4. Bölüm
ALLAH YOLUNUN REHBERİ
MÜRŞİD-İ KÂMİL
Mürşidin Lüzumu:
Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe
müracaatı emir buyurmuş olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz,
mânevi hastalıklardan kurtulmak için de mânevi bir tabibe, Rabbânî bir âlime
başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir.
Mühim olan bu mânevi hastalıklardır.
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar,
tedavi edilmezse insanın ebedî ahiret hayatını öldürdüğü için çok
tehlikelidir.
Hasta olan bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağız
tadının geri gelmesi, hastalığının tedavisine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i
emmâreye mağlup olan masivâ bataklığına dönen bir kimsenin kalbi hastadır,
ibadet ve taatlarından lezzet alamaz.
Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb... gibi kötü
sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu
sıfatları bir bir izâle etmek gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından
gizlisinden) uzak bulununuz.” buyuruyor. (En’am: 151)
Kalp temiz olursa, kişiyi ibadet ve taate sevkeder.
İmam-ı Gazâli -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, bu bâtıni
kötülüklerden sakınabilmek ve korunma yollarını bulmak için bir Mürşid-i kâmil’e
intisabın zaruri olduğuna dair “Adâb-ı zikr” Risâlesinde şöyle
buyurmaktadır:
“Terbiye etmek suretiyle kötü ahlâkını atıp onun yerinde
güzel ahlâkı yerleştirmesi için, sâlikin mürşid ve mürebbi bir şeyhin
terbiyesine girmesi şarttır.
Burada sözü edilen terbiye, topraktan diken ve yabani otları
söküp nebâtını güzelleştirmek ve neşv-ü nemâ bulmasını ikmâl etmek için çalışan
çiftçinin işine benzer.
Çünkü Allah-u Teâlâ kullarını kendi yoluna irşad edecek
peygamberler göndermiştir. Bu mânâdan dolayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz ahirete irtihal edince mahlûkatı Allah-u Teâlâ’ya irşad ve
isâl etmek için hulefâsı onun makamına halef olmuşlardır. Onun için sâlikin,
kendisini terbiye ve Hakk Teâlâ’nın yoluna irşad edecek bir şeyhe mutlak
ihtiyacı vardır.”
İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Onun bir nazarı, kalp hastalıklarını giderir. Bir
teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları siler süpürür.” (285. Mektup)
Medresede müderris ne ise, tarikatta mürşid odur.
Müderris akla hitâb eder, nakli akla tatbik eder, metni
açıklar, ilminin derecesine göre tahlile girişir, vazifesi bununla biter.
Mürşid-i kâmil ise, ruh ile meşgul olur. Mürebbidir,
terbiyecidir. Kendisine intisâb eden müridin bütün hususiyetlerini göz önünde
bulundurarak herkese ayrı ayrı yol gösterir. Yaratılışındaki firasetin ve
edindiği mârifetin derecesine göre müridin kalbindeki kudreti, micazındaki
sertliği, ahlâkındaki fesadı tedricen izâleye çalışır. Mürid tam teslim olduysa
çabuk yol alır, olgunlaşır, safây-ı kalbe ulaşır.
Bu yolun terbiye sistemi, siret-i Nebevî ile ahenklidir. Gaye
onu numune almaktır.
Bütün bu güzel hâller, ancak kâmil bir mürşidin taht-ı
terbiyesi altında bulunmakla husule gelir.
Yolumuzun pîri Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-
Hazretleri bu hususta şöyle buyururlar:
“Tarikat ricâlinden bir zâta müracaattan maksat, sâlikin
kabiliyet toprağına ilâhi mârifet tohumlarının ekilmesidir. Yalnız zikir talimi
ve telkini değildir. Zira bu cihet, tasavvuf kitaplarını okumakla da müyesser
olabilir.” (4. Mektup)
“Kulların bilgisizlik ve cehâlet felâketinden
kurtulmaları, ilâhi ilim ve irfan ile kendilerini süslemeleri için sadece kitap
okumanın kâfi gelmeyeceği, bildiklerini kemâl derecesinde yaşayan kâmil ve
terbiyeci bir mürşidin huzurunda mutlaka diz çöküp onun terbiyesi altında
yetişmek zarureti açık bir gerçektir.
Nefs-i emmârenin duygu ve temayüllerinden sıyrılıp, mânevi
yüceliklerle donanma ve ilâhi tecellilerle hemhâl olma gibi yüce bir gaye sadece
Allah’ı zikretmekle elde edilemeyeceğinden bu hususta dahi bir yol göstericiye
ve uyanık bir gönül sahibi mürşide kalbi bağlamak gerekir.” (68.
Mektup)
“Zamanımızda yaşayan din kardeşlerimizin tarikat talimi
almak için evvelce yaşamış sâlih zâtlara müracaat edemeyecekleri âşikâr
bulunduğundan, hâl-i hazır yaşamakta olan meşâyıha müracaatla ihtiyaçlarını
arzetmeleri gerekmektedir.” (3. Mektup)
Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden
âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de
eksik etmemiştir. Her zaman için Mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir.
Dini, bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır.
“Şeyhi Olmayanın Şeyhi Şeytandır” Sözü:
Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- ve Muhyiddin İbn-ül Arabî
-kuddise sırruh- Hazretleri gibi birçok şeriat ve tarikat büyüklerinin
eserlerinde:
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.”
Sözü sık sık ifade ve beyan buyurulmuş ve bunun mânâsının
doğruluğu pek çok Âyet-i kerime ile sabit olmuştur:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyiniz!’ diye
emretmedim mi?” (Yâsin: 60)
Demek ki şeytan, kendini müdafaadan âciz bir mümine âmirlik
sıfatı takınarak ve fâsit fikirlerini onun gönlüne düşürerek Allah-u Teâlâ’ya
itaattan alıkoymak hususlarını kendisi için mühim bir vazife edinmiş ve tesirini
de müşâhede etmiştir.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Hannâs’tan kendisine
sığınılmasını emir buyurmaktadır. Hannâs, şeytandır. Bu şeytan müminleri
gözetmekte ve kalbin zikirle meşgul olduğunu anlayınca geri çekilip savuşmakta
olduğu gibi, zikirden gâfil bulunanların gönlüne ne bozucu vesveseler
atmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Şeytan insanoğlunun kalbine nüfuz etmek için istilâ eder.
Lâkin kalp Cenâb-ı Allah’ı zikredince ümitsiz olarak geri çekilir. Unutursa
istilâ eder.” (Nevâdir-ül usûl)
Zikrullah şeytanı uzaklaştırır, kişiye Allah-u Teâlâ’nın
hoşnutluğunu kazandırır.
İşte bunun içindir ki dünyada iken bir Tarikat-ı aliye’ye
intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihyâ eylemek
her mümin için önemli ve lüzumludur.
“Zikrullah kalplerin şifâsıdır.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’i mucibince, Allah-u Teâlâ’yı çok zikretmek
gerekmektedir.
Zikrullah ile; kalp, ruh, sır, hâfâ, ahfâ odaları nefsin
işgalinden kurtulur. En son nefs-i kül odası da kurtarılırsa, hâkimiyet ruhun
eline geçer, letâif ampulleri yanar, kişi bütün kötülüklerden pişmanlık duyar,
bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır.
Artık o kişi ahlâk-ı zemimeden arınmış, hayvânî sıfatlardan
kurtulmuş olur. Kemâl yollarını bulur. Bütün uzuvları ahkâm çerçevesinde hareket
etmeye başlar.
•
Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ’nın ezelden aldığı kimselerin
ameliyata da ihtiyacı vardır. Bu ameliyatı da ancak Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimizin vekili olan Mürşid-i kâmiller yapabilirler.
Operatörlüğe tayin edilen o mânevî doktor; ezelî nasibi olanlara nasibini vermek
için, masiva köklerini kazımak için, şeytanı çıkarmak için, sadrın
genişletilmesi için, marifet fidanlarının ekilmesi için... şart olan bu
ameliyatı yapar.
•
Mâlum olduğu üzere nefis ve şeytan gibi iki amansız düşmana
karşı müdâfaada bulunabilmek herkesin yapabileceği bir iş değildir.
İntisab edenler nefsin ve şeytanın arzu ve isteklerine karşı
koyarlar. Çünkü o Tarikat-ı aliye’deki mevcud olan zevât-ı kiramın mânevî
yardımlarıyla kuvvet kazanırlar. O kuvvet sayesinde nasipleri kadar nefsin ve
şeytanın tahakkümünden kurtulurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur.” (Ebu
Dâvud)
Şüphesiz bir insan sûfiler cemaatına muhabbetle iltihak eder,
zikir ve fikirlerine katılırsa onlardan sayılacağı gibi, mahşerde de himâyeleri
altında bulunacaktır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şerif’lerinde:
“Kişi sevdiği ile haşrolunur.” buyurmuştur. (K.
Hafâ)
Lânetlenmiş şeytanın şeyhe bağlı tarikat mensuplarına karşı
zafer kazanamayacağı bu açıklamalardan anlaşılıyorsa da, görülen ve duyulanlarla
bu fikri ispat etmek kabil olamıyor.
Zira Tarikat-ı aliye mensupları arasında ilâhî kanun mânâsına
gelen ilâhî hükümlere riâyet etmeyen ve bilhassa imanın alâmeti demek olan
namazın edâsına hakkıyla dikkat göstermeyen kimseler de mevcut olduğu
şüphesizdir. Diyebiliriz ki, şeyhten maksat bu ismi taşıyan bir şahıs olmayıp
belki Allah-u Teâlâ’yı sıfatlarıyla tanıyan bir kimse olmakla beraber kalpten
bir niyet ile ibadet ve taatlara devam eden, günahlardan kendini koruyan, nefsin
istekleriyle zevklere düşkünlükten yüz çeviren, şeriat ve tarikata hizmet eden
bir zâttır.
Bu böyle olduğu gibi, mensup olanların dahi mürşidin şeriat ve
tarikat dairesinde bulunan emirlerine riâyet etmeleri lâzımdır.
Netice olarak bir hastanın hastalığından kurtulması elbette ki
hâzık bir doktorun vermiş olduğu ilaçların güzelce kullanılmasına bağlıdır.
Doktor, işinin ehli ve mütehassıs olmaz, yahut hasta da aldığı ilacı güzelce
kullanmazsa beklenen şifa gerçekleşemez.
•
Mürşid aramak çok mühimdir. Bir Mürşid-i kâmil vardır irşad
eder, bir mürşid vardır ifsad eder. Çünkü onun seyri Hakk’adır, şeyhliği
şeytandan gelir, nefis putuyla ortaya çıkar, kendisini de etrafını da helâk
eder.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar
ki:
“Nefs-i emmârenin kötülük ve şerrinden canını kurtarmak,
Rahman ve Rahim olan Cenâb-ı Hakk’ın ilâhi yardım ve lütfuna nâil olmak isteyen
bir insan, tarikat-ı aliye’ye dehâlet edip hakikat yolunda sülûk ederek
geleceğini emniyet altına almada acele davranmalıdır.” (68.Mektup)
•
Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı sadece ilk devirlerde bulunan
müslümanlara mahsus değildir. Her devirde ilâhî ahkâma tâbi olan bütün
müslümanların bu gibi inayetlerden istifade edecekleri açık bir gerçektir.
Hiç şüphe yok ki bu efdal ümmet içinde yağmurun toprağa düşmesi
ile ölü toprağın nebat fışkırttığı gibi, Hakk’ın izni ile ölmüş kalpleri
diriltenler de mevcuttur. Bütün engel ve güçlüklere rağmen Allah için mücahede
ve mücadele etmektedirler.
Dini bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır. Her devirde
etraf ve muhitlerine nur saçmışlar, insan yetiştirmişler, yol gösterici eserler
vermişlerdir. Emin adımlarla gayelerine doğru ağır ağır ilerlemektedirler.
Allah-u Teâlâ’yı tercih edenler bunlardır, Allah-u Teâlâ’nın da tercih ettiği
bunlardır.
Sâdıklarla Beraber Olmak:
Tarikat-ı aliye’ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin
edeceği zikir ile kalbini ihyâ eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.
Binaenaleyh:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber
olun.” (Tevbe: 119)
Şeklindeki ilâhî emre uyarak Tarikat-ı aliye’ye dahil olmak ve
o Tarikat-ı aliye’de mevcut olan ümmetin büyüklerinin ruhânî yardımlarıyla
kuvvet kazanmak gerekir.
Bu emr-i şerif’e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.
“Sâdıkîn”den murad “Mürşidûn” yani mürşidler
olduğu “Bahr-ul Hakâyık” tefsirinde beyan buyurulmuştur.
Allah-u Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile mükellef kılmış,
vâris-i enbiya olan bir Mürşid-i kâmil’in maiyyetinde bulunmalarını
emretmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın “Teklif-i mâlâ yutak” buyurmayacağı
yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğini bildiğimiz halde;
sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı hem
de bildirmeyi temin etmiş demektir.
“Sâdıklar Kimlerdir?”
Sâdıklar, Allah-u Teâlâ’nın veli kulu olan mürşid-i
kâmillerdir.
Bu sâdıklar üç merhaleden geçer.
Birincisi, dünyâya gelir. Fakat şu bir gerçektir ki dünyaya
gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, o sâdık olarak gelir.
İkincisi, bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar
çıkar, Hakk’a ulaşır.
Üçüncüsü Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o
makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar. Bir veli ikinci turda ne kadar çok
yükselirse, üçüncü turda o kadar çok aşağıya iner, irşad ve terbiyesi de o kadar
çok tesirli olur.
Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun
varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur. Ona kendini bildirmiş,
mahlûka âit hiçbir şey olmadığını, her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu ona
duyurmuştur. Sonra onu irşad için vazifelendirerek mânevî makamından
indirmiştir. “Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir.” diye.
Bunların muallimi Allah-u Teâlâ’dır. Başkasına o sermayeyi vermediği için, hiç
kimse O’nu bilip öğretemez. Vermediği için kimse bilemez. Dolambaçlı yollardan
gider. İşte bu hakikatı öğrenmek için Allah-u Teâlâ sâdıklarla beraber olmayı
emrediyor. Bu sebepledir ki, onu bulamamak Hakk’ı bulamamak kadar mühim oluyor.
Bu mühimliği kavrayabilmek de mühimdir.
Mürşid’in Ahlâkı ve Vasıfları:
İstikamet:
Şeriat-ı mutahhara’nın iktizası ile, istikamet üzere amel etmek
demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” buyuruyor. (Hud:
112)
Bu Âyet-i kerime mucibince emir doğrultusunda istikamette
yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan
numune alır, Hakk’ı ve hakikatı bilir ve bulur.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı
Kur’an’dı.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur’an-ı kerim’deki bütün hükümlerin tatbiki onun
yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur’an’dır.
Mürşidin bu vasıfta olması gerekir. Bu olmazsa, bir tek vasfı
noksan olursa o mürşid-i kâmil değildir. İşte ölçü, işte tartı.
Nasihat:
İnsanları ahkâma uymaya dâvet ve Allah-u Teâlâ’nın yoluna irşad
etmektir.
Kişiyi müşkül durumdan kurtarmak, en öz sözle en kestirme yolla
en doğruyu tarif etmek ve onu Hakk’a yöneltmek, Hakk’a ulaştırmak.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ve nasihatla dâvet
et.” (Nahl: 125)
Allah-u Teâlâ hikmeti lütfedecek ki kişi hikmetle konuşsun.
O’nun hikmet vermediği kimse hikmetle konuşamaz. Hikmet peygamberlere,
sıddıklara ve sâdık âlimlere verdiği bir sırdır.
Şefkat:
Bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarı ile bakmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İyilik yapın, çünkü Allah iyilik yapanları sever.”
(Bakara: 195)
Tanıdığına tanımadığına sırf Allah rızâsı için elinden gelen
yardımı esirgememek onların şiârıdır. Bu insana olduğu gibi hayvana da
şâmildir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminlerden sana tâbi olanlara şefkat kanadını indir.”
(Şuarâ: 215)
Nitekim İbrahim Hakkı Erzurumî -kuddise sırruh- Hazretleri
şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına tam uyar ve bunları
gayet yumuşak ve güzel bir dille halka telkin eder, öğretir.
Muhabbet ehlini sever, sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir.
Gerek sevgisi gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah içindir.
Kalbinde kimseye kötülük beslemez. Kınayanların kınamasından korkmaz.
Bunun kahrı lütfu ile, kızması hilmi ile, celâli cemâli ile
karışık olduğundan; kızma halinde râzı olup, rızâ halinde kızma gösterir. Fakat
her şeyi yerli yerinde yapar. Her halinde adalet üzere hareket eder.”
(Mârifetnâme)
Merhamet:
Kişinin ulaşamadığı nimeti gönül hoşluğu ile, elinde bu
mevcutsa, ona o nimeti ulaştırmak. Bunun mânâsı çok derindir.
Tasavvur buyurun ki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz ne kadar merhametliydi, ne kadar şefkatliydi. Bu hususiyet, kuvve-i
beşeriyenin haricindedir. Onun vekiline de bu husus intikal etmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de
size merhamet etsin.” (C. Sağir)
Binaenaleyh bu vasıflar tecelli etmedikçe o kimse Mürşid-i
kâmil değildir. Bu ölçüler kişinin elinde oldukça hayatta yolunu şaşırmaz,
istikametten ayrılmaz.
MÂNEVİ BAĞ
Mânevî Arş:
Allah-u Teâlâ nasıl ki Arş-ı Rahman’dan bütün insanlara
“Rahman” ism-i şerif’i ile vücud ve hayat dağıtıyorsa, mânevî hayat da
yalnız ve yalnız Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat olan Muhammed Aleyhisselâm’dan
gelir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor.
(Enbiyâ: 107)
“Rahim” ism-i şerif’inin sahibi olan Allah-u Teâlâ
“Rahmeten Lil-âlemin” olan Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimize mânevî hayat kaynağı bahşetmiştir. Mânevî hayat kaynağı da ancak
oradan gelir.
Yani mümin bir kimseye mânevî olarak ne verilmişse onun
vasıtasıyla verilmiştir. Oradan o hayat suyu gelmedikçe hiç kimse iman etmiş
olmaz. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede mânevî hayat
bulunmaz. İman nuru ile münevver, İslâm şerefiyle müşerref olan müminlere ilâhî
feyz; ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın Aziz’i, Halil’i ve Nur’u olan Resulullah
Aleyhisselâm’dan gelir.
Allah-u Teâlâ onu kendi nurundan yarattı, o nurdan da
mükevvenâtı donattı. Nereye baksan o nur. Ona verdiğinden ötürü bütün kâinat ona
muhtaçtır.
O, Allah-u Teâlâ’nın nurudur, bütün âlemlerin gurur ve
sürurudur.
•
Allah-u Teâlâ’nın lütuf deryasından Habib-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-in deryasına gelen ilâhî rahmet ve feyiz, oradan zamanın
Mürşid-i kâmil’inin deryasına gelir, oradan da kâinata dağılır. Zira o, Nur’unun
nurudur. O Nur’un vekâletini taşımaktadır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” (K.
Hafâ)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kâinata
mânevî hayat verdiği gibi, vekilinin kalbi Arş-ı Rahman olduğu için nasipdar
olanlara o arştan veriyor.
Hakk’ın tayini ile vazife verilen kimse, emirle o makama
getirilmiştir.
Allah-u Teâlâ ona tasarruf vermişse, O’nun izni ile tasarruf
eder. Tasarruf vermemişse Allah-u Teâlâ onda tasarruf eder, lâtifelerini
yürütür.
Taksimat bütün kâinata “Maddî Arş”tan gelir. Mânevî
bütün taksimat da “Mânevî Arş”tan gelir. Bu da insan-ı kâmil’dir.
O “Rahmeten lil-âlemîn” değildir amma “Rahmeten
lil-âlemîn”in vekili olduğu için o nuru saçmaktadır.
Bilerek veya bilmeyerek mânevî hayat suyunu alanlar ondan
alırlar. Bütün âlemlerin o kalpten alışı, aslında O’ndan alışıdır. Çünkü o
depoya O vermiştir. “Mânevî Arş”a müridin nasibini ayırmış ve ona
bağlamıştır.
Beşerden alınmayan, bizzat Allah-u Teâlâ’dan ve Habib-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem-inden alınan bir nur olduğu için beşerin hafsalası
almaz, ilmi ve aklı yetmez. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O’dur müminlerin kalplerine huzur ve sükûnu indiren. Tâ ki
imanlarını kat kat artırsınlar.” (Fetih: 4)
Bu bağ ne demektir?
Bir karpuz düşünün. Gıdasını alması için ipi var, sapı var.
Aslında ne ipinde ne de sapında bir şey yok. O karpuz nasıl olgunlaştığını
bilmiyor, yerlerde de sürünüyor. Fakat içini açtığın zaman lezzeti var, suyu
var, kokusu ve rengi var, çekirdekleri sıra sıra dizilmiş. Ne sapında ne de
ipinde hiçbir şey olmadığı halde o diziyi ona kim verdi? Hiç düşündün mü?
Yaratan, nimetlerle donatan yalnız Allah-u Teâlâ’dır.
İşte O’nun tayin ettiği kimse de, o ilk mânevî ip vasıtasıyla
ona öylece akıtır ve onu olgunlaştırır.
Binaenaleyh o kimse nasıl tekâmül ettiğini bilmez, karpuzun
bilmediği gibi.
Her meyve gıdasını sapından alır. Halbuki ne sapında ne de
ağacında hiçbir hüküm yok. Amma her biri ne kadar güzel oluyorlar.
Bunun gibi, şeyh de bir perdedir, sen şeyhi görme, ötesine bak.
O perdede O var.
Fenâfillâh’a çıkmış bir veli, Hakk’ta fâni olduğu için, onda
bir şey aramak zaten yersizdir. O fâni olmuş, Hakk onda tecelli etmiş. Bir
müridin ona merbudiyeti ise; “Hakk’tan nasibini alması” mânâsına
geliyor.
“Hakk’tan nasibini almak” şöyle olur:
Bir karpuzun suya ihtiyacı olduğu gibi, insanoğlunun da feyz-i
ilâhî’ye ihtiyacı vardır. Kalbinden havâtıratın boşaltılarak nur dolması, bu
nurun temini için Râbıta gereklidir.
Bir insan mânevî bir mürebbiye ihtiyacını takdir eder ve:
“Allah’ım! Lütuf deryandan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- inin deryasına, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin
deryasından Mürşid-i kâmil’in deryasına, Mürşid-i kâmil’in deryasından da benim
kalbime ilâhî feyzi ihsan buyur.” diyerek Allah-u Teâlâ’ya niyazda
bulunur.
O deryadan feyiz almak lâzımdır. Kimi kişilerin borusu dardır,
kimisi geniştir, kimisi daha geniştir. Muhabbet nisbetinde boru genişler.
Borunun genişliği ve kabiliyeti nisbetinde feyiz ala ala, onun kalbi de havuz
olur, gölcük olur, deniz olur. Çünkü mürşidin kalbinin deryasındaki sudan,
muhabbet bağı sebebiyle, o vasıta ile kalbine aktarabilmektedir.
Bunu temin eden de; Allah-u Teâlâ’nın ezeli nasibi, zikir-fikir
ve Râbıta’dır. Bu üç şey ile bu lütuf ve ihsana nâil olur.
Bu ilâhî feyz suyunu aktardıkça, o su ile içini nurlandırmaya,
lâtifeleri geçmeye başlar.
Lâfza-i celâl başta olmak üzere, o nur ile; “Allah”,
“Yâ Allah!”, “Yâ Hû!”, “Yâ Hayy!”, “Yâ Kayyum!”
zikirleriyle gider.
Ondan sonra artık bağı nisbetinde, çalışması neticesinde bu
terakkiler olur.
Bunların sermayesi de Allah-u Teâlâ’nın ihsan ettiği muhabbet
ve teslimiyettir. Muhabbet ve teslimiyeti olmayana katiyyen vermezler, suyunu
kesiverirler. Bunun da sebebi; sen bana itimat etmiyorsun ki, ben sana edeyim.
Bu gibi kimselerin suyunu keserler, onun da artık işi biter. Bu ise, içine kurt
giren güzel bir meyvenin çürümesine benzer.
Lâtifeleri bitiren bir kimse bir noktayı ihraz etmiştir.
Fenâfirrasul’e çıkıldığı zaman artık ruh tekâmül etmiş, nefis tezkiye bulmuş,
murakabaya hazırlanmış olur. O büyük deryaya dalmış, oradan feyiz almaktadır.
Mürşid-i kâmil’e râbıtasını bırakmıyor, oradan nasibini alıyor.
Çocuğun annenin sütünü emdiği gibi, feyzini alıyor, tekâmül ediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin deryasına
gider, o büyük deryada yüzmeye, oradaki feyz-i ilâhî’yi çekmeye başlar. Çektikçe
mânen murakabalara ve Kelime-i tevhid’e geçer.
Kelime-i tevhid’in mânâları zannedildiği gibi değildir, çok
değişiktir. Çünkü “Lâ”lar kalkmadıkça “İlâh” görülmez.
Sonra sıra ile murakabalara başlanır. Şeyhin yardımı,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin himmeti ile murakabaları
geçer geçer, nihayet o murakabalarla ruh tekâmül eder, nefis tezkiye bulur.
Böylece mânevî büyük deryada mânen hayli tekâmül etmiş olur.
Balığın büyük denizde büyüdüğü gibi. Büyük balık küçük denizde, küçük havuzda
yetişmez. Balinanın okyanus gibi büyük denizlere ihtiyacı var. Orada tekâmül
eder, büyür.
Murakabalar nefisle beraber yavaş yavaş çıkar. Tâ ki
Fenâfillâh’a erinceye kadar.
Orada:
“O’nun zâtından başka her şey helâk olucudur.” (Kasas:
88)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyâtı husule gelir.
Bir çocuk ana karnında iken Allah-u Teâlâ onu annesine
bağladığı bağ ile tekâmül ettiriyor. Gerçekte hep O. Başka birşey yok. O bağı
kessen çocuk ne olur? Ölür. Bu tekâmülden çocuğun da haberi olmaz, annenin de
haberi olmaz.
Hepsi de aynı hücreden meydana geldiği halde, Allah-u Teâlâ
çocuktaki bütün sistemleri bir bir teşekkül ettiriyor. Beyin, kalp, akciğer,
karaciğer, böbrek... gibi en hassas organları yerli yerine yerleştiriyor.
Hafızayı kuruyor. Deri bütün vücudu kaplıyor. Bunları kim yapıyor? Hazret-i
Allah!
Allah-u Teâlâ çocuğu ana karnında tekâmül ettirdiği gibi,
kimisini de dünya karnında tekâmül ettirir. O artık Âyân-ı sâbite mesabesine
düşer. Allah-u Teâlâ onu yok iken var eder.
Allah-u Teâlâ onu dünyada ana karnında olgunlaştırdı. Dünya da
ana karnıdır.
Kimisini de âlemlerde yetiştiriyor. Bu âlemlerde yetişen bizzat
Resulullah Aleyhisselâm’ın hususi vekilidir. O âlemlerde yetişir, diğeri dünyada
yetişir, diğeri de ana karnında yetişir.
“Rahmeten lil-âlemîn”in hususi vekili âlemlerde
yetiştiği için âlemler onu tanır.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh-
Hazretleri:
“Bu zâta melekût âleminde Azîm yani büyük kişi ismi
verilir.” buyurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik.” (En’am:
86)
Allah-u Teâlâ Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizi bütün
âlemlere duyurduğu, fazilet ve meziyetlerini bildirdiği gibi, ona
da âlemlerin üzerinde meziyetler vermiştir.
Âlemler o peygamberi tanır, vekilini de tanır. Niçin tanır?
Onların oradaki muhabbetleri de o olur.
Elma da karpuz gibidir. Ağaçta olgunlaşıyor, tekâmül ediyor,
lezzetini alıyor, suyunu alıyor. Ağaçta bir şey yok, sapında bir şey yok. Fakat
sapını koparsan ne olur? Çürür.
Elma gıdasını o sap vasıtasıyla aldığı gibi, mürid de kendisine
ayrılan nasibini, bağı ve muhabbeti nisbetinde mürşid vasıtasıyla alıyor. Zira
onsuz ona gelmiyor.
Elmanın çürüdüğü gibi çürüyenler de kısım kısımdır.
Bazıları “Ben yükseldim.” der. Kendisini beğenir ve ağaçtan
düşer.
Bazısına kurt girer, çürütür ve onu düşürür.
Kimisini de hayvan koparır. Biz bunlara şeyh şeytanı diyoruz.
Hayvan koparır, insan koparmaz.
•
Bir de yalancı şeyhler vardır. Bu sahte mürşidler Hakk’tan
almamış ki kişiye ne versin? Kendisi muhtaç, âleme vermeye çalışıyor.
Sıfat-ı hayvaniyede yaşıyor ve tuttuğunu ahırına bağlıyor.
Ahıra kapattığı için o kimse hakikatı göremiyor ve arayamıyor.
Ebedî hayatı katleden işte bu yol kesici şeyh şeytanlarıdır.
Mukallid mürşid ile mutasarrıf bir Mürşid-i kâmil arasındaki
fark, ölü ile diri arasındaki fark gibidir. Tasarruf sahibi bir Mürşid-i kâmil
muallim gibidir. Öğretir, bildirir, tehlikeleri haber verir, yürütür, indirir,
çıkarır, müride istediği şekilde biiznillâh-i Teâlâ tasarruf eder. O merdivene
dayanır çıkarsın. Mukallid ise kendisi ölü olduğu için bunu yapamaz.
•
RÛHÂNİYET VE CİSMÂNİYET
Öteden beri işitiliyor ki bazı veliler bir yerde, iki yerde,
birkaç yerde aynı anda bulunabiliyor. Bunun içyüzünü size arzedelim.
Geçen gün bir arkadaş geldi. “Dünürüm çok hasta, yanından
geliyorum. Bana sizden bahsederek ‘Şimdi yanımdaydı, şurada namaz kılıyordu.’
dedi. Halbuki siz buradasınız. Bunun hikmeti nedir?” diye sordu.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu kudsî ruhla destekler. Rûhâniyet
O’nun yürütüp kullandığı bir ruhtur. Onu yalnız O bilir ve kullanır. Onun
rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askeridir. O
askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (Fetih: 4)
Dilediği şekilde işlerini yönetir.
Bu lâtifelerden bazen kişinin haberi olur, bazen haberi bile
olmaz. Bir yerde değil, kırk yerde, dilediği yerde bulundurabilir.
O rûhâniyetin askeri olduğu için, kılına varıncaya kadar
herşeyi ona benzer. Kesinlikle ayıramazsınız.
Rûhâniyet aynı bir arkadaş gibi, kişinin yanında bulunur,
gelenlere mukabele eder. Onu ziyarete melekler gelir, huriler gelir, gayb
âleminden Allah-u Teâlâ’nın murad ettiği kimseler gelir. Neler neler, kimler
gelir, akıl almaz.
O kişinin keşfi açıksa onları görür, karşılar, uğurlar. Keşfi
açık değilse onları rûhâniyeti karşılar, onlarla konuşur ve onları uğurlar.
Allah-u Teâlâ kimi kapalı yürütüyorsa, rûhâniyet onlara mukabele eder. Onun
vazifesini o yapar.
Allah-u Teâlâ dilediği kadar tecelli eder, o lâtifeleri
çalıştırır. Burada şu hususu arzetmek istiyoruz ki, Mürşid-i hakiki Hazret-i
Allah’tır, Mürşid-i kâmil ise bir maske olmuş oluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım
isteyiniz.” (Keşfül-Hafâ)
O ölmüş amma, ruhu ve ruhâniyeti ölmemiştir, askerleri de
ölmemiştir. On kişi, yirmi kişi, kırk kişi istimdat etse, Allah-u Teâlâ’nın
izniyle muradlarına erdirir.
Çünkü ölmediler. “İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek
sana.” buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü, amma ruhâniyet
ölmedi.
Kabir ehlinden nasıl istimdat edilir? Ruhu alınmış, kabre
konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer
insanlarda bulunmayan yalnız onda bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allah-u
Teâlâ’nın takviye ettiği ruhâniyet kaldı. Kudsî ruh bu işi yapıyor. İstimdat
edenlere yetişen işte bu ruhâniyettir. Hayatta da olsa, kabirde de olsa yardım
isteyenlerin yardımına yetişir.
“O Lâtif’tir, Habir’dir.” (En’âm: 103)
Lâtif olan, Habir olan Allah-u Teâlâ; bütün
işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O ruhâniyeti dilediği
şekilde hareket ettirir, O ruhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ’nın
tecellileridir. O ruhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de
böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Mürşid-i kâmil’in gerçekten de bir maske olduğu apaçık
anlaşılmış oluyor.
Fakir der ki:
“Ben değersiz ve hükümsüz bir mahlûkum. Bütün değer ve hüküm
Hazret-i Allah’a âittir.”
•
Bu arzettiğimiz beyanlarla Mürşid-i kâmil’in hükümsüz, değersiz
ve bir maskeden ibaret olduğu anlaşıldı.
Diyeceksiniz ki; “Peki Mürşid-i kâmil’in değeri
nerededir?”
Allah-u Teâlâ yalnız o maskededir. İşte Mürşid-i hakiki
dediğimiz Hazret-i Allah budur.
Bunun içindir ki Âyet-i kerime’sinde:
“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. (Tevbe: 119)
Bu Âyet-i kerime’nin sırrı da bu noktada açılmış oldu. Zavallı
insan “Ben, Ben, Ben” der benlik putuna tapınır durur. Özünde nefis,
sözünde “Ben!”.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“O Zâhir’dir.” (Hadid: 3)
Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş
meydana çıkarmış, insana bir şekil vermiş, meydana çıkarmış, kâinata bir şekil
vermiş, meydana çıkarmış. Şimdi her meydana çıkan O’nunla çıkıyor. Varlığını
çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın? Yani sen O’nunla kaimsin. Fakat
zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna tapındı gitti. Kâinat da
böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u Teâlâ’nın
yanında değişmez.
•
Madde ile mânâ arasındaki fark:
Cismâniyet âlem-i halk’tan, rûhâniyet ise âlem-i
emir’dendir.
Cismâniyet zulmânidir, rûhâniyet nurânidir.
Cismâniyet hayvânidir, rûhâniyet melekîdir.
Cismâniyet yer, içer, gaflete düşer; rûhâniyet yemez, içmez,
gaflete düşmez.
Cismâniyet varlık benlik iledir, rûhâniyet Allah-u Teâlâ’nın
emrindedir.
Cismâniyet şeytanın oyununa düşer, rûhâniyet daima
uyanıktır.
Cismâniyet halk iledir, rûhâniyet Hakk iledir.
Cismâniyet zevk sefâ iledir, rûhâniyet daima ibadet, taat ve
takvâ iledir.
•
Hakikat ehlinde rûhâniyet ve cismâniyet ayrılmaktadır.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun ruhâniyetinden lâtifeler
halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o latifeleri O çalıştırır, bazen
kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın ruhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği
kullardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve
onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O
daima uyanık olduğu için Allah-u Teâlâ o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve
onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat
edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun.
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki
insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan
bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile
olmaz, Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir, isterse bildirmez.
“Gözlerim uyur kalbim uyumaz.” (Buharî)
Hadis-i şerif’inde rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki
farklılığı gayet güzel olarak öğrenmiş oluyoruz.
Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i
ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir.
Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla
desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.
Rûhâniyet nurlar çeşidinden olduğu için güneş ışığı gibi
yakınlık ve ıraklık tesirinden uzaktır.
“Eğer Yemen’de olsan, benim ile isen yanımdasın. Yok bensiz
isen, yanımda da olsan, Yemen’de gibisin.”
Farsça şiiri dahi bu hakikatı izah için âdil bir
şâhittir.
•
Rûhâniyet dünyada seninle olduğu gibi, kabirde de seninle,
mahşerde de seninle, cennet-i âlâ’da da seninle arkadaştır.
Bunun delili şu Âyet-i kerime’dir:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse; işte onlar Allah’ın
kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle
beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar.” (Nisâ: 69)
Ahlâk-ı zemime ile meşgul olanlar, nefis ve şeytana uyanlar,
dünyada o kötü arkadaşla oldukları gibi, kabirde de, mahşerde de, cehennemde de
onunla arkadaştırlar.