44 — IKINCI CILD, 82. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Hâce Serefeddîn Hüseyne gönderilmis olup, harâmlardan sakınmagı,
ahkâm-ı islâmiyyeye yapısmagı bildirmekdedir:
Yâ Rabbî, dünyâyı gözümüzde küçült ve âhıretin büyüklügünü, ehemmiyyetini
kalblerimize yerlesdir! Ey akllı oglum! Harâmların süsüne, yaldızına sakın aldanma
ve çabuk geçen, tükenen lezzetlerine kapılma! Bütün hareketlerinin, duruslarının,
gidislerinin, islâmiyyete uygun olmasına çok dikkat et! Onun ısıkları altında
yasamaga çalıs! Her seyden önce, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “Allahü teâlâ
onların durmadan çalısmalarına, çok mükâfât versin” bildirdigi, kitâblarında yazdıgı
i’tikâdı ögrenmek ve îmânını buna göre düzeltmek lâzımdır. Ondan sonra, fıkh
ahkâmını ögrenmeli, farzları yapmaga sarılmalı, halâle, harâma dikkat etmelidir.
Farzların yanında, nâfile ibâdetlerin, hiç kıymeti yokdur. Zemânımızın müslimânları,
farzları bırakıp, nâfile ibâdetlere sarılıyor, nâfile ibâdetleri yapmaga [meselâ,
kadın erkek karısık olarak mevlid okutmaga, câmi’ yapmaga, sadaka ve hayrât yapmaga]
ehemmiyyet verip, farzları [meselâ bes vakt nemâz kılmagı, Ramezân-ı serîf
ayında oruc tutmagı, zekât vermegi, usr vermegi, borç ödemegi, halâlı, harâmları
ögrenmegi ve kadınların, kızların sokaga çıkarken, baslarını, sarkan saçlarını,
kollarını, bacaklarını örtmelerini, radyo ve televizyonda, din düsmanlarının îmânı
ve ahlâkı bozan sözlerini dinlemelerini] hafîf ve ehemmiyyetsiz görüyorlar.
[Fransada, Liyon sehrine baglı Charvieu kasabasının belediyye reîsi Gerard, câmi’e
gelen müslimânların hergün artdıgını, kiliseye giden fransızların azaldıgını görünce,
kudurarak, câmi’i dozerle yıkdırmısdır. Bu vahseti, bu alçaklıgı 18.8.1989 târîhli gazeteler
yazdı. Hiçbir islâm kitâbı okumamıs, islâmın ısıklı yolundan haberi olmıyan,
bu câhil, ahmak, âdî, pis kâfirlerin, islâmiyyete saldıran radyolarını, televizyonlarını,
kitâblarını eve sokmamalı, temiz kadınlarımızı, ma’sûm çocuklarımızı, bunların hü-
– 100 –
cûmlarından, yalanlarından, iftirâlarından korumalıyız! Bunların, din hürriyyetini, insan
haklarını, yardımlasmagı medh eden yaldızlı yalanlarına aldanmamalıyız!]
Olur olmaz yerlere birçok para sarf ediyorlar da, bir kurus zekâtı bir müslimâna
vermegi benimsemiyorlar. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, bir kurus zekâtı yerine vermek,
binlerle lira sadaka vermekden, katkat dahâ sevâbdır. Zekât vermek, Allahü
teâlânın emrini yapmakdır. Sadaka ve hayrâtın çogu ise, söhret, hurmet ve nefsin
sehvetlerini kazanmak için olur. Farzlar yapılırken araya riyâ, gösteris karısmaz. Nâfile
ibâdetlerde ise, gösteris çok olur. Bunun içindir ki, zekâtı, âsikâre vermek lâzımdır.
Bu sûretle insan iftirâdan kurtulur. Nâfile sadakayı, gizli vermelidir ki, kabûl
ihtimâli fazla olur. Sözün özü sudur ki, dünyânın zararından kurtulabilmek için,
ahkâm-ı islâmiyyeye yapısmakdan baska çâre yokdur. Dünyâ zevklerini büsbütün
bırakamıyanların, hiç olmazsa, hükmen terk etmesi, ya’nî dünyâyı terk etmis sayılmaları
lâzımdır. Bunun için de, her sözü ve her isi islâmiyyete uygun yapmalıdır.
[Kâfirlerin, mürtedlerin, ba’zı emellerine kavusmak için, islâmiyyete uygun
isler yapmaları, dünyâda fâideli olur, râhat, mes’ûd yasamalarına sebeb olur ise de,
kıyâmet gününde fâide vermez. Çünki onlar, îmânla sereflenmemisdir. Ibâdetlerin
kabûl olması için, iyiliklere sevâb kazanabilmek için, îmân sâhibi olmak lâzımdır.
(Ifsâh)da diyor ki, (Ibâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan
sonra en kıymetlisi, sâfi’îde sünnet nemâzlar, hanbelîde cihâddır. Hanefîde ve mâlikîde
ise, ilm ögrenmek ve ögretmek ve sonra cihâddır.)].
45 — ÜÇÜNCÜ CILD, 1. ci MEKTÛB
Esseyyid, Mîr Muhammed Nu’mân hazretlerine yazılmıs olup, Allahü teâlânın
ve sıfatlarının ve fi’llerinin kullarına çok yakın oldugunu bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdigi, begendigi kimselere iyilikler, selâmlar
olsun! Kıymetli mektûbunuz geldi. Çok zahmet buyurmussunuz. Cenâb-ı Hak
sa’yinizi meskûr eylesin! Allahü teâlânın fi’llerinin ve sıfatlarının ve zâtının bu âleme,
herseyden dahâ yakın oldugunun açıklanmasını, tekrâr tekrâr, soruyorsunuz
ve cevâbını çok merak ediyorsunuz. Bunun için, biraz bildirmege mecbûr oldum:
Hersey, kendi mâhiyyeti, hakîkati, özü ile seydir. Bir sey’e kendi mâhiyyetini vermege
ve bir vericiye lüzûm yokdur. Çünki, herseyin mâhiyyeti, kendisindedir. Bunun
içindir ki, hiçbirseyin mâhiyyeti yapılmaz denilmisdir. Her cismin, bir özü, mâhiyyeti
vardır. Cismlere, mâhiyyetlerini vermek için, bir is yapmak lâzım degildir. Fekat, mâhiyyetleri
vücûda getirmek için, bir is yapılır. Meselâ, boyacının isi, kuması boyamak
içindir. Yoksa, kuması kumas yapmak ve boyayı boya yapmak için degildir ki, buna
lüzûm yokdur. O hâlde, birseye mâhiyyeti, sonradan verilmez. O seyin ve mâhiyyetinin,
birlikde meydâna gelmesi için is yapılır. Hersey, kendi mâhiyyeti ile seydir. Bu
sözümüz, zılda, gölgede dogru olmuyor. Bir seyin zılli, aksi, gölgesi, hayâli, aynadaki
görüntüsü, kendi mâhiyyeti ile zıl ve aks olmayıp, kendilerini meydâna getiren aslın
mâhiyyeti ile zıl ve aks olmusdur. Çünki, görüntünün, gölgenin mâhiyyeti yokdur.
Gölgede bulunan mâhiyyet onu meydâna getiren asl seyin mâhiyyetidir. O hâlde asl,
gölgesine, gölgenin kendinden dahâ yakındır. Çünki, gölge aslın mâhiyyeti ile ya’nî,
asl ile gölge olmusdur. Kendi mâhiyyeti ile degil. Çünki, kendi mâhiyyeti yokdur.
Bu âlem, mahlûkların hepsi Allahü teâlânın fi’llerinin, islerinin zılleri, aksleri,
görünüsleri oldugundan, bu âlemin aslı olan fi’ller, âleme, âlemden dahâ yakındır.
Fi’ller de, sıfât-ı ilâhiyyenin zılleri oldugundan, Allahü teâlânın sıfatları âleme, âlemden
ve âlemin aslı olan, fi’llerden dahâ yakındır. Çünki, aslın aslıdırlar. Sıfât-ı ilâhiyye
de, Zât-ı ilâhînin zılleri oldugu için ve Allahü teâlânın zâtı, kendisi, bütün
aslların aslı oldugu için, Allahü teâlânın zâtı, âleme, âlemden ve ef’âl ve sıfât-ı ilâhiyyeden
dahâ yakındır. Bunları dikkatle okuyup anlıyan akl sâhibleri, insâf ederlerse,
sözümüzü kabûl ederler. Eger inanmıyan olursa, ne ehemmiyyeti vardır. Çünki
bizim onlara sözümüz yokdur.
– 101 –
46 — ÜÇÜNCÜ CILD, 17. ci MEKTÛB
Bu mektûb, dînine çok baglı olan bir hanıma yazılmıs olup, i’tikâdları bildirmekde,
ibâdetlere tesvîk etmekdedir:
Görünen, görünmiyen, bilinen, bilinmeyen bütün ni’metleri gönderen, bizlere
kurtulus yolunu gösteren ve çok sevdigi Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla
sereflendiren Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun!
Bütün mahlûklara her ni’meti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Herseyi var
eden, var olmak ni’metini veren Odur. Her ân, varlıkda durduran da Odur. Kâmil, iyi
sıfatlar, insanlara, Onun rahmeti ile, acıması ile verildi. Hayât, ilm, sem’, basar, kudret
ve kelâm sıfatlarımız hep Ondandır. Sayılamıyan ni’metleri hep O vermekdedir.
Insanları sıkıntıdan kurtaran Odur. Düâları kabûl eden, belâlardan kurtaran hep Odur.
Öyle bir Razzakdır ki, kullarının rızklarını, günâhlarından dolayı kesmiyor. Afvı ve
merhameti o kadar boldur ki, günâh isliyenlerin yüz karalarını meydâna çıkarmıyor.
Hilmi o kadar çokdur ki, kullarının cezâlarını vermekde acele etmiyor.
Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve düsman, herkese saçıyor.
Bütün ni’metlerinin en sereflisi, en kıymetlisi, en üstünü olarak da, kullarına
müslimânlıgı açıkca bildiriyor ve begendigi yolu gösteriyor. Mahlûkların en iyisine
uyarak se’âdet-i ebediyyeye kavusmagı emr buyuruyor. Iste, Onun ni’metleri,
ihsânları Günesden dahâ açık ve Aydan dahâ âsikârdır. Baskalarından gelen
ni’metleri de gönderen Odur. Baskalarının ihsân etmesi, bir emânetcinin, birisine
emânet vermesi gibidir. Baskasından birsey istemek, fakîrden birsey beklemekdir.
Câhil de, bunu âlim gibi bilir. Kalın kafalı da, zekî kimse gibi anlar.
Nazm: Vücûdümün her zerresi, gelse de dile,
sükrünün binde birini yapamaz bile.
Iyilik yapana tesekkür edilecegini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. Iyilik
edenlere hurmet edilir. Ni’met sâhibleri, büyük bilinir. O hâlde, her ni’metin hakîkî
sâhibi olan Allahü teâlâya sükr etmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdigi
bir vazîfe, bir borcdur. Fekat, Allahü teâlâ, her ayb ve kusûrdan uzak, insanlar
ise, ayb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulasmıs oldugundan, Onunla hiç münâsebetleri,
alâkaları yokdur. Onu nasıl büyük bileceklerini, nasıl sükr edeceklerini
anlıyamazlar. Ona karsı söylenmesini güzel sandıkları seyler, Ona çirkin gelebilir.
Onu büyültmek, hurmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir.
Ona hurmet ve sükr seklleri, yine Ondan bildirilmedikce, Ona lâyık olacagına güvenilemez
ve Onun kabûl edecegi bir ibâdet olamaz. Çünki, insanların hamd etmeleri,
Ona belki hakâret olur. Iste, Onun tarafından bildirilen, ta’zîm, hurmet ve
sükr sekli, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri dinlerdir.
Ona kalb ile yapılacak hurmetler, dinde bildirilmis, dil ile yapılacak sükrler,
orada gösterilmisdir. Her uzvun yapacagı isleri, açık ve genis olarak, beyân buyurmuslardır.
O hâlde, Allahü teâlâya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile
sükr etmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlâya, dînin dısında yapılacak hurmete
ve ibâdete güvenilemez. Çok def’a tersine olup, sevâb sanılan, günâh olur.
Bu söylenilenlerden anlasılıyor ki, dîne uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istedigi
ve begendigi birseydir. Allahü teâlâya, Onun dîninin dısında sükr edilemez.
Allahü teâlânın bildirdigi her din, iki kısmdır: I’tikâd ve amel. Ya’nî îmân ve ahkâm.
Bunlardan i’tikâd, her dinde aynıdır. I’tikâd, dînin aslı ve temelidir. Din agacının
gövdesidir. Amel ise, agacın dalları, yaprakları gibidir. [Eski dinlerde bildirilmis
olan i’tikâdlar zemânla bozulmusdur. Simdi dogru i’tikâd, yalnız islâm dîninin
bildirdigi i’tikâddır. Bu dogru] I’tikâdı olmıyan, Cehennemden kurtulamaz.
Kıyâmetde azâbdan kurtulmasına imkân yokdur. Ameli olmıyanların kurtulma-
– 102 –
sı umulur. Bunların isi, Allahü teâlânın irâdesine kalmıs olup, isterse afv eder, isterse,
günâhları kadar azâb ederek, sonra Cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî
kalmak, islâm dîninin bildirdigi dogru i’tikâdı olmayanlar, ya’nî, Muhammed
aleyhisselâmın bildirdigi islâm dîninden olan seylere inanmıyanlar içindir. Bu
i’tikâdı olup da, ameli olmıyanlar, ya’nî kalb ile beden ahkâmını yerine getirmiyenler,
Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmıyacaklardır.
I’tikâd edilecek seyler, dînin esâsı, müslimânlıgın zarûrî, lâzım temeli oldugundan,
bunları bildirmek ve ögrenmek herkese lâzımdır. [Bunları ögrenmek, her insanın
birinci vazîfesidir. Îmân ve ahkâm bilgilerini ögrenmiyen ve çocuklarına ögretmiyen,
insanlık vazîfesini yapmamıs olur. Bunları ögrenmek herkesin hakkıdır.
Insan haklarının birincisidir.]
Ahkâmı, ya’nî emrleri ve yasakları yerine getirmek, temel olmayıp, uzun ve genis
de oldugundan, bunları fıkh [ve ahlâk] kitâblarına bırakarak, yalnız pek lâzım
olanları bildirilecekdir, insâallahü teâlâ.
[Îmân ve i’tikâd aynıdır. Bunları anlatan genis ve derin ilme (Ilm-i kelâm) denir.
Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitâbları pek çokdur. Bu kitâblara,
(Akâid kitâbı) da denir. Amel edilecek, ya’nî kalb ile ve beden ile yapılacak
ve sakınılacak seylere, (Ahkâm-ı islâmiyye) veyâ sâdece (Islâmiyyet) deriz. Beden
ile yapılacak ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren ilme (Ilm-i fıkh) denir. Dört mezhebin kelâm
kitâbları aynı olup, fıkh kitâbları baska baskadır. Halk için, ya’nî tahsîli olmayanlar
için yazılmıs olan ve herkesin bilmesi, inanması ve yapması gereken kelâm
(ya’nî îmân) ve ahlâk ve fıkh bilgilerini kısaca ve açıkca anlatan kitâblara (Ilm-i hâl)
kitâbları denir. Dînini bilen ve seven ve kayıran mubârek insanların ilm-i hâl kitâblarını
alıp, çoluguna ve çocuguna ögretmek, her müslimânın birinci vazîfesidir.
Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden
ve yazılarından din ögrenmege kalkısmak, kendini Cehenneme atmakdır].
I’TIKÂD EDILMESI ÇOK LÂZIM OLANLAR: Allahü teâlâ zâtı ile vardır.
Varlıgı kendi kendiyledir. Simdi var oldugu gibi, hep var idi ve hep var olacakdır.
Varlıgının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünki, Onun varlıgı lâzımdır.
Ya’nî (Vâcib-ül vücûd)dur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlânın varlıgı
ilmî ve aklî yollar ile anlasılır. Ilmî yola (Limmî yol)da denir. Bu iki yol ile anlamak,
(Es-se’âdet-ül ebediyye) kitâbının sonundaki risâlede isbât edilmekdedir. Allahü
teâlâ birdir. Ya’nî serîki, benzeri yokdur. Vâcib-ül vücûd olmakda ve ülûhiyyetde
ve ibâdet olunmaga hakkı olmakda ortagı yokdur. Ortagı olmak için, Allahü
teâlânın kâfî olmaması, müstekıl olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusûrdur, noksanlıkdır.
Vücûb ve ulûhiyyet için noksanlık olamaz. O kâfîdir, müstekıldir. Ya’nî
kendi kendinedir. O hâlde serîke, ortaga lüzûm yokdur. Serîkin, ortagın lüzûmlu
olması ise, bir kusûrdur ve vücûba ve ulûhiyyete yakısmaz. Görülüyor ki, serîki oldugunu
düsünmek, ortaklardan her birinin noksan olacagını gösteriyor. Ya’nî
serîk bulunmasını düsünmek, serîk bulunamıyacagını meydâna çıkarıyor. Demek
ki, Allahü teâlânın serîki yokdur. Ya’nî birdir.
Allahü teâlânın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır. Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları)
denir. Bunlar, hayât [diri olmak], ilm [bilmek], sem’ [isitmek], basar [görmek],
kudret [gücü yetmek], irâde [istemek], kelâm [söylemek] ve tekvîn [yaratmak]dır.
Bu sekiz sıfata, (Sıfât-ı sübûtiyye) ve (Sıfât-ı hakîkiyye) denir. Bu sıfatları da kadîmdir.
Ya’nî, sonradan olma degildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i
sünnet âlimleri böyle bildirmekdedir. “Allahü teâlâ, onların çalısmalarını meskûr
eylesin!”. Ehl-i sünnetden baska, yetmisiki fırkadan hiçbiri, Allahü teâlânın ayrıca
sıfatları oldugunu bilememisdir. Hattâ, Sôfiyye-i aliyyenin, ya’nî tesavvuf büyüklerinin
sonradan gelenleri, Ehl-i sünnetden oldukları hâlde, bu sıfatlara, Zât-ı ilâhînin
aynıdır diyerek yetmisiki fırkaya benzemislerdir. Evet bunlar onlar gibi, sıfatları
yok demiyor ise de, sözlerinin gelisinden sıfatları yok bildikleri anlasılıyor.
– 103 –
Yetmisiki fırka, sıfatları yok bilmekle, Allahü teâlâyı kusûrdan koruyor, Onu kâmil
bilmis oluyoruz diyor. Akllarınca kusûru kemâl sanarak, Kur’ân-ı kerîmden ayrılıyorlar.
Allahü teâlâ, onları dogru yola, Kur’ân-ı kerîme kavusdursun!
Allahü teâlânın, bunlardan baska sıfatları, yâ i’tibârî [var kabûl edilen] veyâ selbî
[bulunması câiz olmıyan]dir. Meselâ kıdem [varlıgının evvelinde yokluk olmamak],
ezeliyyet [varlıgının baslangıcı olmamak] ve vücûb [yoklugu mümkin olmıyan]
ve ülûhiyyet gibi. Meselâ, Allahü teâlâ cism degildir. Cismden degildir. Madde
degildir. A’raz, ya’nî hâl degildir. Mekânı yokdur. Zemânlı degildir. Birseye girmis,
bir yere yerlesmis degildir. Hudûdlu, birseyle çevrilmis degildir. Bir tarafda,
bir cihetde degildir. Birseye mensûb degildir. Birseye benzemez. Misli, ortagı ve
zıddı yokdur. Anası, babası, zevcesi, çocukları yokdur. [Allah baba diyen kâfir olur.]
Bunların hepsi mahlûkda, sonradan yaratılanlarda olan seylerdir. Hepsi noksanlık
ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar, (Sıfât-ı selbiyye)dir. Bütün kemâl sıfatları,
Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar, yokdur.
Allahü teâlâ küllîleri, cüz’îleri, büyükleri, zerreleri, âlimdir, bilir. Her gizliyi bilir.
Yerlerde ve göklerde en küçük zerreleri bilir. Herseyi yaratan, Odur. Yaratdıklarını
elbette bilir. Yaratmak için, bilmek lâzımdır. Ba’zı zevallılar, zerreleri bilmez
diyor. Zerreleri bilmemegi, kemâl, büyüklük sanıyor. Bunun gibi, Allahü teâlâ ister
istemez, akl-ı fe’âl dedikleri birseyi yaratmısdır diyerek bunu da, kemâl sanıyorlar.
Bunlar, ne kadar câhildir ki, câhilligi kemâl sanıyor. Fizik ilminin tanıdıgı kuvvetler
gibi, ister istemez is yapmagı büyüklük zan ediyorlar. Akl-ı fe’âl diye birsey
uydurmuslar. Hersey, bundan hâsıl oluyor diyorlar. Yerleri, gökleri ve bunlarda bulunan
herseyi yaratanı, kuvvetsiz, te’sîrsiz biliyorlar. Bu fakîre göre, dünyâda,
bunlardan dahâ câhil ve dahâ alçak kimse yokdur. Ba’zıları da, bu ahmakları fen adamı,
müsbet ilm sâhibi sanıp, birsey bilir zan ediyor ve dogru söyleyici sanıyorlar.
Allahü teâlâ, ezelden ebede, ya’nî öndeki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar, bir
kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrleri, o bir sözdendir. Bütün yasakları, yine o bir
sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, süâlleri, hep o bir sözden çıkmakdadır. Tevrât
ve Incîl kitâbları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur’ân-ı kerîm de, o söze isâret
ediyor. Bunun gibi, diger Peygamberlere nâzil olan kitâblar ve sahîfeler, hep
o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile berâber, o makâmda bir
ân olunca, hattâ ân demek bile sıgmaz ise de, baska kelime olmadıgından ân deniliyor,
o ânda bulunan söz de, elbette bir kelime, hattâ harf, belki de bir noktadır.
Nokta demek de, ân demek gibi, baska kelime bulunmadıgı içindir. Yoksa nokta
demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındaki genislik
ve darlık, bizim bildigimiz ve alısdıgımız gibi degildir. O, mahlûkların sıfatı olan
genislik ve darlıkdan münezzehdir, uzakdır.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde görecekdir. Fekat, nasıl oldugu bilinmiyen
bir görmekle göreceklerdir. Nasıl oldugu bilinmiyeni, anlasılmıyanı görmek de, nasıl
oldugu anlasılmıyan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl oldugu bilinmiyen
bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir mu’ammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda, Evliyânın
büyüklerinden seçilmislere bildirilmisdir. Bu derin, güç mes’ele herkese gizli
iken, bunlara hakîkat olmusdur. Bunu, Ehl-i sünnetden baska, ne mü’minlerin
fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlıyamamısdır. Bu büyüklerden baskası, Allahü
teâlâ görülemez, demisdir. Bunlar, bilmedikleri seyleri, gördükleri seylere
benzeterek düsündükleri için, yanılmısdır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk
netîce verecegi meydândadır. [Bugün birçok kimse de, bu yanlıs ölçü ve benzetmekden
dolayı îmânlarını gayb edip, ebedî felâkete sürükleniyor.] Bu gibi derin
mes’elelerde îmân serefine kavusmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine
[ya’nî yoluna] uymak ısıgı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennetde görmege
inanmak serefinden mahrûm olanlar, bu se’âdete kavusmakla nasıl sereflenebilir
ki, (inkâr eden, mahrûm kalır) sözü meshûrdur. Cennetde olup da görmemek
– 104 –
de uygun degildir. Çünki, islâmiyyet, Cennetde olanların hepsi görecekdir diyor.
Bir kısmı görecek, bir kısmı görmiyecek demiyor. Bunlara, Mûsâ aleyhisselâmın
Fir’avna verdigi cevâbı söyleriz ki, Tâhâ sûresi 51 ve 52. âyetlerinde meâlen buyuruyor
ki: (Fir’avn dedi ki: Bizden evvel gelip geçenlerin hâlleri ne oldu?). Cevâbında
dedi ki: (Onların hâlleri ve istikbâllerini, Rabbim bilir. Levh-il-mahfûzda
yazılmısdır. Rabbim hiçbir seyde yanılmaz ve unutmaz.) Ben ise, sizin gibi bir
kulum. Ancak, bana bildirdigi kadar bilirim.
Cennet de, hersey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının
hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fekat mahlûklarının ba’zısında Onun
nûrları zuhûr eder. Ba’zısında ise, o kâbiliyyet yokdur. Aynada, karsısındaki
cismlerin görünüsleri, zuhûr ediyor. Tasda, toprakda ise etmiyor. Allahü teâlâ, her
mahlûkuna aynı nisbetde ise de, mahlûklar, birbirlerinin aynı degildir. Allahü teâlâ,
dünyâda görülemez. Bu âlem, Onu görmek ni’metine kavusmaga elverisli degildir.
Dünyâda görülür diyen, yalancıdır, iftirâcıdır. Dogruyu anlıyamamısdır. Bu
dünyâda, bu ni’met nasîb olsaydı, herkesden önce, Mûsâ “aleyhisselâm” görürdü.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râcda, bu devletle sereflendi ise
de, bu dünyâda degildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Ya’nî, âhıretde görmüs oldu.
Dünyâda görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıkdı, âhırete karısdı ve gördü.
Allahü teâlâ, yerlerin, göklerin yaratıcısıdır. Dagları, denizleri, agaçları, meyveleri,
ma’denleri, [mikropları, hayvanları, atomları, elektronları, molekülleri] yaratan
Odur. Birinci semâyı yıldızlarla süsledigi gibi, yeryüzünü, insanları yaratmakla
süslemisdir. Basît cismleri, elemanları, O yaratmısdır. Bilesik cismler, Onun yaratması
ile hâsıl olmusdur. Herseyi yokdan var eden Odur. Ondan baska hersey
yok idi. Hiçbiri kadîm degildir. Bütün dogru dinler, Allahdan baska, herseyin yok
iken, sonradan var oldugunu, Ondan baska kadîm bulunmadıgını bildirmekdedir.
Baskasını kadîm bilenlere kâfir demislerdir. Huccet-ül islâm, Imâm-ı Gazâlî, (Elmünkız-
ü anid-dalâl) kitâbında, Allahü teâlâdan baskasını kadîm bilene, kâfir dedi.
[Bu kitâbı, Hakîkat Kitâbevi, ofset ile basdırmısdır.]
Gökleri, yıldızları ve baska seyleri kadîm bilenlerin, yalan söylediklerini
Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Yerlerin yokdan var edildigini gösteren âyet-i
kerîmeler çokdur. Her zemân yanılan akla uyarak, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan kimse,
ne kadar sefîhdir. (Allahü teâlâ, bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz.)
Insanlar, mahlûk oldugu gibi, bütün isleri, hareketleri de, Allahü teâlânın mahlûkudur.
Çünki Ondan baska, kimse birsey yapamaz, yaratamaz. Kendi mahlûk,
yaratılmıs olan, baskasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretin az olduguna
alâmetdir ve ilmin noksan olduguna isâretdir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz.
Îcâd edemez. Insanın isinde, kendine düsen pay, kendi kesbidir. Ya’nî o is,
kendi kudreti ve irâdesi ile olmusdur. O isi, yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesb
eden, kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî isleri, istiyerek yapdıkları seyler, insanın
kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydâna gelmekdedir. Insanın
yapdıgı isde, kendi kesbi, ihtiyârı [ya’nî begenmesi] olmasa, o is, titreme seklini alır.
[Mi’denin, kalbin hareketi gibi olur.] Hâlbuki, ihtiyârî hareketlerin, bunlar gibi olmadıgı
meydândadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yaratdıgı hâlde, ihtiyârî hareketle,
titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmekdedir. Allahü
teâlâ, kullarına merhamet ederek, onların islerinin yaratılmasını, onların kasdlarına,
arzûlarına tâbi’ kılmısdır. Kul isteyince, kulun isini yaratmakdadır. Bunun için
de, kul mes’ûl olur. Isin sevâbı ve cezâsı, kula olur. Allahü teâlânın kullarına verdigi
kasd ve ihtiyâr, isi yapıp yapmamakda müsâvîdir. Her isi yapmanın ve yapmamanın
iyi veyâ fenâ oldugunu, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile
kullarına açıkca bildirmisdir. Kul, her isinde, yapıp yapmamakda serbest olup, ikisinden
birini elbette seçecek, is, iyi veyâ fenâ olacak, günâh veyâ sevâb kazanacakdır.
Allahü teâlâ kullarına, emrlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret
– 105 –
[ya’nî enerji] ve ihtiyâr [ya’nî begenmek, seçmek] vermisdir. Dahâ çok vermesine,
lüzûm yokdur. Lüzûmu kadar vermisdir. Buna inanmayan, kolay seyleri anlayamıyan
kimsedir. Kalbi hasta oldugundan, ahkâm-ı islâmiyyeye uymamaga behâne
aramakdadır.
[Allahü teâlâ, insanlara irâde denilen kuvveti vermegi ve insanların, istediklerini
yapmakda, istemediklerini yapmamakda serbest olmalarını ezelde irâde etmisdir.
Hiçbirseyi zorla yapdırmamakdadır. Insanların irâde sâhibi olmaları, Allahü
teâlâ böyle istedigi içindir. Insanın, diledigini yapabilmesi, insanın irâde sâhibi oldugunu
gösterdigi gibi, Allahü teâlânın da ezelde bu irâdeyi irâde etmis oldugunu
göstermekdedir. Allahü teâlâ, insanda irâde olmasını ezelde irâde etmeseydi,
insanda irâde yaratmasaydı, insan bir isi yapmakda serbest olamaz, mecbûr olurdu.
Böyle olmakla berâber, insan birsey yapmagı irâde edince, dileyince, Allahü
teâlâ da irâde ediyor ve yaratıyor. Insanların irâde etdiklerini yaratan, Allahü teâlâdır.
Insan, hiçbir dilegini yaratamaz, yapamaz. Insanın irâde etdigini, sonra Allahü
teâlâ da, irâde ediyor ve yaratıyor. Herseyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır.
Ondan baska yaratıcı yokdur. Ondan baskasına yaratıcı demek, yaratdı demek,
hem yanlısdır, hem de, Allahü teâlâya baskasını serîk, ortak yapmak olur ki,
en çok yasak etdigi, en siddetli ve sonsuz azâb yapacagını bildirdigi birseydir.]
Bu söylediklerimiz, kelâm ilminin derin mes’elelerindendir. Bunun en kolay, en
açık bildirilmesi de, yazdıgımızdır. Dogru yolun âlimlerinin bildirdiklerine inanmak
lâzımdır. Bu konuda münâkasa etmekle, arasdırmakla ugrasmamalıdır.
Nazm: Hücûm edilemez, her meydânda,
siperlenmek lâzımdır, ba’zan da!
Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
göndermisdir. Bunlarla kullarına dogru yolu, se’âdet-i ebediyye yolunu
göstermis, kullarını kendine çagırmısdır. Rızâsının, sevgisinin yeri olan Cennete
da’vet etmisdir. Böyle bir ihsân sâhibinin da’vetini kabûl etmiyen, ne kadar zevallıdır.
Onun ni’metlerinden mahrûm kalan ne kadar ahmakdır. Bu büyüklerin,
Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi dogrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır.
Akl, dogruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız basına bulamaz, noksandır.
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmesi ile temâmlanmısdır.
Kullara özr, behâne kalmamısdır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdemdir. Sonuncusu
ise, hazret-i Muhammed Resûlullahdır “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât”. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsine îmân etmek
lâzımdır. Hepsini ma’sûm [ya’nî günâhsız] ve dogru sözlü bilmelidir. Bunlardan birine
inanmamak, hepsine inanmamak demekdir. Çünki, hepsi aynı îmânı söylemisdir.
Ya’nî, hepsinin dinlerinin aslı, temeli [ya’nî îmân edilecek seyleri] birdir.
[Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduguna inanmıyorlar. (Kesf-üssübühât)
kitâblarının basında, (Peygamberlerin evveli Nûh aleyhisselâmdır) diyor.
Bozuk inanıslarından biri de budur.] Îsâ “aleyhisselâm” ölmedi. Yehûdîler, kendisini
öldürmek istedikleri zemân, Allahü teâlâ onu diri olarak göke kaldırdı.
Kıyâmete yakın bir zemânda gökden [Sâma] inecek veMuhammed aleyhisselâmın
dînine tâbi’ olacakdır. Evliyânın büyügü, tesavvuf deryâsının dalgıcıMuhammed
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yetisdirdigi Evliyânın büyüklerinden olan hâce
Muhammed Pârisâ hazretleri (Füsûl-i sitte) kitâbında buyuruyor ki: (Îsâ “alâ nebiyyinâ
ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden inip, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe mezhebine
uygun ictihâd edecek, onun halâl dedigine halâl diyecek, harâm dedigine harâm
diyecekdir).
MELEKLER: Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. [Içlerinden bir kısmı, diger
meleklere ve insanların] Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber
getirmek vazîfesi ile sereflenmislerdir. Emr olunduklarını yaparlar. Isyân etmez-
– 106 –
ler. Yimeleri, içmeleri yokdur. Evlenmezler. Erkek, disi degildirler. Çocukları olmaz.
Kitâbları ve sahîfeleri, onlar getirmisdir. Emîn oldukları için, getirdikleri de
dogrudur. Müslimân olmak için, meleklere, böyle inanmak lâzımdır. Dogru yolda
bulunan âlimlerin çoguna göre, insanların yüksegi, meleklerin yükseginden dahâ
üstündür. Çünki insanlar, seytân ve nefsleri ile savasıyor. Ihtiyâcları oldugu hâlde
yükseliyor. Melekler ise, zâten yüksek yaratılmıslardır. Melekler, tesbîh, takdîs
ediyorsa da, buna cihâdı da katmak, insanların yükseklerine mahsûsdur. Nisâ
sûresi, doksandördüncü âyetinde meâlen, (Mallarını, canlarını fedâ ederek din düsmanları
ile, Allah rızâsı için cihâd eden müslimânlar, oturup, ibâdet edenlerden
dahâ üstündür. Hepsine de, Cenneti söz veriyorum) buyuruldu.
Muhbir-i sâdıkın [ya’nî hep dogru haber verici] “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”
kabr ve kıyâmet hâllerinden, Hasrdan [kabrden kalkınca arasât meydânında
toplanmak] ve Nesrden [hesâbdan sonra Cennete, Cehenneme dagılmak],
Cennetden, Cehennemden haber verdigi seylerin hepsi dogrudur. Âhırete inanmak,
Allahü teâlâya inanmak gibi, îmânın sartıdır. Âhıreti inkâr eden, Allahü teâlâyı
inkâr etmis gibi, kâfirdir [Allaha düsmandır].
Kabr azâbı ve kabrin sıkması vardır. Buna inanmayan kâfir olmaz. Bid’at sâhibi
olur. Çünki, meshûr olan hadîslere inanmamıs olur. [Bunlar, bu hadîslerin,
dogru hadîs olmasında sübhe etdikleri için, kabr azâbına inanmıyor. Hadîs olduklarını
kabûl etselerdi, inanırlardı. Bundan dolayı, kâfir olmıyor, yalnız Ehl-i sünnetden
ayrılmıs oluyorlar. Hâlbuki, hadîs olsa da, olmasa da, kabr azâbına inanmam.
Akl ve tecribe, bunu kabûl etmiyor, diyen kâfir olur. Simdi böyle inanmıyanlar,
kâfir oluyor.] Kabr, dünyâ ile âhıret arasında geçid oldugundan, kabr
azâbı, dünyâ azâbları gibi geçicidir ve âhıret azâbları cinsindendir. Ya’nî, bir bakımdan
dünyâ azâblarına, bir bakımdan da, âhıret azâblarına benzemekdedir.
Kabr azâbı en çok, dünyâda üstüne idrâr sıçratanlara ve müslimânlar arasında söz
tasıyanlara olacakdır. (Münker) ve (Nekîr) ismindeki iki melek kabrde süâl soracakdır.
Bu süâle cevâb vermek, bir derddir. [Münker ve Nekîr, nasıl oldugu bilinmiyen
demekdir. Cum’a nemâzı sonundaki yazıyı okuyunuz!]
Kıyâmet günü vardır. O gün, elbette gelecekdir. O gün, gökler parçalanacak, yıldızlar
dagılacak, yeryüzü ve daglar, parça parça olacakdır ve yok olacaklardır.
Kur’ân-ı kerîm, bunları haber veriyor ve müslimânların bütün fırkaları, buna inanıyor.
Buna inanmıyan kâfir olur. Bir takım hayâlî seylerle, inkârını güzel gösterse
de, ilmi ve fenni araya katıp, câhilleri aldatsa da, yine kâfirdir. Kıyâmetde, bütün
mahlûklar, yok olup, tekrâr yaratılacak, herkes mezârdan kalkacakdır. Allahü
teâlâ çürümüs toz olmus kemikleri yine diriltecekdir. O gün, terâzî kurulacak,
herkesin hesâb defterleri uçarak, iyilere sag taraflarından, fenâlara sol taraflarından
gelecekdir. Cehennem üzerindeki sırât köprüsünden geçilecek, iyiler geçip Cennete
gidecek, Cehennemlikler, Cehenneme düsecekdir. Bu bildirdiklerimiz, olmıyacak
seyler degildir. Muhbir-i sâdık “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiginden,
hemen kabûl etmek, inanmak lâzımdır. Hayâle kapılarak sübheye düsmemelidir.
Allahü teâlâ, Hasr sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün “sallallahü
aleyhi ve sellem” getirdiklerini alınız!) ya’nî, her söyledigine inanınız!
buyuruyor. Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile, iyiler, kötülere sefâ’at edecek,
araya gireceklerdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Sefâ’atim, ümmetimden,
günâhı büyük olanlaradır) buyuruyor. Kâfirler, hesâbdan sonra, Cehenneme
girecek, Cehennemde ve azâbda ebedî kalacaklardır. Mü’minler, Cennetde
ve Cennet ni’metlerinde sonsuz kalacaklardır. Günâhı, sevâbından çok olan
mü’minlerin, Cehenneme girip, günâhlarına karsılık, bir müddet azâb görmeleri
câiz ise de, bunlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklardır. Kalbinde zerre kadar
îmân bulunan bir kimse, Cehennemde sonsuz kalmıyacak, rahmet-i ilâhiyyeye kavusarak
Cennete girecekdir.
– 107 –
[Kâdî zâde Ahmed efendinin yazdıgı (Âmentü serhi) kitâbı, ikiyüzdokuzuncu
sahîfede diyor ki, (Cehennemde bir yer vardır ki, Zemherîr derler. Ya’nî, soguk
Cehennemdir. Soguklugu pek siddetlidir. Bir ân dayanılmaz. Kâfirlere, bir soguk,
bir sıcak, sonra soguk, sonra sıcak Cehenneme atılarak, azâb yapılacakdır). Cehennemde
soguk Zemherîr azâbları bulundugu, (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, dördüncü
rükn, altıncı aslında ve Imâm-ı Muhammed Gazâlînin (Dürret-ül-fâhire) kitâbının
tercemesi olan (Kıyâmet ve Âhıret hâlleri) kitâbının sonunda, (Nefs muhâsebesi)
bahsinde de yazılıdır. Hadîs-i serîflerde açıkça bildirilmekdedir.
Din câhilleri, islâmiyyete, yalan ve iftirâ ile saldırırken (Peygamberler, hep sıcak
memleketlerde geldigi için, Cehennem azâbının ates oldugunu söylemisler, hep atesle
korkutmuslar. Kutblarda, simâl soguk memleketlerde gelselerdi, buz ile azâb yapılacagını
söylerlerdi) diyor. Bunlar, hem çok câhil, hem de ahmak kâfirlerdir.
Zâten Kur’ân-ı kerîmden haberleri olsaydı ve islâm büyüklerinin sözlerini duysalardı
ve biraz aklları olsaydı, hemen müslimân olurlardı. Hiç olmazsa, böyle ulu orta,
yalanları yazmakdan, belki sıkılırlardı. Dînimiz, hem Cehennemde, soguk azâblar
oldugunu bildiriyor, hem de Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” yalnız sıcak
memleketlere degil, yeryüzünde, sıcak ve soguk, her memlekete gönderildigini
haber veriyor. Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize sorulan süâllere, soranların bilgilerine
ve anlayıslarına göre cevâb vermekdedir. Âhıretdeki bilinmiyen varlıkları da,
dünyâda gördüklerine, bildiklerine benzeterek anlatmakdadır. Mekkeliler, kutubları,
buz memleketlerini duymadıkları için, Cehennemin soguk azâblarını onlara bildirmek,
fâidesiz olurdu. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde bu incelige uygun haberlerin
bulunması, simdiki kâfirlerin dahâ çok sapıtmasına sebeb olmakdadır].
Mü’min ve kâfir, son nefesde belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp,
sonunda îmâna kavusur. Bütün ömrü îmân ile geçip, sonunda tersine dönen de
olur. Kıyâmetde, son nefesdeki hâle bakılır. Yâ Rabbî! Bize dogru yolu gösterdikden,
îmân ile sereflendirdikden sonra, sasırmakdan, yoldan çıkmakdan koru! Bize
rahmet et, acı! Yol gösteren ancak sensin!
ÎMÂN: Dinden oldugu sözbirligi ile bildirilmis olan seylere, kalb ile inanmaga
ve dil ile de îmânını söylemege derler. Îmân edilecek seyler, Allahü teâlânın var
olduguna, bir olduguna, kitâblarına, sahîfelere ve Peygamberlere, Meleklere
îmândır. Âhıretde Hasra, Nesre, Cennetde ebedî ni’metlere, Cehennemde ebedî
azâblara, göklerin yarılmasına, yıldızların dagılmasına, arzın parça parça olmasına
inanmakdır. Bes vakt nemâzın farz olduguna ve bu nemâzların rek’atlarının
adedlerine, malın zekâtını vermek farz olduguna ve Ramezân-ı serîf ayında hergün
oruc tutmanın ve gücü yetene, Mekke-i mükerreme sehrine gidip, hac etmenin
farz olduguna inanmakdır. Serâb içmenin, [domuz eti yimenin,] haksız yere
adam öldürmenin ve anaya babaya karsı gelmenin ve hırsızlık ve zinâ etmenin ve
yetîm malı yimenin ve fâiz alıp vermenin [ve kadınların açık, çıplak gezmelerinin
ve kumar oynamanın] harâm olduklarına îmân lâzımdır. Îmânı olan bir kimse, büyük
bir günâh islerse, îmânı gitmez ve kâfir olmaz. Günâha, ya’nî harâma halâl diyen
kâfir olur. Harâm isliyen fâsık olur. Ben elbette mü’minim demelidir. Îmânlı
oldugunu söylemelidir. Mü’minim derken, insâallah dememelidir. Bundan, sübhe
ma’nâsı çıkabilir. Evet, son nefes için insâallah denirse de, dememek dahâ iyidir.
Dört halîfenin birbirinden yükseklikleri, hilâfetleri sırası iledir. Çünki, dogru
yolda olan âlimlerin hepsi diyor ki, (Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
sonra, insanların en üstünü, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretleridir.
Ondan sonra, Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” hazretleridir). Efdâl olmak, ya’nî üstünlük,
bu fakîre göre fazîleti, meziyyeti, iyi sıfatları çok olmak degildir. Önce îmâna
gelmek, din için herkesden çok mal vermek ve cânını tehlükelere atmakdır. Ya’nî
dinde, sonra gelenlere, üstâd olmakdır. Sonra gelenler, herseyi, öncekilerden ögrenir.
Bu üç sartın hepsi, Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerinde toplanmısdır. Herkes-
– 108 –
den önce îmâna gelmis, malını ve cânını din için fedâ etmisdir. Bu ni’met, bu ümmetde,
ondan baskasına nasîb olmamısdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtına
yakın, buyurdu ki: (Bana malını, cânını, Ebû Bekr kadar çok fedâ eden, baskası
yokdur. Eger, dost edinseydim, elbette Ebû Bekri dost edinirdim). Bir hadîs-i
serîfde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, beni size Peygamber gönderdi. Inanmadınız. Ebû
Bekr inandı. Bana malı ile, cânı ile yardım etdi. Onu hiç incitmeyin ve Ona hurmet
ve ta’zîm edin!). Bir hadîs-i serîfde buyurdu ki: (Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir.
Eger gelseydi, elbette Ömer Peygamber olurdu). Emîr [Alî] “radıyallahü anh”
buyurdu ki: (Ebû Bekr ile Ömerden, her biri, bu ümmetin en yüksegidir. Beni onlardan
üstün tutan, iftirâcıdır. Iftirâ edenler dövüldügü gibi, onu döverim).
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında olan muhârebeleri, iyi sebeblerden dolayı
bilmelidir. Bu ayrılıkları, nefsin arzûları, mevkı’, rütbe, sandalye kapmak, basa
geçmek sevgisinden degildi. Çünki, bütün bunlar nefs-i emmârenin kötülükleridir.
Onların nefsleri ise, insanların en iyisinin “aleyhi ve aleyhimüssalevât” sohbetinde,
karsısında tertemiz olmusdu. Su kadar var ki, Emîrin “radıyallahü anh” hilâfeti
zemânında olan muhârebelerde, o haklı idi. Ondan ayrılanlar, hatâ etdi. Fekat,
ictihâd hatâsı oldugundan, birsey denemez. Nerde kaldı ki, fâsık denilsin! Onların
hepsi âdil idi. Her birinin verdigi haber, makbûl idi. Emîre uyanların ve ondan
ayrılanların verdikleri haberler, dogrulukda ve güvenilmekde farksız idi. Aralarındaki
muhârebeler, i’timâdın gitmesine sebeb olmamısdır. O hâlde, hepsini sevmek
lâzımdır. Çünki, onları sevmek, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”
sevgisinden dolayıdır. Bir hadîs-i serîfde, (Onları seven, beni sevdigi için sever) buyurmusdur.
Onları sevmemekden, herhangi birine düsmanlık etmekden çok sakınmalıdır.
Çünki, onlara düsmanlık, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”
düsmanlık olur. Hadîs-i serîfde, (Onlara düsmanlık eden, bana düsman oldugu
için eder) buyurmusdur. O büyükleri ta’zîm etmek, hurmet etmek, insanların en
iyisini ta’zîm etmek, hurmet etmekdir. Onlara hurmetsizlik, tahkîr etmek, Onu
tahkîr olur. Insanların en iyisinin “aleyhissalâtü vesselâm” sohbetini, sözlerini
ta’zîm etmek, kıymet vermek için Eshâb-ı kirâmın hepsine ta’zîm etmek, kıymet vermek
lâzımdır. Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Siblî “kuddise sirruh” buyuruyor
ki, (Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ta’zîm etmiyen, kıymet
vermiyen bir kimse, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” îmân etmemis olur).
A’MÂL-I SER’IYYE: I’tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emr etdigi seyleri
yapmak lâzımdır. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Islâmın
binâsı bes direk üzerine kurulmusdur. Birincisi, Eshedü en lâ ilâhe illallah ve eshedü
enne Muhammeden abdühu ve resûlüh, demek ve bunun ma’nâsına inanmakdır).
Bu sehâdet kelimesinin ma’nâsı, (Görmüs gibi bilir ve inanırım ki, Allahü
teâlâdan baska, varlıgı lâzım olan, ibâdet ve itâ’at olunmaga hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir
kimse yokdur. Görmüs gibi bilir, inanırım ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve
sellem” Allahü teâlânın hem kulu, hem Peygamberidir. Onun gönderilmesi ile, Ondan
önceki Peygamberlerin dinleri temâm olmus, hükmleri kalmamısdır. Se’âdet-i
ebediyyeye kavusmak için, ancak Ona uymak lâzımdır. Onun her sözü, Allahü teâlâ
tarafından kendisine bildirilmisdir. Hepsi dogrudur. Yanlıslık ihtimâli yokdur)
demekdir. [Müslimân olmak istiyen bir kimse, önce bu kelime-i sehâdeti ve ma’nâsını
söyler. Sonra guslü, nemâzı ve lâzım oldukca, farzları, harâmları ögrenir.]
Îmân edilecek, i’tikâd edilecek seyleri, yukarıda bildirdik.
Islâmın ikinci sartı, dînin diregi olan, bes vakt nemâzı vaktinde kılmakdır. Nemâz,
ibâdetlerin en üstünüdür. Îmândan sonra, en kıymetli ibâdet, nemâzdır.
Îmân gibi, onun da güzelligi, kendindendir. Baska ibâdetlerin güzelligi ise, kendilerinden
degildir. Nemâzı dogru kılmaga çok dikkat etmelidir. Önce, kusûrsuz bir
abdest almalı, gevseklik göstermeden, nemâza baslamalıdır. Kırâetde, rükü’da, secdelerde,
kavmede, celsede ve diger yerlerinde, en iyi olarak yapmaga ugrasmalıdır.
– 109 –
Rükü’da, secdelerde, kavmede ve celsede tumânîneti [her uzvun hareketsiz durmasını]
lâzım bilmelidir. Nemâzı vaktin evvelinde kılmalı, gevseklik yapmamalıdır.
Makbûl olan, sevilen kul, sâhibinin emrlerini, yalnız Onun emri oldugu için yapan
kuldur. Emri yapmakda gecikmek, inâdcılık ve edebsizlik olur. Fârisî yazılmıs
fıkh kitâblarından meselâ, (Tergîbüssalât ve teysîrül-ahkâm) kitâbı ve bunun benzeri
bir kitâb, her vakt yanınızda bulunmalıdır. [(Tergîbüssalât) kitâbı, yüz kadar
kitâbdan toplanmısdır ve üç kısmdır. Birinci kısm, nemâzın farz olması, ikincisi abdest,
üçüncüsü abdesti bozanlardır. Bu kitâb, Nûr-i Osmâniyye Kütübhânesinde
vardır. Hakîkat Kitâbevi tarafından yeniden tab’ edilmisdir.] Din mes’elelerini bu
kitâblardan bakıp ögrenmelidir. [Olur olmaz kimselerin, para kazanmak için yazdıgı
kitâb ve mecmû’alardan din ögrenen, yanlıs seyler ögrenir. Dogru müslimânların,
Allah rızâsı için yazmıs oldukları kitâbları bulup okumalıdır. Islâmiyyeti ögrenmek
için, en iyi türkçe kitâb, Kâdî zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi serhi) ve yine
Kâdî zâdenin (Âmentü serhi) kitâbları ile (Mevkûfât), (Dürr-i Yektâ serhi), (Ey
ogul ilmihâli) ve (Mevâhib-i ledünniyye tercemesi) ve (Mecmû’a-i zühdiyye) ve
(Miftâh-ul-Cennet ilm-i hâli)dir. Fâtih câmi’i serîfi ders-i âmlarından, ibtidâ-i dâhil
medresesi müdîr-i umûmîsi Iskilibli Muhammed Âtıf efendinin (Islâm yolu) ilmihâl
kitâbı da çok fâidelidir. 1959 senesinde basılmısdır. 1926 da Ankarada i’dâm
edilmisdir. Bunlar, islâm harfleri ile basılmısdır. Bir kitâba güvenebilmek için, yalnız
ismine degil, kitâbı yazanın ismine de bakmalıdır.] Ehl-i sünnet i’tikâdını ve fıkh
bilgilerini ögrenmeden önce, Gülistân kitâbı ve hikâye kitâbları okumamalıdır. Fıkh
kitâbları yanında, Gülistân ve benzeri kitâblar lüzûmsuzdur. [Gülistân lüzûmsuz
olursa, din düsmanı olan gazetelerin ve mecmû’aların tiryâkilerine acabâ ne denir.]
Dinde lâzım olanları, önce okumak ve ögrenmek ve ögretmek lâzımdır. Bunlardan
fazlası ikinci derecede kalır. [Yâ, din bilgilerini ögrenmeden, baska seyler ögrenenler
ve çocuklarına dogru din bilgisi ögretmiyerek, para, mal, mevkı’ kazanmalarına
ugrasanlar, ne kadar aldanıyor. Istikbâli te’mîn etmek, acabâ bunları kazanmak
mıdır? Yoksa, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak mıdır?]
Teheccüd nemâzını zarûret olmadıkca, elden kaçırmamalıdır. [Teheccüd, gecenin
üçde ikisi geçdikden sonra, kılınan nemâza denir, imsâk vaktinden önce kılınır. Teheccüd,
uykuyu terk etmek demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
muhârebelerde bile, teheccüd kılardı. Kazâ nemâzları olan, teheccüd zemânında, kazâ
nemâzı kılmalıdır. Hem kazâ borcu ödenir, hem de teheccüd sevâbına kavusur. Teheccüd
ve diger nâfile nemâzların nasıl kılınacakları (Islâm Ahlâkı) kitâbımızda
yazılıdır.] Gece uyanmak güç olursa, hizmetçilerinizden birkaçına emr ediniz! Sizi o
zemân uyandırsınlar, uykuda bırakmasınlar. Birkaç gece kalkınca, artık âdet olur, uyanırsınız.
Teheccüd ve sabâh nemâzlarına uyanmak isteyen, yatsıyı kılınca hemen yatmalıdır
ve gece, bos seylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zemânında tevbe, istigfâr
etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günâhlarını düsünmek, ayblarını,
kusûrlarını hâtırlamak, kıyâmetdeki azâbları düsünüp korkmak, Cehennemin
sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Afv ve magfiret için çok yalvarmalıdır. O zemân
ve her zemân yüz kerre (Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme
ve etûbü ileyh) demeli ve ma’nâsını düsünerek söylemelidir. [Azîm, zâtı ve sıfatları
kemâlde demekdir. Kebîr, zâtı kemâlde, celîl, sıfatları kemâlde demekdir.] Bunu
ikindi nemâzından sonra [tesbîhlerden ve düâdan sonra] yüz def’a okumalıdır. Abdestsiz
okunabilir. Hadîs-i serîfde buyuruldu ki, (Kıyâmetde, sahîfesinde çok istigfâr
bulunanlara, müjdeler olsun!). [Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, ikinci cildin 80. ci
mektûbunda buyuruyor ki, (Belâlardan, sıkıntılardan kurtulmak için, istigfâr okumak
çok fâidelidir ve tecribe edilmisdir. Ölümden baska, her derdden kurtarır. Eceli
gelenin de, agrısız, sıkıntısız ölümüne yardım eder. Her sıkıntıdan kurtaracagı ve rızkı
artdıracagı, hadîs-i serîfde bildirildi. Her farz nemâzdan sonra, bunu üç kerre okumalı
ve yalnız (Estagfirullah) diyerek yetmise temâmlamalıdır). (Hak Sözün Vesîkaları)
kitâbının 344.cü sahîfesine bakınız! Istigfârı ve bütün düâları, ma’nâlarını dü-
– 110 –
sünmeden, temiz kalb ile söylemezse, yalnız agız ile söylerse, hiç fâidesi olmaz.
Agız ile üç kerre söyleyince, temiz kalb de söylemege baslar. Günâh islemekle kararmıs
olan kalbin söylemesi için, agız ile çok söylemek lâzımdır. Nemâz kılmıyanın
ve harâm lokma yiyenin kalbi simsiyâh olur. Böyle kalbler de söylemege baslaması
için, agız ile en az yetmis kerre söylemelidir.] Duhâ ya’nî kusluk vakti, hiç olmazsa
iki rek’at nemâz kılmak lâzımdır. Teheccüd ve kusluk nemâzlarının en çogu oniki
rek’atdir. [Nâfile nemâzlarda, gece iki rek’atde, gündüz dört rek’atde selâm verilir.]
Her farz nemâzı kılınca, Âyet-el-kürsî okumaga çalısmalıdır. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Farz nemâzlarından sonra Âyet-elkürsî
okuyan kimse ile Cennet arasında, ölümden baska mâni’ yokdur). Bes vakt
nemâzdan sonra, sessizce, otuzüç kerre kelime-i tenzîh (Sübhânallah) ve otuzüç
kerre tahmîd (Elhamdülillah) ve otuzüç def’a tekbîr (Allahü ekber) ve en sonra,
bir kerre (Lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ serîke leh, lehülmülkü velehül hamdü yühyî
ve yümît ve hüve alâ külli sey’in kadîr) demelidir ki, hepsi yüz olur.
Hergün ve her gece yüz kerre (Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil’azîm)
demelidir. Çok sevâbdır. Her sabâh bir kerre (Allahümme mâ esbaha bî min ni’metin
ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ serîke leke, fe lekel hamdü ve lekessükr)
demeli ve her aksam (Mâ esbaha) yerine (Mâ emsâ) diyerek, hepsini aynen
okumalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bu düâyı
gündüz okuyan, o günün sükrünü yapmıs olur. Gece okuyunca, o gecenin sükrünü
îfâ etmis olur). Abdestli okumak sart degildir. Hergün ve her gece okumalıdır.
Islâmın üçüncü sartı, malın zekâtını vermekdir. Zekât vermek, elbette lâzımdır.
Zekâtı seve seve ve islâmiyyetin emr etdigi kimselere vermelidir.
Bütün ni’metlerin, malların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdigi
ni’metlerin kırkda birini, müslimânların fakîrlerine vermelerini, buna karsılık,
çok sevâb, katkat mükâfât verecegini [ve zekâtı verilen malı elbette artdırırım ve
hayrlı yerlerde kullanmanızı nasîb ederim. Zekâtı verilmiyen mâlı, derd ile, belâ
ile istemiyerek harc etdiririm, elinizden alır, düsmanlarınıza veririm, siz de bu hâli
görür, kendinizi yer, yanıp kavrulursunuz!] buyurup da, bu kadar az bir seyi [istedigin
herhangi bir din kardesine] vermemek, ne büyük insâfsızlık ve inâdcılık olur.
Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, hep kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk
olması, islâmiyyete tam inanılmamasıdır. Mü’min olmak için, yalnız kelime-i sehâdeti
[Eshedü en lâ...] söylemek yetismez. Münâfıklar [kalbi kâfir oldugu hâlde, müslimân
görünen zındıklar] da bunu söylüyor. Kalbde îmân bulunduguna alâmet, islâmiyyetin
emrlerini seve seve yapmakdır. Zekât niyyeti ile fakîre bir altın vermek, yüzbin
altın sadaka vermekden dahâ sevâbdır. Çünki, zekât vermek, farzı yapmakdır. Zekât
niyyeti olmadan verilenler ise, nâfile ibâdetdir. Farz ibâdetin yanında nâfile ibâdetlerin
hiç kıymeti yokdur. Deniz yanında, damla kadar bile degildir. Seytân aldatarak,
kazâları kıldırtmıyor, nâfile kılmagı, [nâfile hacca ve ömreye gitmegi] güzel gösteriyor.
Zekât verdirmeyip, nâfile hayrları, göze güzel gösteriyor. [Sünnetlerin ve nâfilelerin,
söz verilen büyük sevâbları, farz borcu olmıyanlar, kazâlarını ödeyenler içindir.
Kazâsı olanların, farzlardan baska hiçbir ibâdetlerine, hiç sevâb verilmez.]
Islâmın sartının dördüncüsü, mubârek Ramezân ayında, hergün oruc tutmakdır.
Mubârek Ramezân ayında hergün, muhakkak oruc tutmalıdır. Olur olmaz sebeblerle,
bu mühim farzı elden kaçırmamalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi
ve sellem” buyurdu ki, (Oruc, mü’mini Cehennemden koruyan bir kalkandır).
Hastalık gibi, mecbûrî bir sebeble oruc tutulmazsa, [gizli yimeli ve özr bitince] hemen
kazâ etmelidir. Hepimiz Onun kuluyuz. Bası bos, sâhibsiz degiliz. Sâhibimizin
emrlerine, yasaklarına göre yasamalıyız ki, azâbdan kurtulabilelim. Islâmiyyete
uymıyanlar, inâdcı kul, aksi, âsî me’mûr olur ki, cezâ çekmeleri lâzım gelir.
Islâmın besinci sartı hacdır [ömründe bir kerre, Mekke sehrine gidip, hac vazîfelerini
yapmakdır]. Hac vazîfesinin sartları vardır. Hepsi, fıkh kitâblarında yazılıdır.
Hadîs-i serîfde, (Kabûl olan bir hac, geçmis günâhları yok eder) buyuruldu.
– 111 –
Cehennemden kurtulmak istiyen, halâl ve harâmları iyi ögrenmeli, halâl kazanıp,
harâmdan kaçınmalıdır. Islâmiyyetin sâhibinin yasak etdigi seylerden sakınmalıdır.
Islâmiyyetin hudûdunu asmamalıdır. Gaflet uykusu ne zemâna kadar
sürecek, kulaklardan pamuk ne vakt atılacak? Ecel gelince, insanı uyandıracaklar,
gözleri kulakları açacaklar. Fekat, o zemân pismânlık ise yaramıyacak. Rezîl
olmakdan baska, ele birsey geçmiyecekdir. Hepimize ölüm yaklasıyor. Âhıretin
çesid çesid azâbları, insanları bekliyor. Insan öldügü zemân, kıyâmeti kopmus demekdir.
Ölüm uyandırmadan ve is isden geçmeden önce uyanalım! Allahü teâlânın
emrlerini ve yasaklarını ögrenip, su birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun
geçirelim. Kendimizi âhıretin çesidli azâblarından kurtaralım! Tahrîm sûresi altıncı
âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk çocugunuzu öyle bir atesden
koruyun ki, onun tutusdurucusu insanlarla taslardır) buyuruldu.
Îmânı, i’tikâdı düzeltdikden ve islâmiyyete uygun ibâdetleri yapdıkdan sonra,
vaktleri, kalbi temizlemek ile ma’mûr etmek lâzımdır. Allahü teâlâyı hâtırlamadan,
bir ân geçirmemelidir. Vücûd, eller, ayaklar dünyâ isleri ile ugrasırken, kalb hep Allahü
teâlâ ile olmalı, Onu hâtırlamakla lezzet duymalıdır. Bu devlet, büyüklerimizin
gösterdigi yolda, herkese, az zemânda nasîb oluyor. Elhamdülillah siz, böyle oldugunu
biliyorsunuz. Belki de, çok az olsa bile, birsey hâsıl olmusdur. Ele geçeni
bırakmamak ve sükr etmek lâzımdır ve artmasına çalısmalıdır. Herkesin, sonradan
kavusabildigi seyler, bu yolda, baslangıcda ele geçer. O hâlde, kazanclarının azı da,
pek çokdur. Çünki, dahâ baslangıcda nihâyetden haberleri olur. Fekat, ele geçen,
ne kadar çok olsa da, az görmelidir. Ama sükr etmegi elden bırakmamalıdır. Hem
sükr etmeli, hem de dahâ artmasını istemelidir. Kalbin temiz olmasından maksad,
Ondan baskasının sevgisini kalbden çıkarmakdır. Kalbin hasta olması, iste bu çesidli
baglılıklardır. Bu baglılıklar kesilip atılmadıkca, hakîkî îmân nasîb olmaz. Islâmiyyetin
emrlerini ve yasaklarını yerine getirmek kolay ve râhat olmaz.
Nazm: Onu düsün, oldukça cânın!
Kalbin temizligi, zikri iledir ânın!
[Zikr etmek, Allahü teâlâyı hâtırlamak demekdir. Bu da, kalb ile olur. Zikr
edince, kalb temizlenir. Ya’nî kalbden dünyâ sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerlesir. Birçok
kimselerin, bir araya toplanarak hayhuy etmesi, oynaması, dönmesi, zikr degildir.
Yüz seneden beri, tarîkat diyerek, birçok sey uyduruldu. Din büyüklerinin, Eshâb-
ı kirâmın yolu unutuldu. Câhiller, hattâ fâsıklar seyh olarak zikr ve ibâdet ismi
altında, günâh isledi. Hele son zemânlarda, harâm girmeyen, kızılbaslık, mezhebsizlik
karısmayan bir tekke kalmamısdı. Bugün ne Istanbulda, ne de Anadoluda ve
Mısr, Irâk, Îrân, Sûriye ve Hicazda, ya’nî hiçbir islâm memleketinde, tesavvuf âlimi
yok gibidir. Fekat sahte mürsidler, müslimânları sömüren tarîkatcılar çokdur. Din
büyüklerinin, eskiden kalma, hâlis kitâblarını okuyup, ibâdetleri bunlara göre dogrultmalıdır.
Tarîkatcılık, seyhlik, mürîdlik gibi ismlerin perdesi altında is gören zındıklara,
mal ve din hırsızlarına aldanmamalı, bunlardan kaçınmalıdır].
Yemekleri, keyf için, lezzet için yimemeli, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmege
kuvvet bulmak için yimelidir. Eger önceleri, böyle niyyet edemezseniz, her
yemekde, zor ile böyle niyyet ediniz. Hakîkî niyyet yapabilmeniz için, Allahü teâlâya
yalvarınız! Tesavvuf, az yimek, az içmek degildir. Herkesin halâlden kazanıp,
doyuncaya kadar yimesi lâzımdır. Ubeydüllah-i Ahrâr “rahmetullahi aleyh” (Mesmû’ât)
kitâbında, 110.cu sahîfede diyor ki, (Sâh-ı Naksibend Behâüddîn-i Buhârî
buyurdu ki, birsey yimek, aç kalmakdan iyidir. Alâüddevle Rükneddîn buyurdu ki,
birsey yimek, aç kalmakdan iyi oldugunu, önceden bilseydim, az yiyiniz demezdim.)
Yeni ve temiz giyinmeli ve giyinirken ibâdet için, nemâz için süslenmege niyyet etmelidir.
Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Her nemâzı kılarken süslü, temiz, sevilen elbiselerinizi
giyiniz!) buyurulmusdur. Elbiseyi herkese gösteris için giymemelidir ki, günâhdır. [Ibni
Âbidîn orucun mekrûhlarını anlatırken, güzel giyinmek mubâhdır
diyor.] Bütün hareketler, isler, sözler, okumak, dinlemek, [oglunu mektebe göndermek]
hep Allah rızâsı için olmalıdır. Onun dînine uygun olmasına çalısmalıdır.
Böyle olunca, insanın her a’zâsı ve kalbi Allahü teâlâya müteveccih olur. Onu zikr
eder [ya’nî hâtırlar]. Meselâ, büsbütün gaflet olan uyku, ibâdetleri kuvvetle ve saglam
yapmak niyyeti ile uyunursa, bütün uyku ibâdet olur. Çünki, ibâdet niyyeti ile
uyumakdadır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Âlimlerin
uykusu ibâdetdir).
Evet, bunları yapmak, size bugün için güç olacagını biliyorum.
Evet, bunları yapmak, size bugün için güç olacagını biliyorum.
Çünki, çesidli mâni’ler etrâfınızı sarmısdır. Âdete, modaya kapılmıs bulunuyorsunuz.
Ayblanmak, izzet-i nefse dokunmak kuruntularına tutulmussunuz. Bütün bunlar,
ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmenize mâni’ olmakdadır. Hâlbuki, Allahü teâlâ,
islâmiyyeti, bozuk âdetleri, çirkin modaları kaldırmak için ve nefs-i emmârenin
benlik, izzet-i nefs çılgınlıklarını yatısdırmak için gönderdi. Fekat, Allahü teâlânın
ismini, kalbde hâtırlamaga devâm nasîb olursa ve bes vakt nemâz gevsek davranmadan,
sartları ile kılınırsa ve halâl ve harâma, elden geldigi kadar dikkat edilirse, bu
mâni’lerden kurtulmanız, oraya çekilmeniz umulur.
– 112 –