03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN...M Ü N Â C Â T

M Ü N Â C Â T
Gel ey Dâ’î, hemen basla düâya,elin aç bârgâh-i kibriyâya.
Nice zemânların âh bosuna geçdi,yapdıkların hep mâzîye karısdı.
Simdiden sonra insâfa gel bârî,tevbe et, yalvar da, afv ede Bârî.
Kalbimden söyledim (Estagfirullah),rücû’ etdim dedim (Tübtü ilallah).
Olup nâdim elim çekdim hevâdan,pâk etdim kalbimi hubb-i sivâdan.
Hevây-i nefse ve seytâna uydum,hatâ etdim ilâhî, simdi duydum.
Inâbet eyleyip geldim kapına,yüzüm yere sürüp durdum bâbına.
Yüzüm kara, günâhım çok, elim bos,lâfa geldikde ammâ sözlerim hos.
Beni gören sanır ki bir Velîyim,fekat bilmez ki, bir ahmak deliyim.
Eger bende olaydı akl-i kâmil,muhakkak olmaz idim böyle gâfil.
Temizler rahmetinin suyu Ilâhî,benim gibi nice rûy-ı siyâhı.
Ümmîdim kesmem hiç senden Ilâhî,ki Sensin cümle mahlûkun penâhı.
Yüzüm karasına bakma Ilâhî,
Cehennem nârında yakma Ilâhî.
Yüzüm yokdur, sözüm yokdur Ilâhî,yasım çokdur, gamım çokdur Ilâhî.
Bu Beykozlu Dâ’î kapında bir aç,fakîrim, bî-kesem gufrâna muhtâc.
Atâ eyle, ganîsin yâ Ilâhî,ki Sensin pâdisâhlar pâdisâhı.
Beni sen yokdan var etdin yâ Rabbî,nice ni’metler lutf etdin yâ Rabbî.
Aldandım ins ve cin seytânlarına,uyamadım Habîbinin yoluna.
Nasîb oldu simdi bana hidâyet,gelip sıgındım afvına nihâyet.
Niyâz edip, yüzüm sürmege geldim,merhamet için yalvarmaga geldim.
Düâma eyle yâ Rabbî icâbet,hem dahî su dilegimi kabûl et.
Kanâ’at ver, tâ olmasın gözüm aç,senden gayrıya yâ Rab etme muhtâc.
Boyun egdirme yâ Rab bir habîse,sükr edeyim lutfuna her ne ise.
– 1038 –
Rızkımı halâl yoldan nasîb eyle,rızânı her isime karîb eyle.
Azrâîle verdigin zemân fermân,beni hıfz et ki, aldatmaya seytân.
Vereyim îmân ve Kur’ânla cânı,göreyim fadlınla dâr-ı cinânı.
Eyleme kabrimi hufre-i nîrân,beni o kara yerde etme hayrân.
Gelince Münker ve Nekîr melekler,yine Senden budur o dem dilekler.
Bana yumusak etsinler süâli,vereyim lutfunla dogru cevâbı.
Geldiginde (Men Rabbüke) hitâbı,kolayca diyeyim (Allahü Rabbî).
Hem, (Men nebiyyüke) deyince bana,
(Muhammed nebiyyî) diyeyim ona.
Sorduklarında dîn-i mübîni,diyeyim avninle (vel-islâmü dînî).
Diyem sordukda kıblemle imâmım,ki, kıblem Kâ’bedir, Kur’ân imâmım.
Sen et yâ Rab bana o zemân telkîn,ede o iki melek beni tahsîn.
Diyem ol demde Münkerle Nekîre,
Senin ihsânın ile bu fakîre.
Hayâtımda bunu her vakt der idim,nice mevtâya telkîn eyler idim.
Diyeler bana ol dem (tâbe mesvâh)(henîen lek) murâdın verdi Allah.
Râhat et, tâ olunca rûz-i mahser,
ede Hak kabrini vâsi’ münevver.
Yâ Rab! Kabrimi (Ravda-i Cennet) et,
yalnız bırakma, refîkım rahmet et.
Hem et âbâ ve ecdâdıma rahmet,
olalar, tâ cinânın içre râhat.
Husûsâ vâlideynim eyle magfûr,
ola her birisinin kabri pür nûr.
Ölen ma’sûmlarıma magfiret et,
bana onları mahserde sefî’ et.
Kimin evinde yidimse bir kez nân,
nasîb eyle ona da âb-ı cinân.
Kelâmında buyurdun çünki ey Hak,
(Ücîbü da’veteddâ’) muhakkak.
Dahî evlâdımı, ey yüce Hâlık,
hatâdan hıfz eyle beynel-halâyık.
Önümde bunları izzü seref kıl,
sonunda her birin hayrül-halef kıl.
Masûn et sû-i ef’âlden Ilâhî,
nasîb eyle râzı oldugun râhi.
– 1039 –
Edeler dâimâ tahsîl-i irfân,
olalar herbiri bir kâmil insân.
Ilâhî eyledim sana emânet,
kimse etmeye kasd-i hiyânet.
Edip sâlih amellerle mu’ammer,
rızân et bunlara her ân müyesser.
Bu Dâ’îden edenler istifâde,
irise iki âlemde murâde.
Husûsâ Muhammed ve Mustafâya,
rahmetler eyle bî-nihâye.
Ayırmadın cihânda birbirinden,
ayırma hem cinânda birbirinden.
Olunca yâ Ilâhî rûz-i mahser,
gele karsıma o iki birâder.
Mülâkat nasîb et Cennetde yâ Rab,
ola yanımda her iki müeddeb.
Hele Muhammedin kalbi pür nûrdu,
ledünnî bir ilmle konusurdu.
Onbes yasındayken o fener söndü,
hak âsıkları hep mecnûna döndü.
Kamu üstâdıma hem rahmet eyle,
her birinin makamın Cennet eyle.
Cenâbından budur bir dahî maksûd,
atâ kıl anı da, ey Hayyu Ma’bûd.
Bu günlerdir husûsâ ıyd-i edhâ,
dolacak rahmetinle hâk-i Bathâ.
Bu günlerde açıkdır bâb-ı rahmet,
düâmı red etme yâ Rab rahmet et.
Bu askla dökdüm gözyasını bol bol,
benim bu nevhamı sen eyle makbûl!
[Yukarıdaki münâcât, Beykozda muallim Muhammed bin Receb efendinin 1059 [m. 1649]
da yazdıgı (Nevha-tül-ussak) kitâbından alınmısdır.]
70 — SE’ÂDET-I EBEDIYYENIN SON SÖZÜ
Etrâfımızı bes duygu organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir
seyden haberimiz olmıyacakdı. Kendimizi bile bilemiyecekdik. Yürüyemiyecek,
birsey yapamıyacak, yasıyamıyacakdık. Anamız, babamız olamıyacak, var olamıyacakdık.
Rûhumuza tatlı gelen güzelleri göremiyecek, güzel sesleri duyamıyacak,
onları sevemiyecekdik. Allahımıza yalnız duygu organlarımız için, durmadan
sükr etsek, sükrünü ödemis olamayız.
Duygu organlarımıza etki eden herseye (Varlık) veyâ (Mevcûd) diyoruz. Kum,
su, günes birer mevcûddür. Çünki, bunları görüyoruz. Ses de bir mevcûddür. Çünki,
isitiyoruz. Hava, bir mevcûddür. Çünki, elimizi açıp yelpâze gibi sallayınca, havanın
elimize çarpdıgını duyuyoruz. Rüzgâr da yüzümüze çarpıyor. Bunun gibi, sıcaklık,
sogukluk da birer mevcûddür. Çünki, derimizle bunları duyuyoruz. Elektrik,
harâret, ya’nî ısı ve miknâtıs gibi enerjilerin [kudretlerin] de mevcûd olduklarına
inanıyoruz. Çünki, elektrik akımının harâret ve miknâtıs veyâ kimyâ reaksiyonları
meydâna getirdigini, ısı gelince sıcaklık oldugunu, ısı azalınca sogukluk
– 1040 –
oldugunu ve miknâtısın demiri çekdigini his ediyoruz, anlıyoruz. (Ben havanın, ısının,
elektrigin mevcûd olduklarına inanmam. Çünki, bunları görmiyorum) sözüne
yanlısdır diyoruz. Çünki, bunlar görülemezlerse de, kendilerini veyâ yapdıkları
isleri, duygu organlarımız ile anlıyoruz. Bunun için de, görülemiyen birçok
varlıklara inanıyoruz. Göremedigimiz için, yok olmaları lâzım gelmez diyoruz. Bunun
gibi, (Ben Allaha inanmam. Melek, cin gibi seyler yokdur. Var olsalardı görürdüm)
sözü de dogru degildir. Akla, fenne uygun olmıyan bir sözdür.
Fen dersleri bildiriyor ki, agırlıgı ve hacmi olan varlıklara (Madde) denir. Buna
göre, hava, su, tas, tahta maddedirler. Isık, elektrik akımı birer varlık iseler de,
madde degildirler. Maddenin sekl almıs parçalarına, (Cism) denir. Çivi, kürek, masa,
igne birer cismdirler. Hepsi, aynı demir maddesinden yapılmıslardır. Duran bir
cismi harekete getiren, hareketde olan bir cismi durduran veyâ hareketini degisdiren
sebebe (Kuvvet) denir. Duran bir cisme kuvvet etki etmezse, hep durur. Hareket
eden bir cisme, kuvvet etki etmezse, hareketi degismez ve hiç durmaz.
Maddelerin, cismlerin ve maddelerde bulunan enerjilerin hepsine (Âlem) veyâ
(Tabî’at) denir. Âlemde her cism hareket etmekde, degismekdedir. Demek ki,
her cisme, her ân çesidli kuvvetler te’sîr etmekde, degisiklik hâsıl olmakdadır. Cismlerde
meydâna gelen degisiklige (Hâdise) veyâ (Olay) denir.
Cismlerin yok olduklarını, baska cismlerin meydâna geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz,
eski milletler yok olmuslar, binâlar, sehrler yok olmus. Bizden sonra da
baskaları meydâna gelecek. Fen bilgimize göre, bu mu’azzam degisiklikleri yapan
kuvvetler vardır. Allaha inanmıyanlar, (Bunları tabî’at yapıyor. Herseyi tabî’at kuvvetleri
yaratıyor) diyorlar. Bunlara deriz ki, bir otomobilin parçaları, tabî’at kuvvetleri
ile mi bir araya gelmisdir? Suyun akıntısına kapılan, sagdan soldan çarpan
dalgaların te’sîri ile biraraya yıgılan çöp kümesi gibi biraraya yıgılmıslar mıdır? Otomobil
tabî’at kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmekdedir? Bize gülerek,
hiç böyle sey olur mu? Otomobil, akl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimselerin, titizlikle
çalısarak yapdıkları bir san’at eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akl, fikr
yorarak, hem de trafik kâ’idelerine uyarak, soför tarafından yürütülmekdedir
demez mi? Tabî’atdeki her varlık da, böyle bir san’at eseridir. Bir yaprak parçası,
mu’azzam bir fabrikadır. Bir kum dânesi, bir cânlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildigi
ince san’atlerin birer mesheri, sergisidir. Bugün fennin bulusları, basarıları
diye ögündüklerimiz, bu tabî’at san’atlerinden birkaçını görebilmek ve taklîd
edebilmekdir. Islâm düsmânlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, Ingiliz
doktoru Darwin bile, (Gözün yapısındaki san’at inceligini düsündükce, hayretimden
tepem atacak gibi oluyor) demisdir. Bir otomobilin tabî’at kuvvetleri ile,
tesâdüfen hâsıl olacagını kabûl etmiyen kimse, basdan basa bir san’at eseri olan
bu âlemi tabî’at yaratmıs diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesâblı, plânlı, ilmli,
sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yapdıgına inanmaz mı? Tabî’at yaratmısdır. Tesâdüfen
var olmusdur demek, câhillik, ahmaklık olmaz mı?
Allahü teâlâ herseyi en güzel ve en fâideli olarak yaratdı. Meselâ, Erd küresini
günesden yüzelli milyon kilometre uzakda yaratdı. Dahâ uzakda yaratsaydı, hiç
sıcak mevsim olmaz, çok sogukdan ölürdük. Dahâ yakın yaratsaydı, çok sıcak olur,
hiç bir canlı yasayamazdı. Etrâfımızı saran hava, hacmen yüzde yirmibir oksijen,
yüzde yetmissekiz azot ve onbinde üç karbondioksid gazlarının karısımıdır. Oksijen
hücrelerimize kadar girip, oraya gelmis olan gıdâ maddelerini yakarak, bize kuvvet,
kudret veriyor. Oksijenin havadaki mikdârı dahâ çok olsaydı, hücrelerimizi de
yakar, hepimiz kül olurduk. Mikdârı 21 den az olsaydı, gıdâlarımızı yakamazdı. Yine,
hiçbir canlı yasayamazdı. Yagmurlu, simsekli havalarda, oksijen azotla birleserek,
havada nitrat tuzları hâsıl olup, yagmurla topraga iniyor. Bunlar, nebâtâtı
besliyor. Nebâtlar da, hayvanlara, hayvanlar da insanlara gıdâ oluyor. Görülüyor
ki, rızkımız semâda hâsıl olmakda, göklerden yagmakdadır. Havadaki karbon dioksid
gazı, dimâgçedeki kalb ve teneffüs merkezlerini tenbîh ediyor, çalısdırıyor.
– 1041 – Se’âdet-i Ebediyye 3-F:66
Havadaki karbon dioksid mikdârı azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız.
Mikdârı artarsa boguluruz. Karbon dioksid mikdârının hiç degismemesi lâzımdır.
Bunun için de, denizleri yaratdı. Karbon dioksid mikdârı artınca, kısmî tazyîki de
artıp, fazlası denizlerde eriyerek, sudaki karbonat ile birleserek, onu bi-karbonat
hâline çeviriyor. Bu da, dibe çökerek deryâların dibinde çamur tabakası hâsıl
oluyor. Havada azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün
canlılar havasız yasayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlıya çalısmadan,
parasız veriyor ve cigere kadar gönderiyor. Susuz da yasayamayız. Suyu da heryerde
yaratdı. Fekat, susuzluga dahâ fazla tehammül edildigi için, bunu arayıp bulacak,
tasıyacak seklde yaratdı. Fe-tebârekâllahü ahsenül-hâlikîn! Insanlar, bunları
yapmak söyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu!
Allahü teâlânın, sayamıyacagımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde, halk etdigi
sayılamıyacak kadar çok varlıklar tesâdüfen olmusdur diyenlerin sözleri câhilcedir.
Söyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmıs on tası bir torbaya koyalım. Bunları
elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile, ya’nî önce bir numaralı, sonra
iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak seklde çıkarmaga çalısalım. Çıkarılan bir
tasın numarasının sıraya uymadıgı görülürse, çıkarılmıs olan tasların hepsi hemen
torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan baslamak üzere çıkarmaga çalısılacakdır.
Böylece, on tası numaraları sırası ile ardarda çıkarabilmek ihtimâli onmilyarda
birdir. On aded tasın bir sıra dâhilinde dizilme ihtimâli bu kadar az olursa, kâinatdaki
sayısız düzenin tesâdüfen meydâna gelmesine imkân ve ihtimâl yokdur.
Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuslarına gelisigüzel
meselâ bes kerre bassa, elde edilen bes harfli kelimenin türkçe veyâ baska bir dilde
bir ma’nâ ifâde etmesi acabâ ne derece mümkindir? Sâyed gelisigüzel tuslara
basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir ma’nâ ifâde eden bir cümle yazılabilecek
mi idi? Kaldı ki, bir sahîfe yazı veyâ kitâb teskîl edilse, sahîfenin ve kitâbın,
tesâdüfen belli bir konusu bulunacagını sanan kimseye akllı denilebilir mi?
Cismler yok oluyor. Bunlardan, baska cismler meydâna geliyor ise de, bu isde,
yüzbes madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları degisiyor denilirse, radioaktif bozulmalar,
elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye
döndügünü haber vermekdedir. Hattâ, Einstein adındaki Alman fizikcisi, bu dönüsmenin
matematiksel formülünü ortaya koymusdur.
Cismlerin, maddelerin durmadan degismeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları,
sonsuz olarak gelmis degildir. Ya’nî, böyle gelmis böyle gider denilemez. Bu degismelerin
bir baslangıcı vardır. Degismelerin baslangıcı vardır demek, maddelerin
var oluslarının baslangıcı vardır demekdir. Ya’nî hiçbirsey yok iken, hepsi yokdan
yaratılmısdır demekdir. Ilk, ya’nî birinci olarak maddeler yokdan yaratılmıs
olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere dogru uzasaydı,
simdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünki, âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi
için, bunu meydâna getiren maddelerin dahâ önce var olmaları, bunların da var
olabilmeleri için, baskalarının bunlardan önce var olmaları lâzım olacakdır. Sonrakinin
var olması, öncekinin var olmasına baglıdır. Önceki var olmazsa, sonraki
de var olmıyacakdır. Sonsuz önce demek, bir baslangıç yok demekdir. Sonsuz öncelerde
var olmak demek, ilk, ya’nî, baslangıç olan bir varlık yok demekdir. Ilk,
ya’nî birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Herseyin her zemân yok
olması lâzım gelir. Ya’nî, herbirinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım
olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
Âlemin simdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmedigini, yokdan var edilmis
bir ilk varlıgın bulundugunu göstermekde oldugu anlasıldı. Âlemin yokdan var edilmis
oldugunu, o ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünki âlemin var oldugunu anladık.
Âlemi yokdan var eden bir yaratıcının bulundugunu ve bu yaratıcının kadîm olması,
ya’nî hep var olması, hiç degismeden, sonsuz var olması lâzım geldigini,
– 1042 –
(Serh-i mevâkıf) kitâbı, besinci mevkıfın birinci mersadında uzun isbât etmekdedir.
Kısacası söyledir ki, degismek, baska sey olmak demekdir. Yaratıcı degisince, baska
olur. Yaratıcılıgı bozulur. Kitâbımızın üçüncü kısm, 28. ci maddenin 2. ci sahîfesinde
bildirildigi gibi, yaratıcının degismemesi, hep aynı kalması lâzımdır. Âlemin
sonsuz olamıyacagını anlatdıgımız gibi düsünürsek, degismiyen yaratıcının kadîm olması,
sonsuz var olması lâzımdır. Bunun için, hiç degismiyen sonsuz var olan bir yaratıcı
vardır. Bu hiç degismiyen bir yaratıcının ismi (Allah)dır. Allahü teâlâ, kendini
tanıtmak için, insanlara Peygamberler göndermisdir. Son ve en üstün Peygamberi
olan Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, üstünlüklerini, dogru yazılmıs kitâblardan
okuyan anlayıslı ve insâflı bir kimse, Allahü teâlânın var oldugunu ve Muhammed
aleyhisselâmın Onun Peygamberi oldugunu hemen anlar. Seve seve müslimân
olur. Allahü teâlânın var olduguna, bir olduguna ve Muhammed aleyhisselâmın
Onun Peygamberi olduguna ve Peygamberlerinin en üstünü olduguna ve bunun her
sözünün dogru, fâideli olduguna inanmaga (Îmân etmek) ve (Müslimân olmak)
denir. Böyle inanan kimseye (Mü’min) ve (Müslimân) denir. Muhammed aleyhisselâmın
sözlerine (Hadîs-i serîf) denir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde açık
olarak bildirilenlerden birine bile inanmıyana (Kâfir) denir. Aslları Hak teâlânın kelâmı
olan ve sonradan degisdirilip, birer târîh kitâbı hâline çevrilmis bulunan, Tevrât,
Zebûr ve Incîli, Allah kelâmı zan eden kâfirlere (Ehl-i kitâb), kitâblı kâfir denir.
Yehûdîlerin ve Hıristiyanların çogu kitâblı kâfirdir. Kendisinde ülûhiyyet sıfatı
bulunduguna inandıkları bir insanın heykeli, mezârı karsısında secde ederek,
onun herseyi yapacagına inananlara (Müsrik) veyâ (Putperest) denir. Berehmen, Budist
ve Atesperestler böyledir. Yehûdîlerin ve hıristiyanların bir kısmı, büyük Kostantinden
sonra, müsrik oldu. Hiçbir dîne inanmayanlara (Ateist) ve (Dehrî) denir.
Komünistler ve Masonlar ve bunların tuzaklarına düsen din câhilleri böyledir.
Müslimânın ögrenmesi lâzım olan ilmlere (Ulûm-i islâmiyye) denir. Islâm bilgileri,
iki kısmdır: Birinci kısmı, (Din bilgileri)dir. Bunlara (Ulûm-i nakliyye) denir.
Ulûm-i nakliyye de ikiye ayrılır: Zâhirî ilmler ve bâtınî ilmler. Birincilere, (Îmân
bilgileri) ve (Fıkh bilgileri) veyâ (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Îmân ve ahkâm-ı islâmiyye
bilgileri, Tefsîr, Kelâm, Fıkh ve ahlâk kitâblarında yazılıdırlar. Ikincisi,
(Ulûm-i bâtınıyye), kalb bilgileridir. Bunlar, Resûlullahın mubârek kalbinden çıkıp,
Evliyânın kalblerine gelen bilgilerdir. Bu bilgilere (Tesavvuf) denir. Ahkâm-
ı islâmiyye ve tesavvuf bilgileri, hiç degismez. Ikinci kısmı, (Fen bilgileri) veyâ
(Ulûm-i akliyye)dir. Bunlar, maddelerin, cismlerin yapılarını, degismelerini inceler.
Tecribe ve hesâb ile ögrenilir. Bu bilgiler, zemân ile degisir. Birinci kısm,
11.ci ve ikinci kısm, 5.ci maddeye bakınız! Din bilgilerini, fen bilgilerine göre degisdiren
kâfirlere (Felesof) ve (Dinde reformcu) denir. Bunlar nakle degil, akla
inanırlar. Din bilgilerini, fen bilgileri ile isbât eden mü’minlere (Hukemâ) denir.
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde açık bildirilmemis, sübheli bilgilere islâm
âlimleri muhtelif ma’nâlar verdi. Böylece, îmân edilecek seylere, birbirlerinden
farklı inanan yetmisüç fırka meydâna geldi. Bunlardan îmânları dogru olan bir fırkaya
(Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) denildi. Yanlıs ma’nâ verenlere (Bid’at ehli) ve sapık
denir. Sî’îler ve Vehhâbîler böyledir. Fen bilgilerine yanlıs ma’nâ vererek müslimânın
îmânını bozana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir.
Allahü teâlâ, Cenneti ve Cehennemi yaratdı. Her ikisini de dolduracagını bildirdi.
Insanların ve cinnin çogu Cehenneme girecekdir. Fekat, mahlûklarının çogunu
Cennete koyacak, rahmeti gazabını asacakdır. Çünki, cinnîler, bütün insanların
on katından dahâ çokdur. Melekler de, cinnîlerin on katından dahâ çokdur.
Meleklerin hepsi Cennetde oldugundan, Cennetdekiler dahâ çok oluyor.
Cehennemde kimler sonsuz kalacak? Nemâz kılmıyanlar mı? Günâh isliyenler
mi? Hayır! Cehennemde, Allahü teâlânın düsmânları, sonsuz yanacakdır. Günâh
isliyen müslimânlar, Allahü teâlânın düsmanı degildir. Kabâhatli kullarıdır. Bunlar,
yaramaz, suçlu çocuga benzer. Yaramaz çocuga, anası, babası düsman olur mu?
– 1043 –
Cehennem yedi tabakadır. Birinci tabaka, en hafîfdir. Fekat, dünyâ atesinden
yetmis kat dahâ siddetlidir. Adı (Cehennem)dir. Burada, müslimânlardan bir
kısmı yanıp, günâhlarından temizleneceklerdir. Bid’at sâhibi olanlar, muhakkak
Cehennemde bir müddet yanacaklardır.
Imâm-ı Muhammed Birgivînin (Vasıyyetnâmesi)ni serh eden Kâdî zâde Ahmed
Emîn efendi diyor ki, (Cehennemden en son çıkacak mü’min, yedibin âhıret senesi
yanacakdır. Âhıretin bir günü, dünyânın bin senesi kadar uzundur.)
Cehennemin ikinci tabakası dahâ siddetlidir. Adı (Sa’îr)dir. Burada, Tevrâtı degisdirenler
yanacak [Ibni Âbidîn]. Bunlar, Allahın Peygamberi olan Îsâ aleyhisselâma
da inanmıyor ve bu büyük Peygambere, (Bilinmeyen babanın çocugu) diye iftirâ
ediyorlar. Tevrâtı degisdirip, Allahü teâlânın kitâbını bozdular ve Mûsâ aleyhisselâmdan
sonra, kendilerine nasîhat için gönderilen bin Peygamberi sehîd etdiler.
Cehennemin üçüncü tabakası dahâ siddetli olup, adı (Sekar)dır. Burada Incîli
degisdirenler yanacakdır. Çünki bunlar, Îsâ aleyhisselâma inanmamıs oldukları gibi,
onda (ülûhiyyet sıfatı) bulunduguna inanıyorlar. Tanrı üçdür. Îsâ tanrıdır
[ba’zıları ise, Îsâ tanrının ogludur] diyerek, yehûdîlerden kötü oluyor, müsrik
oluyorlar [Ibni Âbidîn]. Hıristiyanlık çıkmadan ve putlara tapınmak baslamadan
önce, Îsevîler mü’min idi. Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, kitâblı kâfir
oldular. Yehûdîler, islâmiyyete, bunlardan dahâ uzakdır. [(Ma’rifetnâme) ve
(Tezkire-i Kurtubî)]
Dördüncü tabakanın adı da (Cahîm)dir. Burada, günese, yıldızlara tapanlar, (Hutame)
denilen besincisinde, atese, inege tapanlar, müsrik olan Budistler, Berehmenler
yanacak. Altıncı tabakası, (Lazy)dir. Burada hiç dîni olmıyanlar, müsrikler
yanacak.
Cehennemin yedinci tabakası, en dibi, en siddetli tabakası olup, adı (Hâviye)
dir. Burada münâfıklar, mürtedler yanacak. Bu yedi tabakanın ismlerinin sırası,
(Tefsîr-i Mazherî)de ve (Gâliyye)de baska dürlü yazılıdır. Bir kimsenin Cehenneme
gidecegi ve îmânsız oldugu, son nefesinde belli olur. Bir kâfir, müslimân olursa
ve günâhı, suçu çok olan veyâ bid’at sâhibi olan bir müslimân tevbe ederse, tertemiz
müslimân olurlar. Cehenneme girmekden kurtulurlar.
Mürtedler, anaları, babaları müslimân oldugu hâlde, islâm terbiyesi ile büyüdügü
hâlde, câhil veyâ okuyup, diploma alıp, kendilerini âlim, fen adamı sanan dinsizlerdir.
Ilm, fen denizinden bir damla tatmakla, deryâyı yutduk sanan bu zevallıların
islâm âlimlerinden, din bilgilerinden haberleri olmadıgı için, küçük yasda isitdikleri
kelimelere, hayâlleri ile ma’nâlar uydurarak, müslimânlık bunlardır sanıyor, islâmiyyeti
inkâr ediyorlar. Analarına, dedelerine örümcek kafalı, müslimânlara gerici
diyorlar. Nefslerine uyarak yalnız dünyâ arkasında kosanlara, zevk ve safâya dalanlara,
aydın, ilerici diyor. Dünyâ ile berâber âhıreti de düsünenlere, baskalarının
hakkını gözetenlere yobaz, ahmak diyor. Bu dünyâ böyle gelmis, böyle gider. Cennet,
Cehennem bos lâfdır, kim görmüs, burada ne yaparsan kârdır diyorlar. Baskaları
ne olursa olsun, yalnız kendi kazançlarını, nefslerini, sehvetlerini düsünüyorlar.
Herkesi aldatmak için ve geçinmek için de, iyiligi, insanlıgı dillerinden düsürmüyorlar.
En fecî’, en alçak suç olarak da, gençleri, islâm yavrularını aldatmaga, bunların
dinlerini, îmânlarını çalarak, kendileri gibi felâkete sürüklemege ugrasıyorlar.
Islâm dîninin inançlarını, emrlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitâb
yazılmıs, bunların çogu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmısdır.
Buna karsılık, bozuk düsünceli, kısa görüslü kimseler, her zemân, islâmın fâideli,
feyzli ve ısıklı prensiplerine saldırmıs, onu lekelemege, degisdirmege, müslimânları
aldatmaga ugrasmıslardır. Dahâ çocuk iken, böyle yanlıs yolda olanlara acırdım.
Niçin dogruyu göremediklerine, Islâm dîninin yüksekligini anlıyamadıklarına
sasardım. Herkesin dogru yolu bulmasını, dalâletden, dünyâ ve âhıret felâketlerinden
kurtulmalarını istiyordum. Bu yolda, insanlara hizmet için çırpınıyordum.
– 1044 –
Kıymetli gençleri, asîl ve temiz yavruları, sehîd evlâdlarını, bozuk yazılardan ve
sözlerden koruması için ve müslimânlıgın tam ve dogru ve ana kaynaklarına uygun
olarak anlasılması için, Allahü teâlâya yalvarıyordum.
Din câhilleri, islâmiyyete ilm ile, fen ile, ahlâk ile, sıhhat ile, temizlik ile saldıramadıklarından,
yalan söyliyerek, nâmerdce hücûm ediyorlar.
Islâmiyyete ilm ile nasıl karsı durulabilir? Islâmiyyet, ilmin tâ kendisidir.
Kur’ân-ı kerîmin birçok yeri, ilmi emr etmekde, ilm adamlarını övmekdedir. Meselâ
Zümer sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, (Bilen ile bilmiyen hiç bir olur mu?
Bilen elbette kıymetlidir) buyruldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ilmi
öven ve tesvîk buyuran sözleri o kadar çokdur ve meshûrdur ki, düsmanlarımız
da, bunları biliyor. Meselâ (Ihyâ-ül’ulûm) ve (Mevdû’ât-ül’ulûm) kitâblarında, ilmin
fazîleti anlatılırken, (Ilmi, Çinde de olsa, alınız!) hadîs-i serîfi yazılıdır. Ya’nî
dünyânın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilm ögreniniz! Bu gâvur îcâdıdır,
istemem, demeyiniz. Bir hadîs-i serîfde de, (Besikden mezâra kadar ilm ögreniniz,
çalısınız!) buyuruldu. Ya’nî, bir ayagı mezârda olan seksenlik ihtiyârın da
çalısması lâzımdır. Ögrenmesi ibâdetdir. Bir def’a da, (Yarın ölecekmis gibi âhırete
ve hiç ölmiyecekmis gibi dünyâ islerine çalısınız!) buyurdu. Bir hadîs-i serîfde,
(Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetden dahâ iyidir!) buyurdu.
Bir kerre, (Seytânın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden korkmasından
dahâ çokdur!) buyurdu. Islâm dîninde kadın, kocasının izni olmadan nâfile
hacca gidemez. Sefere, müsâfirlige gidemez. Fekat, kocası ögretmezse ve izn vermezse,
ondan iznsiz, ilm ögrenmege gidebilir. Görülüyor ki, büyük ibâdet olan hacca
iznsiz gitmesi günâh oldugu hâlde, ilm ögrenmege iznsiz gitmesi günâh olmuyor.
O hâlde, kâfirler, islâmiyyete ilm ile nasıl saldırabilir? Ilm, ilmi kötüler mi? Elbette
begenir. Kıymetlendirir. Islâmiyyete, ilm ile saldıran, maglûb olur.
Fen ile de saldıramazlar. Fen (Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak
ve deneyip benzerini yapmak) demekdir ki, bu üçünü de, Kur’ân-ı kerîm emr etmekdedir.
Fen bilgilerine, san’ate, en modern harb silâhlarını yapmaga ugrasmak,
farz-ı kifâyedir. Düsmanlardan dahâ çok çalısmamızı, dînimiz emr etmekdedir. Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” fenni emr eden pek cânlı sözlerinden birini
kitâbımın birinci kısm, 11. ci madde, ikinci sahîfesinde bildirmisdim. O hâlde,
islâmiyyet, fenni, tecribeyi, müsbet çalısmayı emr eden dinamik bir dindir.
Islâm dînine karsı olanlar, ona doktorluk ile de saldıramıyor. Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, tıb bilgisini çesidli sekllerde medh buyurdu. Meselâ, (Ilm
ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi). Ya’nî ilmler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din
bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir diyerek, herseyden önce, rûhun ve bedenin
zindeligine çalısmak lâzım geldigini emr buyurdu. Bu hadîs-i serîf, (Riyâd-unnâsıhîn)
üçyüzseksenbirinci [381] sahîfesinde yazılıdır ve (Zübdet-ül-ahbâr)dan
aldıgını bildirmekdedir. Bunun, imâm-ı Sâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyh” sözü oldugunu
bildirenler de vardır. Bu yüce imâmın her sözü, âyet-i kerîme ve hadîs-i serîflerin
açıklamasıdır. Islâmiyyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce ögrenmegi emr
ediyor. Çünki, bütün iyilikler, bedenin saglam olması ile yapılabilir.
Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen,
ya’nî sıhhati korumak. Ikincisi, terapötik, ya’nî hastaları, iyi etmekdir. Bunlardan
birincisi basda gelmekdedir. Insanları hastalıkdan korumak, saglam kalmagı saglamak,
tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kerre, ârızalı, çürük
kalır. Iste islâmiyyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmis, te’mînât
altına almısdır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısmda, Kur’ân-ı kerîmin, tıbbın
iki kısmını da tesvîk buyurdugu, âyet-i kerîmeler gösterilerek isbât edilmekdedir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rum imperatörü Herakliüs ile mektûblasırdı.
Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Her iki tarafın sözlerini, mektûblarını,
kitâblarda okuyoruz. (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi, ikiyüzotuzsekizinci [238]
– 1045 –
sahîfesinde mektûbların aslı da var. Sefîrlerin ismleri, hayâtları, vak’aları ile meydânda
iken, bindörtyüz sene sonra, bunlar yalandır demek, hangi ilm, hangi iz’ân
sâhibine yakısır. Din düsmanlıgı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize
karsı kinleri, akllarını örtmüs, muhâkemelerini islemez hâle getirmis olacak
ki, gençleri aldatmak için, vak’aları, senedleri, vesîkaları göremiyor, açık yalanlar
söylemekden de çekinmiyorlar. Yalan, iftirâ, insanı herkese karsı rezîl eder, yüz
karasını meydâna çıkarır! Yâ Rabbî! Senin adâletin tâm yerindedir. Islâmiyyete,
insanların se’âdetine saldıranlar, sonsuz azâbları hak etmekdedir!
Bir def’a, Herakliüs birkaç hediyye göndermisdi. Bu hediyyelerden biri, bir doktor
idi. Doktor gelince dedi ki, (Efendim! Imperatör hazretleri, beni, size hizmet
için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacagım!). Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, kabûl buyurdu. Emr eyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek
götürdüler. Günler, aylar geçdi. Bir müslimân, doktora gelmedi. Doktor, utanıp
gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmege geldim. Bugüne kadar, bir hasta
gelmedi. Bos oturdum, yiyip içip, râhat etdim. Artık gideyim) diye izn isteyince,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tebessüm buyurdu. (Sen bilirsin! Eger dahâ
kalırsan, müsâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslimânların basda gelen
vazîfesidir. Gidersen de ugurlar olsun! Yalnız sunu bil ki, burada senelerce kalsan,
sana kimse gelmez. Çünki, Eshâbım hasta olmaz! Islâm dîni, hasta olmamak yolunu
göstermisdir. Eshâbım temizlige çok dikkat eder. Acıkmadıkca birsey yimez
ve sofradan, doymadan önce kalkar!) dedi. Görülüyor ki, müslimân, ya’nî islâmiyyetin
emrlerine uyan, hastalık çekmez. Müslimânlardan hastalık çekenler, emrleri
ögrenmiyenler ve yapmıyanlardır. Evet, ölüm hastalıgı herkese gelecekdir. Bu
hastalık mü’minlere bir ni’metdir. Âhıret yolculugunun habercisidir. Hâzırlanmak,
tevbe, vasıyyet etmek için, alârm isâretidir. Cenâb-ı Hak, çesidli hastalıkları, ölüme
sebeb kılmısdır. Eceli gelen, bir hastalıga yakalanacakdır:
Ecel geldi cihâna,
bas agrısı behâne.
Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, ya’nî islâmiyyetin gösterdigi yolda giden kimsenin
hayâtı hastalıkla geçmez. Fekat, Peygamberlerden baska herkes, nefsine uyabilir.
Günâh isliyebilir. Cenâb-ı Hak, günâh isliyen müslimânları, illet, kıllet veyâ zilletle
îkâz etmekde, gafletden uyandırmakdadır.
Din câhilleri, islâmiyyete temizlik ile de hiç saldıramıyor. Çünki, Tâbi’înden
gençler, Eshâb-ı kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Allahü teâlâ sizi çok
seviyor. Kur’ân-ı kerîmde sizi övüyor. Bunun sebebi nedir? Bize söyleyin de, biz
de, sizin gibi olalım, bizi de çok sevsin dediklerinde, (Bizi çok seviyor. Çünki biz,
temizlige çok dikkat ederiz) diye cevâb verdiler. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde
çesidli yerlerde, (Temiz olanları severim!) buyuruyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi
ve sellem” o güzel nûrlu yüzünü gören kimseye, (Sahâbî) denir. Birkaç dânesine
(Eshâb) denir. O güzeli göremeyip de, yalnız, Sahâbîyi görenlere (Tâbi’în) denir.
Müslimânlar, câmi’lere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, dösemeler, tozsuz,
temiz olur. Her müslimânın evinde hamâm olur. Kendileri, çamasırları, yemekleri
hep temiz olur. Onun için, mikrop ve hastalık bulunmaz. Fransızların dünyâya
övündükleri Versay serâyında bir hamâm yok. Kâfirler pis oluyor.
Islâmiyyete, ahlâk, fazîlet, adâlet, insanlık meziyyetleri ile de, hiç saldıramıyorlar.
Islâm dîni, basdan basa ahlâk ve fazîletdir. Islâm dîninin, dostlara ve düsmanlara
karsı yapılmasını emr etdigi iyilik, adâlet, cömertlik, aklları sasırtacak derecede
yüksekdir. Ondört asrlık hâdiseler, bunu düsmanlara da, pek iyi göstermisdir.
Sayılamıyacak kadar çok vesîkalardan hâtıra geleni bildirelim:
Bursa müzesi arsivinde [ya’nî evrâk mahzeninde] ikiyüz sene öncesine âid bir
mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmakdaki yehûdî mahallesi yanında bir arsaya
müslimânlar câmi’ yapıyor. Yehûdîler, arsa bizimdir, yapamazsınız diyerek, is,
– 1046 –
mahkemeye düsüyor. Arsanın yehûdîlere âid oldugu anlasılarak, mahkeme, câmi’in
yıkılmasına, arsanın yehûdîlere verilmesine karâr veriyor. Adâlete bakınız!
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Iyi huyları temâmlamak,
iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim). Bir hadîs-i serîfde, (Îmânı yüksek olanınız,
ahlâkı güzel olanınızdır!) buyuruldu. Îmân bile, ahlâk ile ölçülmekdedir! (Islâm
ahlâkı) kitâbında, islâmın güzel ahlâkı yazılıdır.
Islâmiyyete karsı olan câhiller, ahlâkla da hiç hücûm edemedikleri için, müslimân
yavrularını aldatmak, bu ma’sûmların îmânını çalmak için, (Ingiliz üsûlü) ile,
ya’nî yalan ile, iftirâ ile, alçakca hücûm ediyorlar. Çok def’a, müslimân sekline girip
abdestsiz, guslsüz nemâz kılarak, câmi’ yapılırken para vererek, müslimân
görünüyorlar. Yalanlarına, hîle ve uydurmalarına inandırmaga çalısıyorlar.
Mevkı’i, etiketi ne olursa olsun, dîne saldıranların, din câhili oldukları, islâmiyyetden
birsey bilmedikleri anlasılır.
Kâfirlerin tuzaklarına düsmemek için ne lâzım oldugunu Peygamberimiz bildiriyor:
(Nerede ilm varsa, orada müslimânlık vardır. Nerede ilm yoksa, orada kâfirlik
vardır!) buyuruyor. Iste burada da, ilmi emr etmekdedir.
O hâlde, kâfirlere aldanmamak için dînimizi ögrenmekden baska çâre yokdur.
Dînimizi nereden ögrenecegiz? Gençleri aldatmak için iftirâ ve yalanlarla hâzırlanan
veyâ papas, mason kitâblarından terceme edilmis olan süslü yazılardan,
radyolardan, filmlerden, gazetelerden mi? Yoksa, para kazanmak için yanlıs kitâbları,
Kur’ân tercemeleri yazan câhillerden mi? 1960 senesi Ramezân-ı serîfinde
de Moskova radyosu, çok igrenç, pek alçak yalanlarla, islâmiyyete küstâhca saldırdı.
Düsman filmleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hayâtını,
islâm târîhini, yanlıs, igrenç olarak gösteriyor, uydurma resmler yapıyorlar. Müslimânlar,
bu bozuk filmleri, dogru sanarak, seyr ediyor. Dinleri, îmânları bozuluyor.
Düsmanların radyosu, filmleri, mecmû’aları, böyle yaylım atesine devâm etmekdedir.
Bu hücûmlardan korunmak için, dînimizi nereden ögrenelim!
Gözü agrıyan kime bas vurur? Çöpçüye mi, avukata mı, matematik ögretmenine
mi, yoksa göz mütehassısı olan doktora mı? Elbet, mütehassısa gidip, çâresini ögrenir.
Dînini, îmânını kurtarmak için çâre arayanın da, avukata, matematikçiye, gazeteye,
sinemaya degil, din mütehassısına bas vurması lâzımdır. Din mütehassısı nerede
ve kim? Beyrutda, Mısrda, Sûriyede, Irâkda arabca ögrenen tercümânlar mı?
Hayır. Din mütehassısları, simdi toprak altında! Dünyâda bulmak çok güc!
Din âlimi olmak için, edebiyyât ve fen üzerinde, fen ve edebiyyât fakültelerinden
diploma almıs olanlar kadar bilgi sâhibi olmak, Kur’ân-ı kerîmi ve ma’nâlarını
ezberden bilmek, binlerle hadîs-i serîfi ve ma’nâlarını ezber bilmek, islâmın
yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek,
dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilmlerde ictihâd derecesine yükselmek,
tesavvufun en yüksek derecesi olan (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) denilen kemâle
yetismis olmak lâzımdır. Böyle bir âlim simdi nerede? Simdi, din adamı tanınanlar,
mükemmel arabca bilenler, acabâ bu büyüklerin kitâblarını okuyabilir
ve anlıyabilir mi? Simdi böyle bir âlim meydâna çıksa idi, kimse dîne saldıramaz,
hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde,
câmi’lerde, zemânın fen bilgileri de okutulurdu. Islâm âlimleri fen bilgilerini
ögrenmis olarak yetisirdi. Sultân Abdülmecîd zemânında, mason Resîd pâsanın,
ingiliz sefîri ile berâber hâzırladıgı ve 26 Sa’bân 1255 [m. 1839] da i’lân etdigi
tanzîmât kanûnu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece,
din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı.
Hakîkî din âlimi, vaktîle çok vardı. Bunlardan biri, imâm-ı Muhammed Gazâlîdir
“rahmetullahi aleyh”. Din bilgilerindeki derinligine, ictihâdda derecesinin yüksekligine,
eserleri sâhiddir. Bu eserleri okuyup anlıyabilen, onu tanır. Onu tanıyamıyan,
kendi kusûrunu Ona yüklemege yeltenir. Âlimi tanımak için, âlim olmak
– 1047 –
lâzımdır. O, zemânının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bagdâd Üniversitesinin
rektörü idi. O zemânın ikinci dili olan rumcayı iki senede ögrenmis, eski
Yunân ve Roma felsefesini, fennini incelemis, yanlıslarını, yüz karalarını kitâblarında
bildirmisdir. Dünyânın döndügünü, maddenin yapısını, ay, günes tutulmasının
hesâblarını, dahâ nice teknik ve sosyal bilgileri yazmısdır.
Islâm âlimlerinden biri de, Imâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkîdir “rahmetullahi
teâlâ aleyh”. Bunun din bilgilerindeki derinligi ve ictihâd derecesinin yüksekligi,
hele tesavvufdaki, vilâyetdeki kemâli, aklın, idrâkin üstünde oldugunu, dinde
söz sâhibi olanlar, ittifakla söyledigi gibi, Amerikada yeni çıkan kitâblar da, bu
se’âdet günesinin ısıkları ile aydınlanmaga baslamısdır. Imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi
aleyh”, zemânının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. (Mektûbât)ın birinci
kısmının ikiyüzaltmısaltıncı mektûbunda, (Oglum Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, bugünlerde, (Serh-ı mevâkıf) kitâbını temâmladı. Derslerinde,
Yunân felsefecilerinin hatâlarını anladı) buyuruyor. Bu kitâb, islâm medreselerinin,
yüksek [Üniversite] kısmında son zemânlara kadar okutulan bir fen kitâbıdır.
Kâdî Adûd yazmıs, seyyid serîf Alî Cürcânî “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”
serh etmisdir. Bin sahîfe kadar olup, o zemânın fen bilgilerini anlatmakdadır.
Kitâb, altı mevkıfe ayrılmıs olup, her birinde mersadlar vardır. Dördüncü mevkıf,
birinci mersad üçüncü kısm, ikinci maksadda yer küresinin yuvarlak oldugunu, altıncı
maksadda da, batıdan doguya dogru döndügünü isbât etmekde, atomu, maddenin
çesidli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları bildirmekdedir.
Avrupalılar, fen bilgilerinin çogunu ve hepsinin temelini islâm kitâblarından aldı.
Avrupalılar, dünyâ tepsi gibi düz, etrâfı dıvar çevrili zan ederken, müslimânlar
yer küresinin yuvarlak olup döndügünü buldular. (Serh-i mevâkıf) ve (Ma’rifetnâme)
kitâbları, bunu uzun yazmakdadır. Mûsul ve Diyâr-ı Bekr arasındaki Sincâr
sahrâsında, meridyenin uzunlugunu ölçdüler ve bugünkü gibi buldular. 581 [m.
1185] de vefât eden Nûr-üd-dîn Batrûcî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Endülüs Islâm
Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayât) kitâbında bugünkü astronomiyi
yazmakdadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyânın döndügünü müslimân
kitâblarından ögrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papaslar tarafından
muhâkeme edilip habs olundu. Tanzîmâta kadar medreselerde fen dersleri okutuluyordu.
Aydın din adamları yetisiyordu. Dünyâya önderlik ediyorlardı. Fen dersleri
kaldırılınca, kesfler, buluslar da durdu. Batı, doguyu geçmege basladı.
Bugün, dînimizi, o büyük âlimlerin kitâblarından okuyup, ögrenecegiz! Din bilgileri,
Ehl-i sünnet âlimlerinden veyâ bunların kitâblarından ögrenilir. Kesf ile, ilhâm
ile, ilm elde edilmez. Bunların kitâblarını okuyan, hem ilm ögrenir, hem de
kalbleri temizlenir.
Insânların, sıhhatli, saglam ve râhat, nes’eli yasamalarına ve âhıretde sonsuz
se’âdete kavusmalarına sebeb olan fâideli seylere (Ni’met) denir. Allahü teâlâ, çok
merhametli oldugu için, kullarına lâzım olan bütün ni’metleri yaratdı. Bunlardan nasıl
istifâde edilecegini, nasıl kullanacagımızı, Peygamberleri ile gönderdigi kitâblarında
bildirdi. Bu bilgilere (Din) ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Müslimân olsun, kâfir
olsun, herhangi bir insan, bu kitâblara uygun yasarsa, dünyâda râhat ve huzûr içinde
olur. Meselâ, bir eczâhânede yüzlerce fâideli ilâc vardır. Her ilâcın kutusunda târifnâmesi
vardır. Ilâcı, târifeye uygun kullanan, fâidesini görür. Târifeye uymayan
ilâcdan zarar görür. Kur’ân-ı kerîme uygun yasayan da ni’metlerden fâide görür.
Dünyâda ve âhıretde se’âdete kavusmak, râhat ve neseli yasamak için müslimân
olmak lâzımdır. Îmânı olan ve ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, ya’nî harâmlardan sakınıp
ve ibâdetlerini yapan kimseye, müslimân denir. Îmân, belli altı seye ve bütün
emr ve yasakların hepsine inanmak demekdir. Allahü teâlâ hakîkî müslimândan
râzı olur. Onu sever. Hakîkî müslimân olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri
gibi îmân etmek ve ibâdetlerini dogru ve (Ihlâs) ile yapmak lâzımdır. Al-
– 1048 –
lahü teâlâ dogru ve ihlâs ile ibâdet yapanları sevecegini, bunların kalblerine dünyâda
feyzler, nûrlar verecegini, âhıretde de (Sevâb), ya’nî iyilik verecegini va’d etdi.
(Ibâdet), emrleri yapmak, (Takvâ) harâmlardan, yasak edilmis olanlardan sakınmak
demekdir. Ibâdetlerin dogru olması için, nasıl yapılacaklarını ögrenmek
ve ögrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. (Ihlâs), gerek beden ile, gerek
mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri, meselâ hayrât ve hasenât yapmagı,
müslimânları sevindirmegi, onları sıkıntıdan kurtarmagı, zikri, istigfârı Allah rızâsı
için yapmakdır. Mal, mevkı’, hurmet, söhret kazanmak için yapılan ibâdetde
ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdete sevâb verilmez. Günâh olur, azâb yapılır. Bid’at
isliyenlerin, harâm isliyenlerin ve böyle kimselerle ve kâfirlerle, mezhebsizlerle arkadaslık,
komsuluk yapanların kalblerinde, ihlâs kalmaz. Zulmet, kara lekeler hâsıl
olur. Imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” birinci cildin elli dokuzuncu mektûbunda
buyuruyor ki, (Bütün mü’minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emr etdigi
ve begendigi için yapmaga niyyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fekat
bütün islerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen gelmesi
lâzımdır. Ba’zı kimselerde, ibâdetlere baslarken yapılan niyyet, ihlâs, zahmet çekerek,
kendini zorlıyarak hâsıl oluyor ve kısa bir zemân devâm ediyor. Sonra kalbe
nefsin arzûları geliyor. Devâmlı ihlâs sâhiblerine (Muhlas) denir. Zahmet çekerek
elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiblerine (Muhlis) denir. Muhlas olana, ibâdet
yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünki bunlarda, nefslerinin arzûsu ve seytânın vesvesesi
kalmamısdır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir Velînin kalbinden gelir).
Ibâdete baslarken nefs ve seytân ile mücâdele ederek, devâmsız olan ihlâs elde
edilebilince, böyle ihlâs ile yapılan ibâdetler de, zemânla nefsi za’îfletir, devâmlı
ihlâs elde etmege sebeb olur. Fekat buna kavusmak senelerce sürer.
Simdi biliyoruz ki, ültra viyole suâ’lar, mikropları öldürüyor. Verem hastaları
senatoryumlarda suâ’ tedâvîsi ile cigerlerini temizliyor. Ültra viyole ısınlar, cigerleri
temizledigi gibi, kalb aynasını temizleyen, kalbi hastalıkdan kurtaran suâ’lar
da vardır. Bu suâ’lara (Nûr), (Feyz) denir. Kalbin hasta olması, nefse uyarak harâmları
begenmesi, bunlara düskün olması demekdir. Ültra viyole ısınlarını günes
yayıyor. Nûrların saçıldıgı kaynak ise, Evliyânın kalbleridir. Evliyânın kalbleri, ondördüncü
ay gibidir. Ay günesden aldıgı ısıkları saçıyor. Velîlerin kalbi de, Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” günes gibi nûr saçan mubârek kalbinden saçılıp,
kendilerine gelen nûrları cihâna yaymakdadır. Evliyâ, öldü. Bugün bulunanın
da nerede oldugu bilinmiyor. Fekat, insan ölünce, kalb ve rûh ölmez. Hattâ, beden
kafesinden kurtuldugu için, dahâ kuvvetli olur. Bugün, her yerde, her odada
elektro manyetik dalgalar var. Fekat, haberimiz olmuyor. Bunları almak, duymak
için, alıcı kuvvet, meselâ radyo lâzım. Her yerde nûr suâ’ları da vardır. Fekat, bunlardan
da haberimiz yok. Bunları almak, fâidelenmek için de, bir kuvvet, bir âlet
lâzımdır. Bu alıcı kuvvet, yine kalbdir. Kalbler, fosforessans hâssası olan madde
gibidir. Aldıgı nûrları, karanlık kalblere saçarak, onları parlatır. Mü’min çok yasayıp,
ibâdetleri ve takvâsı artdıkca, kalbinin alabilecegi nûr mikdârı da artar. Fekat,
bu nûrları, feyzleri çabuk ve çok alabilmek için, bir Velîyi sevmek lâzımdır. Sohbetinde,
yanında bulunarak, onun sevgisini de kazanırsa, dahâ çok feyz alır.
Kalb, gögsümüzün sol tarafındaki et parçası demek degildir. Ona yürek denir.
Yürek, hayvanda da bulunur. Insana mahsûs olan kalbe (gönül) diyoruz. Kalb, bir
kuvvetdir, görünmez. Te’sîrleri ile, eserleri ile tanınır. Elektrik cereyânı da görünmiyor.
Ampulden geçdigi zemân, rezistans telini ısıtarak, ısık saçdırdıgı için, ampulde
bulundugunu anlıyoruz. Hâlbuki, elektrik madde degildir. Bir yer kaplamaz.
Kalb dedigimiz kuvvet de, madde degildir. Yer kaplamaz. Yürek denilen et parçasında
eserleri göründügü için, kalbin yeri yürekdir diyoruz.
[Kalb adalesi veyâ kapakları bozuk olup ameliyyat ile düzeltilemiyen kimsenin
yüregi çıkartılarak, ölüm hâline gelmis olan baskasının saglam yüregi buna takılmakdadır.
Kalb takılanların birkaç günde öldüklerini isitiyoruz. Yasıyacaklarını dü-
– 1049 –
sünürsek, bunların gönül dedigimiz kalb latîfesi degismemekde, kalbinde ve rûhunda
bir degisiklik olmamakdadır. Yürek veyâ baska bir organ takılan kimse gençlesmez.
Yası ilerlemesine devâm eder.]
Elektrik, bakır tel ile iletiliyor. Radyo vericisi ile alıcısı, birbirine elektromanyetik
titresimlerle baglanıyor. Kalbleri birbirine baglıyan bagın da, muhabbet oldugu
(Mektûbât)ın dördüncü cildinin yirmibirinci mektûbunda yazılıdır. Bir insan,
bir Velîyi görüp konusarak veyâ kitâblarını okuyarak, onun islâmiyyete tâm baglı
oldugunu, deryâ gibi ilm sâhibi oldugunu, güzel ahlâkını, herkese iyilik yapdıgını
anlayıp sever. Resûlullahı çok sevdigi için, Onun izinde bulunanı da sever. Fekat,
bu güzel sıfatları sevmesi yetismez. Bu sıfatların sâhibini iyi tanıyıp sevmesi
lâzımdır. Çünki, bu sıfatlar münâfıklarda, kâfirlerde, masonlarda da görülebilir.
Bunun için, mürsid oldugunu anlayıp, onu görmekden ve kendini göremeyince, seklini,
sûretini kalbine, hayâline getirmekden zevk almak lâzımdır. Bu hâle (Râbıta)
yapmak denir. Ona her zemân râbıta yaparak, görmüs gibi olur. His uzvlarına
te’sîr eden hersey kalbe de te’sîr eder. Güzel birseyi görmek kalbe te’sîr etdigi gibi,
o seyi düsünmek de kalbe te’sîr eder. Ya’nî, (Râbıta) yapmak, yanında bulunmak
gibi olur. Ne kadar çok sevisirlerse, o kadar çok feyz alır. Ubeydüllah-ı Ahrâr,
(Kalbi, mala, mülke ve her çesid dünyâ islerine baglamak suç olmuyor da, bir
mü’mine baglamak niçin suç olsun?) buyurmusdur.
Günesin karsısına bir ayna koyalım. Bu ayna karsısına, ikinci bir ayna, bunun
karsısına da üçüncü bir ayna, bunun karsısına dördüncü, böylece otuzuncu aynaya
bakınca, günes bu aynada görünür. Çünki, her ayna birbirine günesi göstermekdedir.
Bunun gibi, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin kalbi, Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden saçılan nûrların te’sîri ile, ayna
gibi cilâlandı. Çünki Onu, çok, pekçok seviyorlardı. Onun güzel ahlâkını, tatlı
sözlerini ve mu’cizelerini ve nûrlu yüzünü görerek, kendisine âsık olmuslardı. Her
islerinde Onun gibi olmaga çalısıyorlardı. Herbiri, canını, Onun bir isâreti ile fedâ
ediyordu. Onu iyi anlayıp, çok severek ve sohbetinde bulunarak, bol bol aldıkları
nûrları, kendilerine âsık olan, baglanan genç kalblere yayıp, bunları temizlediler.
Bu nûrlar, bu kalblerden de, bunlara baglanan baska gençlerin kalbine geldi.
Böylece, binüçyüz sene kadar, aynı nûrlar, Evliyânın kalbinden saçılarak, her
asrda, bu kalblere baglanan kalbleri temizleyip ayna gibi yapdılar. Ya’nî, kalb gözleri
açıldı. Bu se’âdete kavusan bahtiyârlara, (Velî), (Evliyâ) denildi. Evliyânın büyüklerinden,
zemânının kutbu, Mazher-i Cân-ı Cânân buyuruyor ki, (Bütün kazanclarıma,
mürsidlerimi çok sevmekle kavusdum. Se’âdetlerin anahtarı, Allahü teâlânın
sevdiklerini sevmekdir). Alî Râmîtenî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri
buyurdu ki, (Allah adamlarının kalbleri, Hakkın nazargâhıdır. O kalblere
girmis olanlara da, o nazardan nasîb erisir.)
Kalb, hem nefse, hem his uzvlarına baglıdır. His uzvları ne ile mesgûl olursa, kalb
ona baglanır. Insan güzel bir seyi görünce, güzel bir ses duyunca, tatlı birsey alınca,
kalb bunlara baglanır. Bu sevgi insanın elinde olmaz. Insan güzel birsey okuyunca,
kalb, bunların ma’nâlarına, yazarına baglanır. Güzel, tatlı demek, kalbe güzel,
tatlı gelen sey demekdir. Insan, çok def’a hakîkî güzelligi anlıyamaz. Nefse güzel
gelen ile, kalbe güzel geleni birbiri ile karısdırır. Kalb kuvvetli ise, hakîkî güzelligi
anlayıp, onu sever, baglanır. Âyet-i kerîmeler, hadîs-i serîfler, Evliyânın sözleri,
düâ, tesbîh gibi kıymetli seyler, aslında güzeldir. Çok tatlıdır. Kalbin nefse baglılıgı
azalınca ve nefsin elinden kurtulunca, bunları okudugu, duydugu zemân, bunların
güzelligini anlar ve baglanır da, insanın haberi olmaz. Kur’ân-ı kerîm okuyunca
veyâ dinleyince, zikr yapınca, ibâdetleri yapınca, Allahü teâlâyı sever. Kalbi,
nefsin elinden, baskısından kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi uyandırıp kuvvetlendirmek
lâzımdır. Bu da, Resûlullaha uymakla olur. Muhammed aleyhisselâma
uyarak, kalbini nefsinin pençesinden kurtaran bir kimse, bir Velîyi incelerse,
onun Resûlullahın vârisi, Allahın sevgili kulu oldugunu anlar. Allahü teâlâyı
– 1050 –
çok sevdigi için, Allahın sevdigini de çok sever. Fekat, sevebilmek kolay birsey degildir.
Nefsin sevdiklerini, kalbin sevdigi hakîkî güzellikler sanarak aldananlar çok
olmus, felâkete sürüklenmislerdir.
Allahü teâlânın sevgisine kavusmak için çalısana (Sâlih) denir. Bu sevgiye kavusmus
olana (Ârif) veyâ (Velî) denir. Baskalarının da kavusmalarına vâsıta olana
(Vesîle) ve (Mürsid), bunların üçüne de (Sâdık) denir. Allahü teâlâ, Âl-i Imrân
sûresinin otuzbirinci âyetinde, meâlen buyuruyor ki, (Onlara söyle! Eger Allahı seviyorsanız,
bana tâbi’ olunuz! Allah, bana tâbi’ olanları sever). Allahü teâlâyı sevmenin
alâmeti, Onun Resûlüne tâbi’ olmakdır. Tâbi’ olmak, emrlerine ve yasaklarına
uymak demekdir. Onun emrlerine ve yasaklarına (Islâmiyyet) ve (Ahkâm-ı islâmiyye)
denir. Allahü teâlâyı seviyorum diyenin, islâmiyyete uyması lâzımdır. Islâmiyyete
uyan kimseye (Müslimân) denir. Allahü teâlâ, müslimânların, birbirlerini
sevmelerini emr etdi. Kâfirleri ve münâfıkları ve mürtedleri sevmemegi emr etdi.
Bunun için, (Hubb-i fillah), ya’nî Allahı sevenleri sevmek ve (Bugd-ı fillah) ya’nî
Allahü teâlânın düsmanlarını sevmemek, îmânın sartı oldu. Müslimân olmıyana (Kâfir)
denir. Müslimânlıkdan ayrılıp, kâfir olana (Mürted) denir. Müslimân olmıyan,
fekat, müslimân görünen kâfire (Münâfık) denir. Bunların üçünü de sevmemek, îmânın
sartıdır. Tevbe sûresi, yüzyirminci âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Dâimâ, her
zemân, sâdıklar ile birlikde bulunun!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, berâber olmagı
emr etmekdedir. Bir hadîs-i serîfde, (Allahü teâlânın, kalbime akıtdıgı, doldurdugu
feyzlerin, nûrların hepsini Ebû Bekrin kalbine akıtdım!) buyuruyor. Ebû Bekr
“radıyallahü teâlâ anh”, takvâsı ve ibâdetleri herkesden çok oldugu için ve Resûlullahın
büyüklügünü ve Ona nazaran kendinin hiç oldugunu herkesden çok anladıgı
ve Resûlullahın sevgisini herkesden çok kazandıgı için, feyzler, Ona baskalarına
gelenden dahâ çok geldi ve gelen feyzlerin hepsini aldı. Bunlardan ve benzerlerinden
anlasılıyor ki, dînimiz, Evliyâ ile berâber bulunmagı, Resûlullahın yolunu
bunlardan ögrenmegi istemekdedir.
Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i izâma (Selef-i sâlihîn) denir. Bunlardan sonra, hicretin
dörtyüz senesi sonuna kadar gelen Ehl-i sünnet âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir.
Halef-i sâdıkîn, îmân ve amel bilgilerinde ve kalb ma’rifetlerinde, hep Selef-i
sâlihîne tâbi’ olmuslar, bunların yolundan hiç ayrılmamıslardır. Dörtyüz senesinden
sonra, mutlak müctehid kalmadıgı gibi, bindörtyüz senesinden sonra da, insân-ı kâmil
görülemez oldu. Insân-ı kâmil olmıyan, Evliyâ ve müctehid olmıyan müceddidler
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyâmete kadar, yeryüzünde bulunacakdır.
Bu müceddidler, müctehidlerin kitâblarını her tarafa yayacaklar, unutulmus
olan hak yolunu, Ehl-i sünnet bilgilerini insanlara bildireceklerdir. Dünyâya yayılmıs
olan, bid’at sâhiblerinin ve sahte tarîkatcıların ve zındıkların, fen ve din yobazlarının,
yalanlarına, iftirâlarına cevâblar vereceklerdir. Bunların yazdıkları dogru
kitâbları bulup okuyanlar, dünyâda ve âhıretde se’âdete kavusacaklardır.
Büyük islâm devleti olan Gaznevî imperatorlugunun kurucusu, sultân Mahmûd-
i Gaznevî, Ebül-Hasen-i Harkânîye, (Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?) diye
sordu. Cevâbında, (Bâyezîd, öyle kâmil bir Velî idi ki, Onu görenler hidâyete kavusurdu.
Allahü teâlânın râzı oldugu kimselerden olurdu) dedi. Sultân Mahmûd, bu
cevâbı begenmedi. (Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi
“sallallahü aleyhi ve sellem” nice kerre gördüler. Bunlar hidâyete gelmedi de,
Bâyezîdi görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? O, Resûlullahdan
“sallallahü aleyhi ve sellem” dahâ yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü
olan, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfrden kurtulamadı da, Bâyezîdi
görenler nasıl kurtulur?) dedi. Ebül-Hasen “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki,
(Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini “sallallahü
aleyhi ve sellem” görmediler. Ebû Tâlibin yetîmi, Abdüllahın oglu Muhammedi
“sallallahü aleyhi ve sellem” gördüler. O gözle bakdılar. Eger, Ebû Bekr-i Sıddîk
gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eskıyâlıkdan, küfrden kurtulur,
– 1051 –
Onun gibi kemâle gelirlerdi). Meâl-i serîfi, (Onların sana bakdıklarını görürsün. Onlar,
seni anlıyamıyorlar. Üstünlügünü göremiyorlar) olan A’râf sûresinin yüzdoksanyedinci
[197] âyeti bu inceligi bildirmekdedir. Sultân Mahmûd hân “rahmetullahi
teâlâ aleyh” bu cevâbı çok begendi. Din büyüklerine olan sevgisi artdı.
(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbını okuyarak anlıyan bahtiyâr bir kimse, hem din bilgilerini
ögrenir, hem de Imâm-ı Rabbânîyi “rahmetullahi aleyh” tanıyarak, kalbi Ona
meyl eder, baglanır. Onun bütün dünyâya saçdıgı nûrları alıp, olgunlasmaga, kemâle
gelmege baslar da haberi olmaz. Ham bir karpuz, günesin ısıkları karsısında zemânla
olgunlasdıgı, tatlılasdıgı gibi yetiserek kâmil bir insan olur. Bu dünyâyı, hayâtı
görüsünde degisiklikler oldugunu his eder. Hâller, zevkler, tatlı rü’yâlar görmege
baslar. Imâm-ı Rabbânîyi, Evliyâyı, Eshâb-ı kirâmı ve Resûlullahı “sallallahü aleyhi
ve sellem” rü’yâda görmege, uyanık iken rûhlarını insan seklinde görmege, bunlarla
konusmaga baslar. Nefsi de gafletden kurtulup, nemâzın tadını duymaga, ibâdetlerden
zevk almaga baslar. Günâhlardan, harâm olan seylerden, kötü huylardan
nefret duyar. Iyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cem’iyyete, millete fâideli
olur. Se’âdet-i ebediyyeye kavusur ve baskalarını da kavusdurur. Hanefî mezhebinin
büyük âlimlerinden seyyid Serîf Cürcânî hazretleri, (Serh-i mevâkıf) sonlarında
ve (Serh-ul-metâli’ hâsiyesi) bas tarafında ve (Berîka)nın ikiyüzyetmisinci sahîfesinde
buyurdugu gibi, Evliyânın sûretleri, öldükden sonra da talebesine görünüp
feyz verirler. Fekat, bunları görebilmek ve rûhlarından feyz alabilmek kolay degildir.
Ehl-i sünnet i’tikâdını ve ahkâm-ı islâmiyyeyi, kitâblardan ögrenmek ve ögrendiklerine
uymak ve Evliyâyı sevmek, saygılı olmak lâzımdır. (Merec-ül-bahreyn)de
diyor ki: (Tesavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet idi. Bid’at sâhiblerinden hiçbiri,
Allahü teâlânın ma’rifetine yaklasamamısdır. Vilâyet nûrları, bunların kalblerine
girmemisdir. Amelde ve i’tikâdda olan bid’atin zulmeti, vilâyet nûrunun kalbe girmesine
mâni’ olur. Kalb, bid’at pisliklerinden temizlenmedikce ve Ehl-i sünnet i’tikâdı
ile süslenmedikce, hakîkat günesinin ısıkları oraya giremez. O kalb, yakîn nûru
ile aydınlanamaz). (Mekâtîb-i serîfe)de altmısdokuzuncu mektûba bakınız!
(Irsâd-üt-tâlibîn)de diyor ki, (Büyük âlim vefât edince, feyz vermesi kesilmez.
Hattâ artar. Fekat [kalb hastalıklarına sifâ olan bakısları ve sözleri devâm etmedigi
için] bir insanın meyyit ile olan baglılıgı, diri ile olan gibi olamaz. Bunun için,
(Üveysî) olmak, ya’nî meyyitin rûhâniyyetinden feyz almak az olur. Fenâ ve Bekâya
yükselen dirilerin meyyit ile irtibâtları, diri iken oldugu kadar degil ise de,
çok olur ve bunlar meyyitden çok feyz alırlar. Fekat, diri iken dahâ fazla alırlar.
Çünki diriler, yanındakilerin ahkâm-ı islâmiyyeye yapısmalarını saglar. Bütün
hâlleri ve sözleri ile kalblerine te’sîr ederek, muhabbetin artmasına, böylece dahâ
çok feyz almalarına sebeb olurlar). Görülüyor ki, bir Mürsid aramak lâzımdır.
Sâdık ve temiz bir müslimân, Evliyâ diri iken de, kabrde iken de, rûhlarından feyz
alır ise de, diri olan Evliyâ, bunun yapması lâzım olan vazîfeleri söyler. Hatâlarını
düzeltir. Böylece, feyz alması kolaylasır ve çok olur. Ölüler ise birsey söyliyemez.
Yol gösteremez. Kusûrlarını bildiremez. Feyz alması azalır veyâ durur. Ilhâm
ve rü’yâ ile meyyitden ders almak da olamaz. Çünki, ilhâmlara ve rü’yâlara,
vehm, hayâl ve seytân karısabilir. Karısmamıs olanları da, te’vîlli, ta’bîrli olabilir.
Dogruları, igrilerinden ayırd edilemez. Kazanç pek kıymetli ise de, zarar da, o derece
tehlükelidir. Böyle olmakla berâber, hakîkî âlim bulunmadıgı zemânlarda,
mürsid geçinen câhillere aldanmayıp, mevtâların rûhlarından feyz almaga çalısmalıdır.
Buna kavusmak için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve ahkâm-ı islâmiyyeye
uymak ve hakîkî âlimlerin kitâblarını okumak ve okuyan ile sohbet etmek
sartdır. Küçük çocuk, en çok anasını sever ve ona sıgınır. Aklı basına gelince, babasına
dahâ çok güvenir, buna sıgınır ve bundan fâidelenir. Mektebe veyâ san’ata
baslayınca, hocasına, ustasına sarılır. Bunlardan fâidelenir. Allahü teâlânın âdeti
böyledir. Rûhun kazançları da, bunun gibi, önce ana, baba ve âlim, sonra Resûlullah
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vâsıtası ile alınıyor.
– 1052 –
Süâl: Hicrî ondördüncü asrın yarısından sonra, dünyânın hiçbir yerinde Velî görülemedigine
göre, eski Velîlerin sözlerini okuyup, onları tanıyarak, kalbimizi, kalblerine
baglayacagımıza, niçin dogruca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin
kalbine baglamıyor, Onun kuvvetli olan nûrunu almıyoruz. Ona intisâb,
ya’nî baglanmak, ya’nî inanmak ve sevmek, zâten îmânın sartı degil midir?
Cevâb: Dogruca Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, vefâtından sonra
da, mubârek rûhuna baglanmak, elbet dahâ fâideli, hattâ lâzım ve vâcibdir. (Mekâtîb-
i serîfe)nin seksenbirinci mektûbunda diyor ki, (Evliyâyı bir gözlük olarak düsünüp,
Resûlullaha ve Allahü teâlâya bu gözlük ile bakmalıdır.) Bir Velîyi veyâ kitâblarını
bulup, bunu tanımak, buna râbıta yapmak, Resûlullahın “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” mubârek rûhuna baglanmak içindir. Bir insânın hiç görmedigi kimsenin
seklini, sûretini, yalnız isitmekle, okumakla ögrenerek, hayâline getirmesi çok
zordur. Onun kendisi degil, baskası görünebilir. Bunun için, Resûlullaha râbıta
yapılmaz. Çünki, baskasının Resûlullah olduguna inanmak küfr olur. Evliyâyı düsünmekde,
bu tehlüke yokdur. Bir Velîyi düsünen, gönül gözü ile, onun mubârek kalbine
bakmıs olur. Orada Resûlullahın mubârek kalbini görür. Böylece, Resûlullaha
baglanmıs olur. Bizim gibi câhillerin, gâfillerin, Resûlullahı düsünmemiz ancak
böyle olur. Bu sûret ile, Ondan feyz aldıkdan sonra, dogruca kendisine baglanmak
ve Evliyânın kabrlerinden, rûhlarından feyz almak, mümkin ve kolay olur. Resûlullaha
baglanarak feyz alan kimse, Onu çok sever. Imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi
aleyh” (Eyyühel-veled) kitâbının sonunda buyuruyor ki, (Her müslimân, terbiye edici
bir üstâda muhtâcdır. Üstâd onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Bunların
yerine iyi huyları yerlesdirir. Terbiye etmek, çiftçinin tarladaki dikenleri, zararlı
otları temizliyerek ekdigi tohumların kuvvetli, iyi olmasına çalısması gibidir. Allahü
teâlâ, kullarına dogru yolu göstermek için, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”
gönderdi. Peygamber vefât edince, Ona vekîl olarak Evliyâyı yaratdı. Velînin
alâmeti sunlardır: ..........) Bu kitâbın arabî olan aslı ile türkçe ve fransızca tercemeleri
Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmısdır. Velî, Resûlullahı “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem” iyi tanıdıgı ve baglandıgı için, Onun mubârek kalbinden feyz almakda
ve bu feyzler, bunun kalbinden, kendisine baglananların kalblerine akmakdadır.
[Feyz gelen kalbler temizlenir. Ahlâkı güzel olur.] Imâm-ı Rabbânî “kuddise
sirruh” ikiyüzaltmısıncı mektûbda diyor ki, (Velînin kalbindeki feyzler, nûrlar,
günesin ziyâsı gibi, her yere yayılmakdadır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyan ve Onu seven
müslimânların kalblerine akar. Onların bu feyzleri aldıklarından haberleri olmaz.
Kalblerinin temizlendigini anlarlar. Karpuzun günes karsısında olgunlasdıgı gibi,
kemâle gelirler. Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinde, böyle kemâle geldiler. Müslimânın
feyz almasına mâni’ olan en zararlı sey, bid’at sâhibi olmasıdır.) Altmısbirinci
mektûbda diyor ki, (Insanda Allahü teâlânın rızâsına kavusmak arzûsunu yok eden
en zararlı sey, yalancı, câhil tarîkatcılardır. Bunların kitâbları, sözleri, kalbleri karartır.
Bunların tuzaklarına düsen kimse, sahte, câhil doktora giden hastaya benzer.)
Hakîkî Velîyi, yalancı sahte seyhden ayıran en açık alâmet, hakîkî Velînin vera’ ve
takvâ sâhibi olmasıdır. (Takvâ), Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun olarak îmân edip, harâmlardan
sakınmak demekdir. Sübheli olan seylerden de sakınmaga (Vera’) denir.
Ehl-i sünnet âlimleri, vera’ ve takvâ sâhibleri idi. Muhammed Ma’sûm “rahmetullahi
aleyh” (Mektûbât)ının ikinci cildinin 112. ci mektûbundaki hadîs-i serîfde,
(Vera’ sâhibi ile birlikde oturmak ibâdetdir) buyuruldu. Böyle islâm âlimleri küfre
sebeb olan seyleri ve harâmları ve sübheli olanları bildiren çok kitâb yazdılar. Ibni
Nüceym-i Mısrînin “rahmetullahi aleyh” (El-kebâir) kitâbı meshûrdur. Türkçe
tercemesi ile birlikde, 1304 de Istanbulda basdırılmısdır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsînin
“rahmetullahi aleyh” (Küfr ve kebâir) risâlesinde, üçyüzüç büyük günâh ile yüzonbir
küfre sebeb olan sey yazılıdır.
Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen din bilgileri, ikiye ayrılır:
– 1053 –
Beden bilgileri ve kalb bilgileri. Beden bilgilerini, ya’nî kalb ile inanılması ve yapılması
ve beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan îmân ve ibâdet bilgilerinin hepsini
Eshâbının hepsine teblîg etmek, ögretmek vazîfesi idi. Bunları bizzât ve bilvâsıta
bildirdi. Ma’rifet ve tesavvuf denilen kalb bilgileri ise, günes suâ’ları gibi, mubârek
kalbinden her ân etrâfa yayılıyordu. Bunlara (Nûr) ve (Feyz) denir. Her Sahâbî,
kendi kalbine gelen feyzlerden [akanlardan] kendi isti’dâdı, kâbiliyyeti kadarının hepsine
hemen kavusdu. Resûlullaha muhabbetleri pekçok oldugu için, yayılan nûrlardan
isti’dâdları kadarına hemen kavusdular. Kavusdukları nûrlar, ihlâslarının çabuk
ve çok artmasına sebeb oldu. Birinci kısm, 46. cı maddenin sonuna bakınız! Beden bilgileri
(Edille-i ser’ıyye) denilen dört kaynakdan ögrenilmis, fıkh kitâbları vâsıtası ile
bizlere gelmisdir. Resûlullaha uymak istiyenlerin, fıkh kitâblarının bildirdigi ve mürsid-
i kâmilin söyledigi gibi ibâdet etmeleri lâzımdır. Kalb bilgileri ise, bizlere Evliyânın
kalbleri vâsıtası ile gelmisdir. Resûlullahın mubârek kalbinden bu bilgileri almak
istiyenin, bir Velînin yanında bulunarak, bunun kalbinden alması lâzımdır. Velî, insanın
kalbi ile, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbi arasında,
bir vâsıtadır, yoldur. Kalb bilgilerine, tesavvuf kitâblarını okumakla kavusulamaz.
Bu bilgileri sunan menba’, âriflerin kalbleridir. Böyle oldugu, (Semerât-ül-füâd) kitâbının
sonunda da yazılıdır. Her Sahâbî de, Resûlullahdan aldıkları, beden ve kalb
bilgilerini, istiyen müslimânlara bildirdiler. Dahâ sonra gelen müslimânlar da, beden
bilgilerini fıkh kitâblarından, kalb bilgilerini, Evliyânın kalblerinden aldılar. (Ben, beden
bilgilerini, dogruca Resûlullahın sözlerinden, ya’nî hadîs-i serîflerden ögrenecegim)
diyenler, hadîs-i serîfleri yanlıs anlıyarak, nefsin ve seytânın tuzaklarına düsdükleri
gibi, (Ben kalb bilgilerini dogruca Resûlullahın kalbinden alacagım) diyenler de,
nefsin ve seytânın tuzaklarına düsmüslerdir. Beden bilgilerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin
sözlerinden veyâ kitâblarından, kalb bilgilerinin de, bu âlimlerin, hayâtda olanlarının
kalblerinden, vefâtlarından sonra da, rûhlarından alınması lâzımdır. Bu bilgilerin
mütehassısları, ya’nî Müctehidler ve Velîler, böyle söylemislerdir. (Künûz-üddekâık)
da yazılı olan, (Talebesi arasında âlim, Eshâbı arasındaki Peygamber gibidir),
(Âlimin talebesinden üstünlügü, Peygamberin ümmetinden üstünlügü gibidir), (Herseyin
bir kaynagı vardır. Takvânın menba’ı âriflerin kalbleridir), (Fıkh dersinde bulunmak,
bir sene ibâdet yapmakdan dahâ iyidir), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir)
hadîs-i serîfleri, yukarıdaki yazımızın vesîkasıdır. Allahü teâlâ, islâm dîninin kıyâmete
kadar devâm edecegini va’d etdi. Beden bilgilerini muhâfaza için Osmânlı devletini,
kalb bilgilerini muhâfaza için Evliyâyı yaratdı. Islâmın en büyük düsmanı olan
ingiliz devleti asrlarca çalısarak, bu iki muhâfızı yok etdi. Allahü teâlâ, yeni muhâfızlar
yaratmakda, islâmiyyet devâm etmekdedir.
Sunu da bildirelim ki, kalbin, rûhun hastalıgı, herkesde baskadır ve herkesin (Idiosynkrasie=
Überempfindlichkeit gegen bestimmte Reize) denilen hassâsiyyeti,
isti’dâdı ayrıdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yalnız kalbin hastalıklarını
ve tedâvîsini bildirmekle kalmamıs, ferdlere, âilelere, cem’iyyetlere, harblere,
mîrâs hesâblarına, ya’nî her çesid dünyâ ve âhıret islerine âid yüzbinlerle bilgiyi söylemisdir.
Kendi hastalıgını ve kalbinin ilâcını bilmiyen bizim gibi câhillerin, bu hadîs-
i serîflerden kendine uygun olanları seçip alması imkânsız gibidir. Ikinci cild,
54. cü mektûbda diyor ki, (Simdi hadîsler unutuldu. Bid’atler yayıldı. Dogru ve igri
kitâblar birbirine karısdı.) Evliyâ, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin bünyesine
ve hastalıgına ve zemânının zulmetine ve fesâdına uygun rûh ilâclarını, hadîs-
i serîflerden seçerek söylemisler ve yazmıslardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem”, dünyâ eczâhânesine yüzbinlerce ilâc hâzırlayan bas tabîb olup, Evliyâ
da, bu hâzır ilâcları, hastaların derdlerine göre dagıtan, emrindeki yardımcı tabîbler
gibidir. Yüzondokuzuncu mektûba bakınız! Hastalıgımızı bilemedigimiz, ilâcları
tanımadıgımız için, yüzbinlerce hadîs içinden, kendimize ilâc aramaga kalkarsak,
(Allergie) aks-i te’sîr hâsıl olarak, câhilligimizin cezâsını çeker, fâide yerine
zarar görürüz. Iste bunun için, hadîs-i serîfde, (Kur’ân-ı kerîmi kendi anladıgına
göre tefsîr eden kâfir olur) buyuruldu. Mezhebsizler, bu inceligi anlıyamadık-
– 1054 –
ları için, (Herkes Kur’ân ve hadîs okumalı, dînini bunlardan kendi anlamalı, mezheb
kitâblarını okumamalıdır) diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarının okunmasını
yasak ediyorlar. Bütün müslimânları felâkete sürükliyorlar. Fârisî (Redd-i
vehhâbî) kitâbı, mezhebsizlerin bu iftirâlarına, çok güzel cevâb vermekdedir.
Imâm-ı Rabbânî de, ikinci cildin, 97. ci mektûbunda, cevâb vermekdedir.
Sonsöz olarak, yine bildireyim ki, Velî demek, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine
kavusmus olan, Ehl-i sünnet âlimi demekdir. (Ehl-i sünnet) demek, Kur’ân-ı kerîmin
ve hadîs-i serîflerin gösterdigi yol demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yolu Eshâb-ı
kirâmdan ögrendiler. Kendi anladıklarına degil, Eshâb-ı kirâmdan isitdiklerine sarıldılar.
Ehl-i sünnetden ayrılmak, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i serîflerin dogru yolundan
ayrılmak olur. Ehl-i sünnetden ayrılanlar arasında, Kur’ân-ı kerîmdeki ve mütevâtir
olan hadîs-i serîflerdeki açıkca anlasılamıyan delîlleri yanlıs te’vîl edenler, kâfir
olmazlar ise de, bid’at sâhibi oluyorlar. Bu delîllerden çıkardıkları yanlıs ve bozuk
bilgilere, (Kur’ân yolu), (Eshâb yolu) diyerek, ahmakları, câhilleri aldatıyorlar.
Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavusmak için, ihlâs, kalb-i selîm sâhibi olmak
lâzımdır. Kalb de, ancak Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmak, Onu sevmek
ve Ona tâbi’ olmakla temizlenir. Bunun için, birinci yol, hayâtda olan bir Velîyi
tanıyıp, Onun sözlerinden, kitâblarından Ehl-i sünnet i’tikâdını, ahkâm-ı islâmiyyeyi
ve tesavvufun edeblerini ögrenmek ve bunlara uymak sartı ile, Ona (Râbıta)
yapmak, ya’nî kalbini Onun kalbine baglamakdır. Bir Velî, kendi üstâdlarından
almıs oldugu yazılı vesîkadan ve bütün sözlerinin, hareketlerinin ahkâm-ı islâmiyyeye
uygun olmasından anlasılır. Böyle bir Velî görülemedigi zemân, herhangi bir
Velîye râbıta yapan Onun (Üveysî)si olur. Birinci cildde ikiyüzseksenaltıncı ve
ikinci cildde seksendokuzuncu mektûbda diyor ki, (Bir Ârifin sohbetine kavusamıyana,
büyüklerin rûhlarından feyz almak nasîb olur. Allahü teâlâ onun ilerlemesi için,
bunların rûhlarını vâsıta yapar.) Ârifler, Velîler, birinci kısmın kırkaltıncı maddesinin
sonunda bildirdigimiz hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın va’d etdigi müjdeye kavusdukları
için, öldükden sonra da, tâliblere feyz verirler. Ikinci kısmda, ellidördüncü
maddeye bakınız! Ve ikiyüzdoksanbirinci mektûba da bakınız! Vefât etmis olan
Velînin rûhundan nasıl feyz alınacagı, ikinci kısmın, onyedinci maddesinde bildirildi.
Muhammed Masûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” üçüncü cildin yüzkırkikinci
mektûbunda buyuruyor ki, (Imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” kabr-i serîfini ziyâret
niyyeti ile Serhend sehrine gelmeniz çok iyi olur. Buradaki feyzlere ve bereketlere
kavusursunuz. Medîne-i münevveredeki menba’dan buraya gelen nûrlardan
ve esrârdan istifâde edersiniz. Hindistândaki küfr ve isyân zulmetleri, kalbleri karartmakda,
rûhları hasta yapmakda ise de, rûhlara hayât veren ve kalbleri temizliyen
sifâlı su, karanlık ormanlarda bulundugu gibi, bugün Serhend sehri, Medîne-i
münevveredeki kaynakdan [Evliyânın mubârek kalbleri vâsıtası ile] gelen feyzlerin,
nûrların yayıldıgı yerdir. Burasını Hindistânın küfr, zulm yerleri gibi sanmayınız. Burası,
[insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavusduran] vilâyet yolunun kapısıdır.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden gelen
envâr ve esrâr, buradan fıskırmakdadır. Allahü teâlânın rızâsına kavusmak istiyenler,
inanarak bu mezârı ziyâret ediyor, sevgileri nisbetinde, bu feyzlere, bereketlere
kavusuyorlar. Bu mubârek makâmda bulunanların çogu, inanmadıkları, kıymetini
bilmedikleri için, bu ni’metden mahrûmdurlar. Misk bulunan odaya giren, güzel
kokuyu duyar. Miski, nezle hastasının burnuna soksan, kokusunu duyamaz.) Bunların,
Esrefzâde Abdüllah Rûmînin, (Müzekkin-nüfûs) kitâbının sonunda da yazılı
oldugu, arabî (Tuhfet-ül-ussak)da bildirilmekdedir. (Tuhfe), (El-münkız) sonunda
basılmısdır. Sohbetde feyzler, ma’rifetler bol bol alındıgı hâlde, Üveysîler damla
damla alabilir. Fekat bunun tek damlası, bütün dünyâ kazançlarından dahâ kıymetli
ve pek lezzetlidir. Kabrini ziyâret etmek, damlaların artmasına, mezhebsizlerin,
sapıkların ve sahte, yalancı seyhlerin tuzaklarına düsmek de, büsbütün kesilmesine
sebeb olur. Kalblerin, rûhların arasındaki bag, inanmak, sevmek ve istemekdir.
– 1055 –
Bir müslimân, bir Velînin sohbetine kavusursa veyâ hep onu düsünürse, ya’nî
onun sûretini, yüzünü hayâline getirirse, yâhud hayâtını, sözlerini ögrenip, severek,
aglayarak düsünürse, onun kalbindeki feyzler, ma’rifetler, bunun kalbine
akar. Yalnız uzakdan düsünerek yetismis, Velî olmus mes’ûd, bahtiyâr zatlar çok
vardı. Bu kazançlarını ve kavusdukları yüksek dereceleri, kitâblarında bildirmislerdir.
Allahü teâlânın bu merhameti, bu ihsânı, kıyâmete kadar devâm edecekdir.
Bir kimseyi seviyorum deyince, ona karsı sûrî, mecâzî muhabbeti oldugu anlasılır.
Câhil ve bid’at sâhibi ve sâlih ve sâdık her müslimân, Resûlullahı böyle sevmekdedir.
Müslimân olmak için de, bu kadar muhabbet kâfîdir. Feyz getiren hakîkî
sevginin hâsıl olması için, onun sözlerini, islerini, hâllerini ve ahlâkını ögrenmesi
ve bunları sevmesi lâzımdır. Sevilene itâ’at edilir. Herseyde ona tâbi’ olunur.
Hakîkî sevgi pekçok olursa, sevdiginden baska herseyi unutur. Bu unutmaga (Fenâ-
yi kalb) denir. Hattâ kendini de unutur. Kendini de unutmaga (Fenâ-yı nefs)
denir. (Mekâtîb-i serîfe)nin doksanıncı mektûbunda diyor ki, (Fenâ-yi kalb hâsıl
olunca, kalbde hatara [mahlûkların düsüncesi] kalmaz. Fekat dimâgdan gitmezler.
Fenâ-yi nefs olunca, dimâgdan da giderler. Bu yazımızı tesavvuf ehli anlar. Liselerde,
üniversitelerde okumakla ögrenilmez.) Böylece, (Fenâ) hâsıl olunca,
ya’nî bir Ârif böyle çok sevilince, onun kalbine Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” gelmis olan feyzler, ilâhî ma’rifetler, nûrlar, sevenin kalbine akarak,
hakîkî ihlâsa kavusur. Böylece hakîkî ibâdet yapmak nasîb olarak, Allahü teâlânın
rızâsına, sevgisine kavusur. Bundan sonra (Fenâ fir-Resûl) hâsıl olur. Ya’nî Resûlullahı
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkî muhabbet ile severek, feyzleri
dogruca Onun mubârek kalbinden alır. Artık, vesîleye ihtiyâc kalmaz.
Dünyâ ve âhıret se’âdetine kavusmak için biricik yol, müslimân olmakdır.
Müslimân olmak için, Allahü teâlânın var olduguna, bir olduguna, herseyi gördügüne,
bildigine, herseyi Onun yapdıgına [yaratdıgına] ve Muhammed aleyhisselâmın
Peygamber olduguna ve öldükden sonra, Cennet denilen yerde sonsuz ni’metler,
tatlı hayât olduguna ve Cehennem denilen yerde sonsuz olarak atesde yanmak
olduguna ve müslimân olanın Cennete gidecegine, müslimân olmıyanın, ya’nî
isitdikden sonra inanmayanın, inkâr edenin, Cehennemde sonsuz olarak yanacagına
inanmak lâzımdır. Dünyâ nüfûsunun yüzde doksandan fazlası, ya’nî bütün hıristiyanlar,
bütün yehûdîler, Avrupadaki, Amerikadaki bütün siyâset ve devlet
adamları, bütün fen adamları, kumandanlar, berehmenler, budistler, atese, putlara
tapanlar, öldükden sonra tekrâr dirilecegimize, Cehennemde sonsuz azâb olduguna
inanıyor. Inanmamak, dünyâdaki bütün ilm, fen ve siyâset adamlarına uymamak
olur. Böyle kimse tam gerici ve ahmakdır. Inanmak yalnız laf ile olmaz.
Kalb ile olur. Kalbde îmân bulundugunun iki alâmeti vardır: Söz ve is.
Islâm dîninden, islâmın güzel ahlâkından ve insan haklarından haberi olmıyan
ba’zı câhilleri, ahmakları isitiyoruz. Gündüzleri spor sâhalarında, plajlarda,
geceleri de eglence yerlerinde, kızlarla, oglanlarla, zevk, safâ, fuhs içinde, çalgı,
oyun, kumar, içki ile ömrlerini ziyân ediyorlar. Zevkleri için lâzım olan parayı, hak,
hukuk, kanûn tanımadan topluyorlar. Bu taskınlıkları, hîleleri, azgınlıkları ile
hem kendilerine, hem de cem’iyyete, insanlara, canlara, ırzlara zarar veriyorlar.
Dinsizlige, îmânsızlıga (ilericilik), (aydın gençlik) diyorlar. Aklı olan böyle yasar
diyorlar. Böyle yapmakla Avrupalılara, Amerikalılara benziyoruz diyerek
övünüyorlar. Dîni, îmânı, temiz ahlâkı olan, herkesin hakkını tanıyan, dogru,
nâmûslu müslimânlara, gerici, yobaz diyorlar. Böylece kendilerini avutuyorlar.
Bütün Avrupalılar, Amerikalılar, dinlerine baglı oldukları için, aklsız da, yalnız bunlar
mı akllı? Felâket yolunda olduklarını, birkaç senelik zevk için, sonsuz azâblara
sürüklendiklerini anlıyamıyorlar. Târîhden de ibret almıyorlar. Hâlbuki islâmiyyet,
dünyâ zevklerinden hiçbirini yasak etmemisdir. Bunların, hayvanlar gibi,
açıkca, azgınca, zararlı olarak yapılmasını men’ etmisdir. Bunların tuzaklarına
düsenlere, ancak acınır! Dünyâ zevklerine düskün, gâfil, can yakan ve baskasının
– 1056 –
malına, nâmûsuna saldıranlar islâm dînini gençlerden saklıyorlar ise de, aklı olan
bir insanın, fen, biyoloji ve astronomi bilgilerini ögrenince, dinleri inceliyerek, akla,
ilme uygun olan islâm dînini seçmesi îcâb eder. Bunu basaramıyanın da, bütün
dünyânın inandıgı, Cehennemde sonsuz yanmak tehlükesi karsısında, korkarak,
titriyerek hemen müslimân olması lâzımdır. Yine inanmazsa, akla uymamıs olur.
Hulâsa, dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin bası, en iyisi, Allahü teâlânın rızâsına, sevmesine
kavusmakdır. Allahü teâlâya yakın olmak, Onun sevmesine kavusmak
demekdir. Bu se’âdete kavusana (Velî) ve (Ârif) denir. Velî olmak için, farzları yapmak
lâzımdır. Farzlar, sıra ile, evvelâ Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân
etmek, sonra harâmlardan sakınmak, farz olan ibâdetleri yapmak ve sâlih olan
mü’minleri sevmekdir. Ihlâs ile yapılmıyan ibâdetin fâidesi olmaz, sevâbı olmaz.
(Ihlâs), herseyi yalnız Allah rızâsı için yapmakdır. Ihlâs, Allahü teâlâdan baska hiçbir
seyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliginden hâsıl olur. Kalbin yalnız
Onu sevmesine (Kalbin tasfiyesi), (Kalbin itmînânı) veyâ (Fenâ fillah) denir. Kalbin
itmînâna kavusması, ancak Onu çok hâtırlamakla, büyüklügünü, ni’metlerini
düsünmekle olacagını, Ra’d sûresinin yirmisekizinci âyeti bildirmekdedir. Insanda,
akl, kalb ve nefs denilen üç kuvvet vardır. Aklın ve nefsin yeri dimâgdır. Kalbin
yeri yürekdir. Akl, mekteb dersleri, san’at hesâbları, mâl sâhibi olmak, âhıreti
kazanmak yolları gibi seyleri düsünür. Isterse düsünür. Istemezse düsünmez. Aklın
bu düsünceleri ve insanın bunlara kavusmak için çalısması câizdir. Hattâ, çok
sevâb olur. Bunların kalbe sirâyet etmeleri zararlıdır. Nefs dâimâ harâmları, zararlı
seyleri yapmagı düsünür. Kalbin kendinde hiç düsünce yokdur. Ona, aklın ve nefsin
ve his uzvlarından dimâga ve dimâgdan kalbe ulasan harâm seylerin düsünceleri
gelerek hasta yapar. Kalbi bu hataralardan kurtarmak güçdür. Bu düsüncelerden
kurtulursa, Allahü teâlâyı hâtırlar, düsünür. Ya’nî kalb, hiç düsüncesiz kalmaz. Kalbin
hataralardan kurtulması Allahü teâlânın ismini çok söylemekle veyâ bir Velîyi
severek görmek ile olur. Bir Velî bulamazsa, ismini isitdigi bir Velînin hayâtını
okuyup ögrenir. Onu çok sever. Hep onu düsünür. Bir Velîyi görmek, Allahü
teâlâyı hâtırlamaga sebeb olacagı, (Onlar görüldükleri zemân, Allahü teâlâ zikr edilmis
olur) hadîs-i serîfi ile bildirilmisdir. Bu hadîs-i serîf, (Irsâd-üt-tâlibîn), (Ibni
Mâce), (Ezkâr) ve Abdülhakîm efendinin (Râbıta-i serîfe)sinde ve Dost Muhammed
Kandihârînin onbirinci mektûbunda vardır. Bir insan, kendisine islâmiyyeti
dogru olarak ögreten, kendisini dünyâ ve âhıretde felâketlerden kurtaran, ebedî
se’âdete kavusduran vesîleyi görerek veyâ kitâblarından tanıyarak, onu cânı gibi
sever. Onu görünce, göremezse, severek düsündükce, Resûlullahdan ona gelen feyzler
bunun kalbine de akar. (Makâmât-i Mazheriyye), 74. cü sahîfesinde diyor ki,
(Mükerrem hân ölecegi zemân, basına Ubeydüllah-ı Ahrârın takkesini koydular.
Onu alın! Yerine üstâdımın külâhını geçirin! Çünki, beni se’âdetlere kavusduran
odur, dedi). Düsünülen seklin, Velînin tam kendisi olması sart degildir. Hergün,
sabâh ve aksam gözleri kapatıp, bes-on dakîka aynı sûret düsünülürse, bir müddet
sonra, bu Velînin rûhu, o sûretde görünerek, rü’yâda oldugu gibi, konusmaga
baslar. Ihsânlarda bulunur. Ikinci kısmın 17. ci maddesinde bildirdigimiz hadîs-i kudsîden
anlasılıyor ki, bir müslimân, sohbetlerinde bulunarak veyâ kitâblardan okuyarak,
tanıdıgı ve sevdigi, uzakda veyâ kabrde bulunan bir Velîyi, ismi ile çagırır
ve yalvarırsa, Allahü teâlâ, o Velîye isitdirir. Velî de, ona imdâd eder. Bir Velî, olmus
veyâ ilerde olacak birseyi ögrenmek isterse, Allahü teâlâ, ona bildirir. Allahü
teâlânın, Velîlere olan, bunlar gibi ihsânlarına, ikrâmlarına (Kerâmet) denir. Bedreddîn-
i Serhendî, (Hadarât-ül-kuds) kitâbında, imâm-ı Rabbânînin kerâmetlerinden
binlerce gördügünü ve isitdigini yazıyor ve bunlardan yüzden fazlasını bildiriyor.
Kalb fânî olunca, ya’nî hiçbirseyi hâtırlamayınca, aklın, fikrin ve hâfızanın
da dünyâ islerini unutması îcâb etmez. Kalb, fânî iken de, bütün organlara, akla,
fikre, hâfızaya, her nev’ dünyâ islerini yapdırır, baska insanlar gibi dünyâ islerine
de çalısır. Bütün insanlık vazîfesini, her iyiligi Allah rızâsı için yapar. Bütün yapdıkları
ibâdet olur. Birinci kısmda, 46. cı madde sonuna bakınız!
– 1057 – Se’âdet-i Ebediyye 3-F:67

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...