06 Kasım 2012

ALLAH YOLUNUN REHBERİ MÜRŞİD-İ KÂMİL


4. Bölüm
ALLAH YOLUNUN REHBERİ
MÜRŞİD-İ KÂMİL

Mürşidin Lüzumu:
Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevi hastalıklardan kurtulmak için de mânevi bir tabibe, Rabbânî bir âlime başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir.
Mühim olan bu mânevi hastalıklardır.
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavi edilmezse insanın ebedî ahiret hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir.
Hasta olan bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağız tadının geri gelmesi, hastalığının tedavisine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i emmâreye mağlup olan masivâ bataklığına dönen bir kimsenin kalbi hastadır, ibadet ve taatlarından lezzet alamaz.
Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb... gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından gizlisinden) uzak bulununuz.” buyuruyor. (En’am: 151)
Kalp temiz olursa, kişiyi ibadet ve taate sevkeder.
İmam-ı Gazâli -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, bu bâtıni kötülüklerden sakınabilmek ve korunma yollarını bulmak için bir Mürşid-i kâmil’e intisabın zaruri olduğuna dair “Adâb-ı zikr” Risâlesinde şöyle buyurmaktadır:
“Terbiye etmek suretiyle kötü ahlâkını atıp onun yerinde güzel ahlâkı yerleştirmesi için, sâlikin mürşid ve mürebbi bir şeyhin terbiyesine girmesi şarttır.
Burada sözü edilen terbiye, topraktan diken ve yabani otları söküp nebâtını güzelleştirmek ve neşv-ü nemâ bulmasını ikmâl etmek için çalışan çiftçinin işine benzer.
Çünkü Allah-u Teâlâ kullarını kendi yoluna irşad edecek peygamberler göndermiştir. Bu mânâdan dolayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ahirete irtihal edince mahlûkatı Allah-u Teâlâ’ya irşad ve isâl etmek için hulefâsı onun makamına halef olmuşlardır. Onun için sâlikin, kendisini terbiye ve Hakk Teâlâ’nın yoluna irşad edecek bir şeyhe mutlak ihtiyacı vardır.”
İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Onun bir nazarı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları siler süpürür.” (285. Mektup)
Medresede müderris ne ise, tarikatta mürşid odur.
Müderris akla hitâb eder, nakli akla tatbik eder, metni açıklar, ilminin derecesine göre tahlile girişir, vazifesi bununla biter.
Mürşid-i kâmil ise, ruh ile meşgul olur. Mürebbidir, terbiyecidir. Kendisine intisâb eden müridin bütün hususiyetlerini göz önünde bulundurarak herkese ayrı ayrı yol gösterir. Yaratılışındaki firasetin ve edindiği mârifetin derecesine göre müridin kalbindeki kudreti, micazındaki sertliği, ahlâkındaki fesadı tedricen izâleye çalışır. Mürid tam teslim olduysa çabuk yol alır, olgunlaşır, safây-ı kalbe ulaşır.
Bu yolun terbiye sistemi, siret-i Nebevî ile ahenklidir. Gaye onu numune almaktır.
Bütün bu güzel hâller, ancak kâmil bir mürşidin taht-ı terbiyesi altında bulunmakla husule gelir.
Yolumuzun pîri Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyururlar:
“Tarikat ricâlinden bir zâta müracaattan maksat, sâlikin kabiliyet toprağına ilâhi mârifet tohumlarının ekilmesidir. Yalnız zikir talimi ve telkini değildir. Zira bu cihet, tasavvuf kitaplarını okumakla da müyesser olabilir.” (4. Mektup)
“Kulların bilgisizlik ve cehâlet felâketinden kurtulmaları, ilâhi ilim ve irfan ile kendilerini süslemeleri için sadece kitap okumanın kâfi gelmeyeceği, bildiklerini kemâl derecesinde yaşayan kâmil ve terbiyeci bir mürşidin huzurunda mutlaka diz çöküp onun terbiyesi altında yetişmek zarureti açık bir gerçektir.
Nefs-i emmârenin duygu ve temayüllerinden sıyrılıp, mânevi yüceliklerle donanma ve ilâhi tecellilerle hemhâl olma gibi yüce bir gaye sadece Allah’ı zikretmekle elde edilemeyeceğinden bu hususta dahi bir yol göstericiye ve uyanık bir gönül sahibi mürşide kalbi bağlamak gerekir.” (68. Mektup)
“Zamanımızda yaşayan din kardeşlerimizin tarikat talimi almak için evvelce yaşamış sâlih zâtlara müracaat edemeyecekleri âşikâr bulunduğundan, hâl-i hazır yaşamakta olan meşâyıha müracaatla ihtiyaçlarını arzetmeleri gerekmektedir.” (3. Mektup)
Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir. Her zaman için Mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir. Dini, bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır.

Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytandır” Sözü:
Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- ve Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi birçok şeriat ve tarikat büyüklerinin eserlerinde:
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.”
Sözü sık sık ifade ve beyan buyurulmuş ve bunun mânâsının doğruluğu pek çok Âyet-i kerime ile sabit olmuştur:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyiniz!’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60)
Demek ki şeytan, kendini müdafaadan âciz bir mümine âmirlik sıfatı takınarak ve fâsit fikirlerini onun gönlüne düşürerek Allah-u Teâlâ’ya itaattan alıkoymak hususlarını kendisi için mühim bir vazife edinmiş ve tesirini de müşâhede etmiştir.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Hannâs’tan kendisine sığınılmasını emir buyurmaktadır. Hannâs, şeytandır. Bu şeytan müminleri gözetmekte ve kalbin zikirle meşgul olduğunu anlayınca geri çekilip savuşmakta olduğu gibi, zikirden gâfil bulunanların gönlüne ne bozucu vesveseler atmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Şeytan insanoğlunun kalbine nüfuz etmek için istilâ eder. Lâkin kalp Cenâb-ı Allah’ı zikredince ümitsiz olarak geri çekilir. Unutursa istilâ eder.” (Nevâdir-ül usûl)
Zikrullah şeytanı uzaklaştırır, kişiye Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazandırır.
İşte bunun içindir ki dünyada iken bir Tarikat-ı aliye’ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihyâ eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.
“Zikrullah kalplerin şifâsıdır.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’i mucibince, Allah-u Teâlâ’yı çok zikretmek gerekmektedir.
Zikrullah ile; kalp, ruh, sır, hâfâ, ahfâ odaları nefsin işgalinden kurtulur. En son nefs-i kül odası da kurtarılırsa, hâkimiyet ruhun eline geçer, letâif ampulleri yanar, kişi bütün kötülüklerden pişmanlık duyar, bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır.
Artık o kişi ahlâk-ı zemimeden arınmış, hayvânî sıfatlardan kurtulmuş olur. Kemâl yollarını bulur. Bütün uzuvları ahkâm çerçevesinde hareket etmeye başlar.
Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ’nın ezelden aldığı kimselerin ameliyata da ihtiyacı vardır. Bu ameliyatı da ancak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekili olan Mürşid-i kâmiller yapabilirler. Operatörlüğe tayin edilen o mânevî doktor; ezelî nasibi olanlara nasibini vermek için, masiva köklerini kazımak için, şeytanı çıkarmak için, sadrın genişletilmesi için, marifet fidanlarının ekilmesi için... şart olan bu ameliyatı yapar.
Mâlum olduğu üzere nefis ve şeytan gibi iki amansız düşmana karşı müdâfaada bulunabilmek herkesin yapabileceği bir iş değildir.
İntisab edenler nefsin ve şeytanın arzu ve isteklerine karşı koyarlar. Çünkü o Tarikat-ı aliye’deki mevcud olan zevât-ı kiramın mânevî yardımlarıyla kuvvet kazanırlar. O kuvvet sayesinde nasipleri kadar nefsin ve şeytanın tahakkümünden kurtulurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur.” (Ebu Dâvud)
Şüphesiz bir insan sûfiler cemaatına muhabbetle iltihak eder, zikir ve fikirlerine katılırsa onlardan sayılacağı gibi, mahşerde de himâyeleri altında bulunacaktır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kişi sevdiği ile haşrolunur.” buyurmuştur. (K. Hafâ)
Lânetlenmiş şeytanın şeyhe bağlı tarikat mensuplarına karşı zafer kazanamayacağı bu açıklamalardan anlaşılıyorsa da, görülen ve duyulanlarla bu fikri ispat etmek kabil olamıyor.
Zira Tarikat-ı aliye mensupları arasında ilâhî kanun mânâsına gelen ilâhî hükümlere riâyet etmeyen ve bilhassa imanın alâmeti demek olan namazın edâsına hakkıyla dikkat göstermeyen kimseler de mevcut olduğu şüphesizdir. Diyebiliriz ki, şeyhten maksat bu ismi taşıyan bir şahıs olmayıp belki Allah-u Teâlâ’yı sıfatlarıyla tanıyan bir kimse olmakla beraber kalpten bir niyet ile ibadet ve taatlara devam eden, günahlardan kendini koruyan, nefsin istekleriyle zevklere düşkünlükten yüz çeviren, şeriat ve tarikata hizmet eden bir zâttır.
Bu böyle olduğu gibi, mensup olanların dahi mürşidin şeriat ve tarikat dairesinde bulunan emirlerine riâyet etmeleri lâzımdır.
Netice olarak bir hastanın hastalığından kurtulması elbette ki hâzık bir doktorun vermiş olduğu ilaçların güzelce kullanılmasına bağlıdır. Doktor, işinin ehli ve mütehassıs olmaz, yahut hasta da aldığı ilacı güzelce kullanmazsa beklenen şifa gerçekleşemez.
Mürşid aramak çok mühimdir. Bir Mürşid-i kâmil vardır irşad eder, bir mürşid vardır ifsad eder. Çünkü onun seyri Hakk’adır, şeyhliği şeytandan gelir, nefis putuyla ortaya çıkar, kendisini de etrafını da helâk eder.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Nefs-i emmârenin kötülük ve şerrinden canını kurtarmak, Rahman ve Rahim olan Cenâb-ı Hakk’ın ilâhi yardım ve lütfuna nâil olmak isteyen bir insan, tarikat-ı aliye’ye dehâlet edip hakikat yolunda sülûk ederek geleceğini emniyet altına almada acele davranmalıdır.” (68.Mektup)
Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı sadece ilk devirlerde bulunan müslümanlara mahsus değildir. Her devirde ilâhî ahkâma tâbi olan bütün müslümanların bu gibi inayetlerden istifade edecekleri açık bir gerçektir.
Hiç şüphe yok ki bu efdal ümmet içinde yağmurun toprağa düşmesi ile ölü toprağın nebat fışkırttığı gibi, Hakk’ın izni ile ölmüş kalpleri diriltenler de mevcuttur. Bütün engel ve güçlüklere rağmen Allah için mücahede ve mücadele etmektedirler.
Dini bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır. Her devirde etraf ve muhitlerine nur saçmışlar, insan yetiştirmişler, yol gösterici eserler vermişlerdir. Emin adımlarla gayelerine doğru ağır ağır ilerlemektedirler. Allah-u Teâlâ’yı tercih edenler bunlardır, Allah-u Teâlâ’nın da tercih ettiği bunlardır.

Sâdıklarla Beraber Olmak:
Tarikat-ı aliye’ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihyâ eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.
Binaenaleyh:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe: 119)
Şeklindeki ilâhî emre uyarak Tarikat-ı aliye’ye dahil olmak ve o Tarikat-ı aliye’de mevcut olan ümmetin büyüklerinin ruhânî yardımlarıyla kuvvet kazanmak gerekir.
Bu emr-i şerif’e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.
“Sâdıkîn”den murad “Mürşidûn” yani mürşidler olduğu “Bahr-ul Hakâyık” tefsirinde beyan buyurulmuştur.
Allah-u Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile mükellef kılmış, vâris-i enbiya olan bir Mürşid-i kâmil’in maiyyetinde bulunmalarını emretmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın “Teklif-i mâlâ yutak” buyurmayacağı yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğini bildiğimiz halde; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı hem de bildirmeyi temin etmiş demektir.

“Sâdıklar Kimlerdir?”
Sâdıklar, Allah-u Teâlâ’nın veli kulu olan mürşid-i kâmillerdir.
Bu sâdıklar üç merhaleden geçer.
Birincisi, dünyâya gelir. Fakat şu bir gerçektir ki dünyaya gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, o sâdık olarak gelir.
İkincisi, bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar çıkar, Hakk’a ulaşır.
Üçüncüsü Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar. Bir veli ikinci turda ne kadar çok yükselirse, üçüncü turda o kadar çok aşağıya iner, irşad ve terbiyesi de o kadar çok tesirli olur.
Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur. Ona kendini bildirmiş, mahlûka âit hiçbir şey olmadığını, her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu ona duyurmuştur. Sonra onu irşad için vazifelendirerek mânevî makamından indirmiştir. “Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir.” diye. Bunların muallimi Allah-u Teâlâ’dır. Başkasına o sermayeyi vermediği için, hiç kimse O’nu bilip öğretemez. Vermediği için kimse bilemez. Dolambaçlı yollardan gider. İşte bu hakikatı öğrenmek için Allah-u Teâlâ sâdıklarla beraber olmayı emrediyor. Bu sebepledir ki, onu bulamamak Hakk’ı bulamamak kadar mühim oluyor. Bu mühimliği kavrayabilmek de mühimdir.

Mürşid’in Ahlâkı ve Vasıfları:
İstikamet:
Şeriat-ı mutahhara’nın iktizası ile, istikamet üzere amel etmek demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” buyuruyor. (Hud: 112)
Bu Âyet-i kerime mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk’ı ve hakikatı bilir ve bulur.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dı.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur’an-ı kerim’deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur’an’dır.
Mürşidin bu vasıfta olması gerekir. Bu olmazsa, bir tek vasfı noksan olursa o mürşid-i kâmil değildir. İşte ölçü, işte tartı.
Nasihat:
İnsanları ahkâma uymaya dâvet ve Allah-u Teâlâ’nın yoluna irşad etmektir.
Kişiyi müşkül durumdan kurtarmak, en öz sözle en kestirme yolla en doğruyu tarif etmek ve onu Hakk’a yöneltmek, Hakk’a ulaştırmak.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ve nasihatla dâvet et.” (Nahl: 125)
Allah-u Teâlâ hikmeti lütfedecek ki kişi hikmetle konuşsun. O’nun hikmet vermediği kimse hikmetle konuşamaz. Hikmet peygamberlere, sıddıklara ve sâdık âlimlere verdiği bir sırdır.
Şefkat:
Bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarı ile bakmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İyilik yapın, çünkü Allah iyilik yapanları sever.” (Bakara: 195)
Tanıdığına tanımadığına sırf Allah rızâsı için elinden gelen yardımı esirgememek onların şiârıdır. Bu insana olduğu gibi hayvana da şâmildir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminlerden sana tâbi olanlara şefkat kanadını indir.” (Şuarâ: 215)
Nitekim İbrahim Hakkı Erzurumî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına tam uyar ve bunları gayet yumuşak ve güzel bir dille halka telkin eder, öğretir.
Muhabbet ehlini sever, sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir. Gerek sevgisi gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah içindir. Kalbinde kimseye kötülük beslemez. Kınayanların kınamasından korkmaz.
Bunun kahrı lütfu ile, kızması hilmi ile, celâli cemâli ile karışık olduğundan; kızma halinde râzı olup, rızâ halinde kızma gösterir. Fakat her şeyi yerli yerinde yapar. Her halinde adalet üzere hareket eder.” (Mârifetnâme)
Merhamet:
Kişinin ulaşamadığı nimeti gönül hoşluğu ile, elinde bu mevcutsa, ona o nimeti ulaştırmak. Bunun mânâsı çok derindir.
Tasavvur buyurun ki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne kadar merhametliydi, ne kadar şefkatliydi. Bu hususiyet, kuvve-i beşeriyenin haricindedir. Onun vekiline de bu husus intikal etmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (C. Sağir)
Binaenaleyh bu vasıflar tecelli etmedikçe o kimse Mürşid-i kâmil değildir. Bu ölçüler kişinin elinde oldukça hayatta yolunu şaşırmaz, istikametten ayrılmaz.


MÂNEVİ BAĞ

Mânevî Arş:
Allah-u Teâlâ nasıl ki Arş-ı Rahman’dan bütün insanlara “Rahman” ism-i şerif’i ile vücud ve hayat dağıtıyorsa, mânevî hayat da yalnız ve yalnız Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat olan Muhammed Aleyhisselâm’dan gelir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
“Rahim” ism-i şerif’inin sahibi olan Allah-u Teâlâ “Rahmeten Lil-âlemin” olan Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize mânevî hayat kaynağı bahşetmiştir. Mânevî hayat kaynağı da ancak oradan gelir.
Yani mümin bir kimseye mânevî olarak ne verilmişse onun vasıtasıyla verilmiştir. Oradan o hayat suyu gelmedikçe hiç kimse iman etmiş olmaz. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede mânevî hayat bulunmaz. İman nuru ile münevver, İslâm şerefiyle müşerref olan müminlere ilâhî feyz; ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın Aziz’i, Halil’i ve Nur’u olan Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.
Allah-u Teâlâ onu kendi nurundan yarattı, o nurdan da mükevvenâtı donattı. Nereye baksan o nur. Ona verdiğinden ötürü bütün kâinat ona muhtaçtır.
O, Allah-u Teâlâ’nın nurudur, bütün âlemlerin gurur ve sürurudur.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf deryasından Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in deryasına gelen ilâhî rahmet ve feyiz, oradan zamanın Mürşid-i kâmil’inin deryasına gelir, oradan da kâinata dağılır. Zira o, Nur’unun nurudur. O Nur’un vekâletini taşımaktadır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” (K. Hafâ)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kâinata mânevî hayat verdiği gibi, vekilinin kalbi Arş-ı Rahman olduğu için nasipdar olanlara o arştan veriyor.
Hakk’ın tayini ile vazife verilen kimse, emirle o makama getirilmiştir.
Allah-u Teâlâ ona tasarruf vermişse, O’nun izni ile tasarruf eder. Tasarruf vermemişse Allah-u Teâlâ onda tasarruf eder, lâtifelerini yürütür.
Taksimat bütün kâinata “Maddî Arş”tan gelir. Mânevî bütün taksimat da “Mânevî Arş”tan gelir. Bu da insan-ı kâmil’dir.
O “Rahmeten lil-âlemîn” değildir amma “Rahmeten lil-âlemîn”in vekili olduğu için o nuru saçmaktadır.
Bilerek veya bilmeyerek mânevî hayat suyunu alanlar ondan alırlar. Bütün âlemlerin o kalpten alışı, aslında O’ndan alışıdır. Çünkü o depoya O vermiştir. “Mânevî Arş”a müridin nasibini ayırmış ve ona bağlamıştır.
Beşerden alınmayan, bizzat Allah-u Teâlâ’dan ve Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden alınan bir nur olduğu için beşerin hafsalası almaz, ilmi ve aklı yetmez. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O’dur müminlerin kalplerine huzur ve sükûnu indiren. Tâ ki imanlarını kat kat artırsınlar.” (Fetih: 4)
Bu bağ ne demektir?
Bir karpuz düşünün. Gıdasını alması için ipi var, sapı var. Aslında ne ipinde ne de sapında bir şey yok. O karpuz nasıl olgunlaştığını bilmiyor, yerlerde de sürünüyor. Fakat içini açtığın zaman lezzeti var, suyu var, kokusu ve rengi var, çekirdekleri sıra sıra dizilmiş. Ne sapında ne de ipinde hiçbir şey olmadığı halde o diziyi ona kim verdi? Hiç düşündün mü?
Yaratan, nimetlerle donatan yalnız Allah-u Teâlâ’dır.
İşte O’nun tayin ettiği kimse de, o ilk mânevî ip vasıtasıyla ona öylece akıtır ve onu olgunlaştırır.
Binaenaleyh o kimse nasıl tekâmül ettiğini bilmez, karpuzun bilmediği gibi.
Her meyve gıdasını sapından alır. Halbuki ne sapında ne de ağacında hiçbir hüküm yok. Amma her biri ne kadar güzel oluyorlar.
Bunun gibi, şeyh de bir perdedir, sen şeyhi görme, ötesine bak. O perdede O var.
Fenâfillâh’a çıkmış bir veli, Hakk’ta fâni olduğu için, onda bir şey aramak zaten yersizdir. O fâni olmuş, Hakk onda tecelli etmiş. Bir müridin ona merbudiyeti ise; “Hakk’tan nasibini alması” mânâsına geliyor.
“Hakk’tan nasibini almak” şöyle olur:
Bir karpuzun suya ihtiyacı olduğu gibi, insanoğlunun da feyz-i ilâhî’ye ihtiyacı vardır. Kalbinden havâtıratın boşaltılarak nur dolması, bu nurun temini için Râbıta gereklidir.
Bir insan mânevî bir mürebbiye ihtiyacını takdir eder ve:
“Allah’ım! Lütuf deryandan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- inin deryasına, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryasından Mürşid-i kâmil’in deryasına, Mürşid-i kâmil’in deryasından da benim kalbime ilâhî feyzi ihsan buyur.” diyerek Allah-u Teâlâ’ya niyazda bulunur.
O deryadan feyiz almak lâzımdır. Kimi kişilerin borusu dardır, kimisi geniştir, kimisi daha geniştir. Muhabbet nisbetinde boru genişler. Borunun genişliği ve kabiliyeti nisbetinde feyiz ala ala, onun kalbi de havuz olur, gölcük olur, deniz olur. Çünkü mürşidin kalbinin deryasındaki sudan, muhabbet bağı sebebiyle, o vasıta ile kalbine aktarabilmektedir.
Bunu temin eden de; Allah-u Teâlâ’nın ezeli nasibi, zikir-fikir ve Râbıta’dır. Bu üç şey ile bu lütuf ve ihsana nâil olur.
Bu ilâhî feyz suyunu aktardıkça, o su ile içini nurlandırmaya, lâtifeleri geçmeye başlar.
Lâfza-i celâl başta olmak üzere, o nur ile; “Allah”, “Yâ Allah!”, “Yâ Hû!”, “Yâ Hayy!”, “Yâ Kayyum!” zikirleriyle gider.
Ondan sonra artık bağı nisbetinde, çalışması neticesinde bu terakkiler olur.
Bunların sermayesi de Allah-u Teâlâ’nın ihsan ettiği muhabbet ve teslimiyettir. Muhabbet ve teslimiyeti olmayana katiyyen vermezler, suyunu kesiverirler. Bunun da sebebi; sen bana itimat etmiyorsun ki, ben sana edeyim. Bu gibi kimselerin suyunu keserler, onun da artık işi biter. Bu ise, içine kurt giren güzel bir meyvenin çürümesine benzer.
Lâtifeleri bitiren bir kimse bir noktayı ihraz etmiştir. Fenâfirrasul’e çıkıldığı zaman artık ruh tekâmül etmiş, nefis tezkiye bulmuş, murakabaya hazırlanmış olur. O büyük deryaya dalmış, oradan feyiz almaktadır.
Mürşid-i kâmil’e râbıtasını bırakmıyor, oradan nasibini alıyor. Çocuğun annenin sütünü emdiği gibi, feyzini alıyor, tekâmül ediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin deryasına gider, o büyük deryada yüzmeye, oradaki feyz-i ilâhî’yi çekmeye başlar. Çektikçe mânen murakabalara ve Kelime-i tevhid’e geçer.
Kelime-i tevhid’in mânâları zannedildiği gibi değildir, çok değişiktir. Çünkü “Lâ”lar kalkmadıkça “İlâh” görülmez.
Sonra sıra ile murakabalara başlanır. Şeyhin yardımı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin himmeti ile murakabaları geçer geçer, nihayet o murakabalarla ruh tekâmül eder, nefis tezkiye bulur.
Böylece mânevî büyük deryada mânen hayli tekâmül etmiş olur. Balığın büyük denizde büyüdüğü gibi. Büyük balık küçük denizde, küçük havuzda yetişmez. Balinanın okyanus gibi büyük denizlere ihtiyacı var. Orada tekâmül eder, büyür.
Murakabalar nefisle beraber yavaş yavaş çıkar. Tâ ki Fenâfillâh’a erinceye kadar.
Orada:
“O’nun zâtından başka her şey helâk olucudur.” (Kasas: 88)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyâtı husule gelir.
Bir çocuk ana karnında iken Allah-u Teâlâ onu annesine bağladığı bağ ile tekâmül ettiriyor. Gerçekte hep O. Başka birşey yok. O bağı kessen çocuk ne olur? Ölür. Bu tekâmülden çocuğun da haberi olmaz, annenin de haberi olmaz.
Hepsi de aynı hücreden meydana geldiği halde, Allah-u Teâlâ çocuktaki bütün sistemleri bir bir teşekkül ettiriyor. Beyin, kalp, akciğer, karaciğer, böbrek... gibi en hassas organları yerli yerine yerleştiriyor. Hafızayı kuruyor. Deri bütün vücudu kaplıyor. Bunları kim yapıyor? Hazret-i Allah!
Allah-u Teâlâ çocuğu ana karnında tekâmül ettirdiği gibi, kimisini de dünya karnında tekâmül ettirir. O artık Âyân-ı sâbite mesabesine düşer. Allah-u Teâlâ onu yok iken var eder.
Allah-u Teâlâ onu dünyada ana karnında olgunlaştırdı. Dünya da ana karnıdır.
Kimisini de âlemlerde yetiştiriyor. Bu âlemlerde yetişen bizzat Resulullah Aleyhisselâm’ın hususi vekilidir. O âlemlerde yetişir, diğeri dünyada yetişir, diğeri de ana karnında yetişir.
“Rahmeten lil-âlemîn”in hususi vekili âlemlerde yetiştiği için âlemler onu tanır.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Bu zâta melekût âleminde Azîm yani büyük kişi ismi verilir.” buyurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik.” (En’am: 86)
Allah-u Teâlâ Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizi bütün âlemlere duyurduğu, fazilet ve meziyetlerini bildirdiği gibi, ona da âlemlerin üzerinde meziyetler vermiştir.
Âlemler o peygamberi tanır, vekilini de tanır. Niçin tanır? Onların oradaki muhabbetleri de o olur.
Elma da karpuz gibidir. Ağaçta olgunlaşıyor, tekâmül ediyor, lezzetini alıyor, suyunu alıyor. Ağaçta bir şey yok, sapında bir şey yok. Fakat sapını koparsan ne olur? Çürür.
Elma gıdasını o sap vasıtasıyla aldığı gibi, mürid de kendisine ayrılan nasibini, bağı ve muhabbeti nisbetinde mürşid vasıtasıyla alıyor. Zira onsuz ona gelmiyor.
Elmanın çürüdüğü gibi çürüyenler de kısım kısımdır.
Bazıları “Ben yükseldim.” der. Kendisini beğenir ve ağaçtan düşer.
Bazısına kurt girer, çürütür ve onu düşürür.
Kimisini de hayvan koparır. Biz bunlara şeyh şeytanı diyoruz. Hayvan koparır, insan koparmaz.
Bir de yalancı şeyhler vardır. Bu sahte mürşidler Hakk’tan almamış ki kişiye ne versin? Kendisi muhtaç, âleme vermeye çalışıyor.
Sıfat-ı hayvaniyede yaşıyor ve tuttuğunu ahırına bağlıyor. Ahıra kapattığı için o kimse hakikatı göremiyor ve arayamıyor.
Ebedî hayatı katleden işte bu yol kesici şeyh şeytanlarıdır.
Mukallid mürşid ile mutasarrıf bir Mürşid-i kâmil arasındaki fark, ölü ile diri arasındaki fark gibidir. Tasarruf sahibi bir Mürşid-i kâmil muallim gibidir. Öğretir, bildirir, tehlikeleri haber verir, yürütür, indirir, çıkarır, müride istediği şekilde biiznillâh-i Teâlâ tasarruf eder. O merdivene dayanır çıkarsın. Mukallid ise kendisi ölü olduğu için bunu yapamaz.

RÛHÂNİYET VE CİSMÂNİYET
Öteden beri işitiliyor ki bazı veliler bir yerde, iki yerde, birkaç yerde aynı anda bulunabiliyor. Bunun içyüzünü size arzedelim.
Geçen gün bir arkadaş geldi. “Dünürüm çok hasta, yanından geliyorum. Bana sizden bahsederek ‘Şimdi yanımdaydı, şurada namaz kılıyordu.’ dedi. Halbuki siz buradasınız. Bunun hikmeti nedir?” diye sordu.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu kudsî ruhla destekler. Rûhâniyet O’nun yürütüp kullandığı bir ruhtur. Onu yalnız O bilir ve kullanır. Onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askeridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (Fetih: 4)
Dilediği şekilde işlerini yönetir.
Bu lâtifelerden bazen kişinin haberi olur, bazen haberi bile olmaz. Bir yerde değil, kırk yerde, dilediği yerde bulundurabilir.
O rûhâniyetin askeri olduğu için, kılına varıncaya kadar herşeyi ona benzer. Kesinlikle ayıramazsınız.
Rûhâniyet aynı bir arkadaş gibi, kişinin yanında bulunur, gelenlere mukabele eder. Onu ziyarete melekler gelir, huriler gelir, gayb âleminden Allah-u Teâlâ’nın murad ettiği kimseler gelir. Neler neler, kimler gelir, akıl almaz.
O kişinin keşfi açıksa onları görür, karşılar, uğurlar. Keşfi açık değilse onları rûhâniyeti karşılar, onlarla konuşur ve onları uğurlar. Allah-u Teâlâ kimi kapalı yürütüyorsa, rûhâniyet onlara mukabele eder. Onun vazifesini o yapar.
Allah-u Teâlâ dilediği kadar tecelli eder, o lâtifeleri çalıştırır. Burada şu hususu arzetmek istiyoruz ki, Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır, Mürşid-i kâmil ise bir maske olmuş oluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Keşfül-Hafâ)
O ölmüş amma, ruhu ve ruhâniyeti ölmemiştir, askerleri de ölmemiştir. On kişi, yirmi kişi, kırk kişi istimdat etse, Allah-u Teâlâ’nın izniyle muradlarına erdirir.
Çünkü ölmediler. “İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana.” buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü, amma ruhâniyet ölmedi.
Kabir ehlinden nasıl istimdat edilir? Ruhu alınmış, kabre konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer insanlarda bulunmayan yalnız onda bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allah-u Teâlâ’nın takviye ettiği ruhâniyet kaldı. Kudsî ruh bu işi yapıyor. İstimdat edenlere yetişen işte bu ruhâniyettir. Hayatta da olsa, kabirde de olsa yardım isteyenlerin yardımına yetişir.
“O Lâtif’tir, Habir’dir.” (En’âm: 103)
Lâtif olan, Habir olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O ruhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O ruhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ’nın tecellileridir. O ruhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Mürşid-i kâmil’in gerçekten de bir maske olduğu apaçık anlaşılmış oluyor.
Fakir der ki:
“Ben değersiz ve hükümsüz bir mahlûkum. Bütün değer ve hüküm Hazret-i Allah’a âittir.”
Bu arzettiğimiz beyanlarla Mürşid-i kâmil’in hükümsüz, değersiz ve bir maskeden ibaret olduğu anlaşıldı.
Diyeceksiniz ki; “Peki Mürşid-i kâmil’in değeri nerededir?”
Allah-u Teâlâ yalnız o maskededir. İşte Mürşid-i hakiki dediğimiz Hazret-i Allah budur.
Bunun içindir ki Âyet-i kerime’sinde:
“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. (Tevbe: 119)
Bu Âyet-i kerime’nin sırrı da bu noktada açılmış oldu. Zavallı insan “Ben, Ben, Ben” der benlik putuna tapınır durur. Özünde nefis, sözünde “Ben!”.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“O Zâhir’dir.” (Hadid: 3)
Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana bir şekil vermiş, meydana çıkarmış, kâinata bir şekil vermiş, meydana çıkarmış. Şimdi her meydana çıkan O’nunla çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın? Yani sen O’nunla kaimsin. Fakat zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna tapındı gitti. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u Teâlâ’nın yanında değişmez.
Madde ile mânâ arasındaki fark:
Cismâniyet âlem-i halk’tan, rûhâniyet ise âlem-i emir’dendir.
Cismâniyet zulmânidir, rûhâniyet nurânidir.
Cismâniyet hayvânidir, rûhâniyet melekîdir.
Cismâniyet yer, içer, gaflete düşer; rûhâniyet yemez, içmez, gaflete düşmez.
Cismâniyet varlık benlik iledir, rûhâniyet Allah-u Teâlâ’nın emrindedir.
Cismâniyet şeytanın oyununa düşer, rûhâniyet daima uyanıktır.
Cismâniyet halk iledir, rûhâniyet Hakk iledir.
Cismâniyet zevk sefâ iledir, rûhâniyet daima ibadet, taat ve takvâ iledir.
Hakikat ehlinde rûhâniyet ve cismâniyet ayrılmaktadır.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun ruhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o latifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın ruhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Allah-u Teâlâ o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun.
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz, Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir, isterse bildirmez.
“Gözlerim uyur kalbim uyumaz.” (Buharî)
Hadis-i şerif’inde rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel olarak öğrenmiş oluyoruz.
Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir.
Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.
Rûhâniyet nurlar çeşidinden olduğu için güneş ışığı gibi yakınlık ve ıraklık tesirinden uzaktır.
“Eğer Yemen’de olsan, benim ile isen yanımdasın. Yok bensiz isen, yanımda da olsan, Yemen’de gibisin.”
Farsça şiiri dahi bu hakikatı izah için âdil bir şâhittir.
Rûhâniyet dünyada seninle olduğu gibi, kabirde de seninle, mahşerde de seninle, cennet-i âlâ’da da seninle arkadaştır.
Bunun delili şu Âyet-i kerime’dir:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse; işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar.” (Nisâ: 69)
Ahlâk-ı zemime ile meşgul olanlar, nefis ve şeytana uyanlar, dünyada o kötü arkadaşla oldukları gibi, kabirde de, mahşerde de, cehennemde de onunla arkadaştırlar.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...