32 — ÜÇÜNCÜ CILD, 38. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Molla Ibrâhîm için yazılmısdır. Bu ümmetin yetmisüç fırkaya ayrılacagını
bildiren hadîs-i serîfi açıklamakdadır:
Hadîs-i serîfde bu ümmetin yetmisüç fırkaya ayrılacagı, bunlardan yetmisiki
fırkanın Cehenneme gidecekleri bildirildi. Bu hadîs-i serîf, yetmisiki fırkanın Cehennem
atesinde azâb göreceklerini bildiriyor. Cehennemde sonsuz kalacaklarını
bildirmiyor. Cehennem atesinde sonsuz azâbda kalmak, îmânı olmıyanlar içindir.
Ya’nî kâfirler içindir. Yetmisiki fırka, i’tikâdları bozuk oldugu için Cehenneme girecekler
ve i’tikâdlarının bozuklugu kadar yanacaklardır. Yetmisüçüncü olan bir fırkanın
i’tikâdı bozuk olmadıgı için, Cehennem atesinden kurtulacaklardır. Bu bir fırkada
bulunanlar arasında kötü is yapmıs olanlar varsa ve bu kötü isleri tevbe ve istigfâr
ile veyâ sefâ’at ile afv olunmadı ise, bunların da günâhları kadar Cehennemde
yanmaları câizdir. Yetmisiki fırkada olanların hepsi Cehenneme girecekdir.
Fekat hiçbiri Cehennemde sonsuz kalmıyacakdır. Bir fırkada bulunanların hepsi Cehenneme
girmiyecekdir. Bunlardan yalnız kötü is yapanlar Cehenneme girecekdir.
Cehenneme girecekleri bildirilmis olan yetmisiki (Bid’at fırkaları), (Ehl-i kıble) oldukları
için, bunların hepsine kâfir dememelidir. Fekat bunların, dinde inanması zarûrî
lâzım olan seylere inanmıyanları ve (Ahkâm-ı islâmiyye)den her müslimânın
isitdigi, bildigi seyleri te’vîlini bilmeden red edenleri kâfir olur. (Ehl-i sünnet)
âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildiriyor ki, (Bir müslimânın bir sözünden
veyâ bir isinden yüz sey anlasılsa, bunlardan doksandokuzu küfre sebeb olsa
ve biri müslimân oldugunu gösterse, bu bir seyi anlamak, onu küfrden kurtarmak
lâzımdır). Herseyin dogrusunu Allahü teâlâ bilir. En saglam söz Onun sözüdür.
Bu ümmetin fakîrlerinin zenginlerinden yarım gün önce Cennete girecekleri bildirildi.
Bu yarım gün, besyüz dünyâ senesidir. Çünki, Allahü teâlânın bildirdigi bir
gün, bin dünyâ senesi kadar zemândır. Böyle oldugu Hac sûresinde açıkca bildirilmisdir.
Niçin bu kadar zemân oldugunu ancak Allahü teâlâ bilir. Çünki âhıretde,
dünyâda bulunan gece, gündüz, ay, sene yokdur. Cennete erken girecekleri bildirilen
fakîrler, islâmiyyete uyan ve sabr eden fakîrlerdir. Islâmiyyete uymak, islâmiyyetin
emr etdiklerini yapmak ve yasak etdiklerinden sakınmak demekdir. Fakîrligin
de dereceleri ve mertebeleri vardır. Mertebelerinin en yüksegi, fenâ makâmında
ele geçer. Bu mertebede olan fakîr, Allahü teâlâdan baska herseyi fakîr, muhtâc
bilir. [Allahü teâlâya muhtâc olmıyan, ya’nî Ona karsı fakîr olmıyan hiçbir mahlûk
yokdur.] Mahlûkların hepsini unutur. Hiçbirini hâtırına getirmez. Fakîrlik
mertebelerinin hepsine kavusan, birkaçına kavusandan dahâ üstündür. Bunun
içindir ki, fenâ makâmına kavusan kimsenin zâhiren fakîr, muhtâc olması, fenâ makâmına
kavusup da zâhiren fakîr olmıyandan dahâ efdaldir, dahâ kıymetlidir.
33 — ÜÇÜNCÜ CILD, 101. ci MEKTÛB
Bu mektûb seyh Abdüllaha yazılmısdır. Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini felsefecilerin
anladıklarına göre tefsîr ve te’vîl etmek câiz olmadıgını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ size selâmet versin ve belâlardan korusun! (Tebsîr-ür-rahmân)
adındaki kitâbı göndermissiniz. Ba’zı yerlerini okudum. Geri gönderiyorum.
[(Tebsîr-ür-rahmân ve Teysîr-ül-menân) tefsîr kitâbıdır. Hanbelî âlimlerinden
Zeyn-üd-dîn Alî bin Ahmed Ermevî yazmısdır. Yediyüzon (710) senesinde vefât
etmisdir.]
Kıymetli kardesim! Bu kitâbı yazanın, eski yunan felsefecilerinin yoluna oldukça
kaymıs oldugu anlasılıyor. Hemen hemen, onları Peygamberlerle bir derecede
tutacak “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Hûd sûresindeki bir âyet-i kerîmeye
verdigi ma’nâ gözüme ilisdi. Bu âyete, Peygamberlerin hâline uymıyarak eski
yunan felsefecileri gibi ma’nâ vermekdedir. Peygamberlerin sözü ile felsefecilerin
– 68 –
sözünü bir degerde tutmakda, (Onlar için âhıretde yokdur) âyet-i kerîmesine
(Peygamberlerin ve felsefecilerin söz birligi ile) ve (Ancak ates ile azâb) âyet-i kerîmesine,
(his ederek yâhud aklî, nazarî olarak ......) demekdedir. Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” sözbirligi bulunan yerde, eski yunan felsefecilerinin
söz birliginin ne kıymeti vardır? Âhıretdeki azâbı bildiren ve hele Peygamberlerin
sözlerine uymıyan sözlerinin ne ehemmiyyeti olur. Onun bildirdigi gibi felsefeciler,
Cehennem azâbının aklî, nazarî oldugunu söyliyor. Bu sözleri, cesedin
azâbı his edecegine inanmadıklarını göstermekdedir. Hâlbuki Peygamberler, azâbın
his edilecegini söz birligi ile bildirmislerdir. Bu kitâb, baska yerlerinde de,
Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini, felsefecilerin bildirdikleri gibi yazmakdadır. Peygamberlerin
yolunda olanlara uymıyan yazılarından dolayı bu kitâb, gizli hattâ apaçık
zararları tasımakdadır. Bunu size bildirmegi lüzûmlu gördügüm için, birkaç kelime
ile basınızı agrıtdım. Selâm ederim.
34 — IKINCI CILD, 19. cu MEKTÛB
Bu mektûb, Mîr Muhibbullaha yazılmısdır. Sünnet-i seniyyeye yapısmagı ve
bid’atlerden sakınmagı bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun Peygamberlerine salât ve size düâlar ederim.
Kıymetli kardesim seyyid Mîr Muhibbullah! Buradaki fakîrlerin hâlleri, gidisleri
çok iyidir. Bunun için Allahü teâlâya sonsuz hamd etmek lâzımdır. Sizin de selâmetiniz
için ve hâlinizin degismemesi için ve dogru yolda ilerlemeniz için Allahü
teâlâya düâ ederim. Bu günlerde, ne hâlde bulundugunuzu bildirmediniz. Mesâfenin
uzaklıgı, haberlesmeyi güçlesdiriyor. Nasîhat vermek, dînimizin birinci vazîfesidir
ve Peygamberlerin en üstününe uymakdır “Ona ve hepsine üstün düâlar
ve selâmlar olsun!”. Ona uymak için Onun sünnetlerini, ya’nî bütün emr ve yasaklarını
yerine getirmek ve Onun begenmedigi bid’atlerden sakınmak lâzımdır. O
bid’atler, gecenin karanlıgını yok eden, tan yerinin agarması gibi parlak görünseler
de hepsinden kaçmak lâzımdır. Çünki, hiçbir bid’atde nûr yokdur, ısık yokdur.
Hiçbir hastaya sifâ yokdur. Hiçbir hastaya ilâc olamazlar. Çünki, her bid’at, yâ bir
sünneti yok eder, yâhud sünnetle ilgisi olmaz. Fekat, sünnetle ilgisi olmıyan
bid’atler, sünnetden asırı, artık oldukları için, sünneti yok etmis olmakdadırlar. Çünki,
bir emri emr olunandan ziyâde yapmak, bu emri degisdirmek olur. Bundan anlasılıyor
ki, nasıl olursa olsun, her bid’at sünneti yok etmekdedir. Sünnete ters düsmekdedir.
Hiçbir bid’atde iyilik ve güzellik yokdur. Keski bilseydim ki, kâmil olan
bu dinde ve Allahü teâlânın râzı oldugu islâmiyyetde, ni’metler temâm oldukdan
sonra, ortaya çıkan bid’atlerden ba’zılarına, nasıl olmus da güzel demisler? Bunlar
niçin bilmemisler ki, birsey yükseldikden, temâm oldukdan, begenildikden sonra,
buna yapılacak eklemeler güzel olamaz. Hak olan, dogru olan birseyde yapılacak
her degisiklik, dalâlet ve sapıklık olur. Kâmil olan, temâm olan bu dinde sonradan
meydâna çıkarılan birseye güzel demenin, dînin kemâle ermedigini gösterecegini
ve ni’metin temâm olmadıgını bildirecegini anlamıs olsalardı, hiçbir
bid’ate güzel diyemezlerdi. Yâ Rabbî, unutdugumuz ve yanıldıgımız seyler için bizleri
hesâba çekme! Size ve yanınızda olanlara selâm ederim.
[Sünnet kelimesinin dînimizde üç ma’nâsı vardır: (Kitâb ve sünnet) birlikde söylenince,
kitâb, Kur’ân-ı kerîm, sünnet de, hadîs-i serîfler demekdir. (Farz ve sünnet)
denilince, farz, Allahü teâlânın emrleri, sünnet ise, Peygamberimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” sünneti, ya’nî emrleri demekdir. Sünnet kelimesi yalnız olarak
söylenince, islâmiyyet, ya’nî bütün ahkâm-ı islâmiyye demekdir. Fıkh kitâbları
böyle oldugunu bildiriyor. Meselâ (Kudûrî muhtasarı)nda (Sünneti en iyi bilen
imâm olur) diyor. (Cevhere) kitâbında burayı açıklarken (Sünnet demek, burada
ahkâm-ı islâmiyye demekdir) diyor. Yetmisdördüncü maddenin sonuna bakınız!
– 69 –
Kalbi temizlemek için islâmiyyete uymak lâzım oldugu anlasıldı. Islâmiyyete uymak
da, emrleri yapmakla ve yasaklardan ve bid’atlerden sakınmakla olur.
Bid’at, dinde sonradan yapılan sey demekdir. Peygamberimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” ve dört halîfesinin “radıyallahü anhüm” zemânlarında bulunmayıp
da, onlardan sonra, dinde meydâna çıkarılan, ibâdet olarak yapılmaga baslanan
seylerdir. Meselâ, nemâzlardan sonra hemen (Âyet-el-kürsî) okumak lâzım
iken, önce (Salâten tüncînâ)yı ve baska düâları okumak bid’atdir. Bunları, (Âyetel-
kürsî)den ve tesbîhlerden sonra okumalıdır. Nemâzdan, düâdan sonra secde edip
de kalkmak bid’atdir. Ezânı ho-parlörle okumak bid’atdir. Ho-parlör, ses çıkaran
bir âletdir. Lugat kitâblarında, meselâ (Müncid)de diyor ki, (Ses çıkaran âletlere
(Mizmâr) denir). Ho-parlör, mizmârın bir nev’idir. (Hâd-id-dâllîn)de diyor ki, (Ebû
Nu’aym Isfehânînin (Hilyetül-Evliyâ)sında yazılı hadîs-i serîfde, seytâna (Senin
müezzinin mizmârdır) buyuruldu). Ho-parlör ile okunan ezânın, seytân ezânı oldugu,
bu hadîs-i serîfden anlasılmakdadır. Dinde yapılan her degisiklik ve reform
bid’atdir. Yoksa, çatal, kasık, boyun bagı kullanmak, kahve, çay, tütün içmek
bid’at degildir. Çünki, bunlar ibâdet degil, âdetdir ve mubâhdırlar. Harâm degildirler.
Bunları yapmak, dînin emr etdigi seyi terk etmege veyâ nehy [yasak] etdigi
seyi yapmaga sebeb olmazlar. (Hadîka-tün-nediyye)de diyor ki, (Bid’at, dinden
olmıyan, ibâdet olmıyan, âdet olan birsey ise, dînimiz bunu red etmez. Yimekde,
içmekde, elbisede, seyrü sefer vâsıtalarında ve binâ, mesken, ev islerinde, ibâdet
yapmak, ya’nî Allahü teâlâya tekarrüb niyyet etmeyip, yalnız dünyâ isi düsünülürse,
bunlar bir ibâdeti yapmaga mâni’ olmadıkça veyâ bir harâmı islemege sebeb olmadıkça,
bid’at olmazlar. Dînimiz bunları men’ etmez). Bid’at üç dürlüdür:
1 — Islâmiyyetin küfr alâmeti dedigi seyleri zarûret olmadan kullanmak, en kötü
bid’atdir. Dâr-ül-harbde kâfirlere hud’a olarak kullanmak câiz olur denildigi (Berîka)
da, 467. ci sahîfede ve (Mecmâ’ul-enhür)ün 696. cı sahîfesinde yazılıdır.
2 — Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine
uymıyan inanıslar da kötü bid’atdir.
3 — Ibâdet olarak yapılan yenilikler, reformlar, amelde bid’at olup büyük günâhdır.
Âlimler, ameldeki, ibâdetdeki bid’atleri ikiye ayırmıslar, hasene ve seyyie
demislerdir. Imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” âlimlerin hasene dedikleri
bid’atlere bid’at dememis, sünnet-i hasene demisdir. Bid’at-i seyyie dediklerine
bid’at demis, bunları çok kötülemisdir. Vehhâbîler ise, hasene denilen, begenilen
bid’atlere de, seyyie demis, bunları yapanlara kâfir, müsrik demislerdir. Üçüncü
kısmda birinci maddeye bakınız!]
35 — ÜÇÜNCÜ CILD, 22. ci MEKTÛB
Bu mektûb, molla Maksûd Alî Tebrîzîye yazılmıs olup, müsriklerin pis olması,
rûhlarının, i’tikâdlarının pis olmasıdır. Bedenlerinin, a’zâlarının pis olmayabilecegini
bildirmekdedir:
Her hamd, Allahü teâlânın hakkıdır. Onun seçdigi temiz insanlara selâm ederim.
Sefkatli efendim! Hüseyn Vâ’ızî tefsîrini niçin gönderdiginizi anlıyamadık. Bu
tefsîrde, Tevbe sûresi, yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken (Müsriklerin içleri,
inanısları pis oldugu için, onlar elbette pisdir) buyurmakdadır. Hanefî mezhebi âlimleri
de, böyle tefsîr etmisdir. Ya’nî, Allahü teâlânın (Müsrikler pisdir) buyurması,
kalblerinin, i’tikâdlarının pis oldugu içindir demislerdir. (Hüseyn tefsîri)nde de
yazılı oldugu gibi, ba’zı âlimler, (Müsrikler, necâsetden sakınmadıkları için pisdir)
demis ise de, böyle tefsîr etmek uygun degildir. Çünki, bugün müslimânların çogu
da necâsetden sakınmıyor. Müslimânların câhilleri de, kâfirler gibi temizlige
ehemmiyyet vermiyor. Necâsetden sakınmamak, insanın pis olmasına sebeb olsaydı,
müslimânların isi güç olurdu. Hâlbuki, (Müslimânlıkda güçlük yokdur) buyu-
– 70 –
ruldu. (Hüseyn tefsîri)nde (Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu
ki, müsriklerin bedenleri, köpekler gibi pisdir) diye de yazıyorsa da, din büyüklerinden
böyle umûma uymayan, herkesin söyledigine benzemiyen haberler çok gelmisdir.
Böyle haberleri evirip çevirip, ana haberlere uydurmak lâzımdır. Kâfirlerin
dısları, bedenleri nasıl pis olur ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,
bir yehûdî evinde yemek yidi. Bir müsrikin kabı ile tahâretlendi. Ömer “radıyallahü
anh” da, hıristiyan kadınının kabından tahâretlendi. Bunlar, âyet-i kerîme gelmeden
önce yapılmıs olabilir denirse, zan etmekle cevâb verilmis olmaz. Âyet-i kerîmenin
sonra geldigini isbât etmek lâzımdır. Eger isbât edilebilirse, onların necs,
pis oldugunu, dokundukları seyleri pis ve harâm yapacagını göstermez. Nihâyet,
i’tikâdlarının pis oldugunu gösterir. Çünki, hiçbir Peygamber kendi dîninde veyâ
baska dinlerde harâm olmus veyâ olacak birseyi hiç yapmaz. Ya’nî sonradan harâm
olacak seyi, önceden, halâl iken yine kullanmaz. Meselâ, serâb içmek önce halâl
idi. Sonra harâm oldu. Hiçbir Peygamber hiçbir zemânda serâb içmedi. Eger kâfirlerin
bedenlerinin, köpekler gibi pis oldugu, sonradan bildirilecek olsaydı, Allahü
teâlânın sevgilisi olan Muhammed “aleyhisselâm”, onların kablarına hiçbir
zemân dokunmaz idi. Nerde kaldı ki, sularını içmis ve yemeklerini yimis olsun! Sonra,
birseyin kendisi pis olunca, her zemân pisdir. Bir vakt pis olması, baska vakt
temiz olması düsünülemez. Müsriklerin bedenleri pis olsaydı, her zemân pis olurdu
ve Muhammed “aleyhisselâm” hiçbir vakt dokunmazdı. Nerede kaldı ki, onlardan
su içsin ve yemek yisin. Bir de aynî necs olan her zemân necsdir. Önce ve sonra
mubâh olamaz. Müsrikler aynî necs olsalardı, evvelden beri böyle olmaları
gerekirdi ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” önceden de buna uygun
olarak onlara muâmele ederdi. O olmayınca, bu nasıl olsun. Bundan baska, bunların
bedenini pis bilmek, müslimânları, çok sıkıntıya sokar. Hanefî mezhebi
âlimlerine Allahü teâlâ sonsuz iyilik versin ki, müslimânların isini kolaylasdırdı.
Onları harâm islemekden kurtardılar. Bu büyük âlimlere tesekkür edilecek yerde,
dil uzatmak, yapdıkları isâbetli tefsîri ayblamak nasıl dogru olabilir? Müctehidlere
karsı birsey söylenebilir mi? Çünki onların yanlıs buluslarına da, bir sevâb
verilmekdedir. Onların yanlıs bulduklarını yapan müslimânlar, azâbdan kurtulacakdır.
Kâfirler pis olunca, onların dokundugu, yapdıgı seyler de pis ve harâm olur.
Kâfirlere pis diyenler, onların yapdıkları yemek ve serbetlere harâm demis olur
ki, böyle söyliyenler, kendilerini bu harâmdan koruyamaz. Hele Hindistândaki müslimânların
korunmaları imkânsız gibidir. Müslimânlar, her yerde, kâfirlerle temâs
hâlinde oldugundan, en kolay olan fetvâyı vermek dahâ iyidir. Hattâ, kendi mezhebine
uygun olmasa da, baska mezhebdeki kolay fetvâ söylenmelidir. Bekara sûresi,
yüzseksenbesinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, size kolay olan seyleri
yapdırmak istiyor, güç olanı istemiyor) ve Nisâ sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen,
(Allahü teâlâ, ibâdetlerinizin hafîf, kolay olmasını istiyor. Insan za’îf, dayanıksız
yaratıldı) buyuruldu. Müslimânları sıkısdırmak, onları incitmek harâmdır
ve Allahü teâlânın begenmedigi seydir. Sâfi’î âlimleri, kendi mezheblerinde yapılması
güçlesen seylerin hanefî mezhebine göre yapılmasına fetvâ vermis, müslimânların
isini kolaylasdırmıslardır. Meselâ, sâfi’î mezhebine göre, zekât vermek için,
zekâtın, Tevbe sûresi, altmısıncı âyetinde bildirilen sekiz sınıf insanın her sınıfına
verilmesi lâzımdır. Bunlardan, gönlünü alması lâzım gelen kâfir sınıfı [ve zekât
toplıyan me’mûr sınıfı ve kölelikden kurtarılacak borclu sınıfı] bugün yokdur. Bunları
bulup zekât vermek imkânsız olmusdur. Bunun için, sâfi’î âlimleri “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, hanefî mezhebine göre zekât verilmesine fetvâ verdi.
Çünki, hanefî mezhebinde, bu sınıflardan herhangi birine vermek yetisir.
[Bunun gibi, gusl abdesti alırken, hanefî mezhebinde agzın içini, dislerin arasını
ve dis çukurunu yıkamak farzdır. Kaplama ve dolguların içine su girmedigi için,
bunların gusl abdestleri sahîh olmaz, pis kalırlar. Sâfi’î ve mâlikî mezhebinde ise,
agız içini yıkamak farz degildir. Hanefî mezhebinde olan kimse, dislerini zarûret
– 71 –
ile kaplatınca veyâ doldurunca, gusl abdesti alırken (Yâ Rabbî! Sâfi’î veyâ mâlikî
mezhebine göre gusl abdesti alıyorum) diye kalbinden geçirse, gusl abdesti sahîh
olur ve temiz temiz nemâz kılabilir. (Hadîka) kitâbının yediyüzdokuzuncu sahîfesinde
diyor ki, (Abdest ve guslde baska mezhebi taklîd etmek câizdir. Bunun
için, o mezhebin sartlarına da uymak lâzımdır. Bütün sartlarına uymazsa, taklîd câiz
olmaz. Kendi mezhebine uymıyan isi yapdıkdan sonra bile, taklîd yapmak câiz
olur.Meselâ Ebû Yûsüf hazretlerine, Cum’a nemâzını kıldıkdan sonra, gusl abdesti
aldıgı kuyuda fâre ölüsü görüldü dediler. (Sâfi’î mezhebine göre guslümüz sahîhdir.
Çünki, hadîs-i serîfde kulleteyn olan suya necâset karısınca, üç sıfatından biri
degismedikce necs olmaz buyuruldu) dedi.) Kulleteyn, iki büyük testi dolusu, besyüz
rıtldır. Ikiyüzyirmi [220] kilogram sudur. (Berîka) kitâbı, burayı açıklarken, zarûret
olan her isde de baska mezhebi taklîd câizdir, diyor. (Dürr-ül-muhtâr)da, nemâz
vaktlerinin sonunda diyor ki, (Zarûret zemânında, baska mezheb taklîd edilir).
Ibni Âbidîn, bunu açıklarken, diyor ki, (Burada, iki kavlden biri bildirilmisdir.
Ikinci kavle göre, zarûret olsa da, olmasa da, harac, güçlük oldugu zemân, diger
üç mezhebden biri taklîd edilir. Muhtâr olan da budur. Yapılmasında güçlük
oldugu zemân, kendi mezhebi kolaylık gösteriyorsa veyâ yapılmasını afv ediyorsa,
baska mezhebi taklîd etmege lüzûm kalmaz). (Hadîka)nın ikiyüzonbirinci sahîfesinde,
(Hüsn-üt-tenebbüh fit-tesebbüh) kitâbından alarak diyor ki, (Bir kimsenin
nefsi, kolaylıkları yapmak istemezse, bunun azîmetleri bırakıp, ruhsatla
amel etmesi efdal olur. Fekat ruhsatla amel etmek, ruhsatları arasdırmaga yol açmamalıdır.
Çünki nefse, seytâna uyarak, mezheblerin kolay yerlerini arasdırıp
toplamak, ya’nî (Telfîk) etmek harâmdır.)]
Müsriklerin kendileri pis olsaydı, îmân edince, temiz olmamaları lâzım gelirdi.
O hâlde, onlara pis denilmesi, kalblerinin pis oldugunu bildirmek içindir. Îmân edince,
bu pislik gider, temiz olurlar. I’tikâdlarının, kalblerinin pis olması, bedenlerinin
pis olması demek degildir. Bu âyet-i kerîme, müsriklerin pis oldugunu haber vermekdedir.
Haberi degisdirmek olmaz. Emrde ve yasakda degisiklik yapılabilir.
Bir seyin nasıl oldugunu haber vermekde degisiklik yapılmaz. [(Hadîka)da dil
âfetlerini anlatırken diyor ki, (Allahü teâlâ, emr ve yasakları bildiren yirmi âyet-i
kerîmede nesh, degisiklik yapmısdır). Kısasda ve haberlerde nesh yapmamısdır.] Haber
degismedigi için, müsriklerin her zemân pis olması lâzım olur. Bu da, müsriklik,
i’tikâd pisligidir. Böylece, ana bilgiye uygun tefsîr yapılmıs olur. Bilgiler çatısmaz.
Kâfirlere ve onların esyâsına dokunmak harâm olmaz. Birgün, bunları anlatırken,
meâl-i serîfi, (Ehl-i kitâbın, ya’nî yehûdî ve nasârânın pisirdiklerini, kesdiklerini
yimeniz halâldir) olan, Mâide sûresinin besinci âyetini okumusdum. Siz, halâl
olan, bugday, nohud ve mercimekdir demisdiniz. Bugün, bu hâle düsen müslimânlardan
biri, bu sözünüzü begenirse birsey diyemem. Fekat insâf edilirse, sözün
dogrusu meydândadır. O hâlde, müslimânlara merhamet edip, kâfirlerin pis oldugunu
anlamamalı ve kâfirlerle karısan, alıs veris eden müslimânları, pis bilmemelidir.
Böyle müslimânları, pis oldu sanarak, bunların yemek ve içmelerinden sakınmamalı,
müslimânlardan kaçınmak, ayrılmak yoluna sapmamalıdır. Bu hâl, ihtiyât
degildir. Bu hâlden kurtulmak, ihtiyâtdır. Basınızı fazla agrıtmıyayım.
Beyt:
Az söyledim, dikkat etdim, kalbini kırmamaga,
Çekindim kalb kırmakdan, yoksa sözüm çokdur sana!
Selâm ederim.
Sabâh düâsı:
(Allahümme mâ esbaha bî min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke,
lâ serîke leke, fe lekel hamdü ve lekessükr). 111.ci sahîfeye bakınız!
– 72 –
36 — BIR ÜNIVERSITELIYE CEVÂB
Abdülhakîm efendinin, Istanbulda, Sultân Selîm Câmi-i serîfi bagçesindeki,
(Medrese-tül-mütehassısîn)de tesavvuf müderrisi [Ya’nî, ilâhiyyât fakültesinde,
tesavvuf kürsîsi, ordinaryüs profesörü] iken, bir üniversitelinin süâline karsı, yazmıs
oldugu mektûbu, kelimelerini sâdelesdirerek, asagıya yazıyoruz:
Bütün kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sâhasından dısarı çıkabilirseniz, çıkınız!
Fekat, çıkamazsınız. Bu sâhanın dısı, adem diyârıdır. O adem [ya’nî yokluk]
diyârı da, Onun kudreti içindedir.
Bir sırası düserek, Ibrâhîm-i Edhemden “kuddise sirruh”, birisi nasîhat istedi.
Buyurdu ki, altı seyi kabûl edersen, hiçbir isin sana zarar vermez. O altı sey sudur:
1 — Günâh yapacagın zemân, Onun rızkını yime! Rızkını yiyip de, Ona ısyân
etmek, dogru olur mu?
2 — Ona âsî olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona ısyân
etmek, lâyık olur mu?
3 — Ona ısyân etmek istersen, gördügü yerde günâh yapma! Görmedigi bir yerde
yap! Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördügü yerde günâh yapmak, uygun
degildir.
4 — Can alıcı melek, rûhunu almaga geldigi zemân, tevbe edinceye kadar izn
iste! O melegi kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O da, bu
sâatdir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, ânî gelir.
5 — Mezârda, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek, süâl için geldikleri vakt,
onları kov, seni imtihân etmesinler! Soran kimse dedi ki, (Buna imkân yokdur).
Seyh buyurdu ki, (Öyle ise, simdiden onlara cevâb hâzırla!)
6 — Kıyâmet günü Allahü teâlâ (Günâhı olanlar, Cehenneme gitsin!) diye emr
edince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki, (Bu sözümü dinlemezler). Bunun üzerine,
o kimse, tevbe etdi ve ölünceye kadar, tevbesinden vazgeçmedi. Evliyânın sözünde,
rabbânî te’sîr vardır.
Ibrâhîm-i Edhemden “kuddise sirruh” sordular ki, Allahü teâlâ, (Ey kullarım!
Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm) buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz, vermiyor?
Cevâb buyurdu ki, Allahü teâlâyı çagırırsınız, Ona itâ’at etmezsiniz. Peygamberini
“sallallahü aleyhi ve sellem” tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur’ân-ı kerîmi
okursunuz, gösterdigi yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın ni’metlerinden fâidelenirsiniz,
Ona sükr etmezsiniz. Cennetin, ibâdet edenler için oldugunu bilirsiniz, hâzırlıkda
bulunmazsınız. Cehennemi, âsîler için yaratdıgını bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız.
Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Aybınıza
bakmayıp, baskalarının ayblarını arasdırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine
tas yagmadıgına, yere batmadıklarına, gökden ates yagmadıgına sükr etsin!
Dahâ ne isterler? Düâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?
[Allahü teâlâ, Mü’min sûresinin altmısıncı âyetinde, (Düâ ediniz, kabûl ederim),
isteyiniz, veririm buyuruyor. Düânın kabûl olması için, bes sart vardır: Düâ edenin
müslimân olması, Ehl-i sünnet i’tikâdında olması, harâm islemekden, bilhâssa
harâm yimekden, içmekden sakınması, farzları yapması, bilhâssa bes vakt nemâz
kılması, Ramezân oruclarını tutması, zekât vermesi, Allahü teâlâdan istedigi
seyin sebebini ögrenip, bunu araması lâzımdır. Allahü teâlâ, herseyi bir sebeb
ile yaratmakdadır. Birsey istenince, o seyin sebebini gönderir ve bu sebebe te’sîr
ihsân eder. Insan bu sebebi kullanıp, o seye kavusur. Evliyâsının hâtırı için, âdetini
bozarak, bunlar düâ edince veyâ Evliyâyı kirâm vesîle edilerek düâ edilince,
bunlara (Kerâmet) olarak, sebebe hâcet kalmadan, dogruca istenileni verir.]
Siz, adem diyârından, bu varlık âlemine, kendiliginizden gelmediginiz gibi,
oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördügünüz gözler, isitdiginiz kulaklar, duygu
– 73 –
edindiginiz organlar, düsündügünüz zekâlar, kullandıgınız eller ve ayaklar, geçeceginiz
bütün yollar, girip çıkdıgınız bütün mahaller, hulâsa, rûh ve cesedinize baglı
bütün âletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz
Ondan hiçbir sey gasb edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve kayyûmdur.
Ya’nî, görür, bilir, isitir ve her var olan seyi, her ân varlıkda durdurmakdadır. Hepsinin
idâresinden, hâllerinden bir ân gâfil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emrlerine
uymayanların cezâsını vermekden de, âciz kalmaz. Meselâ, Ayda, Merihde
ve diger yıldızlarda insan olmadıgı gibi, bu Erd küresinde de bulunmasaydı, birsey
lâzım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklügünden birsey eksilmezdi.
Hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, (Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçügünüz,
büyügünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en müttekî, itâ’atli
kulum gibi olsanız, büyüklügüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karsı duran,
Peygamberlerimi “aleyhimüsselâm” asagı gören, düsmanım gibi olsanız, ülûhiyyetimden
bir sey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganîdir, Ona hiçbiriniz lâzım degildir.
Siz ise, var olmanız için ve varlıkda kalabilmeniz için ve her seyinizle, hep
Ona muhtâcsınız).
Günesden ziyâ ve harâret gönderiyor. Aydan ısık dalgaları aks etdiriyor. Siyâh
toprakdan, tatlı renkli, hos kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan
gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıkdaki yıldızlardan,
su çıkdıgınız, sonunda gömüleceginiz topraklara nûrlar yagdırıyor. Zerrelerinde
nice nice titresimlerle te’sîrler uyandırıyor. [Bir tarafdan, begenmediginiz,
igrendiginiz pislikleri, en küçük, en hakîr mahlûkları [mikroplar] vâsıtası ile, topraga
çevirip, çignediginiz bu toprakları bitki fabrikasında, vücûdünüz makinasının
yapı tası olan, protein, ya’nî yumurta akı maddesi hâline döndürüyor. Bir tarafdan
da yine nebâtât fabrikasında, topragın suyunu, havânın bogucu gazı ile birlesdirerek
ve içerisine, semâdan gönderdigi enerjiyi, kudreti depo ederek, nisastalı,
sekerli maddeleri ve yagları, ya’nî vücûdünüz makinesini isletecek kudret kaynagını
yaratıyor.] Böylece, tarlalarda, çöllerde, daglarda, derelerde, bitirdigi nebâtlarda
ve yer yüzünde ve denizlerin dibinde gezdirdigi hayvanlarda, mi’delerinize
gidecek, sizi besliyecek rızk, gıdâ hâzırlıyor. Akcigerlerinizde kimyâhâneler
açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor.
Dimâglarınızda, fizik laboratuvarları açarak, burada his uzvlarından, sinirlerden
gelen haberler alınıp, demir tasına miknâtis kuvvetini yerlesdirdigi gibi, beyninize
yerlesdirdigi akl ve yüreginize yerlesdirdigi kalb kuvvetleri te’sîri ile, bir ânda,
çesidli plânlar hâzırlanıp, emrler, hareketler meydâna getiriyor. Yüreginizi çok karısık
ve hârika dediginiz te’sîrlerle, geceli gündüzlü çalısdırıp, damarlarınızda
kan nehrleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akllarınızı sasırtan, nice nice yol sebekeleri
dokuyor. Adalelerinizde sermâyeler gizliyor. Dahâ ve dahâ birçok hârikalarla, vücûdünüzü
techîz ediyor, temâmlıyor. Hepsine fizik kanûnları, kimyâ reaksiyonları
ve bioloji olayları gibi ismler takdıgınız, bir nizâm ve âhenkle, te’sîs ediyor, montaj
yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize yerlesdiriyor. Gereken tedbîrleri rûh ve
su’ûrunuza tersîm ediyor. Zihn denilen bir hazîne, akl nâmında bir mi’yâr, fikr dedikleri
bir âlet, irâde dediginiz bir anahtar da, ihsân ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz
için size tatlı, acı ihtârlar, isâretler, meyller, sehvetler de veriyor. Dahâ
büyük bir ni’met olarak, sâdık ve emîn Resûllerle açıkca, ta’lîmât gönderiyor.
Nihâyet, vücûdünüz makinesini isletip ve tecribelerini gösterip, maksada göre kullanmanız
ve istifâde etmeniz için elinize teslîm ediyor. Bütün bunları, size ve irâdenize
ve yardımınıza muhtâc oldugundan degil, mahlûkları arasında size ayrı bir
mevkı’, bir salâhiyyet vererek, mes’ûd ve bahtiyâr olmanız için yapıyor. Ellerinizi,
ayaklarınızı, kullanabildiginiz her uzvunuzu, arzûnuza bırakmayıp da, yüreginizin
atması, cigerlerinizin sismesi, kanlarınızın dolasması gibi, sizden habersiz kullansaydı,
her isinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvar-
– 74 –
lasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir sigirme olsaydı, kendiliginize
ve emânetlere mâlik oldugunuzu iddi’â edebilir mi idiniz? Sizi, cansızlar
gibi, sâde dıs kuvvetler te’sîri ile veyâ hayvanlar gibi, yalnız dıs ve iç kuvvetler ile
aklsız, su’ûrsuz hareket etdirse idi ve evlerinize tasıdıgınız ni’metlerden, yük hayvanı
gibi, agzınıza bir lokma verseydi, onu alıp yiyebilecek mi idiniz?
Dogmadan evvelki, dogdugunuz zemânki hâlinizi düsünüyor musunuz? Üzerinde
yatıp kalkdıgınız, yiyip içdiginiz, gezip dolasdıgınız, gülüp oynadıgınız, derdlerinize
devâ, korkulara, sıcaga, soguga, açlıga, susuzluga, yırtıcı ve zehrli hayvanların
ve düsmanların hücûmlarına karsı koyacak vâsıtaları buldugunuz su yer küresi
yapılırken, tasları, toprakları hilkat fırınlarının ateslerinde pisirilirken, suyu
ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde
idiniz, hiç düsünüyor musunuz? Bugün, bizim dediginiz karaların, denizlerden
süzülüp ayrıldıgı, dagların, derelerin, ovaların, tepelerin dösenildigi zemân, acabâ
nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buhârlasdırılarak, gökde
bulutlar yapılırken, o bulutlardan yagan yagmurlar, [çakan simseklerin ve günesden
gelen kudret, enerji dalgalarının hâzırladıgı gıdâ maddelerini,] yanmıs, kurumus
toprakların zerrelerine isletip, o maddeler, [ziyâ ve harâret su’âları te’sîri
ile] oynayıp titreserek hayâtın hücrelerini yetisdirirken, nerede idiniz ve nasıldınız?
Bugün kendinize maymun tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yasatır, öldürür,
herseyi O yapar derler inanmak istemezsiniz.
Ey insan! Acabâ sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı,
gerici diye hakâret etdigin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin.
O zemân, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin râhatsız ediyordun? O, istese idi,
seni bir çöplüge atabilirdi, fekat atmadı. Seni, bir emânet gibi sakladı. Bol bol beslenecegin
bir gülsen serây-ı ismete tevdi’ etdi ve nice zemân himâyene ugrasdı ise,
sen niçin sıkıntılarından babanı mes’ûl tutarak tahkîr ediyorsun da, ni’metlerinden
ona ve yaratanına bir sükr payı ayırmıyorsun? Sonra sen, emânetini niçin herkesin
kirletdigi çöplüklere döküyorsun?
Etrâfın, arzû ve emellerine uydugu zemân, herseyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle,
kuvvetinle yaratarak yapdıgına, bütün basarıları îcâd etdigine inanıyorsun.
Hakkın sana verdigi vazîfeyi unutuyor ve o yüksek me’mûrlukdan isti’fâ ediyor ve
emânete sâhib çıkmaga kalkıyorsun. Kendini mâlik ve hâkim tanımak ve tanıtdırmak
istiyorsun. Öte tarafdan, etrâfın, arzûlarına uymaz, dıs kuvvetler seni maglûb
etmege baslarsa, o zemân da, kendinde hasret ve husrândan, acz ve yeisden baska
birsey görmüyorsun. Hiçbir irâde ve ihtiyâra sâhib olmadıgını, herseyin cebr elinde
esîr oldugunu ve varlıgının, otomatik ve fekat zemberegi kırık bir makina gibi
oldugunu iddi’â ediyorsun. Kaderi bir (Ilm-i mütekaddim) degil, bir (cebr-i mütehakkim)
ma’nâsında anlıyorsun. Bunu söylerken, agzının, gramofon gibi olmadıgını
da, sezmez degilsin.
Sofrana, sevdigin yemekler gelmedigi zemân eline geçirebilecegin kuru ekmegi
yimekle, yimeyip açlıkdan ölmek arasında hür ve serbest bulundugun ve kuru
lokmalar, agzına zorla tıkılmadıgı hâlde, elini, dilini uzatır, onları yirsin. Hem yirsin,
hem de birsey yapmadıgına hükm edersin. Düsünmezsin ki, elin ve agzın, yine
arzûnla oynamıs ve bu oynayıs bir sıtma, bir titreme olmamısdır. Fekat, böyle
mecbûr oldugun zemânlarında bile, irâdene mâlik oldugun hâlde, seni âciz bırakan,
hâricî kuvvetler karsısında kendini mecbûr, esîr, hâsılı bir hiç bilirsin.
Yâhû! Isin yolunda, muvaffakıyyet ve muzafferiyyet yanında olunca (Hep), islerin
aksi, ters oldugu zemânında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Hiç) diye
iddi’â etdigin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?
Ey Âdem oglu! Ey noksanlık ve taskınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz,
ne de hiçsiniz! Her hâlde ikisi arası bir seysiniz. Evet siz, îcâd etmekden, herseye
– 75 –
hâkim ve gâlib olmakdan, sübhesiz uzaksınız. Fekat, inkâr olunamayan bir hürriyyet
ve ihtiyârınız, sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, esi ortagı
bulunmıyan bir hâkim ve mutlak, baslı basına bir mâlik olan, Hak teâlânın emri
altında, ayrı ayrı ve müsterek vazîfeler alan, birer me’mûrsunuz! Onun koydugu
ahkâm ve nizâm ile, Onun ta’yîn etdigi mevkı’leriniz ve halk edip emânet olarak
verdigi salâhiyyet ve vâsıtalarınız nisbetinde vazîfe yaparsınız. Âmir ancak O,
hâkim yalnız O, mâlik yine Odur. Ondan baska âmir, Ona benzer hâkim, Ona ortak
mâlik yokdur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldıgınız maksadlar, gâyeler,
girisdiginiz mücâdeleler, sarf etdiginiz gayretler, duydugunuz iftihârlar,
kazandıgınız basarılar, Onun için olmadıkça, hep yalan, hep bosdur. O hâlde
kalblerinizde, niçin yalana yer veriyorsunuz da, sirklere sapıyorsunuz? Niçin, essiz
hâkim olan, Hak teâlânın emrlerine uymuyor, Onu ma’bûd tanımıyorsunuz da,
binlerce, hayâl olan, ma’bûdlar arkasında kosuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boguluyorsunuz?
Her neye kosuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel, bir ihtiyâr, bir îmân
degil midir? Niçin o emeli Hakdan baskasında arıyorsunuz? Niçin, o îmânı Hakka
tahsîs etmiyor, o ihtiyârı bu îmâna ve îmânın netîcesi olan amellere sarf etmiyorsunuz?
Hak teâlânın hâkimligini tanıdıgınız, emâneti ve emniyyeti bozmayarak çalısdıgınız
zemân, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar baglı kardesler olacaksınız.
Sizin o kardesliginizden, Allahın merhameti, neler yaratacakdır. Kavusdugunuz
her ni’met, hep Hakka îmânın hâsıl etdigi kardesligin netîcesi ve Allahü teâlânın
merhameti ve ihsânıdır. Gördügünüz her musîbet ve felâket de, hep kızgınlıgın, nefretin
ve düsmanlıgın netîcesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulm ve haksızlık
etmenin cezâsıdır. Bu da, hukûku kendiniz kurmaga kalkısmanın, Hak teâlâ ile
yarıs edebilecek serîklere tâbi’ olmanın, hâsılı, hâlis tevhîd ile, yalnız Hak teâlâya
îmân etmemenin netîcesidir.
Hulâsa, insanlıgı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karsı sirk ve müsriklikdir.
Ilm ve fen, ilerledigi hâlde, insanlıgın ufklarını sarmıs olan fesâd karanlıgı,
hep sirkin, îmânsızlıgın, vahdetsizligin ve sevismezligin netîcesidir. Beseriyyet
ne kadar ugrasırsa ugrassın, sevip sevilmedikçe, ızdırâb ve felâketden kurtulamaz.
Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, Ona kulluk
etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevisemez. Hakdan ve Hak yolundan baska her
ne düsünülse, hepsi ayrılık ve perîsanlık yoludur. Görmez misiniz, câmi’e gidenler
sevisir, meyhâneye gidenler dögüsür.
Hak teâlâdan baska herneye gönül verseniz, herneye tapınsanız, hepsinin zıddı,
mukâbili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve irâdesi altındadır. Serîki,
nazîri, misli, zıddı, mukâbili olmayan, yegâne hâkim, ancak Hak teâlâdır ve ancak
Onun mukâbili bâtıldır, yanlısdır ve varlıgı mümkin olmıyan bir yoklukdur.
Hak teâlâdan baska, herneye tâbi’ olur, herneye tapınır, Onun yerine, herneyi
sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacakdır.
[Yukarıdaki mektûbun ingilizce tercemesi, Abdülhakîm efendinin ingilizce hâl tercemesi
ile birlikde, (The Proof of Prophethood) kitâbının içinde, Hakîkat Kitâbevi
tarafından nesr edilmisdir.]
Merkez-i dâire-i iflâs ve bî nevâî
Ser sâr-ı sahbây-ı hodgâmî ve nâ âsinâî
esseyyid
Abdülhakîm efendi
Kâfirin topu çok, hîlesi çok, azâbı çokdur.
Mü’minin ilmi çok, hayâsı çok, râhatı çokdur.
– 76 –