02 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN.....37 — IKINCI CILD, 31. ci MEKTÛB


37 — IKINCI CILD, 31. ci MEKTÛB
Bu mektûb, hâce Serefüddîn Hüseyne yazılmısdır. Nasîhat etmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdigi kullarına selâm olsun! Sevgili oglum!
Fırsat ganîmetdir. Ya’nî, zemân çok kıymetlidir. Bu kıymetli zemânları fâidesiz seylere
harc etmemelidir. Allahü teâlânın râzı oldugu, begendigi seyleri yapmakla geçirmelidir.
Bes vakt nemâzı, dünyâ islerini düsünmiyerek ve cemâ’at ile kılmalıdır.
(Ta’dîl-i erkân) ile kılmaga dikkat etmelidir. Teheccüd nemâzını kaçırmamalıdır.
[Teheccüd, gece nâfile nemâz kılmak demekdir. Farz nemâz borcu olan geceleri
de, kazâ nemâzlarını kılmalıdır.] Seher vaktleri istigfâr etmelidir. Gafletden,
nefse uymakdan lezzet almamalıdır. Dünyânın geçici lezzetlerine aldanmamalıdır.
Ölümü hâtırlamalı, âhıretin dehset ve siddetini göz önüne getirmelidir. Kısacası,
yüzümüzü dünyâdan âhırete çevirmelidir. Dünyâ isleri ile zarûret mikdârı ugrasmalı,
baska zemânlarda, hep âhıreti kazandıracak isleri yapmalıdır. Sözün özü, gönül
Allahdan gayrisine tutulmakdan kurtulmalı, beden ve a’zâları da, ahkâm-ı islâmiyyeye
uymakla süslemelidir.
Is budur, bundan baska hersey hiçdir!
[(Ma’rifetnâme)de yazılı hadîs-i serîflerde buyuruyor ki, (Mes’ûd o kimsedir ki,
dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmisdir), (Arzûsu âhıret olup, âhıret
için çalısana, Allahü teâlâ dünyâyı hizmetci yapar), (Yalnız dünyâ için çalısana,
yalnız kaderinde olan kadar gelir. Isleri karısık, üzüntüsü çok olur), (Âhıretin
sonsuz olduguna inanan kimsenin, bu dünyâya sarılması, çok sasılacak seydir),
(Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhıret için yaratıldınız! Âhıretde ise, Cennetden
ve Cehennem atesinden baska yer yokdur), (Paraya, yiyecege tapınan kimse helâk
olsun!), (Sizlerin fakîr olacagınızı düsünmiyor, bunun için üzülmiyorum. Sizden
önce gelmis olanlara oldugu gibi, dünyânın elinize bol bol geçerek, Allahü teâlâya
âsî ve birbirinize düsman olmanızdan korkuyorum), (Mal ve söhret hırsının
insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından dahâ çokdur), (Dünyâyı
terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin. Insanların malına göz dikme ki, herkes
seni sevsin!), (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü ta’mîr etmekle ugrasmayın.
Hemen geçip gidin!), (Dünyâya, burada kalacagınız kadar, âhırete de,
orada kalacagınız kadar çalısınız!)
Dünyâ zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın.
Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine
aldanmıyan, Cennet ni’metlerine kavusur. Iki âlemde azîz ve muhterem olur.
Dünyâ harâbdır. Serbetleri serâbdır. Ni’metleri zehrli, safâları kederlidir. Bedenleri
yıpratır. Emelleri artdırır. Kendini kovalıyandan kaçar. Kaçanı kovalar.
Dünyâ bala, içine düsenler de sinege benzer. Ni’metleri geçici, hâlleri degisicidir.
Dünyâya ve buna düskün olanlara inanılmaz. Çünki, bunlarda vefâ ve safâ bulunmaz.
Fânî olanın sevgisini kalbinden çıkar ki, bâkî olanı alasın. Kendini bilen kisinin
bu dünyâya düskün olmasına sasılır. Sakîler dünyâya sarılır. Sa’îdler bâkî olana
sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhıreti bul! Nefsin arzûlarını terk eden
pâk olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadıgını terk edene, Allahü
teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlıyan, onun sıkıntılarından üzülmez.
Dünyâyı anlıyan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini
bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ insanın gölgesine
benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âsıklarına mihnet yeridir.
Lezzetlerine aldanmıyanlara, ni’met yeridir. Ibâdet edenlere kazanç yeridir.
Ibret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle,
Cennet gibidir. Âhırete nisbetle çöplük gibidir. Yediyüzseksenaltıncı [786]
sahîfeye bakınız!
– 77 –
Ölümden önce olan herseye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra fâidesi olanlar,
dünyâdan sayılmaz. Âhıretden sayılırlar. Çünki dünyâ, âhıret için tarladır. Âhırete
yaramıyan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası
böyledir. Dünyâda olanlar ahkâm-ı islâmiyyeye uygun kullanılırsa, âhırete fâideli
olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhıret ni’metlerine kavusulur. Mal iyi de
degildir, kötü de degildir. Iyilik, kötülük, onu kullanandadır. O hâlde, mel’ûn
olan, kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadıgı, âhıreti yıkıcı yerlerde kullanılan
seyler demekdir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, sehvetlerine düskün
olanlar, yolda hayvanının süsü ile, palanı ile, otu ile ugrasıp, arkadaslarından
geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. Insan da, ne için yaratılmıs
oldugunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhıret hâzırlıgı yapmazsa, ebedî
felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhırete hâzırlanmaga mâni’ olur. Çünki, kalb onu
düsünmekle, Allahı unutur. Beden, onu elde etmege ugrasarak ibâdet yapamaz olur.
Dünyâ ile âhıret, dogu ile batı gibidir ki, birine yaklasan, ötekinden uzak olur. Bir
kimse, ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını
gözetmezse, dünyâya düskün olmus olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini
bundan sogutur. Bunu kimse sevmez. (Ma’rifetnâme)nin yazısı temâm oldu.
Dünyâ, arabî bir kelimedir. Fen ilminde (En yakın sey) demekdir. Erd küresi, günesden,
aydan, yıldızlardan dahâ yakın oldugu için, Erd küresine dünyâ denir. Kıyâmetden
önceki zemân, kıyâmetden sonraki zemândan dahâ yakın oldugu için, birincisine
(Dünyâ hayâtı), ikincisine (Âhıret hayâtı) denir. Dünyâ kelimesinin din bilgisindeki
ma’nâsı, (En zararlı, fenâ sey) demekdir. Küfre sebeb olan seyler, harâmlar,
mekrûhlar, dünyâ demekdir. Mubâhlar, islâmiyyete uymaga mâni’ olunca, dünyâ
olurlar. Muhabbet, sevmek, hep berâber olmagı istemek, berâber olmakdan zevk, lezzet
duymak demekdir. Insan sevdigini hiç unutmaz. Muhabbetin yeri kalbdir. Kalb,
yürek dedigimiz et parçasında bulunan bir kuvvetdir. Bu kuvvete gönül diyoruz. Birseyi
ögrenmek, akl ile olur. Akl, dimâg, beyn dedigimiz et parçasında bulunur. Küfrü,
harâmları, mekrûhları sevmek, begenmek küfr olur. Farzları, sünnetleri, begenmemek
de küfr olur, dünyâ olur. Müslimân olmak için, dünyâya ya’nî harâmlara kıymet
vermemek lâzımdır. Dünyâyı hâtırlamagı da kalbinden çıkarana (Sâlih) müslimân denir.
Halâl olsun, mubâh olsun, mâ-sivâyı, ya’nî Allahü teâlâdan baska herseyi hâtırlamagı
kalbinden çıkarmaga (Fenâ-fillah) denir. Buna kavusan müslimâna (Velî)
denir, (Evliyâ) denir. Insanları müslimân ve sâlih yapmak için ugrasan velîye (Mürsid)
denir. Evliyâ, herseyi ögrenir, bilir. Ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda, dünyâ islerinde
aklını kullanır. Hesâbını yapmakda, san’atında, ticâretinde hiç hatâ yapmaz. Fekat,
aklındaki düsünceler, kalbine sirâyet etmez, bulasmaz. Dünyâyı seven, hâtırlayan
kalb, hastadır. Kalbin temiz olması, dünyâ dedigimiz seyleri sevmekden, hâtırlamakdan
kurtulması demekdir. Kalb hastalıgının ilâcı, ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ve Allahü
teâlâyı çok zikr etmek, ya’nî ismini ve sıfatlarını hâtırlamak, kalbe yerlesdirmekdir.
(Mektûbât Tercemesi) 236.cı sahîfeye bakınız! Mürsid-i kâmilin sohbeti veyâ
kitâblarını okumak, bu tedâvîyi kolaylasdırır. Bu sohbete, bu kitâblara kavusmak, dünyâ
ve âhıret se’âdetlerine kavusmaga sebebdir. Bu tedâvîye fâidesi olmayan sohbetin
ve kitâbların, taklîd, sahte ve zararlı oldugu, felâkete sebeb olacagı anlasılır.
Imâm-ı Rabbânî hazretleri (Mektûbât) kitâbının 1.ci cild, 275.ci mektûbunda buyuruyor
ki: Sizin bu ni’mete kavusmanız, islâmiyyet bilgilerini ögretmekle ve fıkh
hükmlerini yaymakla olmusdur. Oralara cehâlet yerlesmisdi ve bid’atler yayılmısdı.
Allahü teâlâ, sevdiklerinin sevgisini size ihsân etdi. Islâmiyyeti yaymaga sizi
vesîle eyledi. Öyle ise, din bilgilerini ögretmege ve fıkh ahkâmını yaymaga elinizden
geldigi kadar çalısınız. Bu ikisi bütün se’âdetlerin bası, yükselmenin vâsıtası
ve kurtulusun sebebidir. Çok ugrasınız! Din adamı olarak ortaya çıkınız! Oradakilere
emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, dogru yolu gösteriniz! Müzzemmil
sûresinin ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Rabbinin rızâsına kavusmak istiyen
için, bu elbette bir nasîhatdir) buyuruldu.]
– 78 –
38 — IKINCI CILD, 89. cu MEKTÛB
Bu mektûb, seyyid Mîr Muhibbullaha yazılmısdır. Dünyâda âhırete yarar is görmek
lâzım oldugu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ bizi ve sizi, dedelerinizin dogru yolunda
bulundursun! Insanların en üstünü, sevgili Peygamberinin “aleyhissalâtü vesselâm”
sadakası olarak, düâmızı kabûl eylesin! Burada bulunan fakîrlerin hâli ve
isleri çok iyidir. Allahü teâlâya dâimâ hamd ve minnet ederiz ve Onun Peygamberine
sonsuz salât ve selâm ederiz. Selâmetde ve âfiyetde olmanız ve dogru yolda
bulunmanız ve ilerlemeniz için Allahü teâlâya düâ ederim. Kıymetli ve merhametli
efendim! Kazanç zemânı geçip gidiyor. Her geçen an, ömrümüzü azaltmakda,
ecel zemânını yaklasdırmakdadır. Bugün aklımızı basımıza toplamazsak, yarın
âh etmekden ve pismânlıkdan baska elimize birsey geçmez. Bu birkaç günlük
saglık zemânında, parlak dîne uygun yasamaga çalısmalıyız! Ancak böylece kurtulmamız
umulur. Dünyâ hayâtı, is yapacak zemândır. Keyf yapacak, eglenecek zemân
ileride gelmekdedir. Orada, dünyâda yapılan islerin karsılıgı ele geçecekdir.
Is zemânını eglence ile geçirmek, çiftçinin tohum ekmemesi ve mahsûl almaması
gibidir. Dahâ uzatarak basınızı agrıtmakdan çekiniyorum.
39 — IKINCI CILD, 58. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Muhammed Takıyye cevâb olarak yazılmıs olup, âlem-i misâl hakkında
bilgi vermekde ve tenâsüh olmadıgını bildirmekde ve insan rûhlarının nakl
edilmedigini ve kümûn ve bürûz ne demek oldugunu bildirmekdedir:
Bütün âlemlerin rabbi, sâhibi olan, Allahü teâlâya hamd olsun ve Peygamberlerinin
en yüksegi, Muhammed aleyhisselâma ve tertemiz akrabâsının ve Eshâbının
hepsine selâmlar olsun! Güzel ahlâkınızın ve ulvî fıtratınızın eseri olan kıymetli
mektûbunuzu okumakla sereflendik. Allahü teâlâ, sizi bütün ayb ve kusûrlardan
muhâfaza buyursun! Soruyorsunuz ki, seyh Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”,
(Fütûhât-ı mekkiyye) kitâbında, bir hadîs-i serîf bildiriyor. Bu hadîs-i serîfde,
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ, yüzbin Âdem yaratmısdır)
buyurmakdadır. Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” sonra âlem-i misâlden
gördügü birkaç seyi yazıyor ve diyor ki, (Kâ’be-i mu’azzamayı tavâf ederken,
yanımda birkaç kisi vardı. Bunları hiç tanımıyordum. Tavâf yaparken, arabî
iki beyt okudular. Bir beytin ma’nâsı söyle idi:
Yıllarca, biz de sizin gibi,
Hepimiz, tavâf etdik bu evi.
Bu beyti duyunca, bu kimselerin âlem-i misâlden olması hâtırıma geldi. Böyle
düsünürken, içlerinden biri, bana bakarak, ben, senin dedelerinden birisiyim,
dedi. Sen öleli kaç sene oldu? dedim. Kırkbin seneden çok dedi. Bu sözüne sasdım
ve târîhciler, insanların ilk babası olan Âdemden “aleyhisselâm”, bugüne kadar,
yedibin sene geçmedigini söylüyor dedim. Sen, hangi Âdemi diyorsun? Ben, yedibin
seneden çok önceki zemânlarda yasıyan Âdemin evlâdındanım, dedi. Bunu
isitince, yukarıdaki hadîs-i serîfi hâtırladım).
[Tenbîh: Erd küresinin ömrünü, ya’nî yaratıldıgı günden kıyâmete kadar olan
zemânı, eski müneccimler, ya’nî astronomlar, seyyâre yıldızların adedince bin
sene, ya’nî yedibin sene demislerdir. Zîrâ onlar, gezegen adedini yedi biliyordu.
Târîhlerin çogunda yazılı bulunan ve ba’zı din kitâblarına da geçmis olan yedibin
sene, buradan gelmekdedir. Ba’zıları da, burc adedince, onikibin sene, bir kısmı
da, meridyen derecesi adedince, üçyüzaltmıs [360] bin sene dedi ki, bu üç aded de,
zan ve faraziyye hâlindedir. Idrîs “aleyhisselâm” buyurmus ki, (Bizler, Peygamber
oldugumuz hâlde, dünyânın ömrünü bilemedik).
– 79 –
Endülüs âlimlerinin büyüklerinden, Ebû Abdüllah-i Kurtubînin (Tezkire)sinden
Abdülvehhâb-ı Sa’rânînin “kuddise sirruhümâ” hülâsa etdigi (Muhtasar) ismindeki
kitâbında (360 bin x 360 bin) ya’nî yüzyirmidokuz milyar, altıyüz milyon
sene oldugu yazılıdır. Bugün fen adamları, (Radyoaktiflik sâati) denilen usûl ile,
ya’nî Pechblend filizinde simdi mevcûd olan kursun ve uran ma’denlerinin mikdârları
nisbeti bulunup, bu kadar kursunun, simdiki uran ile, bu kursuna tebeddül etmis
bulunan uran mikdârlarından tesekkülü için lâzım olan zemânı, Uran I’in bozulma
sâbitesine göre hesâb ederek, Erd kabugunun yasını ya’nî dünyânın ömrünü,
dörtmilyarbesyüz milyon sene olarak bulmakdadırlar.]
Kıymetli yavrum! Bu mes’ele üzerinde, Allahü teâlânın bu fakîre ihsân etdigi
bilgi söyledir: Ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdemden “aleyhisselâm” önce
yasayan Âdemler, hep âlem-i misâlde idi. Âlem-i sehâdetde degildi. Âlem-i sehâdetde,
ya’nî gördügümüz madde âleminde bulunan, yalnız bildigimiz bir Âdem vardı
ki, Peygamber idi. Melekler kendisine karsı secde etmislerdi. Allahü teâlâ,
balçık çamurundan insan seklinde bir heykel yapıp, bunu ete ve kemige çevirmisdi.
[Bugün biliyoruz ki, Allahü teâlâ, toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları,
bitki fabrikasında, proteinlere (yumurta akı maddelerine) döndürmekde, bu nebâtî
proteinleri de, hayvan vücûdünde, ete ve kemige ve a’zâ sekline çevirmekdedir.
Bugün fen bunu anlayabildigi gibi, katalizör ismini verdigimiz maddeler yardımı
ile, binlerce sene sürecek olan kimyâ reaksiyonlarını, bir sâniyede, pek çabuk,
yapabiliyoruz. Insanlar binlerce senelik bir isi bir ânda yapıyor da, Allahü teâlânın,
toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdigini, bugün
bildigimize göre, bir ânda çevirecegi fen yolu ile kolayca anlasılmakdadır. Allahü
teâlâ toprak maddelerini, bir ânda organik hâle çevirip, rûhu bu bedene baglıyarak,
ilk Âdemi yaratdıgı gibi, kıyâmetde de, elemanları, bir ânda, bir araya toplayıp,
insan vücûdünü yapacak ve zâten mevcûd olan önceki rûhları, bu vücûdlara
verecekdir. Insanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demekdir. Rûh ölmez. Kıyâmetde,
herseyle berâber, rûhlar da yok edilip tekrâr yaratılacakdır. Bugün, fizik,
kimyâ, fizyoloji ve astronomi gibi ilmlerde Allahü teâlânın kudretini iyi anlıyan,
zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmetde bütün insan ve hayvanların
toprakdan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak, kolayca anlıyabilir. Bir asr
evvel, müslimânlar, buna, anlamadan inanıyordu. Bugün ise, basît bir fennî olay
seklinde görüyor ve pek bedîhî olarak, inanıyoruz.
Allahü teâlâ Cenneti ve Cehennemi yaratmıs, her ikisini de, cin ve insan ile dolduracagını
haber vermisdir. Bunun için, ilk insan olan Âdemden “aleyhisselâm”
beri, her zemân, yeryüzünde îmânlılar ve dinsizler bulunmus ve birbirleri ile atısmısdır.
Dinsizler, Allahdan baska seylere tapınmıs, îmânlılar ise, Allahü teâlânın
gönderdigi Peygamberlere ve kitâblara tâbi’ olmusdur. Ilk insanlar, ba’zı târîhcilerin
zan etdigi gibi ve islâm dînine inanmıyanların uydurdugu, filmlerde görüldügü
gibi, ilmsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahsî kimseler degildi. Evet bugün, Asya,
Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahsîler
yasadıgı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basît yasıyanlar vardı. Fekat, bundan dolayı,
ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahsîdir denilemez. Âdem “aleyhisselâm”
ve ona îmân edenler sehrlerde yasardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik,
iplik yapmak, kumas dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi san’atları vardı.
Âdem “aleyhisselâm”ın boyu ve ömrü kesin olarak bildirilmedi. Bir rivâyetde,
bin sene yasayıp, besyüz yasında iken Peygamber oldu. Allahü teâlâ, kendisine on
kitâb gönderdi. Cebrâîl “aleyhisselâm”, oniki kerre gelmisdi. Bu kitâblarda, îmân
edilecek seyler, çesidli dillerde lügatlar, hergün bir vakt nemâz kılmak, [Bunun sabâh
nemâzı oldugu Ibni Âbidînde yazılıdır.], gusl abdesti almak, oruc tutmak, les,
kan, domuz yimemek, birçok san’atlar, tıb, ilâclar, hesâb, hendese [ya’nî geomet-
– 80 –
ri] gibi seyler bildirilmisdi. Altın üzerine para dahî basmıs, ma’den ocakları isletilip
âletler yapılmısdı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ates yanarak, kazanı kaynayarak
hareket etdigini, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildiriyor. Ba’zı târîhciler, hiçbir
vesîka ve incelemege dayanmadan, yalnız dinleri inkâr etmek, Peygamberleri
küçültmek maksadı ile, ilk insanlar vahsî idi, birsey bilmezdi diyerek, Âdem, Sis [Sît]
ve Idrîs “aleyhimüsselâm” gibi Peygamberlerin birer masal, birer hurâfe oldugunu
göstermek, böylece müslimân evlâdlarını dinsiz, îmânsız yetisdirmek istiyorlar.
Hiçbir dîne inanmıyanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düsüncelerini,
fen perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ (Bütün canlıların yapı tası
olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesâdüfen kendi kendine meydâna
gelip, zemânla küçük deniz nebâtları ve hayvanları ve sonra karadakiler meydâna
gelmis, en son insan hâline dönmüsdür) gibi seyler söylüyorlar. Böylece, Âdem
aleyhisselâmın toprakdan yaratılmadıgını, Kur’ân-ı kerîmin ve mukaddes kitâbların,
hâsâ, hikâye olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûde getiren büyük bir kudretin
varlıgına inanmanın fenne uymıyacagını anlatıyorlar. Böyle kâfirlere (Dehrî)
denir. Bunlardan müslimân görünenlere (Zındık) ve (Fen yobazı) denir.
Bu fen yobazları ne kadar zevallıdır. Evet, fizyolojist Haldene, (Bundan milyonlarca
sene evvel, sıcak denizlerde, günesden gelen ültra viole suâ’lar te’sîri ile, inorganik
gazlardan, uzvî bilesikler meydâna gelmis ve ekviproduktif hâssası olan ilk
molekülün, ya’nî aldıgı gıdâ maddelerini, kendi gibi canlı sekle çeviren hücre
molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf eseri tesekkül etmis) olmak ihtimâlini
söylemisdir. Fekat, bu bir hipotez [faraziyye] olup, bir tecribe ve hattâ bir teori [nazariyye]
bile degildir. Ekviproduktif özelligi olan bir molekülün nasıl meydâna geldigini
gösteren bir bilgi, hattâ bir nazariyye bugün mevcûd degildir. Fen bilgileri,
müsâhede ve tedkîk ilmleridir. Fen olayları, önce his uzvları ile veyâ bunları takviye
eden âletlerle gözlenir ve olayın sebebleri tahmîn olunur. Sonra, bu olay, tecribe
ve tekrâr edilerek, bu sebeblerin te’sîrleri, rolleri tesbît edilir. Bir hâdisenin
sebebi ve olus tarzı biliniyorsa, buna inanırız. Fekat tecribe edildigi hâlde, sebebleri
anlasılamıyan hâdiseler de vardır. Bunlara sebeb olarak, birçok fikrler ileri sürülür.
Bu fikrler mutlak degildir. Bir hâdiseyi, muhtelif adamların baska baska tefsîr
etdikleri de olur.
Aynı sebeblerle îzâh edilen çesidli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilecek
umûmî bir fikre, faraziyye [hipotez] diyoruz. Bir veyâ birkaç hipotez ile, birçok hâdiseleri
îzâh etmek ve bunlardan yeni hâdiselere varmak ve bu hâdiseleri tecribe
ile tahkîk ederek, hipotezlerin dogru görülenlerine nazariyye [teori] denir. Bir teori,
az hipoteze dayanır ve ne kadar çok hâdise îzâh ederse, o derece mükemmeldir.
Haldenenin sözü, nihâyet bir hipotezdir, teori olmakdan da, çok uzakdır. Insanlar,
bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne sûretle yaratıldıgı hakkında
dogru bilgi edinilirse, Islâmiyyete zararlı degil, fâideli olur. Çünki, canlı ve cansız,
hersey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Bir âyet-i kerîmenin meâl-i serîfi, (Herseyi
nasıl yaratdıgımı arayın, islerimdeki intizâmı, incelikleri görün! Böylece varlıgıma,
kudretimin, bilgimin sonsuzluguna inanın!)dir. Evet, din düsmanları, ilk canlı,
kendi kendine meydâna gelmis dedikleri gibi, günes sisteminin, yıldızların, çesidli
fizik, kimyâ ve bioloji hâdiselerinin de, hep kendiliklerinden oldugunu söylüyor.
Ehl-i sünnet âlimleri, binlerle kitâblarında, bunlara, gerekli cevâbları verip,
hepsini susdurmusdur. Aldandıklarını vesîkalarla isbât etmislerdir. Dînimiz, Âdem
aleyhisselâmın balçıkdan yaratıldıgını bildiriyor. Diger hayvanların ve nebâtların
ne sûretle yaratıldıgını bildirmiyor ki, Haldene faraziyyesinin, dîne zararı dokunsun.
Ister o söylesin, isterse Darwin veyâ Ibni Sînâ söylesin, herseyi hareket
etdiren, yapan, yaratan Allahü teâlâdır. Bütün enerji seklleri, hep Onun kudretinin
tezâhürüdür. Îmânı gideren; herhangi bir hâdisenin kendi kendine olduguna
inanmak ve hayvanların, tek hücrelilerden, yüksek yapılılara dogru, birbirlerine
– 81 – Se’âdet-i Ebediyye 1-F:6
ve nihâyet insana döndügünü söylemekdir ki, fen bunu göstermiyor ve fen adamları
böyle söylemiyor.
Imâm-ı Gazâlînin “rahmetullahi aleyh” (Tehâfüt-ül-felâsife) kitâbından bir
parçası arabîden türkçeye terceme edilerek (Ma’rifetnâme)nin kırkbesinci sahîfesine
yazılmısdır. (Ma’rifetnâme)de diyor ki: (Fen adamlarının sözleri üç kısmdır:
Birinci kısmdaki sözleri, fennin, tecribenin meydâna çıkardıgı hakîkatleri
bildiriyor. Bu sözleri, islâmiyyete uyuyor ise de, yanlıs kelimeler kullanıyorlar. Meselâ
bir sey kendiliginden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet
vardır. Bu kuvvetler, tabî’at kuvvetleridir. Herseyi tabî’at kuvvetleri yapıyor diyorlar.
Islâmiyyet de hiçbirsey, kendiliginden hareket edemez. Her cismi harekete
getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, Allahü teâlânın kudretidir. Herseyi Allahü
teâlâ yapıyor, diyor. Görülüyor ki, islâmiyyet ve fen, aynı seyi söylemekde
olup, arada yalnız, ism farkı vardır. Böyle sözlerine i’tirâz etmeyiz. Yalnız, ism degisdirip
kabûl ederiz. Ikinci kısmdaki sözleri, islâmiyyetin haber vermeyip, arayıp
bulunuz! dedigi seylerdir. Bu sözlerine inanıp inanmamak, îmânın gitmesine sebeb
olmaz. Meselâ, ay tutulması, Erd küremizin Günes ile Ay arasına girmesinden
oluyor, diyor ve zemânını önceden hesâb ediyorlar. Çünki Ay, Günes karsısında
oldugu vakt, parlak görünür. Ay, Erd küresinin gölgesine girince, Günesden ziyâ
alamayıp kararır ve görünmez, diyorlar. Günes tutulması da, Ayın Erd ile Günes
arasına girerek, Erd üzerinde Günesin görünmesine mâni’ olması sebebi iledir. Ay
tutulması, arabî ayların ortasında, Günes tutulması ise, ayın ilk veyâ son günü olur,
diyorlar. [Günes, Erd ve Ay, karpuz gibi, küre seklinde olup hepsi, birinci semâda
hareket etmekdedir. Eski fizikciler, yedi seyyâre yıldızdan her birinin, birer semâda
bulundugunu söylerdi. Hâlbuki, yıldızların hepsinin yer kürenin de içinde
bulundugu birinci semâda bulundukları, Tebâreke sûresinde, bildirilmekdedir.] Fen
adamlarının, ikinci kısmdan olan, böyle sözlerine de i’tirâz etmeyiz. Müslimânların,
böyle sözlere inanmaması lâzımdır diyerek, i’tirâz eden bir kimse, dîne zarar
vermege ve islâmiyyeti yıkmaga ugrasmıs olur. Çünki, hesâb ve fizik, kimyâ kanûnları
ve tecribeler, bu sözlerin dogrulugunu gösterirken, bunlar islâmiyyete uygun
degildir denirse, fen adamları bu sözlerinde sübhe etmeyip, bunlara uymayan islâmiyyetin
dogru oldugunda sübhe eder. Görülüyor ki, islâmiyyete yersiz ve yolsuz
yardım etmek istiyen câhillerin zararı, yolu ile hücûm edenlerin zararlarından
dahâ büyükdür. [Medîneli Muhammed Osmân efendi de, 1341 [m. 1923] de Istanbulda
basılmıs (Basîret-üs-sâlikîn) kitâbında, Erdin döndügünü red etmekde, sahîh
hadîslere mevdû’ diyerek de, gençleri yanıltmakdadır. Hâlbuki islâm âlimleri,
dünyânın yuvarlak oldugunu, döndügünü, birçok kitâblarında, meselâ Ebû Bekr
Râzî (Küriyet-ül-Erd) kitâbında ve (Serh-ı Mevâkıf)de isbât etmislerdir. Fıkh
âlimleri bunun üzerine mes’eleler kurmuslardır. Bekara sûresinin 22. ci âyetinde
meâlen, (Rabbiniz Erdı sizin için, yatak gibi dösedi) buyuruldu. (Tefsîr-i Azîzî)de,
(Üzerinde oturmanız, uyuyabilmeniz için, yeryüzünü sâkin, hareketsiz yapdı) diyor.
Nahl sûresinin onbesinci âyetinde meâlen, (Erdın sizi sarsmaması için, üzerinde
daglar dösedim) buyuruldu. (Sâvî tefsîri), burada (Erdın hareket etmemesi, size
ızdırâb yapmaması için dagları yaratdı) ve (Beydâvî)de, (Daglar yaratılmadan evvel,
Erd, yüzü düz küre idi. Dönerken yâhud baska sebeb ile hareket eder idi. Daglar
yaratılınca, hareketine, ızdırâbına, sarsılmasına mâni’ oldular) diyor. Mü’min sûresinin
64. cü âyetinde meâlen, (Allah, Erdı size karâr yapdı) buyuruldu. (Seyhzâde),
(Abdüllah ibni Abbâs, karâr menzil, konacak yer demekdir dedi) diyor. Görülüyor
ki, âyet-i kerîmeler ve tefsîrler, Erd yüzünün bir besik, yatak gibi, sarsıntısız,
râhat oldugunu bildiriyor. Erdın sarsıntısız, hareketsiz olmasından, bunun mihveri
etrâfında dönmedigini ve günes etrâfında hareket etmedigini anlamak dogru degildir.
Erdın bu iki hareketi bugün kat’î olarak bilinmekde, nemâz vaktleri hesâb
edilmekdedir. Üçüncü kısmda, 54. cü maddeye bakınız!] Imâm-ı Gazâlî, sözüne devâm
ederek, buyuruyor ki: Kat’î ve dogru oldukları, hesâb ve tecribe ile anlasılan
– 82 –
hâdiseler karsısında, âyet-i kerîme ve hadîs-i serîfleri (Te’vîl etmek), ya’nî ma’nâlarını
çevirip, bunlara uydurmak lâzımdır. Böyle te’vîller çok yapılmısdır. [Sunu
da söyliyelim ki, âyet-i kerîme ve hadîs-i serîflere ma’nâ vermek, bizim gibi, câhillerin
isi degildir. Din âlimi olmak, ya’nî dinde söz sâhibi olmak için, ictihâd derecesine
yükselmek lâzımdır. Simdi dünyâda böyle bir âlim yokdur. Simdi, âlim olmıyanlar,
çesidli maksadlarla, din kitâbları yazıyor ve âyet-i kerîme ve hadîs-i serîflere,
çala kalem, ma’nâlar verip, Allahü teâlâ böyle söylüyor, Peygamber “sallallahü
aleyhi ve sellem” böyle emr ediyor, diyorlar. Islâmiyyeti oyun hâline sokuyorlar.
Böyle din kitâblarını almamalı, okumamalıdır. Din âlimlerinin sözlerini
degisdirmeden yazan kitâb bulup okumak lâzımdır. Fekat, ne yazık ki, böyle din
kitâbı, bugün hemen yok gibidir. Din büyüklerinin ismini koyarak, onlardan terceme
diyerek satılan kitâbların çogunda da, ilâveler, degisdirmeler veyâ çıkarmalar
yapılarak, kitâbların zararlı bir sekle sokuldugu acı acı görülüyor. Asrlardan
beri câhillerin bu seklde kitâblar yazmıs oldugunu, hele âyet-i kerîme ve hadîs-i
serîflere, kendi zemânlarındaki, fen bilgilerinden yanlıs olanlarına uydurarak,
yanlıs ve gülünç ma’nâlar vermis oldukları, mevcûd ve hattâ meshûr ba’zı kitâblarda
esefle görülmekdedir.] Islâm dînine inanmıyanları en çok sevindiren sey, fen
ile isbât edilen, meydânda olan hakîkatleri, müslimânların red etmesi, bunlar kâfirlikdir,
demesidir. Çünki, bu sûretle gençleri aldatmaları çok kolay olur. Fen
adamları, maddenin, hücrenin, canlının ve cansızın yok iken, sonradan var oldugunu
söyledikden sonra, ister denizde tesâdüfen olsun, ister baska dürlü meydâna
gelsin, islâmiyyete zarar vermez. Çünki, herseyi yapan Allahü teâlâdır.
Üçüncü kısmdan olan sözleri, islâmiyyetde açıkça bildirilmis olanlara uymıyan
sözlerdir. Bunların hepsi faraziyye, ya’nî zan ile veyâ fen perdesi altında, koyu bir
te’assub ve fen yobazlıgı ile söyledikleridir. Herseyin yokdan yaratılmıs oldugu,
Âdem aleyhisselâmın çamurdan yapılan bedeninin, et ve kemige dönüp canlanması,
Allahü teâlânın var oldugu ve sıfatları ve kıyâmetde olacak seyler, tekrâr dirilmek,
îmânın esâslarındandır. Bunlara uymıyan, bunlara olan îmânı bozacak sözlere
inanılmaz. Fen adamı, bunlara uymıyan söz söylemez. Çünki bunlar, fenne uymıyan
seyler degildir. Herkesi bunlara inandırmak ve aksini söyliyenleri red etmek
lâzımdır).
Âdem aleyhisselâmın evlâdı çogalarak Arabistân, Mısr, Anadolu ve Hindistâna
yayılmısdı. Nûh “aleyhisselâm” zemânında tûfanda, hepsi bogularak, yalnız gemidekiler
kurtuldu. Insanlar bunlardan türedi. Zemânla çogalarak, Asya, Afrika,
Avrupa, Amerika ve Okyanusyaya, ya’nî bütün yeryüzüne yayıldı. Bu yayılma, hem
karadan, hem büyük gemilerle, denizden olmusdu. O zemânlarda Asyadan Amerikaya
ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı.
Fen ilerledikce, müslimânların, görmeden, akl ermeden, inandıkları birçok
seyler, birer ikiser, fen yolu ile anlasılmakdadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerikada,
mekteblerde, söyle okutuluyor: (Eski jeolojik devrlerde, güney kıt’aları arasında
kara yollarının bulundugu kabûl edilmisdir. Meshûr Meteoroloji âlimi Alfred
Wegener, Kontinentverschiebung [karaların kayması] nazariyyesini kurmus
ve bes [bugün için altı] kıt’anın evvelce birbirine baglı olup, sonra yavas yavas ayrıldıklarını
söylemisdir. Baska bir profesör, kıt’alar arasında köprü gibi kara parçaları
oldugunu, Zoocografik tecribelere dayanarak, iddi’â etmisdir. Wegenere göre,
Paleozoikum ve Mezozoikum devrlerinde, kıt’alar birbirlerine yapısık idi. Paleozoikum
sonuna kadar, hayvanlar, Cenûbî Amerika ile Afrika, Asya [dogruca
Hindistândan] ve Avustralya arasında kara yolculugu yapmıslar, Eosenden i’tibâren
Afrikada yasayan hayvanlar, karadan, Cenûbî Amerikaya geçmislerdir) teorileri
ögretilmekdedir.
Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın toprakdan yaratıldıgı ve insanların, yeryüzüne,
Sûriye, Irâk ve orta Asyadan yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlasılmakda-
– 83 –
dır. Hâdiseleri degil de, propagandaları yazan ve hakîkatlere degil de, siyâsî menfe’atlere
kosan ba’zı târîhciler, islâmiyyete ve islâm büyüklerine, körü körüne hakâret
etmekde hâlâ inâd ederken, fen adamları, fen bilgileri, islâmın büyüklügünü,
dogrulugunu, gün geçdikce dahâ yakından görmekde ve anlamakdadır].
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmda herseyin bir nümûnesini, misâlini yaratmısdır.
Onda birçok sıfatlar, latîfeler, kuvvetler vardır. Allahü teâlâ, Onu yaratmadan
çok önce, Onun bir latîfesini, bir sıfatını, uzun zemân için âlem-i misâlde Onun seklinde
yaratmıs, Onun ismini vermis, Onun bütün islerini ve kıyâmete kadar olacak
evlâdlarını, ismleri ile birlikde, âlem-i misâlde meydâna çıkarmısdır. Hepsi zemânlarında
yasamısdır. Hattâ Cennetlik veyâ Cehennemlik olmuslar, kıyâmetleri kopmus,
hesâbları görülmüs, Cennete ve Cehenneme gitmislerdir. Allahü teâlânın diledigi
çok uzun zemân sonra, Âdem aleyhisselâmın sıfatlarından ve latîfelerinden
baska birisi, yine âlem-i misâlde, evvelki gibi yaratılıp, bunun da vakti temâm olunca
sıfatlarından ve latîfelerinden, üçüncüsünün devresi baslamısdır. Bunun devresi
bitince, dördüncü sıfat, âlem-i misâlde gösterilmisdir. Böyle devâm etmis ve bütün
sıfatları ve latîfeleri temâm olunca, en son, bütün sıfatları ve latîfeleri kendisinde
toplamıs olan Âdem “aleyhisselâm”, âlem-i sehâdetde, ya’nî madde âleminde
yaratılmısdır. Allahü teâlâ, kendisini kıymetli eylemisdir. Önceden gelen yüzbinlerce
Âdemler, hep bu Âdem aleyhisselâmın parçaları ve baslangıçlarıdır. [Günes
dogmadan önce, ziyâsının sıfatlarının yavas yavas görünmesi gibidir.]
Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh”, kırkbin sene önce ölen dedesi, âlem-i
sehâdetdeki dedesinin latîfe ve sıfatlarından birinin, âlem-i misâldeki varlıgı idi.
Kâ’be-i mu’azzamayı âlem-i misâlde tavâf etmisdi. Çünki, her sey gibi, Kâ’benin
de âlem-i misâlde sûreti, benzeri vardır. Bu fakîr, [ya’nî Imâm-ı Rabbânî “kuddise
sirruh”] çok düsünüyor, arasdırıyorum, âlem-i sehâdetde, bir Âdemden baska
göremiyorum. Âlem-i misâldeki görünüslerden gayrı birsey bulamıyorum. Kırkbin
sene önce yasadıgını söyleyen kimsenin, ben senin dedelerinden biriyim, demesi
de gösteriyor ki, Âdem aleyhisselâmdan önce bulunan Âdemler, Âdem
aleyhisselâmın latîfelerinin ve sıfatlarının görünüsleridir. Âdem aleyhisselâmdan
baska birer varlık degildirler. Çünki, baska Âdemin ogulları, bu Âdem aleyhisselâmın
ogullarının dedesi olamaz.
Kalbleri hasta, bilgileri az olan ba’zı kimseler, bu vak’a ve benzerlerini isitince,
tenâsüh sanıyor. Böylece âlemin kadîm oldugunu, yokdan var edilmedigini söylüyorlar
ve tekrâr yok olacagını, kıyâmetin kopacagını inkâr ediyorlar. Kendilerini,
seyh, mürsid olarak tanıtan ba’zı dinsizler, tenâsüha inanıyor. Rûhlar olgunlasmadan
önce, bir bedenden ayrılınca, baska bir bedene geçer. Kemâle geldikden sonra,
insanlara gelmezler, tenâsüh yolu ile olgunlasmıs olurlar, diyor ve tenâsühü gösteren
birçok hikâyeler uyduruyorlar. Hâlbuki tenâsüha, ya’nî ölen insan rûhunun
baska bir çocuga geçerek tekrâr dünyâya gelmesine inanmak küfrdür. Tenâsüh vardır
diyen, dîn-i islâma inanmamıs olur. Ya’nî, müslimânlıkdan çıkar. Anlamıyorlar
ki, tenâsüh ile rûhlar kemâle gelirse, Cehennem kimler için olur, kimler azâb
görür? Buna inanmak, Cehennemi inkâr etmek ve hattâ öldükden sonra tekrâr dirilmege
inanmamak olur. Zîrâ onlara göre, rûhun olgunlasmasına vâsıta olan bedene
ihtiyâcı kalmamısdır ki, bedenle hasr olunsun. Bu yalancı seyhlerin sözleri,
tıbkı, eski felsefecilerin [ve simdiki spritizmacıların, medyumların] sözlerine benziyor.
Eski felsefeciler, bedenlerin tekrâr dirileceklerine inanmıyordu. Cennet
ni’metleri ve Cehennem azâbları yalnız rûhlara olacak, diyordu. Bunlar, o felsefecilerden
de dahâ fenâdır. Çünki, onlar tenâsühu red edip, azâbın sâdece rûha olacagını
söyliyorlar. Bunlar ise, hem tenâsüha inanıyor, hem de âhıret azâbını inkâr
ediyor. Bunlara göre azâb, sâdece dünyâdadır ve rûhların temizlenmesi içindir. [Cinnin
heykellere, hasta ve çocuklara girerek konusdukları görülmüsdür. Böyle konusanları
iki rûhlu sanıyorlar. Böyle sanmak da, tenâsüha inanmak demekdir.]
– 84 –
Süâl: Emîrden “kerremallahü vecheh” ve ba’zı Evliyâdan “kaddesallahü esrârehümül’azîz”
gelen haberlere göre, bunlar, dünyâya gelmeden yıllarca önce, sasılacak
isler yapmıslar. Tenâsüh yokdur dersek, bu haberlere nasıl inanılabilir?
Cevâb: Bu din büyüklerinin yapmıs oldukları isleri, yalnız rûhları yapmısdır. Allahü
teâlâ, bunların rûhlarını insan sekline sokarak, bu sekller, insan gibi is görmüsdür.
Yoksa, mubârek rûhları, baska bedenlere girmis degildir. Tenâsüh ise, bir
insan rûhunun, kendi bedenine gelmeden önce, baska bedene te’alluk etmesine denir.
Bir rûhun, beden sekli alması, tenâsüh degildir. Melekler ve cin de, insan sekline
girip birçok sey yapmakdadır ki, hiç tenâsüh degildir. Bir insana hulûl etmek
degildir. Bir bedene girmek degildir.
Meleklere, cinne çesidli sekl alabilmek kuvveti verdigi gibi, Allahü teâlâ çok sevdigi
kullarının rûhlarına da, bu kuvveti vermekdedir. Baska bedene ihtiyâc yokdur.
[Havâda, her zemân su buhârı vardır ve görünmez. Kaynar sudan, kazan
borusundan çıkan beyâz sis, buhâr degildir. Çok küçük su damlacıklarıdır. Renksiz
gazlar görünmez. Havâdaki renksiz su buhârı, soguk sabâhlarda çig hâlinde dâneler
seklinde görüldügü gibi, rûhlar da, görülecek sekller alabilmekdedir.] Isitdigimize,
okudugumuza göre, Evliyâdan bir çogu, bir ânda çesidli yerlerde görülmüs,
birbirine uymıyan isler yapmıslar. Burada da latîfeleri, insan sekline girmekde,
baska baska bedenler hâlini almakdadır. Bunun gibi, meselâ Hindistânda
oturan ve sehrinden hiç çıkmamıs olan bir Velîyi, hâcılar Kâ’bede görüp konusduklarını,
baskaları da, meselâ aynı günde Istanbulda, bir kısm kimseler de, bu Velî
ile, yine o gün, Bagdâdda görüsdüklerini söylemislerdir. Bu da, o Velînin latîfelerinin
muhtelif sekller almasıdır. Ba’zan o Velînin bunlardan haberi olmaz. Seni
gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o zemân, evimde idim. O memleketlere gitmemisdim,
o sehrleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der. Yine bunlar gibi,
güç hâlde bulunan kimseler, korku ve tehlükelerden kurtulmak için, ölü veyâ
diri olan ba’zı Evliyâdan yardım istemisdir. O büyüklerin, kendi sekllerinde olarak,
hemen orada bulunduklarını ve imdâdlarına yetisdiklerini görmüslerdir. Bu
Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, yapdıkları yardımdan ba’zan haberi
olmakda, ba’zan da olmamakdadır. [Bu hâl, bilhâssa muhârebelerde görülmüsdür.]
Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin rûhları ve latîfeleridir. Latîfeleri
ba’zan, bu âlem-i sehâdetde, ba’zan da âlem-i misâlde sekl almakdadır. Nitekim
Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gecede, binlerce kimse,
rü’yâda görüp istifâde etmekdedir. Bu gördükleri, hep Onun “sallallahü aleyhi ve
sellem” latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki seklleridir. Yine bunlar gibi,
sâlikler, mürsidlerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden istifâde ederler ve bu yolla
müskillerini çözerler.
Ehî-zâde Abdülhalîm efendi (Riyâdüssâdât fî isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlel-
hayât ve ba’del-memât) kitâbında Evliyânın vefâtdan sonra da kerâmetleri oldugunu
isbât etmekdedir.
Ba’zı Evliyânın kümûn ve bürûz etmesi, (Tenâsüh) degildir. Çünki, tenâsühde
rûh, ikinci bir bedene hayât vermek, onda his ve hareket hâsıl etmek için te’alluk
eder. Bürûz etmekde ise, rûhun baska bir bedene te’alluk etmesi; bunları hâsıl etmek
için degil, bu bedeni olgunlasdırmak, derecesini yükseltmek içindir. Nitekim
cin de, bir insana te’alluk eder, onda bürûz eder. Fekat, bu te’alluku, bu kimseye
hayât vermek için degildir. Çünki, bu kimse, cin te’alluk etmeden önce diridir ve
duyar, hareket eder. Te’allukdan sonra, bu kimsenin hareketleri ve ba’zı sözleri,
o cinnînin sıfatlarının, hareketlerinin görünmesidir. Evliyânın büyükleri “kaddesallahü
teâlâ esrarehümül’azîz” kümûn ve bürûz için, birsey söylememis, böylece,
câhilleri yanlıs inanıslara sürüklemege sebeb olmamıslardır.
Bu fakîre “rahmetullahi aleyh” göre, kümûn ve bürûza lüzûm yokdur. Bir Velî,
bir câhili terbiye etmek, yetisdirmek için, onda bürûz etmeksizin, Allahü teâlâ-
– 85 –
nın verdigi bir kuvvetle, kendi yüksek sıfatlarını, o kimseye aks etdirir. Teveccüh
ve iltifât buyurarak, o iyi sıfatları onda yerlesdirir. Böylece, o asagı derecedeki insan,
yükselerek kâmil olur. Âdî sıfatlardan kurtulup iyi sıfatlara kavusur. Bunun
için de, kümûn ve bürûza hiç hâcet yokdur. Bu, öyle büyük bir ni’metdir ki, Allahü
teâlâ, diledigi kimselere ihsân eder. Onun ni’metleri, ihsânları pek çokdur.
Ba’zı kimseler de, rûhlar nakl edilir diyor. Bir rûh, kemâle erdikden sonra, kendi
bedenini bırakıp baska bir bedene girebilir diyor. Misâl olarak, bu kemâle ermis,
bu kuvveti kazanmıs bir zâtın komsusu bulunan bir genç ölmüsdü. Bu zâtın
rûhu, ihtiyârlamıs olan bedeninden ayrılıp, gencin ölü bedenine girdi. Ihtiyârın bedeni
ölüp, genç dirildi, diyorlar. Böyle sözler, dogru degildir. Tenâsüha dayanan
hikâyelerdir. Çünki, bir rûhun ölü bir bedene hayât vermesi için te’alluk etmesi,
tenâsüh demekdir. Rûh naklinin tenâsühden farkı, tenâsüha inananlar, rûhun, noksan
oldugunu, tenâsüh yolu ile kemâl buldugunu sanıyor. Bunlar ise, rûhu kâmil
bilip kemâle erdikden sonra, baska bedene nakl edebiliyor, diyor. Bu fakîre göre,
rûhun nakline inanmak, tenâsüha inanmakdan dahâ kötüdür. Çünki, tenâsüh,
rûhu olgunlasdırmak içindir diyorlar. Bu sözleri yanlıs olmakla berâber, rûh kemâle
erdikden sonra, baska bedene niçin geçsin? Kemâl bulan kimse, dünyâyı seyr
ve temâsâ için genç bedenlere neden nakl etsin? Kemâl bulan rûh, bedenlere
girmek degil, bedenlerden kurtulmak ister. Çünki, rûhun bedene te’alluk etmesinden
maksad ele geçmis, kemâl hâsıl olmusdur. Bundan baska, rûh naklinde, birinci
beden ölerek ikinci beden dirilmekdedir. Hâlbuki, birinci bedenin, kabrde
azâb veyâ sevâb görmesi lâzımdır. Ikinci bedenin tekrâr dirilmesi, dünyâda, kıyâmet
kopup, hasr olması demekdir. Bilmiyorum ki, rûh nakline inananlar, kabr azâbına
ve kıyâmet gününe îmân ediyorlar mı? Yazıklar olsun ki, böyle îmânsızlar, kendilerini
din adamı tanıtmıs, kitâbları, mecmû’aları ile, millete müslimânlık ögretmege
kalkısmıslardır. Gençleri, kendileri gibi dinsiz, îmânsız yapmaga çalısıyorlar.
Yâ Rabbî, bizleri böyle yazılara inanmakdan, aldanmakdan koru! Sevgili dînimizden,
kıymetli îmânımızdan ayırma! Bu küfr ve saskınlıkdan insanı ancak sen
korursun.
EK: Sırası gelmisken, (Âlem-i misâl) için de, birkaç sey bildireyim: Âlem-i misâl,
bütün âlemlerin en genisidir. Âlemlerin hepsinde bulunan herseyin, âlem-i misâlde
bir sûreti, bir görünüsü vardır. Akla, hayâle gelen seylerin, ma’nâların, düsüncelerin
de bu âlemde bir sûreti vardır. Âlimlerimiz, Allahü teâlânın misli,
benzeri yokdur, fekat misâli vardır demislerdir. Bu fakîr, mektûblarımda yazmısımdır
ki, tâm tenzîh mertebesinde, misli olmadıgı gibi, misâli de yokdur. Nahl sûresinde,
(Allahü teâlâ için misâller getirmeyin) meâlindeki âyet-i kerîme, bu mertebeye
isâret etmekdedir. Insana, (Âlem-i sagîr) denir. Âlem-i kebîrdeki herseyin,
insanda bir nümûnesi vardır. Âlem-i misâlin de, âlem-i sagîrdeki nümûnesi, benzeri,
insanın hayâlidir. Çünki, herseyin hayâlimizde bir sûreti vardır. Tesavvuf yolunda
ilerleyen sâliklerin, hâllerinin, derecelerinin de hayâlde birer sûreti vardır.
Sâliklere, hâllerini haber veren hayâldir. Hayâl olmasaydı veyâ vazîfesini yapmasaydı,
tesavvufcular, hâllerini bilemezdi. Bunun içindir ki, zıllerin, görünüslerin üstündeki
mertebelere ilerleyenler, kendi hâllerine câhil ve saskın olur. Çünki, insan
hayâli, zıllerin sûretini gösterebilir. Hayâl zıllin dısına çıkamaz. Zât-i ilâhînin
âlem-i misâlde sûretinin olmadıgını bildirmisdik. Âlem-i misâlin örnegi olan hayâlde,
sûret-i ilâhî olabilir mi? Bunun için, Zât-ı ilâhîden insanın nasîbi, ancak cehldir,
bilmemekdir. Bilinmeyen sey için, birsey söylenemez. Bundan dolayı, (Allahü
teâlâyı tanıyanların dilleri söyleyemez) buyurmuslardır. Bilinen sey anlatılır.
Bundan dolayı, zıller âleminde çok seyler söylenir. Zıl âleminden çıkanların dili
söylemez olur. Allahü teâlânın fi’llerinin, sıfatlarının, ismlerinin zıllerine ve asllarına
yükselenlerin hâlleri, iste böyledir. Görülüyor ki, hayâlde bulunabilen hersey,
zılden hâsıl olmakdadır. Fekat, matlûbun [ya’nî Zât-ı ilâhînin] nisânları, alâ-
– 86 –
metleri olduklarından (Ilm-ül-yakîn) denilen bilgiye sebeb olurlar. (Ayn-ül-yakîn)
ve (Hakk-ul-yakîn) denilen bilgiler, zıllerin üstünde, hayâlin dısında hâsıl olan bilgilerdir.
Hayâl bilgilerinden kurtulmak için, tesavvufun (Seyr-i enfüsî) dedigi yolu
ve dereceleri de, (Seyr-i âfâkî) denilen yol gibi asmak, âfâk ve enfüsün dısında
ilerlemek lâzımdır. Evliyânın çogu, ancak öldükden sonra, buraya varmakdadır.
Bu dünyâ hayâtında, hayâlden kurtulmaları imkânsızdır. Evliyânın büyüklerinden,
pek az seçilmisleri, bu dünyâ hayâtında iken, bu devlete erdirmekle sereflendirirler.
Dünyâda oldukları hâlde, bilgilerine hayâl karısmaz. Hayâl araya girmeden matlûba
kavusurlar. Baskalarına, simsek gibi çakıp geçen Zât-ı ilâhînin tecellîleri, bu
büyüklere dâimî olur. (Vasl-ı uryânî)ye kavusurlar.
Ni’mete kavusanlara, bol bol, âfiyet olsun,
Zevallı, fakîr âsıklar, birkaç lokmayla doysun!
Süâl: Ba’zı kimseler, uykuda, rü’yâda, âlem-i misâl ve hayâlin sûretlerini görerek,
kendilerini büyük bir hükümdâr veyâ yüksek mevkı’ sâhibi görür. Veyâhud
büyük din âlimi olmus, herkes, ilm ögrenmek için, etrâfına toplanmıs görür. Hâlbuki,
âlem-i sehâdetde, ya’nî uyanık iken, bunların hiçbiri hâsıl olmamakdadır. Böyle
rü’yâlar dogru mudur, yoksa aslı, esâsı yok mudur?
Cevâb: Böyle rü’yâlar bos ve esâssız degildir. Bu rü’yâyı gören kimsede, mevkı’
sâhibi olmak, âlim olmak hâli ve kâbiliyyeti var demekdir. Fekat, kuvveti az
olup, âlem-i sehâdetde hâsıl olacak kadar degildir. Eger, bu hâl, zemânla kuvvetlenirse,
Allahü teâlânın lütfu ile, âlem-i sehâdetde de hâsıl olur. Eger âlem-i sehâdetde
hâsıl olacak kadar kuvvetlenmezse âlem-i misâlde görünmekle kalır. Kuvveti
mikdârınca, orada görünür. Tesavvuf yolunun sâliklerinin rü’yâları da böyledir.
Kendilerini yüksek makâmlarda, Velîlerin mertebelerinde görürler. Bu
hâl, âlem-i sehâdetde nasîb olursa, pek büyük ni’metdir. Yok eger, âlem-i misâlde
görünmekle kalırsa, hiç kıymeti yokdur. Çöpçüler, hammallar, rü’yâda, kendilerini
hâkim, pâsa görür. Hâlbuki, uyanık iken, ellerine birsey geçmez. Rü’yâları
üzülmekden, pismânlıkdan baska birseye yaramaz. O hâlde, rü’yâlara güvenmemeli,
uyanık iken ele geçene sevinmelidir.
Ben günesi severim, ne dersem ondan derim,
Geceyle isim yokdur, ben rü’yâyı neylerim.
Bunun içindir ki, büyüklerimiz rü’yâlara ehemmiyyet vermemis, talebenin
rü’yâsını ta’bîr etmege lüzûm görmemislerdir. Uyanık iken ele geçene kıymet
vermislerdi. Bundan dolayı, devâmlı görünenlere ehemmiyyet vermisler, hiç gayb
olmıyan huzûru, kazanc bilmislerdi. Allahü teâlâdan baska herseyi unutmak, hiçbir
seyi hâtırlamamak, bunlar için dâimî idi. Baslangıcında nihâyetde ele geçecekler
derc edilmis olanlara, bu kemâller zor ve uzak degildir.
40 — ÜÇÜNCÜ CILD, 31. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Molla Bedreddîne yazılmısdır. Âlem-i ervâh ve âlem-i misâl ve
âlem-i ecsâd üzerinde bilgi vermekde, kabr azâbını anlatmakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi, sevdigi kimselere selâm olsun! Diyorsunuz
ki, rûh bu bedene baglanmadan önce, âlem-i misâlde idi. Bedenden ayrıldıkdan
sonra da, âlem-i misâle gidecekdir. Bunun için, kabr azâbı âlem-i misâlde
olacakdır. Âlem-i misâldeki elemi, acıları, rü’yâda duymak gibi olacakdır. Sonra,
bu bilginin çesidli kolları vardır. Eger izn verirseniz, bu konuda size çok seyler yazarım.
Cevâb: Böyle hayâller, aslsız sözler, dogru olmakdan çok uzakdır. Böyle düsüncelerin,
sizi dogru yoldan sapdırmasından korkuyorum. Hiç vaktim yok ise de, bu
– 87 –
konuda birkaç kelime yazmak için kendimi zorlayacagım. Insanları dogru yola kavusduran,
yalnız Allahü teâlâdır.
Kıymetli kardesim! Mümkinler âlemini, ya’nî mahlûkları, üç kısma ayırmıslardır:
(Âlem-i ervâh), (Âlem-i misâl) ve (Âlem-i ecsâd). Âlem-i misâle (Âlem-i berzah)
da demislerdir. Çünki bu âlem, (Âlem-i ervâh) ile (Âlem-i ecsâd) arasındadır.
Bu âlem, ayna gibidir. Diger iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve ma’nâlar, bu âlemde
latîf sekllerde görünürler. Çünki, iki âlemdeki her hakîkate ve her ma’nâya uygun
birer sekl, heyet, bu âlemde bulunur. Bu âlemde, kendiliginden hiçbir hakîkat,
hiçbir madde ve ma’nâ yokdur. Buradaki sekller, heyetler, öteki âlemlerden
aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir sekl ve sûret yokdur. Aynada bir sekl görünürse,
baska yerden gelen bir görünüsdür. Âlem-i misâl de böyledir. Bu iyi anlasılınca,
deriz ki, rûh bu bedene te’alluk etmeden önce, kendi âleminde idi. Rûh
âlemi, âlem-i misâlden dahâ üstündür. Rûh, bedene te’alluk edince, bedene âsık
olarak, bu madde âlemine iner. Âlem-i misâl ile bir ilgisi yokdur. Rûh bu bedene
te’alluk etmeden, ilgilenmeden önce, âlem-i misâl ile ilgisi olmadıgı gibi, bedene
olan ilgisi bitdikden sonra da, bu âlem ile ilgisi olmaz. Su kadar var ki, Allahü teâlânın
diledigi zemânlarda, rûhun ba’zı hâlleri, bu âlemin aynasında görünür.
Rûhun hâllerinin iyiligi, kötülügü buradan anlasılır. Kesf ve rü’yâlar, böyle hâsıl
olmakdadır. Insanın hisleri, duyguları gayb olmadan da, âlem-i misâldeki seklleri
gördügü çok olmusdur. Rûh, bedenden ayrıldıkdan sonra, ulvî ise, yükselir. Süflî
ise, alçalır. Âlem-i misâl ile bir ilisigi olmaz. Âlem-i misâl, görünen bir âlemdir.
Bir varlık âlemi degildir. Varlık âlemleri ikidir. Âlem-i ervâh ve Âlem-i ecsâd. Ya’nî
rûh âlemi ile madde âlemi, varlık âlemidir. Bunlarda bulunan seyler, yalnız görünüs
degildir. Kendileri de vardır. Âlem-i misâlde ise, hiçbir varlık yokdur. Yalnız,
âlem-i ervâhda ve âlem-i ecsâdda bulunan varlıklar için bir ayna gibidir. Rü’yâda,
âlem-i misâldeki elem, acı, sıkıntı görünür. Bu da, görenin hak etdigi azâbın,
âlem-i misâldeki görüntüsünün görülmesidir. Onu gafletden uyandırmak için,
kendini düzeltmesi için, kendisine gösterirler.
Kabr azâbı, rü’yâda, âlem-i misâldeki görüntüleri görmek degildir. Kabr azâbı,
rü’yâ gibi degildir. Kabr azâbı, azâbın görüntüsü degildir. Azâbın kendisidir.
Bundan baska, rü’yâda görülen acı, azâb, azâbın kendisidir denilse bile, dünyâdaki
acılar, azâblar gibidir. Kabr azâbı ise, âhıret azâblarındandır. Birbirlerine hiç benzemezler.
Çünki, dünyâ azâbları, âhıret azâbları yanında hiç kalır. Allahü teâlâ, o
azâblardan bizi korusun! Eger, âhıret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, herseyi
yakar, yok eder. Kabr azâbını, rü’yâda görülen azâb gibi sanmak, kabr azâbını
bilmemekden, anlamamıs olmakdan ileri gelmekdedir. Azâbın kendisi ile, görünüsünü
karısdırmakdan hâsıl olmakdadır. Böyle yanlıs düsünmek, dünyâ azâbı
ile âhıret azâbını aynı sanmakdan da olur. Böyle sanmak, pek yanlısdır. Yanlıs
ve bozuk oldugu meydândadır.
Süâl: Zümer sûresinin kırkikinci âyetinin meâli, (Allahü teâlâ, insan ölürken
rûhunu bedeninden ayırır. Ölmedigi zemân, uykuda da, rûhunu ayırır)dir. Bu
âyet-i kerîmeden anlasılıyor ki, insan ölürken rûhu ayrıldıgı gibi, uyurken de ayrılmakdadır.
Böyle olunca, rü’yâdaki azâbı, dünyâ azâblarından saymak, kabr azâbını
ise, âhıret azâblarındandır demek nasıl dogru olur?
Cevâb: Uykuda iken, rûhun bedenden ayrılması, bir kimsenin, geziye, eglenmek
için, kendi vatanından, gülerek, sevinerek ayrılmasına benzer ki, gezdikden sonra,
sevinç içinde yine vatanına döner. Rûhun gezinti yeri, âlem-i misâldir. Bu
âlemde görecek meraklı ve tatlı seyler vardır. Ölürken rûhun ayrılması böyle degildir.
Bu ayrılık, vatanı yıkılan, evleri, binâları yok olan kimsenin vatanından ayrılması
gibidir. Bunun içindir ki, uykudaki ayrılmasında, sıkıntı ve acı yokdur. Tersine,
sevinç ve râhatlık vardır. Ölürken ayrılmasında ise, çok acılar ve güçlükler hâsıl
olur. Uyuyan insanın vatanı dünyâdır. Ona, dünyâdaki isler gibi is yaparlar. Ölen
– 88 –
kimsenin ise, vatanı yıkılır. Âhırete göç eder. Ona âhıret isleri yaparlar. Bunun içindir
ki, [Deylemînin “rahmetullahi aleyh” bildirdigi hadîs-i serîfde], (Insan ölünce,
kıyâmeti kopmus olur) buyuruldu.
Sakın, hayâlde hâsıl olan kesflere ve âlem-i misâlde görünen seylere aldanarak,
(Ehl-i sünnet ve cemâ’at) fırkası âlimlerinin bildirdikleri i’tikâddan ayrılmayınız!
Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalısmalarına bol bol mükâfât versin! Rü’yâlara,
hayâllere aldanmayınız! Çünki, bu kurtulus fırkasına uymadıkca, âhıretde azâblardan
kurtulmak düsünülemez. Kıyâmetde kurtulmak istiyenler, kendi görüslerini
bırakarak, bu büyüklere uymaga canla basla çalısmalıdır. [Ehl-i sünnet fırkası
âlimlerinin bildirdikleri dogru i’tikâdı anlatan, her lisânda binlerce kitâb yazılmısdır.
Arabî (Emâlî kasîdesi) ve bunun arabî serhi olan (Nuhbe) kitâbı ve fârisî
(Türpüstî risâlesi) meshûrdur. Türkçe (Birgivî vasıyyetnâmesi) ve Hüseyn Hilmi
Isıkın (Ehl-i sünnet kasîdesi) çok fâidelidir. Bu kasîde (Fâideli Bilgiler) ve (Cevâb
Veremedi) kitâblarında mevcûddur.] Habercinin vazîfesi, bildigini söylemekdir.
Yazınızdaki gevsekligi görünce, hayâllerinize kapılarak, bu büyüklere uymak
se’âdetinden ayrılmak felâketine düseceginizden ve kendi kesflerinizin akıntısına
kapılacagınızdan çok korkdum. Nefslerimizin kötülüklerinden ve islerimizin
bozuklugundan Allahü teâlâya sıgınırız. Seytân, büyük düsmanımızdır. Dogru
yoldan kaydırıp sapdırmaması için, çok uyanık olmalısınız! Ayrılık bir sene olmadan,
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine [ya’nî Ehl-i sünnet fırkası
âlimlerinin gösterdikleri yola] uymak için yapdıgınız titizlikler ve kurtulusun,
ancak o büyüklerin yoluna sarılmakda oldugunu gösteren çalısmalarınız ne olmus?
Bunlar ne çabuk unutulmus. Hayâllerinizin arkasında sürükleniyorsunuz. Sizinle
bulusmamızın çok gecikecegi anlasılıyor. Yasayısına öyle düzen vermelisin ki,
kendini kurtarmak ümmîdi yok olmasın! Yâ Rabbî! Bizlere merhamet et! Islerimizin
iyi olmasını nasîb eyle! Dogru yolda bulunanlara bizden selâm olsun.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...