1. Bölüm
ALLAH-U TEÂLÂ’NIN NURU, ÂLEMLERİN GURUR VE SÜRÛRU MUHAMMED
ALEYHİSSELÂM
Nur:
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken;
rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının
inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bu iradesini
yerleştirmek için de ruhlar âlemini ve cisimler âlemini, dilediği şekil ve nizam
üzere halketti.
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için
de mahlûkatı yarattım.” (K. Hafâ)
İşte bu hazineyi içinde bulan kimse, başka bir şey istemez ve
aramaz.
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak
kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen
vazifesidir.
Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet
etsinler diye yarattım.” (Zâriyat: 56)
Önce yaratanı bil de ondan sonra ibadet et. Bilinmeyen Allah’a
ibadet, suretten, şekilden ibaret olur.
Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da,
ezelden de önce vardı.
“O Evvel’dir.” buyuruluyor. (Hadid: 3)
O öyle Evvel ki, Zât-ı Ecell-ü A’lâ’sından başka hiçbir mevcut
yok iken O vardı. Bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir tek kelime ile meydana
çıkmışlar, “Ol!” emriyle oluvermişlerdir.
Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:
“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.”
(Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1317)
Zaman ve mekânı yaratmadan önce O var idi. Onları yaratmadan
önce nasıl idiyse, yarattıktan sonra da aynıdır.
Kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey
Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur.”
(K.Hafâ. 1, 309, 311)
Cemâl nurundan ilk evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra o
nurdan âlemleri yarattı, bütün mükevvenâtı da o nur ile donattı.
Ashâb-ı kiram’ın ileri gelenlerinden Câbir -radiyallahu anh-
Hazretleri: “Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ en evvela neyi yarattı?”
diye sorduğunda Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz buyurdular ki:
“Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu
kendi nurundan yarattı. O nur, Allah’ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O
zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yer ve gökler, cinler ve insanlar
daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört
parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem’i, ikincisinden Levh-i mahfuz’u,
üçüncüsünden Arş-ı rahman’ı halketti.
Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü.
Birinci parçasından Arş’ı taşıyan melekleri, ikincisinden
Kürsü’yü, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.
Diğer parçayı da yine dörde böldü.
Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden
cennet ve cehennemi yarattı.
Kalan parçayı da dörde böldü.
Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nurunu, ikinci
parçasından ilâhi mârifet yuvası olan kalplerinin nurunu, üçüncüsünden de
dillerindeki nuru yarattı. Bu da ‘Lâ ilâhe illallah Muhammed’ür-resulullah’
tevhid nurudur.” (El-Mevâhib’ül-Ledüniyye)
Hadis-i şerif’te son kalan parçanın dörde bölündüğü haber
verilmekte ve fakat dördüncüsünden bahsedilmemektedir.
Bu nur kıyamete kadar devam edecek olan nurdur. Tâ Âdem
Aleyhisselâm’dan itibaren gelen bütün peygamberler hep Muhammed Aleyhisselâm’ın
nuru ile geldiler. Bu nur her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nur, sahibine
kadar geldi. Zaten onun nuru idi. Nur nura kavuştu.
Daha sonra o nur vekillerine sirayet etmeye başladı ve bu nur
kıyamete kadar devam edecektir.
Elest Bezmi:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Gerçekten size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap
gelmiştir.” buyuruyor. (Mâide: 15)
“Nur” Muhammed Aleyhisselâm’dır. Zira ancak onun
vasıtası ile hidayete erişilir.
“Kitap” ise Kur’an-ı kerim’dir. O bir hidayet
rehberidir.
Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı,
Hakk ve hakikatı nasıl bulurdu?
Ruhlar âleminde “Elest bezmi”nde ilk defa ahid ve misakı
alınan ve:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf: 172)
Hitâb-ı izzet’ine ilk cevap veren odur. Peygamberliği her ne
kadar diğer peygamberlerden sonra ise de hakikatte onlardan öncedir. “Âlem-i
şehadet”te son peygamber, “Âlem-i misal”de ilk peygamberdir.
Hadis-i şerif’lerinde bu hakikatı beyan buyurmuşlardır:
“Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamberdim.”
(Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ’nın kendi nurundan ilk olarak yarattığı varlık
odur. Resulullah Aleyhisselâm’ın o zamanın peygamberi olduğu, peygamber olarak
halkedildiği beyan ediliyor.
“Ben yaratılış bakımından peygamberlerin ilki olduğum halde,
onların hepsinden sonra gönderildim.” (Hâkim)
Böylece, en son gönderilen o olduğu halde, bütün peygamberlerin
önüne geçmiş oldu.
Nitekim Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ onu,
seçtiği diğer peygamberlerden öne almıştır:
“Hatırla o zamanı ki, biz peygamberlerden kesin söz
almıştık. Resulüm! Senden de, Nuh’dan da, İbrahim’den de, Musa’dan da, Meryem
oğlu İsa’dan da.” (Ahzâb: 7)
Çünkü o, bütün peygamberlerden önce anılıp en son gönderilen
peygamberdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir
Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Ben Âdem yaratılmazdan ondörtbin sene önce, Azîz ve Celîl
olan Rabbimin yanında bir nur olarak mevcut idim.” (Kütüb-i Sitte Muhtasarı
Tercüme ve Şerhi. C.12, sh: 404)
Enbiyâ-i İzam
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği peygamber kulları da
derece derecedir. Sayıları yüzyirmidörtbini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i
ilâhî’nin birer tecellileridirler. Aslında aralarında fark yoktur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O’nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız.”
(Bakara: 285)
Ancak derecelerinin yüksekliğinde Allah-u Teâlâ’ya yakınlık
cihetinden birbirlerinden ayrı yanları vardır.
“Gerçekten biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.”
(İsrâ: 55)
Kimisi bir kabileye gönderilmiştir, kimisi bir ümmete, kimisi
bir nesle gönderilmiştir. Kimisi de bütün asırlar boyunca ümmetlerinin
peygamberi olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle
yükseltmiştir.” (Bakara: 253)
Bu bakımdan bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere
sahiptirler. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ulül-azm
peygamberlerin en üstünüdür.
Ağır Bir Misak:
Her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle
mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed
Aleyhisselâm’ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ onu o kadar sevmiş, seçmiş ki gönderdiği
peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm’dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını
anlatmıştır. Eğer onun saâdet asrına erişirlerse mutlaka ona iman edip yardım
edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini
ümmetlerine müjdelediler ve âhir zaman Peygamber’inin zaman-ı saâdetine
erişirlerse hemen iman edip dinine yardım edeceklerine dair onlardan söz
aldılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı.” (Âl-i
imran: 81)
Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı sübhânisi ile peygamberleri
arasındaki bu ahdi kuvvetli bir misak olarak kaydetmiş, bu kesin sözü yeminle
pekiştirmiştir.
“Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan
o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek.” (Âl-i
imran: 81)
O zât-ı âlî, peygamberler zincirinin son halkasını teşkil
edecek olan peygamber Muhammed Aleyhisselâm’dır.
“Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda
bulunacaksınız.” (Âl-i imran: 81)
Allah-u Teâlâ bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken,
hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştı. Hepsi de kendilerini tasdik
eden Muhammed Aleyhisselâm’a iman ve yardım için Allah-u Teâlâ’ya söz
vermişlerdi.
“‘Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız
mı?’ demişti.” (Âl-i imran: 81)
Peygamberlerden misak alındığının belirtilmesi, onlara tâbi
olan ümmetlerinden de alındığını gösterir.
“Onlar da: ‘Kabul ettik.’ demişlerdi.” (Âl-i imran: 81)
O Azîz peygamber’e iman ve yardım ile mükellef olduklarını
itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî’yi kabul ettiklerini söylediler. Onun
üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
“Allah da: ‘O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit
olanlardanım.’ buyurmuştu.” (Âl-i imran: 81)
Âl-i imran sûre-i şerif’inin 82. Âyet-i kerime’sinde ise böyle
bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin fâsık kimseler olacağı
bildirilmektedir:
“Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ
kendileridir.” (Âl-i imran: 82)
İlâhî Meth-ü Senâ:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
“Siz beni hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı derecede
methettikleri gibi, aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Benim hakkımda
‘Allah’ın kulu ve elçisidir.’ deyiniz.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1405)
Çünkü onun methedilmeye ihtiyacı yoktur. Onu övmek insana âit
değildir. Onu yaratan, onu âlemlerin nuru yapan Allah-u Teâlâ; onu meth-ü senâ
etmiş, fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki
mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’e çok salât ve
senâ ederler.” (Ahzâb: 56)
Peygamber’ine Allah-u Teâlâ’nın salâtı; onu en yüce makamda
anması, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Allah-u Teâlâ onu ne kadar çok seviyor ki; ona çok çok salât-ü
selâm getiriyor, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine olan sevgisini
beşeriyete duyurmuş oluyor. Bunun içindir ki onu hiçbir beşerin anlaması mümkün
değildir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah-u Teâlâ’ya duâ etmeleri,
istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini
çok sevdiği gibi meleklere de sevdiriyor. Bütün melekler ona hürmet ediyorlar,
tâzim gösteriyorlar.
Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek, kendileri için en
büyük rahmet olan Peygamber’lerine salât-ü selâm getirmelerini, ona gönülden
teslim olmalarını, saygı ve sevgi göstermelerini emir buyuruyor.
“Ey inananlar! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir
teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Ki bu sayede ilâhî rahmete, Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaat-ı
uzmâsına nâil olsunlar.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor,
sevgili Peygamber’ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret
diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî
ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve
tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve
mükâfatlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur’un aşkında ve şevkinde
yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar,
salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
Ebul-Ervah:
Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın nuru olduğu gibi aynı
zamanda ruhudur.
Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün
ruhları yarattı, o ruhtan bütün âlemlere hayat veriyor. O ebul-ervah’tır, bütün
ruhların babasıdır.
“Ey insan!” (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm’dır. İnsan-ı kâmil,
hülâsa-i insan odur.
Allah-u Teâlâ ona kendi lütf-u kereminin bir nişanesi olarak
“Yâsin! = Ey insan!” buyurdu.
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin: 4)
Âyet-i kerime’sinde en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen
ve beşeriyete duyurulan insan odur.
“Asluhu nûr cismuhu âdem,
Velekad kerremnâ benî âdem.”
Aslı nurdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki;
“Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık.” (İsrâ: 70)
Âyet-i kerime’sindeki mükerrem insan hitabının mazharı da yine
odur. İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların en
mükerremidir, en keremlisidir. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden
insanoğlu da istifade ediyor.
Allah-u Teâlâ onun hakkında bir Hadis-i kudsî’de:
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” buyurdu. (K.
Hafâ. c. 2, sh: 164)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin
Sebeb-i mevcudat, yani mevcudatın yaratılış sebebi olduğunu beyan buyurdu ve
beşeriyete duyurdu.
Demek ki o feleklerden değil, felekler onun nurundan
yaratılmıştır.
Sebeb-i Mevcûdat:
O bütün mevcudatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatın özüdür,
her şey ondan yaratılmıştır. Bu sebeple Sebeb-i mevcudat olmuş oluyor.
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu
yarattı ve o nurdan mükevvenâtı donattı. Onu yaratmasa idi, mükevvenâtı da
donatmayacaktı. Onun Sebeb-i mevcudat oluşu bu noktadandır. Her canlının Allah-u
Teâlâ’ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm’a müteşekkir olması lâzımdır,
çünkü onunla hayat bulmuştur.
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kâimdir.
Bu noktada gizli bir sır söyleyeyim:
Fakir: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resulullah”
dediğim zaman, her defasında gizli olarak Allah-u Teâlâ’ya şükrederim.
“Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun ki, sen kendi nurundan
onu yarattın, o nur ile mükevvenâtı donattın. Onu yaratmamış olsaydın kâinat da
olmayacaktı, ben de olmayacaktım, hiçbir şey olmayacaktı.”
diyorum.
“O Hakk’ın nûrudurİlim-irfan kaynağıdır
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”
Allah-u Teâlâ nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı. O
nur mükevvenâtın mayası oluyor. Yani mükevvenâtın aslı, Allah-u Teâlâ’nın
nurudur.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruluyor. (Nur:
35)
Bu Âyet-i kerime’nin en gizli sırrı, tarif ettiğim bu sözün
içinde gizlidir.
“Nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı.”
Halbuki nur da O’nun, yaratan da O, hep O... Hep Allah!..
Kendi nurundan yarattığı için, kendi nurundan mükevvenâtı
donattığı için hiçbir katkı yok. Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da
nur.
Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de
bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan
ilmi kati surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyat
verilmemiştir.
Eğer bu noktayı kavrayabilirseniz, göklerin ve yerin nur
olduğunu gözünüzle görmeseniz de, inanmakla kurtulmuş olursunuz.
Vaktaki içinde O olduğunu gördüğün zaman, kendinin bir
maskeden, bir örtüden, bir paçavradan ibaret olduğunu gördüğün zaman; bir de
bakarsın ki, meğer nurundan “Nur”unu yaratmış, o “Nur” ile mükevvenâtı donatmış.
Yani bu mükevvenâtın malzemesi nurdur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor.
(Enbiyâ: 107)
Bu “Nur”un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor.
Âlemlerin hayat bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için
yaratmıştır. O bir hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı. Hem “Rahmeten
lil-âlemîn”dir, hem de “Ebul-ervah”tır.
Kâinat o nurdan yaratıldığı için, âlemler rahmeti ondan
almıştır. Allah-u Teâlâ nurundan nurunu yarattığı için, o “Nur”dan da
mükevvenâtı donattığı için, o noktada “Rahmeten lil-âlemîn” olmuş, âlemlere
hayat veren kaynak olmuş, aynı zamanda “Sebeb-i mevcudat” olmuştur.
O “Rahmeten lil-âlemin” olduğu için, âlemdeki her zerre
nasibini ondan alıyor. Nereye baksan hep o nur. Ona verildiğinden ötürü kâinat
ona muhtaçtır.
Mümin bir kimseye mânevî olarak ne verilmişse onun vasıtasıyla
verilmiştir. Oradan o hayat suyu gelmedikçe hiç kimse iman etmiş olmaz. O mânevî
hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede mânevî hayat bulunmaz. İlâhî
feyz de iman şerefiyle müşerref olan müminlere ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın
Aziz’i, Halil’i ve Nur’u olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizden gelir.
En Büyük Nimet:
O ki, Allah-u Teâlâ’nın inanan bütün insanlara en büyük
nimetidir, o bir hidayet nurudur. Allah’a varan hedefe onun yolundan gidilir,
hakikatın köprüsüdür.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risalet
nurları kıyamete kadar devam edecek, insanlar o nurla hidayete ereceklerdir.
Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar
mevcudatın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da
mahlûkatın en şereflisidir.
Allah-u Teâlâ onu dost edindi, adını adı ile andı, ona imanı
Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra
“Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi.
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına
veya bir ümmete gönderildikleri için, yalnız kendi kavimlerine âittir. Fakat
Muhammed Aleyhisselâm bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur.
Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı onun irşad sahası içindedir.
O hem peygamberler silsilesini sona erdiren son peygamber, hem
de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhi bir mühürdür.
Peygamberlerin her biri birer yıldızdır. Güneşin doğmasından
önce insanlara ışık saçtılar, kendi ümmetlerinden zulmeti kaldırdılar.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ise fazilet semâsının güneşidir,
bütün nurların aslıdır. Cümle âlemin nuru, gurur ve sürûrudur. Nurlar onun
nurundan yayılmıştır.
Azîz Peygamber:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her zaman ve
mekânda Azîz’dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Mertebe ve
kemâli her an yükselmektedir. Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği ikram ve ihsanlar
sonsuzdur.
O ki yaratıkların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ’nın habibi,
dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği,
keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ
sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti
yapmıştır.
O ki iman hakikatlarının menbaı, Rahmânî sırların iniş yeri,
Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının
vasıtası, Livâ-i izzetin sahibi, ezel sırlarının müşahidi, Kelâm-ı kadim’in
tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin
ruhudur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Andolsun, içinizden size öyle aziz bir Peygamber gelmiştir.”
(Tevbe: 128)
Yaratan ona “Azîz” buyuruyor. O öyle bir
“Azîz”dir ki, onu ancak Yaratan bilir. Hiçbir beşerin onu idrak etmesi
mümkün değildir. Canlardan da cânanlardan da azîzdir.
O öyle bir nurdur ki, nurları o nurdan yarattı.
O öyle bir ruhtur ki, ruhları o ruhtan yarattı.
O öyle bir kandil ki;
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı,
Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.”
(Ahzab: 45-46)
Âyet-i kerime’si ile bütün âlemleri nurlandıran bir kandil
olarak vasıflandırılıyor.
İşte nurundan nurunu yarattığı için:
“Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buharî)
Bu Hadis-i şerif’in tecelliyâtı Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimize mahsustur. Allah-u Teâlâ kendi suretini aynada aksettirdi.
Aslı nur olduğu için nur nura aksetti.
“Âyinedir bu âlem her şey Hakk ile kâim,
Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.”
Allah-u Teâlâ o aynada aksetmiş, Yaratmak başka, aksetmek
başka.
O öyle bir ahlâk sahibidir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’sinde ona;
“Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin.”
buyurdu. (Kalem: 4)
O öyle bir rehberdir ki, Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’lerinde:
“Doğru bir yol üzerindesin. Üstün ve çok merhametli Allah’ın
indirdiği (Kur’an yolu üzerindesin).” (Yâsin: 4-5)
“Nurun Alâ Nur”:
Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği peygamber kullarının her
birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru
idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm’ın emaneti ile Nur-i Muhammedî ile
geldiler. Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizdeki her fazilet, meziyet
ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Muhammed Aleyhisselâm’ın nurunu
taşıdıklarından ötürüdür.
“Nur üstüne nurdur.” (Nûr: 35)
Yani Allah-u Teâlâ kendi nurundan Habib-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtının
hepsini de Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan yaratmıştır.
Onlardaki nur Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru idi.
Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nur onların üzerinde döndü
durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nurun sahibine kadar geldi. Zaten
onun nuru idi, nur nura kavuştu.
Allah-u Teâlâ’nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru Muhammed
Aleyhisselâm, hayât-ı saâdetlerinde o nuru taşıdı, o nur ile iş gördü.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nur:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî)
Hadis-i şerif’i mucibince vârislerine sirayet etmeye başladı.
Kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşıyorlar.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucurat: 7)
Âyet-i kerime’sinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı
anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur. Bu, hususa
âittir.
Onlar o Nur’un vârisi oldukları için, o nur onlara o Nur’dan
geliyor. Binaenaleyh onlarda bulunan nur, o Nur’dur.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye
vâris olmaktan büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi zâtına çekmişse,
emânetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu kime takmışsa,
vâris-i enbiyâ işte onlardır.
YAKINLIK NESEBİ
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra bu nur ikiye ayrılmış;
bir taraftan Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemize intikal ederek nesep
itibarı ile yürümüş, diğer taraftan da yakınlık nesebi ile bu nur devam
edegelmiştir. Hafî kısmı Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimize,
Cehrî kısmı Hazret-i Ali -kerremellahu veçhe- Efendimize verilerek nur iki
koldan devam etmiştir.(*)
HULEFÂ-İ RÂŞİDİN
İslâm binası bu dört direk üzerine kuruldu. Allah-u Teâlâ her
birine ayrı ayrı meziyetler vermiş, her biri ayrı ayrı tecelliyatlarla, ayrı
vazifelerle gönderilmiş, birine verilen lütuf diğerine verilmemiştir. Hepsi de
birer nurdur. Onlara verilen meziyetleri hiçbir beşerin hafsalası almaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir
defasında Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radiyallahu
anhüm- ile Uhud dağına çıkmıştı, onlar orada iken zelzele oldu.
Bunun üzerine buyurdular ki:
“Ey Uhud! Kımıldama, dur! Üstünde bir Peygamber, bir Sıddık,
iki şehid vardır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1492)
Bu mucize beyanı ile Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ile
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in şehit olacaklarını haber vermiş oldu.
1- HAZRET-İ EBU BEKİR SIDDÎK
-Radiyallahu Anh-
Mübarek isimleri “Abdullah”tır, “Ebu Bekir” ismi onun
künyesidir. “Sıddık” ve “Atik” lâkapları ile de tanınır. Babasının adı Osman
olup, Ebu Kuhâfe künyesi ile tanınmıştır. Annesi ise Selma Ümmül-hayr’dır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın doğumundan iki yıl sonra dünyaya
gelmiş, ahirete intikallerinden iki yıl sonra da vefat etmiştir.
Dostun En Yakın Dostu:
İslâmiyet’in intişarından önce de hakikatı arayanlardandı,
putlardan nefret ederdi. Yüksek seciye sahibi bir zat idi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın öteden beri en sadık dostu olması
hasebiyle, dâvetini ilk kabul eden odur.
Allah-u Teâlâ’nın Nur’u Muhammed Aleyhisselâm kendisine:
“Ben Allah’ın Resul’üyüm, seni Allah’a kulluğa dâvet
ediyorum.”
Buyurduğu ve sözünü bitirdiği anda müslüman olmuştu. Onun
hidayete ermesine fevkalade sevinen Resulullah Aleyhisselâm:
“Ebu Bekir’den başka, İslam’a dâvet ettiğim herkes bir
tereddüt geçirdi. Ebu Bekir ise ne durakladı ne de tereddüt etti.”
buyurmuştur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Eğer kendime bir dost edinmiş olsaydım, mutlaka Ebu Bekir’i
dost edinirdim. İyi bilin ki, sizin arkadaşınız Allah-u Teâlâ’nın dostudur.”
(Tirmizi: 3662)
Peygamberlikten önce o Nur’un en sâdık dostu idi. İslâmiyet’ten
sonra da en aziz arkadaşı, en fedakâr ve vazifeperver yardımcısı, peygamberlik
sırlarının en samimi mahremi, kudsi emanet yönünden sırdaşı, cemâlinin ve
kemâlinin aynası oldu.
Haiz olduğu bu yüksek rütbe o derece şâyân-ı gıpta idi ki;
Resulullah Aleyhisselâm bir şeye gücendiği veya müteessir olduğu zaman, Ebu
Bekir -radiyallahu anh- gelecek olsa, derhal tebessüm eder ve üzüntüsü hemen
giderdi.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Ebu Bekir benden, ben Ebu Bekir’denim. Ebu Bekir dünya ve
ahirette benim kardeşimdir.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında yeri daima
muhafazalı idi. Henüz gelmemişse boş bırakılır, oraya kimse oturmazdı.
Resulullah Aleyhisselâm mübârek yüzünü ona çevirir, ona bakarak konuşur, birçok
hususlarda onunla istişare ederdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah-u Teâlâ beni dört yardımcı ile güçlendirdi. İkisi gök
ehlinden yani Cebrâil ve Mikâil, ikisi de yeryüzü halkından yani Ebu Bekir ve
Ömer’dir.” (Tirmizî)
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- sağ kolu ise, Hazret-i
Ömer -radiyallahu anh- sol kolu idi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın kemâl ve faziletinden en çok feyz
alan zât-ı âlî şüphesiz ki odur. Müslüman olduğu andan itibaren Resulullah
Aleyhisselâm vefat edinceye kadar hep onlarla birlikte oldu. Hazarda ve seferde
onunla en çok düşen ve kalkan o idi. Hicrette refakat etti. Sırf onunla birlikte
olmak, onunla omuz omuza bulunmak için çoluk-çocuğunu geride bıraktı. Onunla
birlikte mağarada nâzik anlar yaşadı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizle üç gün üç gece beraber kaldılar.
Allah-u Teâlâ onun mağaradaki halini ve kalbine bağladığı huzur
ve itminanı, bu ulvî beraberliği Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“O ikinin ikincisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve
arkadaşına: ‘Üzülme! Allah bizimledir.’ diyordu.” (Tevbe: 40)
Çetin harp günlerinde; Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn’de,
Hudeybiye’de ve Mekke’nin fethinde o Nur’u bir an bile yalnız bırakmadı,
hepsinde de canını siper ederek mücadele etti. Bu sebepledir ki, Hazret-i Ali
-radiyallahu anh- ve diğerleri gibi düşman saflarının arasına dalma fırsatı
bulamıyordu. Kalbinde ve kesesinde nesi varsa onun yolunda harcadı.
Kızı Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-yı nikâhlayarak daha da
yakın oldu.
İmân-ı Kâmil Numunesi:
Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra imanda, amelde, ihlâsta,
ahlâkta insanların en büyüğüdür. İslâmiyet’in hükümlerini onun kadar iyi bilen
ve benimseyen ikinci bir fert gösterilemez. Onun imanı İslâmiyet’in temel
taşıdır.
“Peygamber hariç, Ebu Bekir herkesten hayırlıdır.” (C.
Sağîr)
Hadis-i şerif’inde beyan buyurulduğu üzere peygamberlerden
sonra en üstün, en faziletli insandır. Hakikat ehlinin rehberi, müşâhede ehlinin
öncüsüdür.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyururlar:
“Ebu Bekir’in imanı, âlemlerin imanı karşılığında tartılmış
olsa, onlardan ağır gelirdi.” (Beyhakî)
Sıddîkiyet Makamı:
“Sıdk”ı getiren Resulullah Aleyhisselâm, o sıdkı tasdik eden
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmuştur.
“Sıdk”ı tasdik; Resulullah Aleyhisselâm’a iman edenlerin
hepsine şâmil olmakla beraber, hususiyetle Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-a
âittir. Nitekim Miraç hadisesinden hemen sonra müşrikler “Duydun mu?
Arkadaşın neler söylüyor? Buna da inanacak mısın?” dediler. Hiç tereddüt
etmeden: “Bunu o haber vermişse doğrudur.” cevabını verdi.
İşte onun bu kesin tasdiki üzerine Âyet-i kerime nâzil
oldu:
“Sıdkı getiren (Muhammed) ve onu tasdik edenler (Sıddîk)
muttakilerdir.” (Zümer: 33)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Sıddıkiyet mertebesi velilik mertebesinden üstündür. Bu
makamın üstünde yalnız nübüvvet vardır. Peygambere vahiy yolu ile gelen ilim,
Sıddîk’a ilham yolu ile gelir.”
Bağlılık:
Resulullah Aleyhisselâm’ı sadece ademiyet gözü ile değil,
hakikat gözüyle de görmüştü. Onu öyle tanımıştı ki, ahirete gitmesiyle dünyada
durması arasında ona göre fark yoktu. Hakk’a nasıl tâzim ettiyse, o Nur’a da
öyle tâzim etti, saygı gösterdi.
Yanından hiç ayrılmadı. Ona gönülden bağlanarak “Bağlılık
numunesi” oldu. Onun bir yanılmasını, kendi doğru ve hâlis amelinden daha
değerli olduğunu bilerek “Keşke Muhammed Aleyhisselâm’ın bir yanılması
olsaydım.” buyurmuştu.
Câhiliye devrinde Kureyşliler’in hatırı sayılır ulu
kişilerindendi. Tanınmış dürüst bir tüccardı. Kumaş ve elbise satardı.
İslâmiyetle müşerref olduğu zaman kırk bin dirhemlik serveti
vardı. Malını Allah yolunda sarfetmekten müstesna bir zevk duydu. Mekke’de
yaptığı gibi, Medine’de de cömertçe harcadı.
Bilâhare İslâm tarihinde fevkalâde kıymet kazanmış birçok
muhterem ve mübeccel şahsiyetler, onun gayreti ve himmeti sayesinde müslüman
olmuşlardır.
Resulullah Aleyhisselâm kalabalık insan topluluklarının arasına
katılarak İslâmiyet’i tebliğ ettikçe, o da yanında bulunurdu.
Unutulmaz iyiliklerinden birisi de, müslüman olmaları yüzünden
çekmedikleri kalmayan zayıf ve kimsesiz müslümanları sahiplerinden büyük
meblağlar mukabilinde satın alarak hepsini azat etmesi, işkencelerden
kurtarmasıdır.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Resulullah Aleyhisselâm bir gün mal bağışında bulunmamızı
emretti. Bu da, elimde önemli miktarda servet bulunduğu bir zamana rastladı.
Kendi kendime: ‘“Eğer Ebu Bekir’i fazilette geçebileceğim bir gün varsa işte
o gün gelip çatmış bulunuyor.” dedim ve malımın yarısını bağışlamak istedim.
Resulullah Aleyhisselâm bana:
“Âilene bir şeyler bıraktın mı?” diye sordu.
“Bir bu kadarını bıraktım.” dedim. Sonra Ebu Bekir
-radiyallahu anh- getirip malının tümünü bağışladı. Resulullah Aleyhisselâm ona
da:
“Ey Ebu Bekir! Âilene ne bıraktın?” diye sordu. O
ise:
“Onlara Allah’ı ve Resul’ünü bıraktım.” diye
cevap verdi. İşte o anda ben: ‘Ebu Bekir’i demek ki hiçbir zaman
geçemeyeceğim.’ dedim.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
“Kim bize bir iyilikte bulunmuşsa mutlaka karşılığını ödemiş
bulunuyoruz. Ancak Ebu Bekir müstesna.
O öyle iyiliklerde bulunmuştur ki karşılığını ancak Allah-u
Teâlâ kıyamet gününde ona ihsan buyuracaktır. Hem sonra, başkasının bağışladığı
mal, Ebu Bekir’in bağışladığı kadar bana faydalı olmamıştır.” (Ebu Dâvud -
Tirmizi)
Hazret-i Ebu bekir -radiyallahu anh-in gözlerinden yaşlar aktı
ve: “Yâ Resulellah! Ben ve malım sadece senin için var değil miyiz?”
dedi. Değil malını, canını bile fedâ etmeye her an için hazırdı.
Mekke fethedildiği gün yaşlı ve gözleri görmeyen babası Ebu
Kuhâfe’yi Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına getirdi. İslâm üzerine biat için
Resulullah Aleyhisselâm’a elini uzattığında, Ebu Bekir -radiyallahu anh-
ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun ya Ebâ Bekir?” diye sorunca
“Babamın yerine amcanız Ebu Talib’in müslüman olmak üzere biat için elini
uzatması ve Allah’ın seni sevindirmesi benim daha çok hoşuma giderdi, onun için
ağlıyorum.” cevabını verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cennetin
sekiz kapısı bulunduğunu, Ebu Bekir -radiyallahu anh-ın da bu kapıların
hepsinden dâvet olunacağını haber vermiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Cebrâil yanıma gelerek elimden tuttu ve bana ümmetimin
gireceği cennet kapısını gösterdi.”
Ebu Bekir -radiyallahu anh- atılıp:
“Yâ Resulellah! Ben o sırada seninle olmayı ne kadar
isterdim, tâ ki ona ben de bakayım!” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Ey Ebu Bekir! Ümmetimden cennete ilk girecek kimse olman
sana yetmez mi?” karşılığını verdiler. (Ebu Dâvud: 4652)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- validemizden rivayet
edildiğine göre Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, Resulullah Aleyhisselâm’ın
yanına girmişti. Ona hitaben:
“Müjde! Sen Allah’ın ateşten azad ettiği kimsesin.”
buyurdu.
İşte o günden itibaren Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-,
“Azadlı” mânâsına gelen “Atik” diye isimlendirildi. (Tirmizî:
3679)
Ubudiyet:
Önce Resulullah Aleyhisselâm’da daha sonra da Hazret-i Allah’ta
fenâya erdi, vuslatı buldu, “Marifetullah”ın kaynağına ulaştı.
Huşû ve takvâ üzere ibadet eder, namaza kalktığında havf ve
haşyetten dolayı tir tir titrerdi. Gözü yaşlıydı. Kur’an-ı kerim okurken hem
ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı.
Muhabbetullah ile ciğeri püryan olduğundan, yanında duranlar
onun ağzından yanık ciğer kokusuna benzer bir koku duyduklarını
anlatırlardı.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün:
“Bugün sizden kim oruçlu olarak sabahladı?” diye sordu.
Ebu Bekir -radiyallahu anh-: “Ben!” dedi. Aynı şekilde arka
arkaya: “Bugün kim bir cnazeye katıldı?”, “Bugün kim bir fakire
yedirdi?”, “Bugün kim bir hastayı ziyaret etti?” buyurdu. Ebu Bekir
-radiyallahu anh- her defasında: “Ben!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
“Bu hasletler bir kimsede bir araya geldi mi, o kimse
mutlaka cennete girer.” buyurdu. (Müslim: 1028)
Câhiliyet zamanında dahi asla puta tapmamış, içki
içmemiştir.
Haramdan ve şüphelilerden son derece sakınırdı. Nitekim bir
kölesinin sihir karşılığı aldığı sütü içince, boğazına parmak salarak istifra
etmeye başlamış, neredeyse ölecek hale gelmişti. Daha sonra “Allah’ım!
Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım.” diye duâ
etti.
Son derece sade yaşar, geçimini ticaretle temin ederdi. Evi
misafire her zaman açıktı.
Ashâb-ı Kiram’ın En Üstünü:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefatı
ile neticelenen hastalığı sırasında mihraba yalnız onun geçirilmesini emretmiş,
diğer taraftan da:
“Ebu Bekir’in kapısından başka, mescide açılan bütün
kapıları kapatınız.” buyurmuştur. (Buharî)
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bu Hadis-i
şerif’e:
“Ebu Bekir’in yolunu kıyamete kadar bâki kıl.” mânâsını
vermiştir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bu yüksek yol, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-den
gelmektedir. Kendisi Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünüdür.”
(221. Mektup)
“Ashâb-ı kiram, kendileri arasında en üstün olarak Ebu
Bekir -radiyallahu anh- üzerinde ittifak etmişlerdir.
Ashâb-ı kiram üzerindeki bilgisi en kuvvetli olan İmâm-ı Şâfiî
-rahmetullahi aleyh- der ki: ‘Fahr-i Âlem -sallallahu aleyhi ve sellem- ahireti
şereflendirdiği zaman Ashâb-ı kiram pek muzdar kaldı. Semâ altında Ebu Bekir
-radiyallahu anh-den daha üstün birisini bulamadılar. Onu halife yapıp emrine
girdiler.’
Bu söz onun Ashâb-ı kiram’ın en üstünü olduğunda icmâ-ı ümmet
bulunduğunu göstermektedir. İcmâ-ı ümmet ise senettir, şüphe edilmemesi
gerekir.” (59. Mektup)
Cübeyr bin Mutim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin yanına gelip dönen bir
kadına tekrar gelmesini emredince kadın:
“Gelip de sizi bulamazsam ne yapayım?” diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu
ki:
“Beni bulamazsan Ebu Bekir’e müracaat et!” (Buhârî.
Tecrid-i sarih: 1485)
Bu Hadis-i şerif, kendisinden sonra Hazret-i Ebu Bekir
-radiyallahu anh-in halife olacağını bildiren bir mucizedir.
Sıddık-ı Ekber Sevgisi:
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimizi sevebilme
lütfunu Allah-u Teâlâ’dan dilemek lâzımdır. Bir mahlûkun kuvve-i beşeriyesi onun
büyüklüğünü anlayamaz. Allah-u Teâlâ’nın müstesna kullarındandır.
Allah’ım çok sevdirdiği için, biz onları anarken
“Müslümanların ilacı” diye vasıflandırırız. Anlaşılması için mevzu
arasında “Sıddık-ı Ekber” deriz. Fakat fakirin yanındaki ismi budur. Hep
bu isimle anarız. O her hastalığa bir ilaçtır. Her derde şifâdır. Bunu böyle
kabul etmişizdir.
Hizmet:
Resulullah Aleyhisselâm hastalanıp da namaza imamet edemeyecek
bir halde olduğunu görünce:
“Ebu Bekir cemaate namaz kıldırsın.” emrini vermişti.
Vefatında Medine-i Münevvere’yi derin bir matem havası
kaplamıştı. Böyle buhranlı bir anda soğukkanlılığını muhafaza eden zat yalnız o
oldu. Daha sonra kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu kendilerine halife
seçtiler. İki sene dört ay bu makamda kaldı, İslâmiyet’e çok büyük hizmetleri
dokundu. En yüksek makam ve idare işlerini hep ehil ellere verdi.
Kur’an-ı kerim’i cem ederek tek bir cilt haline getirilmesini
sağladı.
Muvaffakiyetinin en büyüğü, müslümanlığı asıl şekliyle muhafaza
etmekteki gayretidir. İslâmiyet’in hükümlerini onun kadar iyi bilen ve
benimseyen ikinci bir fert gösterilemez.
Her tarafta türeyen mürtedler, sahte peygamberler etrafında
toplanarak müslümanlığı yıkmaya teşebbüs ederken, bu sahtekârları ortadan
kaldırmayı başardı. Çeşitli mıntıkalara ordular gönderdi, ayaklanmaları kısa
zamanda bastırdı. Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu takip ettiği için muvaffak
oldu ve İslam birliği kısa zamanda tekrar kuruldu.
Müslümanlık onun zamanında bütün Arap yarımadasına yayılmış,
İran ve Bizans hududu dahiline girmişti.
İsabetli görüşlülüğü, muamelelerinde dürüstlüğü, tecrübe ve
güngörmüşlüğü, nefsine hakimiyeti, merhameti, samimiyeti ile tanınmıştı.
Mütevazi fakat vakarlı bir insandı. Rüyâ tabirlerinde de mâhirdi.
Devrinde müslümanlığın binası o kadar sağlam temellere
oturtuldu ki, kendisinden sonra halife olan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e
hemen büyümeye hazır bir devlet, düzen altına alınmış çok güçlü bir topluluk
bırakmıştı.
Onun bütün dehâ ve dirayeti, karar ve ısrarı yalnız ve yalnız
Allah-u Teâlâ’nın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine uyması
ve o Nur’u takip etmesi sebebiyledir.
Hicretin 13. senesinde soğuk algınlığından dolayı onbeş gün
kadar bir hastalıkla mübtelâ olduktan sonra, cemâziyel-âhir ayının 21. salı
gecesi 63 yaşlarında oldukları halde ebedî saâdetler âlemine göç
etmişlerdir.
2- HAZRET-İ ÖMER’ÜL-FARUK
-Radiyallahu Anh-
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ikinci halifedir. İslâmiyet’in
ilk yıllarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize düşman
kesilmiş ve onu öldürmek için and içmişti. Fakat Huzur-u nebevî’ye gelince o
Nur’un etkisinde kalarak Kelime-i şehâdet getirdi.
Kureyşlilerin birçok gizli plânlar yaparak Resulullah
Aleyhisselâm’ı ortadan kaldırmaya çalıştıkları bir dönemde müslüman oldu.
İslâm’ın en büyük düşmanları arasında iken, bir anda en büyük muhiblerinden
oluverdi.
Onun müslüman olmasıyla İslâmiyet büyük bir kuvvet kazanmış,
kısa zamanda duyulmaya ve yayılmaya başlamıştır.
Kerimesi Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemizi
Resulullah Aleyhisselâm’a nikâhlayarak ona kayınpeder olmuştur.
O Nur’a o kadar yakın oldu ki, her şeyini onun yolunda fedâ
etti.
“Ömer benimledir, ben de onunlayım. Hak ise her nerede
olursa olsun Ömer’den ayrılmaz.” (Câmiüs’sağir)
İltifatına mazhar oldu.
O da Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- gibi Resulullah
Aleyhisselâm’ın bütün savaşlarına katılmış, hiçbirinde bulunmamazlık etmemiş,
bütün andlaşmalarına, idarî tedbirlerine, İslâm için olan bütün teşebbüslerine
en faal bir şekilde iştirak etmiş, müşavirlik yapmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin
Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar
ki:
“Allah-u Teâlâ hakkı, Ömer’in diline ve kalbine koydu.”
(Ebu Dâvud: 2962)
Hak ile bâtılın arasını inceden inceye ayırdettiği için,
Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine “Fâruk” lâkabı
verilmişti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin âhirete
intikalinden sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in halifeliğini şiddetle
desteklemiş, onun vefatından sonra da kendisi halife seçilmiştir.
Halife olduktan sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-
zamanında başarılan işleri devam ettirdi. On yıl kadar süren başkanlığı
döneminde bütün İran fethedildi. Müslümanlar doğuda Sind ve Ceyhun nehirlerine
kadar hâkim oldular. Memleket Mısır’ın batı hududundan Asya’nın ortalarına kadar
uzanıyordu. İslâmiyet çok uzaklara kadar yayıldı. Muhtelif milletler, muhtelif
ırklar bir araya toplanmıştı. Gösterdiği adalet ve tarafsızlık sayesinde halk
İslâm’a ısınıyor ve bağlanıyordu.
İslâm devleti onun devrinde kuruldu, genişledi, cihangir bir
mâhiyet aldı. İslâmiyet Antakya’dan Yemen’e, Horasan’dan Trablus’a kadar geniş
bir sahada yayıldı. Bu muazzam sahalara huzur ve emniyet hâkim olmuştu.
Daha önceleri zâlim bir idare altında inleyen insanlar, İslâm
adâleti sayesinde emniyet içinde yaşadılar.
Devlet hazinesine pek çok dikkat eder, bir kimsenin hazineden
en ufak bir şey gasbetmesine imkân bırakmazdı. Mülki âmirlerden kaynağı belli
olmayan servetlerinin hesabını sorardı.
Devlet başkanları arasında onun kadar sade hayat sürene tesadüf
edilemez. Yer üstünde yatar, maiyetsiz seyahate çıkar, devlete âit develere
bizzat bakar, kapısında bir tek muhafız bulundurmaksızın yaşar, fakat bununla
beraber dünyanın en büyük hükümdarları onun şöhretinden titrerlerdi.
Sulh andlaşması yapmak için Kudüs’e giderken, şehre
yaklaştığında üzerinde pek sade ve mütevazi elbiseler vardı. Karşılamaya gelen
kumandanlar halk arasındaki nüfuz ve heybetinin azalmasından endişe ettiklerini
söylemişlerdi.
Buyurdular ki:
“Allah-u Teâlâ’nın bize ihsan ettiği nam ve şöhret,
müslümanlığa âittir. Kendi şahsım için sadelik kâfidir.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Câbir
-radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde onun hakkında:
“Güneş, Ömer’den daha hayırlı bir kimse üzerine doğup
batmadı.” buyurmuştur. (Tirmizi: 3685)
Dininde gayet salâbetli idi. Zâhirde halk ile bâtında Hakk ile
olmak ona mahsustur. Bilhassa feraset vasfıyla meşhurdur. Birçok incelik ve
mânâları söylemiştir. Fikirlerinde yüksek bir isabet mevcuttu.
Adâlet ve ahlâk timsali idi. Bütün ömrünü Hakk’a vakfetmişti.
Hayatı boyunca o Nur’un yolunu ve izini takip etti.
On yıl altı ay hilâfet makamında kalan Hazret-i Ömer
-radiyallahu anh- Efendimiz Mescid-i nebevî’de sabah namazı kıldırırken künyesi
Ebu Lü’lü olan Feyruz adındaki zerdüşt bir köle tarafından iki ağızlı bir
hançerle altı yerinden vurularak şehid edildi.
Suikasttan sonra üç gün daha yaşamış, bu en sıkıntılı anlarında
bile vasiyetlerde ve tavsiyelerde bulunmuştu.
3- HAZRET-İ OSMAN ZİNNUREYN
-Radiyallahu Anh-
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Hulefâ-i râşidin’in
üçüncüsüdür. Kureyş’in en asil âilesine mensup olup, müslüman olan ilk on
kişiden birisidir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- iman ettikten sonra
dostlarını irşada çalışmış, cahiliye devrinde en samimi ahbaplarından olan
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-a müslümanlıktan bahsetmişti. Onu Resulullah
Aleyhisselâm’a götürmek üzere iken bizzat kendileri Hazret-i Ebu Bekir
-radiyallahu anh-i ziyarete gelmiş ve Hazret-i Osman -radiyallahu anh-e:
“Ey Osman! Gel, Allah’ın ihsan ettiği cennete rağbet et. Şu
bir gerçektir ki, ben bütün insanlığa olduğu gibi sana da hidayet rehberi olmak
üzere gönderildim.” buyurmuştur.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- diyor ki:
“Duyduğum bu sözler o kadar saf ve sade, o kadar etkili
idi ki, Kelime-i şehâdet kendi kendine ağzımdan döküldü, hemen müslüman
oldum.”
Onun müslüman olması, Kureyşliler arasında şok tesiri yaptı,
büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Caydırmak için çok uğraştılar.
Başaramayınca da dayanılmaz baskı ve işkenceler yaptılar. Fakat azmini ve
İslâm’a bağlılığını kıramadılar.
Cahiliye devrinde servet sahibi ve itibarlı bir kimseydi.
Dürüstlüğü ve doğruluğu ile herkesin sevgisini kazanmıştı. O devirde de iffet ve
namusu ile tanınmıştı. Böyle bir kimsenin müslüman olması, insanların
İslâmiyet’e ısınmasına ve dehâletine vesile oldu.
Edep ve hayâ hazinesi idi. Bu sebeple de herkes ondan hayâ
duyar, hürmet ederdi. Hatta Resulullah Aleyhisselâm dahi onun bu meziyetinden
dolayı saygı duyardı.
Hane-i saâdete geldiğinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz kendisine çekidüzen vermişti. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-
Vâlidemiz bunun sebebini sorduğunda:
“Kendisinden meleklerin hayâ duydukları bir kimseden ben
hayâ duymayayım mı?” buyurmuştur. (Müslim: 4201)
Malını Allah yolunda seve seve infak etti. Bu surette
müslümanlığa büyük yardımlarda bulundu. Onun bu cömertlik meziyeti yanında
ayrıca merhamet, şefkat ve hilim de başlıca hususiyetlerindendi.
Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında yüksek bir mevkisi vardı. O
Nur’a o kadar yakın oldu ki, iki defa damat olmak devletine erdi. Rukiye
-radiyallahu anhâ- ile evlenmiş, onun vefatı ile de diğer bir kızı Ümmü Gülsüm
-radiyallahu anhâ- ile evlenmişti. Bunun için de kendisine “İki nur
sahibi” mânâsına gelen “Zinnûreyn” lâkabı verildi.
Son derece cesurdu. Bedir ve bir-iki gazâ hariç, bütün
gazâlarda Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında bulundu, vahiy kâtiplerinden birisi
idi.
Tebük’e gidecek orduyu techiz ettiği sırada Resulullah
Aleyhisselâm’a bin dinar getirdi ve kucağına döktü. Resulullah Aleyhisselâm
parayı kucağında altüst edip karıştırdı ve:
“Bugünden sonra Osman’a her ne yaparsa yapsın zarar
vermeyecektir.” buyurdu, bu sözü iki defa tekrar etti. (Tirmizi: 3702)
Resulullah Aleyhisselâm ondan râzı olarak vefat etmiştir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in devrinde halifenin
birinci kâtibi sayılırdı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in şehâdetinden sonra halife
seçilmiş ve oniki yıl müslümanların idaresinde bulunmuştur.
Halifeliğe geçtikten sonra da o Nur’un yolundan bir lâhza bile
inhiraf edip ayrılmadı. Oniki yıllık hilâfeti esnasında birçok cefâlara göğüs
gerdi, hiçbir felâket karşısında sarsılmadı, göz kamaştırıcı birçok icraatlar
yaptı. Devletin temelini sağlamlaştırdı. İslâmiyet’in geleceğini koruyacak
tedbirler aldı. Fütuhatlar onun zamanında da devam etti.
Devrinde İslâm fütuhatı son derece genişledi. Trablus onun
zamanında fethedildi. İran’ın fethi ikmal edildi. İran’a komşu olan Afganistan,
Horasan ve Türkistan’ın büyük bir kısmına İslâm bayrakları dikildi. Ermenistan
ve Azerbaycan fethedilerek İslâmiyet Kafkas dağlarına kadar dayandı. İslâm
tarihinde ilk deniz zaferleri onun zamanında kazanıldı. Kıbrıs fethedildi.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında bir
cilt halinde toplanan Kur’an-ı kerim, onun zamanında kurulan bir komisyon
tarafından çoğaltılarak mühim İslâm memleketlerine gönderildi.
Mushaf-ı şerif’i değiştirmeden, çıkarma ve ilâve yapmadan
terkip etmesi unutulmayacak hizmetlerden birisidir. Böylece müslümanların
Kur’an-ı kerim üzerinde ihtilâf etmelerine meydan bırakılmamış oldu.
Hicretin otuzbeşinci yılında bir Cuma günü, Mısır’dan gelen
âsiler sekseniki yaşında bulunan Hazret-i Osman -radiyallahu anh-i Kur’an-ı
kerim okurken ve oruçlu olduğu halde şehit ettiler.
4- HAZRET-İ ALİYY’ÜL-MURTAZA
-Radiyallahu Anh-
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz, Râşid halifelerden
dördüncüsüdür. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin amcası Ebu
Tâlib’in oğlu ve damadı idi. Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Validemiz’den
sonra müslümanlığı ilk kabul edenler arasındadır.
Resulullah Aleyhisselâm küçük yaşlarda baba ve anadan yetim
kalıp, önce dedesinin sonra da amcası Ebu Talib’in yanında büyüdüğü için,
Hazret-i Ali- radiyallahu anh- Efendimiz doğuşundan itibaren o Nur’un talim ve
terbiyesinde bulunmuş oldu. Bu sadece ona mahsus bir mazhariyettir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Bir kimse Ali’yi severse beni sevmiş olur, Ali’ye buğzeden
bana buğzetmiş olur.” buyurmuşlardır. (Münâvî)
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra bütün Mekke devrini teşkil
eden onüç seneyi Resulullah Aleyhisselâm’la birlikte geçirmiş, o Nur’un ulvî
meclislerinde bulunmuş, onun tebligatını dinlemiş, ibadetlerine iştirak
etmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın hicret ettiği gece çok büyük bir
tehlikeyi göze alarak suikastçileri yanıltmak maksadıyla onun yatağına girmekten
çekinmedi.
Resulullah Aleyhisselâm Medine-i münevvere’de Ensar ile
Muhacirler arasında kardeşlik tesis ettiğinde Hazret-i Ali -radiyallahu
anh-:
“Yâ Resulellah! Ashâbınızın arasını birbirleriyle
kardeşlediniz, amma beni kimseyle kardeşlemediniz!” dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
“Sen benim dünyada da ahirette de kardeşimsin.” buyurdu.
(Tirmizi: 3722)
Allah-u Teâlâ’nın, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-yı ona
nikâhlamasını emir buyurması üzerine kızını onunla evlendirmiş ve:
“Kızım seni âilemin en şereflisi ile evlendirdim.”
buyurmuştur.
Bir süre sonra müslümanlarla müşrikler arasında savaşlar
başlayınca, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu silahlı mücadele hareketlerinin
kahramanı oldu. Müşriklere karşı İslâm saflarında mertçe ve yiğitçe savaştı.
Hendek savaşı’nda büyük savunma faaliyetlerinde bulundu.
Hendeği geçen müşriklerin meşhur cengaverlerinden Amr bin Vud El-Amirî’yi
tepelemesi İslâm ordusunda büyük sevince sebep olmuştu.
Resulullah Aleyhisselâm Hayber günü şöyle buyurmuştur:
“Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, o Allah’ı ve
Resul’ünü sever, Allah ve Resul’ü de onu sever.” (Müslim: 2404)
Bu söz üzerine herkes “Beni mi seçer?” ümidiyle beklerken
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-i çağırdı ve sancağı ona verdi. Allah-u Teâlâ onun
eliyle fethi müyesser kıldı.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz ilim, takva, ihlâs,
samimiyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâki ve
insani vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahip idi. Tebük’ten başka bütün
gazalarda Resulullah Aleyhisselâm’la beraber bulundu. Yüzü aşkın harbe katıldı.
Cesaret ve kahramanlığı pek yaman bir mücahid olan Hazret-i Ali -radiyallahu
anh- Efendimiz, Bedir ve Uhud Savaşlarında da ifade edilemeyecek derecede
mücadele sergiledi.
İslâmiyet’in ilk yıllarında o Nur’un etrafında pervane olduğu
gibi kendisinden önceki halifeler zamanında da İslâm için canla başla çalışmış;
altı yıl kadar kaldığı hilâfet makamında da şehit oluncaya kadar bir an olsun o
Nur’un ışığından ayrılmamıştır.
Kendisinden önceki üç halifenin de en yakın yardımcıları o idi.
Resulullah Aleyhisselâm gibi onlar da kendisinden çok memnun idiler.
Mürtedlerin, zekât vermek istemeyenlerin ve Medine-i
münevvere’ye hücum edenlerin çıkardıkları karışıklıklar sırasında Hazret-i Ebu
Bekir -radiyallahu anh-i daima destekledi ve yanında yer aldı.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- yerine Hazret-i Ömer
-radiyallahu anh-i bırakmak istediği sırada ilk defa: “Ömer’den başkasını
istemeyiz!” diyen odur. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in, görüşlerine
daima başvurduğu müşaviri ve kadısı idi.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- halife seçilince ona da hemen
biat etti, yanında yer alarak daima kendisini destekledi.
Onun şehâdetinden sonra, karışık bir hengâmede halife seçildi.
Dâvâyı sükûnet ve akl-ı selim dairesinde hareket ederek halletmek için çaba
harcadı.
İdare merkezini Medine-i münevvere’den Küfe’ye nakletti. Bir
program dairesinde hareket ederek dahili vahdeti temin etmek istedi. Vilayetlere
gönderilen valiler vahdet ve sükûnu temin hususunda muvaffakiyetler
gösterdiler.
İlim ve akıldan yana derecesine pâyan yoktur. Ashâb-ı kiram’ın
en büyükleri bile ondan fikir alırlar, ilim öğrenirlerdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer
Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlmi isteyen kapısına
müracaat etsin.” (Tirmizî)
Çözülemeyen meseleler, onun hükmüyle karara bağlanırdı. Dine
bağlı olanlara saygı, fikirlere ilgi gösterirdi. Hikmetle söyler, adaletle
hükmederdi. Fevkalâde şecaat sahibiydi.
İbn-i Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında
şehit edildi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet üç kişiye iştiyak duymaktadır: Ali, Ammar ve
Selman.” (Tirmizî)
Radiyallahu anhüm ecmain.
SÂDÂT-I KİRAM
-KADDESALLAHU ESRÂREHÜM-
Nur’un İntikali:
Resulullah Aleyhisselâm âhirete intikal ettikten sonra o nur,
vârislerine sirayet etmeye başladı. Yakınlık nesebi itibarı ile Hazret-i Ebu
Bekir -radiyallahu anh-e geçti. Kıyamete kadar gelecek enbiyâ vârisleri de o
nuru taşıyorlar. Resulullah Aleyhisselâm’ın ruhanî hayatı silsile-i sâdât
vasıtası ile gönülden gönüle aktarılarak günümüze kadar ulaşmıştır. Binaenaleyh
kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşımaktadırlar.
Mânevî nesep itibarı ile en yakın olanlar, mânevî fütuhatlarla
gönül kapılarını açtılar. Bu fütuhat el’an devam ediyor.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda da O’nun
Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?” (Âl-i imran: 101)
Âyet-i kerime’sinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı
anlaşılmış oluyor.
O nuru taşıdıklarından ötürüdür ki, her bir peygambere ayrı bir
hâlât verildiği gibi, vekil olan her bir velî, bir peygamberin hâlâtını taşır. O
peygambere verilen hâlât ona da verilmiştir. O peygamberin hem emanetini, hem
tecelliyatını, hem de ibtilasını taşır. Niçin? Onun vekili olduğu için. Diğer
peygamberler de onun nurunu taşıyorlardı. Bu nuru taşıyan veliler de bu lütfa
mazhardırlar. Onlara verilen her nimet ve keramet, hep Resulullah
Aleyhisselâm’ın emaneti üzerlerinde olduğu için, vâris-i enbiya oldukları için
verilmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın tam vârisleri bir evlat derecesinde
olup, zâhirî nesep itibarı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep
itibarı ile en yakınları onlardır.
Onlar esrar odasının has erleridir.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretlerinin yoluna girip,
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri üzerinden gelen yine onun
ıyâlidir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:
“Biz bir kere Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in
yanında otururken Cumâ sûresi nâzil olmuştu. Resul-i Ekrem: ‘Ashâba
erişmeyen ümmetlere de peygamber gönderdi.’ âyetini okuyunca:
‘Yâ Resulellah! Biz Ashâbına erişmeyen kimseler kimlerdir?’
diye soruldu. Resulullah cevap vermeden sorgucu üç kere tekrarladı. Aramızda
Selmân-ı Fârisî de vardı. Resulullah mübârek elini Selmân’ın üzerine koydu.
Sonra:
“Şunlardan öyle erler veya er vardır ki, eğer iman yıldız
mesabesinde olsa muhakkak onlar ona yetişir, onu tutar.” buyurdu.”
(Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1747)
Binaenaleyh Arab olmak şart değildir. Nice kimseler bu büyük
lütuf ve mazhariyete nâil olacaklardır.
Allah-u Teâlâ dilediğini zâhirî nesep itibariyle gönderir,
dilediğini de mânevî nesep itibariyle gönderir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“İmâm Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin benim ehlimdir. Ebu
Bekir ve Ömer ehlullah’tır. Ehlullah ise benim ehlimden efdaldir.”
(Nevadirül-usül)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Sıddık-ı
Ekber -radiyallahu anh- ile Ömer-ül Faruk -radiyallahu anh-in kendisine daha
yakın olduğunu beyan buyurarak, mânevi nesep itibariyle evlat olanların zâhiri
nesepten daha efdal olduklarını haber vermişlerdir.
İşte en büyük delil budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Selman-ı
Fârisi -radiyallahu anh- Hazretleri için buyururlar ki:
“Selman bizdendir ve Ehl-i beyt’tendir.” (Taberânî)
Herkes biliyor ki Selmân-ı Fârisi -radiyallahu anh- Hazretleri
Acemdir. Amma mânen öyle yaklaşmış ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz onun hakkında: “Ehl-i beytimdir.” buyurmaktadır. Buradaki ıyâl
mânevi ıyâldir ve mânevi ıyâl maddi ıyâli de geçebilir.
Bu Hadis-i şerif mânevi ıyâl ve mânevi nesebi tarif etmektedir.
Yani Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği zaman dilediği şekilde gönderir. İşte
sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyete vâris olanlar yalnız bunlardır. Has oda ile
tarif edilenler de bunlardır. Allah-u Teâlâ bunları dilediği zaman mânevi nesep
itibarı ile gönderir.
Hülâsa olarak hepsi Resulullah Aleyhisselâm’ın ıyâlidir. Kimisi
Sıddıkiyye yolundan gelir. Kimisi de Hazret-i Ali -kerremellahu veche-
Efendimizin yolundan gelir. Bazen her ikisinin bir kimsede cem olması da
mümkündür. Yani hem zâhiri nesep itibariyle Hazret-i Ali -kerremellahu veche-ye
hem de mânevi nesep itibariyle Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-a varırlar. İşte
bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hem nübüvvet ve hem
de velâyet haline sahiptirler.
Mânen öyle yakınlık var ki, en yakından da yakındır ve bu
yakınlık kıyamete kadar bir yoldan devam eder. Her fazilet her meziyet o Nur-i
Muhammedî sayesindedir.
•
Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- Vâlidemizin soyundan
geldiğim için, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz dedem olması hasebiyle;
ayrıca Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimizin yolunun yolcusu
olduğum için; dolayısıyle Hafî ve Cehrî iki yoldan geldiği için, Allah-u Teâlâ
bu fazileti, bu nuru Hâtem’de toplamış. Yani iki nur Hâtem’de toplanmış
durumdadır.
Hâtem-i velilik hem nesep itibârı ile hem de mânevî yol ciheti
ile birleşiyor. Bu hususlar gizlidir, beşerin idrâkinin dışındadır. Allah-u
Teâlâ dilediğini dilediğine veriyor.
•
SİLSİLE-İ CELİLE-İ ÂLİYE
Hâlik-ı arz-u semâya eyleriz hamdü senâ,
Ahmed-i Muhtar’ı kıldı âleme nûr-i hüda.
Hazret-i Sıddîk-u Selman, Kâsım-u Câfer gibi,
Eylemiş neşr-i hakikat Bayezid-i rehnûma.
Bûl Hasen zât-ı mükerrem bû Ali kân-ı kerem,
Yusuf-i vâlaşiyem sâlâr-ı ceyş-i asfiyâ.
Hâce Abdülhâlik oldu Ârif-i Mahmûda pir,
Şeyh Ali, Baba, Külâl etti cihânı rûşenâ.
Vâris-i taht-ı tarikat şâh-ı âlem Nakşibend,
Eyledi Hâce Alâeddini halka pîşuvâ.
Oldu Yâkub’a Ubeydullah Ahrârî halef,
Hazret-i Zâhid’le geldi âleme zevk-u safâ.
Nûr-i çeşm-i mârifet Derviş Muhammed Hâcegi,
Feyz-i Bâki’yle cihân-ı mânevi buldu bekâ.
Hazret-i Ahmed Müceddid Urvetü’l-Vüskâ olup,
Şeyh Seyfeddin-u Seyyid Nûr’a nûr i’tilâ.
Habîbullah Mazhar-ı Şah Abdullah pîr-i Dehlevi,
Hazret-i Hâlid’le oldu kalb-i sâlik pür-ziyâ.
Seyyid-i âli neseb Tâha’l-Hakkâri’den sonra,
Pirimiz Tâha’l-Harîrî oldu kutb-i evliyâ.
Hâiz-i makam-ı Kutbu’l-aktab Gavs-i müceddid,
Eşşeyh Muhammed Es’ad Erbili bilütf-i Hüdâ.
Hayatında nice mürde dili ihyâ eyledi.
Her cihetten her an halkı Hakk’a irşad eyledi.
Vâris-i mensûb-i Es’ad, mürid-i esrâr-ı Hakk,
Ol Mübarek Kutbu’l-aktab Halil Fevzi kulunu
kılma gufrandan Cüda.
Eyleriz arz-ı dehâlet dergâh-ı sâdâta biz,
Hâtem-i Veli ve ihvânını mağfiret kıl ey Hüdâ!
Ve sallallahu alâ seyyidinâ Muhammedin nurin-nûr
Sübhânel-melikil-azîzil-kadîril-ğafûr.
2- Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-
3- Selmân-ı Fârisi -radiyallahu anh-
4- Kasım Bin Muhammed -radiyallahu anh-
5- Cafer-i Sâdık -radiyallahu anh-
6- Bâyezid-i Bestâmî -kuddise sırruh-
7- Ebu’l Hasan Harkânî -kuddise sırruh-
8- Ebu Ali Farmedî -kuddise sırruh-
9- Yusuf Hemedâni -kuddise sırruh-
10- Abdülhâlik Gücdüvâni -kuddise sırruh-
11- Ârif Rivegerî -kuddise sırruh-
12- Mahmud Fağnevî -kuddise sırruh-
13- Ali Râmitenî -kuddise sırruh-
14- Muhammed Baba Semmâsî -kuddise sırruh-
15- Seyyid Emir Külâl -kuddise sırruh-
16- Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh-
17- Alâeddin Attar -kuddise sırruh-
18- Yakub Çerhî -kuddise sırruh-
19- Ubeydullah Âhrar -kuddise sırruh-
20- Muhammed Zâhid -kuddise sırruh-
21- Derviş Muhammed Semerkandî -kuddise sırruh-
22- Hâcegî Muhammed İmkenegi -kuddise sırruh-
23- Hace Muhammed Bâkibillâh -kuddise sırruh-
24- İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî -kuddise sırruh-
25- Muhammed Mâsum Serhendî -kuddise sırruh-
26- Muhammed Seyfeddin Serhendî -kuddise sırruh-
27- Nûr Muhammed Bedâûnî -kuddise sırruh-
28- Mazhar-ı Cân-ı Cânan -kuddise sırruh-
29- Abdullah Dehlevî -kuddise sırruh-
30- Mevlânâ Hâlid Ziyâeddin-i Bağdâdi -kuddise sırruh-
31- Tâhâ’l Hakkâri -kuddise sırruh-
32- Tâhâ’l Harîrî -kuddise sırruh-
33- Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-
34- Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh-
35- Hâtem-i Veli
Fırka-i Nâciye:
Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda
bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları
takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla
nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk’tan
beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî’ye ve feyz-i
samedânî’ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ’nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve
çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata
şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama
dayanan bir ilimdir. Nakli ve akli delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve
ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün
değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri,
gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları
ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah’ın -sallallahu aleyhi ve sellem-
ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile
boyanmışlardır.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse
farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u
Zülcelâl vardır. Onlar Hakk’ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Âyet-i kerime:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve
onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele: 22)
Ayrıca onlar Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i
nâciye” yani kurtulmuş fırka lâkabıyla müşerref kılınmışlardır.
Bu kalpleri diri hakikat ehilleri Resulullah Aleyhisselâm’ın
yolundan; Ashâb-ı kiram’ın, selef-i sâlihin’in yolundan yürümüşler, sırat-ı
müstakim’den bir an bile ayrılmamışlardır.
Bugüne kadar bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun saliklerini
bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle
müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz
almışlardır.
•