EVRENDE YAŞAM
Yaşam nedir? Neden varlıkları canlı
ve cansız diye ikiye ayırıyoruz? Yanıtın bir bölümü canlı varlıkların kendi
kendilerini yenileyebilme özelliğine sahip olmasıdır. Bu özellik canlılık için
gerekli fakat yeterli değildir. Çünkü kristaller de uygun eriyiklerde ve uygun
sıcaklıklarda kendi kendilerini üretebilirler, yenilenebilirler. Bizim canlı
dediğimiz varlıklar-memeliler, balıklar, böcekler, sürüngenler, bitkiler,
mikroorganizmalar-doğarlar, çevreyle etkileşirler, büyürler, çoğalırlar ve ölürler.
Yer yüzünde çok farklı canlı türleri vardır. Örneğin balinalar 30 m boya, 130
ton ağırlığa ulaşırken, virüsler milimetrenin iki binde biri boyutundadır.
Bitkiler de milimetrenin üç binde biri olan alglerden, boyları 100 m yi aşan dev
ağaçlara kadar çok geniş bir boyut aralığına dağılmışlardır. Tüm bu canlılar
Dünya üzerinde -70 °C deki donmuş bölgelerden +70 °C deki sıcak su kaynaklarına
kadar çok farklı fiziksel koşullar altında yaşarlar. Yine de bu fiziksel
koşullar astronomik açıdan ender bulunan sınırlı ve dar koşullardır.
Bu kadar çok sayıda canlı türü
nasıl ortaya çıkmıştır? Yer yüzünde canlı türlerinin gelişim tarihi, bilim
adamlarını uzun süre uğraştırmıştır. Bu uğraşlar, tüm canlı türlerinin daha
basit türlerden geliştiğini ortaya koyan bir evrim işleminin varlığını ortaya
koymuştur. Kuşkusuz evrimin uzun zaman ölçeğinde hâlâ bilinmeyen noktaları
çoktur, ancak evrimin varlığı ve hâlâ sürmekte olduğu konusunda kuşku yoktur.
Yer yüzü üzerinde jeolojik olarak geniş bir zamana ve alana yayılmış olan canlı
türleri üzerine yapılmış olan çalışmalar, evrimin varlığını açıkça
göstermektedir. Yer yüzü dışında başka bir yerde yaşam belirtisine henüz
rastlanmadığı için, bu bölümde sadece yer yüzünde bildiğimiz yaşamın özellikleri
üzerinde duracağız.
7.1 Yaşamın Genel
Özellikleri
Yaşamın yer yüzündeki uzun tarihi,
değişik çağlara ilişkin kayaların içinde bulunan fosillerle incelenir. Fosiller
çok eski canlı türlerinden bir kısmının taş hâline gelmiş kalıntılarıdır. İçinde
en eski fosilleri taşıyan kayalara, kambriyen adı verilmiştir. Kambriyen fosil
kayıtlarında hiçbir kara yaşamının izine rastlanmaz. En eski kambriyen
kayalarının yaşı 600 milyon yıl bulunmuştur. Bu sayı çok uzun bir dönemi ifade
ediyor olsa da Dünya'nın yaşıyla kıyaslandığında, en eski fosillerin bile
göreceli olarak son zamanlarda oluştuğu anlamına gelir. Diş, kemik, kabuk gibi
sert kısımları olmayan canlıların fosil oluşturmayacağı anlaşıldıktan sonra
Dünya'nın daha uzak geçmişinde de canlıların yaşamış olabileceği düşünüldü ve
1950'li yıllarda Süperior gölü yakınlarında koloniler hâlinde deniz yosunlarının
izleri bulundu. 2 milyar yaşındaki bu deniz yosunları hücresel yaşamın en basit
şekilleriydi. Bunlar bakterilere çok benzese de aradaki fark deniz yosunlarının
klorofil içerirken, bakterilerin klorofil içermemesidir. 1977 yılında en yaşlı
mikrofosiller Güney Afrika’da bulunmuştur. Burada ilginç olan, bulunan fosiller
ne kadar uzak geçmişe ait ise o kadar basit yapıya sahip olmasıdır. Örneğin en
yaşlı mikrofosillerde hücre çekirdeği bile belirgin değildir. Zaman geçtikçe
canlı türleri daha karmaşık organizmalar içermektedir. Yani yaşam tek hücreli
basit canlılardan çok hücreli karmaşık organizmalara evrimleşmiştir. Yaşamın ilk
kez nasıl oluştuğunu kesin bilmiyoruz. Dünya'nın atmosferi ve/veya okyanusları
içinde bulunan rast gele basit moleküller o zamanki uygun koşullarda birleşerek
daha karmaşık molekülleri oluşturmuş olmalı. İlk zamanlar yerin atmosferinde çok
az serbest oksijen olduğu sanılmaktadır. Bu olumlu bir şeydi, çünkü, canlıların
yapısında bulunan molekülleri oluşturan elementler, oksijenin serbest olması
durumunda, onunla birleşebileceği için karmaşık moleküller oluşmayabilirdi.
Ayrıca, serbest oksijen olmaksızın, Yer atmosferi Güneş'ten gelen morötesi
ışınımın hemen hemen tümünü geçirecek ve bu ışınımın enerjisi, daha karmaşık
moleküllerin oluşmasına yardımcı olacaktır. İlk zamanlarda yer yüzünde cansız
maddeden tek hücreli canlıların oluşması için dört koşul gerekliydi:
1) Aminoasitler ve şekerler gibi
organik moleküllerin oluşması.
2) Bu moleküllerin protein ve
nükleik asitlere dönüşmesi.
3) Protein ve nükleik asit
moleküllerinin o zamanın ılık okyanuslarında hücreye benzer damlacıklar
oluşturması.
4) Bu damlacıkların içlerinde
onların kendi kendilerini yenilemelerini sağlayacak olan DNA (deoksiribonükleik
asit) ve RNA (ribonükleik asit) moleküllerinin varlığıyla basit canlı hücreleri
oluşturmaları.
Canlı hücreler bir kez oluşup
ortaya çıktıktan sonra su molekülünü parçalamak için güneş enerjisi kullanabilir
ve glikoz yapmak için atmosferde bulunan karbondioksit molekülünü
yakalayabilirlerdi. Açığa çıkan oksijeni atmosfere vererek yerin atmosferini
şimdi olduğu gibi serbest oksijen içerir duruma getirebilirlerdi. 1950'li
yılların ortalarında Şikago Üniversitesi'nden Stanley Miller ve Harold Urey
elektrik girişi olan kapalı bir deney aygıtına; hidrojen (H2), metan
(CH4), amonyak (NH3) ve su buharı (H2O) gibi
yerin ilk atmosfer koşullarında var olduğu sanılan gazlar koydular. Bu karışıma,
elektrik akımıyla oluşturulan yapay yıldırımlar gönderdiler. Bir hafta süren
deneyden sonra karışım suda ayrıştırıldığında, aminoasitlerin oluştuğu görüldü.
Diğer bilim adamları deneyi, enerji kaynağı olarak morötesi ışınları kullanarak
ve karışımın oranlarını değiştirerek yenilediler ve sonuç olarak farklı
oranlarda aminoasit oluşturdular. Benzer deneylerle; Cyril Ponnaperuma ve Walter
Fox nükleik asitlerin yapı blokları olan nükleoitleri, bazı proteinleri ve
bunların suda oluşturduğu hücreye benzer damlacıkları elde ettiler.
Şekil 7.1: Miller-Urey deneyi.
Bu deneylerle ulaşılan sonuçlar,
yaşam yönünde oldukça büyük ilerlemeler olduğu hâlde, en ilkel şekilde bile
olsa, yaşam denilen olgudan henüz oldukça uzaktı. Karmaşık moleküllerin canlılık
olgusunu nasıl kazandığı hâlâ bilinmemektedir. Ancak deneyler, lâboratuarda az
miktarda karışımla kısa süre içinde yapılmaktadır. Oysa okyanuslar dolusu "ilkel
çorba" nın milyonlarca yıl etkisi altında kaldığı koşullarla 3,5 milyar yıl önce
ilkel hücrelerin oluştuğunu ve zamanla bu ilkel yapıların daha karmaşık
organizmalara evrimleştiğini düşün-mek her hâlde güç olmayacaktır. Mikrofosil
araştırmalarına göre yer yüzünde yaşamın ilk kez 3.5 milyar yıl önce tek hücreli
canlılar olarak ılık okyanuslarda oluştuğu ve sonra yaklaşık 2.5 milyar yıl
boyunca okyanuslarda evrimleşip geliştiği ve daha sonraki yaklaşık 500 milyon
yıllık süreyi de karalarda geçirdiği anlaşılmaktadır. Çok uzun bir süre (225
milyon ile 65 milyon yıl önce) karalarda en çok rastlanan canlılar dinazor denen
kabuklu ve boynuzlu sürüngenlerdi, 65 milyon yıl önce diğer birçok canlı türüyle
birlikte kısa sürede ortadan silindiler. Bu canlıların kısa sürede yok olmasına
neyin neden olduğu kesin olarak bilinmemektedir.
Dünya'daki tüm canlı türlerinin
temel yapı taşı olan aminoasit ve nükleikasit moleküllerinin oluşturduğu
zincirler, karbon atomunun sağladığı bağlarla mümkün olmaktadır. Karbon atomu
evrende hidrojene göre çok az bulunmasına karşın, yine de ençok bulunan
elementlerden biridir. Fazla kimyasal bağ oluşturabilen elementlerden biri de
silikondur. Bu nedenle bazı bilim adamları evrenin bir yerlerinde silikon
atomunu temel alan canlıların da var olabileceğini ileri sürmektedirler.
Kimyasal olarak silikon atomlarını temel alan molekül zincirleri, karbonunkiler
kadar uzun ve karmaşık değildir.
Şekil 7.2: 65 milyon yıl önce bir
asteroid Yer'e çarparak dinozorların toplu ölümüne neden olmuş olabilir. Bu
durumu canlandıran temsili resim (New Solar System).
Şekil 7.3: Evrenin bir yerlerinde
başka elementleri temel alan oldukça farklı yapıda canlılarda
olabilir.
Diğer taraftan büyük patlama
olayını temel alan evren modellerine göre, büyük patlama olayıyla sadece ve
sadece hidrojen ve helyum elementleri oluşmaktadır. Diğer elementler, ancak
büyük kütleli yıldızların merkezlerinde nükleer reaksiyonlarla üretilip; yıldız
rüzgârları, nova olayları ve daha çok süpernova patlamalarıyla çevreye
yayılmaktadır. Dünyamızda ve Güneş sisteminin diğer üyelerinde, ağır elementler
bol miktarda bulunduğuna göre Güneş ve Güneş sistemi büyük olasılıkla süpernova
artıklarından oluşmuştur. Güneş bu nedenle en azından ikinci nesil bir
yıldızdır. Bu bakımdan biz canlılar bir anlamda varlığımızı galaksinin uzak
geçmişinde oluşan bir süpernova patlamasına borçluyuz. Sadece hidrojen ve
helyumdan oluşan birinci nesil yıldızlardan Dünya benzeri gezegenlerin ve canlı
varlıkların oluşamayacağı açıktır. Canlıların yapı taşı olan aminoasit ve
nükleikasit gibi karmaşık moleküllerin hatta ilkel canlıların plâzma olmayan
soğuk yıldızlararası bulutlarda oluşabileceği ve Dünya gibi uygun ortamlara
yayılmış olabileceği de ileri sürülmektedir. Söz konusu karmaşık moleküllerin
oluşumu zor olmadığına göre, yaşam gerçekten Dünya'nın dışında başka yerlerde de
oluşmuş ve gelişmiş olabilir.
Şekil 7.4: Dünyadaki canlıların
temel yapı taşı, ikili sarmal oluşturan DNA ve RNA molekülleri.