6. bölüm
VELİLER VE VELÂYET
Veliler ve Velâyet:
Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. “Evliyâullah”
Allah-u Teâlâ’ya dost olanlardır.
Velâyet ise; Allah-u Teâlâ’nın kulunu, kulun Mevlâ’sını dost
edinmesi, Hâlik ile mahlûk arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir.
Kulun Hakk’ta fâni olup O’nunla bekâ bulmasından ibarettir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah müminlerin dostudur.” (Âl-i imran: 68)
Allah-u Teâlâ’nın kuluna yakınlığı dünyada ona lütfedeceği
mârifeti ile, ahirette de rıdvan ile vukua gelir. İlim ve kudretiyle yakınlığı
bütün insanlara şâmildir, ünsiyeti ile yakınlığı ise velilere hastır.
Saîd bin Cübeyr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize evliyâullahın kimler olduğu
sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
“Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur,
onları gören Allah’ı hatırlar.” (Câmiüs-sağîr)
Bu Hadis-i şerif’e göre Allah dostlarının sîret ve halleri
Allah-u Teâlâ’yı akla getirir. Çünkü onlarda edep, hayâ, huzur, huşu ve tevâzu
alâmetleri dikkati çeker.
“Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.” (Fetih: 29)
Âyet-i kerime’si bu hususa işaret eder.
Onlarla bulunan, sohbetlerinden istifade eden, öğüt ve
irşadları istikametinde Allah-u Teâlâ’ya kulluk vazifelerini ifâya çalışan
kimseler, bu Hadis-i şerif’in sırrını onlarda açıkça görürler.
Amr bin Cemuh -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
kudsî’de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kullarımdan benim velilerim ve halkımdan sevdiklerim o
kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum.”
(Râmuz el-Ehâdis)
Yüzyirmidörtbin peygambere mukabil her asırda yüzyirmidörtbin
veli bulunur.
Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur,
onlar mahzun da olmayacaklar.” buyuruyor. (Yunus: 62)
Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku
kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmiş ile ilgili hüzün yoktur,
müjdeler vardır.
“Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır.” (Yunus: 63)
Velâyet nurları üzerlerine akseder durur. Tam bir iman ile
ilâhî emirleri ve hükümleri ifâya devam ederler. Her türlü haram ve şüpheli
şeylerden sakınırlar.
“Dünyâ hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır.”
(Yunus: 64)
Bu da onların hususiyetleridir. Allah-u Teâlâ’nın kendilerine
karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette
de müjdelenmişlerdir.
Dünyadaki müjde Allah-u Teâlâ’nın dostluğu ve onlara olan
teveccühüdür. Bundan daha büyük müjde olur mu?
Onlar ahirette de O’nunla olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmuşlar:
“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i
İlâhî’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizi: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabblerine
bakarlar.” (Kıyâmet: 22-23)
Bunlar mukarreblerdir ve Adn cennetinin ehlidirler.
“Allah’ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur.” (Yunus:
64)
O’nun verilmiş hükmünü kaldıracak hiçbir kuvvet yoktur, olması
ihtimali de mevcut değildir. Elbette ki ilâhî vaad tamamen gerçekleşecektir.
“Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir.” (Yunus: 64)
Evliyâullahın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir
ihsan-ı ilâhîdir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.
Çünkü onlar peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle
beraber bulunurlar. En büyük saâdet ise; Allah-u Teâlâ’nın cemâl-i bâkemâli ile
müşerref olurlar. İşte bundan daha büyük saâdet olamaz.
Velâyet; “Bâtınî” ve “Zâhirî” olmak üzere ikiye ayrılır.
Bâtınî velâyet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizin velâyetidir. Zâhirî velâyet ise beşeriyetin mazhariyetine göredir.
Bir kısmı umumî olup, buna “Velâyet-i amme” adı verilir. Bütün enbiyânın,
evliyânın ve tevhid ehlinin velâyetidir. Hususi olana ise “Velâyet-i hassa”
denir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize ve onda fâni olan
kutuplara mahsustur.
Bir velâyet hangi mertebede vâki oluyorsa, o mertebeye göre
isim alır. O mertebe ve makamlardan süzülen bir veli ise o nisbette Hakk’a
tekarrüb eder.
HADİS-İ ŞERİF’LER
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u
Teâlâ’nın veli kullarını Hadis-i şerif’lerinde şöyle beyan eder:
“Cenab-ı Hakk’ın koruması ile belâ ve musibet, ibadete düşkün
olan Mü’min-i kâmilin kalbini zikir ve fikirden men eyleyemez.”
(C.Sağir)
“Mahlûkattan hiçbir şeye lânet etmemek, velilik makamında
bulunan ‘Ebdal’ların alâmetidir.” (Münâvi)
“En hayırlılarınız size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi
artıran ve davranışları sizi ahirete teşvik edendir.” (C.Sağîr: 3995)
“Cenab-ı Allah dünyaya: ‘Bana hizmet edenlere hizmet et!’ diye
ferman buyurur.” (Münâvi)
HADİS-İ KUDSÎ
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Kim benim bir veli kulumu korkutursa, bana harp için meydan
okumuş gibi olur. Mümin kulum bana, üzerine farz kıldığım ibadetlerle yaklaştığı
gibi hiçbir şeyle yaklaşamaz. Mümin kulum nafile ibadetlere devam eder ve
nihayet ben onu severim. Kimi de seversem onun için kulak, göz ve (ona güç
veren) arka olurum. Benden bir şey isterse ona verir, bana dua ederse, ona
icâbet ederim. Yaptığım hiçbir işte, mümin kulumun ruhunu almak hususunda
tereddüt ettiğim gibi tereddüt etmedim. O ölümden hoşlanmaz, ben de ona kötülük
etmekten hoşlanmam, ancak bu da mutlaka olacaktır.
Mümin kullarımdan bir kısmı bazı ibadetlere zevkle dalar, fakat
ben onu ondan alıkorum ki kalbine kendini beğenme hali girip de onu ifsad
etmesin.
Bazı kullarım vardır ki, onlara ancak zenginlik yaraşır. Şayet
onu fakirleştirirsem (bu fakirlik) onu yoldan çıkarır.
Bazı kullarım vardır ki, ona ancak fakirlik yaraşır. Eğer ona
bol rızık versem, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak sağlık yaraşır. Şayet onu
hastalandırırsam, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak hastalık yaraşır. Eğer onu
sağlığına kavuşturursam, bu onu ifsad eder.
Şüphesiz ki ben kullarımın kalblerindekileri bilerek onları
idare ederim. Muhakkak ki ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olanım.”
(Kenzü’l-ummâl)
EVLİYÂULLAH SEVGİSİ
Allah-u Teâlâ’nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi
beslemelidir. Zira onlar Hakk’ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği
kullarıdır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz.” (En’am:
83)
İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek
bahtiyar insan bunlardır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bize kendi katından bir veli ver, bize kendi katından bir
yardımcı ver.” (Nisâ: 75)
Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime’yi:
“Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek
bir veli ver.” şeklinde mânâlandırmışlardır.
Duâlarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizin:
“Ey Allah’ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve
beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle.” (Tirmizi)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade
etmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever.
Bu, hukuk-u peygamberiye gereğidir. Hakk’ın dostlarını sevmek ve onların
sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve ahiret sermayesidir. Onlara Allah
için gönülden bağlı olanlar, ahirette de onlarla beraberdirler. Onların
gönüllerine girenler onlarla ilhak olurlar.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında
besleyebildiğim cüz’i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur.”
buyurmuşlardır. (31. Mektup)
Yusuf Aleyhisselâm’ın bir peygamber olduğu halde:
“Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim
yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine
kat.” (Yusuf: 101)
Diye duâ ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde haber
veriyor.
O, bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah’a
gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Evliyâullah’a yakın olan feyz ve berekete nâil olur. Bir
istekte bulunurken, bu gibi zevât-ı kiramın yüzü suyu hürmetine istemek çok
faydalı olduğu gibi, onları vasıta yaparak Allah-u Teâlâ’ya sığınmak da çok
mühimdir.
Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir
dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de
Allah’tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, sen Peygamber
de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah’ı affedici ve merhametli
bulurlardı.” (Nisâ: 64)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de veli kulları hakkında şöyle
buyurmaktadır:
“Muhakkak ki Ebrar’ın benimle mülâki olmaya iştiyakları
çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir.”
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ’nın onların üzerinde ne
kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var?
Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi
oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.
Diğer bir Hadis-i kudsî’de ise şöyle buyurur:
“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân
ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri
yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu
severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü
olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle
yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle
konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa
ben onu muhafaza ederim.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 2042)
Allah-u Teâlâ onları muhafaza eder, onları kendi hallerine
bırakmaz.
Sıdk-ı sefâ, zevk-i vefâ, dünya ve ahiretten tecrid ile tâlib-i
Mevlâ bunlardır.
Mânevi ve rûhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu
edenler, kalplerini evliyâullahın rûhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.
VELİLERİN DERECELERİ
Muayyen Toplantılar:
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği veli kullarından vazifeli
olanlar muayyen zamanda toplantılar yaparlar. Bu toplantıların ekserisi Mekke-i
Mükerreme’de ve Ravza-i Mutahhara’da olduğu gibi; emrolunduğu çeşitli yerlerde,
hatta hiç akla gelmeyecek yerlerde de yapılır.
Onlar bu toplantılara emirle iştirak ederler ve çıkacak hükmü,
verilecek emri beklerler.
O hüküm Allah-u Teâlâ’dan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem-ine, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden de zamanın kutbuna,
nâibine gelir.
Bu toplantılara Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz iştirak ettiği zaman kutbun hükmü yoktur, orada Resulullah
Aleyhisselâm’ın hükmü vardır, o emir verir. Daha sonra nâib tebliğatı yapar ve
emrin icrasına geçilir. Hükme göre hareket ederler, hiç kimse emirsiz kendi
başına hareket edemez.
Onlar hizmetçidir, verilen emre bakarlar. Ve yalnız emredileni
yapmaya sahib-i salâhiyettirler. Ve fakat umumi salâhiyet olmadan hususi
salâhiyetin hiç hükmü yoktur. Şu kadar var ki kendilerine verilen salâhiyet
dahilinde müzakere yaparlar. Kendi aralarındaki mevzularda görüşürler,
konuşurlar. Ancak emir olan bir hüküm üzerinde istişare yapılmaz.
O emir Allah-u Teâlâ’nın hükmünü taşıdığı için bu hükümlere
itiraz olmaz. En küçük bir müdahaleye salâhiyetleri yoktur. Veyahut
değiştirilmesi için kalbinden dahi zerre bir arzu geçse nâkıstır.
Niçin? Hizmetçi olduğu için. Onlar Allah-u Teâlâ’nın ve
Resul’ünün -sallallahu aleyhi ve sellem-in hizmetçileridir. Yalnız emre bakar ve
emredileni yapar.
Allah-u Teâlâ nasıl murad ederse öyle tecelli eder. Değil bir
kul; bir peygamber dahi ilâhî hükme karışamaz. Mülk O’nundur, dilediğine verir.
Mahlûkun hükmü yoktur, dilediği şekilde tecelli eder.
Bu toplantılara katılanların durumunu size şöyle arzedelim:
Allah-u Teâlâ dilerse şahsı o mecliste bulundurur, dilerse
rûhâniyetini bulundurur, hangisi emrolunmuşsa... Yani o anda kişi otururken,
rûhâniyeti toplantıya iştirak eder veya kişinin bizzat kendisi iştirak ederken,
rûhâniyeti bedel olarak burada bulunur. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği gibi
hareket ettirir, mahlûkun hükmü yoktur.
MEVKİ VE MERTEBELER
Yüzyirmidörtbin peygambere mukabil her asırda yüzyirmidörtbin
veli bulunur.
Bu veliler dört kısımdır:
1- Kendisinin veli olduğunu bilir, halk da bilir.
2- Kendisi bilir, halk bilmez.
3- Halk bilir, kendisi bilmez.
4- Kendisi de bilmez, halk da bilmez.
Niçin kendisi bilmez? Çünkü o onu kendisine yakıştırmaz da onun
için. Allah-u Teâlâ onu perdelemiş ve saklamıştır.
Bu velilerin hepsi vazifeli değildir, vazifeli olanların sayısı
azdır.
Bunların en hayırlısı beşyüzdür. Bu beşyüzün içinden kırk kişi
süzülür. Kırk kişinin içinden yedi kişi süzülür. Yedi kişinin içinden beş kişi
süzülür. Beş kişinin içinden üç kişi süzülür. Üç kişinin içinden de bir kişi
süzülür.
O bir kişi ahirete intikal ettiği zaman onun yerine üçten
birisi seçilir ve böylece her boşalan yere bir sonraki mertebeden takviye
edilir. Ve nihayet en son olarak vefat eden bir velinin yerine de avamdan bir
kimse geçirilir ve bu yüzyirmidörtbin veli her zaman için mevcuttur. Artar
eksilmezler.
Bunlar vazifelerine göre; “Kutup”, “Nücebâ”,
“Ebdâl”, “Evtâd”, “İmâmeyn”, “Gavs”, “Ümena”,
“Nükebâ”, “Meczûb”... gibi isimler alırlar.
Onların hayatları sırdır, Allah bilir, her yerde
emniyettedirler.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de buyurur ki:
“Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse
bilemez.”
İsmi cismi bilinir, bilinmeyen rûhâniyeti ve
nurâniyetidir.
“Seni hakiki mârifetinle lâyık bir mârifetle tanıyamadık ey
Ma’ruf!”
O öyle bir Allah’tır ki, yalnız O kendi kendini
bilir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş
oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti,
kimi de bu şerefi beklemektedir.” (Ahzab: 23)
Bunlar Allah’a gönülden bağlı olup, söz verenler ve hükmünü
Hakk’tan bekleyenlerdir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu
gibi kimseler hakkında bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye
yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir.” (Buhârî. Tecrîd-i
sarîh: 1186)
Allah-u Teâlâ’nın bu has kulları her zaman için mevcuttur.
Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedî saâdete nâil olmuş; kimisi de ebedî
saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, rızâ-i Bârî için
gayret sarfetmektedir.
Farz-ı muhal ki iki arkadaşın var. Birisi gayet sâdık bir dost,
hiçbir zaman arkadaşlığından inhiraf etmiyor. Böyle arkadaşlara: “Ne kadar
sâdık!” denir.
Bir arkadaş böyle olursa, ya bir kul mahlûk olduğu halde
Hâlik’ine sadâkatini ibraz ederse durumu ne olur? Allah-u Teâlâ: “Bu benim
sâdık kulumdur.” der, onun her işini halleder.
“Sâlihlerin işlerini O görür.” (A’raf: 196)
Âyet-i kerime’si onlara mahsustur, artık onun işini O
görür.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hârise
-radiyallahu anh- Hazretlerine: “Senin imanının hakikatı nedir?” diye
sorduğunda:“Gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim, nefsimi dünyadan
çektim.” diye cevap vermişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bundan sonra ona:
“Ârif oldun, bildin, devam et.” buyurdular.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Herşeyin bir madeni vardır. Takvânın madeni de âriflerin
kalpleridir.” (C. Sağîr: 7320)
Âlimin veliye ihtiyacı çoktur, velinin ise âlime ihtiyacı
yoktur.
Nitekim Musa Aleyhisselâm’ın, Hızır Aleyhisselâm’ın ilmine
ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi “Ledûn ilmi” idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa
Aleyhisselâm’a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatları ona açtı
ve ayrıldı.
Âlim cahil insanları, veli ise âlimleri terbiye eder.
Veliyi terbiye eden de bizzat Allah-u Teâlâ’dır ve Resulullah
Aleyhisselâm’dır.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah
olur.” buyuruluyor. (Bakara: 282)
Muallimleri Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil
vehbidir. Herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. O’nun akıtması, O’nun
bildirmesi, O’nun göstermesi ile kâimdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah dilediğini yardımı ile destekler.” (Âl-i İmran:
I3)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu, lütfu ile desteklediği
kullarıdır.
“Lütuf ancak Allah’ın elindedir. Onu ancak dilediği
kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadid: 29)
Böyle mümtaz kullarını dilediği kemâlâta nâil, ulvî makamlara
vâsıl buyurabilir.
EVLİYÂULLAH’IN DERECELERİ Evliyâullah çeşitli isim ve
meslekte tanınırlar. Bazı ulemâ bunları derecelerine göre tarif etmişlerdir:
Allah-u Teâlâ’nın mahlûkatı içinde bir kişisi vardır, kalbi
İsrafil Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Mahlûkatı içinde üç kişisi vardır, kalpleri Mikâil
Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Mahlûkatı içinde beş kişisi vardır, kalpleri Cebrâil
Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Mahlûkatı içinde yedi kişisi vardır, kalpleri İbrahim
Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Allah’ın mahlûkatı içinde kırk kişisi vardır, kalpleri Musa
Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Allah-u Teâlâ’nın mahlûkatı içinde üçyüz kişisi vardır,
kalpleri Âdem Aleyhisselâm’ın kalbi üzerindedir.
Nihayet Allah-u Teâlâ’nın beşyüz veli kulu vardır.
O bir öldüğü zaman üçten birini geçirir.
Üçten öldüğü zaman beşten yerine geçirir.
Beşten öldüğü zaman yediden yerine geçirir.
Yediden öldüğü zaman kırktan yerine geçirir.
Kırktan öldüğü zaman üçyüzden yerine geçirir.
Üçyüzden öldüğü zaman beşyüzden yerine geçirir.
Beşyüzden öldüğü zaman Allah-u Teâlâ dilediğini geçirir.
Her asırda yüzyirmidörtbin mevcut vardır.
Her türlü belâyı Allah-u Teâlâ onlar sebebiyle defeder.
Ebdâl dört şeyle ebdâldır; az konuşmak, az yemek, az uyumak,
insanlardan ayrı kalmak.
Onlara ebdâl denmesinin sebebi, kayboldukları zaman yerlerine
rûhanî bir sûret, bedel olarak bırakıldığı içindir.
Her Bir Veli Sınıfının Özelliği:
Kutub: Bütün kemâliyeti şahsında toplamış, Gavsul-âzâm
bir zattır. Her devirde bir tanedir.
Nücebâ: Hakk’tan gayrısına bakmayan, yaratıkların
yüklerini taşıyıp sıkıntılarını gidermeye çalışan, ibadet ve tâata düşkün,
cömert, sabırlı, hayâ sahibi, her şeylerini Hakk’a vermekten zevk duyan
zatlardır.
Ebdâl: Kuruntu ve hayalden uzak, itidal ve istikamet
üzere olan, az uyuyup erkenden ibadet için kalkan, kemâl ve fazilet ehli
zatlardır.
Evtâd: Doğu, batı, kuzey, güney olmak üzere dünyanın
dört köşesinde bulunan; ilâhi emirlere sıkı sıkıya bağlı, geceleri uyumayıp
ibadetle geçiren zatlardır.
İmâmeyn: Kutbun sağında ve solunda olmak üzere iki kişi
olan, haramın büyüğünden ve küçüğünden son derece sakınan; zühd ve takvâ, ihlâs
ve hayâ sahibi zâtlardır.
Gavs: Kutb’u âzâmdır, mübarek bir kimsedir. Duâsı
reddolunmayıp kabul olunan, mühim ve esrârlı işleri halleden ulu bir
kişidir.
Ümenâ: İçlerindeki hayırları açıklamayan, şerleri de
saklamayan, dünyayı ve dünyalığı sevmeyen zâtlardır.
Nükebâ: Nefislerinin derinliklerindekini açığa çıkaran
büyük sır sahipleri olup, o sırları açığa vurmayan zâtlardır.
Meczûb: Allah katındaki yeri, memedeki bir sabinin Allah
katındaki yeri gibi olan, iradeleri üzerlerinde olmayıp tamamen Allah-u
Teâlâ’nın yed-i kudretinde bulunan, dostluk makamına sahip zâtlardır.
Sabikûn = Öncüler:
Allah-u Teâlâ veli kullarını dünyada nur direği olarak
yaratmıştır. Onlar kaybolduğu zaman kıyamet kopar.
Âyet-i kerime’sinde:
“Yeryüzünü döşedik ve oraya sabit dağlar yerleştirdik.”
buyuruyor. (Kaf: 7)
Yüksek dağlarla yeryüzünü tuttuğu gibi, veli kulları ile de
yarattıklarını tutmaktadır. Allah-u Teâlâ birçok iyilikleri onlarla vermekte,
belâ ve musibetleri bunların hatırına defetmektedir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki
bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve
merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz.
Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla
kaldırılır.” (Nevâdir-ül Usül)
Bunlar yüz senede bir gönderilirler. Allah-u Teâlâ onları o
kadar sever ki, yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine
vaz geçer. Ehl-i arza vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine
verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Onlar ise bu nimetlere hiç iltifat
etmezler.
Meselâ bir gelinle güvey düşünün. Üzerlerine para, şeker gibi
şeyler serpildiği halde dönüp bakmazlar. Çünkü onların maksutları onlar değil.
Onları çocuk olanlar kapışır. Hakk ehli de böyledir. Üzerlerine serpilen sayısız
dünya nimetlerine dönüp bakmazlar. Ne kadar serpilirse serpilsin, gönülleri
onlara akmaz. Çünkü gayeleri Serpen’dir, serpilen değil. Onlara serpilen
nimetlerden başkaları istifade eder.
Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Veliler Allah-u Teâlâ’nın gelinleridir.”
buyurmuşlardır. Gerçekten de öyledir. Çünkü o sevdiğini bulmuş, sevdiğine
kavuşmuş.
Bu durum dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da
böyledir.
Musa Aleyhisselâm’a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili
kulları da cehennemin üstüne yol yapar.
•
Bu zatlar cemiyetlere mânen yön verirler, mânevî kontrolleri
altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi, müslümanların umumi
meselelerinde de yardımcı ve tasarruf sahibidirler. Bu da Allah-u Teâlâ’nın izni
ve emri ile olur.
Farz-ı muhal ki kumandan harbeder ve harbi kazanır. Halbuki
onun harbi kazanmasına vesile olan seccâdededir. Harbi o kazanmıştır, onun yüzü
suyu hürmetine olmuştur. Onu kimse görmez ve bilmez, kumandanı görür. Onun da
hükmü yoktur, onda tecelli edende hüküm vardır.
Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretlerine İstanbul’un mânevi
fâtihi denilmesi bu sebepledir. Allah-u Teâlâ onu çok sevdiği için ona
vermiştir. O da başkasına vermiştir. Ona vermeseydi onda hiç hüküm yoktu. Bu
böyle oluyor. Bunu böyle bilin. Bu üç nokta kavranırsa çok şeyler çözülmüş
olur.
Âdetullah böyledir. Allah-u Teâlâ böyle tecelli ediyor, kâinatı
da böyle idare ediyor. Bütün kâinat kukla mesabesindedir.
“Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği
kullarına.” (Neml: 59)
Hâtem-i Veli:
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle
Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de
halkı Hakk’a davet ederler. Onların tebliği daima kati delillere
dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı
çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye
vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına
mazhardırlar:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar
Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u
Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. O öyle bir ruhtur ki sevdi,
seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur.
Bu topluluk Allah-u Teâlâ’nın, kalplerine nuru akıtıp hakikatı
bildirdiği, Zât-i akdes’ini duyurduğu ve hakikatı bildirmek için gönderdiği
kullardır.
Bu ilâhî hüküm Asr-ı saâdet’ten kıyamete kadar geçerlidir ve
müslümanlar için büyük bir müjdedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimden bir tâife, kıyamet gününe kadar Hakk için
muzaffer bir şekilde mücadeleye devam edecektir.” (Müslim)
Ümmet-i Muhammed’in yetmişüç fırkaya ayrılacağını, bir fırkanın
kurtulacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde
de Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Yani o vazifedarlar o bir fırkadan çıkacak, başka fırkalardan
çıkmayacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir
Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek
bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Görülüyor ki bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından
gönderilmiş vazifedarlardır.
O’nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler
bunlardır, Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i
Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir
zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla
o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her
türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl’den daha beter olan sapıtıcı
imamların türeyip, din-i İslâm’ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u
Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana
dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini
ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek
için Hâtem-i veli’yi gönderir.
Hâtem-i enbiya olduğu gibi bir de Hâtem-i evliya vardır. Zira
velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri, dini hükümleri ve şeriatı haber
vermek; bâtını ise, haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere
tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri
tamamlanmışsa da, ilâhî kemâlin yeryüzüne tecellisi olan velilerin tasarruf
vazifeleri sürdüğü için nübüvvet, velâyet şeklinde de devam etmektedir.
Hâtem-i evliyâ, âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu
demektir.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle
buyurmuşlardır:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp
seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti)
ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın
hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ’nın bütün
peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü’n-nübüvvet verilmiş olan,
son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur.”
Dikkat edilirse “Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse
bulunmaz.” buyuruyor.
Bu söz sadece Türkiye’yi değil dünyayı kapsıyor. Bu nur, değil
Türkiye’ye, bütün dünyaya yayılıyor.
Bu beyanı ile Hazret-i Mehdi gelmeden evvel adâleti ayakta
tutmakla, her ikisini bitiştirmiş oluyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ adâleti onunla ayakta tutacak. Daha doğrusu
Allah-u Teâlâ onu öne sürmüş. Tek kelime ile o robot gibidir, tecelliyat-ı
ilâhiye Allah-u Teâlâ’nındır. Onu O öne sürmüş ve onda tecelli etmiştir.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, dinin üstünlüğünü ve adaletini
onunla ayakta bulundurmayı dilemiş.
Âl-i imran sûre-i şerif’inin 81. Âyet-i kerime’sinde beyan
buyurulduğu üzere; Allah-u Teâlâ bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize,
Hâtem-i nebi olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin
geleceğini haber vermişti. İman edeceklerine ve ona sadâkat göstereceklerine
dair onlardan söz almıştı. Binaenaleyh hepsi de onun geleceğini
biliyorlardı.
Aynı bunun gibi; ikinci bir hâtem olan Hâtem-i velinin
gönderileceğini veli kullarına bildirmiştir. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği
birçok veli kulları, Hâtem-i veli’nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u
Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlar ve bildiriyorlardı.
Böyle bir kimsenin geleceği halk için meçhul, fakat onlar için
açıktı. Eserlerinde bu noktaya parmak basıp izahla bir şekilde ayrı ayrı
anlatıyorlardı.
Nitekim Hâtem-i veli’nin geleceği mevzusuna bin küsur sene önce
yaşamış olan Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok eğilmiş, birçok
vasıflarını olduğu gibi bir bir sıralamış, hatta sırf bu mevzuda
“Hatm’ül-evliya” isminde bir kitap yazmıştır. İlk ifşaatta bulunan da
odur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de
alâmetleri ile beraber Hazret-i Mehdi’nin geleceğini bildirmiş, onun hakkında
birçok Hadis-i şerif’ler beyan etmiştir.
Nitekim Naim bin Hammad’ın Ka’b’dan rivayet ettiği Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan,
başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların
çıkmasıdır.” (İmâm-ı Suyûtî, Kitab’ü-l Arf’il Verdi Fî Ahbâr’il Mehdi, sh:
99. Kitabın 7. bölümündeki 13. Hadis-i şerif’tir.)
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretlerine de Hâtem-i
veli’yi bildirmek emri ve vazifesi verilmiş.
O da nurunu ve ilhamını Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-Efendimizin Hadis-i şerif’lerinden aldı. Allah-u Teâlâ dilediğini ona
bildirdi ve gösterdi. O nur ışığı altında, Allah-u Teâlâ’nın ilhamı ile gördü,
bildi ve yazdı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i
Mehdi hakkında birçok beyanlarda bulunduğu gibi, Hâtem-i veli hakkında da,
sahtelerinin çıkmaması için, beyanlarda bulunmuş ve işaretler vermiştir.
Allah-u Teâlâ Hâtem-i veli’nin hakimiyet kesbedeceğini, galip
geleceğini ve muvaffak olacağını Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretlerine o
zaman göstermiş. Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri böyle buyurdu ve
gerçekten de dediği gibi oldu. Allah-u Teâlâ böyle murad etmiş, böyle tecelli
etti, böyle oldu.(*)
MUCİZE - KERAMET - İSTİDRAC
Mucize:
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtının ellerinde husule gelen
hârikulâde hallerdir, “Âciz bırakmak” mânâsına gelir.
Peygamberliğin bir parçası olmamakla beraber, onun ispatı için
çoğu zaman gerekli bulunmaktadır. Bir peygamberin gerçekliğini doğrulamak için
Allah-u Teâlâ o işi o peygamberin eliyle ortaya çıkarır.
Mucize iki kısımdır:
1. Allah-u Teâlâ’nın peygamberlerine nübüvvetlerini
ispat için verdiği mucizeler.
2. İnsanların iman edebilmeleri için kendi arzuları
üzerine peygamberlerden istedikleri mucizeler.
Birinci kısım mucizeye iman etmemenin cezası hemen verilmemiş,
kendi arzuları ile mucize istedikleri hâlde inanmayanlar ise kısa zamanda helâk
olmuşlardır.
Sâlih Aleyhisselâm’ın devesi ikinci kısım mucizedendir.
Mucizelerin Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizle olan
alâkası, onların ellerinde zuhur etmesidir. Hakikatte Allah-u Teâlâ’nın ezeli ve
ebedi kudretinin o andaki tezahüründen ibarettir.
Kendi iradesini Allah-u Teâlâ’nın iradesine vermiş, eritmiş
seçkin kullar olan Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtından, Hakk’ın gücünü ve
iradesini göstermek, iman etmeyenleri korkutmak için Allah-u Teâlâ’nın dilemesi
veya o peygamberin Allah-u Teâlâ’dan talep etmesi ile mucize husule gelir. O kul
naz makamında olduğu için geri dönmez. Nitekim dönmemiştir de.
Mucize onlardan başka hiç kimsede zuhur etmez. Allah-u Teâlâ
peygamber olarak vazifelendirdiği seçilmiş kullarının nübüvvetlerini halka ispat
için onları mucizelerle desteklemiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Gönderilen peygamber kullarımız hakkında şu sözümüz
geçmişti: ‘Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.’” (Saffat: 171-172)
Bu seçkin insanlar mucize için en ufak bir meşakkat ve
yorgunluk çekmedikleri gibi, uğraşıp didinmeye de gerek duymamışlardır.
•
Peygamberlerin en büyük mucizeleri, kendi devirlerinde geçerli
olan büyük hadiseler cinsinden olmuş ve bu hadiselerin kuvvetini kırmıştır.
Meselâ Musa Aleyhisselâm devrinde sihir ve sihirbazlık çok
ileri gitmişti, sihirin halk arasında büyük bir etkisi vardı ve bununla
övünüyorlardı. Musa Aleyhisselâm’ın en büyük mucizesi olan âsâ yılan oldu ve
sihirbazların yılan şeklinde gösterdikleri bütün ipleri yuttu, meydanda hiç bir
şey kalmadı. Sonra Musa Aleyhisselâm’ın elinde tekrar âsâ haline dönünce,
sihirbazlar bunun bir sihir olmadığını anladılar. Hepsi birden secdeye
kapandılar. Firavun’un ölüm tehditlerine aldırmadan:
“Biz âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun’un Rabbine iman
ettik.” dediler. (A’raf: 121-122)
•
İsa Aleyhisselâm zamanında tıp ilmi çok meşhurdu. Allah-u Teâlâ
İsa Aleyhisselâm’a ölüleri diriltmek ve körlerin gözünü açmak gibi mucizeler
bahşetmişti.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Körü ve alacalıyı iyileştiririm.” (Âl-i imran: 49)
Meselâ doğuştan kör olan bir kimsenin gözlerini sıvazladığında,
Allah’ın izniyle görmeye başlıyordu. Elini “Alaca” hastalığına tutulmuş bir
insana sürdüğü zaman, Allah’ın izni ile iyileşiyordu. Tıp o kadar ilerlediği
halde o zamanın doktorları böyle bir şey yapmaktan âciz idiler. Bu iki hastalık
tedavi edilemiyordu.
Gücü yetenler ona gelirler, gücü yetmeyenlere ise kendisi
giderdi.
“Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim.” (Âl-i imran:
49)
Ben kendi gücümle değil, Rabbimin dilemesi ve kudretiyle bazı
ölüleri diriltirim. Dilediğini dilediği şekilde yaratma kudreti O’nundur.
Seslenmek veya dokunmak suretiyle ölüleri diriltiyordu.
Durum böyle olunca bütün doktorlar bunun bir mucize olduğunu
kabul etmiş oluyorlardı.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin zaman-ı
saâdetlerinde fesâhat ve belâgât çok ileri gitmişti. Arap şâirleri şiirleriyle
övünür ve birbirlerine karşı üstünlük taslarlardı. Üstün gelenlerin şiirleri
Kâbe-i muazzama’nın duvarına asılır, bu durum kendileri ve kabileleri için
iftihar vesilesi olurdu.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a Kur’an-ı kerim’i öyle bir
fesâhât ve belâgât üstünlüğü ile gönderdi ki, onun karşısında bütün Arap
edebiyatçıları ve şâirleri âciz kaldılar. Kâbe-i muazzama’nın duvarına asılan
şiir ve kasideleri utançlarından alıp götürmeye başladılar. İçlerinde insaflı
olanlar Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğuna kanaat getirdi ve İslâm’la
şereflendi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Kur’an-ı
kerim’den başka Mirac’a çıkması, ayın iki parçaya bölünmesi için parmağı ile
işaret etmesi gibi Kur’an-ı kerim’de haber verilen mucizelerinin yanında; bazı
susuzluk zamanlarında yağmur yağması için Rabbine dua etmesi, mübarek
parmaklarının arasından suların fışkırması, kaybolan devenin yerini bilmesi,
eline aldığı çakıl taşlarının Allah-u Teâlâ’yı tesbih ediş sesinin işitilmesi...
gibi Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı tarafından nakledilen pek çok
mucizeleri daha vardır.
Keramet:
Allah-u Teâlâ bu seçtiği kullarından Peygamber Aleyhimüsselâm
Efendilerimize mucize bahşettiği gibi, veli kullarından bazılarına da keramet
bahşetmiştir.
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin ellerinde husule gelen
harikulâde hallere mucize dendiği gibi bu hallerin Allah-u Teâlâ’nın izniyle,
iradesiyle veli kullarından sadır olmasına da keramet denir.
Hadis-i şerif’te:
“Mü’min-i kâmil’in ferasetinden korkunuz. Çünkü o Aziz ve
Celil olan Allah’ın nûru ile bakar.” buyuruluyor. (Münâvî)
Gerek mucize gerekse keramet, hakikatte Allah-u Teâlâ’nın ezelî
ve ebedî kudretinin o andaki tezahüründen ibarettir.
Keramet o velinin tâbi olduğu peygamber için de bir mucize
sayılır. Zira o keramet, peygambere uymasının bir mükâfâtı olarak kendisine
bahşedilmiştir.
Keramet veli olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm
Efendilerimize mucize göstermek vâcip olduğu gibi, evliyâullah hazerâtına da
kerametleri gizlemek vâciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir
etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Sahâbe-i kiram’ın en üstünü olduğu halde, Sıddık-ı Ekber
-radiyallahu anh-dan bile hiç keramet nakledilmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde onun hakkında:
“Peygamber hariç, Ebu Bekir herkesten hayırlıdır.”
buyurmuştur. (C.Sağir)
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimize: “Efendim,
sizden hiç keramet husule gelmiyor.” denildiğinde:
“Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen, ayakta
durmamızdan büyük keramet mi olur?” diye cevap veriyorlar.
Onlardan hayatları boyunca pek az keramet husule gelmiştir.
Bir defasında da bir müridi ile bir yere doğru yolculuk
yapıyorlar. Gidecekleri yer uzakça, akşam yaklaşıyor. Gidiyorlar gidiyorlar,
akşam olmuyor. Gidecekleri yere varıyorlar, güneş birden batıyor. Müridine
dönüyorlar ve buyuruyorlar ki:
“Oğlum bunlar tarikat oyunlarıdır. Gaye Allah’tır.”
Allah-u Teâlâ bu fakire, hayat boyunca Efendi Hazretlerinden
bir defacık bile keşif ve keramet görmek arzusunda bulundurmadı. Her hareketi
bizim için âşikârdı, her hareketi kerametti. Fakat hiçbir zaman görmek
istemezdik, âdeta bu gibi şeylerden ikrah ederdik. Keramet itimatsızlıktan,
güvensizlikten beklenir. Katiyyen istemediğimiz için de kasaları açıktı,
istediklerini gösterirlerdi.
Onun için deriz ki; bizim yolumuzdaki keramet istikamettir.
Allah korkusunu kalbinde taşıyan, O’nun rızâsı ve istikametinde bulunmaya
çalışan kimse, keramet sahibi demektir.
Herşeyin fevkinde O’nun rızâsıdır. Her türlü tecelliyât, keşf-ü
keramet dahi O’nun rızâsının yanında hükümsüzdür.
•
Ehl-i hakikat keramete hiç kıymet vermedi. Çünkü ona Allah
yeter.
Hasan Basri -kuddise sırruh- Hazretleri postekisini denize
serdiği zaman, Rabia-i Adeviye -kuddise sırruh- Hazretleri de havaya serdi. O
havada, o denizde otururken şu cevabı verdi:
“Yâ Hasan! Senin yaptığını balıklar, benim yaptığımı da
kuşlar yapar. Bunlar iş değil, iş rızâyı tahsil etmek.”
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir hadise
husule geldiği zaman: “Şeyhimin kabirdeki tasarrufu.”
buyururlarmış, hiçbir şeyi kendilerine bağlamamışlar.
Kemâlât keramet ile kâim değildir. Sakın siz de keramet ehli
olayım demeyin. Şeytanın varlık tuzağına düşersiniz, nefsiniz sizi o noktada
helâk edebilir ve soyulup gidersiniz.
•
Evet keramet de bir lütf-i ilâhî’dir. Buna rağmen keramet ehli
olmak istemenin sırrını şöyle arzedelim.
Evliyâullahtan bazılarının yüzü Hazret-i Allah’a dönüktür. O
ister ki O’nun hükmü olsun. Daha doğrusu o Hazret-i Allah’ı istiyor, O’nunla
olmayı istiyor. Tasavvur buyurun Mevlâ onları ne kadar temizlemiş ki,
kendisinden gayrı hiçbir şey istettirmemiştir.
Bazılarının yüzü ise halka dönüktür. O, Hakk’ın verdiğini halka
göstermek ister. Birçok veliler burada soyulmuştur. Evet Hakk’ın ihsanını
gösterir, fakat halkı tercih ettiği için Hakk onu sevmez. Meğer ki lütfu ile
tutsun. Helâk olmak an işi, bıraktığı an kişi helâktadır.
Keramet ehli olmayı istemek kendini beğenmekten ileri gelir,
çalışması da ona göre olur. Allah-u Teâlâ Hazretleri kulunu kendisi ile kerameti
arasında bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin O’nun ve O’ndan olduğunu
bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak?
Bir düşün ki birisi sana bir dükkân açıvermiş, sermaye de
vermiş. “Çalış, kârı senin olsun.” demiş. Doğru çalışırsan sermaye
toplarsın, ihanet edersen iflâs edersin. İlimse O’nun, irfansa O’nun, edepse
O’nun, irşadsa yine O’nun, hülâsa her şey O’nun... “Benim” dediğin zaman
emanete hıyanetlik etmiş oluyorsun, hem riyakâr hem de yalancı oluyorsun.
•
Keramet de bunun gibidir, benimsenirse kişinin helâkına vesile
olur. Velilerin soyulma noktası burasıdır. Birçok kimseler bu keramet yolunda
soyulmuşlardır.
Bu hususta bir temsil:
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin büyük mahdumu
Şeyh Ali Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Kâbe-i muazzama’nın ön safında bulunuyorduk, sabah
namazı kılacaktık. Oturduğumuz yerde beklerken: ‘Acaba bu safta veli var mı?’
diye içimden geçti. Yanımdaki zat kulağıma eğildi ve: ‘Seninle yedidir.’ dedi.
Her taraf dolu olmasına rağmen birinci safta boş bir yer vardı. Oraya hiç kimse
oturmuyordu. ‘Acaba bu yerin sahibi kim ki oraya kimse oturmuyor?’ diye merak
ettim. Derken bir ara baktım ki esmerce uzun boylu bir zât geliyor. Herkes ona
yol açtı, o da boş yere oturdu. Anladım ki yer onunmuş.
Bu meyanda bir hacı ihtilâm olmuş. Dışarı çıkacak, fakat hem
izdiham var, hem de vakit pek yakın. Bir şaşkınlık içinde iken, o zât ona
gelmesini işaret etti, o da geldi. Cübbesinin kolunu açtığı zaman, baktım ki
içinde gusül ihtiyacını giderecek her şey var. Adam içeriye girdi, temizlendi ve
çıktı. Namazdan sonra dağıldık. O zat bir daha oraya gelmedi, kaç gün baktıysam
da göremedim. Bir gün: ‘Seninle yedidir.’ diyen zâtla çarşıda karşılaştım.
’Efendim, o gün o harikulâde kerameti gösteren zât bir daha görünmedi.’ dedim.
‘Evet’ dedi, o öldü, hem de imansız olarak öldü. O gün safın başında idi,
insanlara tepeden şöyle bir baktı, kalbinden geçti ki burada benden büyüğü var
mı? Allah-u Teâlâ da onun bu halinden hoşlanmadı ve imanını selbetti.’
dedi.”
Allah’ımız muhafaza buyursun.
“Her şey sahibimindir.” de ve bu vartalardan kurtul.
O’nun kulu olmaktan daha büyük bir meziyet bilmiyorum.
•
Velinin kerameti; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir.
Kur’an-ı kerim’de keramete âit birçok misaller vardır.
Zekeriya Aleyhisselâm her mescide girişinde, mescidin
bitişiğindeki bir odada barınan Hazret-i Meryem’in yanında kendisinin
getirmediği, o bölgede o mevsimde yetişmeyen çeşit çeşit taze meyveler görürdü.
Bunların nereden geldiğini sorunca da:
“Allah tarafından!” cevabını alırdı. (Âl-i imran:
37)
Hazret-i Meryem vâlidemiz peygamber olmadığına göre, onun
yanında bulunan bu yiyecekler onun için bir keramettir.
•
Kehf sûre-i şerif’inde beyan buyurulduğuna göre Ashâb-ı kehf
adı ile anılan iman kahramanı gençler yıllarca mağarada kalmışlar, daha sonra
uyanarak hayata dönmüşlerdir. İşte onlar hakkında Kur’an-ı kerim’de
anlatılanlar, bu sâlih gençler için bir keramettir.
•
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’ın tahtını kimin getireceğini
maiyyetine sorduğu zaman cinlerden bir ifrit: “Sen makamından kalkmadan önce
ben onu sana getiririm.” demişti. Kitaptan ilmi olan Hızır Aleyhisselâm ise:
“Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim.” dedi.
Bu hassas ve ince nokta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kitap’tan ilmi olan kimse ise: ‘Sen gözünü açıp kapamadan,
ben onu sana getiririm.’ dedi.” (Neml: 40)
Süleyman Aleyhisselâm tahtı yanında yerleşivermiş görünce şöyle
buyurdu:
“Bu Rabbimin lütfundandır. Lütfuna şükür mü edeceğim, yoksa
nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş
olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.”
(Neml: 40)
Bu Âyet-i kerime kerametin ispatı hususunda bir delildir.
Süleyman Aleyhisselâm: “Filan kişi getirdi.” demedi.
“Rabbim beni deniyor.” dedi. Allah-u Teâlâ onu peygamber seçtiği
için, lütfunu da koyduğu için hemen anladı.
Çünkü O’nun izni ve iradesi olmadan hiçbir şey olmaz. Kime ne
verdiyse o olur.
•
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtından da bazı
kerametler nakledilmiştir.
Şöyle ki:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- hilafeti döneminde Medine-i
münevvere’de Cuma hutbesi okurken, Suriye taraflarında Nihâvend’de savaş halinde
bulunan Sâriye -radiyallahu anh-e: “Yâ Sâriye! Dağa çık dağa!”
diye bağırmış, bu sözü gerek o anda mescidde bulunanlar ve gerekse yüzlerce
kilometre uzaktaki kumandanı Hazret-i Sâriye -radiyallahu anh- işitmiş, bu ikaz
onun savaşı kazanmasına sebep olmuştur. (Keşf’ül-Hafâ. 2, 380)
Attab bin Beşir -radiyallahu anh- ile Usayd bin Hudayr
-radiyallahu anh- karanlık bir gecede Resulullah Aleyhisselâm’ın huzurundan
ayrılmışlar, birisinin bastonunun ucu, evlerine varıncaya kadar önlerini kandil
gibi aydınlatmıştı. (Buhârî)
Halid bin Velid -radiyallahu anh-, Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimizin nübüvvetinin hak olduğunu ispat edebilmek için,
kâfirlerin kibir ve inatçılığına karşı, kâmil bir iman ve kalp kuvveti ile
okuduğu Besmele-i şerife’nin ardından hiç tereddüt etmeden bir kâse zehir içtiği
halde hiç tesir etmemiştir. (Taberânî)
Tarikat-ı Aliye ve Keramet:
Tarikat-ı aliye’de birçok haller, ahvaller zuhur eder. İhlâslı
kimsenin kalp gözü açılabilir. Bunlar kalbin hususiyetlerindendir. Bu gibi
hallere hiç iltifat etmemek, hiç meşgul olmamak lâzımdır. Bizim iltifatımız
mahviyet ve istikamettir. Bunlar tarikat oyunlarıdır. Yusuf Hemedânî -kuddise
sırruh- Hazretlerimiz:
“Bunlarla, tarikat çocuklarını yetiştirirler.”
buyurmuşlardır.
Bilen, gören ve yapan, kimin yaptığını gördüğü için katiyyen o
yola tevessül etmez. Görmemiş, bilmemiş, yapmamış gibi görünür.
Allah-u Teâlâ ne indirirse o olur. O’nun indirmediğini hiç
kimse kendisine çekemez. O’nun indirdiğine, lütuf buyurduğuna hiç kimse mâni
olamaz. Şu halde telaşa, teşvişe de lüzum yok.
Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu kimseler kerametten kaçınmışlardır,
gaye Allah demişlerdir.
Bir insan değersiz bir mahlûk olduğunu, herşeyin Hakk’ın
olduğunu bilirse Hakk’a dayanır. Allah-u Teâlâ’nın tutmadığı kimseler;
kendisinde bir şey olduğunu zanneder. Allah-u Teâlâ’nın emanet olarak ihsan
buyurduğu lütufları kendisine mâleder. Kendi varlığını kendisininmiş gibi ortaya
koyduğunda, Allah-u Teâlâ dilerse onu o anda helâk eder.
Her şey O’nun ve O’ndandır. “Oldu”, “Oldum” diye
bir şey yoktur. Aslında yaratan Allah-u Teâlâ; nasıl yarattıysa, ne lütfettiyse
o var. Ve O görülür.
Halk yaratanı, ihsan edeni görmüyor ve bilmiyor. Bilmediği için
kendi nefsine bağlıyor, veyahut kişide arıyor, ona bağlıyor.
Oysa yaratan O, yaşatan O, öldüren O, dirilten O. Amma sen O’nu
görmüyorsun da nefsin putuna dayandın, veyahut karşıdakini putlaştırdın.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dirilten de O’dur, öldüren de O’dur.” (Mü’minun: 80)
Hazret-i Allah hükmünü koyuyor, oluyorsun sen, ben.
Hükmünü çekince ölüyorsun, oluyorsun bir hiç.
Şu kabirde yatanlar, hepsi “Ben biliyorum, ben
yapıyorum.” derdi.
Ama Yaratan hükmünü çekince hepsini yerlere serdi.
İstidrac:
“Süre tanımak, mühlet vermek” mânâlarına gelen istidrac
da keramet gibidir. Fâsık veya kâfir bir kimsenin kendi isteğine uygun olarak
ortaya çıkan olağanüstü hallerdir.
Bir takım riyâzetlerle ruh kuvvet buluyor, nefsi tasarruf
altına alıp, eşyaya hakim olabilme kuvvetini elde ediyor.
Allah-u Teâlâ istidrac gösterecek kimseye, daha fazla küfür ve
günaha dalması için bu kabiliyeti verir.
Bu hâl Allah-u Teâlâ’nın o kimseye bir mekridir. O onu istemiş,
Allah-u Teâlâ da onu ona vermiştir. Fakat bu gibi işlere rızâsı yoktur.
Şeytanın duâsının kabul olunarak, kıyamete kadar kötülük
yapmasına fırsat verilmesi, Firavun, Nemrut ve benzeri zâlimlerin
saltanatlarının bir süre kendi istedikleri tarzda yürümesi istidrac çeşidinden
hadiselerdir.
Yine zâlimlerin, kafirlerin bir bölümünün dünya işlerinin iyi
gitmesi de istidracla ilgilidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden
yavaş yavaş helâka yaklaştıracağız.” (A’raf: 182)
“Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım (önce mühlet
verip sonra yakalamam) çetindir.” (A’raf: 183)
Âyet-i kerime’deki “İstidrac” kelimesi; bir kul
günaha devam ettikçe, Allah-u Teâlâ’nın onun sağlığını, devlet ve nimetini
artırması, onun şükrünü, tevbesini, istiğfarını unutturması, böylece onu azap ve
gazabına derece derece yaklaştırması ve sonunda onu ansızın yakalayıvermesi
mânâlarına gelir.
Bu gibi haller kendilerinin istikâmet üzere olduklarına delâlet
etmez. Hiçbir kıymet ifade etmediği gibi, din ile iman ile de ilgisi yoktur.
Kendilerini batırdıkları gibi etraflarını da batırırlar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kulun mâsiyetlerinde devam ve ısrar etmesine rağmen
Allah’ın onu dünyadan ne arzu ederse vermekte olduğunu görürsen, bil ki bu ona
Allah’tan bir istidractır.” (Ahmed bin Hanbel)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, İran fethedildikten
sonra ganimet malları Medine-i münevvere’ye getirilince:
“Allah’ım! Bu hazinelerin istidrac olmasından sana
sığınırım.” diye duâ etmiştir.