41 — DÖRDÜNCÜ CILD, 29. cu MEKTÛB
Bu mektûb Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh” tarafından, mirzâ Ubeydüllah
bege yazılmısdır. Nasîhatin lâzım oldugunu, cihâdın kıymetini bildirmekdedir:
Ba’zıları zan eder ki, tesavvuf, kendi hâline bakıp, baskasına karısmamak,
kimseye ilismemekdir. Bu, dogru degildir ve dinde yara açmaga sebeb olur. Böyle
söyleyen, acabâ tesavvuf adamı ve tesavvufcu sözü deyince, kimleri hâtırlıyor?
Eger, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” baglanan büyükleri demek istiyorsa,
bu büyüklerin yolu, sünnet-i seniyyeye yapısmak ve bid’atlerden kaçmak oldugu,
kitâblarında yazılıdır. Hâlbuki, (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i münker) ve
(Bugd-ı fillâh) ve (Cihâd-ı fî sebîlillâh), Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”
sünnetinden, belki islâmiyyetin vâciblerinden ve farzlarındandır. O hâlde,
emr-i ma’rûfu terk etmek, bu büyüklerin yolunu terk etmek olur. Nitekim, bunlardan
Imâm-ı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” (Bizim yolumuz
urve-i vüskâya yapısmak, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunda
ve Onun Eshâbının izinde gitmekdir) buyurdu. Bunun içindir ki, bu yolda az
bir is, büyük kazanç hâsıl ediyor. Bu yoldan ayrılan, büyük tehlükelere düsüyor.
Eger tesavvuf, emr-i ma’rûfu terk etmek olsaydı, tesavvufun reîslerinden olan Muhammed
Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” kendi hocası, üstâdı olan Seyyid
Emîr Gilâl hazretlerine emr-i ma’rûfda bulunmazdı. Hocasına karısmak edebe muhâlif
iken, yine emr-i ma’rûf yapdı ve Buhârânın âlimlerini toplayarak, Allahü teâlânın
ismini yüksek sesle tekrâr etmenin islâmiyyetde makbûl olmadıgını, hepsinin
huzûrunda isbât etdi ve hocasına bundan vazgeçmesinin lüzûmunu bildirdi.
Hocası da, dîni güzel ve dogru söze âsık oldugundan, kabûl edip, terk eyledi.
Tesavvuf ehli, insanı necâta kavusduracak ve helâke götürecek seyleri bildirmek
– 89 –
için, binlerle kitâb yazdı. Bu çalısmaları, emr-i ma’rûf degildir de nedir? Tesavvuf
büyüklerinden hâce Mu’înüddîn-i Çestîye hocası, (Dostun yolu çok ince ve tehlükelidir.
Herkese nasîhat et ve tehlükeyi bildir!) buyurmusdu. Seyh-i ekber
Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” vahdet-i vücûdü dünyâya yaydıgı hâlde, zemânındaki
sôfîleri simâ’ ve raksdan ya’nî mûsikîden ve dans etmekden niçin
men’ ediyordu? Bir kısmı itâ’at edip vazgeçdi. Bir çogu da dinlemedi, vazgeçmedi.
Fekat, kabâhatlerini i’tirâf eder oldular. [(Hadîka)da ve Ehî Çelebî (Hediyye)
kitâbında buyuruyor ki, (Emr-i ma’rûf yapmak farzdır. Ancak, münkere,
fitneye yol açan emr-i ma’rûfu yapmamak lâzım olur).]
Gavs-i samedânî seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” (Gunyet-üt-tâlibîn)
kitâbında, uzun uzadıya emr-i ma’rûfu anlatıyor. Bir yerinde diyor ki: (Bir
kimse, bir günâh isliyeni görüp de men’ edince, kendine zarar gelmek ihtimâli bulundugu
zemân, acabâ men’ etmesi câiz olur mu? Bize kalırsa olur. Hattâ çok kıymetli
olur. Allahü teâlâ için kâfirlerle cihâd etmek gibi sevâb verilir. Hele zâlim
hükûmet adamları elinden mazlûmu kurtarmak ve memleketi kâfirlik kapladıgı bir
zemânda îmânı izhâr için olunca, böyle zemânlarda, nehy-i münker yapılmasını ulemâ
da söylüyor) buyuruyor. Evliyânın büyükleri, sôfiyyenin imâmları, emr-i
ma’rûfu ve nehy-i münkeri terk edici olsalardı, kitâblarında bunları yazarlar mı ve
bu derece mübâlega ederler mi idi? Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyuruyor ki:
Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i serîflere ve akla uygun seylere (Ma’rûf), bunlara uymıyan
seylere (Münker) denir. [(Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki,
(Nass ile ve müctehidlerin sözbirligi ile yasak edilen seylere (Münker) denir).] Bunun
beheri iki kısmdır. Birinci kısm ma’rûf ve münkerler meydânda olup, âlim olan
ve olmayan bunları bilir. Bes vakt nemâz kılmak, Ramezân-ı serîf ayında oruc tutmak,
zekât vermek, hac etmek gibi seylerin farz oldugu (Ma’rûf) ve zinâ, alkollü
içkilerin içilmesi, hırsızlık, yankesicilik, fâiz alıp vermek, baskasının malını gasb
etmek ve bunlar gibi seylerin harâm oldugu (Münker)dir. Bunları her mü’minin
emr ve nehy etmesi lâzımdır. Ikinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Allahü teâlâ için,
ne gibi seylere ve nasıl inanmak lâzım oldugu gibi. Bu kısmda olanları, âlimler emr
ve nehy eder. Eger bir âlim, bunları bildirdi ise, âlim olmayanın da, gücü yeterse,
bildirmesi câiz olur. Münkerin ikinci kısmı, dahâ ziyâde îmânda, i’tikâdda olan bozukluklardır.
Her mü’minin Ehl-i sünnet i’tikâdına yapısması, bozuk îmândan, ya’nî
dalâletden, i’tikâdda bid’atden kaçınması lâzımdır. Din bilgilerinde âlim olmıyan
kimse, bid’at sâhibleri ile münâkasa etmemeli, onlardan uzaklasmalı, selâm vermemelidir.
Bayramlarda, sevinçli zemânlarda ziyâretlerine gitmemeli, cenâzelerine
nemâz kılmamalı, onlara acımamalıdır. I’tikâdları bozuk oldugu için, onları
sevmemegi ibâdet bilmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir
hadîs-i serîfde, (Îmânında veyâ ibâdetinde bid’at, bozukluk bulunan bir kimseye,
Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ îmânla doldurur ve korkudan korur)
buyurdu.
[(Kenz-i mahfî)de diyor ki, (Cehl ve hayvâniyyet, ya’nî bid’at ve fısk çogalan yerlerde
oturmak nehy olundu. Dînini muhâfaza için hicret eden Cennet ile müjdelendi.
Bir mahallede sâlih, ârif kimse kalmayıp, fesâd ve bid’at artınca, baska
mahalleye hicret etmek veyâ böyle bir sehrden baska sehre hicret etmek vâcib olur.
Bütün sehrlerde, müslimânlara saldırılıyorsa, baska islâm memleketine hicret
edilir. Böyle bir idâre yoksa, insan haklarına riâyet edilen, ibâdet etmek serbest
olan bir memlekete yerlesmek lâzım olur. Ikinci kısm, otuzsekizinci maddeye
bakınız! Zîrâ onların arasında bulunan, gelecek belâya ortak olur. Enfâl sûresinin
yirmibesinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Zulm edenlere ve etmiyenlere birlikde
gelen fitne ve belâdan korkunuz, sakınınız) buyuruldu.)]
Tesavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Bid’at söyleyenleri
ve yapanları sevenlerin ibâdetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalb-
– 90 –
lerinden îmânlarını çıkarır. Bid’at sâhibini sevmeyenin ibâdeti az olsa da, Allahü
teâlânın bunu afv buyurmasını ümmîd ederim. Yolda bid’at sâhibine karsı gelirsen,
yolunu degisdir) ve (Süfyân bin Uyeyneden isitdim, buyurdu ki, bid’at sâhibinin
cenâzesinde bulunan kimseye cenâzeden ayrılıncaya kadar, Allahü teâlâ gazab
eder) buyurdu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bir kimse, bir
bid’at meydâna çıkarsa veyâ bir bid’ati islese, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün
insanların la’neti, onun üzerine olsun. Onun ne farzları, ne de, nâfile ibâdetleri
kabûl olmaz) buyurdu. Abdülkâdir-i Geylânînin sözü burada temâm oldu.
Sôfiyye-i kirâmın yolu kimseye karısmamak olsaydı, bunların birisi (Sôfiyye arasından
nikâr kalkınca bunlarda hayr kalmaz) buyurmazdı. Seyh-ul islâm Hirevî Abdüllah
Ensârî buyurdu ki, (Sôfiyye arasında emr-i ma’rûfa ve nehy-i münkere nikâr
denir). [Nikâr kalkınca diyen, Ebül-Hasen Alî bin Muhammed Müzeyyen
oldugu, (Nefehât)de Ebû Sa’îd-i Harrâz anlatılırken yazılıdır.] Sôfiyye-i aliyyeye
bu sûretle iftirâ eden, düsünmüyor mu ki, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i serîfler, kıyâmetdeki
sevâblar ve azâblarla doludur. Günâh isliyenlere hâzırlandıgı bildirilen
siddetli azâblara inanan kimse, din kardesini bu tehlükeden kurtarmak istemez mi?
Ona, elîm azâbdan kurtulmak yolunu göstermez mi? Bir a’mânın yolunda kuyu veyâ
ates bulunursa, yâhud bir kimse, baska bir dünyâ tehlükesine düserse, bunlar
elbette bu kimseye bildirir ve kurtulus yolunu gösterir. Kendi hâline bırakmazlar.
O hâlde, dahâ elîm ve siddetli ve sonsuz olan âhıret azâbını niçin bildirmesinler ve
kurtulus yolunu göstermesinler? Bildirmeyen ve göstermeyen, âhıret azâbını kabûl
etmiyor, inanmıyor ve kıyâmet gününe îmân etmiyor demekdir.
Allahü teâlâ, kimseye karısılmamasını sevseydi, Peygamberleri göndermez,
dinleri bildirmez, insanları islâm dînine da’vet etmez ve diger dinlerin yanlıs, bozuk
oldugunu haber vermezdi ve geçmis Peygamberlere inanmayanları azâblarla
helâk eylemezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye birsey emr etmez ve inanmayanlara
azâb yapmazdı. Allahü teâlâ, müslimânlara [ya’nî islâm devletine, insanların
islâmiyyeti isitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan] kâfirler ile cihâd
etmegi niçin emr eyledi? Hâlbuki, cihâdda kâfirler için eziyyet ve ölüm oldugu
gibi, müslimânlara da vardır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde cihâd için
ve cihâd eden devletler için ve sehîdler için fazîletler, meziyyetler ne sebebden bildirildi?
Islâm düsmanlıgı yapan zâlim krallara saldırmak, onlara sıkıntı vermek ve
Allahü teâlânın bu mahlûklarını harâb etmek, niçin emr olundu? Nitekim insana,
kendi nefsine düsmanlık etmesini ve nefslerin, Allahü teâlâya düsman oldugunu
bildirdi ve nefs ile cihâd etmege cihâd-ı ekber ismini verdi ve Allahü teâlâ neden
rızâsını ve yakınlıgını bu cihâda bagladı? Allahü teâlâ, niçin nefsleri kendi basına
bırakmadı? Demek ki bunlar, Allahü teâlânın düsmanlarıdır. Allahü teâlâ, düsmanlarından
intikâm alınmasını istemekdedir. Allahü teâlâ nihâyetsiz merhametinden
dolayı, evvelâ Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra bunların
yerine, Evliyâyı ve Ulemâyı da’vetci gönderdi. Bunların dilleri ve kalemleri
ile sevâblarını ve azâblarını bildirerek, özre ve behâneye yol bırakmadı. Allahü
teâlânın irâdesini ve âdetini kimse degisdiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmiyenlerin
sözü ile, nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ, isteseydi, herkesi dogru
yola hidâyet eder, Cennete sokardı. Fekat, ezelde Cehennemi insanla ve cinle
doldurmak istedi. Allahü teâlânın büyüklügünü anlayabilen bir kimse, Ona sebebini
soramaz.
Korkusundan Ona kim agız açabilir;
Teslîm olmakdan baska ne yapılabilir?
Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olan, insanları da’vet etmekde
ve emr-i ma’rûf, nehy-i münker etmekde de tâbi’ olur. Bunları yapmayan, Ona tâbi’
olmus degildir. Azgın kâfirler, Allahü teâlânın düsmanı olmasaydı, (Bugd-ı fil-
– 91 –
lâh) farz olmazdı. Insanı Allahü teâlâya yaklasdıran seylerin birincisi olmazdı. Îmânın
temâmlayıcısı olmazdı. Vilâyetin ele geçmesine ve Allahü teâlânın rızâsının ve
hubbunun husûlüne sebeb olmazdı. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
(Ibâdetlerin efdali, müslimânları müslimân oldukları için sevmek, kâfirleri, kâfir
oldukları için, sevmemekdir) buyurdu. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, (Benim
için ne isledin) diye sordukda, (Yâ Rabbî! Senin için nemâz kıldım, oruc tutdum,
zekât verdim, ismini çok zikr etdim) deyince, (Yâ Mûsâ, nemâzların sana burhândır.
Orucların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklıgından koruyan
gölgedir. Ismimi söylemen de, kabr ve kıyâmet karanlıgında seni aydınlatan
nûrdur. Ya’nî bunların fâideleri hep sanadır. Benim için ne yapdın?) buyurdukda,
Mûsâ “aleyhisselâm”, (Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!) diye
yalvardı. Cenâb-ı Hak: (Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düsmanlarıma
benim için düsmanlık etdin mi?) meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ
“aleyhisselâm” da, Allah için amelin, (Hubb-i fillâh) ve (Bugd-ı fillâh) oldugunu
anladı.
Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmegi, düsmanlarına düsmanlık etmegi îcâb
eder. Bu sevgi ve düsmanlık, sâdık olan âsıkların elinde ve irâdesinde degildir. Çalısmaksızın,
zahmet çekmeksizin kendiliginden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür
ve düsmanları çirkin ve fenâ görünür. Dünyânın güzel görünüslerine kapılanlara
hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb etdiriyor. Seviyorum diyen bir kimse,
sevgilisinin düsmanlarından kesilmedikce sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık,
ya’nî yalancı denir. Seyh-ul-islâm Abdüllah-i Ensârî “kuddise sirruh” buyuruyor
ki, (Ebül-Hüseyn bin Sem’ûn, bir gün hocam Husrîyi incitmisdi. O ândan beri, kalbimde
ona karsı sogukluk duyuyorum). Büyüklerin meshûr olan, (Üstâdını incitene
darılmaz, gücenmez isen, köpek senden dahâ iyidir) sözünü burada hâtırlatmak
yerinde olur. Muhabbetin bu iki sartı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîfde bildirilmekdedir.
[Arzû edenler, yirmidokuzuncu mektûbun Fârisî olan aslına veyâ
Arabî ve Türkî tercemelerine mürâce’at buyursun.] Bu âyet-i kerîmelerden anlasıldıgına
göre, Allahü teâlânın düsmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklasdırır.
Teberrî etmedikce, tevellî olmaz. Ya’nî uzaklasmadıkça, dostluk olmaz.
Fekat bu, ba’zılarının yapdıgı gibi, insanı, Eshâb-ı kirâmı sevmemek yoluna sapdırmamalıdır.
Çünki, düsmanlık, düsmanlara olacakdır. Bunların zan etdigi gibi,
dostlara düsmanlık merdûddur. Sahâbe-i kirâmın hepsi, Peygamberimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” huzûrlarına ve sohbetlerine ve kalbe, rûha sifâ olan mubârek
nazarlarına kavusmakla sereflendiklerinden birbirlerini sever, kâfirlere düsmanlık
ederdi. Hepsi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgilileri idi.
Bunlardan birine bile düsmanlık, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbetin
sartı olabilir mi? Böyle söyliyenler, sevgi yerine düsmanlıklarını bildirmis olmuyor
mu?
Süâl: Evliyâ-i kirâmdan “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” (vahdet-i vücûd)
vardır diyenler, bu dünyâda hersey, Allahü teâlâyı gösteren birer aynadır. Hepsinde,
Hak teâlânın kemâl sıfatlarından baska, birsey görünmüyor. O hâlde, herseyi
iyi bilmek, herseyi sevmek, hiçbir seyi fenâ görmemek lâzım gelmez mi? Nitekim,
Mutlak fenâlık yokdur cihânda.
demislerdir. [Felemenkli felesof Spinozanın panteizm felsefesi, müslimânların
vahdet-i vücûd kitâblarından kopyadır.]
Cevâb: Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düsmanlık etmek ve harbîlere sert
davranmak ve onlarla muhârebe etmek, Kur’ân-ı kerîmde, açık olarak emr edilmisdir.
Bunda sübheye imkân yokdur. Kâfirlerin aslı ne olursa olsun, bizlere
Kur’ân-ı kerîme tâbi’ olmak farzdır ve zarûrîdir. Bizim isimiz nass iledir, fuss ile
– 92 –
degildir. [Ya’nî Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i serîfler iledir. Evliyânın kitâbı ile degildir.
Meselâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin (Füsûs) kitâbında bildirdigi, nassa muhâlif
kesfleri bize sened olamaz.] Kıyâmetde Cehennemden kurtulus, se’âdet-i ebediyyeye
kavusmak, nassa baglıdır. Fussa baglı degildir. Hayâller, rü’yâlar, Evliyânın
kalblerine dogan kesfler ve ilhâmlar, nass yerine geçemez. Kesfi, ilhâmı hatâlı
olanlar, kendilerini nassa uydurmaga ve vicdân ve kesflerine uymasa dahî nass
ile amel etmege mecbûrdur. Bunlar, dogru kesflerin hâsıl olması için ve kalb gözlerinin,
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm”, ayaklarının tozları ile
sürmelenmesi için Allahü teâlâya durmadan, yalvarmalıdır. Sunu da söyleyelim ki,
vahdet-i vücûd tanıyan Evliyâ, mevcûdâtı mertebelere ayırıyor. Her mertebenin
hâli ve hükmü baska baskadır diyor. Islâmiyyetin esâsı olan kesret, ya’nî çokluk
ahkâmını elden bırakmıyor. Bunu terk etmegi, ilhâd ve zındıklık, ya’nî müslimânlıkdan
ayrılmak biliyorlar. Emr-i ma’rûf yapmak ve fâsıkları ve kâfirleri fenâ bilmek,
diger ahkâm-ı islâmiyye gibi, kesret ahkâmı oldugundan, bunları terk edenleri,
(mülhid) ve (zındık) bilmis oluyorlar. Mutlak fenâlık yokdur diyenlerin de,
nisbî [bir bakımdan] fenâlık vardır demesi lâzımdır. Kâfirleri fenâ bilmekdeki ve
onlardan uzaklasmakdaki nisbî fenâlık kâfîdir.
Vahdet-i vücûd tanıyanlar, zehr yimiyor. Baskalarının yimesine de mâni’ oluyor.
Akrebi, yılanı öldürüyor ve baskalarına, bunlardan korkmalarını ve sakınmalarını
söylüyorlar. Kendilerine itâ’at edenleri begenip, dinlemeyenleri, karsı gelenleri
sevmiyorlar. Vahdet-i vücûd sâhiblerinin büyüklerinden, Celâleddîn-i Rûmî
“kuddise sirruh” (Mesnevî)de:
Bu söze inanmayanı, su ânda,
görüyorum, bas asagı Cehennemde.
buyuruyor. Bu büyükler, tatlı yemekleri, lezîz serbetleri, nefîs kumasları, hazîn sesleri,
nazîf kokuları, latîf manzaraları, melîh sûretleri, tatsızlarından, çirkinlerinden
dahâ çok istiyor ve seviyorlar. Kendilerine yakın olanları gözetiyor, bunları himâye
ediyor, kendilerini ve bunları tehlükelerden koruyor, fâideli seyleri çekip, zararlı
seylerden kaçınıyorlar. Ihtiyâclarını elde etmege ugrasıyorlar. Çocuklarını terbiye
ediyorlar. Mühim islerinde birbirlerine danısıyor ve kızlarını ve âilelerini açık
gezdirmeyip, yabancıların bunlara yaklasmasına müsâ’ade etmiyorlar. Çocuklarını
fenâ arkadaslardan koruyorlar. Zâlimlere ve düsmanlarına cezâlarını veriyor ve
hastalarını zararlı gıdâlardan perhîz ediyorlar. Bunlar, vahdet-i vücûd mudur? Yoksa
kesret-i vücûd mu? O hâlde, bu alçak dünyâ islerinde, kesret ahkâmına riâyeti
terk etmek mubâh oldugu hâlde, bunları gözetip de, âhıret islerinde bu ahkâma
riâyet farz oldugu hâlde, terk etmek ve vahdet-i vücûd hîlesi ile, kulluk vazîfelerinden
kurtulmak istemek, insâfa yakısır mı ve akla uygun olur mu? Bunun sebebi,
ahkâm-ı ilâhiyyeye inanmamak ve Peygamberlere i’tikâd etmemekdir ve kıyâmete
ve kıyâmetdeki azâblara ve ni’metlere îmânsızlıkdır. Vahdet-i vücûd tanıyanlardan,
hâlleri dogru olanların, dinlerindeki kuvvet, islerinin ahkâm-ı islâmiyyeye
uygunlugu, kitâblarda uzun uzadıya yazılıdır. Pederim ve üstâdım, sebeb-i hayâtım
ve se’âdetim abdestde, tahâretde ve nemâzda pek ziyâde dikkat ve edeblere
riâyet ederdi ve (Bunları, babamdan görerek ögrendim. Herbir edebe, bütün incelikleri
ile riâyeti, kitâblardan ögrenmek kolay degildir) buyururdu. Babaları, ya’nî
bu fakîrin dedesi, vahdet-i vücûd sâhibi ve (Füsûs) kitâbının ma’rifetlerinde, esi
bulunmayan bir ârif iken, ahkâm-ı islâmiyyeyi gözetmesi, fevkal’âde çok idi. Kendileri
bu davranısı, üstâdı Rükneddîn-i Çestî hazretlerinin hareketlerinden görerek
ögrendiklerini, onun ise, vahdet-i vücûd Evliyâsının büyüklerinden oldugu ve
hâl ve kesflerine maglûb oldugu hâlde, ahkâm-ı islâmiyyeye yapısmakda ferd-i kâmil
idigi, herkesce ma’lûm idi, buyururlardı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri vahdet-
i vücûde mâil oldukları hâlde, ahkâm-ı islâmiyyeye yapısmakda ve islâmiyyeti
yaymakda, misli yok idi. Çok def’a buyururdu ki, (Eger ben seyhlik etseydim,
– 93 –
hiç bir seyh, kendisine talebe bulamazdı. Fekat, seyh olmak için degil, dîni, islâmiyyeti
yaymak için emr olundum). Seyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî, hadîs ilminde
sâhib-i isnâd ve fıkh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyurur idi ki, (Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı
görünüz) emrleri ile, ba’zı mesâyıh, hergün ve her gece yapdıkları islerden kendilerini
hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçdim ve islediklerimle berâber, düsündüklerimde
de, hesâbımı görüyorum). Vahdet-i vücûdun kurucusu ve reîsi gibi olan,
Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî ve Seyyidüttâife Cüneyd-i Bagdâdî, tepeden
tırnaga kadar, islâmiyyete uymus idiler. Bâyezîd nemâz kılarken gögüs kemiklerinin
hırıltısı isitilirdi. Hallâc-ı Mansûrun sözlerini herkes isitmisdir. Bununla berâber,
her gece gündüzde bin rek’at nemâz kılardı ve i’dâm olundugu günün gecesinde
besyüz rek’at kılmısdı. [(Ma’rifetnâme) de diyor ki, (Evliyânın iki alâmeti
vardır: Etta’zîm-ü li-emrillah vessefakatü li-halkıllah. Ya’nî, Allahü teâlânın emrlerine
ta’zîm ve hurmet ve mahlûklarına sefkatdir).]
Ne kadar sasılır ki, kimseye karısmamalı, vicdânlara tecâvüz etmemeli diyenlerden
ba’zıları, her biri baska yola sapmıs bulunan Yehûdî, Cûkiyye, Berehmen, Mülhid,
Zındık, Ermeni, [Mason] ve mürted kâfirleri ile iyi görüsüyor ve sevisiyorlar
da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine, ya’nî yoluna yapısan
Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate mürteci’, gerici ve yobaz diyor ve (Cehennemden kurtulacak
yalnız bunlardır) diye müjdelenen ve (Benim ve Eshâbımın yolunda yürüyenler
yalnız bunlardır) diye medh-u senâya mazhar olan bu hakîkî müslimânlara
düsmanlık ediyorlar. Kâfirler ile sulh ve dostluk edip, bu dogru müslimânları incitmekden
ve bunları tahkîr ve yok etmekden zevk alıyorlar. Âlemlere rahmet olan
Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere düsmanlık, Kur’ân-ı kerîmde adâvetle
emr olunan kâfirlere dostluk, nasıl vahdet-i vücûddur ve nasıl berâberlikdir? Bu
düpedüz kâfirlik ve islâm düsmanlıgı degil midir? [Altıncı cildde 55. ci mektûba bakınız!
Bu mektûbun tercemesi (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbımıza ilâve edilmisdir.]
Peygamberlerin, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’înin ve Selef-i sâlihînin “radıyallahü anhüm
ecma’în” hepsi, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak için ne kadar ugrasdı.
Bu yolda ne kadar eziyyetlere ve cefâlara katlandılar. Kimseye karısmamak dînimizde
iyi olsaydı, kalbin bir günâhı inkâr etmesi, îmânın alâmeti buyurulmazdı.
Nitekim, hadîs-i serîfde, (Günâh isleyeni, eliniz ile men’ ediniz, buna kuvvetiniz
yetmezse, söz ile mâni’ olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile begenmeyiniz!
Bu ise, îmânın en asagısıdır) buyuruldu. Emr-i ma’rûf yapmamak iyi olsaydı,
günâh isleyen bir kavm helâk olurken, bunlara emr-i ma’rûf yapmayan âbid de, birlikde
helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i serîfde, (Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma,
filân sehri yerin dibine geçir, diye emr etdi. Cebrâîl, yâ Rabbî! Bu sehrdeki
filânca kulun sana bir ân ısyân etmedi. Hep itâ’at ve ibâdet ediyor deyince, onu
da berâber geçir! Zîrâ günâh isleyenleri görünce, bir kerrecik yüzünü degisdirmedi)
buyuruldu.
Süâl: Mâide sûresi, yüzsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey îmân eden
kullarım! Kendinize dikkat ediniz! Dogru yolu bulursanız, baskasının sapıtması size
zarar vermez) buyurulmakdadır. Burada, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmaga
müsâ’ade edilmiyor denirse?
Cevâb: Buradaki dogru yolu bulmak için, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri de yapmak
lâzımdır. Ya’nî âyet-i kerîmede meâlen; (Ey mü’min kullarım! Emr etdigim
isleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker eder iseniz, baskalarının
yoldan çıkması, size zarar vermez) buyurulmakdadır. Bu âyet-i kerîmenin, ne
zemân ve ne için geldigi ve bundan sonra emr-i ma’rûf ve nehy-i münker hakkında,
nice âyet-i kerîme ve hadîs-i serîfler emr buyuruldugu, kitâblarda yazılıdır.
Süâl: Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker ve kâfirler ile cihâd, Peygamberlerin yoludur.
Evliyânın yolu, vicdânlara dokunmamak, kimseye karısmamak degil midir?
– 94 –
Cevâb: Bunlar nass ile farzdır. Farzlar herkes içindir. Ba’zı kimselere mahsûs degildir.
Farzları yapmakda, Peygamberler, Evliyâ, âlimler ve câhiller müsâvîdir.
Tekrâr söyliyelim ki, Cehennemden kurtulmak ve se’âdet-i ebediyyeye kavusmak,
Peygamberlere tâbi’ olmaga baglıdır. Evliyânın vilâyetden, muhabbetden, ma’rifetden
ve kurb-i ilâhîden ellerine her ne geçerse, bunları Peygamberlere tâbi’ ve tufeyl
olmak sâyesinde kazanırlar. Bu yolun gayrısı dalâlet yoludur, seytânların yoludur.
Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anh”, buyuruyor ki, birgün Peygamber “sallallahü
aleyhi ve sellem” bize bir dogru çizgi çizdi ve (Bu, insanı Allahü teâlânın rızâsına
kavusduran dogru yoldur) buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçıgı
gibi, egik çizgiler çizip, (Bunlar da, seytânların sapdırdıgı yollardır) buyurdu. O hâlde,
bir kimse, Peygamberlere tâbi’ olmadan, dogru yolda yürümek isterse, muhakkak
igri yola sapar. Eger eline bir seyler geçerse, istidrâcdır. Ya’nî, sonu zarar ve ziyândır.
Ubeydüllah-i Ahrâr “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Kalbe gelen bütün kesfleri,
hâlleri bize verseler, fekat kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süslemeseler,
kendimi mahv olmus ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime
yıgsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdı ile sereflendirseler, hiç
üzülmem). Evliyâya hâsıl olan hâller, kesfler, eger Peygamberimize “sallallahü
aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve islâmiyyetin incelikleri,
esrârı hâsıl olmaga baslar. Sahâbe-i kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în” ve Selef-i sâlihîn ve Mesâyıh-ı müstakîm-ül ahvâl, böyle idi. Tesavvufda,
nübüvvet yolu ve vilâyet yolu diye ayrılan iki yol, hakîkatde islâmiyyetin gösterdigi
tek bir yoldur. Zîrâ her ikisi de, insanı Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem”
tâbi’ olmak sartı ile erdiriyor. Bunun gibi, Allahü teâlânın rızâsına, ma’rifetine
götüren yollar, mahlûkların nefesleri kadardır, sözü de dogrudur. Çünki, her hayâli,
aslına kavusduran bir yol vardır ve her mahlûkun (Ayn-ı sâbite)si, ya’nî (Mebde-
i te’ayyün)ü, ya’nî yaratılmasına ve vücûdda kalmasına vâsıta olan ism-i ilâhî baskadır.
Bu yolların hepsinden vâsıl olmak, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmaga baglıdır. Islâmiyyetden
ayrılan, yolda kalır veyâ yoldan çıkar. O hâlde, bütün yolların baslangıcı
islâmiyyetdir. Ya’nî islâmiyyet, bir agacın gövdesine benzer. Bütün tarîkatler,
ya’nî yollar, bu agacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir.
[Emr-i ma’rûf iki sûret ile yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her nev’ yayın vâsıtası
iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve sahsa, âdetlere, kanûnlara dikkat ve ri’âyet
edilmezse, fitneye sebeb olabilir. Ikinci yol, hâl ile, islâmın güzel ahlâkına uyarak,
nümûne olmakdır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin
malına, ırzına göz dikmemek, kanûnlara uymak, vergilerini, borçlarını ödemek,
en te’sîrli, en fâideli nasîhat yapmak olur. Bunun içindir ki, (lisân-ı hâl, lisân-
ı kalden entakdır) demislerdir. Görülüyor ki, islâmın güzel ahlâkına uygun yasamak,
emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur. Mühim bir farzı
yapmakdır. Ibâdet etmekdir. Tesavvuf, insanı, Rabbine yapdıgı ibâdetlerde
lâzım olan ihlâsa ve insanlara karsı lâzım olan güzel ahlâka kavusduran yoldur. Insana
bu yolu Mürsid-i kâmil ögretir. Her ilmin mütehassısları vardır. Insan, bir ilmi,
bunun mütehassısından ögrenir. Tesavvuf ilminin mütehassısı, Insân-ı kâmildir.
Baska ilmlerin mütehassıslarına kâmil denmez.]
Hudâ Rabbim, nebîm hakkâ Muhammeddir Resûlullah,
hem islâm dînidir dînim, kitâbımdır kelâmullah.
Akâidde, ehl-i sünnet oldu mezhebim, hamdolsun,
amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.
Dahî zürriyyetiyim Âdem aleyhisselâmın hem,
Halîlin milletiyim, dahî kıblem Kâ’be, Beytullah.
Hep eshâb-ı güzîn, tâbi’în ve müctehidlerin,
nekim var ehl-i sünnet vel-cemâ’at, cümle ehlullah.
– 95 –
42 — IKINCI CILD, 81. ci MEKTÛB
Bu mektûb Muhammed Murâda gönderilmis olup, nasîhat vermekde ve vera’
ile takvâyı övmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçip begendigi kimselere selâm olsun! Kıymetli
dostlarımın, dünyânın yaldızlı, süslü günâhlarına aldanmıs olmasından korkuyorum.
Bunların güzel ve tatlı görünüslerine, çocuklar gibi kapılacaklarını düsünerek
üzülüyorum. Iblîs mel’ûnunun [ve insan seytânlarının] dürtmesi ile, mubâhlardan
sübhelilere, sübhelilerden harâmlara kaymalarından ve sâhibine karsı
mahcûb ve utanacak hâle düseceklerinden çok sıkılıyorum. Tevbe ve istigfâr devâmlı
olmak lâzımdır. Harâmları ve sübheli seyleri, öldürücü zehr bilmelidir. Nazm:
Sana söyliyecek sözüm hep sudur,
ki, çocuksun ve ev çok süslüdür.
Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok seyleri mubâh etmis,
izn vermisdir. Rûhu hasta, kalbi bozuk oldugu için, mubâhlarla doymayıp, bitmez
tükenmez mubâhları bırakarak, ahkâm-ı islâmiyyenin hudûdundan dısarı tasanlar,
sübheli ve harâmlara uzananlar, ne kadar bedbaht ve zevallıdır. Ahkâm-ı islâmiyyenin
hudûdunu gözetmek, buradan dısarı tasmamak lâzımdır. Âdet üzere, alıskanlık
ile nemâz kılan ve oruc tutan çokdur. Fekat, ahkâm-ı islâmiyyenin hudûdunu
gözeten, harâm ve sübhelilere düsmemege dikkat eden pek azdır. Dogru ve hâlis
ibâdet edenleri, âdet üzere, bozuk ibâdet edenlerden ayıran fark, Allahü teâlânın
emrlerini gözetmekdir. Çünki, nemâz ve orucun hâlisi de, bozugu da görünüsde
berâberdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Dîninizin
diregi, temeli vera’dır). Bir hadîs-i serîfde, (Hiçbir sey vera’ gibi olamaz) buyurdu.
[Ibni Âbidîn, imâmlıgın sartlarında buyuruyor ki, (Sübhelilerden sakınmaga,
ya’nî sübhelilerden ittikâya (Vera’) denir. Harâmlardan sakınmaga, (Takvâ) denir.
Sübheli olmak korkusu ile mubâhların çogunu terk etmege de (Zühd) denir).
(Hadîka) sonunda diyor ki, (Zemânımızda vera’ ve takvâ sâhibi olmak güçlesdi.
Simdi, kalbini ve dilini ve a’zâyı harâmlardan koruyan ve insanlara, hayvanlara haksız
olarak zulm etmiyen ve ücretsiz olarak bir is yapdırmıyan ve herkesin elindekini
onun halâl mülkü bilen kimse, takvâ sâhibi olur. Bir kimsenin elindeki malın
gasb edilmis, çalınmıs, fâiz [kumar, rüsvet], zulm, hıyânet ile alınmıs harâm malın
kendisi oldugu bilinmedikce, mallarını bu yollardan edinmekde oldugu bilinse dahî,
elindeki bu malın onun halâl mülkü oldugunu kabûl etmek lâzımdır. Bunu verince,
mülk-i habîs ise de, almak câiz olur. Verilenin harâm mal oldugu bilinirse,
bunu ondan hiç bir sûretle almak câiz olmaz. Çesidli kimselerden aldıgı harâm malları
birbirleri ile veyâ kendi halâl malı ile, yâhud kendinde emânet bulunan mallar
ile karısdırırsa ve bunları birbirlerinden kolayca ayıramazsa, bu karısımlar, kendi
mülkü olur. Bu karısımlara (mülk-i habîs) denir. Harâm malları ayırabilirse kendilerini,
sâhiblerine veyâ bunların vârislerine vermesi, ayıramaz ise, tazmîn etmesi
lâzım olur. Tazmîn etmek, kendi halâl zekât malından onların mislini, misline mâlik
degilse, gasb etdigi gündeki kıymetini ödemekle olur. Tazmîn etmeden evvel,
habîs malı kullanmak câiz olmadıgı için, tam mülk degildir. Tam mülk olmayan malın
zekâtı verilmez. Tazmînden sonra, habîs karısımı kullanması mubâh olur [Ve
zekâtını vermesi lâzım olur. Sâhibini bildigi hâlde, tazmîn etmeden evvel kullanamaz
ve sadaka ve hediyye veremez ve zekât nisâbına katması lâzım olmaz. Sâhiblerini,
vârislerini bilmiyorsa, mâl-ı harâmın ve habîs karısımın hepsini sadaka
vermesi vâcib olur. Sâhibi sonra zuhûr ederse, kendisine tazmîn etmesi de lâzım
olur.]. Harâm malı, bey’, hediyye, kirâ, âriyyet, borc ödemek ve baska sûretlerle
bir kimseye verirse, habîs malın kendisi oldugunu bilenin, bunu alması câiz olmaz.
Sadaka olarak verdigi fakîr, harâm malı kendisine hediyye ederse, bunu kendisi
de kullanabilir. Sâhibi bilinen habîs malı da, sadaka ve hibe olarak almak câiz ol-
– 96 –
madıgı gibi, bey’ ve icâre gibi yollar ile almak da câiz degildir. Bu yollar ile halâl
hâle dönmez. Eline, sâhibi bilinen harâm mal, meselâ para geçen, bunu sâhibine
vermeli, sâhibi bilinmiyorsa, fakîre sadaka vermelidir. Baska yere vermesi günâh
olur. Bu malı almak, fakîrlerden baska kimseye câiz olmaz. Yalnız vârisin, harâm
mal oldugunu bildigi hâlde, mîrâsı alması câiz olur, denildi. Yetmissekizinci madde
basına bakınız! Bey’ ve sirâda kolaylık olmak için, imâm-ı Kerhînin kavli ile fetvâ
verilmisdir. Söyle ki, bir satısda semen [para] gösterilmeden akd yapılıp da, semen
olarak harâm oldugu bilinen sey verilirse, bu sey karsılıgı alınan mebî’ halâl
ve tîb olur. Fekat, harâm oldugu bilinen veyâ kendinde vedî’a [emânet] bulunan
sey, semen olarak gösterilerek söz kesilir ve bu semen verilirse, satın alınan mebî’,
harâm olur. Harâm semene isâret edip, baska seyi verirse veyâ baska semene
isâret edip, harâm semeni verirse, mebî’ harâm ve habîs olmaz.) (Ibni Âbidîn) “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, gasbı anlatırken diyor ki, (Gasb, bir kimsenin malını zor
ile almak veyâ kendindeki emânet malı inkâr etmekdir. Büyük günâhdır. Malda
degisiklik oldu ise, sâhibi, malı ile kıymetindeki degisikligi veyâ yalnız kıymetini
ister. Gasb etdigi yerde ödemesi lâzım olur. Tazmînden sonra kullanması câiz ise
de, satarak etdigi kâr yine halâl olmaz. Kârı sadaka vermesi lâzımdır. Muhtelif kimselerden
gasb etdiklerini birbirleri ile veyâ kendi mülkü ile karısdırır ve ayrılamazlarsa,
hepsi kendi habîs mülkü olur. Fekat, tazmîn etmedikce, bu karısımı kullanması
halâl olmaz. Tazmîn etmekle, gasb günâhından kurtulmaz). Sernblâlî (Dürer)
hâsiyesinde diyor ki, (Zâlim, gasb etdigi malları kendi malı ile karısdırırsa, kendi
mülkü olurlar. Kendi halâl malı, sâhiblerine ödeyecek mikdârdan nisâb mikdârı
fazla kalırsa, tazmîn etmeden evvel de, karısımın zekâtını vermesi lâzım olur. Karısım
nisâb mikdârı ise, fekat tazmîn edecek ve nisâb mikdârı artacak kadar kendinin
ayrı halâl malı yoksa, zekâtı lâzım olmaz.)]
Oradaki sevdiklerimiz, her ne kadar tatlı yemeklere, süslü elbiseye düskün ise de,
hakîkî lezzet ve fâide vera’ sâhiblerinin yidiklerinde ve giydiklerindedir. Mısra’:
Makâm sâhiblerine veren onu,
Vera’ sâhiblerine, veriyor bunu.
Onun ile bunun arasındaki fark, çok büyükdür. Çünki, Allahü teâlâ, onu begenmez,
bundan ise râzıdır. Sonra, kıyâmetde onun hesâbı güç, bunun ise kolaydır. Yâ
Rabbî, bizlere acı, dogru yoldan ayırma!
43 — IKINCI CILD, 66. cı MEKTÛB
Bu mektûb, arabî olarak Hindistân vâlîlerinden Hân-ı hânâna “rahmetullahi teâlâ
aleyh” yazılmıs olup, tevbe, inâbet, vera’ ve takvâyı anlatmakdadır:
Mektûbuma Besmele ile baslıyorum. Ya’nî bu mektûbu yazabilmek için, rahmeti,
ihsânı bol olan Allahü teâlâya sıgınıyor, Ona güveniyorum. Her hamd, sükr Onun
hakkıdır. Onun seçdigi, sevdigi iyi insanlara selâm ederim. Kıymetli ömrümüz, günâh
islemekle, kusûr, kabâhat yapmakla, yanılmakla, fâidesiz, lüzûmsuz konusmakla
geçip gidiyor. Bunun için; tevbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekden söylesmemiz,
vera’ ve takvâdan konusmamız hos olur. Nûr sûresi, otuzbirinci âyet-i kerîmesinde
meâlen, (Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tevbe ediniz! Tevbe etmekle
kurtulabilirsiniz) buyurmusdur. Yirmisekizinci cüz’ sonundaki, Tahrîm
sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ey îmân eden seçilmisler! Allahü teâlâya
dönünüz! Hâlis tevbe edin! Ya’nî tevbenizi bozmayın! Böyle tevbe edince,
Rabbiniz, sizi belki afv eder ve agaçlarının, kösklerinin altından [önünden] sular
akan Cennetlere sokar) buyurmusdur. En’âm sûresi, yüzyirminci âyet-i kerîmesinde
meâlen, (Açık olsun, gizli olsun günâhlardan sakınınız!) buyurmusdur. Günâhlarına
tevbe etmek, herkese farz-ı ayndır. Hiç kimse tevbeden kurtulamaz. Nasıl
kurtulur ki, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsi tevbe ederdi.
– 97 – Se’âdet-i Ebediyye 1-F:7
Peygamberlerin sonuncusu ve en yüksegi olan Muhammed “aleyhi ve aleyhimüssalevât”
buyuruyor ki, (Kalbimde [envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan] perde
hâsıl oluyor. Bunun için hergün, yetmis kerre istigfâr ediyorum). Yapılan günâhda,
kul hakkı bulunmayıp, zinâ yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı
kadınlara bakmak, Kur’ân-ı kerîmi abdestsiz tutmak ve [sî’î, nusayrî, vehhâbî
ve baska] yanlıs inanıslara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında
olursa, böyle günâhlara tevbe etmek, pismân olmakla, istigfâr okumakla, Allahü
teâlâdan utanıp, sıkılıp, Ondan afv dilemekle olur. Farzlardan birini özrsüz
terk etdi ise, tevbe için, bunlarla birlikde, o farzı da yapmak lâzımdır.
[(Tergîb-üs-salât)da diyor ki, Hadîs-i serîfde buyuruldu ki, (Bir nemâzı özrsüz,
vaktinden sonra kılan, seksen hukbe Cehennemde yanacakdır. Bir hukbe seksen
senedir. Her senesi üçyüzaltmıs gündür. Her günü, seksen dünyâ senesidir). Kazâya
kalan nemâzı kılacak kadar vaktlerin herbiri geçdikçe, bu bir nemâzın günâhı
katkat artar. Yâ birkaç nemâz olursa, çok çetin olur. Her ne behâsına olursa olsun,
bir ân önce, kazâ etmek ve afvı için tevbe etmek, çok yalvarmak lâzımdır. Nemâz
kılmıyanın, Allahü teâlânın büyüklügü karsısında titremesi, erimesi lâzımdır.
Allahü teâlânın emrlerine (Farz), yasak etdigi seylere (Harâm) denir. Farzları
yapmaga, harâmdan sakınmaga (Ibâdet etmek) denir. Allahü teâlâ, ibâdet yapanları
sever. Bunları âhıretde Cennete sokacagını, sonsuz ni’metler verecegini
Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor. Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. Insan sözü degildir.
Harâm isleyen, Cehennemde yanacakdır. Harâmlar derece derecedir. Büyük harâmın
cezâsı çok olacakdır. Büyük harâmlardan biri, bes vakt nemâzdan birini vaktinde
kılmamakdır. Nemâzın farz olduguna inanmıyan (Kâfir) olur. Kâfir, müslimân
degildir. Cehennemde sonsuz yanacakdır. Inanıp da, tenbellikle kılmıyan, kâfir
olmaz. Buna (Fâsık) denir. Fâsık, yine müslimândır. Harâm isledigi için, bir müddet
Cehennemde yanacakdır. Bir nemâzı vaktinde kılmıyanın bunu kazâ etmesi
farzdır. Kazâ etmezse, bir nemâz için seksen hukbe yanacakdır. Hiç bir ibâdeti, hiçbir
iyiligi onu Cehennemden kurtarmaz. Yalnız, bir müslimâna, bir farzı ögretirse,
bu azâbdan kurtulur. Fekat, bunun hem kazâ kılması, hem de harâm islemekle
meshûr olmaması lâzımdır. Meselâ, kadınların bası, saçı, kolu, bacagı açık sokaga
çıkması harâmdır. Buna nasîhat vererek veyâ Ehl-i sünnet âliminin yazmıs
oldugu dogru bir din kitâbı vererek, harâm islemesine mâni’ olanın bütün günâhları
afv olur. Fekat, kendisinin bir harâm islememesi lâzımdır. Ancak bunun kazâ
borçları afv olur. Cehennemde yanmakdan kurtulur. (Hakîkat Kitâbevi)nin bütün
kitâbları dogrudur.]
Günâhda kul hakkı da varsa, buna tevbe için, kul hakkını hemen ödemek,
onunla halâllasmak, ona iyilik ve düâ etmek de lâzımdır. Mal sâhibi, hakkı olan ölmüs
ise, ona düâ, istigfâr edip çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara
iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal ve cinâyet mikdârı parayı
fakîrlere, miskînlere sadaka verip, sevâbını hak sâhibine ve eziyyet yapılana niyyet
etmelidir. Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh” dogru
sözlüdür. Ondan isitdim ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Günâh isliyen
biri, pismân olur, abdest alıp nemâz kılar ve günâhı için istigfâr ederse, Allahü
teâlâ, o günâhı elbette afv eder. Çünki, Allahü teâlâ, Nisâ sûresi yüzdokuzuncu
âyetinde: Biri günâh isler veyâ kendine zulm eder, sonra pismân olup, Allahü
teâlâya istigfâr ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli ve afv ve magfiret edici bulur,
buyurmakdadır) dedi. Bir hadîs-i serîfde, (Bir kimse, bir günâh isler, sonra pismân
olursa, bu pismânlıgı, günâhına keffâret olur. Ya’nî, afvına sebeb olur) buyurdu.
Bir hadîs-i serîfde, (Günâhı olan kimse, istigfâr eder ve tevbe eder, sonra bu
günâhı tekrâr yapar, sonra yine istigfâr söyler, tevbe eder. Üçüncüye yine yapar ve
yine tevbe ederse, dördüncü olarak yapınca, büyük günâh yazılır) buyurdu. Bir hadîs-
i serîfde, (Müsevvifler helâk oldu) buyurdu. Ya’nî, ileride tevbe ederim diyen-
– 98 –
ler, tevbeyi gecikdirenler ziyân etdi. Lokman hakîm Velî veyâ Peygamber idi
“radıyallahü teâlâ anh”. Ogluna nasîhat ederek, (Oglum, tevbeyi yarına bırakma!
Çünki, ölüm ânsızın gelip yakalar) dedi. Imâm-ı Mücâhid buyuruyor ki, (Her sabâh
ve aksam tevbe etmiyen kimse, kendine zulm eder). Abdüllah ibni Mubârek
buyurdu ki, (Harâm olarak ele geçen bir kurusu, sâhibine geri vermek, yüz kurus
sadaka vermekden dahâ sevâbdır). Âlimlerimiz buyuruyor ki, (Haksız alınan bir
kurusu sâhibine geri vermek, kabûl olan altıyüz hacdan dahâ sevâbdır). Yâ Rabbî!
Kendimize zulm etdik. Bize acımaz, afv etmezsen, hâlimiz pek fenâ olur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyuruyor
ki: Ey kulum! Emr etdigim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak
etdigim harâmlardan sakın, vera’ sâhibi olursun. Verdigim rızka kanâ’at eyle, insanların
en ganîsi olursun, kimseye muhtâc kalmazsın). Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” Ebû Hüreyreye “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Vera’ sâhibi
ol ki, insanların en âbidi olursun!). Hasen-i Basrî “rahmetullahi aleyh” buyurur
ki, (Zerre kadar vera’ sâhibi olmak, bin nâfile oruc ve nemâzdan dahâ hayrlıdır).
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kıyâmet günü Allahü teâlânın
huzûrunda kıymetli olanlar vera’ ve zühd sâhibleridir). Mûsâ aleyhisselâma
vahy edilmisdir ki, (Bana yaklasanlar, sevgime kavusanlar içinde, vera’ sâhibleri
gibi yaklasan olmaz). Büyük âlimlerden ba’zısı buyurdu ki, (Bir kimse, su on
seyi, kendine farz bilmedikce, tam vera’ sâhibi olmaz: Gîbet etmemeli. Mü’minlere
sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara,
kızlara bakmamalı. Dogru söylemeli. Kendini begenmemek için, Allahü teâlânın,
kendisine yapdıgı ihsânları, ni’metleri düsünmeli. Malını halâl yere harc
edip, harâmlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevkı’ makâm istemeyip, buraları
insanlara hizmet yeri bilmeli. Bes vakt nemâzı vaktinde kılmagı birinci vazîfe bilmeli.
Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdigi îmân ve isleri iyi ögrenip, kendini bunlara
uydurmalı. Yâ Rabbî! Bizlere ihsân etdigin nûru, hidâyeti artdır. Bizi afv et!
Sen herseyi yapabilirsin).
Kerem, sefkat ve ihsân sâhibi kıymetli efendim! Bütün günâhlara tevbe etmek
nasîb olur ve vera’ ile takvâ [ya’nî harâmların ve sübheli olanların hepsinden
sakınmak] müyesser olursa, büyük ni’met, yüksek devlet ele geçmis olur. Bu, ele
geçmezse, ba’zı günâhlara tevbe etmek ve ba’zı harâmlara vera’ eylemek de
ni’metdir. Bu ba’zıların bereket ve nûrları, belki hepsine sirâyet eder de, bütün günâhlara
tevbe etmege ve tam vera’ sâhibi olmaga yol açar. (Birseyin bütünü ele geçmezse,
hepsini elden kaçırmamalıdır) buyuruldu. Yâ Rabbî, bize begendigin seyleri
yapmak nasîb eyle! Peygamberlerin en yüksegi, efendisi, izzet, seref yolcularının
reîsi olan Muhammed Mustafânın “aleyhi ve aleyhim ve alâ âl-i küllin minessalevâti
efdalühâ ve minetteslîmâtî ekmelühâ” sadakası olarak, bizleri senin dîninde
bulunmakdan ve sana itâ’at etmekden ayırma!
[Dünyâya milyarlarca insan gelmis. Bir müddet yasamıslar. Sonra, ölüp gitmisler.
Bunların ba’zıları zengin imis, ba’zıları fakîr. Kimi güzel imis, kimi çirkin. Kimi
zâlim imis, kimi mazlûm. O hâllerinin de hepsi geçdi, unutuldu. Onların bir kısmı
inanmıs, müslimân idi. Geri kalanları, inanmamıs kâfirlerdi. Hepsi, yâ sonsuz
yok olacak. Yâhud kıyâmet kopup, tekrâr dirilip inanmıyanlar sonsuz azâb çekecek.
Her iki hâlde de, inanmıs olanlara hiç azâb, hiç sıkıntı yok. Ammâ ikinci hâlde
inanmıyanlar sonsuz ve pek acı azâb çekecekler. Inanmıs olarak ölmüs olanlar,
simdi tâm râhat ve huzûr içindeler. Îmânsız olanlar ise, sonsuz olarak atesde yanmak
ihtimâli, korkusu içindeler. Ey insan! Iyi düsün! Birkaç sene sonra, sen de, bunlardan
biri olacaksın. Simdi, geçmis senelerin nasıl bir hayâl oldu ise, o zemân, bütün
ömrün, bütün hayâtın, çalısmaların, didinmelerin hep hayâl, bir rü’yâ gibi olacak.
O zemân, sen o iki kısmın hangisinden olmak istersin? Hiçbirinden olmak istemem
diyemezsin. Buna imkân yok! Çâresiz, onların arasına gideceksin! Sonsuz
– 99 –
atesde yanmagı, ihtimâl bile olsa, ister misin? Allahın var oldugunu, Cennete,
Cehenneme inanmagı, akl da, ilm de, fen de red edemiyor. Böyle sey olamaz diyemiyorlar.
Inanmıyanlar, inkâr etmelerine akl ile, fen ile bir vesîka gösteremiyorlar.
Hâlbuki inanmak lâzım oldugunu gösteren vesîkalar sayılamıyacak kadar çokdur.
Dünyâ kütübhâneleri bu vesîkaları bildiren kitâblarla doludur. Onlar nefslerine,
zevklerine aldanarak inkâr ediyorlar. Zevklerinden baska birsey düsünmiyorlar. Hâlbuki,
islâmiyyet zevkı yasak etmemisdir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamısdır.
O hâlde, aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdigi yoldan te’mîn eder.
Islâmın güzel ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara
iyilikle karsılık verir. Iyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabr eder. Bölücü olmaz.
Yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de râhata, huzûra kavusur.
Hem de, âhıretin sonsuz azâblarından kurtulur. Görülüyor ki, bütün râhatlıkların,
se’âdetlerin bası, îmân etmekde, müslimân olmakdadır. [Ya’nî, ahkâm-ı islâmiyyeye
uymak lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdıgı için, fâideli seyleri yapmalarını
emr etmisdir. Bu emrlere (Farz) denir. Zararlı seyleri yasak etmisdir. Bunlara
(Harâm) denir. Farzların ve harâmların hepsine (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Dinler,
Allahü teâlânın kullarına rahmetidir, ihsânıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâları
muhakkak kabûl olur. Nemâz kılmıyanın, açık kadınlara bakanın ve harâm yiyenin,
içenin, ahkâm-ı islâmiyyeye uymadıgı anlasılır. Bunun düâları kabûl olmaz. Islâmiyyete
inanan ve uyan, Allahü teâlânın ihsânına kavusur, mes’ûd olur. Inanmıyan,
bu se’âdetden mahrûm kalır.] Îmân etmek de, çok kolaydır. Îmân etmek için, bir
yere para vermek, mal vermek, zor bir is yapmak, birisinden izn almak gibi, hiçbir
sey yapmak lâzım degildir. Hattâ, îmânlı oldugunu kimseye bildirmek, belli etmek
bile lâzım degildir. Îmân, altı seyi ögrenip, bunlara kalbinden, gizlice inanmak demekdir.
Îmân eden, Allahü teâlânın emrlerine teslîm olur. Ya’nî seve seve yapar. Böylece,
müslimân olur. Kısacası, her mü’min müslimândır. Her müslimân, mü’mindir.]