3. Bölüm
TASAVVUFUN ASLI
Sırr-ı İlâhî:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet
etsinler diye yarattım.” buyuruyor. (Zâriyât: 56)
Yaratılışın asıl sebebi, kişinin Yaratan’ını arayıp bulmasıdır.
Âyet-i kerime’nin sırrı budur. İnsan yüzünü Hakk’a döndürmezse neyi bulur?
O Allah ki, insanı bir damla kerih sudan yarattı. Bir insanın
Yaratan’ını bilmesi, bulması ve hakkıyla ibadet edebilmesi için varlığını ata
ata, asıl yaratılışı olan “Nutfe”ye inmesi şarttır. O noktaya indikten
sonra Allah-u Teâlâ o kulunu “Kudsî ruh” ile destekleyerek;
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve
onları kendinden bir ruh ile takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyâtına mazhar eder.
“Men Arefe”nin sırrına vâkıf olabilmek için insanın
küçüle küçüle “Nutfe”ye inmesi gerekmektedir. Bu noktaya inip, kendisinin
değersiz bir su damlası olan “Nutfe” olduğunu gözü ile görünce, Azamet-i
ilâhî tecelli etmeye başlar. İşte tasavvufun özü ve aslı budur.
Nutfe hâline gelinceye kadar aslında insan çok terakki
etmiştir, birçok merhaleler katetmiştir. Fakat asıl terakki ve yükselme nutfeye
indikten sonra başlar ve hakikatta olan terakki de budur.
“Şeriat”, dış nizamı sağlayan ahkâm-ı ilâhî’dir.
Allah-u Teâlâ’ya vâsıl olmak, bu ahkâmın icrasına bağlıdır.
“Tarikat”, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak maksadı ile
sülûk olunacak ibâdet yoludur. Zikrullahın nuru ve ateşi ile seyr-ü sülûk
vasıtasıyla muhabbet ve huzur temin edilir, imanın kemâlleşmesi sağlanır.
İman kemâle ermezse, insan Allah-u Teâlâ’nın emirlerini akıl
süzgecinden geçirmeye çalışır. Akıl süzgecinden süzünce de takılır kalır. Kâmil
iman sahibi aklını emirlere uydurur, hiçbir zaman akıl süzgecinden geçirmez.
Hakikat, mânevi zevk ve mânevi hâl ile anlaşılır. Seyr-ü sülûk ve mânevi zevkten
nasip alamayanlar hakikatın ne olduğunu bilemezler, ancak ismini bilirler.
“Marifet” ise tarikattan ve hakikattan sonra zuhur eden
ve edecek olan hâl ve ahvallerdir.
Bu hâl ve ahvallerle hakikatın özüne inilir. Nutfe demek
yaratılışın özü demektir. Allah-u Teâlâ insanı nutfeden yaratmış, onun üzerine
de bir beden inşâ etmiştir. Nutfe ile bu beden arasında bir ilgi var mı? Yok.
Bedeni yapan kim? Hazret-i Allah... Nutfeyi yaratan, sonra ona ruh veren, o ruh
ile hareket ettiren de Hazret-i Allah... İnsan bu temele indikten sonra hakiki
terakkiyat başlar. İşte “Sırr-ı ilâhî” budur.
İlk Yaratılış:
Allah-u Teâlâ’nın gösterdiği sırlar hakikattır. Sen yoksun ki
göreceğin bir şey olsun.
Allah-u Teâlâ’nın insanı nutfeden yarattığının hikmetini insan
bir düşünse kâfidir. Gerçekten âciz, âdi, kerih bir şeydir. Kişinin daima aslına
nazar etmesi gerektiği için ondan yaratmıştır.
“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı
görmez mi ki, şimdi o apaçık hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Sonra onu kan, kemik, et... gibi çeşitli merhalelerden geçirdi.
Daha sonra ona ruh verdi. Bu ilk yaratılış.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı topraktan yarattığı gibi,
insanları da nutfe, yani sperma haline gelene kadar topraktan yaratmış, bundan
sonra ise nutfeden vâretmiştir.
“Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden
yarattık.” (İnsan: 2)
İnsan kendi kendine var olmuş ve kemâle ermiş bir varlık
olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.
“O, akıtılan meniden bir nutfe değil miydi?” (Kıyame:
37)
İnsan sulplerden rahimlere akıtılan değersiz suyun güçsüz ve
kerih bir damlası idi.
Bütün bunlar:
“O her an yeni bir iştedir.” (Rahman: 29)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, her an yeni bir
yaratma halinde olan Allah-u Teâlâ’nın tecelliyatlarıdır. Her an tekerrür ediyor
da onu kimseler göremiyor.
İnsanın yaratılışındaki değişik merhalelerin olması, Allah-u
Teâlâ’nın tek gerçek olması dolayısıyladır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” buyuruyor.
(Tin: 4)
İnsanı ne güzel yarattı ve onu nâmütenâhi nimetlerle donattı.
Kâinatta ne ki varsa insanda o var.
Âlemleri insanda yine O dürdü. İnsanda kendine âit hiçbir zerre
yoktur. Bütün nimetler O’nundur.
İnsan üzerinde öyle nimetleri var ki, saymaya akıl ermez. O
bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini
tanımamızı ve kulluk yapmamızı istedi. En güzel rızıklarla da merzuk etti. Bu
nimetlerle o mahlûkun hiçbir ilgisi var mı? Hiç yok. Nasıl yok? O bir damla
kerih su olan nutfeyi Allah-u Teâlâ ne ile dürerse o olur.
İnsan kendi âcizliğini öğrenmedikçe, Azamet-i ilâhî’yi bilmesi
mümkün değildir.
Şayet bir kimsenin birinci turu zâhiri ilimlerle tamamlayarak
ikinci tura çıkması murad edilmişse, Allah-u Teâlâ onu bir mürebbiye bağlar.
Mürebbi elinde yavaş yavaş terakki ettikçe, ruh ile nefis birbirinden ayrılmaya
ve nefis küçülmeye başlar. Varlıklar bir bir düşer. Bu tahsil o kadar devam eder
ki, bütün varlıkları ve benimsenenleri Allah-u Teâlâ düşürürse, o kişi sonunda
yaratılışı olan “Nutfe”ye iner. Tasavvur buyurun ki bütün bu varlıklar
zerre zerre düşecekler ve yok olacaklar.
“Nutfe”nin önceki durumu ne ise, ikinci durumu da
aynıdır. O kendisini çok iyi bilir ki bir nutfeden ibarettir ve hiç hükmü
yoktur. Onun kıymeti, Sahibinin ona bahşettiği kıymetten başkası değildir. O ne
kadar yürütürse o kadar yürütür. İster yürütür, ister durdurur. Zaten O’nun
hükmünden başka hiçbir zerrede hüküm yoktur. Fakat bunun böyle olduğunu görmeye
en büyük mâni kişinin kendi varlığıdır. Var olan Var’ı göremez, bilemez,
bulamaz.
“Nutfe”ye indikten sonra Var olan görülmeye başladığı
gibi, ulvi varlıklar da ondan sonra görülmeye başlar. Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz ve diğer nebiler o zaman görülür. Çünkü Allah-u
Teâlâ onları seçmiş, sevdiklerinden onları donatmış.
İnsan Resulullah Aleyhisselâm’ı o zamana kadar kendi zannı,
kendi gözlüğü ile ölçerken, “Nutfe”ye indikten sonra; Onun nurundan bütün
mükevvenâtın yaratıldığını düşünmeye, onu Allah-u Teâlâ’nın seçtiğini, bütün
tasavvurların fevkinde onu donattığını görmeye başlar.
Allah-u Teâlâ’nın varlığı apaçık meydanda. Eseri ve âsârı ile
var olduğu biliniyor. Fakat Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin
varlığı meydanda değil. O’nun varlık nurundan mükevvenâtı halkettiğini bilen
azdır. O olmasaydı hiçbir varlık olmayacaktı.
Allah-u Teâlâ’nın O’na bahşettiği lütuf, insan havsalasının
haricindedir. Öyle murad etmiş, O’nu öyle halketmiş.
“Nutfe”ye inmedikçe Sebeb-i mevcûdat olan Resulullah
Aleyhisselâm’ın nuru görülmez, muhabbeti ele geçmez. “Nutfe”ye inince
kendisini yok edeni, yoktan var edeni görür. Orada Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-inin nurunu görür, muhabbetini kazanır. Bu noktaya inildiği
zaman yine görür ki, nurdan başkası zaten yok. Böylece gerçek var eden,
kendiliğinden ortaya çıkar.
Muhabbet nisbetinde kişinin borusu genişletilir ve o borudan o
nisbette feyz-i ilâhî gelir. Bundan sonra Allah-u Teâlâ dilerse onu
“Nutfe”de tutar, dilerse lütfu ile destekleyerek onu hususiyetine alır.
Hususiyetine aldıkları veli kullardır. Onları Resulullah Aleyhisselâm’ın
deryâsına bırakır. Onlara hayat-ı hakikiyi veren o deryâda bulunmalarıdır. Bir
an alınsalar hükümsüz kalırlar. Bu deryâya herkes giremez, kimi koyarsa o
girer.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık.” buyuruyor. (İsrâ:
70)
Allah-u Teâlâ kimi lütfu ile donatmışsa, nuru ile desteklemişse
o mükerremdir. Kimi ki nutfeye indirip deryâya koymuşsa mükerrem odur. Bir an
çıkarılırsa hemen ölür. Hani sen büyük balıktın?
“Nutfe”nin hiç hükmü yok. Hüküm Allah’ındır. Benim
varlığım bir damla kerih sudur. Vallahi Rabbimin lütfuna muhtacım.
Mahviyet:
Allah öyle bir Allah ki, hayatım boyunca bir nimetine bile
şükrümü ifa edemem. Nimetlerinin birinin dahi suâline cevap veremem. Meğer ki
hesapsız kerem edip bağışlasın.
Allah-u Teâlâ’yı anamadığımı, ibadet edemediğimi, bilmeye de
imkân olmadığını ifade etmek istiyorum.
İtimat edin Allah-u Teâlâ’ya lâyık-ı veçhile sığınamadığımı,
Azamet-i ilâhî’si karşısında korkmadığımı biliyorum. Bunu kalben söylüyorum.
Çünkü korksam erimem lâzım. Sığınsam başka hâle bürünmem lâzım. Hiç güvencem
yok. Eğer zerre kadar bir güvencem varsa, gözyaşları ile onun erimesini niyaz
ederim.
Şu hususu da hemen ilâve edelim ki, kendimden daha biçare bir
âciz de bilemiyor ve göremiyorum. Bunu sakın bir tevazu kabul etmeyin, bir
hakikattır. Çünkü nefsime bakıyorum, bir tehlikeye düşmezden evvel kurtuluşunu
arıyor. Bir ibtilâ karşısında, gelmesinden evvel kalkmasını istiyor.
Bu büyük gerçekleri ne duyuyoruz, ne de duymak istiyoruz. Var
olan Allah-u Teâlâ’dır. Sen âcizsin, Allah-u Teâlâ’yı bilemezsin, anlayamazsın.
Bir zerre toz seni ölçebilir mi? Sen zerre kadar toz bile değilsin. Çünkü seni
de O yarattı.
Allah-u Teâlâ bilinmedikçe ibadet edilmez. Bilmek için de
intisab edip sülûk etmek gerekiyor. Daha sonra Azamet-i ilâhî ortaya çıkar.
Gözün; “Bakar göz”, “Şaşı göz”, “Kör göz” diye üçe ayrılması bu
noktadadır. Birisi Allah-u Teâlâ’yı görerek ibadet eder, birisi kendi varlığı
ile ibadet eder, diğeri ise hiç görmez.
İnsan “Nutfe”ye indikten sonra bile, şeytan ve nefis
hücum ederek ona varlık katmaya çalışırlar. Bu iki düşman zorlamaktan hiç geri
kalmazlar. Hazret-i Allah’a sığınılmadıkça kurtuluş mümkün değildir.
“Allah’ım bu düşmanlardan sana sığınırım.” diye niyaz ve ilticâ edilirse,
Allah-u Teâlâ da lütfedip onu şeytanın ve nefsin hücumlarından korursa ancak
kurtulmuş olur. Kurtuldum diye bir şey yok.
Bunun temsilini şöyle arzedelim:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Sizden hiç kimse amel ve ibadeti ile kurtulamaz.”
buyurdu.
Sahâbe-i kiram -radiyallahu anhüm-:
“Sen de mi yâ Resulellah?” diye sordukları zaman
ise şöyle buyurdu:
“Evet ben de. Meğer Allah-u Teâlâ rahmeti ve fazlı ile beni
koruya.” (Müslim: 2816)
İLİM-İRFAN MEKTEBİ
Esrar Odası:
Tasavvuf, esrar odasının ilâhi sırlarına insanı mazhar eden
bir yoldur.
Asıl mânâ süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek,
haddelerden geçmek... Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir.
Ruhu tâlim ve terbiye, nefsi tezkiye sayesinde insandaki
ahlâk-ı zemimeler, kötü huylar gider. Emmâre olan, yani her kötülüğü emreden ve
yaptıran nefis “Sâfiye”ye vardığı zaman sâfileşir, öğülmeye lâyık olur. Buna da
âmil tasavvuftur.
Bütün gaye varlığı ifnâ etmek ve Var’ı bulmaktır. Varlığımız
Var’ı bulmaya mânidir. Varlık yok edilip, Var bulunduğu zaman yapılan her iş
Allah ile yapılır. Tasavvufun en son sınırı budur ve tasavvufun özüdür. Zira
ancak Allah ile yapılan esastır. Bu hâle gelmeyen kimselere nefis müdahele eder,
yaptıklarını nefisle yaparlar.
Burada bir sırrı size şöyle arzedelim. Nefsin kalkanı vardır,
Kelime-i Tevhid çekildiği zaman kalkan tutar ve o tevhid tohumunu kalbe
düşürmez, boşa düşürür. Ve fakat ince yollardan geçe geçe, haddelerden süzüle
süzüle varlık yok edilirse, her yapılan iş Allah ile yapılır, nefsin ve şeytanın
attığı iğva taşları ona isabet etmez. O yok ki isabet etsin. Erimiş, yok olmuş,
varlığını tamamen ifnâ etmiş. Bu ince ayrılığı kavrayabildiniz mi? Yani var
olanda nefsin kalkanı var, Kelime-i Tevhid’i içeriye düşürmüyor. Yok olanda ise
O var, her yaptığını O’nunla yapıyor. Nefsin ve şeytanın müdahalesi ona tesir
edemiyor. Tasavvuf işte onu bu noktaya erdirir.
Tasavvuf bir ilim-irfan mektebidir. Esrar odasının ilâhi
sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş bir mektep. Bu
tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Altı mektep var, her mektebin de
sınıfları var.
Bu ilim ve irfanı tahsil etmek için Mürşid-i kâmil’i bulmak
şarttır ve elzemdir. Hakikat yolunun rehberini Allah-u Teâlâ yetiştirmiştir.
Onu mahviyetin en aşağı derecesine indirmiştir. Yalnız Allah ve
Resul’ünden bahseder, başka hiçbir şeyden bahsetmez. Hep O’nun varlığını, O’nun
verdiğini ortaya koyar. Allah yolunu o tarif eder.
Mürşid-i kâmil Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği tasarruf ile
yürütür. Oldukları yerde müridânı tekâmül ettirir. Az dersle çok yol aldırır.
İstidatları nisbetinde geldikleri makamlara tekrar çıkarır. Yâni misâl âleminden
gelmişlerdi, tekrar o âleme kadar çıkarmaya muvaffak olur. Bu bir lütf-u
ihsandır. Allah-u Teâlâ o kişiye ihsan edecek ki, Mürşid-i kâmil bunu yapsın.
Kalbi bozuk, yani cılk yumurta gibi olan hiçbir şey alamaz. Binaenaleyh bir
insanın dünyaya gelerek birinci turu yapmasına anne-baba vesile olduğu gibi,
ikinci turu yapıp dâireyi tamamlamasına da Allah-u Teâlâ Mürşid-i kâmil’i vesile
kılmıştır.
Dikkat edilirse Mürşid-i kâmil’in anne-babadan çok daha mühim
olduğu görülür.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizin:
“Dünyaya gelmekten murad Mürşid-i kâmil’i bulmaktan
ibarettir.” buyurmaları bu hakikatın bir ifadesidir ve intisab bu
bakımdan lüzumludur.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri: “Şeriat üç
şeyle tamamlanır. İlim, amel, ihlâs.” buyurmuşlardır. İlim okumakla,
amel çalışmakla elde edilirse de, ihlâs ve ihlâsta daimi kalmak ancak tasavvufla
elde edilir. Onlar hıfz-ı himâyede tasarruf-u ilâhî’de oldukları için, o ihlâsı
elde ediyorlar.
Tasavvuf, Allah sevgisine yegâne vesiledir.
İntisab etmek istendiği zaman evvelâ istihâre yapılır. “Eğer
bana nasip etmişsen ve kime nasip etmişsen bana göster, bileyim ve ona göre
gireyim.” diye Allah-u Teâlâ’dan istimdat edilir. Bir alâmet zuhur ederse
ehli bulunup ehline tabir ettirilir. Ehli olmazsa, yanlış bir tabir ile kişiyi
dalâlete sevk eder. Ehli bulunacak ve o tabire göre hareket edilecek. Tarikat-ı
aliye’ye böyle girilir. Bu kadar lüzumlu bir yol, Ahmed’e Mehmed’e intisab etmek
demek değildir. Rehber bulununcaya kadar aramak icabediyor. “İntisab ettim,
bağlandım.” gibi sözler boş sözlerdir.
Allah-u Teâlâ ezelden nasipdar ettiği kimsenin nasibini, yolun
hakiki rehberine teslim eder ve kişiyi ona ulaştırır. Mürid günâ gün o nasibi
alır ve terakki eder. Mevlâ o nasibi koymasaydı, mürşidde o nasip yoktu. Mürşid
O’nun koyduğu nasibi vermiş oluyor. Daha doğrusu o kanaldan almış oluyor. Çünkü
veren yalnız Allah-u Teâlâ’dır.
Meselâ çocuk annesini emiyor. Annesi: “Sütü ben verdim.”
diyebilir mi? “Ben verdim” dese, peki ona sütü kim verdi? Evet
hakikaten çocuğu annesi emzirdi ama, süt ona ait değil. Sütü vereni kimse
düşünmüyor. Her şeyde Allah-u Teâlâ’nın ikram ve ihsanı vardır.
Mürşid de böyledir, bir ana gibidir. Nasipdar olanlara Allah-u
Teâlâ’nın ezelden yerleştirdiği nasiplerini verir. Kendisine ait hiçbir nesnesi
yoktur.
Mektebe giden bir talebenin, mektepte sınıf programına göre
hareket edip, sınıflarını geçtikçe kitaplarını değiştirdikleri gibi, onun da
merhalesinin tablosunu boynuna takarlar. Bu gizlidir. O merhale bitinceye kadar
o tablo mucibince harekette bulunur. O tablo vazifesini ifâ edip bitirince, onu
kaldırırlar ikincisini koyarlar. Yani sizin anlayacağınız, kitabını
değiştirirler. Bu kitaplar Mürşid-i kâmil vasıtası ile değişir. Mürid bunun
farkında bile olmaz. Ezeli nasibi günâ-gün iner. Bunu ancak tasarruf sahibi
Mürşid-i kâmil yapabilir, mürşid sûret-i katiyyede buraya giremez. Tasarrufu
olmadığı için bunu yapamaz. Bütün yükü müridâna yükler. O yalnız yolu gösterir,
“Yürü de git.” der, gayrıya tecavüz etmez.
Birisi yürütüyor, diğeri yürü diyor. Birisi sütü vereni
görüyor, diğeri memede kalıyor. Daha doğrusu birisi O’nun diyor, diğeri benim
diyor. Aradaki fark bu kadar büyüktür. Mürşidleri de Mürşid-i kâmil
yetiştirir.
Evet Mürşid de vazifelidir. Bir kaymakamın idaresi bir kazayı,
bir valinin idaresi bir vilâyeti, bir Reisicumhur’un idaresi de devleti içine
alır. Mâneviyat da böyledir. Hepsinin kendilerine göre vazifeleri ve
salâhiyetleri vardır. Allah-u Teâlâ nasıl tecelli ederse, nasıl murad ettiyse
öyle olur.
Hakikate ulaşmak için merdiven basamaklarından çıkmak
gerekiyor. Bu basamaklar üç merhaledir. Mürid Fenâfişşeyh’te varlığını,
Fenâfirrasûl’de yokluğunu, Fenâfillâh’ta hiçliğini yok eder. Daha doğrusu hiç
olduğunu gözü ile görmeye başlar. Allah-u Teâlâ dilediği zaman hakikatı
duyurur.
Hep ezeli nasip, başka hiçbir şey değil.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Onlar sözün en güzeline hidayet edilmişler, kendisine çok
hamdedilen Allah’ın doğru yoluna eriştirilmişlerdir.” (Hacc: 24)
Bu ilim-irfan mektebinin görünüşte mektebi de hocası da yoktur.
Lâkin bilen için çok ince bir disiplin, hâli terbiye mevcuttur. Bu mânevi
terbiye onu takvâ kalıplarına sokar, Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniye rayları
üzerinde yürütür.
Bazı kimse “Kâl”den anlar, bazısı bizzat “Hâl”den anlar, bazısı
da “Hâlât”a mazhardır. Hâl, Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu, fakat kişinin ifade
edemediği şey; hâlât ise hâli kavramak ve karşıdakinin anlayabileceği hâli tarif
etmeye çalışmak demektir.