5. Bölüm
TASAVVUF EHLİ
Zâhir ve Bâtın Yolları:
Tarik yol demektir. Yollar beş kısımdır. Zâhir kısmı üçe
ayrılır, bâtın kısmı iki yoldur ve bu iki yol âlîdir. Tarikat başka, Tarikat-ı
âliye başkadır.
Zâhiri kısım:
1. Hakiki âlimler.
2. Nakilci âlimler.
3. İfsatçı âlimler.
Üç yol tariktir, iki yol âlidir. Tarik olan; zâhirî yol,
tarikat yolu ve hakikat yolunun bir kısmı. Bunlar zâhirîdir.
Âlî olan iki kısımdır: Bâtınî ve Ledünî.
Ledünî olan doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından ileriye
sürülmüştür. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin resmî
vekâletini taşır.
Bir Hadis-i şerif’te:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” buyurulmaktadır.
(Buhârî)
O onun vekâletini yürütür, onun taht-ı emrindedir, onun yolunu
tutmuştur. O kademin üzerinde olduğu için o ne yaptıysa aynısını bilfiil yapar,
o şekilde yürütülür. Onun idaresi kendi elinde değildir, onu idare ederler.
Binaenaleyh o etrafına adam toplamaya, menfaat edinmeye memur
değildir. O verilen emri yerine getirmeye, nur-i ilâhî’yi yaymaya, bütün ilâhî
emirleri tatbik ve tebliğ etmeye memurdur.
Bütün gaye o çemberin içinde kalmak, nur-i ilâhî’yi
yaymaktır.
Bu beşinci kısım Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizin vekâletini taşıyan tam vârislerine âittir.
Peygamberler Üç Kısımdır:
• Ulül-Azm olanlar.
• Resul olanlar.
• Nebi olanlar.
1. Ulül-Azm Olanlar:
Peygamberlerden “Azim sahibi” olanlar, diğerlerinden
üstündür. Ulül-azm peygamberlerin sayısı Âyet-i kerime’lerde nass yoluyla
zikredilmiş olan beş peygamberdir:
“Peygamberlerden söz almıştık. Resulüm! Senden, Nuh’tan,
İbrahim’den, Musa’dan, ve Meryemoğlu İsa’dan pek sağlam bir söz aldık.”
(Ahzab: 7)
Hakk’ı bırakıp putlara yönelen, küfür ve sapıklığa dalan bir
kavme, Allah-u Teâlâ’nın ilâhî emirlerini tebliğ üzere gönderdiği ilk peygamber
Nuh Aleyhisselâm’dır, ulül-azm peygamberlerin de ilki sayılır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Nuh’a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur.
Resulüm! Sana vahyettik, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da
buyurduk ki, dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.” (Şûrâ:13)
Nuh Aleyhisselâm’dan Muhammed Aleyhisselâm’a kadar gelen şeriat
sahibi peygamberlerin hepsine de bu emir verilmiş bulunmaktadır. Bütün
peygamberler bunu tatbik için gönderilmişler, hepsi de zamanlarındaki din
bozukluklarını düzeltmek için doğru din ile gelmişler, tefrikayı, ayrılıkları
kaldırmak için Tevhid’e dâvet etmişlerdir.
Bu peygamberlere “Azim sahibi” denilmesinin sebebi;
azimlerinin kuvvetli, imtihanlarının şiddetli, mücadelelerinin ağır ve güç
oluşundandır. Vazifelerini hakkıyla yaptıkları için “Azim” ünvanını
almışlardır.
Meselâ Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm hakkında Âyet-i
kerime’sinde:
“Biz onda azim bulamadık.” buyuruyor. (Tâhâ: 115)
Allah-u Teâlâ’nın her peygambere lütufları ayrı ayrıdır, ona o
sıfatı koymuş.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Resülüm! Azim sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen
de sabret!” buyuruyor. (Ahkâf: 35)
Çünkü sen de onlardansın.
Resulullah Aleyhisselâm, peygamberler içinde en çok mücadele
vereni, en ziyade sabır ve fedâkârlık gösterenidir. Nitekim Allah-u Teâlâ da onu
diğer peygamberlerden daha çok övmüş, ikram ve ihsanlara mazhar kılmıştır.
2. Resul Olanlar:
Resul “Gönderilen kimse” mânâsına gelir. Allah-u
Teâlâ’nın hususi olarak indirdiği Kitap ile vahyetmiş olduğu, hükümlerini halka
tebliğ etmek üzere gönderdiği peygamber demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resulüm! Kur’an’da Musa’yı da an! O seçkin kılınmış halis
bir insan ve Resul bir peygamberdi.” buyuruyor. (Meryem: 51)
Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’dan haber veren ve insanlara
doğru yolu gösteren, derecesi yüksek bir Resul’dü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize yeryüzüne
kaç resul kaç nebi gönderildiği sorulduğunda; resullerin 313, nebilerin ise 124
bin olduğunu söylemiştir. (Ahmed bin Hanbel)
Her “Resul” nebidir, fakat her “Nebi” resul
değildir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Senden önce gönderdiğimiz hiçbir resul ve hiçbir nebi
yoktur ki...” (Hacc: 52)
Bu Âyet-i kerime Resul ile Nebi’nin mânâlarında farklılık
bulunduğunu bildirmektedir.
3. Nebi Olanlar:
Nebi “Haber getiren veya yol gösteren kimse” mânâsına
gelir. Kendisine kitap indirilmemekle beraber, tebliğe memur olsun olmasın,
kendisine vahyedilen peygamberdir. Kendisinden önceki Resul’ün şeriatını
bildirmek için gönderilmiştir.
Resul şeriat koyucu, nebi ise o şeriatı koruyucu peygamber
demektir.
Nitekim İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin hepsi de
Musa Aleyhisselâm’ın şeriatını anlatmak ve yaymak, Tevrat’ın hükümlerini
bildirmek için gönderilmişlerdir.
İsmail Aleyhisselâm yeni bir şeriatle değil, İbrahim
Aleyhisselâm’ın şeriatı ile gönderildiği halde Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’sinde:
“Resulüm! Kitab’da İsmail’i de an. Çünkü o sözüne sâdık bir
Resul ve Nebi idi!” buyuruyor. (Meryem: 54)
O halde hem Nebi hem Resul’dür. Babası İbrahim Aleyhisselâm’a
indirilen on sayfayı tebliğ ile vazifeli olduğu için “Resul”,
kendisine vahyedilen ilâhî ahkâmı ümmetine haber vermesi sebebiyle de
“Nebi” idi. Gönderildiği insanlara nisbetle yeni bir şeriat olmuş
oluyordu.
Veliler de Üç Kısımdır:
• Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize tam vâris
olanlar, onun kademi üzerinde bulunurlar, onun hâlâtını yaşayanlar onun
vârisidirler.
• Yüz senede bir gönderilenler.
Mürşid-i kâmiller ulül-azm peygamberin hâlâtını üzerinde
taşırlar. Hangi peygamber olduğunu ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kimi veliye Musa
Aleyhisselâm’ın hâlâtını, kimi veliye İsa Aleyhisselâm’ın hâlâtını vermiştir. O
peygamberin ibtilâsı da aynen ona geçer. Bu gizlidir, kimse bilmez, kimse
görmez. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır.
• Fenâfillâh’a ermiş diğer veliler ise nebi olan peygamberin
nebilik hâlâtını üzerinde taşırlar.
Bu üç zümre âli kısma ayrılmış olanlardır.
Ulül-azm peygamberlere ayrı ruh verilmiş, diğer peygamberlere
ayrı ruh verilmiş, velilere, âlimlere hep ayrı ruh verilmiştir. Her biri kendi
ruhunun kuvvetiyle, ezelî takdirdeki kuvvet nisbetinde hareket ederler.
• Kibâr-ı evliyâullah nasıl olur? Allah-u Teâlâ’ya karşı
göstereceği nezaket, saygı ve sevgi nisbetinde olur. Bu da çok gizli bir hâldir.
Onlar hiçbir zaman büyüklük taslamazlar, keramet izharı düşünmezler. Hakk’ta
fânî olmuşlardır, Hazret-i Allah ile övünürler. Bunlar Hazret-i Allah ile gizli
irtibat sahibi olanlardır.
Tasavvuf Ehli Üç Kısma Ayrılır:
• Mükemmel
• Kemâl
• Mukallid
a. Mükemmel üç kısma ayrılır:
1. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin
hem Sehm-i nübüvvetine hem de Sehm-i velâyetine vâris olanlar:
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır
ve tam vâristirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek
bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Bu gönderilen müceddid, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimizin vekâleti ile gelir. Bunların kimisi “Nübüvvet
vekâleti”ni, kimisi de “Velâyet vekâleti”ni taşır. Kimisi de hem
“Nübüvvet vekâleti”ni, hem de “Velâyet vekâleti”ni taşır.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Öyle veli vardır ki makamını aşar”
buyurmuşlardır. (Hatm’ül-evliya)
Bunlar bizzat Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilidirler. Kalpten
kalbe dökülen emânet-i ilâhî’ye mazhar olanlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Allah-u Teâlâ benim göğsüme ne döktüyse ben de onu olduğu
gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” buyuruyorlar. (Risâle-i Es’adiyye)
Kalpten kalbe dökülen ilâhî emânetullah kıyamete kadar devam
eder.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın göğsüne ne döktüyse,
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in göğsüne ne döktüyse, onun göğsüne de aynısını
döküyor. Has ilmullah’ı doğrudan doğruya Allah ve Resul’den alır.
Üzerindeki hâl nübüvvetin bir cüzü, iç âlemi Hâtem’ül-enbiya
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bir emanetidir ve bütün fazilet de o
emanettedir.
Peygamber Aleyhisselâm’ın tam vârisleri bir evlât derecesinde
olup, zâhirî nesep itibârı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep
itibarı ile en yakınları onlardır.
O emanet ondan gelen nurdur. Bu hâlât Hâtem-i enbiya
-sallallahu aleyhi ve sellem-den başlar, Hâtem-i evliya’ya kadar devam eder.
Onunla birlikte yeni bir saha açılmıştır.
Bu yol Resulullah Aleyhisselâm’ın tuttuğu yolun tâ kendisidir.
Nasıl ki Resulullah Aleyhisselâm ümmi ise, onun yetişiş şekli de aynen ona
benzer. Onun hâlâtını Allah-u Teâlâ aynı şekilde ona vermiştir.
Allah-u Teâlâ onu Kudsî ruh ile desteklediği, Resulullah
Aleyhisselâm’ın nurunu taktığı, bâtınî emaneti taşıdığı için, onun vekili olmuş
oluyor.
Vâris-i enbiyâ kimdir?
1. Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse,
2. Kimi kendisine çekmişse,
3. Emanetini kime vermişse,
4. Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu kime takmışsa,
5. Kimi Kudsî ruh ile desteklemişse, işte onlar
Peygamber vârisidirler.
Onların alâmeti budur ve muallimleri bizzat Hazret-i
Allah’tır.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle tarif ediyor:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah
olur.” (Bakara: 282)
İlmi de Allah-u Teâlâ’dan aldıkları için o ilim üzerinde
yürürler ve o ilim üzerinde yürütmeye çalışırlar. Bu ilim has bir
ilmullahtır.
Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrâil’in peygamberleri
gibidir.”
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati
delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi;
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buharî)
Hadis-i şerif’inde beyan buyurulduğu üzere Vâris-i enbiyâ olan
ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a dâvet ederler. Bu dâvet Allah-u Teâlâ’nın
Kitab-ı kerim’i ve Resulullah Aleyhisselâm’ın Sünnet-i seniye’si ile olur. Yani
Ahkâm-ı ilâhî’yi tebliğe memurdur.
Risaletine vâris olduğu için Ahkâm-ı ilâhî’yi tebliğe memurdur.
Velâyetine vâris olduğu için de o nur üzerinde, yani onun kademi üzerinde
bulunmak mecburiyetindedir. O izden hüve hüve gider.
Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları
yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil
düşmüşlerdir.
Çünkü onlar ilâhî ahkâmı tebliğ ettiklerinden ötürü yalnız ve
yalnız Allah-u Teâlâ’ya sığınırlar ve güvenirler, O’nun desteği ile yürürler.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir.”
(Ebu Nuaym. Hilye)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye
vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına
mazhardırlar:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar
Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Onları Allah-u Teâlâ tayin edip ileriye sürmüştür. O ileriye
sürdüğü için Hakk’ı biliyor, Hakk’a götürüyor. Hakk’tan gelmedikçe halkta hiçbir
şey bulunmaz.
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u
Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. Öyle bir ruhtur ki sevdi,
seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur. Herkeste
bir ruh var, onlarda iki ruh var.
Hiç şüphesiz ki bu lütuf da Hakk’tan gelecek ki Hakk’a
götürebilsin.
Bunlar doğrudan doğruya ilhâmât-ı ilâhî ile yürütülen
kimselerdir.
Hakk’tan gelen bu lütuf sebebiyledir ki o robotu O idare eder.
Görünen başkası, fakat yürüten O’dur.
“Bir elçi gönderdi, kendisiyle kendisine.”
O elçiyi O tayin eder ve O gönderir. Niçin gönderir?
Kulları kendisine dönsün diye gönderir. Gönderen de O, kendisine ulaşmayı murad
eden de O. Ulaşacak olan yine kendisine ulaşacak. Asıl irşadı Allah-u Teâlâ
yapıyor. Ona o ilhâmı O veriyor. Gerçek mürşid Hazret-i Allah’tır.
•
Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i
şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak;
Vahiy yoluyla,
Veya perde arkasından konuşur.
Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O,
yücedir, hikmet sahibidir.” (Şûrâ: 51)
Vahiy malumdur, peygamberlere verilen ilâhî kelimelerdir.
Muhtelif şekilleri vardır.
Perde arkasından ise; Allah-u Teâlâ dilediği kulunun kalbine,
dilediği zaman perde arkasından nurunu akıtır, bütün hakikatleri bildirir.
Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham eder.
Çok ince bir sır: Görünüşte o konuşuyor, fakat Allah-u
Teâlâ’nın onu konuşturduğunu kimse bilmiyor.
2. Sehm-i Nübüvvetine Vâris Olanlar:
Bunlar zâhirî ilme sahiptirler, faydalı ilim diye tarif edilen
ilme de mazhardırlar. Hakiki âlimler bunlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir
ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a
inanırsınız.” buyurmaktadır. (Âl-i imran: 110)
Hiç kimseden menfaat beklemez. Okuttuğu ilimden aslâ ücret
almaz. Her işleri yalnız ve yalnız rızâ-i Bâri’ye dayanır, bütün icraatları
liveçhillâhtır.
“Onlar Kur’an ehli, Allah ehli ve Allah’ın has kullarıdır.”
(İbn-i Mâce: 215)
Diye Hadis-i şerif’te tarif edilenler bunlardır. Hem zâhirî,
hem de bâtınî ilme sahiptirler.
Kur’an-ı kerim’in hükümlerini yaşarlar. Bütün iş ve
icraatlarını ahkâma uydururlar. Halka nur saçarlar, beşeriyeti irşad ederler.
Bunlar irşad memurlarıdır. Sayıları pek azdır.
Allah-u Teâlâ Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtını derece derece
kıldığı gibi, Evliyâullah Hazerâtı da derece derecedir. Birisine verdiğini
diğerine vermemiştir.
İrşad için vazifelendirdiği velileri ikinci deviri tamamlatıp
üçüncü devire düşürmüş, onu halk arasına sürmüştür. O irşada mezundur ve
mecburdur, diğerleri mecbur değildir. Onlar kemâlini bulmuştur, derecesine
kavuşmuştur, fakat vazifeli değildirler.
Meselâ resul ilâhî tebliğe memurdur, nebi ise irşada mezun
değil izahata mezundur. Böyle olduğu gibi diğer veliler de irşada mezun değil,
ıslahata memurdur.
3. Sehm-i Velâyetine Vâris Olanlar:
Bunlara mukarrebun denir. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği
veli kullarıdır, makamları çok âlidir, daima huzurda, huşudadırlar. O huzurdan
ayrılmak istemezler. Kendilerine gelen emir ve ilhama bakarlar. Fakat irşad
memuru değildirler, halk ile hiçbir ilgileri yoktur.
Âyet-i kerime’de:
“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual
ediniz.” buyuruluyor. (Nahl: 43 - Enbiyâ: 7)
Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar gizli sırlara vâkıftırlar.
Fakat vukufiyetlerini ifşâ etmezler. Bilir, fakat kendi hududunda kalır.
Ehl-i zikirden murad evliyâullah hazerâtıdır.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetine kadar çıkardığı
kimselerdir.
Bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i
selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine
eriştirmiştir.
“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın
huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Kimi sevmişse onu seçmiş, kimi de seçmişse onu kendisine
çekmiştir. Huzur-u ilâhisine ancak sevdiğini, seçtiğini alır.
Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullarını kendine çektiği için, içini
nurlandırmış, her türlü ahlâk-ı zemime’den temizlemiş, ahlâk-ı hamide’ye de nâil
etmiş:
“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” (Nur: 35)
Âyet-i kerime’si mucibince o kul Allah-u Teâlâ’nın nuruna ve
lütfuna kavuşmuştur.
Bu gibi kimselerin dünyadaki durumları da budur, ahiretteki
durumları da budur. Aynı durum dünyadan ahirete intikal etmiştir.
b. Kemâl:
Gayrıya tecavüz etmez, hududunu muhafaza eder, yol tarif eder,
fakat mürid götürmeye sahib-i salâhiyet değildir. Yolu öğrenmiştir, kendisine
tâbi olanlara yolu tarif eder, “Bu yoldan git!” der, müridi götürmeye
muktedir değildir.
c. Mukallid:
Bugün sahayı işte bu mukallidler istilâ etmiştir. Zan ile
hareket ederler, hiçbir iş ve hareketleri ahkâm-ı ilâhî’ye uymaz.
Bir temsil getirelim. Bal arısı bal yapar, eşek arısı da
vızıldar. Karşıdan gören onları bir gibi zanneder. Ehl-i hakikat bunları ayırt
eder.
Bunun içindir ki tarikat bir tatbikattır, nazarî bilgilerle
anlaşılmaz. Tadılmadıkça, yaşamadıkça lezzeti bilinmez.
Âlimler Üç Kısımdır:
• Ulül-elbâb’a çıkmış olan âlimler.
• Nakilci ulvî âlimler.
• Mollalar.
1. Ulül-elbâb’a Çıkmış Olan Âlimler:
Ulül-elbâb iki türlüdür: Zâhirî, batînî.
Zâhirî Ulül-elbâb’a varan âlimleri Allah-u Teâlâ ilimde
derinleştirmiş ve:
“İlimde derinleşmiş olanlar.” buyurarak onları övmüştür.
(Âl-i imran: 7)
Bu ilim kesbîdir, okumakla mümkün olur. Bu hakiki âlimler
şeriatın zâhirine vâristirler. Bu ilim de bir Allah vergisidir.
Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ahlâk... sahalarında kitaplar
yazarlar, müslümanlara ışık tutarlar. İçtihatlarında isabet ederlerse iki sevap
aldıkları gibi, yanılsalar bile bir sevap alırlar. Çünkü niyetleri güzel.
Dört büyük mezhep imamı; İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı
Mâlik, İmam-ı Ahmet -rahmetullahi aleyhim ecmain- Hazerâtı olsun, diğer
müctehidler, müfessirler, muhaddisler olsun, hep bu kısma dahildirler.
Din-i İslâm’a nur saçan, ümmet-i Muhammed’e yol gösteren ve bu
uğurda her türlü ibtilâlara göğüs geren hakiki âlimlerin İslâm dininde çok mühim
mevkileri vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’inde Ashâb-ı kiram’ını yıldızlara benzetmiştir. Bunlar da zâhirî ilmin
yıldızlarıdır.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde onları övmüş, ilmi ve ilim
sahiplerini müteaddit defalar zikretmiş, fazilet ve meziyetlerini beyan
buyurmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah içinizden iman edenleri yüceltir. Bunlardan
kendilerine ilim verilmiş olanları ise kat kat derecelerle yükseltir.”
(Mücadele: 11)
Bu yükselme; dünyada hayırla anılmaları, âhirette ise
cennetlerdeki derecelerin yüsekliğidir.
Allah-u Teâlâ’nın veli kullarına gösterilmesi gereken sevgi ve
saygının, hakiki ulemâya da gösterilmesi gerekmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetimin âlimlerine tâzim ve hürmet ediniz. Zira onlar
yeryüzünün yıldızlarıdır.” (Münavî)
İlmiyle âmil olan ulemaya daima hüsn-ü zan beslemelidir. Onlar
halka hakikatı öğretirler, şeriat ahkâmını talim ederler, bid’atlardan
sakındırırlar. İlâhî hükümleri tahrifattan, cahillerin tevillerinden korurlar.
Bunu da ancak hakiki âlimler yapar. Allah-u Teâlâ’ya vâsıl olmak, bu ahkâmın
icrasına, emir ve yasakların tatbikine bağlıdır.
2. Nakilci Ulvî Âlimler:
Ulvî olan nakilci âlimler, müslümanlara dinlerini öğretecek
tefsir gibi kitaplar yazmaya kendileri muktedir değildirler. Ancak “Filan
şöyle söyledi, filan böyle söyledi.” diyerek hakiki âlimlerin beyanlarını
naklederler. İctihad yapamazlar. Ancak hakiki âlimlerin eserlerinden alıp
naklederek kitap yazarlar, halka vaaz ve nasihat ederler.
Bu nakilci âlimler de iki kısımdır. Eğer İslâm’ı yaşıyorsa,
telif ettiği kitaplar, yaptığı vaaz ve nasihatlar, yaşadığı nisbette halka tesir
eder. Yaşamıyorsa hiçbir tesiri olmaz.
Bir zâhirî âlim satırdan almasına rağmen, ilimde derinleştiği
nisbette cehâletini öğrenmiş olur. Eğer ilimde ihlâs sahibi ise ilmi arttıkça
âcizliğini duyar, Allah-u Teâlâ’ya sığınır, âcizliğini itiraf eder. Her mevzuda
Hazret-i Kur’an’a ve Sünnet-i seniye’ye müracaat eder. Her iş ve icraatın
Ahkâm-ı ilâhî’ye uygun olmasını ister.
3. Mollalar:
Bunlar halkın avam tabakasına yakın âlimlerdir. Hem bilir, hem
bildirir, tarif eder. Bunlar muttakilerden sayılırlar.