2
TASAVVUF
TASAVVUF
Tasavvufun Menşei:
Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm’ın ve Ashâb-ı
kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının
zannettiği gibi Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan
doğruya onun zuhuru ile zâhir olmuştur.
Kaynağı Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerdir.
Asr-ı saâdet’te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre
yoktu. Sufiliğin hakikatı vardı, fakat adı yoktu; yaşanırdı, dâvâsı yoktu.
Saâdet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm-
Hazerâtı almışlardı. Hepsi değerliydi, amma içlerinde değerlisinin de değerlisi
vardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı.
Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir
kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem
veriyordu.
Müslümanlar onlar için “Sahabi” olmaktan daha üstün bir
tâzim ünvanı tasavvur etmiyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra Ashâb-ı
kiram’a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara “Tâbiîn” denilmiştir. Ondan
sonra da “Tâbiîn”e erişen “Tebe-i tâbiîn” gelmektedir. Bu üç nesil, en
hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir.
İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir, Hadis,
Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle bir
Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler
daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
•
Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye’nin ne olduğunu bilmiyordu, amma
yaşıyordu. Nasıl yaşıyordu? O Nur’un sohbetinde kendilerine icabeden herşey
veriliyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, derya oluyordu;
kimisi az alıyordu, havuz oluyordu.
O Nur’un sohbetinde bulunmakla, Allah-u Teâlâ onları lütfu ile
dolduruyordu. Şu kadar var ki, Ashâb-ı kiram’ın hepsinin dereceleri aynı
değildir. Bu dereceler, onların kendi şahsiyetlerine âit faziletlere, İslâm’a
yaptıkları hizmete göre farklılık arzetmektedir.
Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye ile meşgul olmamıştır, çok az
olmuştur. Amma hepsi de Tarikat-ı aliye’nin içinde idiler. Hele bunların
arasında bir zümre vardı ki;
“Seninle beraber olanlardan bir tâife de kalkıyorlar.”
(Müzemmil: 20)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle
seçilmişlerdi.
Dikkat edilirse görülür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz zikrullah için çok seyrek halka toplamıştır. Hadis-i
şerif’lerde birkaç yerde geçer. Ashâb-ı kiram’ı her yönden yetiştirmeye
çalışmıştı. Çünkü herşeyden habersiz bir topluluğun, her yönden eğitime ihtiyacı
vardı. Bir yönden, bir noktadan değil, birçok yönlerden onları yönetiyordu.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz, Hazret-i Ali
-radiyallahu anh- Efendimiz kendilerine göre bir ders vermişlerdi, fakat yaygın
değildi.
Çünkü onlar Hazret-i Kur’an’ın nuru ile nurlanmış, feyzi ile
feyizlenmişlerdi. Âyet-i kerime’ler sabah akşam nâzil oluyordu. Resulullah
Aleyhisselâm’ın nuru ile, şeref-i sohbeti ile hemhâl oluyorlardı. O Nur’un
karşısında bulunuyorlar, o Nur’dan nur alıyorlardı, ilim alıyorlardı, edep
alıyorlardı, feyz alıyorlardı. O Nur’un yanında bulunmak, ona bakmak kâfi idi.
Baka baka iman ediyorlardı. Hepsi de Tarikat ehli idi, amma kapalı, meydanda
birşey yok. Öylece yetişiyorlardı.
Bu müridan da aynı şekildedir. Ciddi bir ders almış, terbiye
görmüş değil, hususiyetli bir şey yok. Kitaplardan nasibi kadar almış, kimisi
derunî noktasına yavaş yavaş inmiş, kimisi cihada eğilmiş, kimisi yolda kalmış,
amma o yolun içinde bulunuyor. Herkes nasibi kadar nasibini alıyor. Kimisi açık
olarak, kimisi gizli olarak terakki ediyor. Fakat hepsi de kapalı olarak
götürülüyor, gizli hallerle terbiye ediliyor. Teslimiyeti, bağlılığı, sadakati
ve nasibi nisbetinde hiç farkına varmadan mahviyetle yürütülüyor, Allah-u
Teâlâ’nın ilâhî lütfuna nâil oluyorlar.
O yol ile bu yol bu noktada da bitişiyor.
Her ne kadar mâneviyat yoluna ağırlık veriyorsa da birçok
müridan bunun ciddiyetle farkında değil.
Ashâb-ı kiram da böyle idi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu.
Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Ashâb-ı kiram ile her zaman
görüşemese de, Ashâb-ı suffa ile her zaman görüşüyordu. Onlar onun talebeleri
idi. Onun feyzi ile gıdalanıyorlardı. Onlar onu tercih etmişlerdi.
•
Ashâb-ı kiram ve Tâbiîn devirlerinden sonra muhtelif ilimlerle
uğraşanlara, uğraştıkları ilimlere göre isimler verilmişti. Meselâ Tefsir
ilmiyle uğraşanlara “Müfessirûn”, Hadis ilmiyle uğraşanlara
“Muhaddisûn”, Kelâm ilmiyle uğraşanlara “Mütekellimûn”, Fıkıh
ilmiyle uğraşanlara da “Fukaha” gibi isimler verilmişti.
İşte bu arada rûhî kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan ve
Allah yoluna sülûk eden zümrenin yoluna da “Tasavvuf” adı verildi.
İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf;
İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir
devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın
ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden
sonra kullanılmaya başlamıştır.
Zühd hareketi “Mutasavvıfe” adı ile bir topluluk meydana
getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini,
kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece
hareket halinde beliren tasavvuf da öteki, İslâmî ilimler gibi, sonradan bir
ilim haline geldi.
Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için
de hükümler kondu. Böylece “Tasavvuf ilmi” doğmuş oldu.
Zâhirî fıkhın hükümleri Kur’an-ı kerim’de ve Sünnet-i
seniyye’de bulunduğu gibi, bâtınî fıkhın hükümleri de Kur’an-ı kerim’de ve
Sünnet-i seniyye’de bulunmaktadır.
İslâm dini ruh ile bedenin birleşip kemâle erdiği bir dindir.
İnsanın ruh ve beden diye iki cephesi olduğu gibi, dinin de zâhir ve bâtın diye
iki yönü vardır.
Namaz, oruç ve diğer amellerin zâhirî bir şekli varsa ve bunlar
zâhirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur
ve huşû gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtınî fıkhın yani tasavvufun
mevzusunu teşkil eder.
Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp
sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin
cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise
Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri
sistemleştirmişlerdir. Bundan dolayı cehri zikir yapanların yoluna “Kadiri
tarikatı”, hafi zikir yapanların yoluna ise “Nakşibendi tarikatı”
denmiştir.
Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı
birdir. Tarikat-ı Muhammediye’dir. Gaye, Allah-u Teâlâ’yı en güzel şekilde
zikretmek ve O’na kulluk yapmaktır.
Tasavvufun Lüzumu:
Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır. Esrar odasının
ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş ilâhi bir
ilim-irfan mektebidir. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir.
Tasavvufun asıl gayesi süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi
süzülmek, haddelerden geçmektir.
“Koca bir adam olarak girdim, zerre hakîr olduğumu
bildim.”
Tasavvuftan gaye budur. Bu hale gelebilmek için,
“Fenâ”ya varmak için tasavvuf elzemdir.
Tarikat-ı aliye münevver bir yoldur. Nefsi tezkiye, ruhu tâlim
ve terbiye için lüzumlu olan bir yoldur. Kişinin varlığını dağıtması ve Var’ı
bulması için yegâne âmildir.
Hiç şüphesiz ki bu da, Fenâfillâh’a ermiş bir Mürşid-i kâmil’in
taht-ı terbiyesine girmekle gerçekleşir. Ezelî nasibini aldıkça nefis tezkiye
olur, ruh tekâmül eder. Nefis derecelerini aştıkça, perdeleri bir bir
kaldırdıkça Hakk’a yaklaşmış olur.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” buyuruyor ve inananlara
duyuruyor. (Zâriyat: 21)
O’nu görünceye kadar bir bir perdeleri kaldırmak gerekiyor, ki
O’na vâsıl olmuş olsun.
Her yolun çalışması dıştan olur, fakat hiç şüphesiz ki bu yolun
çalışması içten olur.
•
Tarikat kelime mânâsı itibarı ile “Yol” demektir.
Tasavvuf dilinde ise; “Allah-u Teâlâ’yı bilmek, bulmak ve O’na yaklaşmak için
takip edilecek ibadet yolu” mânâsına gelir.
“Allah’a ulaşan yollar mahlûkatın nefesleri
adedincedir.”
Lüzumu ise Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle ispat
edilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.”
buyuruyor. (Mâide: 48)
Fahrüddin-i Râzi -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ve diğer bazı
müfessirler bu Âyet-i kerime’ye:
”Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim.
Evvelâ şeriat, sonra da tarikat.” mânâsını vermişlerdir. Çünkü
“Minhac”ın kelime mânâsı “Münevver bir yol” demektir.
“Minhac” kelimesinden kastedilen münevver yol
“Şeriatın güzelliklerinin bütünü” olduğuna göre, şeriat yolun başı,
tarikat da devamıdır.
•
Bilindiği gibi ümmet-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in
havassı derecesinde bulunan kâmil zevât-ı kiram’ın en son arzu ve isteği,
Allah-u Teâlâ ile sevgi zinciri kurabilmektir.
Bu ise;
“Resulüm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi
olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran:
31)
Âyet-i kerime’sine göre, ancak Sünnet-i seniye’ye harfiyyen
uymakla gerçekleşeceğinden, her hâl-ü kârda bir tarikata başvurmak
zaruridir.
Ve buna benzer birçok Âyet-i kerime’ler vardır.
Zikrullah Emr-i Şerif’i:
Zikrullah bütün müslümanlara ilâhî bir emir gereğidir.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde:
“Benim zikrim için namaz kıl!” (Tâhâ: 14)
Âyet-i kerime’si ile dinin direği ve temeli, ibadetlerin
rehberi olan namazı emretmiş olduğu gibi;
“Ey iman edenler! Allah’ı çok çok zikredin!” (Ahzâb:
41)
Âyet-i kerime’sinde de Zât-ı akdes’ini zikretmeyi emretmiştir.
Namaz da ilâhî bir emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir.
Kur’an-ı kerim’de diğer ibadetler için “Çok çok namaz
kılınız!”, “Çok çok oruç tutunuz!” gibi ifadeler olmamasına karşılık
“Allah’ı çok çok zikrediniz!” gibi ifadelerin bulunması, Zikrullah’ın ne
kadar önemli bir ibadet olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Zikrullah elbette en büyük (ibadet)tir.” buyuruluyor.
(Ankebut: 45)
Zikrullahtan daha büyük, daha üstün bir şey yoktur. Amellerin
en yücesi, en iyisidir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:
“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve
yanlarınız üzerinde yatarken de Allah’ı zikredin.” buyuruluyor. (Nisâ:
103)
Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini
kazanırlar.
Zahirde kalanlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerdeki zikri,
yalnız namaz olarak kabul ediyorlar. Bilmediklerinden hakikatlara gözü yumuk
bakarlar. Halbuki bâtına intikâl edip, iç âlemine döndükleri zaman bunun
hakikatını göreceklerdir.
Bunun gibi birçok Âyet-i kerime’ler ile Allah-u Teâlâ
zikrullahı evvelâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize, sonra da
ümmet-i muhteremesine emir buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ:
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini
kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıkların tâ
kendileridir.” (Haşr: 19)
Âyet-i celile’si gereğince zikir ve fikirden gafil olan
müminleri “Fâsık” kelimesi ile vasıflandırıyor.
Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu sevmesi, muhakkak ki o kulun
zikrullahı sevmesi ve iştigal etmesi ile kaimdir. Etmeyenlerin ise
cezalandırılacakları vaad ve vaîdinin bir neticesidir.
Kalbî ve Cehrî Zikrullah:
İnsanların mizaçları yaratılış itibarı ile değişik olduğundan,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu emr-i ilâhî’yi alınca;
“Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu
gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye. 6. Fasıl)
Hadis-i şerif’inin ifade ettiği mânâ gereğince, Hazret-i Ebu
Bekir Sııddık -radiyallahu anh- Efendimizi çağırıp “Kalbî” zikri telkin
ederek ona öğretmiş ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına tâlim
etmesini kendisine emir buyurmuştur.
Aynı şekilde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimize de “Cehrî” zikri talim edip,
diğer Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına telkin etmesini emretmiştir.
Yani “Hafî” ve “Cehrî” zikirler bu noktada ayrılıyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da öğrendikleri usûl
üzere kalbî ve cehrî zikirleri icra etmişlerdir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz Ashâb-ı kiram
-radiyallahu anhüm- Hazerâtını vasfederken:
“Onlar Allah-u Teâlâ’yı zikrederken, rüzgarlı bir günde
sallanan ağaç gibi sallanırlardı. Gözleri yaşarırdı, gözyaşları elbiseleri
üzerine sel gibi akardı.” buyuruyor. (Ebu Nuaym. Hilye)
Bu itibarla zikir ikiye ayrılmış, birincisine
“Sıddıkiye”, ikincisine “Aleviye” adı verilmiştir.
Bu nurun, bu ilâhî feyzin kaynağı Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimizdir. “Hafî” olanı Hazret-i Ebu Bekir Sıddık
-radiyallahu anh- Efendimizden, “Cehrî” olanı ise Hazret-i Ali
-radiyallahu anh- Efendimizden intişar etmiştir.
Daha sonra ikiden onikiye ayrılmıştır. Her ne kadar oniki imam
vasıtasıyla oniki kola ayrılmışsa da aslı birdir. Her biri kendi hâlâtı üzerine
içtihatta bulunmuştur. Bu husus da aynı mezheplerin intişârı gibidir. İçtihad
derecesine varmış olan Evliyâ-i kiram’ın içtihadı neticesinde olmuştur.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimizden Bayezid-i
Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretlerinin zamanına gelinceye kadar bu hafî yol
“Tarikat-ı Sıddıkiye” adı ile anılıyordu. Şâh-ı Nakşibend -kuddise
sırruh- Hazretlerinin zamanına geldiğinde ise “Tarikat-ı Nakşibendiye”
adı ile anılmaya başlamıştır.
•
Ve bu yol o günden bu güne, Pirân-ı izam -kaddesallahu
esrârehüm- Hazerâtının el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir.
Bu silsile-i celile-i âliye tevatür ile sabit olmuştur. Her devirde büyük bir
İslâm cemaati tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir.
İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür.”
buyururlar.
Tasavvufun Önemi:
Tarikat-ı aliye’ye dahil olan bir sâlik:
“Nefsini temizleyen kurtulmuştur.” (Şems: 9)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere kalbini, mâsivânın
bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline
getirir.
Tarikat, şeriat-ı mutahharanın hâdimidir, yardımcısıdır.
Abdest, temizlik, taharet, namaza hazırlık olduğu gibi; tarikat da kalbi
temizleyip huzura hazırlar.
Kalb temiz olursa, kişiyi ibâdet ve taate sevkeder. Hasta bir
insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ bataklığına dönen bir
kalb de ibadet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi
lâzımdır.
Yeryüzünde mevcut bu kadar sular vardır, menbaı birdir. Kimisi
çok güzel, gayet tatlıdır. Kimi ise acı ve bulanık olur.
Kalplerinde nur olanlar hikmetli, feyizli ve tesirli olur.
Masivâ bataklığına dönen kalpte ise ne olur?
Bir insan zâhirini süslemek için Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem-Efendimizin şeriatına; bâtınını ziynetlendirmek, iç dünyasını
nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam,
tarikatla da iç nizam tesis edilir.
İç âleme intikal etmek ancak farz ve nafile ibadetlerle
kazanılır. Çünkü farzların edâsı ile mükellef olan beden olduğu gibi,
nafilelerle memur olan da ruhâniyettir.
Bir insan söz ve davranışlarına ilâhî hükümler çerçevesinde yön
vermezse onun tarikattan feyz alamayacağı açık bir gerçektir. O kimse doktorun
verdiği ilaçları kullanıp, perhize riayet etmeyen bir hasta gibi olur.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, tarikatların hepsine Allah-u
Teâlâ’nın emr-i şerif’i ile sülûk edilmiştir. Bütün tarikatların hangisi olursa
olsun hepsinin de esası ve değeri Şeriat-ı mutahhara’dır. İslâm’a muhalif olan
bir tarikat, zaten tarikat da değildir.
Tasavvuf sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır.
Yaşanılmadıkça, tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve
anlatılmaz.
Tarikat-ı aliye’ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması
gereken şeylere karşı yakîn hâsıl olmasıdır. Hakiki iman da budur.
Mesela Allah’ın varlığını önce işiterek inanan insan; bularak,
anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer.
Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden
ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve
yapılır.
•
İlmi ve ameli elde etmek için şeriatten istifade edilmiştir.
İlmin ve amelin ruhu makamında olan ihlâsı elde etmek için ise tasavvuf yolunda
ilerlemek lâzımdır.
“Seyr-i ilâllah” mesafesi keşfedilmedikçe, yani Allah-u
Teâlâ’ya doğru olan yol gidilmedikçe, “Seyr-i fillâh” hasıl olmadıkça,
tam ihlâs elde edilemez. O kimse ihlâsın hakikatından uzak olup, muhlis zatların
erdiği kemâlâta kavuşamaz.
Avamın hepsi, bazı ibadetlerinde az da olsa, güçlükle elde
edebilir.
Asıl ihlâs odur ki, bütün sözlerinde, işlerinde ve
hareketlerinde kendiliğinden, kolayca meydana gelir.
Böyle bir ihlâsın elde edilmesi için Allah-u Teâlâ’dan başka
hiçbir şeye tapınmamak, bir şeye düşkün olmamak lâzımdır. Bu da ancak “Fenâ”dan,
“Bekâ”dan ve has mânâda ”Velâyet” derecesine kavuştuktan sonra ele geçer.
Zorlama ile ele geçen ihlâs devam etmez.
Zorlama olmaksızın ele geçen ihlâs devamlıdır ve bu ihlâs,
Hakk’al-yakîn mertebesinde hâsıl olur.
İşte bu mertebeye varan veliler, her yaptıkları işi Allah için
yaparlar, nefisleri için değil.
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin ilimde ve amelde kazançları
olur. Başkalarına çalışmakla, öğrenmekle, anlamakla hâsıl olan bilgiler, onlara
ilham yolu ile hâsıl olur. Ameller, ibadetler kolayca ve seve seve yapılır.
Nefis ve şeytan tarafından gelen gevşeklik kalmaz. Günahlar ve haram olan şeyler
çirkin görülür.
•
İlim ve hakikat âleminde imanın kemâlleşmesine büyük bir âmil,
zühd ve takva ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir
takım müfsid telakkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle safiyeti ve
aslı kaybettirilmeye çalışılmıştır.
Bazı câhilleri marifet ehli zannıyla aldatan, taassub ehli
birkaç sahte mürşidin tasavvuf iddiasında bulunmaları, fikirlerde kararsızlık
husule getirmiştir.
İslâm dininin düşmanları çeşitli tertipler kurmuşlar, hakikatı
insafsızca koparmaya kalkışmışlardır.
Her gülün dikeni, her güzelin bir zıddı ve düşmanı olduğu gibi,
hakikat ehlinin de düşmanı çoktur. Herkes yaratılışı üzerine icraatını yapıyor;
ağzına bir kemik alıp onu yemeye çalışan kelp gibi, ömürleri böylece hakikatı
ağızlarına dolamak, koparmaya ve hakikat güneşini söndürmeye çalışmakla
geçiyor.
Tarikatın fazilet ve meziyeti, İslâm din düşmanlarının tutum ve
davranışlarından daha iyi öğrenilir.
Zira dikkat edilirse nerede Allah ve Resul’üne yakın,
doğru-dürüst bir insan görülürse, ister tarikat ehli olsun ister olmasın, hemen
tarikatçı damgasını vuruyorlar.
Tarikat-ı münevvere Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimizin söz ve davranışlarından ibarettir. Kaynağı Kur’an-ı kerim ve
Hadis-i şerif’lerdir. Zamanımıza kadar büyük bir saffet ve samimiyet içinde
gelmiş, asliyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Asırlar boyunca İslâm ahlâkının
vücud bulmasında, fitne ve fesadın bertaraf edilmesinde, gerçek kardeşliğin
tesisinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, beşeriyetin ruh hastalıklarının
tedavisinde, imanın kemâlleşmesinde yine de en büyük âmil o olmuştur. O sır
bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar baki kalacaktır.
Hakikatte tasavvuf gerçek kardeşliği, müminlere kardeş nazarı
ile bakmayı, birlik ve beraberliği sağlar. Zirâ hakikat ehlinde dâvâ ve gaye
olmaz. Onun bütün arzusu rızâ ve mahviyettir. Mahviyet içinde niyaz, niyaz yolu
ile rızâdır.
Bu münevver yolun hakikat erleri din uğruna malları ile,
canları ile, aç-susuz olarak sırf Allah için uğraşmışlar, hem ibâdet, hem de
mücadele-mücahede etmişler, bu surette İslâm birliğini bozacak en ufak bir
fitnenin dahi meydan bulmamasına gayret sarfetmişlerdir.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın biricik Habib-i Ekrem’i Muhammed
Aleyhisselâm’ın ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatı ile tabiatlanmışlardır. Tam
bir teslimiyet, kuvvetli bir iman ile bağlanmışlar, onun izini ve prensiplerini
takip etmektedirler.
Bugünkü bu bunalım içinde hayat bulan yine onlardır. Huzur ve
saâdet onlarda vardır.
•
Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden
âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de
eksik etmemiştir. Her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz
değildir.
Âyet-i kerime’de:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar
Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” buyuruluyor. (A’raf: 181)
Bu tertemiz vazife manevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere
intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyaullahtır.
Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur.
Bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiye’de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır. O has
oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ebu Bekir’in kapısından başka, mescide açılan bütün
kapıları kapatınız.” (Buharî)
Bu Hadis-i şerif’e Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-
Hazretlerimiz:
“Allah’ım! Bütün tarikatların pîri kesildiği zaman Ebu
Bekir’in yolunu kıyamete kadar baki kıl.” mânâsını vermişlerdir.
Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden
âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de
eksik etmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Her asırda benim ümmetimden Sâbikûn (öncüler) vardır.”
(Nevâdir’ül Usûl)
Bunlar yüz senede bir gönderilirler. Allah-u Teâlâ onları o
kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu
hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ
vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilidir. Allah-u Teâlâ onu
seçmiş, sevmiş, o dostuna akıtacağını akıtmış.
Akıtılan bu mânevî ve ruhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini
arzu edenler, kalplerini evliyâullahın ruhâniyetinin teveccühüne
arzetmelidirler.
Tarik-ı İbadet, Tarik-ı Terakki:
Tarik ikidir:
1. Tarik-i ibâdet; şeriattır ki, ibâdet ve taat, zikir ve
fikirdir.
2. Tarik-i terakki, tarikattır. Şeriat ile tekarrüb ve
muhabbet hâsıl olur, tarikat ile de Fenâfişşeyh, Fenâfirrasul ve Fenâfillâh
hâsıl olur.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Abdülkadir Geylâni -kuddise
sırruh- ve nice evliyâullah hazerâtı hep bu yolda yetiştiler ve
yetiştirdiler.
İlim ve amel gibi çok değerli iki hususiyete sahip olan bu
hakikat yolunun yolcularının; nefsin bozgunculuğundan ve şeytanın hilelerinden
korunup kurtulmaları, mânevî kuvvetlerin ruhânî yardımları sayesinde mümkün
olmuştur.
Kurmay olmayan bir subayın paşa olamayacağı gibi, zâhirî
ilimlerin yanında batınî ve ledünî ilimleri de tahsil etmeyen, gizli ilimlere
vâkıf olmayanlar Fenâfirrasul ve Fenâfillâh’a ulaşamazlar.
Âyet-i kerime’de:
“Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin
üstünde daha üstün bir bilen vardır.” buyuruluyor. (Yusuf: 76)
Allah-u Teâlâ onları sever, onlar da O’nu severler. Gayrıya
rağbet etmezler.
Kınayıcı hiçbir kimsenin kınamasına bakmazlar ve korkmazlar.
Hakk ile beraberdirler. Hakk ile olan da halkı Hakk’a dâvet eder.
Tasavvuf Kelimesi:
Tasavvuf kelimesi her harfi itibâriyle birçok mânâlar
ihtivâ etmektedir. Şöyle ki:
TE harfi tevbeye delâlet eder, tevbeye çağırır. Sâlikin,
bütün ahlâk-ı zemimelerden içtinap etmesi gerekir. Aynı zamanda o noktada
devamlı durulması icabediyor. Kötülüklere aslâ dönmediği gibi onları
hatırlamayacak bile. Bu zâhiri tevbedir.
Bâtınî tevbe ise; kötü işler tamamen iyiliğe çevrilecek. Kişi
iyi işlerde sabır ve sebat edecek. Bu ikisine de muvaffak olursa ve bunlarda
karar kılarsa ikinci harfe geçilir.
SAD harfinden murad, insanın sâfileşmesidir. Bunun için
de az yemek, az içmek, az uyumak, az konuşmak ve çok ibadet etmek gerekiyor.
Diğer taraftan sâlikin dünyaya celbedici şeylere değer vermesi, mal-mülk ile
fazla ilgilenmesi, çoluk-çocuğuna fazla muhabbet bağlaması, helâl olan şeylere
fazla meyletmesi de sâfileşmesine mâni olur. Bunlardan sıyrılmadıkça; süzülüp
sâfileşmeye ve temizlenmeye imkân yoktur. Nerede kaldı ki, onu zikirden-fikirden
alıkoyan işler!
VAV Velâyet makamını ifade eder. Üftâde -kuddise sırruh-
Hazretleri bu hususta ne güzel buyurmuşlar:
“Erden Hakk’a ermek gerek,Erenleri bulmak gerek.
Bulmaz isen sen onları,
Can ve dilden sevmek gerek.
Sevenler buldu anları,
Erişti Hakk’a canları,
Bütün oldu imanları,
Can ve dilden sevmek gerek.”
Çünkü bu yola giren insanın gayesi Hakk’a kavuşmaktır. Hakk’a
erişebilmek için de O’na erişeni bulmak gerek. Bulamadınsa sev onu, o seni
bulur.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar
ki:
“Ben kendiliğimden Hakk’a ulaşmak istedim. Hakk Celle ve
Alâ Hazretleri beni bu yola rehberlik yapanlara ulaştırdı. Onlar da beni Hakk’a
kavuşturdu. Mürşid-i Hakiki Hazret-i Allah’tır.”
Velâyet makamına çıkan insanlar şu Âyet-i kerime’nin
mazharı olurlar:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku
yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)
Niçin Evliyâullah’a korku yoktur? Çünkü onlar dünyada çok
korktular, hiçbir zaman emin olmadılar. Daima mahzun idiler. Onun için orada
mahzun olmayacaklardır.
Hıfz-u himâyeye aldığı için Allah-u Teâlâ onlara büyük günah
işletmez, küçük günahlarını da tevbe ile affeder. Onları günahsız olarak
huzuruna alır.
FE Fenâ makamı demektir. “Fenâ” olan insanda “Beka”
tecelli eder. Yok olduğunu kendi gözü ile görür. Dilerse Hazret-i Allah onu
kendi katına çıkarır.
“Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.”
Âyet-i kerime’sinin sırrı tecelli eder. (Bakara: 153)
Her zerrede O’nun tasarrufu görülür, her varlık O’nun aynası
olur.
Ulemâ-i Kiram ve Tasavvuf:
Zâhir ulemâsının muttaki olanları kalp erbâbının ve bâtın
ulemâsının üstünlük ve faziletini daima tasdik ederlerdi.
İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Şeybân Râî -kuddise
sırruh- isminde evliyâ-i kiramdan bir zâtın huzurunda, mektebe giden bir çocuk
gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı.
Onun bu durumunu bazı âlimler hazmedemediler. “Senin gibi
bir âlim nasıl olur da bir çobandan bilgi alır?” dediklerinde “Bu
zât bizim bilmediklerimizi bilir.” cevabını verdi. (İhyâ-u
ulûm’id-dîn)
Bir defasında İmam Ahmed bin Hanbel -rahmetullahi aleyh-
Hazretleri ile İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri kazaya kalmış
namazların nasıl kılınacağı hususunda konuşurlarken, yanlarına Şeybân Râî
-kuddise sırruh-Hazretleri gelmişti. İmam-ı Ahmed, İmam Şâfii’den o çobanı
imtihan etmek için izin istemiş. Fakat İmam-ı Şâfii Hazretleri o çobanın kalbine
dokunmayı lâyık görmemiş iken İmam-ı Ahmed Hazretleri çobana: “Bir mümin
bir vakit namazını kaçırsa, sonra da beş vakitten hangisini kaçırdığını unutsa,
hangi vakti kaza etmelidir?” diye sordu. Çoban dikkatle baktı ve:
“O kimse gaflette kalmıştır, beş vakti de kaza etmelidir.” cevabını
verdi.
İmam Ahmed -rahmetullahi aleyh-, çobanın mehâbetinden dolayı
kendinden geçip yere düşmüş, ayılınca velilerin çobanı böyle olursa, âlimlerinin
ne mertebede oldukları üzerinde düşünmüş ve muhabbet yoluna sülûk etmiştir.
Nitekim İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, evliyâ-i
kiram’dan İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri için: “Seyyidimiz,
efendimiz İbrahim” buyururlardı. Yakınları kendisine bu tazimin, bu
hürmetin sebebini sorduklarında: “Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz. Onlar
ise kendilerini unutup hikmetle Mevlâ’larını düşünürler.” cevabını
vermiştir. (Marifetname)
Onlar bütün bu hakîkatlara vâkıf ve vâris olduktan sonra
imametten velâyete nail olmuşlardır.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz o kadar büyük bir
âlimdir ki, İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretlerinin Hakk ile olduğunu
gördü, bildi ve söyledi.
Bunu biraz açalım. Ağzı mühürlü iki teneke var. Birisinin içi
mücevher dolu, diğerinin ise taş. Bunu dışarıdan görebilmek için kalp gözünün
açık olması lâzımdır. O ise gördü ve seçti, tâzim etti. Görülüyor ki bilmek
başka, olmak başka.
Bilen ve görebilen için zâhiri ilimle batınî ilimler arasında
bu kadar açık farklar vardır.
Onların içinde Hakk var. O ise bir maskeden ibaret, vücudu ise
elbiseden ibaret. İmam-ı Âzam Hazretleri ona bunun için tâzim etti. Niçin tâzim
etti? Hakk’a vâsıl olduğu için ve Hakk ile olduğu için tâzim etti. Vaktaki bu
tecelliyata mazhar olunca:
“Eğer şu iki sene olmasaydı, Numan helâk olurdu.”
buyurdu ve anlayanlara duyurdu.
Fakirin kanaatına göre bu ene kabuğunu son iki senede delmiş,
hiçliğini bilmiş ve Hakk’a vâsıl olmuş.
Esas budur. Bu hususta boşuna münakaşa edilmiştir.
Ey kendinde ilim ve varlık gören kendini bilmeyenler! Bu
beyandan ibret al da, helâk olmaktan kurtul.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz böyle buyurdu, sen
kim oluyorsun?
•
Allâme Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh- Hazretleri Yakup
Çerhî -kuddise sırruh- Hazretlerine intisab etmiş, daha sonra şeyhi onu kendi
mürşidi olan Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretlerine götürmüş. Onunla
görüştükten sonra:
“Yakup Çerhî’ye intisab etmeden önce râfizî imişim.
Alâeddin Attar Hazretlerine mülâki olduktan sonra Allah’ımı bildim.”
buyurmuş.
Buna benzer daha birçok misaller vardır.
İmam-ı Gazâlî ve Tasavvuf:
İmâm-ı Gazâli -kuddise sırruh- Hazretleri hicri beşinci asrın
en büyük âlimlerindendi ve kendisine “Hüccetül-İslâm” ünvanı verilmişti. Zamanın
en büyük ilim merkezi olan Nizamiye medresesi’nde yüzlerce talebe okutuyordu,
yüzlerce âlim yetiştirdi. Yaşadığı devrin bütün ilimlerine vukûfiyet
kesbetmişti.
Buna rağmen içindeki boşluğu dolduramıyordu, bir türlü tatmin
olamamıştı.
Nihayetinde tasavvufa yönelmiş, on yıl kadar süren bir inziva
hayatına çekilmiş, seyr-ü sülûk yolundaki zevki tattıktan sonra durumunu şu
şekilde dile getirmiştir:
“...Sonra kendi durumuma baktım. Bir de ne göreyim!
Dünyevî alâkalar içine dalmış batmışım. Bu alâkalar beni her taraftan sarmışlar.
Yaptığım işlerimi gözden geçirdim. Onların en güzeli tedris ve tâlim idi. Fakat
bu sahada da ehemmiyetsiz, âhiret yoluna faydası olmayan ilimlerle meşgul
olduğumu anladım. Tedris hakkındaki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızâsı için
değil, mevki ve şöhret kazanmak gayesi ile olduğuna kanaat getirdim. Bu hâlimle
uçurumun kenarında bulunduğuma, eğer durumumu düzeltmek için harekete geçmezsem
ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim.”
“Yakinen anladım ki, sûfiler hakikaten Allah yolunu bulan
kimselerdir. Onların gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol,
yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Dünyadaki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sahiplerinin
hikmetleri, şeriatın bütün teferruatını bilen zâhir ulemâsının ilimleri, onların
gidişat ve ahlâkından bir şey değiştirmek ve yerine daha iyisini koymak üzere
bir araya gelseler, buna muvaffak olamazlar.
Onların zâhir ve bâtınlarındaki hareket ve duyguların hepsi,
Nübüvvet kandilinin nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde ise nübüvvet nurundan başka
hidâyet rehberi, nûr kaynağı yoktur.” (El-munkizu min’ed-dalâl)
Eğer insanlar bu nurdan istifade etseydi, onlar da İmam-ı
Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi hakikatı anlardı.
Ey kendinde varlık gören! Hüccet’ül-İslâm olan İmâm-ı Gazali
-kuddise sırruh- Hazretlerinin bu durumundan ibret al da şu varlığından soyun.
Gerçek mânâda yolu ara ve bul!
Bediüzzaman ve Tasavvuf:
Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri İstanbul’a geldiği
yıllarda Erenköy’de zamanın Mürşid-i kâmil’i Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise
sırruh- Hazretleri ile görüşmüş ve intisab etmiştir. “Yeni Said” olarak
kendisini tanıtması bu yıllarda olmuştur.
Mektubat adlı eserinin 29. Mektub’undaki 3. Telvih’te tarikat
hakkındaki şu beyanları ne kadar arza şayandır:
“Madem Adalet-i ilâhiyye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu
hak görür; tarikat, yâni Sünnet-i Seniyye dairesinde tarikatın hasenatı
seyyiatına kat’iyyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarikat, ehl-i dalâletin
hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Adi bir samimi ehl-i tarikat;
sûrî, zahiri bir mutefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i
tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle
fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet
ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun
nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütemediği için, onlardan itimadını
kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarikatta hissesi
olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki
zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.
Bir şey daha var ki: Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i
İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarikat namını haksız
olarak kendine takanların seyyiatiyle, tarikat mahkûm olamaz. Tarikatın, dini ve
uhrevî ve ruhânî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız Âlem-i
İslâm içindeik kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en
birinci, te’sirli ve hararetli vasıta tarikatlar olduğu gibi, âlem-i küfrün ve
siyaset-i hıristiyaniyyenin, Nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına
karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyyeden bir kal’asıdır.
Merkez-i Hilâfet olan İstanbul’u, beşyüzelli sene bütün âlem-i
hıristiyaniyyeninin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerden
fışkıran envâr-ı Tevhid; ve o Merkez-i İslamiyedeki ehl-i imanın mühim bir
nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekyelerde “ALLAH, ALLAH!”
deyinlerin kuvvet-i imaniyeleri ve Mârifet-i İlâhiyyeden gelen bir muhabbet-i
ruhanî ile cuş u huruşlarıdır.
İşte ey akılsız hakimiyet-füruşlar ve sahtekâr
milliyet-perverler! Tarikatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek
hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?” (29. Mektup)
•
Dokuzuncu telvih’te Tarikat-ı aliye’nin faydalarından
bahsetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarikat
silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile
ebedü’l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla
dünyada ve berzahta mânen ünsiyet etmek ve evham ve şübehâtın hücumlarına karşı
onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir senet ve
kuvvetli bir burhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalâlet ve
şübehâtı def etmektir.”
.........
“Yedincisi: Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli
neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riyâ ve tasannu gibi
rezâilden halâs olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis
vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden
kurtulmaktır.”