AKIL
Kur’ân-ı kerîmdeki emrlerini ve islâmiyyetin hükmlerinin hepsini akla uydurmaga,
Kur’ân-ı kerîmdeki emrlerini ve islâmiyyetin hükmlerinin hepsini akla uydurmaga,
akla begendirmege kalkısan, Peygamberlik makâmının derecesini anlamamıs
ve inanmamıs olur. Böyle, islâmiyyeti akl ile, felsefe ile îzâha ve inandırmaga
çalısan kitâbları okumamalıdır.
24 — (Elmünkızü-aniddalâl) kitâbında diyor ki: Akl ile anlasılan seyler, his uzvları
ile anlasılanların üstünde oldugu ve bunların yanlısını çıkardıgı gibi, ya’nî his
uzvlarımız, akl ile anlasılan seyleri anlıyamıyacagı gibi, akl da, Peygamberlik makâmında
anlasılan seyleri kavramakdan âcizdir. Inanmakdan baska çâresi yokdur.
Akl, anlıyamadıgı seyleri nasıl ölçebilir. Bunların dogru ve yanlıs olduguna nasıl
karâr verebilir? (Gadâ-ül-mülâhazât) kitâbında akla uygun bir yazı bulunmadıgı
(Cevâb Veremedi) kitâbımızda uzun yazılıdır.
Nakl yolu ile anlasılan, ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” söyledikleri seyleri,
akl ile arasdırmaga ugrasmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokusa
çıkarmak için zorlamaga benzer. Yokusa dogru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya,
yâ yıkılıp canı çıkar. Yâhud, alısmıs oldugu düz yola kavusmak için saga,
sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve esyâlar harâb olur. Akl da, yürüyemedigi,
anlıyamadıgı âhıret bilgilerini çözmege zorlanırsa, yâ yıkılıp, insan aklını kaçırır
veyâ bunları alısmıs oldugu, dünyâ islerine benzetmege kalkısarak, yanılır, aldanır
ve herkesi aldatır. Akl, his kuvveti ile anlasılabilen veyâ hissedilenlere benzeyen
ve onlara baglılıkları bulunan seyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden
ayırmaga yarayan, bir mi’yârdır, bir âletdir. Böyle seylere baglılıkları olmayan
varlıklara eremiyeceginden, sasırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri
seylere, akla danısmaksızın inanmakdan baska çâre yokdur. Görülüyor
ki, Peygamberlere “aleyhimüssalâtü vesselâm” tâbi’ olmak, aklın gösterdigi bir lüzûmdur
ve aklın istedigi ve begendigi bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dısında ve
üstünde bulunan sözlerini, akla danısmaga kalkısmak, akla aykırı bir is olur. Gecenin
koyu karanlıgında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümege ve engin denizde,
acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düsebilirler.
Nitekim, felsefeciler ve tecribeleri hayâlleri ile îzâha kalkısan maddeciler,
aklları dısında bulunan sözlerinin çogunda yanılmıs, bir yandan birçok hakîkatleri
meydâna çıkarırken, bir tarafdan da, insanların se’âdet-i ebediyyeye
kavusmalarına mâni’ olmuslardır. Tecribelerin dısına tasmıyan akl sâhibleri, bu
acıklı hâli, her zemân görmüs ve bildirmisdir. Misâlleri çokdur. Felsefecilerin üstâdlarından
olan Aristo için meshûr Alman kimyâgeri profesör (F.Arnd)ın da, Istanbulda
çıkan, türkçe (Tecribî kimyâ) kitâbındaki (Fen ve ilm terakkîsinin, hemen
hemen binbesyüz sene içinde durmus olması, kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir)
yazısı, bu dogru sözlerden biridir.
Dîn-i islâmda aklın ermedigi seyler çokdur. Fekat, akla uymayan birsey yokdur.
Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın begenip begenmedigi seyler ve Ona ibâdet seklleri,
eger aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akl ile dogru olarak, bilinebilselerdi,
binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. Insanlar, dünyâ ve âhıret
se’âdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâsâ Peygamberleri bos
yere ve lüzûmsuz göndermis olurdu. Hiçbir akl, âhıret bilgilerini bulamıyacagı, çözemiyecegi
içindir ki, Allahü teâlâ, her asrda, dünyânın her tarafına, Peygamber
göndermis ve en son ve kıyâmete kadar degisdirmemek üzere ve bütün dünyâya,
Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermisdir. Bütün Peygamberler,
akl ile bulunacak dünyâ islerine dokunmayıp, yalnız bunları arasdırmak, bulup
fâidelenmek için çalısmagı emr ve tesvîk buyurmus, kendileri dünyâ islerinden
her birinin, insanları ebedî se’âdete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmıs
ve Allahü teâlânın begendigi ve begenmedigi seyleri açık olarak bildirmislerdir.
O hâlde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydâna
çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecribelerden haberi olmayan ve is-
– 41 –
lâm büyüklerinin kitâblarını okuyup anlamak söyle dursun, bunların ismlerini bile
isitmemis oldugu, sözlerinden anlasılan, bir câhilin, felesof maskesi, profesör etiketi,
gazete yazarı perdesi altında çalısan bir kâfirin, tâm olmayan aklı ile, ortaya
atdıgı bir düsünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem”
sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitâblarımızda yazılı ilm, sıhhat,
fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün se’âdet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden
beri dünyânın her tarafında gelmis, ilm, tecribe ve akl sâhiblerini hurmet
ve hayrânlıkda bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusûr ve hatâ bulunmamıs
olan, emrleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan dahâ
büyük bedbahtlık ve zevallılık olabilir mi? Tâm akl, sasmıyan, yanılmayan
akldır. Etrâfa düsünceler savuran bu câhil, degil aklın erisemiyecegi seylerde,
belki kendi günlük islerinde, hiç yanılmadıgını iddi’â edebilir mi? Böyle bir iddi’âya,
kimse inanır mı? Degil bir insan, bugün en akllı tanınan hıristiyanların, kendi aralarında,
en akllıları olarak, seçdikleri meb’ûsları, bütün aklları ile, bütün ilmleri
ile, basbasa vererek, yapdıkları kanûnları, az zemân sonra, yine kendileri begenmeyip
degisdiriyor. Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve degisdirilemiyecek birsey vardır
ki, o da Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmi ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” hadîs-i serîfleri, ya’nî mubârek sözleridir.
Ahkâm-ı islâmiyyeyi iyice kavramıs ve bugünkü medeniyyetin temelini teskîl
eden, fen kollarının târîhçesini incelemis bir fen adamı, pek açık olarak görür ki,
târîh boyunca hiçbir zemânda, hiçbir teknik basarı, hiçbir fennî hakîkat, islâmiyyete
karsı durmamıs, dâimâ ona uygun bulunmusdur. Nasıl uygun olmasın ki, tabî’ati
incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalısmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek,
islâmiyyetin emr etdigi seydir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok
yerlerinde, (Sizden evvel gelip geçenlerin hayâtlarını, gitdikleri yolları ve baslarına
gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları,
cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü arasdırınız. Bütün
bunlarda yerlesdirmis oldugum kuvvetimi, kudretimi, büyüklügümü ve hâkimiyyetimi
bulunuz, görünüz, anlayınız!) meâlinde emrler buyurmakdadır.
Îmânın altı sartından birincisi, Allahü teâlânın var olduguna inanmakdır. Fen
bilgisi olan akllı bir kimse, bunu düsünerek kolayca anlayabilir. Îmânın diger
sartları ve bütün ibâdetler, bundan sonra ögrenilir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin
birçok yerinde, kâfirleri, neden akllarını kullanmadıkları için ve neden yerleri, gökleri
ve kendilerini inceliyerek düsünmedikleri ve böylece îmâna kavusmadıkları
için, azarlamakda ve asagılamakdadır. (Ma’rifetnâme)de diyor ki, (Büyük islâm
âlimi Seyyid Serîf Cürcânî, aklı olan, iyi düsünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü
teâlânın varlıgını anlamaga, çok yardım eder diyor. Imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi
teâlâ aleyh” buyuruyor ki, astronomi ve anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın
varlıgını ve kudretini anlıyamaz).
Evet, Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zemân sonra düsmanları tarafından
sinsice degisdirilmisdi. Bolüs adındaki bir yehûdî, Îsâya inandıgını söyliyerek ve
Îsevîligi yaymaya çalısıyor görünerek, gökden inen Incîli yok etdi. Dört kisi ortaya
çıkıp, oniki Havârîden isitdiklerini yazarak, Incîl adında dört kitâb meydâna geldi
ise de, Bolüsün yalanları, bunlara da karısdı. Barnabas [Barnabée] adındaki bir
Havârî, Îsâ aleyhisselâmdan isitdiklerini ve gördüklerini dogru olarak yazdı ise de,
bu Barnabas Incîli de yok edildi. Uydurma Incîller zemânla çogalarak, her yerde
baska bir Incîl okunur oldu. [Kitâbın sonundaki ism cedvelinde (Barnabas) ismine
bakınız!] Büyük Kostantin putperest iken, nasrâniyyeti kabûl etmis ve Istanbul
sehrini büyültüp i’mâr etmis ve Kostantiniyye ismini vermisdi. Bütün Incîllerin
birlesdirilmesini emr etmis, mîlâdın 325. ci senesinde, Iznikde 318 papası toplayıp,
yazdırdıgı yeni Incîle eski dîni olan putperestlikden de birçok sey sokdurmusdu.
Noel gecesinin yılbası olmasını da kabûl etmis, yeni bir hıristiyanlık dîni
– 42 –
kurulmusdu. Îsâ aleyhisselâmın Incîlinde ve Barnabasın yazdıgı Incîlde Allahın bir
oldugu bildirilmisdi. Eflâtunun ortaya atdıgı teslîs [Trinite] fikri, ilk yazılan dört
bozuk Incîlde yer almısdı. Kostantin, bu teslîs fikrini de yeni Incîle koydurdu. Aryüs
ismindeki bir papas, bu yeni Incîlin yanlıs oldugunu, Allahın bir olup, Îsâ aleyhisselâmın,
Onun oglu degil, kulu oldugunu söyledi ise de, bunu dinlemediler, hattâ
aforoz etdiler. Aryüs Mısra kaçdı ve orada tevhîdi nesr etdi ise de, öldürüldü.
Kostantinden sonra gelen krallar, Aryüsün mezhebi ile, yeni hıristiyanlık arasında
saskın oldu. Istanbulda ikinci ve sonra üçüncü, dahâ sonra, Izmir ile Aydın
arasında bulunan Efes [Ephesus]de dördüncü ve Kadıköyde besinci ve Istanbulda
altıncı meclisler kurulup, yeni yeni Incîller meydâna çıkdı. Nihâyet, Alman papası,
Luther Martin ve Calvin [Kalven] 931 [m. 1524] senesinde son degisiklikleri
yapdı. Bu yeni Incîle inanan hıristiyanlara (Protestan) denildi. Böylece, hıristiyanlık
dîni, akl ve hakîkat dısında, acâib bir sekl aldı. Avrupada hıristiyanlıga karsı,
yerinde olarak yapılmıs olan hücûmlar, Islâmiyyete karsı nasıl tevcîh olunabilir?
Âhıretde azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmaga
baglıdır. Onun gösterdigi yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavusur. Ona
tâbi’ olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak se’âdetine erer. Dünyâya gelmis olan
yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi’ olmagı istemisdir.
Mûsâ “aleyhisselâm” Onun zemânında bulunsaydı, O büyüklügü ile berâber,
Ona tâbi’ olmagı severdi. Îsâ aleyhisselâmın gökden inip, Onun dîni yolunda yürüyecegini
herkes bilir. Onun ümmeti olan müslimânlar, Ona tâbi’ oldukları için,
bütün insanların hayrlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çogu bunlar oldu
ve Cennete herkesden önce gireceklerdir.
25 — Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazm, lügatda, incileri iplige dizmege denir.
Kelimeleri de, inci gibi, yanyana dizmege nazm denilmisdir. Si’rler birer
nazmdır. Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fekat, bu kelimeleri yanyana dizen,
Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi degildir. Muhammed “aleyhisselâm”,
Allahü teâlâ tarafından, mubârek kalbine bildirilen seyleri, arabca olarak anlatırsa,
Kur’ân-ı kerîm olmaz. Bunlara (Hadîs-i kudsî) denir. Kur’ân-ı kerîmdeki arabî
kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmis olarak âyetler hâlinde gelmisdir. Cebrâîl
ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumus, Muhammed
“aleyhisselâm” da, mubârek kulakları ile isiterek, ezberlemis ve hemen
Eshâbına okumusdur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi Kureys kabîlesinin lügatı
ile, dili ile gönderdi. (Redd-ül-muhtâr) kitâbı, üçüncü cild, yemîn bahsinde buyuruyor
ki, ((Feth-ul-kadîr) kitâbında da denildigi gibi, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi,
harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûkdur. Bu harf ve kelimelerin
ma’nâsı, kelâm-ı ilâhîyi tasımakdadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân denir. Kelâm-
ı ilâhîyi gösteren ma’nâlar da Kur’ândır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân mahlûk
degildir. Allahü teâlânın, baska sıfatları gibi, ezelî ve ebedîdir). Kur’ân-ı kerîm,
Kadr gecesinde inmege baslamıs ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüsdür.
Tevrât, Incîl ve bütün kitâblar ve sahîfeler ise, hepsi birden, bir def’ada inmisdi.
Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu’cize degildiler. Onun için çabuk bozuldu,
degisdirildiler. Kur’ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin
en büyügüdür ve insan sözüne benzememekdedir. Bunlar, imâm-ı Rabbânî
(Mektûbât)ının, üçüncü cildi, yüzüncü mektûbunda ve (Huccet-ullahi alel’âlemîn)
de ve Zerkânînin (Mevâhib) serhı, besinci cildinde uzun yazılıdır.
Cebrâîl “aleyhisselâm” her sene bir kerre gelip, o âna kadar inmis olan Kur’ân-ı
kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber “sallallahü aleyhi ve
sellem” efendimiz dinler ve tekrâr ederdi. Âhırete tesrîf edecegi sene, iki kerre gelip,
temâmını okudular. Muhammed “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı kirâmdan çogu,
Kur’ân-ı kerîmi temâmen ezberlemisdi. Ba’zıları da, ba’zı kısmları ezberlemis, bir-
– 43 –
çok kısmlarını yazmıslardı. Muhammed “aleyhisselâm”, âhırete tesrîf etdigi sene,
halîfe Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip
bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîmi, kâgıd üzerine yazdırdı. Böylece, (Mushaf)
veyâ (Mıshaf) denilen bir kitâb meydâna geldi. Otuzüçbin Sahâbî “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” bu Mushafın her harfinin, tâm yerinde olduguna söz
birligi ile karâr verdi. Sûreler belli degildi. Üçüncü halîfe Osmân “radıyallahü anh”,
hicretin yirmibesinci [25] senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı. Yerlerini sıraladı.
Altı dâne dahâ Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Sâm, Mısr, Kûfe, Yemen, Mekke ve
Medîneye verdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp,
çogalmısdır. Aralarında bir nokta farkı bile yokdur.
Kur’ân-ı kerîmde yüzondört sûre ve altıbinikiyüzotuzaltı âyet vardır. Âyetlerin
sayısının 6236 dan az veyâ dahâ çok oldugu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar,
büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veyâ birkaç kısa âyetin, bir büyük
âyet, yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veyâ ayrı ayrı âyet sayılmasından
ileri gelmisdir. Bu husûsda (Bostân-ül-ârifîn)de genis bilgi vardır.
Her sâ’irin, nazm yapmak kâbiliyyeti baskadır. Meselâ, Mehmed Âkifin ve Nâbînin
si’rlerini iyi bilen usta bir edebiyyâtçıya, Mehmed Âkifin, son yazdıgı bir
si’rini götürüp, bu, Nâbînin si’ridir desek, bu si’ri, hiç isitmemis oldugu hâlde,
okuyunca: (Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî efendinin ve Mehmed Âkifin, tabî’at-ı
si’riyyelerini iyi bilirim. Bu si’r Nâbînin degil, Mehmed Âkifindir) demez mi? Elbette
der. Iki Türk sâ’irinin türkçe kelimeleri nazm etmesi, dizmesi çok farklı oldugu
gibi, Kur’ân-ı kerîm hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kur’ân-ı kerîmin insan
sözü olmadıgı tecribe ile de isbât edilmisdir ve her zemân edilebilir. Söyle
ki, bir arab sâ’iri, bir sahîfede, edebî san’at inceliklerini göstererek, birsey yazmıs,
bunun arasına birkaç satır hadîs-i serîf ve baska yerinde de, aynı seyi anlatan
bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, islâmdan ve Kur’ândan haberi olmıyan,
arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutdurulmusdur. Okurken,
hadîs-i serîfe gelince, durmus ve (Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki
san’at dahâ yüksek) demisdir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, saskın bir hâlde
(Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma’nâ içinde, ma’nâ çıkıyor. Hepsini anlamaga
imkân yok) demisdir.
Kur’ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir
si’rin, kendi diline bile, tâm tercemesine imkân yokdur. Ancak meâli ve îzâhı
olur. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamak için tercemesini okumamalıdır. Bir
âyetin ma’nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyetde, ne demek istedigini
anlamak demekdir. Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı
ilâhîyi ögrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre yapdıgı meâlini ögrenir.
Bir câhilin, bir dinsizin yapdıgı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın dedigini degil,
terceme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istedigini ögrenir.
Köylüye âid bir kanûnu, hükûmet, dogruca köylüye göndermez. Çünki, köylü
okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp,
îzâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da dahâ açıklayarak, muhtârlara
anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile,
köylüye söyler. Iste, Kur’ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Kanûn-ı rabbânîdir.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde kullarına se’âdet yolunu göstermis ve kendi kelâmını
insanların en yüksegine göndermisdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yalnız
Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Baska kimse, tâm anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm
“aleyhimürrıdvân”, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîg oldukları hâlde,
ba’zı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorarlardı.
Meselâ Ömer “radıyallahü anh”, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü
– 44 –
aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” birsey anlatdıgını gördü.
Yanlarına gidip dinledi. Sonra, baskaları da, gördü ise de, gelip dinlemege çekindiler.
Ertesi gün, Ömeri “radıyallahü anh” görünce, (Yâ Ömer, Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, dün size bir sey anlatıyordu. Bize de söyle, ögrenelim)
dediler. Çünki, dâimâ, (Benden duyduklarınızı, din kardeslerinize de anlatınız! Birbirinize
duyurunuz!) buyururdu. Ömer “radıyallahü anh”, (Dün Ebû Bekr “radıyallahü
anh”, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadıgı bir âyetin ma’nâsını sormus, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, ona anlatıyordu. Bir sâat dinledim, birsey anlıyamadım)
dedi. Çünki, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer
“radıyallahü anhümâ”, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir.
Eger, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyurdu.
Böyle yüksek oldugu hâlde ve arabîyi çok iyi bildigi hâlde, Kur’ân-ı kerîmin
tefsîrini bile anlıyamadı. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, herkese,
derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok dahâ yüksekdi.
Fekat, bu da, hattâ Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını,
Resûlullaha sorardı. [(Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (...
Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirdigini imâm-ı
Süyûtî haber vermekdedir).]
Hülâsa, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamıs
ve hadîs-i serîfleri ile bildirmisdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Dogru tefsîr
kitâbı da, Onun hadîs-i serîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek,
istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i serîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını yazmıslardır.
(Beydâvî) tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek
için, otuz sene durmadan çalısıp, yirmi ana ilmi, iyi ögrenmek lâzımdır.
Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu
ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitâbları vardır. Bugün kullanılan ba’zı arabî kelimeler,
fıkh ilminde baska ma’nâya, tefsîr ilminde ise dahâ baska ma’nâya gelmekdedir.
Hattâ aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldıgı edâtlara göre, baska
ma’nâlar bildirmekdedir. Bu genis ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre,
yapdıkları Kur’ân tercemeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaska birsey
oluyor. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından, mezâyâsından, rumûzundan, isâretlerinden,
herkes îmânının kuvveti kadar, birsey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla olmaz.
Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine dogan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları, bu nûrun
anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydâna çıkdıgı gibi,
o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr dogar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp,
bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çesidli derecedeki insanlara göre, binlerle
kitâb yazmıslardır. (Mevâkib), (Tibyân) ve (Ebülleys) gibi, türkçe kıymetli
tefsîrler, bu kitâblardandır. (Tibyân tefsîri), hicretin [1110] senesinde yapılmıs bir
tercemedir. Konyalı Vehbî efendinin tefsîri, bir va’z kitâbıdır. Yeni yazılan türkçe
tefsîrlerin ve ilmihâllerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, sahsî düsünceler bulunmakda,
okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmakdadır. Hele islâm düsmanlarının,
bid’at sâhiblerinin, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını bozmak için yapdıkları tefsîr
ve terceme kitâbları, birer zehrdir. Bunları okuyan genç zihnlerde, bir takım sübheler,
i’tirâzlar hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, islâmiyyeti
ögrenmek için, tefsîr ve hadîs-i serîf okuması uygun degildir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmi
ve hadîs-i serîfi yanlıs anlamak veyâ sübhe etmek insanın îmânını giderir. Yalnız
arabca bilmekle, tefsîr ve hadîs anlasılmaz. Arabca bilenleri, din âlimi sanan,
aldanır. Beyrut ve baska yerlerde ana dili arabca olan, arab edebiyyâtını iyi bilen,
çok papas var. Fekat, hiçbirinin islâmiyyetden haberi yok. Çıkardıkları, m. 1956
baskılı (El-müncid) ismindeki lügat kitâbında, islâm ismlerini, hattâ Medînenin Bakî’
mezârlıgının ismini ve hattâ, Resûlullah efendimizin vefât târîhini bile yanlıs
yazmıslardır.
– 45 –
Kur’ân-ı kerîmin hakîkî ma’nâsını anlamak, ögrenmek istiyen bir kimse, din
âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu kitâbların hepsi,
Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i serîflerden alınmıs ve yazılmısdır. Kur’ân tercemesi
diye yazılan kitâblar, dogru ma’nâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine,
düsüncelerine ve maksadlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur.
Kur’ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünki bu harflerde,
Kur’ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karsılıgı yokdur. Bunun için, ma’nâ bozuluyor.
Okunan, Kur’ân olmayıp, ma’nâsız bir ses yıgını olacagı m. 1986 baskılı
(El-muallim) mecmû’asında da uzun yazılıdır. Meselâ, ehad yerine ehat derse, nemâz
fâsid oluyor.
Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercemeleri ve latin harfi ile yazılmıs, ne oldugu
belirsiz kitâbları (türkçe Kur’ân) diye gençligin önüne sürdükleri, köylere dagıtdıkları
görülüyor. (Arabca Kur’ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle
bunu okuyun) diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çogunun nemâz kılmadıgı,
oruc tutmadıgı, harâmlara, hattâ dinsizlige dalmıs bulundugu, müslimânlıga,
yalnız lâf ile baglı oldugu anlasılıyor. Bu kimseler, radyoda, barlarda Beethovenin
9 senphonisini, Mozartın Figarosunu ve Molyerin si’rlerini niçin almanca, italyanca,
fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar? Bunlar yabancı dildir. Öztürkçe söylemek
lâzımdır demiyorlar? Bu senfonileri, komedileri türkçeye terceme etmiyorlar.
Çünki, türkçeye tâm çevrilemiyecegini biliyorlar. Türkçesinden, nefsleri zevk
alamıyor. Türkçelerine Beethovenin, Sopenin eseri denilemiyor. Iste müslimânlar
da, bu tercemelerden Kur’ân-ı kerîmin zevkıni alamaz, rûhlarını besliyemez.
Diyânet Isleri Baskanlıgı tarafından hâzırlanıp 1381 [m. 1961] de nesr edilen,
(Kur’ân-ı kerîmin türkçe meâli) adındaki tercemenin önsözünde de, yukarıda
bildirdiklerimiz çok güzel dile getirilmisdir. Diyânet isleri reîsi muhterem H.Hüsnü
Erdem imzâsını tasıyan bu önsözde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat
ve îcâzı hâiz bir kitâb, yalnız türkçeye degil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Eski
tefsîrlerin ısıgı altında verilen ma’nâlara da terceme degil, meâl demek uygundur.
Kur’ânın yalnız ma’nâsını ifâde eden sözleri, Kur’ân hükmünde tutmak, nemâzda
okumak ve aslına hakkıyle vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz.
Hiçbir terceme, aslının yerini tutamaz. Kur’ân-ı kerîmde, muhtelif ma’nâlara gelen
lafzlar vardır. Böyle bir lafzı terceme etmek, çesidli ma’nâlarını bire indirmek
olur ki, verilen tek ma’nânın, murâd-ı ilâhî oldugu bilinemez. Bunun için, Kur’ân
tercemesi demege cesâret edilemez. Kur’ân-ı kerîmi terceme etmek baska, tercemeyi
Kur’ân yerine koymaga kalkısmak baskadır). Önsözden sonra yapılan açıklamalarda
diyor ki, (Bu ilâhî, beser üstü ve mûciz kitâbın tam hakkını vererek aynen
türkçeye çevrilmesi mümkin degildir. Bu i’tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime
kelime aynen terceme etmek yerine, arabca aslından anlasılan ma’nâ ve meâli
türkçe ile ifâde yolu olsa gerekdir. Kur’ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki
îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek terceme etmek mümkin degildir. Fekat, meâl
olarak tercemesi mümkindir. Bir dilden baska bir dile yapılan tercemelerde, her
iki dilin husûsiyyetlerini hakkıyle belirtmege imkân yokdur. Avrupada ilk Kur’ân
tercemesi 537 [m. 1141] de lâtinceye yapılmısdır. 919 [m. 1513] da italyancaya, 1025
[m. 1616] de almancaya, 1056 [m. 1647] da fransızcaya ve 1057 [m. 1648] de ingilizceye
terceme edilmisdir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercemeleri
vardır. Ancak çesidli egilimli kimselerin yapdıkları tercemelerde, pek yanlıs, hattâ
garazkârâne olanlar vardır. Kur’ân-ı kerîmi baska dillere terceme etmek câizdir.
Fekat, tercemeden islâm dîninin ahkâmının hepsi ögrenilemez. Hadîs-i serîflerle,
icmâ’ ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkh
kitâblarından ögrenilir).
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, Istanbulda, Bâyezîd
umûmî kütübhânesi, seyhul-islâm Veliyyüddîn efendi kısmında, binyedi-
– 46 –
yüzaltı numaralı kitâbın 224.cü sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân tercemesi, Kur’ân
degildir. Çünki Kur’ân, ma’lûm mûciz olan nazmdır. Terceme edilince, îcâzı
zâil olmakdadır. Bir si’r terceme edilince, si’r olmakdan çıkar). Kitâb, imâm-ı Nevevînin
(Ezkâr) kitâbının serhidir. Müellifi, Ebû Abdüllah Muhammed Semsüddîn
Ukaylî Behnesî sâfi’î naksî 1001 [m. 1592] de vefât etmisdir. Behnes, Mısr-ı
vüstâda bir kasabadır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım arabîdir) diyor. (Muhammed
aleyhisselâma, bu Kur’ânı arabî dil ile indirdim) buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın
melek ile indirdigi kelimelerin, harflerin ve ma’nâların toplamı Kur’ândır.
Böyle olmıyan kitâblara, Kur’ân-ı kerîm denemez. Bu kitâblara Kur’ân diyen
müslimânlıkdan çıkar. Kâfir olur. Baska dile, hattâ arabîye çevrilirse, Kur’ân
açıklaması denir. Ma’nâsı bozulmadan da, bir harfi bile degisince, Kur’ân olmaz.
Hattâ hiçbir harfi degismeden, okunmasında ufak degisiklik yapılırsa, Kur’ân
denmez.
(Rıyâd-ün-nâsıhîn)de diyor ki: Arabî gramer sartlarına uyan ve ma’nâyı degisdirmiyen,
fekat ba’zı kelimeleri Osmân radıyallahü anhın topladıgına benzemiyen
Kur’ân-ı kerîme (Kırâet-i sâzze) denir. Bunu nemâzda da, baska yerde de okumak
câiz degildir, günâhdır. Kırâet-i sâzzeyi, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în” birkaçı okumus, fekat sözbirligi olmamısdır. Eshâb-ı kirâmdan birinin
okudugu bildirilmiyen bir okumaga (Kırâet-i sâzze) denmez. Böyle okuyanı
habs etmek, dögmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin okumadıgı seklde okumak,
ma’nâyı ve kelimeleri bozmasa bile, küfrdür.
Kur’ân-ı kerîmin baska dillere yapılan çevirmelerine Kur’ân denmez. Bunlara,
Kur’ân-ı kerîmin meâli, ya’nî açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi
niyyetli, hâlis müslimânlar tarafından hâzırlanmıs ise, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını
anlamak için okunabilir. Buna birsey denmez. Bunlar, Kur’ân diye okunamaz.
Bunları, Kur’ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmi,
Allahü teâlânın indirdigi gibi okumalıdır. Ma’nâsını bilmeden okumak da sevâbdır.
Ma’nâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir.
Mısr, Irâk, Hicâz, Fas arabcaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan
hangisinin dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, simdiki arabcayı
degil, Kureys dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek
çürütmek, çalısmak lâzımdır. Biz, böyle çalısıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmıs
oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercemeleri
okuyan gençler, Kur’ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, fâidesiz
düsünceler, bayagı sözler sanır. Kur’ândan, islâmdan soguyup, kâfir olur. Demek
ki, gençlerin önüne Kur’ân tercemelerini sürerek, öztürkçe Kur’ân okuyunuz,
yabancı dil olan arabca Kur’ânı okumayınız demek, müslimân yavrularının, sehîd
evlâdlarının dinsiz yetismesini istiyen islâm düsmanlarının, zındıkların yeni bir taktigi,
hîlesi olsa gerekdir.
Ibni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının otuzyedinci sahîfesinde
buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi arabîden baska harf ile yazmak ve baska dile
terceme edip, Kur’ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirligi ile harâmdır.
Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” Fâtihayı Îrânlılara fârisî harflerle yazmadı.
Tercemesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden baska harf
ile yazmak ve böyle yazılmıs Kur’ânı okumak harâmdır. Kur’ân-ı kerîmi arabî harflerle,
okundugu gibi yazmak sûreti ile degisdirmek bile, sözbirligi ile harâmdır. Böyle
yapmak (Selef-i sâlihîn)in, ya’nî ilk yıllardaki müslimânların yapdıklarını begenmemek,
onları câhil bilmek olur. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Ribû) yazılı ise de,
(Ribâ) okunur. Bunu, okundugu gibi (Ribâ) yazmak câiz degildir. Kur’ân-ı kerîmi
böyle yazarken ve baska dile terceme ederken, Allah kelâmının îcâzı bozulmakda,
nazm-ı ilâhî degismekdedir. Herhangi bir sûrede bulunan âyetlerin yerlerini de-
– 47 –
gisdirmek harâmdır. Çünki, âyetlerin sırası kat’î olarak dogrudur. Sûrelerin sıralarının
dogrulugu ise zannîdir. Bunun için, sûrelerin yerini degisdirerek okumak,
yazmak mekrûh olmusdur. Kur’ân-ı kerîmi baska harflerle veyâ tercemesini yazmak,
okumak, ögrenmesini kolaylasdırır demek dogru degildir. Kolay olsa bile, câiz
olmasına sebeb olamaz).
(Mevdû’ât-ül-ulûm)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısmdır: Birincisini
hiçbir kuluna bildirmemisdir. Kendisini, ismlerini ve sıfatlarını kendinden
baska kimse bilemez. Ikinci kısm bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmisdir.
Bu yüce Peygamberden ve Onun vârisi olan râsih âlimlerden baska kimse
bunları anlıyamaz. Mütesâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine
bildirmis ve ümmetine ögretmesini emr buyurmusdur. Bu ilmler de ikiye
ayrılır: Birinciler, geçmis insanların hâllerini bildiren (Kısas) ve dünyâda, âhıretde
yaratmıs oldugu ve yaratacagı seyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır. Bunlar,
ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlasılır. Akl ile, tecribe ile anlasılamaz. Üçüncü
kısm bilgilerin ikincileri, akl, tecribe ve arabî ilmler ile anlasılabilir. Kur’ân-ı
kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. Imâm-ı Nesefî “rahmetullahi
teâlâ aleyh” (Akâid)de buyuruyor ki, arabî ilmlere göre ma’nâ verilir.
Ismâilî sapıkları gibi, baska ma’nâlar vermek, ilhâd ve küfr olur.
Kendi aklı ve görüsleri ile bozuk tefsîrler yapanlar bes dürlüdür:
1 — Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.
2 — Mütesâbih âyetleri tefsîr edenlerdir.
3 — Sapık fırkalardakilerin, zındıkların ve dinde reformcuların, bozuk düsünce
ve isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.
4 — Delîl ve sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.
5 — Nefse ve seytâna uyarak yanlıs tefsîr yapanlardır).
26 — Ahkâm-ı islâmiyyenin hepsi Kur’ân-ı kerîmden çıkmakdadır. Kur’ân-ı kerîm,
bütün Peygamberlere “salevâtullahi aleyhim” gönderilmis olan, bütün kitâblardaki
ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Gözleri kör, ilmleri
az, aklları kısa olanlar, bunu göremez. Kur’ân-ı kerîmdeki bu ahkâm üç kısmdır:
Birinci kısm ahkâmı, ilm ve akl sâhibi, (Ibâret-i nass) ile ve (Isâret-i nass) ile ve
(Delâlet-i nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile ve (Iltizâm-i nass) ile ve (Iktizâ-i nass)
ile kolayca anlıyabilir. Ya’nî, her âyet-i kerîmede, ibâret, delâlet, isâret, iltizâm,
iktizâ ve tazammün bakımından çesidli ma’nâlar ve hükmler vardır. (Nass), ma’nâları
açık ve meydânda olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i serîflere denir.
Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkca anlasılmaz. Ictihâd ve istinbât
yolu ile meydâna çıkarılabilir.
Ahkâm-ı ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize “sallallahü aleyhi
ve sellem” uymayabilirdi. Fekat bu ahkâm, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem” zemânında hatâlı ve sübheli olamazdı. Çünki, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelerek,
yanlıs olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden
hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” âhırete tesrîfinden
sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, dogru ile yanlıs ictihâdlar
karısık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahy zemânında ictihâd olunan ahkâmı, hem
yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı
da yapmak lâzım ise de, icmâ’ hâsıl olmıyan ictihâdlarda sübhe etmek, îmânı gidermez.
[Bu husûs (Mektûbât)ın ikinci cild, 36. cı mektûb sonunda da yazılıdır.]
Kur’ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki,
bunları anlayıp çıkarmaga insan gücü yetisemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından
bildirilmedikçe, anlasılamaz. Bu da ancak Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve
sellem” gösterilmis, bildirilmisdir. Baskasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur’ân-ı
kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından
– 48 –
açıklanmıs olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda
kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün müslimânların,
bunlara inanması ve tâbi’ olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise,
her müctehidin kendi çıkardıgı hükme tâbi’ olması lâzımdır. Baska müctehidlerin
ahkâmına tâbi’ olamaz. Bir müctehid, baska müctehide, ictihâdından dolayı yanıldı,
dogru yoldan ayrıldı diyemez. Zîrâ, her müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve dogrudur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” uzak memleketlere gönderdigi
Eshâb-ı kirâma, karsılasacakları mes’elelerde, Kur’ân-ı kerîmin hükmü ile hareket
etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i serîflerde aramalarını,
burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile amel etmelerini emr buyururdu.
Kendilerinden dahâ âlim, dahâ yüksek olsalar bile, baskalarının fikr ve ictihâdlarına
tâbi’ olmakdan men’ ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” baskalarının ictihâdlarına bozuk demedi.
Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü seyler söylemedi.
Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sonra gelen müctehidlerin
en büyügü, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “radıyallahü anh”. Bu büyük imâm,
her hareketinde, vera’ ve takvâ üzere idi. Her isinde Peygamberimize “sallallahü
aleyhi ve sellem” tâm ma’nâsı ile tâbi’ idi. Ictihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye
ulasmısdı ki, buraya kimse varamadı.
[Kendisinden dahâ önceleri, dahâ âlim ve dahâ yüksek kimseler geldi ise de, onların
zemânında sapıtmalar yayılmamıs oldugundan, dogruyu ayıracak mi’yârlar
hâzırlamamıslar, diger dahâ kıymetli islerle ugrasmıslardır.]
Imâm-ı Sâfi’î hazretleri, Imâm-ı a’zamın ictihâdının inceliginden, az birsey anlıyabildigi
içindir ki, (Bütün müctehidler, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır)
demisdir. Îsâ “aleyhisselâm”, kıyâmete yakın bir zemânda, gökden inerek,
Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur’ân-ı kerîmden
ahkâm çıkaracakdır. Islâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor
ki, (Îsâ “aleyhisselâm” gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracagı
bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya’nî, Imâm-ı a’zamın
ictihâdına uygun olacakdır). Bu da, Imâm-ı a’zamın “radıyallahü anh” ictihâdının,
ne kadar çok isâbetli ve dogru oldugunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî
mezhebini, büyük deniz gibi, diger mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüs
olduklarını söylemislerdir. Imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında
da sünnete tâbi’ olmakda, herkesden ileri gitmis, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler
gibi, sened olarak almısdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüslerinin,
buluslarının üstünde tutmusdur. Onların, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” yanında, sohbetinde bulunmak serefi ile kazandıkları derecelerin büyüklügünü,
herkesden dahâ iyi anlamısdır. Diger hiç bir müctehid böyle yapamamısdır.
Imâm-ı a’zam için, kendi görüsü ile ahkâm çıkarıp, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i
serîflere baglı kalmamısdır diyenler, yeryüzünde asrlardan beri ibâdet etmekde
olan milyonlarca müslimânı, yanlıs ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ müslimânlıkdan
ayrı kalmakla lekelemis oluyor. Bunu ise, yâ kendi cehllerini de bilmeyen
kara kafalı câhiller, yâhud dîn-i islâmı yıkmak, bozguna ugratmak isteyen islâm
düsmanları, zındıklar söyler. Birkaç câhil, birkaç zındık, birkaç hadîs ezberleyip, ahkâm-
ı islâmiyyeyi bu kadarcık sanarak, isitmedikleri ve bilmedikleri hükmleri inkâr
ediyor. Evet, bir kaya kovugunda ilismis kalmıs bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikden
ibâret sanır.
Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi
teâlâ aleyh”. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtde üçü,
onundur. Kalan dörtde birinde de, ortakdır. Islâmiyyetde ev sâhibi, âile reîsi
odur. Bütün diger müctehidler, onun çocuklarıdır.
[Bir müctehidin çıkardıgı ahkâmın hepsine (Mezheb) denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmis olup, digerleri
kısmen unutulmusdur.
Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe
150, Mâlik bin Enes Esbahî 179, Muhammed Sâfi’î 204 ve Ahmed bin Hanbel 241
dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden
birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi
ve sellem” yolu, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i serîfler ile, ya’nî sünnet ile ve müctehidlerin
ictihâdları ile gösterilen yoldur.
kısmen unutulmusdur.
Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe
150, Mâlik bin Enes Esbahî 179, Muhammed Sâfi’î 204 ve Ahmed bin Hanbel 241
dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden
birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi
ve sellem” yolu, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i serîfler ile, ya’nî sünnet ile ve müctehidlerin
ictihâdları ile gösterilen yoldur.
– 49 – Se’âdet-i Ebediyye 1-F:4