02 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN...

Bu nasîhatleri yazmanın ikinci
bir sebebi de, bunlar yapılmasa bile, kendi kusûr ve kabâhatini anlamaga yarar
ki, bu da büyük ni’metdir. Bulmayıp da, bulmadıgını anlamamakdan ve kusûrunu
bilmemekden ve vazîfeyi yapmadıgına utanmamakdan, Allahü teâlâya sıgınırız.
Böyle kimseler, islâmiyyeti tanımıyan, kullugunu yapmıyan inâdcı câhillerdir.
[Muhammed Ma’sûm Serhendî “rahmetullahi aleyh”, ikinci cildin yüzkırkıncı
mektûbunda diyor ki, (Hadîs-i kudsîde (Bir Velî kuluma düsmanlık eden, benimle
harb etmis olur. Kulumu bana yaklasdıran seyler arasında, en sevdigim, ona
farz etdigim seydir. Nâfile ibâdet [de] yaparak, bana yaklasan kulumu çok severim.
Çok sevdigim kulumun isiten kulagı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayagı olurum.
Istedigini elbette veririm. Bana sıgındıgı zemân, elbette korurum) buyuruldu.)
Bu hadîs-i kudsî, ikinci kısmın onyedinci maddesinin üçüncü sahîfesinde ve
Nevevînin (Hadîs-i erba’în)i, 38. ci hadîsinde ve(Hadîka)nın yüzseksenikinci ve (Kıyâmet
ve Âhıret)in yüzaltmısdördüncü ve (Fâideli Bilgiler)in altmısbirinci sahîfesinde
îzâh edilmekdedir. Farzlarla hâsıl olan kurb, ya’nî Allahü teâlâya yaklasmak,
nâfilelerle hâsıl olandan, elbette dahâ çokdur. Fekat, ihlâs ile yapılan farzlar kurb
hâsıl eder. Ihlâs, ibâdetleri, Allahü teâlâ emr etdigi için yapmakdır. Ehl-i sünnet
olan her mü’minde biraz ihlâs vardır. Takvâ ile ve ibâdet yapmakla, kendisine
(Feyz) denilen kalb nûrları gelir. Bir Velînin kalbinden saçılan bu feyzlerden alırsa,
ihlâsı çabuk ve çok artar. (Takvâ), harâmlardan nefret etmek, harâm islemegi
hâtıra bile getirmemekdir. Allahü teâlâya yaklasmak, Onun rızâsına, sevmesine kavusmak
demekdir. Son sözün sonuna bakınız! Allahü teâlânın mü’minlerin kalblerine
gönderdigi nûrlar, feyzler, ibâdetleri ve takvâsı çok olanlara, gelmekdedir.
Ya’nî, bunların feyz almak isti’dâdları, kâbiliyyetleri artar. Feyzler, Resûlullahın
mubârek kalbinden yayılmakdadır. Gelen feyzleri almak için, Resûlullahı sevmek
lâzımdır. Sevmek de, Onun ilmini, güzel ahlâkını, mu’cizelerini, kemâlâtını ögrenmekle
hâsıl olur. Resûlullah da, onu görüp severse, feyz alması çogalır. Bunun
için,sohbetinde bulunup, güzel yüzünü görenler, tatlı sözlerini isitenler, dahâ çok
feyz aldılar. Eshâb-ı kirâm, bunun için, çok feyz alıp, kalbleri dünyâ sevgisinden
temizlenerek, ihlâs sâhibi oldular. Kavusdukları nûrlar, feyzler, Evliyânın kalblerinden
dolasarak, zemânımıza kadar geldi. Bir kimse, kendi zemânında bulunan
bir Velîyi tanıyıp, çok sever ve sohbetinde bulunarak, kendini sevdirirse, Resûlullahın
mubârek kalbinden Velînin kalbine gelmis olan nûrlar, bunun kalbine de akarak
kalbi temizlenir. Sohbetine kavusamazsa, onu düsünmesi, ya’nî Velînin seklini,
yüzünü hâtırına getirmesi de, sohbetinde bulunmus gibi olur. Mazher-i Cân-ı
Cânân, Delhîden Kâbildeki sâh Behîke teveccüh ederek, yüksek derecelere kavusdurdu.
Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri, (Bütün feyzlere, bütün ni’metlere, üstâdlarıma
olan sevgim sebebi ile kavusdum. Kusûrlu ibâdetlerimiz, bizi Allahü teâlâ-
– 113 – Se’âdet-i Ebediyye 1-F:8
ya yaklasdırmaga sebeb olabilir mi?) dedi. Ya’nî, mürsidi sevmek, onun kalbinden
saçılan feyzleri almaga sebeb olur. Feyz alınca, ihlâs hâsıl olur. Ihlâs ile yapılan ibâdet
de, insânı hakîkî îmâna kavusdurur. (Künûz-üd-dekâık)deki hadîs-i serîfde,
(Herseyin menba’ı vardır. Ihlâsın, takvânın menba’ı, kaynagı, Âriflerin kalbleridir)
buyuruldu. Velî olmak için, ya’nî Allahü teâlâya yakın olmak, ya’nî Onun
sevgisine kavusmak için, ihlâs ile ahkâm-ı islâmiyyeye uymak lâzımdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye
uymak, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, sonra
harâmlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri, ihlâs ile yapmakdır.]
(Ehl-i sünnet) i’tikâdı, nazm üzre ey civân,oldu asagıda sana, açık dil ile beyân:
Dogru olan i’tikâdı, ister isen kardesim,gece gündüz, bu kitâbı oku hem de, pek candan!
Rûhuna rahmet eylesin, Hak, Ebû Hanîfenin,Kur’ân yolunu gösterdi, bize o yüce Nu’mân.Dünyâya gönül baglama, akar ömür su gibi,Islâmiyyete uyan kimse, her dem olur sâdümân.
Önce ilmihâli ögren, çocuguna da ögret.din bilgisi ögrenmezsen, olursun sonra pismân!
Düsmanlarımız sinsice, nasıl saldırıyor bak,sen de dîni yaymak için, çalıs gayb etme zemân!Dinsizler hep yalanla, gençleri aldatıyor,Islâmı yok edecekler, artık gafletden uyan! Müslimânlar da sasırmıs, tuzaga düsmüs çogu,Ehl-i kıble) sözde hepsi, ayrılmıslar hak yoldan,Ilm-i hâli ögrenmiyen, kendini koruyamaz.Kâfir veyâ sapık olur, (Ehl-i sünnet) olmıyan!Dogru olan bilgileri, yayanlara yardım et!cihâd sevâbını kazan, olsun bunda mal revân.Resûlullah hiç durdu mu. Eshâbı uyudu mu?dîni yaymak için hepsi, olmusdu bir kahramân!Çalıs bos durma sen dahî, din düsmanı pek kavî,
içden dısdan ezecekler, gidecek, dinle îmân.Eshâba çirkin söyleme, hepsinin kadrini bil,
birbirini severlerdi, buna sâhiddir Kur’ân!En üstün Ebû Bekrdir, Ömer, Osmân, Alî hem,
Mu’âviyeyi de çok sev, Odur Kur’ânı yazan!Rabbimiz cism degildir, zemânı, mekânı yok,
maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân! Mahlûka muhtâc degildir, ortagı, benzeri yok,
herseyi Odur yaratan, hem de varlıkda tutan.Iyi, kötü, îmân, küfr, madde, kuvvet, enerji,
hepsini O var ediyor, yaratamaz hiç insan!herkese akl, irâde verdi, hem yol gösterdi,
kim iyilik diler ise, yaratır hemen Rahmân.Önce, i’tikâdı düzelt, emri, yasagı gözet,
se’âdete kavusamaz, islâmiyyetden ayrılan!Tâ önceden âdet oldu, kim ekerse o biçer,
pek aldandı, ziyân etdi, ekmeden bugday uman!Yetmisüç fırkadan ancak (Ehl-i sünnet) kurtulan,Resûlullahın yolunu onlardır bize sunan!
– 114 –
47 — ÜÇÜNCÜ CILD, 34. cü MEKTÛB
Bu mektûb, mîr Muhammed Emînin annesine yazılmısdır.
Nasîhatlerin birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitâblarında bildirdiklerine göre,
i’tikâdı düzeltmekdir. Çünki, Cehennemden kurtulan yalnız bu fırkadır. Allahü
teâlâ, o büyük insanların çalısmalarına, bol bol mükâfât versin! [Dört mezhebin
ictihâd derecesine yükselmis müctehidlerine ve bunların yetisdirdikleri büyük
âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimi denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları çokdur.
Meârif nezâretinin 465 numaralı ruhsatı ile 1217 senesinde Istanbulda yazılmıs olan
türkçe (Necât-ül müsallî) kitâbında Ahmed Sevkı efendi çok güzel anlatmakdadır.]
I’tikâdı (Îmânı) düzeltdikden sonra, fıkh ilminin bildirdigi ibâdetleri yapmak,
ya’nî islâmiyyetin emrlerini yapmak, yasak etdiklerinden kaçınmak lâzımdır. Bes
vakt nemâzı, üsenmeden, gevseklik yapmadan, sartlarına ve ta’dîl-i erkâna dikkat
ederek, kılmalıdır. Nisâb mikdârı malı ve parası olan, zekât vermelidir. Imâm-ı
a’zam buyuruyor ki: (Kadınların süs olarak kullandıkları altın ve gümüsün de zekâtını
vermek lâzımdır).
Kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek,
elbette lâzımdır. Tegannî ve sarkı [ve çalgı âletleri] ile mesgûl olmamalı, bunların
nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karısdırılmıs, sekerle
kaplanmıs zehrdir.
(Gîbet) etmemelidir. Gîbet harâmdır. [Gîbet, bir müslimânın veyâ zimmînin gizli
bir kusûrunu, arkasından söylemekdir. Harbîlerin ve bid’at sâhiblerinin ve
açıkca günâh isliyenlerin bu günâhlarını ve müslimânlara zulm edenlerin ve alıs verisde
onları aldatanların bu fenâlıklarını müslimânlara duyurarak, bunların serrinden
sakınmalarına sebeb olmak ve müslimânlıgı yanlıs söyliyenlerin ve yazanların
bu iftirâlarını söylemek lâzımdır, gîbet olmaz (Redd-ül muhtâr: 5-263).]
Nemîme, ya’nî müslimânlar arasında söz tasımamalıdır. Bu iki günâhı isleyenlere
çesidli azâblar yapılacagı bildirilmisdir. Yalan söylemek ve iftirâ etmek
de harâmdır, sakınmak lâzımdır. Bu iki fenâlık, her dinde de harâm idi. Cezâları
çok agırdır. Müslimânların ayblarını örtmek, gizli günâhlarını yaymamak ve kusûrlarını
afv etmek çok sevâbdır. Küçüklere, emr altında bulunanlara [zevceye, çocuklara,
talebeye, askere], fakîrlere merhamet etmelidir. Kusûrlarını yüzlerine vurmamalıdır.
Olur olmaz sebeblerle o zevallıları incitmemeli, dövmemeli ve sövmemelidir.
[Hiç kimsenin dînine, malına, canına, serefine, nâmûsuna saldırmamalı,
herkese ve hükûmete olan borcları ödemelidir. Rüsvet almak ve vermek harâmdır.
Yalnız zâlimin zulmünden kurtulmak için ve ikrâh edilince vermek rüsvet olmaz.
Fekat, bunu almak da harâm olur.] Herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü
teâlâya karsı yapdıgı kabâhatleri düsünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ
vermekde acele etmedigini, rızkını kesmedigini bilmelidir. [Ananın, babanın,
hükûmetin, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun emrlerine itâ’at etmeli, ahkâm-ı islâmiyyeye
uygun olmıyanlara ısyân etmemeli, karsı gelmemeli, fitneye sebeb olmamalıdır.]
[(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci cild, 123. cü mektûba bakınız!]
I’tikâdı düzeltdikden ve fıkhın emrlerini yapdıkdan sonra, bütün zemânları,
Allahü teâlâyı zikr ile geçirmelidir. Buna, büyüklerin bildirdigi gibi, devâm etmelidir.
Buna, ya’nî kalbin, Allahü teâlâyı zikr etmesine mâni’ olan herseyi, düsman
bilmelidir. Ahkâm-ı islâmiyyeye ne kadar çok yapısılırsa, Onu anmanın lezzeti artar.
Ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda, gevseklik, tenbellik artdıkca, o lezzet de azalır
ve kalmaz olur. [Zikrin çesidleri vardır. Bunlardan biri, (Allahü ekber, Allahü
ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhilhamd)dır. Buna (Tekbîr-
i tesrîk) de denir. Her gün çok söylemelidir. (Istigfâr düâsı) da, fâidesi pek çok
olan bir zikrdir. Islâm düsmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanıp da, onların tuzaklarına
düsmemege çok dikkat etmelidir.] Dahâ ne yazayım? Aklı olana bu kadar
yetisir. Allahü teâlâ hepimize se’âdet-i ebediyyeye kavusduran seyleri yapmak
nasîb eylesin! Âmîn.
– 115 –
48 — ÜÇÜNCÜ CILD, 35. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Mirzâ Menû Cehre yazılmıs olup, nasîhat vermekdedir:
Allahü teâlâ, hayrlı ömürler ihsân buyursun! Se’âdet, iyilikler verip, basınızdan
geçen acıları unutdursun!
Yavrum! Gençlikde, nefsin arzûları, insanı kapladıgı gibi, ilm ögrenilecek, ibâdet
yapılacak en kârlı zemân da gençlikdir. Gençlikde, sehvetin, asabiyyetin kapladıgı
ânlarda, islâmiyyetin bir emrini yerine getirmek, ihtiyârlıkda yapılan aynı ibâdetden
çok üstün ve kıymetli olur. [Hele baska mâni’ler de araya katılırsa, bunları
dinlemeyip yapılan ibâdetin sevâbı o kadar çokdur ki, ancak Allahü teâlâ bilir.]
Çünki, mâni’ler karsısında, ibâdeti yapmak güçlügü, sıkıntısı, o ibâdetlerin, sânını,
serefini göklere çıkarır. Mâni’ olmayarak, kolay yapılan ibâdetler, asagıda kalır. Bunun
içindir ki, insanların yüksekleri, meleklerin yükseklerinden dahâ üstün olmusdur.
Çünki insan, mâni’ler arasında ibâdet ediyor. Melekler ise, mâni’ olmadan
emre itâ’at ediyor. Harb zemânında, askerin kıymeti artar ve muhârebede ufak bir
hizmetleri, sulh zemânındaki büyük gayretlerinden dahâ kıymetli olur. Gençlik arzûları,
Allahü teâlânın düsmanı olan nefsin ve seytânın sevdigi seylerdir. Islâmiyyete
uygun seyler ise, Allahü teâlânın sevdigi seylerdir. Allahü teâlânın düsmanlarını
sevindirip, bütün ni’metleri veren, hakîkî sâhibi gazaba getirmek, akllı ve zekî
insanların yapacagı sey degildir. Allahü teâlâ, hepimize akla uygun hareketler nasîb
edip, nefse, seytâna ve zındıkların, ya’nî müslimân ismini tasıyan din düsmanlarının
sözlerine ve yazılarına aldanmakdan muhâfaza buyursun! [Hele dinsizlerin,
müslimânlarla alay edenlerin çogaldıgı, müslimân evlâdlarını dinden çıkaran propagandaların
yayıldıgı zemânda yapılan az bir ibâdete, dogru olmak sartı ile, katkat
çok sevâb verilecekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Ey Eshâbım! Siz öyle bir zemânda geldiniz ki, Allahü teâlânın emrlerinden onda
dokuzunu yapıp, birini yapmazsanız, helâk olursunuz, Cehenneme gidersiniz! Bir
zemân gelecek ki, o zemânın mü’minleri, emrlerin birini yapabilip, dokuzunu bıraksalar,
Cehennemden kurtulurlar. O zemânda îmânı olanlara müjdeler olsun!)].
49 — ÜÇÜNCÜ CILD, 57. ci MEKTÛB
Bu mektûb, mevlânâ Hamîd Ahmedî için yazılmısdır. Âlemin yokdan var edilmis
oldugunu bildirmekde ve Yunan felsefecilerinin akl-ı fe’âl dedikleri seyi red
etmekdedir:
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun ve Peygamberlerin en üstününe
salât ve selâm olsun. Allahü teâlâ kendiliginden vardır. Allahü teâlânın varlıgı
kendisindendir. Simdi var oldugu gibi, geçmisde de hep vardı. Ileride de hep vardır.
Varlıgından önce ve varlıgının sonunda yok olması mümkin degildir. Hep var
olması lâzımdır. Yokluk, Ona yaklasamaz. Allahü teâlâdan baska herseye (Âlem)
denir. Âlemin hepsi, maddenin fizik hâlleri, [ya’nî, katı, sıvı ve gaz cismler ve atomlar,
moleküller, enerjiler], gökler, akllar, nefsler, [hücreler, bütün canlılar], elementler
ve bilesik cismler, Onun yaratması ile var olmuslardır. Yok iken, sonradan vücûde
gelmislerdir. Sonsuz var olan yalnız Odur. Ondan baska hersey, yok idiler. Sonradan
var oldular. Sonra, yine yok olacaklardır. Yer küresini iki günde yaratdı. Sonra,
gökleri ve yıldızları da iki günde yaratdı. Ya’nî yokdan var eyledi. (Ha-mîm Secde)
sûresinin dokuzuncu âyetinde meâlen, (Yeri iki günde yaratdı) ve onikinci âyetinde
meâlen, (Sonra, yedi gökü de iki günde var eyledi) buyuruldu. Bir kimse ortaya
çıkıp, Kur’ân-ı kerîmin bu âyetlerini inkâr ederek, mahlûklardan bir kısmına
ve göklere, yıldızlara ve elementlere, akllara, rûhlara kadîm derse, bunun ahmak
oldugu anlasılır. Bütün dinler, Allahdan baska herseyin hâdis olduklarını, ya’nî
yok iken, sonradan var edilmis olduklarını bildirmislerdir. Bütün dinlerin bu sözbirligini,
Huccet-ül-islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî, (El-münkızü aniddalâl) ki-
– 116 –
tâbında bildirmekdedir. Âlemde bulunan seylerden birkaçına kadîm diyenin kâfir
olacagını yazmısdır. Görülüyor ki, mümkin, ya’nî mahlûk olan seylerden birinin
kadîm oldugunu söylemek, dinden çıkmak ve felsefeci olmak demekdir. Allahü
teâlâdan baska hersey yok idi ve hepsi yine yok olacaklardır. Kıyâmet kopacagı
zemân, yıldızlar yerlerinden ayrılıp dagılacak, gökler parçalanacak, yeryüzü ve
daglar da parça parça olacak, hepsi yok olacaklardır. Böyle olacaklarını Kur’ân-ı
kerîm açıkca bildirmekdedir. Müslimânların bütün fırkaları, bunu sözbirligi ile haber
vermisdir. (El-hâkka) sûresinde, bir âyet-i kerîmede meâlen, (Sûra bir kerre
üfürülünce, yeryüzü ve daglar, yerlerinden kaldırılıp silkilecekdir. O gün kıyâmet
kopacak, gök yarılacak ve dagılacakdır) ve (Tekvîr) sûresinde, bir âyet-i kerîmede
meâlen, (Günesin karardıgı, yıldızların yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve
dagların dagılıp saçıldıkları zemâna...) ve (Infitâr) sûresinde, bir âyet-i kerîmede
meâlen, (Gökün yarıldıgı ve yıldızların dagılıp yok oldukları zemân...) ve (Kasas)
sûresinin son âyetinde meâlen, (Hersey yok olacakdır. Yalnız O kalacakdır!) buyurulmusdur.
Kur’ân-ı kerîmde, bunlar gibi, dahâ nice âyetler vardır. Bunların yok olacaklarına
inanmamak, câhillik olur. Yâhud, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan felsefecilerin, yaldızlı
yalanlarına aldanmakdır. Görülüyor ki, mahlûkların yok olacaklarına inanmak,
yokdan var edildiklerine inanmak gibi, îmânın sartıdır. Inanmak elbet lâzımdır.
Âlimlerden birkaçı, yedi sey, ya’nî Ars, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve
Rûh denilen mahlûklar yok olmıyacak, sonsuz var olacaklardır dediler. Bu sözleri,
bunlar yok olamaz demek degildir. Allahü teâlâ, var etmis oldugu seylerden, dilediklerini
tekrâr yok edecek, dilediklerini de, yalnız kendi bilecegi fâide ve sebeblerden
dolayı, hiç yok etmiyecek, bunlar ebedî, ya’nî sonsuz var olacaklardır demekdir.
Allahü teâlâ, diledigini yapar ve istedigini emr eder. Bütün bu yazılanlardan
anlasılıyor ki, âlem ya’nî hersey, Allahü teâlânın dilemesi ve kudreti ile vardır. Var
olmaları için ve varlıkda kalmaları için Allahü teâlâya muhtâcdırlar. Çünki, bâkî
olmak demek, varlıgın her an devâm etmesi demekdir. Baska birsey olmak demek
degildir. Hem var olmak, hem de varlıkda kalabilmek, Allahü teâlânın irâdesi, dilemesi
ile olur. Eski felsefecilerin (Akl-ı fe’âl) dedikleri [ve simdiki din düsmanlarının
(Tabî’at kuvvetleri) dedikleri] sey ne oluyor ki, mahlûkların varlıgı ve yoklugu,
onun emrinde olsun? Bunun varlıgında bile çesidli lâflar ediyorlar. Çünki, bu
ismi koydukları sey, kısa aklları ile ortaya atılmısdır. Islâmın dogru bilgilerine göre,
bunlar, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olan seylerdir. Bu sebebleri de, Allahü
teâlâ yaratmısdır ve yaratmakdadır. Mahlûkların varlıklarının, Allahü teâlâdan
olduklarına inanmayıp, böyle hayâlî, uydurma ismlere baglamak, büyük ahmaklıkdır.
Hattâ varlıklar, Allahın mahlûkları olmayıp da, akllarının esîri olan kısa görüslülerin
uydurdukları birseyin kulları, köleleri olmagı asagılık bilir, utanırlar. Böyle
kul olmakdansa, yok olmagı isterler. Herseye gücü yeten, diledigini yapabilen bir
yaratıcının mahlûku olmayıp da, uydurma birseyin kulu olarak var olmak istemezler.
Böyle ahmaklara, ancak Kehf sûresindeki âyet-i kerîmede bildirildigi gibi,
(Agızlarından çıkan söz, çok kötüdür. Hep yalan söylüyorlar) denilir.
Îmânın tohumu bes vakt nemâzdır,
müslimânım diyen, kılsa gerekdir.
Nemâzın lezzetini duyamıyanlar,
rûhunu tedâvî, etse gerekdir.
Bilmek istersen kim, necât bulmayan,
nemâza hiç ehemmiyyet vermiyen!
Mîzân terâzîde hayrın bulmıyan,
ezânı isitip, gelmiyenlerdir.
– 117 –
50 — KAYYÛM-I RABBÂNÎ, MUHAMMED MA’SÛM
FÂRÛKÎNIN BIRINCI (4. cü) CILD, 14. cü MEKTÛBU
Allahü teâlânın emrlerine yapısmagı, nemâzın ehemmiyyetini bildirmekdedir:
Bu bir kösede unutulmusu hâtırlıyarak, kardesim mevlânâ Muhammed Hanîf
Kâbilî ile gönderdiginiz mektûb geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortagı, benzeri
olmıyan cenâb-ı Hakka baglılıgınızı ve Onun muhabbetinin atesi ile yandıgınızı
anlayınca, sevincimiz katkat artdı. Bu âhır zemân fitne ve zulmeti içinde, Allahü
teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerlesdirir ve kendi hicrânı, ayrılıgı
ile onu yakarsa ne büyük ni’metdir! Bu ni’metin kıymetini bilip sükrünü yapmak
lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalısarak, ask-ı ilâhînin, en son derecesine
yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan baska, hiçbir seye gönül
baglamamalı, fâidesi olmıyan seylerle ugrasmamalıdır. Muhabbet atesi, nefs-i
emmârenin azgınlıgından meydâna gelen, benlik, izzet-i nefs perdesini yakarak,
ezelî ve ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi aydınlatmalıdır. Bir âyet-i kerîmede meâlen,
(Ni’metlerime sükr ederseniz, onları artdırırım) buyurulmakdadır.
Ey mes’ûd ve bahtiyâr kardesim! Mâdem ki, Allahü teâlânın sevdigi kullarının
yolunda yürümek arzûsundasın, bu yolun sartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En
önce, sünnet-i seniyyeye yapısmak ve bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Çünki, Allahü
teâlânın sevgisine ulasdıran yolun esâsı, bu ikisidir. Islerinizi, sözlerinizi ve
ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitâblarına uydurmalısınız.
Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekde ve
söylemekde asırı gitmeyip orta derecede olmalısınız. Seher vakti, [ya’nî gecelerin
sonunda] kalkmaga gayret etmelisiniz. Bu vaktlerde istigfâr etmegi, aglamagı, Allahü
teâlâya yalvarmagı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle düsüp kalkmagı aramalısınız.
(Insanın dîni, arkadasının dîni gibidir) hadîs-i serîfini unutmayınız! Sunu, iyi
biliniz ki, âhıreti [se’âdet-i ebediyyeyi] istiyenlerin dünyâ lezzetlerine düskün olmaması
lâzımdır.
Mubâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, harâmlardan ve sübhelilerden
kaçınınız ki, âhıretde kurtulmak umulsun. Fekat, her dürlü altın ve gümüs esyânın
ve çayırda otlıyan hayvanların ve ticâret esyâsının zekâtını ve toprakdan, tarladan,
agaçdan alınan mahsûllerin usrunu da herhâlde vermek lâzımdır. Bunların
verilecek mikdârları, fıkh kitâblarında bildirilmisdir.
Zekâtı ve fıtraları, islâmiyyetin emr etdigi kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı
ziyâret etmeli, mektûbla gönüllerini almalıdır. Komsuların haklarını gözetmelidir.
Fakîrlere ve borc istiyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, islâmiyyetin
izn vermedigi yerlere harc etmemeli, izn verilen yere de, isrâf etmemelidir.
[Ribâdan ya’nî fâizden, kumarlı ve kumarsız oyunlardan sakınmalıdır.] Parayı oyunlara,
harâmlara, çalgılara, süslenmege, gösteris yapmaga, ögünmege, mal toplamaga
kullanmamalıdır. Bunlara dikkat edince, mal, zarardan kurtulur ve dünyâlıklar,
âhıretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.
Iyi biliniz ki, nemâz, dînin diregidir. Nemâz kılan bir insan, dînini dogrultmus
olur. Nemâz kılmayanın, dîni yıkılır. Nemâzları, müstehab zemânlarında ve sartlarına
ve edeblerine uygun olarak kılmalıdır. Bunlar, fıkh kitâblarında bildirilmisdir.
Nemâzları cemâ’at ile kılmalı ve birinci tekbîri imâm ile birlikde almaga çalısmalıdır
ve birinci safda yer bulmalıdır. [Câmi’e geç gelip, birinci safa geçmek için,
safları yarmak, cemâ’ate eziyyet vermek harâmdır.] Bunlardan biri yapılmazsa, mâtem
tutmalıdır. Kâmil bir müslimân, nemâza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhırete
girer. Çünki, dünyâda Allahü teâlâya yaklasmak, çok az nasîb olur. Eger nasîb
olursa, o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıkdır. Âhıret ise, asla yakınlık yeridir.
Iste nemâzda, âhırete girerek, burada nasîb olan devletden hisse alır. Bu dünyâda
hasret ve firâk atesi ile yanan susuzlar, ancak nemâz çesmesinin hayât suyu ile
– 118 –
serinleyip râhat bulur. Büyüklük ve ma’bûdluk sahrâsında sasırmıs kalmıs olanlar,
nemâz gelininin çadır etekleri altında vuslatın [matlûba kavusmanın] kokusunu
duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdu ki: (Bir mü’min nemâz kılmaga baslayınca, Cennet kapıları onun için
açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennetde olan hûru’în onu
karsılar. Bu hâl, nemâz bitinceye kadar devâm eder).
Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri
yaparak ve kıymetli kitâblarda ve hadîs-i serîflerde bildirilen düâları, tesbîhleri
okuyarak vaktlerinizi ma’mûr ediniz! Bu düâ ve tesbîhlerden ve ibâdetlerden bir
kısmını, bu fakîr toplamısdım. Mevlânâ Muhammed Hanîf almısdı. Zemânınızın
çogunu, (Lâ ilâhe illallah) kelimesini söylemekle geçiriniz. Nefsi ve kalbi temizlemekde
çok te’sîrlidir. Hergün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz
söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmegi se’âdetin sermâyesi biliniz. Bu yolda ilerleten
en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet oldugunu biliniz! Fârisî nazm tercemesi:
Aradıgın hazînenin nisânını verdim sana!
Belki sen kavusursun, biz varamadıksa da!
Allahü teâlâ size ve dogru yolda gidenlere selâmet ve râhatlıklar versin!
[(Dürr-i yektâ serhi)nde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde emr olunan
(Salât) kelimesi, hergün bes vaktde, herkesin bildigi seklde kılınan nemâzdır. Bu salâtin,
husûsî hareketleri yapmak ve husûsî seyleri okumak oldugu, Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından bildirilmis, kendisi de böyle kılmıs oldugunu,
Eshâb-ı kirâm, Tâbi’îne, onlar da, Tebe’i tâbi’îne bildirmisler, her asrda bulunan
âlimlerin haberleri, tevâtür ile bizlere kadar gelmisdir. [Tevâtür, bir haberin agızdan
agıza yayılması demekdir. Bu tevâtür haberleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları
ile, bütün dünyâya yayılmısdır.] Tarîkat seyhi oldugunu söyleyen ba’zı mülhid
ve zındıklar, câhil müslimânlara, (Sana nemâzı bagısladım. Artık kılma) yâhud
(Allahın ve Peygamberin emr etdigi nemâz, herkesin yapdıgı, yatıp kalkmak ve belli
seyleri okumak degildir. Allahın ismini zikr etmek ve Onun büyüklügünü düsünmek
demekdir) derse, nemâzı inkâr ve müslimânları ifsâd etmis olur. Mahkeme karârı
ile katli lâzım olur. Tutuldukdan sonra yapdıgı tevbesi kabûl olmaz. Nemâzı inkâr
eden, ya’nî vazîfe olduguna inanmıyan kâfir olur. Inanıp da, tenbellik ile terk eden
(fâsık) olur. Ya’nî büyük günâh islemis olur. Kılmaga baslayıncaya kadar habs olunur.
Kılmaga baslayınca, kılmadıklarını da kazâ etmesi ve ayrıca tevbe etmesi lâzım
olur.) Dürr-i yektânın yazısı temâm oldu. Nemâzın nasıl kılınacagını, kazâ nemâzlarını,
bütün din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından ögrenmeli, sinsi
düsmanların ve zındıkların yaldızlı yazılarına ve tatlı sözlerine aldanmamalıdır.
Islâmiyyetde seyh-ul-islâm, ya’nî diyânet isleri reîsleri ve islâm müftîleri vardı.
Müftî adını tasıyan devlet me’mûrlarının da bulundugu zemânlar oldu. Islâm
müftîsi ile müftî denilen me’mûrları birbirine karısdırmamalıdır. Islâm müftîleri,
Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren âlimler
idi. Müftî denilen devlet me’mûrları ise, zâten ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmezlerdi.
Allahü teâlânın yasak etdigi birseyi, kanûn emr etseydi, bu seyi yapmak câiz degildir
demezlerdi. Allahü teâlânın emr etdigi birseyi, bir zâlim terk etseydi, bu seyi
yapmak lâzım oldugunu söyleyemezlerdi. Susarlar veyâ tersini söylerlerdi.
Böylece, kendileri dinden çıkar, müslimânları da günâha veyâ küfre sürüklerlerdi.
Cengiz askerinin, islâm memleketlerine yayılıp, câmi’lerin yıkıldıgı, müslimânların
öldürüldügü zemânlarda ve Fâtımîler ve Resûlîler zemânlarında, hattâ
Abbâsîler zemânında, böyle müftî denilen devlet me’mûrları, harâmlara câizdir dediler.
Hattâ, Kur’ân-ı kerîme mahlûkdur dediler. Müftî adı verilen bu me’mûrların
böyle uydurma fetvâlar vererek dînin yıkıldıgı zemânlarda, fıkh, ilmihâl kitâblarına
uyanlar, dogru yolda kaldı. Dinlerini kurtarabildi.
– 119 –
Fetvâ demek, herhangi birseyin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olup olmadıgını bildirmek
demekdir. Yalnız, (uygundur) veyâ (câiz degildir) demek, fetvâ olmaz. Bu cevâbın,
hangi fıkh kitâbının, hangi yazısından alındıgını da bildirmek lâzımdır. Fıkh
kitâblarına uymıyan fetvâlar yanlısdır. Bunlara baglanmak câiz degildir. Islâm bilgilerini
ögrenmeden, bilmeden, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i serîf okuyup da, bunlara kendi
kafasına, kendi görüsüne göre ma’nâ verenlere islâm âlimi denmez. Bunlar Beyrutdaki
papaslar gibi, arabca bilen bir tercüman olabilir. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler
ve yazsalar da, hiç kıymeti yokdur. (Ehl-i sünnet âlimleri)nin anladıklarına ve
bunların yazdıgı fıkh kitâblarına uymıyan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ begenmez.
Ibni Âbidîn, dördüncü cild, üçyüzbirinci sahîfede, kâdî, ya’nî hâkimleri anlatırken
buyuruyor ki, (Fâsıkın müftî olması uygun degildir. Bunun verdigi fetvâlara
güvenilmez. Çünki fetvâ vermek, din islerindendir. Din islerinde fâsıkın sözü kabûl
edilmez. Diger üç mezhebde de böyledir. Böyle müftîlere birsey sormak câiz
degildir. Müftînin müslimân olması ve akllı olması da, sözbirligi ile sartdır. Âdile,
sâliha olan kadının ve dilsizin fetvâsı kabûl olunur.Müftî ve hâkim, imâm-ı a’zam
Ebû Hanîfenin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradıgını onun sözlerinde açıkca
bulamazsa, imâm-ı Ebû Yûsüfün sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa,
imâm-ıMuhammed Seybânînin sözünü alır. Ondan sonra imâm-ı Züferin, dahâ sonra
Hasen bin Ziyâdın sözünü alır. Müctehid-i fil-mezheb âlimlerinden eshâb-ı
tercîh olan müftîler, ictihâdlar arasında delîlleri kuvvetli olanları seçerler. Müctehid
olmıyanlar, bunların tercîh etmis oldukları söze uyar. Böyle yapmıyan müftîlerin
ve hâkimlerin sözü kabûl edilmez. Demek ki, tercîh ehlinin seçmemis oldugu
seylerde, Imâm-ı a’zamın sözünü almak lâzımdır.Müftînin müctehid-i fil-mezheb
olması lâzımdır. Böyle olmıyana müftî denilemez, nâkıl, fetvâyı iletici denir.
Nâkıller fetvâları, meshûr fıkh kitâblarından alır. Bu kitâblar, meshûr olan mütevâtir
haberler gibi kıymetlidirler). (Mecelle)nin önsözündeki mazbata [kararnâme]
nin sonunda diyor ki, (Nasıl yapılacagı Nass ile açıkça bildirilmemis olup, ictihâd
ile anlasılan bir is için, çesidli ictihâdlar bulundugu zemân, imâm-ı müslimîn
hazretleri, bu ictihâdlardan hangisi ile amel olunmasını emr ederse, o isi bu emre
göre yapmak vâcib olur.)
(Redd-i vehhâbî) kitâbında diyor ki, Nisâ sûresinde, (Bir isde anlasamazsanız,
bu isin hükmünü Allahdan ve Resûlullahdan anlayınız!) meâlindeki ellisekizinci
âyet-i kerîme, (Bir isde anlasamazsanız, bu isin nasıl yapılacagını, âlim olanlarınız
Allahın kitâbından ve Resûlullahın sünnetinden anlasınlar. Âlim olmıyanlarınız
ise, âlimlerin anladıklarına uyarak yapsınlar) demekdir. Görülüyor ki, bu
âyet-i kerîme, mezheb imâmlarını taklîd etmegi emr etmekdedir. Ibni Hümâm,
(Feth-ul-kadîr) kitâbında diyor ki, (Müftînin müctehid olması lâzımdır. Ictihâd derecesine
yükselmis âlim olmıyan din adamı müftî olamaz. Müctehid olmıyan din
adamı müftî yapılırsa, bunun müctehidlerin bildirdiklerini okuyup, ögrenip, bunları
söylemesi lâzımdır). (Kifâye) kitâbında, orucu anlatırken diyor ki, (Müctehid
olmıyan din adamı, bir hadîs isitince, bu hadîsden kendi anladıgına uyarak amel
edemez.Müctehidlerin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i serîflerden anlıyarak, ögrenerek
verdikleri fetvâ ile amel etmesi lâzımdır. Böyle yapmazsa, vâcibi terk etmis
olur). (Takrîr) kitâbında da böyle yazılıdır. (Mekâtîb-i serîfe) kitâbının seksensekizinci
mektûbunda buyuruyor ki, (Hadîs-i serîfde, (Her yüz senede bir müceddid
zâhir olur. Ümmetimin islerini yeniler) buyuruldu.Meselâ, sultânlar içinde Ömer
bin Abdül’Azîz, din bilgilerinde imâm-ı Sâfi’î, tesavvufdaMa’rûf-i Kerhî, esrâr bilgilerinde
imâm-ı Muhammed Gazâlî, feyz vermekde ve hârikalar, kerâmetler
göstermekde, Abdülkâdir Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat,
hakîkat ve akâid bilgilerinin inceliklerini açıklamakda ve kalblere akıtmakda
imâm-ı Ahmed Rabbânî müceddid-i elf-i sânî, müceddid idiler. Hepsi, islâmiyyetin
yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etdiler.)]
– 120 –

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...