02 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN....KABİR AZABI CENNET CEHENNEM İMAN,HALİFELER VE ESHAB-I KİRAM

KABİR AZABI CENNET CEHENNEM İMAN,HALİFELER VE ESHAB-I KİRAM

Kabr azâbı, kabrin ölüyü sıkması, 
kabrde Münker ve Nekîr denilen iki melegin sü-âl sorması, kıyâmetde herseyin yok olacagı, göklerin yarılacagı, yıldızların yollarından
çıkıp dagılacakları, küre-i Erdın, dagların parçalanması ve herkesin mezârdan
çıkması, mahser yerine toplanması, ya’nî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün
zelzelesi, o günün dehseti, korkusu ve kıyâmetde süâl ve hesâb ve dünyâda
yapılmıs olan seylere orada, ellerin, ayakların ve her a’zânın sehâdet etmesi ve iyilik
ve kötülük defterlerinin uçarak sag veyâ sol tarafdan verilmesi ve iyiliklerin ve
günâhların, oraya mahsûs bir terâzîde dartılması hakdır, dogrudur. Orada sevâbı
agır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân edecekdir. Oradaki terâzî, bilinmiyen
bir terâzî olup, agır ve hafîf gelmesi dünyâ terâzîsinin aksinedir. Yukarı
çıkan kefe agırdır, asagı inen hafîfdir. [Orada yer çekimi kuvveti yokdur.]
Orada önce Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sonra sâlih kullar
ya’nî Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Allahü teâlânın izni
ile, günâhı çok olan mü’minlere sefâ’at edecekdir. Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden büyük günâhları olanlara sefâ’at edecegim).
Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip,
Cennete gidecekdir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düseceklerdir.
[Sırât köprüsü deyince, bildigimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek
için, imtihân köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden
geçer. Hepsi buradan geçdigi için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen
hiçbir tarafı yokdur. Imtihân köprüsünden geçenler oldugu gibi, geçemeyip,
yuvarlananlar da olur. Fekat bu, köprüden denize yuvarlanmaga benzemez. Imtihân
köprüsünün nasıl oldugunu, buradan geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes
geçecek, ba’zıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacakdır. Fekat, bu köprü
ve buradan geçmek ve Cehenneme düsmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü
gibi degildir. Bunlara hiç benzemez.]
Mü’minlere mükâfât ve ni’met için hâzırlanmıs olan Cennet ve kâfirlere azâb
için hâzırlanmıs olan Cehennem [simdi] vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yokdan
var etmisdir. [Kıyâmetde hersey yok edilip, tekrâr yaratıldıkdan sonra] ebedî
olarak varlıkda kalacaklar, hiç yok olmıyacaklardır. Süâl ve hesâbdan sonra,
mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetden hiç çıkmıyacaklardır.
Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar,
ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması câiz degildir.
[Ibni Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmekdedir.]
(Onların azâbları hafîfletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmıyacakdır) meâlindeki
âyet-i kerîme meshûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günâhlarının
çoklugu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları kadar azâb edip, sonunda,
Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyâh yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri
ise, siyâh yapılır. Mü’minleri Cehennemde zincirlere baglamazlar. Boyunlarına
tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hurmeti, kıymeti belli
olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere baglarlar.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emrlerine ısyân
etmeleri câiz degildir. Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yokdur. Dogurmazlar,
çogalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan ba’zılarını peygamber olarak seçmisdir.
[Diger meleklere] Vahy [haber] götürmek vazîfesi ile sereflendirmisdir. Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmat” kitâblarını ve sahîfelerini getiren bunlardır.
[Meselâ En’âm sûresini Cebrâîl “aleyhisselâm” ile birlikde yetmisbin melek
getirmisdir.] Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların
Allahü teâlâdan getirdikleri hep dogrudur. Sübheli, ihtimâlli degildir. Melekler,
Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklügünden korkudadır. Kendilerine verilen
emrleri yapmakdan baska isleri yokdur.
ÎMÂN: 
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallahü
aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandıgını söylemek demek-
dir. [Her lisan ile söylemenin câiz oldugu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] Ibâdetler,
îmândan degildir. Fekat, îmânın kemâlini artdırır ve güzellesdirirler. Imâm-ı
a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünki
îmân, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. Inanmanın azı, çogu
olmaz. Azalan ve çogalan bir inanısa, inanmak degil, zan ve vehm denir. Îmânın
kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demekdir. Ibâdet çok
olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları ibâdetler
sebebi ile kemâlin tepesine varmısdır. Diger mü’minlerin îmânları oraya yaklasamaz.
Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakda ortak iseler de, birincisi, ibâdetler
vâsıtası ile, baska dürlü olmusdur. Sanki aralarında benzerlik yokdur.
Mü’minlerin hepsi, insan olmakda, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
ile ortakdır. Fekat, baska kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere
çıkarmısdır. Insanlıkları, sanki baska dürlü olmusdur. Sanki, müsterek olan insanlıkdan
dahâ yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır. Baskaları sanki insan degildir.
Imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben elbette mü’minim) demelidir,
diyor. Imâm-ı Sâfi’î “aleyhirrahme” ise (Ben insâallah mü’minim) demelidir, buyuruyor.
Bunun ikisi de dogrudur. Insan simdiki îmânını söylerken (Ben elbette
mü’minim) demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken (Ben insâallah mü’minim)
der. Fekat, burada da, sübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir.
Mü’minin, büyük dahî olsa, günâh islemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. Isitdigime
göre, Imâm-ı a’zam, Bagdâdın büyük âlimleri ile, bir yerde oturmuslardı. Biri
gelip dedi ki: (Bir mü’min, babasını haksız olarak öldürse, (ve sonra serâb içerek)
serhos olsa ve zinâ etse, îmânı gider mi?). Isiten âlimlerin hepsi, o mü’mine
kızdı. Bunu sormaga lüzûm yok! Îmânı elbet gider. Kâfir olur dediler. Imâm-ı a’zam
“aleyhirrahme” buyurdu ki, (O kimse yine mü’mindir. Günâh islemekle, îmânı gitmez).
Âlimler, bu cevâbı begenmeyip, Imâm-ı a’zama dil uzatdılar. Sonra, Imâm
sözünü isbât edince, hepsi kabûl etdi. Günâhı çok olan bir mü’min, son nefesi bugazına
gelmeden evvel, tevbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü teâlâ,
tevbeyi kabûl edecegini va’d buyurmusdur. Eger tevbe etmek serefine kavusamadı
ise, onun isi, Allahü teâlânın irâdesine kalmısdır. Isterse günâhlarının hepsini
afv ederek Cennete sokar. 

Isterse Cehennem atesi ile veyâ sıkıntılar ile günâhları
kadar, azâb yapar. Fekat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünki, âhıretde
merhamete kavusamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar îmânı olan, rahmete
kavusacakdır. Eger günâhlarından dolayı önceleri rahmete kavusamazsa, sonunda
Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavusacakdır. [Onbirinci maddeye bakınız!]
Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra, dogru yolu gösterdikden sonra,
kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, bizleri koru! Bizlere merhamet et!
Su hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât karanlıgından ancak sen koruyabilirsin!
Ehl-i sünnet âlimlerine “Allahü teâlâ onların çalısmasına bol bol mükâfât versin!”
göre halîfelikden konusmak, dînin esâs bilgilerinden degildir. Ya’nî îmâna baglı birsey
degildir. Fekat, ba’zıları bunda taskınlık yapdıgından, [hoca sekline giren, çenesi
kuvvetli birkaç zındık, kendilerine âlim deyip, sözleri ile, kitâb ve mecmû’aları ile,
iftirâ ederek, müslimânları zehrlediklerinden], dogru müslimânların âlimleri, halîfelige
âid bilgileri, kelâm ilmine, ya’nî îmân bilgisine sokmus, isin dogrusunu bildirmislerdir.

Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâdan sonra 
“aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” 
müslimânların halîfesi, ya’nî Peygamber efendimizin
“aleyhisselâm” vekîli ve müslimânların reîsi, 
Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahüanh”. 
Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anh”. 
Ondan sonra,Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”, 
ondan sonra, Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü anh”. 
Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir. 

BunlardanSeyhaynın [ya’nî ilk ikisinin], diger ikisinden dahâ üstün oldugunu, Eshâb-ı kirâmın
ve Tâbi’în-i ızâmın hepsi söylemisdir. Bu sözbirligini, din imâmlarımız bildirmekdedir.
Meselâ imâm-ı Sâfi’înin “aleyhirrahme” sözü meshûrdur. Ehl-i sünnetin reîslerinden
olan Ebül-Hasen-i Es’arî buyuruyor ki, (Seyhaynın, diger bütün ümmetden
üstün oldugu muhakkakdır. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ zındıkdır).
Imâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Beni, Ebû Bekr ile Ömerden “radıyallahü
anhümâ” üstün tutan, iftirâ etmis olur. Iftirâ edenleri dövdükleri gibi, onu döverim).

Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, (Gunye-tüt-tâlibîn) kitâbında buyuruyor
ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Allahü teâlâdan istedim
ki, benden sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed
“sallallahü aleyhi ve sellem”! Allahü teâlânın diledigi olur. Senden sonra
halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” yine buyurdu
ki, Alî “radıyallahü anh” dedi ki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bana buyurdu
ki: 
(Benden sonra halîfe Ebû Bekr olacakdır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra
Osmân, ondan sonra da sen “radıyallahü anhüm” olacaksın!).
Imâm-ı Hasen, Imâm-ı Hüseynden dahâ üstündür “radıyallahü anhümâ”. Ehl-i sünnet
âlimleri “rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyurdu ki: Ilmde ve ictihâdda Âise “radıyallahü
anhâ”, Fâtımadan “radıyallahü anhâ” üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî
“radıyallahü anh”, (Gunye) kitâbında diyor ki, (Âise “radıyallahü anhâ” dahâ üstündür).
Bu fakîre göre ise, ilmde ve ictihâdda Âise, zühd ve dünyâdan kesilmekde ise,
Fâtıma dahâ ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımaya (Betûl) [ya’nî çok temiz] demislerdir
“radıyallahü anhümâ”. Âise “radıyallahü anhâ” ise, Eshâb-ı kirâma islâmiyyeti
ögretirdi. Eshâb-ı kirâm, bütün müskillerini, ondan sorup ögrenirdi.
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebeler, meselâ Deve vak’ası
ve Sıffîn vak’ası, iyi niyyetlerle, güzel sebeblerle yapılmıs olup, nefsin arzûları ile,
inâd ve düsmanlık ile degildi. Çünki, onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber
efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde ve mubârek nazarları karsısında
temizlenmis, hırs, kin ve düsmanlık gibi seyler kalmamısdı. Bunların sulhları
da, ayrılık ve muhârebeleri de, Hak için idi. Herbiri, kendi ictihâdına göre hareket
etmisdir. Ictihâdlarına uymıyanlara inâd ve düsmanlık etmiyerek, onlardan
ayrılmısdır. Ictihâdı dogru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet etmiyenlere de, bir sevâb
vardır. O hâlde, dogruyu bulmaga çalısıp da bulamayıp yanılanlarına da,
dogru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünki, bunlar da, sevâb kazanmısdır.

Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, bu muhârebelerde Emîr [ya’nî Alî] “radıyallahü
anh” haklı idi. Ona uymıyan ictihâdlar dogru degildi. Fekat, hiçbirine dil uzatılamaz.
Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık denilebilsin! Bu muhârebelerde Alî “radıyallahü
anh” buyurdu ki, (Kardeslerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık degildir.
Çünki, ictihâdlarına göre hareket ediyorlar). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi
ve sellem” buyurdu ki, (Eshâbıma dil uzatmakdan sakınınız!). Görülüyor ki, Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz
ve hepsini hurmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini
fenâ bilmemeli, kötü sanmamalıyız! Onların birbirleri ile olan muhârebelerini,
baskalarının sulhlarından dahâ iyi bilmelidir. Kurtulus yolu budur. Çünki, Eshâb-
ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” sevmekden
ileri gelir. Onlara düsmanlık, Ona düsmanlık olur. [Büyük âlim, Ebû Bekr-i
Siblî “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Eshâb-ı kirâma hurmet etmiyen bir kimse, Muhammed
aleyhisselâma îmân etmis olmaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.)].
[Âlûsî, (Gâliyye) kitâbında diyor ki, 
(Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı
övmekdedir. Ilk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde bunların izinde olanlardan
râzı oldugunu bildirmekdedir. Allahü teâlâ, ancak mü’min olarak ölecegini
bildigi kulundan râzı olur. Kâfir olarak ölecegini bildigi kulundan râzı oldugunu bildirmesine
imkân yokdur. Bunun için, Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmeler, onların
âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted olduklarını söyliyenleri
red etmekde, böyle söyliyenlerin kötü niyyetli, zındık olduklarını bildirmekdedir.
Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i serîfler pek çokdur. Bunların meshûrlarından
biri, Dârimînin ve Ibni Adînin bildirdikleri,

 (Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine
uyarsanız hidâyete kavusursunuz!) hadîs-i serîfidir). 
Ahmed Nâmıkî Câmînin “rahmetullahi
aleyh” (Üns-üt-tâibîn) kitâbı fârisîdir. Rızâ sâh zemânında Tahranda
basılmıs olanın kırkdördüncü sahîfesinde, dört halîfe ismleri ile yazılarak herbiri ve
Eshâb-ı kirâmın hepsi çok övülmekde ve hepsini sevmemiz lâzımdır demekdedir. Eshâb-
ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” kıymetini, büyüklügünü bilemiyen, bu büyükleri
kendileri gibi sanıp, kötüleyen sapıklara çok sasılır. 

Cehenneme gidecekleri bildirilen,yetmisiki bid’at fırkasının en kötüsü bunlardır. 
Bunlar, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” izinde gidiyoruz diyerek, müslimânların çok sevdigi, mubârek (Alevî)ismini kendilerine takıyorlar. Islâm düsmanlıgını bu mubârek ismin maskesi altındayapıyorlar. Sunu iyi bilmelidir ki, (Alevî) ismini tasıyan kimseler iki kısmdır.

Biri, müslimân ismini tasıyan sinsi islâm düsmanları, ya’nî zındıklardır. Bunların ismine
aldanmamalıdır. Ikinci kısm (Alevîler), hazret-i Alîyi seven hakîkî müslimânlardır.
Yalancı alevîler, temiz gençleri aldatıyorlar. [m. 1958] de, Istanbulda türkçe
basdırdıkları (Hüsniyye) ismli bir kitâbdaki, uydurma hikâyeleri, câhiller ve en
çok köylü kadınlar arasına yayarak, islâm büyüklerini kötüliyorlar. 
Bu kitâbın,Mürtezâ adındaki bir yehûdî tarafından arabî olarak yazıldıgı, 
(Tuhfe) kitâbında bildirilmekdedir.

Sonra, Ibrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfînin fârisîye terceme etdigi
ve 958 [m. 1551] de öldügü (Esmâ-ül müellifîn)de yazılıdır. (Eshâb-ı Kirâm)da
ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbındaki (Tezkiye-i Ehl-i beyt) risâlesinde o bozuk yazılar,
çirkin iftirâlar, vesîkalarla çürütülmüs, Mürtedâ, 436 [m. 1044] de, kardesi Radî
bin Tâhir de, [406] da Bagdâdda ölmüsdür. Türkçe (Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn)
kitâbında, Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri uzun yazılıdır.
 Bu kitâb, m. 1998 de Istanbulda
(Hakîkat Kitâbevi) tarafından basdırılmısdır.

Hurûfî denilen zındıkların i’tikâdda ve amelde birçok noktaları, Ehl-i sünnetden
ayrılıyor ise de, bunların taskınlık yapanları, kâfir olmakdadır. Bunlar, yok olmak
üzere iken, içlerinden, sâh Ismâ’îlin devlet kurması ile, çogaldılar. Memleketimize
de sokularak, hemen hemen bütün tekkelere bulasmıs ve birçok ma’sûmlar
bu sârî hastalıga yakalanarak, ebedî ölüme sürüklenmisdir. Cenâb-ı Hak, bizleri,
Ehl-i sünnetin dogru, temiz i’tikâdından ayırmasın. Müslimânlar arasında bölücülük
yapan vehhâbîlik ve kızılbaslık tehlükesinden muhâfaza buyursun! Âmîn.
(Tuhfe-i isnâ aseriyye) basında diyor ki: Bu sapık inanısı kuran, Abdüllah bin Sebe’
adında Yemenli bir yehûdîdir. Sen tanrısın dedigi için hazret-i Alî bunu Medâyine
sürdü. [Bunun yehûdî oldugu, 34 [m. 654] senesinde Mısrdan Medîneye gelip,
müslimân oldugunu söyledigi, (Müncid)de yazılıdır.] Bu dalâlet fırkası, her asrda
baska bir hâl almıs, sâh Ismâ’îl zemânında, belli bir sekle sokularak, kitâblar
yazılmısdır. Sî’îlik, hazret-i Alî zemânında kuruldu. Insanlar arasında yayılması dahâ
sonra basladı. Hicretin altmıs senesinde (Kîsâniyye), altmısaltı senesinde
(Muhtâriyye) ve yüzdokuz senesinde (Hisâmiyye) fırkaları ortaya çıkdı ise de, tutunamadılar,
yok oldular. Asrlar boyunca müslimânları dogru yoldan ayıran (Zeydiyye)
fırkası, yüzoniki senesinde ve öteki fırkaların hepsi dahâ sonra meydâna çıkdı.
Müslimânlar arasında bölücülük yapan bid’at fırkalarının birkaçı Eshâb-ı kirâm
zemânında ortaya çıkmıs, digerlerinin ortaya çıkması ve hepsinin kuvvetlenerek
müslimânlar arasına yayılması, Eshâb-ı kirâmın hepsinin ölümünden sonra
olmusdur. 
Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grubda toplanmakdadır:

1) (Tafdîliyye), hazret-i Alî, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.
2) (Sebbiyye), Eshâb-ı kirâmdan birkaçından baskası, zâlim, kâfir oldular, diyorlar.
Bunları sebb ediyorlar. Ya’nî kötülüyorlar.
3) (Gulât), hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” tanrıdır diyorlar. 
(Sebeiy-ye) ve (Nusayriyye) fırkaları böyledir. Ibâdet etmezler. 
Bu fırkayı, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki bir yehûdî kurmusdur.
Bunlar, her zemân, hazret-i Alînin ve hazret-i Abbâsın “radıyallahü anhümâ”
torunlarından birinin etrâfına toplanıp çesidli fırkalara ayrıldılar. 
Imâm-ı Zeynel’âbidîn vefât edince, çogu bunun oglu Zeydin yanında toplandı. 
Emevî hükümdârı Hisâm bin Abdülmelik tarafından Irâk vâlîsi olan 
Yûsüf-i Sekafî ile harb etmegegiderlerken, bir kısmı Zeydden ayrıldı. 
Zeyd bunlara (Râfizî) dedi. Kendileriise (Imâmiyye) adını aldılar.
 Zeydin yanında kalanlara (Zeydî) denildi. 
Herikisi de, (Resûlullahdan sonra hilâfet oniki imâmdadır) dediler.
(Oniki imâm): Alî bin Ebî Tâlib, Hasen, Hüseyn, Zeynel’âbidîn, Muhammed Bâkır,
Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Alî Rızâ, Muhammed Cevâd Takıy, Alî Nakıy,
Hasen Askerî Zekiy ve Muhammed Mehdîdir. Bu oniki imâmın çesidli ogullarına
baglanarak baska baska fırka oldular. Bugün, çogu imâmiyye olup üç ana
inançdan birincisinde iseler de, inançlarında, zemânla çesidli degisiklikler olmusdur.
Bunlar, simdi kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. Ca’ferîler hakkında, kitâbın sonundaki
ism cedvelinde, (Ca’fer-i Sâdık) kelimesinde uzun bilgi vardır].
Muhbir-i sâdık [ya’nî hep dogru haber verici] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi dogrudur. Yanlıslık olamaz.
O zemân günes, âdet dısı olarak garbdan dogacakdır. Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân”
çıkacak, Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek, Deccâl çıkacak, (Ye’cûc ve
Me’cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacakdır.
[(Huccet-ullahi alel’âlemîn)de diyor ki, (Ye’cûc ve Me’cûc denilen kimseler, Nûh
aleyhisselâmın oglu Yâfesin soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları
çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocugu olur. Cin ve insanların
adedlerinin onda dokuzu Ye’cûc ve Me’cûcdur. Arkasında kaldıkları seddi hergün
oyarlar. Gece eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar.
Insanlar sehrlere, binâlara saklanırlar. Hayvanları bitirirler. Nehrleri içip kuruturlar.
Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı bunlara karsı düâ ederler. Boyunlarında yara
hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çogalırlar. Pis kokularından
yer yüzü yasanamıyacak bir hâl alır). (Ye’cûc) ve (Me’cûc) çok eski zemânda,
bir dıvâr arkasına bırakılmıs, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü
millet oldugu, Kur’ân-ı kerîmde haber verilmisdir. Arkeolojik arasdırmalar, yer
altında kalmıs sehrleri, dag tepelerindeki deniz fosillerini bulduguna göre, o dıvârın
bugün meydânda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez.
Nitekim, bugünkü milyarlarca insan nasıl iki kisiden meydâna geldi ise, o iki milletin
de, bugün nerde oldukları bilinemiyen birkaç kisiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları
düsünülebilir].
(Dabbetülerd) denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara
gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından düâ edip, (Yâ Rabbî! Bu
azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!) diyecekdir. Alâmetlerin sonuncusu,
bir atesdir ki, Adenden çıkacakdır. [Aden, Yemendedir.] Hindistânda birisi,
Mehdî oldugunu iddi’â etmisdi. Mezârı da Fere sehrinde imis. Meshûr, hattâ
ma’nâsı tevâtür derecesine varmıs birçok hadîs-i serîfler böylelerinin bu i’tikâd ve
sözlerini yalanlamakdadır. [Memleketimizde de, ba’zı câhiller, tesavvuf kitâblarından
terceme ederek söyliyen ve yazan kimselere Mehdî diyor. Bunları, kendisi
yazıyor sanıyorlar.] Hâlbuki birçok hadîs-i serîflerde buyuruldu ki: (Mehdînin
bası hizâsında bir bulut olacakdır. Bulutdan bir melek: Bu Mehdîdir, sözünü dinleyiniz!
diyecekdir.) Bir hadîs-i serîfde buyuruldu ki: (Ismini duydugunuz kimselerden,
yeryüzüne [ya’nî, o zemân bilinen memleketlerin çoguna] dört kisi mâlik
oldu. Ikisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kisi, Zülkarneyn ile Süleymân
“aleyhimesselâm” idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Besinci
olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, ya’nî Mehdî de, mâlik olacakdır).
– 62 –
Bir hadîs-i serîfde buyuruldu ki: (Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim
evlâdımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın
ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulmle dolu iken,
onun zemânında adl ile dolar). Bir hadîs-i serîfde buyuruldu ki: (Eshâb-ı Kehf, hazret-
i Mehdînin yardımcıları olacakdır ve Îsâ “aleyhisselâm” bunun zemânında gökden
inecekdir. Îsâ “aleyhisselâm”, Deccâl ile harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla
berâber olacakdır. Bunun hükümdârlıgı zemânında, her zemânkinin aksine
olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramezân-ı serîfin ondördüncü günü günes tutulacakdır
ve birinci gecesinde ay tutulacakdır). O hâlde, insâf etsinler ki, bu alâmetler,
[câhillerin, Mehdî zan etdikleri kimselerde ve] o ölen adamda var mıdır,
yok mudur. Hazret-i Mehdînin dahâ birçok alâmetlerini, Muhbir-i sâdık “aleyhissalâtü
vesselâm” haber vermisdir. Ahmed ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Elkavlülmuhtasar
fî alâmâtil-Mehdî) ismindeki kitâbında, hazret-i Mehdînin ikiyüze yakın
alâmetlerini yazmısdır. Gelecegi bildirilen Mehdînin alâmetleri meydânda iken,
baskalarını Mehdî sananlar, ne kadar câhildir. Allahü teâlâ, onlara, dogruyu görmek
nasîb eylesin! [Celâleddîn-i Süyûtînin (Cüz’ün minel-ehâdis vel-âsâr-il-vâride-
ti fî hakk-ıl-Mehdî) kitâbında da hazret-i Mehdînin alâmetleri bildirilmekdedir].
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benî Isrâîl, yetmisbir
fırkaya ayrılmısdı. Bunlardan yetmisi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmusdur.
Nasârâ da, yetmisiki fırkaya ayrılmısdı. Yetmisbiri Cehenneme gitmisdir.
Bir zemân sonra, benim ümmetim de yetmisüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmisikisi,
Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur). Eshâb-ı kirâm, bu bir fırkanın
kimler oldugunu sordukda, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın
gitdigi yolda gidenlerdir) buyurdu. [Bu hadîs-i serîfin dört (Sünen) kitâbında
bulundugu (Milel-Nihâl) tercemesinde yazılıdır.] O kurtulan fırka, Ehl-i sünnet
velcemâ’atdir ki, insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmıslardır.
Yâ Rabbî! Bizleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în”
bildirdigi îmândan, i’tikâddan ayırma! Onlarla birlik oldugumuz hâlde, bu
dünyâdan çıkar! Bizi onlarla hasr eyle, yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra,
kalblerimizi dogrudan kaydırma ve bize yüce katından rahmet ver. Sen ihsân
edenlerin en büyügüsün!
Islâmın birinci sartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”
îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini begenip, kabûl etmekdir.
I’tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasak etdigi seylerden
kaçınmak, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak, elbette lâzımdır. Bes vakt nemâzı,
gevsek ve tenbel olmaksızın, kılmalıdır. Ta’dîl-i erkân ile kılmalıdır ve cemâ’at
ile kılmalıdır. (Müslimân ile kâfiri birbirinden ayıran nemâzdır). [Nemâzı
dogru ve iyi kılan bir kimse müslimândır. Nemâzı dogru kılmıyan veyâ hiç kılmıyan
kimsenin müslimânlıgı sübhelidir.] Bir kimse, nemâzı dogru ve iyi kılınca, islâm
ipine yapısmıs olur. Çünki, nemâz, islâmın bes sartından ikincisidir.
Islâmın üçüncü sartı, zekât vermekdir.
Islâmın dördüncü sartı, Ramezân-ı serîf ayında hergün oruc tutmakdır.
Besinci sart, Kâ’be-i mu’azzamayı hac etmekdir.
Islâmın birinci sartı, îmân olup, kalb ile inanmak ve dil ile de söylemekdir. Diger
dört sart ise, vücûd ile yapılacak ve kalb ile niyyet edilecek ibâdetlerdir. Nemâz,
bütün ibâdetleri kendisinde toplamısdır ve hepsinden dahâ üstündür. Kıyâmetde
evvelâ nemâz sorulacakdır. Nemâz dogru ise, digerlerinin hesâbı, Allahü teâlânın
yardımı ile, kolay geçecekdir.
Dinde yapılması yasak edilenlerden, mümkin oldugu kadar sakınmalıdır. Allahü
teâlânın râzı olmadıgı seyleri, öldürücü zehr bilmelidir. Kusûrlarını düsünüp,
– 63 –
bunları yapdıgına mahcûb olmalı, utanmalıdır. Pismân olup üzülmelidir. Hiç günâh
yapmamaga karâr vermelidir. [Bu üzülmege ve karâra (Tevbe etmek) denir.
Günâhlarını afv etmesi için Allahü teâlâya yalvarmaga (Istigfâr etmek) denir.] Allahü
teâlânın begenmedigi seyleri utanmadan, sıkılmadan söyliyen ve yapan, Allahü
teâlâya karsı durmus, inâd etmis olur. Bu inâdları, hemen hemen onları islâmiyyetden
çıkarır.
[(Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının dördüncü kısmı, ikinci bâbının, üçüncü faslında
buyuruyor ki: (Harâmları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmıslar ise
de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek
gerekdir. Çünki, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir. Istedigini yapmakda
hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düsmanlıgını günâhlar içinde gizlemisdir.
Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir).
(Rıyâd-un-nâsıhîn) üçüncü bâbı, birinci faslında buyuruyor ki: (Küfrden ve
bid’atden baska günâhlar ikiye ayrılır: Birinci kısm, Allahü teâlâ ile kul arasında
olan günâhlardır. Içki içmek, nemâz kılmamak ve bunlar gibi. Bu günâhların,
büyügünden ve küçügünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah “aleyhisselâm” buyurdu
ki: (Bir zerrecik [ya’nî çok az] bir günâhdan kaçınmak, bütün cin ve insanların
ibâdetleri toplamından dahâ iyidir). Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini
yapmamak oldugundan, büyükdür. Fekat, ba’zısı, ba’zısına göre küçük görünür.
Meselâ, yabancı kadına sehvetle bakmak, zinâ yapmakdan dahâ küçükdür. [El
ile, ihtiyâcını gidermek, her ikisinden dahâ küçükdür.] Bir küçük günâhı yapmamak
bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden dahâ sevâbdır. Çünki, nâfile ibâdet yapmak
farz degildir. Günâhlardan kaçınmak ise, herkese farzdır. Büyük günâhlardan
kaçınabilmek için, baska çâre yoksa, küçük günâhı islemek câiz olur.
Her günâhı yapdıkdan sonra tevbe ve (istigfâr etmek) de farzdır. Her günâhın
tevbesi kabûl olur. (Kimyâ-i se’âdet)de buyuruyor ki: (Sartlarına uygun yapılan
tevbe, muhakkak kabûl olur. Tevbenin kabûl edileceginde sübhe etmemelidir. Tevbenin
sartlarına uygun olmasında sübhe etmelidir). Tevbe edilmiyen herhangi bir
günâhdan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünki, Allahü teâlânın gadabı, günâhlar
içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüzbin
sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh için, sonsuz olarak red edebilir
ve hiçbirseyden çekinmez. Bunu Kur’ân-ı kerîm bildiriyor ve ikiyüzbin sene itâ’at
eden iblîsin [seytânın], kibr edip, secde etmedigi için, ebedî mel’ûn oldugunu, haber
veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem aleyhisselâmın oglunu, bir adam öldürdügü
için, ebedî tard eyledi. Mûsâ “aleyhisselâm” zemânında, Bel’am bin Bâûrâ
(Ism-i a’zam)ı biliyordu. Her düâsı kabûl olurdu. Ilmi ve ibâdeti, o derecede
idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, ikibin kisi hokka, kalem ile yanında bulunurdu.
Bu Bel’am, Allahü teâlânın bir harâmına, az bir meyl etdigi için, îmânsız
gitdi. (Onun gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın
akrabâsı idi. Mûsâ “aleyhisselâm” buna hayr düâ edip ve kimyâ ilmi ögretip,
o kadar zengin olmusdu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını kırk katır tasırdı.
Birkaç kurus zekât vermedigi için, bütün malı ile birlikde, yer altına sokuldu.
Sa’lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet ederdi. Câmi’den çıkmazdı. Bir
kerre sözünde durmadıgı için, sahâbîlik serefine kavusamadı, îmânsız gitdi. Peygamber
efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” onun için düâ etmemesi emr
olundu. Allahü teâlâ, nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almısdır.
O hâlde, her mü’minin günâh islemekden çok korkması lâzımdır. Ufak bir günâh
isledikde tevbe, istigfâr etmesi, yalvarması lâzımdır.
[(Rıyâd-un-nâsıhîn) ikinci kısm, ikinci bâbı, birinci faslda diyor ki, (Tevbe ve
istigfâr kalb ile, dil ile ve günâh isliyen a’zâ ile birlikde olmalıdır. Kalb pismân olmalı.
Dil, düâ etmeli, yalvarmalı. A’zâ da günâhdan çekilmelidir.) Birçok âyet-i kerîmede
(Beni çok zikr edin) ve (Izâ câe) sûresinde (Bana istigfâr edin. Düâlarını-
– 64 –
zı kabûl ederim, günâhlarınızı afv ederim) buyuruldu. Görülüyor ki, Allahü teâlâ,
çok istigfâr edilmesini emr ediyor. Bunun için, Muhammed Ma’sûm hazretleri, ikinci
cild, 80.ci mektûbunda (Bu emre uyarak, her nemâzdan sonra yetmis kerre istigfâr
ediyorum. Ya’nî, (Estagfirullah) diyorum. Siz de bunu çok okuyunuz! Herbirini
söylerken ma’nâsını (Beni afv et Allahım) olarak düsünmelidir. Okuyanı ve
yanındakileri, derdlerden, sıkıntılardan, hastalıklardan kurtarır. Çok kimse, okudu.
Fâidesi hep görüldü) buyurdu. Yatarken, sag tarafa yatıp, bir E’ûzü ve Besmele,
bir Âyet-el-kürsî, üç Ihlâs, bir Fâtiha, bir Kul-e’ûzüler, bir (tevekkeltü alellah
lâ havle velâ kuvvete illâ billah) oku. Büyüklerimiz, cinleri def’ için, bu kelime-i
temcîdi okurdu. Sonra, bir istigfâr düâsı ya’nî, (Estagfirullâhel’azîm, ellezî lâ ilâhe
illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh), bir (Allahümmagfirlî ve li-vâlideyye
ve lil mü’minîne vel mü’minât) ve bir salevât-ı serîfe ve bir (Allahümme rabbenâ
âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil-âhıreti haseneten ve kınâ azâbennâr bi-rahmetike
yâ Erhamerrâhimîn) ve üç veyâ on veyâ kırk yâhud yetmis kerre istigfâr
ve bir kelime-i tevhîd okuyup uyumalıdır. Bütün gece okuyup uykusuz kalmamalıdır.
Hastaya sifâ için, yetmis istigfâr okumalı, temâm olunca, bası üzerine üfürmeli
ve kısa bir düâ etmelidir. Düâların ve istigfârın kabûl olması için, nemâzları
kılmak ve harâmlardan sakınmak ve abdestli okumak lâzımdır. Istigfârı ve düâları
abdestli okumak müstehabdır. Ey büyüklerin büyügü Allahım! Muhammed
aleyhisselâmın haber verdigi gibi, Sana inanıyorum. Beni kabûl et! Beni afv et! Muhammed
aleyhisselâm, Seni bize haber vermeseydi, bu noksan aklımızla, kendimiz
bulmak, Seni tanımak serefine kavusamazdık. Hayvanlardan asagı olur, Cehennemin
atesinde yanmak, cezâmız olurdu. Ey büyük Peygamber! Senin bizim üzerimizdeki
hakkın sonsuzdur. Bizi, Allahımızı tanımakla sereflendirdin. Müslimân olmak
se’âdetine kavusdurdun. Sonsuz yanmak azâbından kurtardın. Bunun için, benden
sana sonsuz selâmlar, sonsuz düâlar olsun! Allahım! Bu büyük Peygamberi bize
tanıtan, analarımıza, babalarımıza ve hocalarımıza ve Ehl-i sünnet kitâblarını
yazanlara ve yayanlara rahmet eyle yâ Rabbî! Âmîn.]
Ikinci kısm günâhlar, kullar arasındadır ki, bunlara tevbe etmek için, o kulu hosnûd
etmek, râzı etmek de lâzımdır). (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, hadîs-
i serîfde buyuruldu ki: (Gizli yapılan günâhın tevbesini gizli yapınız! Âsikâre
yapılan günâhın tevbesini âsikâre yapınız! Günâhınızı bilenlere, tevbenizi duyurunuz!).
O hâlde islâm dînine inanmıyanlar, müslimânlara sıkıntı verenler öldükden sonra,
bunlar için, (Belki tevbe etmisdir, irtidâddan vaz geçmisdir) demek bosdur. Bunların
zulm yapan a’zâlarının iyilik yapması, dili ile düâ etmesi ve mazlûmları hosnûd
edecek vasıyyetde bulunmaları lâzımdır. Böyle tevbe etmiyen mürtedlerin ölülerine
hüsn-i zan edilmez].
Oradaki insanların bilmedigi, belki sizin dahî anlamadıgınız, Cenâb-ı Hakkın
size mahsûs kıldıgı bir devlete, bir ni’mete sâhibsiniz. Söyle ki, vaktin sultânı yedinci
ceddinden i’tibâren müslimân olup, Ehl-i sünnetdendir ve hanefî mezhebindendir.
Her ne kadar, kıyâmetin yakın oldugu, Resûlullahın zemânından uzak bulunan
zemânımızda, bir kaç seneden beri ba’zı ilm talebeleri, içlerindeki pislikden
dogan ihtirâs ve çirkin isteklerini tatmin için devlet adamlarına ve sultânlara yaklasmıs
ve onların gözlerine girmege çalısmıs ve böylece saglam dinde sek ve sübheler
ortaya çıkarmıslar, ahmakları dogru yoldan ayırmıslar ise de, böyle sânı büyük
bir pâdisâhın, sizin sözünüzü dinleyip, kabûl buyurması büyük bir se’âdetdir.
Ehl-i sünnet ve cemâ’at i’tikâdına uygun olan hak ve islâm kelimesini açık veyâ isâret
ile ona anlatınız! Onun huzûrunda imkân nisbetinde hak ehlinin, dogru yolun
âlimlerinin sözlerini arz ediniz! Hattâ dâimâ, bir yolunu bulup, mezheb ve dinle
ilgili bilgileri anlatmak için fırsat kollayınız! Böylece, Islâmın hakîkati ortaya çıkar.
Sapıklık, bâtıllık ve küfrün ve kâfirligin çirkinligi ve kötülügü anlasılmıs
– 65 – Se’âdet-i Ebediyye 1-F:5
olur. Küfrün bâtıl oldugu zâten âsikârdır. Aklı olan bir kimse onu begenmez. Küfrün
bâtıl oldugunu çekinmeden söylemeli, onların tapındıkları bâtıl ilâhları, tanrıları,
en agır dille nefy ve red etmelidir. Çünki hak üzere ilâh, ancak ve ancak tereddütsüz
ve sübhesiz, göklerin yaratıcısıdır. Kâfirlerin tapındıkları, yaratıcı diye
övdükleri seyler, bir sivrisinegi yaratmıs mıdır? Hepsi bir araya gelse, birsey yaratamaz.
Ibâdet etdikleri seylerden birini, bir sivrisinek ısırsa, kendini bundan koruyamaz.
Nasıl olur da, baskalarını zarardan koruyabilir? Kâfirler, bu yapdıklarının
kötü oldugunu isitince, kabâhatlerini anlıyarak, putlarımız, heykellerimiz,
Allahü teâlânın yanında bize sefâ’at edecek. Bizi Ona yaklasdıracaklar. Onun için,
bunlara ibâdet ediyoruz diyorlar. Bunlar, ne kadar abdaldır. Bu cânsız seylerin,
kendilerine sefâ’at edeceklerini nereden bilmisler? Hak teâlânın, kendisine ortak
yapılan ve büyük düsmanı olan bu putların, sefâ’atlerini kabûl edecegini, nereden
anlamıslardır? Bunların hâli, su ahmaklara benzer ki, hükûmete karsı ısyân edenlere,
yardım eder. Sıkısdıgımız zemân, hükûmetin yardımına kavusmamız için, bu
âsîler, bize sefâ’at ve iltimâs edecekdir derler. Ne kadar ahmaklıkdır ki, âsîlere hurmet
ediyor ve bunların sefâ’ati ile hükûmet bizi afv edecekdir diyorlar. Hâlbuki,
bunların hükûmete yardım etmesi ve âsîleri basdırması lâzım idi. Ancak böylece
hükûmete yaklasır ve dogru yolda yürümüs olur ve emniyyete ve râhata kavusmus
olurlardı. Ahmaklar, birkaç tası elleri ile yontarak, senelerle ona tapıyor. Kıyâmet
günü, ondan yardım bekliyorlar. O hâlde, kâfirlerin dinlerinin bozuklugu meydândadır.
[Putperestligin ne zemân basladıgı (Mesmû’ât)ın 41.ci sahîfesinde yazılıdır.]
Müslimânlardan, dogru yoldan ayrılanlara, (Bid’at sâhibi) denir. Dogru yol, Muhammed
“sallallahü aleyhi ve sellem”in ve Onun dört halîfesinin “aleyhimürrıdvân”
yoludur. Abdülkâdir Geylânî “kuddise sirruh” (Gunye) kitâbında buyuruyor
ki: (Yetmisiki bid’at yolunun esâsı, dokuz fırkadır ki, hâricî, sî’î, mu’tezile, mürci’e,
müsebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyyedir. Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin “aleyhimürrıdvân” zemânında
bunların hiçbiri yokdu. Bunların meydâna çıkması, ayrı ayrı yollara ayrılması,
Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i ızâmın ve Fükahâ-i seb’anın “rıdvânullahi
aleyhim ecma’în” ölümlerinden senelerce sonra idi).
[(Fükahâ-i seb’a), yedi büyük âlim demekdir. Buhârî muhtasarı olan (Tecrîd-i
sarîh) tercemesi, birinci cild, otuzdördüncü sahîfesinde diyor ki, (Medîne-i münevverenin
bu yedi âlimi, Sa’îd ibni Müseyyib, Kâsım bin Muhammed bin Ebî
Bekr-i Sıddîk, Urve-tebniz-Zübeyr, Hârice-tebni-Zeyd, Ebû Seleme-tebni-Abdürrahmân
bin Avf, Ubeydüllah ibni Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân “radıyallahü
anhüm” idi)].
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benden sonra müslimânlar
arasında çok ayrılık olacakdır. O zemânlarda yasıyanlar benim yoluma
ve Hulefâ-i râsidînin “aleyhimürrıdvân” yoluna yapıssın! Sonradan meydâna çıkan,
moda olan seylerden kaçınsın! Çünki, dinde yenilik, reform yapmak dogru yoldan
çıkmakdır. Benden sonra, dinde yapılacak degisikliklerin hepsi dinsizlikdir).
Bu hadîs-i serîf gösteriyor ki, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem”
ve Hulefâ-i râsidînden sonra, dinde meydâna çıkarılan bu bozuk mezhebler, kıymetsizdir.
Bunlara güvenilmez. Allahü teâlâya çok sükr edelim ki, bizi, Cehennemden
kurtulan (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkasından eyledi. Cehenneme gidecek
olan yetmisiki bid’at fırkasından etmedi. Onların bozuk i’tikâdlarına kapılmakdan
muhâfaza buyurdu ve ba’zı kimseleri Allahlık derecesine çıkaran, [Sen yaratdın,
senden din isteriz] diyenlerden eylemedi. Insan kendi isini, hareketini kendi
yaratıyor diyenlerden de eylemedi. Cennetde Allahü teâlâyı görmege inanmıyanlardan
da etmedi. Hâlbuki bu görmek, dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en büyügüdür.
Su iki fırkadan da etmedi ki, insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sel-
– 66 –
lem” Eshâbına dil uzatarak, onları incitiyor. Bu din büyüklerini fenâ sanıyor. Onları,
birbirine düsman idi, düsmanlıklarını ve kinlerini gizliyerek iki yüzlülükle geçiniyorlardı
biliyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Eshâb-ı kirâmın
“aleyhimürrıdvân” birbirlerini her zemân sevdiklerini bildiriyor. Bu iki fırka,
Kur’ân-ı kerîme inanmamıs oluyor. Aralarında kin ve düsmanlık vardır diyorlar.
Allahü teâlâ akl ve insâf versin ve dogru yolu göstersin! Yine sükrler olsun ki, bizleri,
Allahü teâlâya madde ve cism diyen, Onu zemânlı, mekânlı bilenlerden, yaratanı,
mahlûklarına benzetenlerden etmedi ve [paraya, mevkı’a, rütbeye, râhata
kavusmak, keyf sürmek için, dinlerini satan, ecdâdının mukaddesâtını ayaklar
altına alan (Mürted)lerden, ahmaklardan eylemedi].
Sunu da iyi bilmek lâzımdır ki, idâreciler, cem’ıyyetleri idâre edenler, rûh gibidir,
cân gibidir. Millet, ya’nî bütün insanlar da, cesed, beden gibidir. Rûh iyi ise,
beden de sâlih, iyi olur. Rûh bozuk ise, beden de bozuk olur. O hâlde, âmirlerin
iyi olmalarına, [milleti idâre için, islâm düsmanı olmıyanların seçilmesine] çalısmak,
herkesin iyiligine çalısmak olur. Herhangi bir kimseyi ıslâh etmege çalısmak,
ona islâmiyyeti bildirmekle olur. Her ne yolla olursa olsun, milleti idâre edeceklerin
müslimân olmalarına çalısmak lâzımdır. Müslimân oldukdan sonra, onlara,
(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) i’tikâdını bildirmelidir. Bozuk fikrlerin ortadan kalkmasına
çalısmalıdır. Bunları yapmak nasîb olan bir kimse, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” vârisi olur. Bu fırsat, size bedâva nasîb olmusdur.
Bunun kıymetini biliniz! Bu yolda ne kadar çok yazsam, yeridir. Fekat size bu kadar
yetisir. Insanları herseye kavusduran, ancak Allahü teâlâdır.
[(Mecelle)nin otuzdokuzuncu (39) maddesinde, (Zemânın degismesi ile, âdete
dayanan hükmler degisebilir) diyor. Fekat, (Nass) ile bildirilmis olan ahkâm hiçbir
zemân degismez. Her âdet, delîl-i ser’î olamaz. Bir âdetden hükm çıkarılabilmesi
için, bu âdetin Nasslara muhâlif olmaması ve sâlih müslimânlar arasında Selefden
gelmis olması lâzımdır. Harâm isliyenler çogalır, harâmlar âdet hâline gelirse,
yine halâl olmazlar. Küfr alâmetleri de âdet olur, müslimânlar arasına yayılırsa,
islâm âdeti olmaz. Küfr alâmeti olmakdan çıkmazlar. Mubâh olan âdetlerde
ve fen bilgilerinde zemâna uyulur. Teknikde ilerliyenlere ayak uydurulur. Din
bilgilerinde, ibâdetlerde zemâna uyulmaz. Îmân bilgileri, din bilgileri zemânla degismez.
Bunları degisdirmek, zemâna uydurmak istiyenler, Ehl-i sünnetden ayrılır,
kâfir veyâ sapık olurlar].
ÇOK MÜHIM TENBÎH
Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her isinde, Allahü teâlânın
emrlerine, ya’nî farzlara ve yasak etdiklerine [harâmlara] uyması lâzımdır. Bir farzın
yapılmasına, bir harâmdan sakınmaga ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider, kâfir
olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabrde azâb çeker. Âhıretde Cehenneme gider.
Cehennemde sonsuz yanar. Afv edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl
yokdur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her isde kâfir olmak ihtimâli
çokdur. Küfrden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahî, hergün
bir kerre istigfâr etse, ya’nî (Estagfirullah) dese, muhakkak afv olur, ya’nî, (Yâ
Rabbî! Bilerek veyâ bilmiyerek küfre sebeb olan bir söz söyledim veyâ is yapdım
ise, nâdim oldum, pismân oldum. Beni afv et) diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya
yalvarsa, muhakkak afv olur. Cehenneme gitmekden kurtulur. Cehennemde sonsuz
yanmamak için, hergün muhakkak tevbe ve istigfâr etmelidir. Bu tevbeden dahâ
mühim bir vazîfe yokdur. Kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu
hakları ödemek ve terk edilmis nemâzlara tevbe ederken, farzları kazâ etmek lâzımdır.
Kitâbımızda 276 dan 287 ortasına kadar okuyunuz!
Insan beser, durmaz sasar, eyler hatâ, üçer beser.
Düz ovada yürür iken, ayagını sürter, düser.
– 67 –

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...