’bûd olamaz ise de, belki bizim
bilmedigimiz, baska sıfatları bulunan farklı bir ma’bûd dahâ bulunamaz mı? Böylece,
O da noksân olmaz.
Cevâb: O bilmedigimiz sıfatları da, yâ kâmil sıfatlardır veyâ noksân sıfatlardır.
Her iki seklde de, yine aynı mâni’ mevcûddur. O yine noksân olmus olur. Allahü
teâlâdan baskasının ibâdete hakkı olmadıgını göstermek için, sunu da söyliyelim
ki, Allahü teâlâ, herseyin varlıgı için, bütün ihtiyâclarına kâfî olunca ve her seye
fâide ve zarar Ondan gelince, baska bir ma’bûd issiz kalır. Hiçbirsey, Ona muhtâc
olmaz. O hâlde, Onun ibâdet edilmege niçin hakkı olur. Ya’nî, Ona karsı zillete
ve alçak görünmege ne lüzûm olur? Kâfirler, Allahü teâlâdan baskasına ibâdet ediyor,
yalvarıyor, ihtiyâclarını ondan umuyor. Kendi yapdıkları putlara, heykellere
tapınıyor. Bunlar, kıyâmetde bize sefâ’at, yardım edecek diyorlar. Ne kadar aldanıyorlar.
Bunların sefâ’at edebilecegini nereden anlıyorlar? Yalnız zan ile veyâ baskasına
aldanmakla, birini, ibâdetde, Allahü teâlâya serîk yapmak, ne büyük saskınlık,
ne büyük zarardır. Ibâdet, kolay ve ehemmiyyetsiz birsey degildir ki, ölüp
giden bir insana, tasa, heykele kulluk edilsin. Elinden birsey gelmiyene, hattâ kendinden
dahâ zevallı olana, ibâdet olunmak hakkı verilsin. Ülûhiyyet olmadıkca, ibâdet
edilmege hak olmaz. (Ülûhiyyet sıfatları) bulunana ibâdet edilir. Bu sıfatları
bulunmıyanın ibâdet olunmaga hakkı yokdur. Ülûhiyyetin birinci sartı ise, vücûb-
i vücûddur. Ya’nî varlıgı lâzım olmak, elbette var olması lâzım olmakdır. Varlıgı
lâzım olmıyan, ilâh olamaz ve ibâdete müstehak olamaz. Ne kadar ahmaklıkdır, sas-
– 906 –
kınlıkdır ki, varlıgı lâzım olan, Allahü teâlâdan baska hiçbir sey yokdur, dedikleri
hâlde, baskalarına tapınıyorlar. Bilmiyorlar ki, ma’bûd olmak için, ibâdet olunmak
için, varlıgın lâzım olması sartdır. Allahü teâlâdan baska, varlıgı lâzım kimse
olmayınca, ibâdete lâyık da, Ondan baskası bulunmaması îcâb eder. Ondan baskasına
ibâdet etmek, baskasının vücûdünü de lâzım bilmek olur.
Iste (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tayyibesini tekrâr tekrâr söylemekle, vücûdü lâzım
olanın Allahdan baskası olmadıgı ve Ondan baskasının ibâdete hakkı bulunmadıgı
bildirilir. Bu ikisinden en fâidelisi, baskasının ibâdete hakkı olmadıgıdır ki,
bunu ancak Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirmisdir. Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” uymayanlar da, Allahü teâlâdan baskasının
vücûdü lâzım degildir diyor. Vâcib-ül-vücûd birdir diyorlarsa da, ibâdete müstehak
olmakda aldanıyorlar. Allahü teâlâdan baska, ibâdet olunmaga lâyık kimse
olmadıgını anlıyamıyor, baskalarına tapınmakdan sıkılmıyorlar. Kilise yapmakdan
çekinmiyorlar. Kiliseleri yıkan, putlara, heykellere, diri veyâ ölü bir insana
tapınmagı önleyen, yalnız Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”.
Bunlar, Allahü teâlâdan baskasına tapanlara (Müsrik) demislerdir. Müsriklerin,
(Allahü teâlâdan baskasının varlıgı lâzım degildir. Ondan baskası, olsa da olur,
olmasa da olur. Vâcib-ül-vücûd yalnız Odur) deseler de, baskasına tapdıkları
için, yine müsrik olduklarını beyân buyurmuslardır. Çünki, Allahü teâlâdan baskasına
ibâdet olunmamasına ehemmiyyet vermislerdir. Ya’nî söze degil, ise kıymet
vermislerdir. Çünki, Ondan baskasının ibâdete hakkı olmayınca, Ondan baska
Vâcib-ül-vücûd yok demekdir. O hâlde, bir kimse, Peygamberlerin dînine uymadıkca,
ya’nî Allahü teâlâdan baskasının ibâdete lâyık olmadıgını bilmedikce, sirkden,
müsrik olmakdan kurtulamaz. Sirkin kısmlarından ve insanın kendinde ve dısarda
bulunan ilâhlara tapınmakdan sıyrılamaz. Insanı bundan kurtaran, ancak Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dinleridir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gönderilmesinden maksad da, insanları bu devlete, bu
ni’mete kavusdurmakdır. Bu büyüklere uymadıkca, sirkden kurtulmak nasîb olmaz.
Onların milletine girmedikce, tevhîd mümkin olamaz. Nisâ sûresi, kırksekiz
ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ, müsriki afv etmiyecekdir)
buyruldu. Burada, müsrik kâfir demekdir. Çünki, dinlere inanmamak küfrdür.
Sirk, küfrün kısmlarından biridir. Bir kısmını söylemekle, hepsi söylenmis oldu.
Bunun için, sirk afv olmıyacagı gibi, islâmiyyetin herhangi bir hükmünü inkâr eden
de kâfir olup afv olunmıyacakdır. O hâlde, (Niçin âyet-i kerîmede, yalnız sirk afv
olunmaz, buyrulmusdur?) demenin yeri yokdur.
Allahü teâlâdan baskasının ibâdete hakkı olmadıgı meydândadır. Hattâ hadsîdir.
Ya’nî düsünmege lüzûm kalmadan, akla geliverir. Bir kimse, ibâdetin ma’nâsını
iyi anlasa ve Allahü teâlânın yukarıda bildirdigimiz sıfatlarını iyi düsünse, Ondan
baskasının ibâdete hakkı olmadıgını hemen bilir. Bunu bildirmek için söylenilenler,
meydânda olan seyleri haber vermek gibidir. Böyle haberlerin red olması,
i’tirâz olunması, münâkasa edilmesi olmaz. Bu haberlere lüzûm kalmadan,
kendiliginden görmek için, îmân nûru, îmân ısıgı lâzımdır. Meydânda olan, bedîhî,
çok seyler vardır ki ahmaklar, kalın kafalılar göremez. A’zâsı hasta ve a’sâbı bozuk
çok kimse vardır ki, göze çarpan ve çarpmıyan birçok âsikâr seyleri göremez.
Süâl: Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrarehüm”, (Arzû etdiklerin,
ma’bûdun olur) buyurmusdur. Bunun ma’nâsı nedir ve dogrusu nasıldır?
Cevâb: Bir insanın maksûdu, arzûsu, teveccüh etdigi, özendigi, sag kaldıkca ele
geçirmek istedigi ve ele geçirmek için, her zillete, alçalmaga katlandıgı, hiç vaz geçmedigi
sey ise, bu maksûdu, ma’bûdu olur ve bu hâli ibâdet olur. Çünki ibâdet, zilletin,
inkisârın son derecesidir. Allahü teâlâdan baska ma’bûd tanımamak için, Ondan
baska maksûd olmamak, Ondan baska murâd olmamak lâzımdır. Bunun için
de, (Lâ ilâhe illallah) derken, Ondan baska maksûd olmadıgını bilmek lâzımdır.
– 907 –
Bu ma’nâ ile, bu kelimeyi o kadar çok tekrâr ederler ki, hiçbir maksûdları kalmaz.
Ondan baska birsey arzû edilmez. Böylece, baska ma’bûdumuz yokdur, sözleri dogru
olur ve çesidli ilâhlardan kurtulmus olurlar. Ondan baska maksûd bırakmamak
sûreti ile, Ondan baska ma’bûd bırakmamaga kavusmak, îmânın kâmil olması için
sartdır ve Evliyâya mahsûsdur. Insanın, kendinde bulunan ma’bûdlarından kurtulmasına
baglıdır. Nefs, itmînâna kavusmadıkca, bu derece ele geçmez. Nefsin itmînân
bulması ise, Fenâ ve Bekânın temâmlanmasından sonradır. Parlak olan islâm
dîninin, ısıklı se’âdet-i ebediyye yolunun esâsı, temeli, kolaylık, hafîflik ve kulları
zahmetden, yorulmakdan kurtarmakdır. Çünki, insanlar, za’îf, nâzik yaratılmısdır.
Bunun için, islâmiyyet diyor ki, bir kimse, maksadına kavusmak için, Allah
göstermesin islâmiyyetin dısına çıkarsa, [farzlardan birini bırakır, bir harâm islerse,
meselâ nemâzı, orucu bırakır veyâ içki içer, çıplak gezerse], bu maksûdu, onun
ma’bûdu olur, ilâhı olur. Maksûdu için islâmiyyetin dısına çıkmazsa, onu ele geçirmek
için, harâm islemezse, islâmiyyet, o maksûdu red etmez, men etmez ve onu
maksûd bilmez. Onun maksûdu yalnız Allahü teâlâdır ve Onun dînini gözetmekdir,
der. O maksûda karsı, o kimsede, yaradılıs îcâbı, bir arzû hâsıl olmusdur. Fekat,
bu arzûsu, islâmiyyete olan arzûsunun mikdârına yetisememisdir.
Tesavvuf bilgileri îmânı kemâle ulasdırdıklarından, burada Allahü teâlâdan baska
maksûd olmamak lâzımdır. Çünki, baska maksûd olursa, ba’zan, nefsin yardımı
ile, bunun arzûsu, Allahü teâlânın maksûd olmasını asabilir. Onu ele geçirmek,
Allahü teâlânın rızâsına kavusmak arzûsunu basdırarak, ebedî, sonsuz felâkete sebeb
olabilir. Bunun için, îmânın kâmil olmasında, baska maksûdların kalmaması,
mutlaka lâzımdır. Böylece, îmânın azalması veyâ sönmesi önlenmis, emniyyete alınmıs
olur. Evet, ba’zı bahtiyârlar, ihtiyâr ve irâdelerinden kurtuldukdan sonra, bunlara
yeniden irâde ve ihtiyâr verilir. Irâde-i cüz’iyyeleri kendilerinden gitdikden
sonra, bunları, irâde-i külliye ile sereflendirirler.
[Tesavvuf bilgileri îmânı kemâle ulasdırır dedik. Tesavvuf, Muhammed aleyhisselâmın
yolunda, izinde yürümek demekdir. Ya’nî, her sözünde, her isinde, herseyde
islâmiyyete yapısmakdır. Ne yazık ki, uzun zemândan beri birçok câhiller, fâsıklar,
alçak maksadlarına kavusmak için, büyük âlimlerimizin ismlerini, âlet olarak
kullanıp, çesidli ocaklar kurmus, islâmiyyetin, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebeb
olmuslardır. Hele son zemânlarda, bid’atler ve harâmlar az veyâ çok, bütün tekkeleri
kaplamıs, tarîkatcilik, islâmiyyeti yıkmak için en te’sîrli bir âlet hâlini almısdı.
Tekkelere müzik sokuldu. Çalgı çalarak, tegannî ederek, dans ederek yapılan
taskınlıklara ibâdet denildi. (Dînî türk mûsikîsi) diye bid’atler uyduruldu. Bunların
bid’at oldugu, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi) serhinde uzun yazılıdır.
Seyh ve tarîkatcı olarak ortaya çıkan ba’zı kimselerin, agızlarına ates koyduklarını,
agızlarından alevler çıkdıgını, bir yanagına bıçak, sis sokarak öteki yanagından
çıkdıgını, sokak ortasına yatarak, üzerinden kamyon geçirildigi hâlde, kendilerine
hiçbirsey olmadıgını görenlerden isitiyoruz. Bunların kerâmet oldugunu söyliyorlar.
Görenler de inanıyorlarmıs. Allahü teâlâ bunların Mûsâ aleyhisselâm zemânında
da bulundugunu haber veriyor. Bunlara kerâmet degil, sihr diyor. Böyle,
göz boyamaları, (Fetâvâ-yı hadîsiyye)nin yüzondokuzuncu sahîfesinde ve
(Mektûbât)ın 266. cı mektûbu sonunda ve üçüncü cildinde uzun bildirilmis, harâm
olduklarına fetvâ verilmisdir. Bu büyücü, üfürükcü seyhlerin, tarîkatcıların yalan
sözleri, (Hadîka) ve (Berîka)da da uzun yazılıdır. Bunların din adamı degil, müslimânları
aldatan seytân oldukları acı acı bildirilmisdir. Bu gösterileri, din degildir.
Dinsizlikdir. Avrupadaki, Japonyadaki kâfirler de, sahnelerde, sirklerde, bunlarınkinden
dahâ acîb, dahâ garîb seyler gösteriyorlar. Islâmiyyet, oyun, komedi,
maskaralık, müzik dîni, sihrbazlık, canbazlık, hokkabazlık dîni degildir. Islâmiyyet,
inanması, yapması, sakınması lâzım olan seyleri, güzel ve çirkin huyları ögrenmek
ve emrlere uymak, herkese iyilik yapmak dînidir. Seyh-ul-islâm Ahmed ib-
– 908 –
ni Kemâl efendinin (El-münîre) kitâbında diyor ki: Müslimâna ilk vâcib olan sey,
ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır. Ahkâm-ı islâmiyye, Allahü teâlânın ve Resûlünün
“sallallahü aleyhi ve sellem” emr ve yasak etdigi seyler demekdir. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Bir kimsenin havada uçdugunu ve deniz
üzerinde yürüdügünü yâhud agzına ates koyup yutdugunu görseniz, fekat islâmiyyete
uymıyan bir is yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık
ve insanları dogru yoldan sapdırıcı biliniz!). (El-münîre)den terceme temâm
oldu. Bu hadîs-i serîf hak yolda olan tesavvufcu ile, bâtıl yolda olan tarîkatcıları,
birbirlerinden kesin olarak ayırmakdadır. Osmânlıların son senelerinde, memleketde,
hadîs-i serîfin haber verdigi sahte, câhil, fâsık tarîkatcılar türemisdi. Çok sükr
olsun ki, Allahü teâlâ bunu önledi. Ebû Bekr-i Sıddîk ve Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü
anhümâ” ve seyyid Ahmed Rıfâ’î, seyyid serîf Ahmed Bedevî, Ebül-Hasen
Alî bin Abdüllah Sâzilî, seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî,
Muhammed Behâeddîn-i Buhârî, hâcı Bayram-ı velî ve Ziyâüddîn-i Hâlid-i Bagdâdî
gibi din büyüklerinin mubârek ismlerini, kâtı’ı tarîk-ı ilâhî olan câhillerin elinde
ve dilinde oyuncak olmakdan kurtardı. Bugün memleketimizde ve bütün dünyâda
bir Mürsid-i kâmil, bir Ârif-i mükemmil bulundugunu bilmiyoruz. Evet,
(Kutb-i medâr) her zemân bulunur. Simdi de vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem” zemânında da vardı. Bunlara, (Kutb-ül-aktâb) da denir. Fekat, bunlara
inzivâ lâzımdır. Bunları kimse tanımaz. Hattâ, ba’zan, kendileri bile kendilerini
bilmez. (Kutb-i irsâd) ise, kayyûm-i âlemdir. Herkese rüsd ve îmân, bunun vâsıtası
ile gelir. Islâmiyyeti korur. Dîn-i islâm bası bos kalmaz. Din düsmanları
pervâsızca, dîni yıkmaga, degisdirmege saldıramaz. Imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü
sirrehül’azîz”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, otuzbesinci ma’rifetde buyuruyor
ki: (Kutb-i ebdâl) [ya’nî Kutb-i medâr] âlemde, dünyâda herseyin var olması
ve varlıkda durabilmesi için feyz gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irsâd ise, âlemin
irsâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Herseyin yaratılması, rızkların
gönderilmesi, derdlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin
âfiyetde olması, Kutb-i ebdâlin feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete
kavusmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tevbe etmek ise, Kutb-i irsâdın feyzleri
ile olur. Her zemânda, her asrda Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zemân,
bunsuz olamaz. Çünki, âlem bununla nizâm bulmakdadır. Bunlardan biri ölünce,
bunun yerine baskası ta’yîn edilir. Fekat, Kutb-i irsâdın her zemân bulunması lâzım
degildir. Öyle zemânlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetden büsbütün mahrûm
kalır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, o zemânın Kutb-i irsâdı idi. O
zemânın Kutb-i ebdâli de, Ömer “radıyallahü anh” ve Veysel-Karnî “kaddesallahü
teâlâ sirrehül’azîz” idi. Kutb-i irsâd ile, bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmekdedir.
Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet, kötülük hâline döner. Seker hastasına
verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehr hâline dönmesine benzer. Yâhud
safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Me’ârif) kitâbından terceme,
temâm oldu.
(Berîka)nın üçyüzseksenbesinci sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin
çogu derin âlim ve müctehid idiler. Kutb-i irsâdların hepsi böyle idi. (Buhârî)deki
hadîs-i serîfde, (Ilm üstâddan ögrenilir) buyuruldu. Ma’rifet ise, kesf ve ilhâm ile
hâsıl olur. Ilm, kesf ile, ilhâm ile hâsıl olmaz. Ilmin kaynagı Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-
i serîflerdir). Üçyüzyetmisyedinci sahîfesinde diyor ki, (Tesavvuf büyüklerinin
çogu müctehid idi. Gazâlî, Sevrî ve Ibrâhîm bin Edhem böyle idi. Kutb-i irsâdlar böyle
idi). (Hadîka)nın üçyüzyetmissekizinci sahîfesinde diyor ki, (Me’ârif-i ilâhiyye
ve hakâyık-ı rabbâniyye bilgileri, kesfle ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan ögrenilmez.
Ibâdetlerin yapılması ve bütün islâmiyyet bilgileri ise, üstâddan ögrenmekle elde
edilir. Islâmiyyet bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve
kitâblar göndermesine lüzûm olmazdı). Bugün ve bundan sonra, herhangi bir câhilin,
büyüklerin kitâblarından çalarak ezberledigi yaldızlı sözlerine aldanma-
– 909 –
maga, câhil tarîkatcıların tuzagına tutulup, Ehl-i sünnetden ayrılmamaga çok
dikkat etmelidir].
Yâ Rabbî! Bizlere ihsân eyledigin îmân ve yakîn nûrunu artdır. Islâmiyyet ısıgı
ile aydınlanmamızı nasîb et. Kabâhatimizi ört. Günâhlarımızı afv eyle

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...