EDİLLE-İ ŞER'İIYYE (DÖRT VESİKA)
Bu üç vesîkadan baska, bir de, (Icmâ’-ıümmet) vardır ki,
Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin sözbirligi oldugu, Ibni Âbidînde
(Habs) bahsinde yazılıdır. Ya’nî gördükleri ve isitdikleri zemân, hiçbirisinin red
ve inkâr etmedigi seylerdir. Sî’îlerin (Minhâc-üs-sâlihîn) kitâbında, ölmüs olana
tâbi’ olmak câiz degildir demeleri dogru degildir.]
Dîn-i islâm, bu dört vesîka ile bizlere gelmisdir. Bu dört vesîkaya (Edille-i
ser’ıyye) denir. Bunların dısında kalan hersey bid’atdir, zındıklıkdır ve dinsizlikdir.
Tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, kesfler, ahkâm-ı islâmiyye
için sened ve vesîka olamaz. Kesflerin, ilhâmların dogru olup olmadıgı, islâmiyyete
uygun olup olmamaları ile anlasılır. Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında
bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, asagı derecelerdeki müslimânlar gibi, bir
müctehide tâbi’ olmak mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî
ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi’ olarak yükselmislerdir.
Ahkâm-ı islâmiyyeye yapısmak, bir agaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan
ilmler, ma’rifetler, kesfler, tecellîler, ask-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu agacın
meyveleri gibidir. Evet, agaç dikmekden maksad, meyve elde etmekdir. Fekat, meyve
kazanmak için, agaç dikmek sartdır. Ya’nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye
yapılmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddi’âda bulunanlar, zındıkdır,
dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan dahâ çok kaçmalıdır.
Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. [(Merec-ül-bahreyn)
de, Ahmed Zerrûkdan alarak diyor ki, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, (Fıkh ögrenmeyip, tesavvuf ile ugrasan, dinden çıkar. (Zındık) olur. Fıkh
ögrenip tesavvufdan haberi olmıyan [(Bid’at sâhibi), ya’nî] sapık olur. Her ikisini
edinen, hakîkate varır) buyurdu. Fıkhı dogru ögrenen ve tesavvufun zevkıni alan,
kâmil insan olur. Tesavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkh âliminin
mezhebinde idi. Tesavvufcunun mezhebi yokdur demek, mezheblerin hepsini
bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demekdir. Cüneyd-i
Bagdâdî, Süfyân-ı Sevrînin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. Ebû
Bekr-i Siblî, mâlikî idi. Imâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, sâfi’î
idi “Kaddesallahü teâlâ esrârehüm”.]
27 — Seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında
buyuruyor ki, (Ictihâd, insan gücünün yetdigi kadar, ya’nî cehd ile zahmet çekerek
çalısmak demekdir. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde sarîh ve açık
bildirilmemis bulunan ahkâmı ve mes’eleleri, açık ve genis anlatılmıs mes’elelere benzeterek,
meydâna çıkarmaga ugrasmakdır. Bunu ancak Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” ve Onun Eshâbının hepsi ve diger müslimânlardan ictihâd makâmına
yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı
Hak, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd etmegi emr ediyor. O hâlde, ma’nâları
açıkça anlasılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i serîflerin derinliklerinde bulunan
ahkâm-ı islâmiyyeyi ve mesâil-i dîniyyeyi, mefhûm ile ve delâlet ile anlıyabilen büyüklere,
ya’nî mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, arabî
yüksek ilmleri temâmen bilip, Kur’ân-ı kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerîmenin
ma’nây-ı murâdîsini, ma’nây-ı isârîsini ve ma’nây-ı zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve
âyet-i kerîmelerin geldikleri zemânları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini,
küllî ve cüz’î olduklarını, nâsih veyâ mensûh olduklarını, mukayyed veyâ mutlak
olduklarını ve kırâet-i seb’a ve asereden ve kırâet-i sâzzeden nasıl çıkarıldıkla-
– 50 –
rını bilmek, Kütüb-i sittedeki ve diger hadîs kitâblarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezberden
bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için îrâd buyuruldugunu ve ma’nâsının
ne kadar genisledigini ve hangi hadîsin digerinden önce veyâ sonra oldugunu ve
baglı bulundugu hâdiseleri ve hangi vak’a ve hâdiseler üzerine buyuruldugunu ve
kimler tarafından nakl ve rivâyet olundugunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve
ne ahlâkda olduklarını bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ’idelerini tanımak, oniki ilmi
ve Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i serîflerin isâretlerini, rumûzlarını ve açık ve kapalı
ma’nâlarını kavramak ve bu ma’nâlar kalbinde yer etmis olmak, kuvvetli îmân sâhibi
olmak ve itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır.
Ictihâd ve tefsîr hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitâbında uzun bilgi vardır.
(Redd-i Vehhâbî) kitâbı, 1264 h. de Delhîde ve 1415 de Istanbulda tab’ edilmisdir.
Bütün bu üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetisen,
ba’zı büyüklerde bulunabildi. Dahâ sonraları, fikrler, re’yler dagılıp, bid’atler
çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu sartları
hâiz kimse, ya’nî mutlak müctehid olarak meshûr olan görülmedi). Hicretden
dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünki, Allahü teâlâ ve Onun
Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât sekllerinde ve fen vâsıtalarında
yapılacak degisikliklerin, yeniliklerin hepsine sâmil olan ahkâmın hepsini
bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen
âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında
bildirirler. (Müceddid) denen bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur.
(Fen vâsıtaları degisdi. Yeni hâdiselerle karsılasıyoruz. Din adamları toplanarak
yeni tefsîrler yazılmalı, yeni ictihâdlar yapılmalıdır) diyerek, nasslara ilâveler,
degisiklikler yapmak lâzım oldugunu savunanların (Zındık) ve islâm düsmanı oldukları
anlasılır. Islâm düsmanlarının en zararlısı ingilizlerdir.
Islâm düsmanlıgı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulmus olan Ingiliz
Imperatorlugu, Kanada ve Avustralya ile Asyada ve Afrikada kırk memleketi kültür
emperyalizmi ve kuvvet yolu ile isgâl ederek, ingiliz sömürgesi yapdı. Igrenç
ingiliz politikası geregi olarak önce bu ülkelerin dilleri, dinleri, örf ve âdetleri tahrib
edildi. Sonra da yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sömürüldü. Her dürlü direnme
kanlı bir seklde basdırıldı. Islâm dînini ögreten bütün medrese ve mektebleri de
kapatdılar. Halka dogru yolu gösterebilecek bütün âlimleri ve din adamlarını, hattâ
talebeleri bile öldürdüler. Yalnız Çanakkale harbinde ingilizlerin 274 bin müslimânı
sehîd etdigi, 18.3.2000 târîhli Türkiye gazetesinde yazılıdır. Yeni nesillerin
dinsiz yetismesi için de Islâm dînini ögreten kitâbları imhâ etdiler.
1877 de Osmânlı-Rus harbi esnâsında, Ingiltere, Hindistânın ilhâkını îlân ederken,
Midhat Pâsanın destegini dahâ önceden garantilemisdi. Çünki, Midhat Pâsa,
meshûr Iskoç locasına kayıdlı olması sebebi ile ingiliz hükûmeti tarafından ingiliz
ajanı gibi kullanılarak, Osmânlı Devletini harbe sokmus ve Sultân Abdül’azîz
Hânı da sehîd etdirmisdi.
Batıya sartlandırılan devlet adamları ile Batılı uzman olarak görevlendirilen ajanların
isbirligi sâyesinde; “Fen bilgisi din adamına lâzım olmaz!” iftirâsında bulunarak,
medreselerden fen dersleri kaldırıldı. Ondan sonra da, fen bilgilerinden mahrûm
edilen din adamlarını, “Fen bilgilerinden anlamadıkları” gerekçesi ile, câhillik
ile suçlayıp, horlamak sûretiyle gençleri dinden sogutdular.
28 — Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yapdıgı ve kaçındıgı seyler iki
kısmdır:
Birisi, ibâdet olarak yapdıgı ve kaçındıgı seylerdir. Her müslimânın bunlara tâbi’
olması lâzımdır. Bunlara uymayan seyler bid’atdir. Ikincisi, âdet olarak ya’nî,
bulundukları sehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakda oldukları seylerdir.
Bunları da begenmiyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fekat, bunları yapmak, mecbûrî
degildir. Bunlara uymayan sey, bid’at degildir. Bunları yapıp yapmamak,
memleketlerin ve insanların âdetlerine baglıdır. Mubâh kısmındandırlar. Din ile
– 51 –
baglılıkları yokdur. Her memleketin âdeti, baska baskadır. Hattâ, bir memleketin
âdeti, zemânla degisir.
[Ibni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” abdestin sünnetlerini anlatırken, buyuruyor
ki, (Mesrû’ât, ya’nî ibâdetler, ya’nî müslimânlara yapılması emr olunan seyler, dört
kısmdır: Farz, vâcib, sünnet, nâfile. Allahü teâlânın açık olarak bildirdigi emrlerine
(Farz) denir. Açık olmayıp, zan ederek anlasılan emrlerine (Vâcib) denir. Farz
veyâ vâcib olmayıp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kendiliginden
emr etdigi veyâ yapdıgı ibâdetlere (Sünnet) denir. Bunları devâmlı yaparak, nâdiren
terk etmis ve terk edenlere birsey dememis ise, (Sünnet-i hüdâ) veyâ (Müekked
sünnet) denir. Bunlar, islâm dîninin si’ârıdır. [Ya’nî, bu dîne mahsûsdurlar.
Baska dinlerde yokdurlar.] Vâcibleri terk edeni görünce, terk etmesine mâni’
olurdu. Kendisi ara sıra terk etmis ise, (Sünnet-i gayr-ı müekkede) denir. Müekked
sünneti, özrsüz olarak devâmlı terk etmek mekrûh olur. Küçük günâh olur. Allahü
teâlâ, bütün ibâdetlere sevâb verecegini va’d etdi. Söz verdi. Fekat, ibâdete
sevâb verilmesi için, niyyet etmek lâzımdır. Niyyet, emre itâat ve Allahü teâlânın
rızâsına kavusmak için yapdıgını kalbinden geçirmek demekdir. [Bu üç kısm ibâdeti
belli zemânlarda yapmaga (Edâ etmek) denir. Zemânında yapmayıp, zemân
geçdikden sonra yapmaga (Kazâ etmek) denir. Edâ veyâ kazâ etdikden sonra, kendiliginden
tekrâr yapmaga (Nâfile ibâdet) denir.] Farzları ve vâcibleri nâfile olarak
yapmak, müekked sünnetleri yapmakdan dahâ çok sevâb olur. Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” ibâdet olarak degil de, âdet olarak, devâmlı yapdıgı
seylere (Sünnet-i zevâid) denir. Elbiseleri, oturması, kalkması, iyi seyleri yapmaga
sagdan baslaması böyledir. Bunları yapanlara da sevâb verilir. Bunlara sevâb
verilmesi için, niyyet etmek lâzım degildir. Niyyet edilirse, sevâbları çogalır. Zevâid
sünnetleri ve nâfile ibâdetleri terk etmek mekrûh olmaz.)]
Bunlarla berâber, âdete baglı seylerde de Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve
sellem” tâbi’ olmak, dünyâda ve âhıretde, insana çok sey kazandırır ve çesidli
se’âdetlere yol açar.
29 — Ibni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, nemâzın mekrûhlarını anlatırken
buyuruyor ki; (Kâfirlerin yapdıkları ve kullandıkları seyler de iki kısmdır:
Birisi, âdet olarak, ya’nî her kavmin, her memleketin âdeti olarak yapdıkları seylerdir.
Bunlardan, harâm olmayıp, insanlara fâideli olanları yapmak ve kâfirlere
benzemegi düsünmiyerek kullanmak hiç günâh degildir. [Pantalon, fes ve çesidli
ayakkabı, çatal, kasık kullanmak, yemegi masada yimek ve herkesin önüne tabaklar
içinde koymak ve ekmegi bıçak ile dilimlere ayırmak ve çesidli esyâ ve âletleri
kullanmak, hep âdete baglı seyler olup mubâhdırlar. Bunları kullanmak, bid’at
olmaz, günâh olmaz.] Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” papasların kullandıgı
ayakkabıyı kullanmısdır). Bunlardan, fâideli olmıyanları ve çirkin ve mezmûm
olanları kullanmak ve yapmak harâm olur. Fekat, iki müslimân bunları kullanınca
(Âdet-i islâm) olur ve üçüncü kullanan müslimâna harâm olmaz. Birinci ve ikinci
müslimân günâhkâr olursa da, baskaları olmaz. (Kâmûs-ül-a’lâm)da, Timürtas
pâsada diyor ki, (Osmânlı sancagının rengini ve [bugünkü ay-yıldızlı Türk bayragının]
seklini ta’yîn eden ve o zemâna kadar beyâz olan fesi kırmızıya boyayan, Timürtas
pâsadır). Abbâsî devletinin bayragı siyâh idi. Halîfe Memûn zemânında yesile
çevrildi. Görülüyor ki, fes macarlardan alınmamısdır. Türk yapısıdır.
(Birgivî vasıyyetnâmesi)nde diyor ki, (Kâfirlerin kullandıkları seylerin ikinci kısmı,
ibâdet olarak yapdıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve islâmiyyeti inkâr etmek ve
inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcib olan seylerdir ki, bunları yapan
ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veyâ bir uzvun kesilmesi ile veyâ bunlara sebeb
olan, siddetli dayak, habs, bütün malını almak ile tehdîd edilmedikce kullanılamaz.
Bunlardan meshûr olanlarını bilmiyerek veyâ saka olarak veyâ herkesi güldürmek
için yapan da, kâfir olur. Meselâ, papasların ibâdetlerine mahsûs seyi kul-
– 52 –
lanmak küfr olur. Buna (Küfr-i hükmî) denir.) Onlara mahsûs olan seyleri kullanmanın
küfr oldugu, islâm âlimlerinin temel kitâblarında yazılıdır. (Ibni Âbidîn) “rahmetullahi
teâlâ aleyh” besinci cild, dörtyüzseksenbirinci sahîfeyi okuyunuz! Din düsmanları,
müslimânları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, müslimân
âdeti, müslimânların mubârek günü diyerek, bunların gâvurluk ve kâfirlik oldugunu
örtmege ugrasıyorlar. Büyük Kostantinin hıristiyanlık dînine karısdırdıgı Noel
gecesini ve Cemsîdin ortaya çıkardıgı Nevruz günü mecûsî bayramını, millî bayram
olarak tanıtıyorlar. Müslimânların bu günlerde bayram yapmalarını istiyorlar.
Genç ve sâf müslimânlar bunlara aldanmamalıdır. Güvendikleri hâlis müslimânlara,
nemâz kılan akrabâlarına, dînini bilen baba dostlarına sorup ögrenmelidir. Bugün
bütün dünyâda, gerek îmânı ve küfrü tanımakda, gerekse ibâdetleri dogru
yapmakda, câhillik özr degildir. Meshûr olan din bilgilerini bilmedigi için aldanan,
Cehennemden kurtulamıyacakdır. Allahü teâlâ, bugün, dînini dünyânın her tarafına
duyurmus, îmânı, halâli, harâmı, farzları, güzel ahlâkı ögrenmek pek kolaylasmısdır.
Bunları, lüzûmu kadar ögrenmek farzdır. Ögrenmeyip câhil kalan farzı
terk etmis olur. Ögrenmege lüzûm görmiyen, ehemmiyyet vermiyen kâfir olur.
30 — Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak yedi derecedir: Birincisi,
ahkâm-ı islâmiyyeye inanarak, bunları ögrenmek ve yapmakdır. Bütün müslimânların
ve âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
tâbi’ olması, bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemisdir. Allahü teâlâ,
merhamet ederek, yalnız kalbin îmânını kabûl etmekdedir.
Ikincisi, emrleri yapmakla berâber, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve kalbi kötü huylardan temizlemekdir. Tesavvuf
yolunda yürüyenler bu derecededir.
Üçüncüsü, Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” bulunan hâllere, zevklere
ve kalbe dogan seylere de tâbi’ olmakdır. Bu derece, tesavvufun (Vilâyet-i hâssa)
dedigi makâmda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâ’at eder ve bütün ibâdetler,
hakîkî ve kusûrsuz olur.
Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayrlı isler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır. Bu
derece, (Ulemâ-i râsihîn) denilen büyüklere mahsûsdur. Bu râsih ilmli âlimler,
Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i serîflerin derin ma’nâlarını ve isâretlerini anlar. Bütün
Peygamberlerin Eshâbı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, böyle idi. Hepsinin
nefsleri îmân etmis, mutmainne olmusdur. Böyle tâbi’ olmak, yâ tesavvuf ve
vilâyet yolundan ilerleyenlere veyâ bütün sünnetlere yapısarak bütün bid’atlerden
kaçanlara nasîb olur. Bugün, dünyâyı bid’at kaplamıs, sünnetler gayb olmusdur.
Bugün, sünnetleri bulup yapısmak ve bid’at deryâsından kurtulmak, imkân hâricinde
kalmısdır. Bid’atler, âdet hâlini almısdır. Hâlbuki, âdetler ne kadar yerlesmis
ve yayılmıs olsalar ve ne kadar güzel görünseler de, din ve ahkâm-ı islâmiyye
olamaz. Küfre sebeb olan ve harâm olan seyler, âdet hâlini alsalar, halâl ve câiz
olmazlar. [Demek ki, bu dereceye kavusmak için, tesavvuf yolundan ilerlenir.
Bu yola, tarîkat denir. Ilk asrlarda, sünnetlerin hepsine uymak kolay idi. Tesavvufa
lüzûm yokdu.]
Besincisi, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs kemâlâta, yüksekliklere
tâbi’ olmakdır. Bu kemâlât, ilm ve ibâdet ile ele geçemez. Ancak, Allahü
teâlâdan, lutf ve ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük Peygamberler “salevâtullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” ve bu ümmetin pek az büyükleridir.
Altıncısı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mahbûbiyyet ve ma’sûkıyyet
kemâlâtına tâbi’ olmakdır ki, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûsdur ve
lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.
Yedinci derece, insan vücûdünün her zerresinin tâbi’ olmasıdır. Tâbi’ metbû’a
o kadar benzer ki, tâbi’ olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” gibi, aynı kaynakdan, herseyi alır.
– 53 –
31 — IKINCI CILD, 67. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Hân-ı Hânân-ı cihâna yazılmıs olup, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve islâmın
bes sartını ve günâhlardan tevbe etmegi bildirmekdedir:
Mektûbuma Besmele ile baslıyorum. [Ya’nî, dünyâda, bütün insanlara fâideli
seyleri yaratıp göndermekle merhamet eden ve âhıretde, Cehennemi hak etmis olan
mü’minleri, afv ve inâyet buyuran, mahlûkâtı yaratan ve her ân varlıkda durduran
ve korku ve dehsetden muhâfaza buyuran Allahü teâlânın ism-i serîfi ile, bu mektûbu
yazmaga baslıyorum.] Onun seçdigi, begendigi iyi insanlara selâmetler olsun!
[Ibni Âbidîn, birinci cild, altıncı sahîfede buyuruyor ki, (Hayvan keserken, av
hayvanına ok atarken, ava ta’lîm edilmis köpegi gönderirken, (Bismillâh) veyâ (Allahü
ekber) demek vâcibdir. Besmeleyi temâm söylemek de olur. Her rek’atde, Fâtihadan
önce, Besmele çekmek vâcib diyenler vardır. Fekat, sünnet oldugu dahâ
dogrudur. Abdest almaga, yimege, içmege ve her fâideli ise baslarken, Besmele çekmek
sünnetdir. Fâtiha ile sûre arasında Besmele çekmek, câiz veyâ müstehabdır.
Yürümege, oturmaga, kalkmaga baslarken okumak mubâhdır. (Bismillâhillezî
lâ-yedurru ma’ asmihî sey’ün fil-erdı velâ fissemâi ve hüves-semî’ul’alîm), ya’nî besmele
okuyarak baslanan her sey, zarar vermez.
Avret yerini açarken, necâset bulunan yere girerken ve Berâe sûresini, evvelki
sûreye bitisik okurken ve sigara içmege ve bunun gibi, fenâ kokulu seyleri, meselâ
sogan, sarmısak gibi seyleri yimege [ve sakal trası olmaga baslarken], Besmele
çekmek mekrûhdur. [Sigaranın, sogan ve sarmısak gibi fenâ kokulu seylere benzetilmesi,
tütünün, bu seyler gibi, tab’an mekrûh oldugunu, ser’an mekrûh olmadıgını
göstermekdedir.] Harâm islemege baslarken besmele çekmek, harâmdır. Hattâ,
kat’î harâm olan seye, bile bile, Besmele çeken kâfir olur dediler. Kur’ân-ı kerîm
niyyeti ile, cünübün Kur’ân-ı kerîm okuması harâmdır.
Hamd etmek, nemâzda vâcib, hutbede ve her düâdan önce ve yimekden, içmekden
sonra sünnetdir. Her hâtırladıkca söylemek mubâhdır. Pis yerlerde söylemek
mekrûh, harâm yidikden, içdikden sonra söylemek, harâmdır ve belki, küfre sebeb
olur.)].
Lutf ederek göndermis oldugunuz kıymetli mektûbunuz geldi. Allahü teâlâya
hamd ve sükrler olsun ki, sübhelerin artdıgı su zemânda, hiçbirseye ihtiyâcı olmıyan
sizin gibi bahtiyârlar, temiz mayalarının îcâbı olarak, hiçbir münâsebet olmadıgı
hâlde, bir kösede kalmıs, unutulmus olan bu fakîrleri düsünmekle, iltifât buyuruyor
ve bu tâifeye îmân ediyorsunuz. Ne büyük ni’metdir ki, çesidli mesgûliyyet
ve baglılıklarınız, sizleri bu devletden alıkoymamıs ve dagınık isleriniz, onlara
muhabbetinize mâni’ olmamıs. Bu büyük ni’metin sükrünü yerine getirmelisiniz
ve (El mer’ü me’a men ehabbe), ya’nî, (Herkes, âhıretde, dünyâda iken sevmis
oldugu kimselerle berâber bulunacakdır) hadîs-i serîfinden ümmîdli olmalısınız!
Ey kıymetli ve bahtiyâr insan! Yetmisüç fırka içinde, Cehennemden kurtulan,
yalnız (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkasıdır. Her müslimân, Ehl-i sünnet i’tikâdını
ögrenmeli, îmânını buna göre düzeltmelidir. Asrlardan beri dünyâya yayılmıs
olan müslimânların çogu, Ehl-i sünnet idi. [Gelmis olan yüzbinlerle Ehl-i sünnet
âlimlerinin, milyonları asan kitâbları, dünyânın her tarafına, islâmiyyeti yaymıs,
tanıtdırmısdır. Cehennemden kurtulmak istiyen, bu dogru kitâbları bulup, okuyup
i’tikâdını düzeltmelidir.] Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan i’tikâda
uymıyan fenâ, bozuk i’tikâdlar, îmânlar, ya’nî bunlara gönül baglamak, gönlü öldüren
bir zehrdir. Insanı sonsuz ölüme, ebedî azâba götürür. Amelde, ibâdetlerde
tenbellik, gevseklik olursa, afv olunabilir. Ammâ, i’tikâdda gevsek davranmak
afv olunmaz. (Sirki, ya’nî küfrü, aslâ afv etmiyecegim. Diger bütün günâhları, istedigim
kimselerden afv ederim!) meâlindeki âyet-i kerîme meshûrdur.
– 54 –
Ehl-i sünnet i’tikâdını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre i’tikâdı düzeltmelidir.
Hak teâlâdan, yalvararak, bu i’tikâd üzere dâim olmayı istemelidir.
[Herseyin yokdan var oldugunu, bütün varlıkların yok oldugunu görüyoruz. Bu
hâl sonsuzdan böyle gelmis olamaz. Herseyi yokdan var eden ve hiç yok olmıyan
bir yaratıcı yaratmısdır. Bu yaratıcı, varlıgını bildirmek için, Peygamberler ve kitâblar
göndermisdir. Peygamberler ve kitâblar, meshûrdur. Ismleri, dünyânın
her yerindeki kütübhânelerde yazılıdır. Meydânda olan sey, inkâr olunamaz. Allahü
teâlânın, varlıgına inanmamak, meydânda olan seyi inkâr etmek olur. Allahü
teâlânın varlıgına ve birligine inanmamak, günlük hâdiseleri, kitâbda okuyup,
inanmamak gibidir. Bu da, akllı bir kimsenin yapacagı birsey degildir.] Biliniz
ki, Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. Ondan baska hersey, Onun var etmesi
ile var olmusdur. Onun yaratması ile yoklukdan varlıga gelmisdir. O, sonsuz
olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Ya’nî hep var idi. Varlıgından evvel yokluk olamaz.
Ondan baska hersey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yaratdı. Kadîm
ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, ya’nî
yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî, varlıgı lâzım olan, yalnız Odur. Ibâdete hakkı
olan da, yalnız Odur. Ondan baska herseyin var olmasına lüzûm yokdur. Olsalar
da olur, olmasalar da. Ondan baska hiçbirsey, ibâdet olunmaga lâyık degildir.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, Ilm, Sem’, Basar, Kudret,
Irâde, Kelâm ve Tekvîndir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları
Zât-i ilâhî iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydâna gelen
degisiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların baglandıgı seylerin
sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni’ olmaz. Felsefeciler, yalnız
akla güvendiklerinden, aklları da noksân oldugundan, müslimânlardan mu’tezile
fırkası da, iyi göremediginden, esyâ hâdis oldugu için, bunları var eden ve idâre
eden sıfatlar da hâdisdir deyip geçdiler. Bu sûretle kadîm olan (Sıfât-ı kâmile)yi,
inkâr etdiler. Ilm sıfatı, zerrelere kadar islemez. Ya’nî, Allahü teâlâ, ufak tefek seyleri
bilmez. Çünki, esyâdaki degisiklikler, ilm sıfatında degisiklik yapar. Kadîm olanda
ise, degisiklik olamaz, dediler. Hâlbuki bilmediler ki, sıfatlar ezelîdir. Bunların
esyâya te’allukları, baglantıları hâdisdir.
Noksân sıfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cismlerin, arazların,
ya’nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan seylerden münezzehdir, uzakdır.
Allahü teâlâ, zemânlı degildir, mekânlı degildir, cihetli degildir. Bir yerde, bir tarafda
degildir. Zemânları, yerleri, cihetleri O yaratmısdır. Birsey bilmiyen bir
kimse, Onu, Arsın üstünde sanır, yukarıda bilir. Ars da, yukarısı da, asagısı da,
Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmısdır. Sonradan yaratılan birsey,
kadîm olana, her zemân var olana, yer olabilir mi? Yalnız su kadar var ki, Ars,
mahlûkların en sereflisidir. Herseyden dahâ sâf ve dahâ nûrludur. Bunun için, ayna
gibidir. Allahü teâlânın büyüklügü orada görünür. Bunun içindir ki, ona (Arsullah)
denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Ars da, diger esyâ gibidir. Hepsi, Onun
mahlûkudur. Yalnız Ars, ayna gibidir. Diger esyâda bu kâbiliyyet yokdur. Aynada
görünen bir insana, aynanın içindedir denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti,
karsısında bulunan diger esyâya olan nisbeti gibidir. Insanın, hepsine olan münâsebeti
aynıdır. Yalnız, ayna ile diger esyâ arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini
gösterebiliyor, diger esyâ ise, göstermiyor.
Allahü teâlâ, madde degildir, cism degildir, araz, hâl degildir. Hudûdlu, boyutlu
degildir. Uzun, kısa, genis, dar degildir. Ona, (Vâsi’) ya’nî genis deriz. Fekat; bu
genislik, bizim bildigimiz, anladıgımız gibi degildir. O, (Muhît)dir. Ya’nî herseyi
çevirmisdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladıgımız gibi degildir. O, (Karîb)dir.
Yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladıgımız gibi degil! Onun vâsi’, muhît, karîb
ve bizim ile berâber olduguna inanırız. Fekat, bu sıfatların ne demek oldugunu
bilemeyiz. Akla gelen hersey yanlısdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbirseyle ittihâd
– 55 –
etmez, birlesmez. Hiçbirsey de Onunla birlesmez. Ona hiçbirsey hulûl etmez. O
da, birseye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb
[sentez] edilmez. Onun benzeri, esi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O, bildigimiz,
düsünebilecegimiz seyler gibi degildir. Nasıl oldugu anlasılamaz, düsünülemez.
Benzeri, nümûnesi, olamaz. Su kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdigi
sıfatları da vardır. Fekat kendisinde, varlıgında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize
gelen herseyden münezzehdir, uzakdır. Insanlar Onu anlıyamaz. Fârisî
beyt tercemesi:
Rabbiniz degil miyim? Soruldugunda, Onu
anlıyanlar, O vardır diyip kesdiler sözü.
[Imâm-ı Rabbânî 266.cı mektûbda diyor ki, (Allahü teâlâ vardır, birdir. Hayydır,
diridir. Her seyi görür. Hareketleri, düsünceleri, dünyâ ve âhıretdeki seyleri,
ezelde, bir anda bilir. O ve sıfatları ve isleri, akl ile anlasılamaz ve anlatılamaz.
Insan birsey yapmak irâde edince, O da isterse, hemen yaratır. Insanın istemesine
(Kesb) denir. Onun istemesine (Halk) denir. Onun söylemesi de, hep bir kelimedir.)]
Islâm âlimlerinin, (Allahü teâlânın gönderdigi ni’metleri düsününüz. Allahü
teâlânın nasıl oldugunu düsünmeyiniz), sözleri meshûrdur. Allahü teâlânın
ismleri, (Tevkîfî)dir. Ya’nî dînin sâhibinin bildirmesine mevkûfdur, baglıdır. Islâmiyyetin
söyledigi ismi söylemelidir. Islâmiyyetin bildirmedigi ism söylenemez.
Ne kadar kâmil, güzel ism olsa da, söylenmemelidir. Cevâd denir. Çünki
islâmiyyet, Cevâd demekdedir. Fekat, yine cömerd ma’nâsında olan (Sahî) ismi
söylenemez. Çünki islâmiyyet, Ona sahî dememisdir. [Su hâlde, tanrı da denemez.
Hele ibâdet ederken, ezân okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok
günâh olur.]
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, islâm harflerinin ve seslerinin
içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermisdir. Bununla
kullarına emrlerini, nehy [ya’nî yasak]lerini bildirmisdir.
Biz mahlûklar, [bugazımızdaki ses iplikcikleri], dil ve damagımız ile konusuyor,
arzûlarımızı harf ve ses seklinde meydâna çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları,
agız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına
göndermisdir. Emrlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydâna çıkarmısdır.
Her iki kelâm da Onundur. Ya’nî harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelâm-
ı nefsî)si ve harf ve ses içinde bulunan (Kelâm-ı lafzî)si hep Onun kelâmıdır.
Her ikisine de kelâm demek dogrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın
ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâz demek, ya’nî kelâm
gibi demek, yanlısdır. Çünki, mecâz olan seyler red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-
ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı degildir demek, küfrdür. Evvelce gelen
Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilen
kitâblar ve sahîfeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitâblarda ve sahîfelerde ve
Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, (Ahkâm-ı ilâhî)dir. Her vakte uygun olan
hükmleri, o zemânın insanlarına göndermis ve onları bunlardan mes’ûl tutmusdur.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde, cihetsiz olarak ve karsısında bulunmıyarak
ve nasıl oldugu anlasılmıyarak ve ihâtasız, ya’nî bir seklde olmıyarak görecekdir.
Allahü teâlâyı âhıretde görmege inanırız. Nasıl görülecegini düsünmeyiz. Çünki,
Onu görmegi akl anlıyamaz. Inanmakdan baska çâre yokdur. Felsefecilere ve
mu’tezile ismindeki müslimânlara ve Ehl-i sünnetden baska bütün fırkalara yazıklar
olsun ki, kör olduklarından, buna inanmakdan mahrûm kaldılar. Görmedikleri,
bilmedikleri seyi gördükleri seylere benzetmege kalkarak îmân serefine kavusamadılar.
– 56 –
Allahü teâlâ, insanları yaratdıgı gibi, insanların islerini de, O yaratıyor. Iyi ve
fenâ seylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir. Fekat, iyi islerden râzıdır, begenir.
Fenâlardan râzı degildir, begenmez. Iyi ve kötü her is, Onun istemesi ve yaratması
ile ise de, Onu yalnız, bir kötü seyin yaratıcısı olarak adlandırmak edebsizlik
olur. Kötülüklerin yaratıcısı dememelidir. Iyi ve kötünün yaratıcısıdır demelidir.
Meselâ, herseyin hâlıkıdır demeli. Fekat, pisliklerin veyâ domuzların
hâlıkı dememelidir. Ona karsı edeb, böyle olur. Mu’tezile fırkası [ve ba’zı sapık
kimseler] ne kadar bayagı düsünüyor! Iyi, kötü her isini, insan, kendi yaratır diyor.
Akl da, din de bunun yanlıs oldugunu gösteriyor. Dogru söyliyen âlimler, ya’nî
Ehl-i sünnetin büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” insanın, yapdıgı isde,
kendi kuvveti de te’sîr ediyor dedi ve bu te’sîre (Kesb) ismini verdiler. Çünki,
elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere
insan kudreti ve kesbi karısmıyor. Ihtiyârî hareketlere ise karısıyor. Iste, bu kadar
karısmaları, süâle ve cezâya sebeb olmakda, insan, sevâb veyâ günâh kazanmakdadır.
Insanların kudret ve ihtiyârına inanmıyan, insanları âciz ve mecbûr zan
eden kimse, din âlimlerinin sözlerini anlamamısdır. Bu büyüklerin insanda kudret
ve irâde var demeleri, insan her istedigini yapar ve istemediklerini yapmaz demek
degildir. Böyle olmak kullukdan uzakdır. Büyüklerin sözü, insanlar, emr olunan
seyleri yapabilir demekdir. Meselâ, bes vakt nemâz kılabilir. Malın kırkda birini
zekât verebilir. Oniki ayda, bir ay oruc tutabilir. Yol ve yiyecek parası olan,
ömründe bir kerre hac yapabilir. Bunlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyenin hepsini yapabilir.
Allahü teâlâ, çok merhametli oldugu için, insanların za’îfligine ve kuvvetlerinin
azlıgına göre, bütün ibâdetlerde en hafîf, en kolay olanları emr etmisdir. (Allahü
teâlâ, sizlere kolaylık istiyor, güçlük istemiyor) ve (Allahü teâlâ sizlere hafîf,
kolay emr etmek istiyor. Insanlar, za’îf, kuvveti az yaratılmısdır) meâlindeki
âyet-i kerîmeler meshûrdur.
[Dinde harac, zorluk yokdur, demenin ma’nâsı da budur. Ya’nî, Allahü teâlâ kolaylık
emr etmisdir, demekdir. Yoksa, herkes, hosuna giden seyleri yapsın, nefsine
zor gelen seyleri yapmasın, ibâdetleri râhat ve kolay ve keyfine göre degisdirsin
demek degildir. Dinde ufak bir degisiklik yapmak, küfrdür, dinsizlikdir.]
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâ tarafından kullarına
gönderilmis insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çagırmak, azgın, yanlıs yoldan,
dogru, se’âdet yoluna çekmek için gönderilmislerdir. Da’vetlerini kabûl edenlere,
Cenneti müjdelemisler, inanmıyanları ve inanıp da yapmıyanları Cehennem
azâbı ile korkutmuslardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber dogrudur,
yanlıslık yokdur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır “sallallahü
aleyhi ve selleme aleyhi ve aleyhim ecma’în”. Onun dîni bütün dinleri nesh etmis,
yürürlükden kaldırmısdır. Onun kitâbı, geçmis kitâbların en iyisidir. Onun dîni
kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından degisdirilmiyecekdir. Îsâ “aleyhisselâm”
gökden inecek, Onun dîni ile amel edecek, ya’nî Onun ümmeti olacakdır.
[Ba’zı kimseler, din, zemâna göre degisir, islâm ahkâmı tefessüh etmis, eskimisdir.
Asrımızın îcâblarını karsılayacak bir din lâzımdır diyor. Evet, din, zemânla degisir.
Fekat bunu, sâhibi, ya’nî Allahü teâlâ degisdirir. Nitekim Âdem aleyhisselâmdan
beri, çok kerre degisdirmis ve en son olarak ve kıyâmete kadar bütün îcâbları,
ihtiyâcları karsılayacak, en mükemmel, en üstün bir din olarak, Muhammed aleyhisselâmın
dînini göndermisdir. Zevallı insanlar, Allahü teâlânın mükemmel dedigi dinden
dahâ iyisini mi yapabilecek? Evet milletlerin kanûnları da, zemânla degisir. Fekat,
bunu ancak millet meclisleri degisdirebilir. Her bekçi ve çoban degil! (Mecelle)
nin otuzdokuzuncu maddesinde ve serhinde diyor ki, (Ahkâm zemânla degisir. Örf
ve âdete tâbi’ olan ahkâm degisir. Nass ile anlasılan ahkâm zemânla degismez.)]
Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetden haber verdigi seylerin hepsi dogrudur.