KURÂN-ı KERÎM'in RESMİ sıralamasına göre---
2. Hz. İDRİS إِدْرِيسَ aleyhi's-selâm.... .بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedîn abdike (Muhammedîyyeti) ve nebîyyike (Mahmudîyyeti) ve Resûlike (Ahmedîyyeti) ve Nebîyyûl-ümmîyyi (Habibîyyeti) ve alâ âlihi ves-sahbihi ve Ehl-i Beytihi...
ALLAHu Zü'l-Celâl'imizin İZni ve İNAYETi ile RABB'ül Âleminimiz SÖZünü, RESÛLALLAH SALLallahu aleyhi ve sellem Efendimizin SESinden buyuruyor:
.
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَّبِيًّا
1. vezkur (ve uzkur) : ve zikret2. fî el kitâbi : kitapta
3. idrîse : İdris
4. inne-hu : çünkü o, muhakkak ki o
5. kâne : oldu, idi
6. sıddîkan : sıddık, çok sadık, çok dürüst, doğru
7. nebiyyen : nebî (peygamber)
---'' Vezkur fîl kitâbi idrîse innehu kâne sıddîkan nebiyyâ(nebiyyen).:Kitapta İdris'i de an; çünkü o, çok sadık (özü, sözü pek doğru) bir peygamberdi.’’
MERYEM:56 (Resmi:19/İniş:44/Alfabetik:63)
وَاِسْمٰعٖيلَ وَاِدْرٖيسَ وَذَا الْكِفْلِ كُلٌّ مِنَ الصَّابِرٖينَ
1. ve ismâîle : ve İsmail
2. ve idrîse : ve İdris
3. ve zel kifli (za el kifli) : ve Zelkifli (Zulkifli)
4. kullun : hepsi
5. min es sâbirîne : sabredenlerden
---'' Ve ismâîle ve idrîse ve zelkifl(zelkifli), kullun mines sâbirîn(sâbirîne).: İsmail, İdris ve Zülkifl'i de (hatırla). Onların hepsi de sabredenlerdendi.’’
ENBİYÂ:85 (Resmi:21/İniş:73/Alfabetik:21)
2. Hz. İDRİS إِدْرِيسَ aleyhi's-selâm.... .بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedîn abdike (Muhammedîyyeti) ve nebîyyike (Mahmudîyyeti) ve Resûlike (Ahmedîyyeti) ve Nebîyyûl-ümmîyyi (Habibîyyeti) ve alâ âlihi ves-sahbihi ve Ehl-i Beytihi...
ALLAHu Zü'l-Celâl'imizin İZni ve İNAYETi ile RABB'ül Âleminimiz SÖZünü, RESÛLALLAH SALLallahu aleyhi ve sellem Efendimizin SESinden buyuruyor:
.
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَّبِيًّا
1. vezkur (ve uzkur) : ve zikret2. fî el kitâbi : kitapta
3. idrîse : İdris
4. inne-hu : çünkü o, muhakkak ki o
5. kâne : oldu, idi
6. sıddîkan : sıddık, çok sadık, çok dürüst, doğru
7. nebiyyen : nebî (peygamber)
---'' Vezkur fîl kitâbi idrîse innehu kâne sıddîkan nebiyyâ(nebiyyen).:Kitapta İdris'i de an; çünkü o, çok sadık (özü, sözü pek doğru) bir peygamberdi.’’
MERYEM:56 (Resmi:19/İniş:44/Alfabetik:63)
وَاِسْمٰعٖيلَ وَاِدْرٖيسَ وَذَا الْكِفْلِ كُلٌّ مِنَ الصَّابِرٖينَ
1. ve ismâîle : ve İsmail
2. ve idrîse : ve İdris
3. ve zel kifli (za el kifli) : ve Zelkifli (Zulkifli)
4. kullun : hepsi
5. min es sâbirîne : sabredenlerden
---'' Ve ismâîle ve idrîse ve zelkifl(zelkifli), kullun mines sâbirîn(sâbirîne).: İsmail, İdris ve Zülkifl'i de (hatırla). Onların hepsi de sabredenlerdendi.’’
ENBİYÂ:85 (Resmi:21/İniş:73/Alfabetik:21)
--- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): Miracta, ikinci göğe vardık. Cibril, bekçisine “Kapıyı aç” dedi. Melek O’na dünya semasının bekçisininkine benzer sorular sordu. Hz. İdris’e uğradığımda bana şöyle dedi: “Merhaba ey salih Peygamber ve salih kardeş.” Ben “Bu kim?” diye sordum. Cebrail, “Bu İdris Peygamberdir” dedi.
[Buhari, Müslim, İ. Ahmed]
--- (Resullerin ilki Âdem, sonuncusu ise Muhammed’dir. İsrail oğullarının nebilerinin ilki Musa ve sonuncusu İsa’dır. Kalem ile yazan ilk peygamber ise İdris’tir.) [Hakim-i Tirmizi]
Fasil : PEYGAMBERLİK BÖLÜMÜ
Konu : İsra Hakkında
Ravi : EnesHadis : Enes (ra) Malik İbnu Sa`saa (ra)`dan naklen anlatıyor: "Resulullah (sav) onlara, Mirac`a götürüldüğü geceden anlatarak demiştir ki, "Ben Ka`be`nin avlusundan Hatim kısınında -belki de Hıcr`da demişti- yatıyordum, -bir rivayette şu ziyade var: Uyku ile uyanıklık arasında idim- Derken bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. -Bu sözüyle boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı kasdetti.- Kalbimi çıkardı. Sonra bana, içerisi imanla [ve hikmetle] dolu, altından bir kap getirildi. Kalbim [çıkarılıp su ve zemzem ile] yıkandı. Sonra içerisi (imanla) doldurulup tekrar yerine kondu. Sonra merkepten büyük katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak`tı. Ön ayağını gözünün gittiği en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibril aleyhisselam beni götürdü. Dünya semasına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi. "Gelen kim?" denildi. "Cibril!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed (sav)!" dedi. "O`na Miraç daveti gönderildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!" denildi. Derken kapı açıldı. Kapıdan geçince, orada Hz. Adem aleyhiselam`ı gördüm. "Bu babanız Adem`dir! Selam ver O`na!" dendi. Ben de selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra bana: "Salih evlad hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!" dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti ve ikinci semaya geldik. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim?" denildi. "Ben Cibril`im!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed!" dedi. "O`na Miraç daveti gönderildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Derken bize kapı açıldı. İçeri girince, Hz. Yahya ve Hz. İsa aleyhimasselam ile karşılaştım. Onlar teyze oğullarıydı. Hz.Cebrail: "Bunlar Hz. Yahya ve Hz. İsa`dırlar, onlara selam ver!" dedi. Ben de selam verdim. Onlar da selamıma mukabelede bulundular. Sonra: "Hoş geldin salih kardeş, hoş geldin salih peygamber" dediler. Sonra Cebrail beni üçüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim ?" denildi. "Cibril`im!" dedi. "Yanındaki kim?" denildi. "Muhammed`dir!" dedi. "O`na Miraç daveti gitti mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı bize açıldı. İçeri girince Hz. Yusuf aleyhiselam`la karşılaştık. Cebrail: "Bu Yusuf tur! O`na selam ver!" dedi. Ben de selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra: "Salih kardeş hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!" dedi. Sonra Cebrail beni dördüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim ?" denildi. "Cibril`im!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed!" dedi. "Ona Miraç davetiyesi indi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Kapı açıldı, içeri girdiğimizde, Hz. İdris aleyhisselam ile karşılaştık. Hz. Cebrail: "Bu İdris`tir, O`na selam ver!" dedi. Ben selam verdim. O da selamma mukabele etti. Sonra bana: "Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti. Beşinci semaya geldik. Kapıyı çaldı. "Kim bu gelen ?" denildi. "Ben Cibril`im!" dedi. "Beraberindeki kim ?" denildi. "Muhammed!" dedi. "O`na Miraç daveti indirildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı açıldı, içeri girince, Harun aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail aleyhisselam: "Bu Harun aleyhisselam`dır. O`na selam veri" dedi. Ben selam verdim, o da selamıma mukabelede bulundu ve: "Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Cebrail beni yükseltti ve altıncı semaya geldik. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim?" denildi. "Ben Cibril!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed!" dedi. "O`na Miraç daveti indirildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi, içeri girince, Hz. İbrahim aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail: "Bu baban İbrahim`dir, O`na selam ver!" dedi. Ben selam verdim. O da selamıma mukabele etti. Sonra: "Salih oğlum hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Sidretü`l-Münteha`ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen`in) hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi. Cebrail aleyhisselam bana: "İşte bu Sidretü`l-Münteha`dır!" dedi. Burada dört nehir vardır: İkisi batıni nehir, ikisi zahiri nehir. "Bunlar nedir, ey Cibril?" diye sordum. Hz. Cebrail: "Şu iki batıni nehir cennetin iki nehridir. Zahiri olanların biri Nil, diğeri Fırat`tır!" dedi. Sonra bana el-Beytü`l-Ma`mur yükseltildi. Sonra bana bir kapta şarap, bir kapta süt, bir kapta da bal getirildi. Ben süt aldım. Cebrail aleyhisselam: "Bu (aldığın), fıtrat(a uygun olan)dır, sen ve ümmetin bu fıtrat (yaratılış) üzeresiniz!" dedi. Resulullah devamla dedi ki: "Sonra bana, her günde elli vakit olmak üzere namaz farz kılındı. Oradan geri döndüm. Hz. Musa aleyhisselam`a uğradım. Bana: "Ne ile emrolundun?" dedi. "Gece ve gündüzde elli vakit namazla!" dedim. "Ümmetin, her gün elli vakit namaza muktedir olamaz. Vallahi ben, senden önce insanları tecrübe ettim. Beni İsrail`e muamelelerin en şiddetlisini uyguladım (muvaffak olamadım). Sen çabuk Rabbine dön, bunda ümmetine hafifletme talep et!" dedi. Ben de hemen döndüm (hafifletme istedim, Rabbim) benden on vakit namaz indirdi. Musa aleyhisselam`a tekrar uğradım. Yine: "Ne ile emrolundum ?" dedi. "Benden on vakit namazı kaldırdı!" dedim. "Rabbine dön! Ümmetin için daha da azaltmasını iste!" dedi. Ben döndüm. Rabbim benden on vakit daha kaldırdı. Dönüşte yine Musa aleyhisselam`a uğradım. Aynı şeyi söyledi. Ben, beş vakitle emrolunmama kadar bu şekilde Hz. Musa ile Rabbim arasında gidip gelmeye devam ettim. Bu sonuncu defa da Hz. Musa`ya uğradım. Yine: "Ne ile emredildin ?" dedi. "Her gün beş vakit namazla!" dedim. "Senin ümmetin her gün beş vakit namaza da takat getiremez. Rabbine dön, hafifletme talep et!" dedi. "Rabbimden çok istedim. Artık utanıyorum, daha da hafifletmesini isteyemem! Ben beş vakte razıyım. Allah`ın emrine teslim oluyorum!" dedim. Musa aleyhisselam`ı geçer geçmez bir münadi (Allah adına) nida etti: "Farzını kesinleştirdim, kullarımdan hafiflettim de!" [Bir rivayette şu ziyade geldi: "Namazlar (günde) beştir. Ve onlar ellidir de. İndimde hüküm değişmez artık!"]Hadis No : 5568
İDRİS KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ KUDDUSİYYE
ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ K.S
Yüceliğin [ulüvv] iki nisbeti vardır: mekân yüceliği [ulüvv-i mekân] ve mekânda-olmaklık yüceliği [ulüvv-i mekânet]... Mekân yüceliğine, Onu yüce mekâna yükselttik [Meryem Suresi, 19/57] sözüyle işaret edilmiştir ve mekânların en yücesi, üzerinde felekler aleminin bir değirmen gibi devr-i daim ettiği mekândır, yani Güneş Feleğidir ve İdrisin ruhani makamı işte buradadır.
Güneş Feleğinin altında yedi felek, üzerinde de yine yedi felek vardır ve kendisi onbeşincidir. Üzerindekiler şunlardır: Felek-i Ahmer, yani Merih (gezegeninin bulunduğu felek), Müşteri (Jüpiter) Feleği, Zühal (Satürn) Feleği, Menziller Feleği (Yıldızsız Felek, yani Felek-i Atlas), Burçlar Feleği, Kürsî Feleği ve Arş Feleği... Ve aşağısında olanlar da şunlardır: Zühre (Venüs) Feleği, Utarid (Merkür) Feleği, Ay Feleği, Esîr Feleği, Hava Küresi, Su Küresi ve Toprak Küresi... Ve Güneş Feleği, feleklerin kutbu olması itibarıyla en yüce mekândır.
Mekânda-olmaklık yüceliğine [ulüvv-i mekânet] gelince; bu, bizim için, yani Muhammedî olanlar içindir. Allahu Teala şöyle buyurdu: Sizler yüce olanlarsınız ve Allah (bu yücelikte) sizinle birliktedir.. [Muhammed Suresi, 47/35] Çünkü O, mekândan aşkın olsa da, mekânda-olmaklıktan [mekânet] değildir. Böyle olmasından dolayı, aramızdaki amel-edici nefsler korkunca, Hak Teala, birlikteliği şu sözlerle sürdürdü: ..Ve O hiçbir amelinizi boşa çıkarmaz [Muhammed Suresi, 47/35]. Amel mekânı, ilim ise mekânda-olmaklığı [mekânet] talep eder. Ve Allah, bizim için bu iki yüceliği; yani, amelden dolayı mekân yüceliğiyle, ilimden dolayı mekânda-olmaklık yüceliğini, ayrımsızlaştırdı [cem]. Ve bundan sonra bu birliktelikten herhangi bir biçimde ortaklaşalık anlaşılmasın diye Kendini ortaklaşalıktan tenzih ederek, Yüce Rabbinin Adını tesbih et [Alâ Suresi, 87/11] buyurdu.
İnsanın, yani İnsan-ı Kâmilin varlıkların en yücesi olması şaşılası şeylerdendir. Ama ona yüceliğin nisbet olunması, ancak tabi olduğu mekân ve mekânda-olmaklık dolayısıyladır. Yani o, zatından dolayı bir yüceliğe sahip değildir. Onun yüceliği, içerisinde bulunduğu mekânın veya mekânda-olmaklığın yüceliğinden dolayıdır. Dolayısıyla yücelik, mekân ve mekânda-olmaklık için sözkonusudur.
Mekân yüceliği şunun gibidir: Rahman Arşa oturdu [Taha Suresi, 20/5] ve bu (Arş), mekânların en yücesidir. Mekânda-olmaklık yüceliği de şudur: Onun vechi dışında herşey helak olucudur [Kasas Suresi, 28/88], Her şey Ona dönücüdür [Hud Suresi, 11/123] ve Allahın yanısıra bir ilah var mıdır? [Neml Suresi, 27/63]. Ve Allah (İdris hakkında), Onu yüce bir mekâna yükselttik dediğinde, yüce kelimesini, mekânı niteleyen övücü bir vasıf olarak dile getirdi. Ve Rabbin meleklere, yeryüzünde bir Halife yaratacağım dediğinde.. [Bakara Suresi, 19/57] işte bu da mekânda-olmaklık yüceliğidir.
Ve melekler hakkında (İblise hitaben) söylediği, İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın? [Sâd Suresi, 38/75] sözleriyle de, yüceliği meleklere özgü kıldı. Eğer bu yücelik yakıştırması kendilerine melek olmalarından dolayı yapılmış olsaydı, bütün melekler bu yücelik içre olurdu. Ama, bu yücelik yakıştırmasının bütün melekleri içine alacak şekilde genelleştirilmemiş olmasından anlıyoruz ki, burada sözü edilen yücelik, Allah indinde mekânda-olmaklık yüceliğidir. Ve, insanlar arasındaki Halifeler için de durum böyledir. Halife olmakla elde ettikleri yücelik, zatlarından dolayı bir yücelik olsaydı, (diğer) bütün insanların (da aynı şekilde) yüce olması gerekirdi. Ama bu yücelik genel olmadığı için, anlıyoruz ki bu, mekânda-olmaklık yüceliğidir.
Yüce [Âli] İsmi, Onun Güzel İsimlerindendir. Onunla birlikte Ondan başkası olmadığından, neye itibarla Yücedir? Demek ki, O gerçekte Kendi Zatı itibarıyla Yücedir. Ya da hangi şeyden Yücedir? Ancak O var olduğundan, Onun bu yüceliği Kendiliğindedir. Ve O, varlık itibarıyla, bütün varlıkların aynı olduğundan, sonradan olma diye adlandırılan şeyler, kendi zatı itibarıyla Yücedir. Dolayısıyla Hak, Kendinden başkası olmadığından, izafî yücelik olmaksızın Yücedir. Ve bu aynlara gelince, onlar için yokluk [adem] sözkonusudur ve onlar yoklukta yerleşiktirler [sabit] ve varlığın kokusunu koklamamışlardır. İmdi varlıklardaki çok sayıdaki suretleriyle birlikte, bu aynlar hep kendi hallerinde kalırlar. Öte yandan, ayrımlaşmamışlıkta [cemiyet] ayrımsız [cem] olan herşeyin aynı Birdir ve çokluğun [kesret] varlığı İsimlerdedir. Ve İsimler nisbetlerdir. Ve nisbetler, var olmayan şeylerdir [umur-u ademiyye]; ve ayndan, yani Zattan başkası yoktur. Ve O, izafet yoluyla değil, kendi Nefsiyle Yücedir. Bundan dolayı, alemde izafi yücelik yoktur; ne var ki, varlığın vecihleri arasında üstünlük farklılığı vardır. İzafi yücelik ancak Kendi çoğul vecihleriyle Bir-olan-aynda [ayn-ı vahid] vardır. Bu nedenle, bu konuda (hakikat itibarıyla) Odur ve (taayyün itibarıyla) O-değildir, (suret itibarıyla) sensin ve (hakikat itibarıyla) sen-değilsin denmiştir.
El-Harraz ve o Hakkın vecihlerinden bir vecih ve kendi nefsinden konuşan, diller arasında bir dildir ancak Onun üzerine kendileriyle hükmedilen zıtların (yani, zıt İsimlerin) birlenmesiyle Allahın bilinebileceğini söylemiştir. O Evveldir ve Ahirdir ve Zahirdir ve Batındır. O, zahir olanın ta kendisidir ve batın olanın ta kendisidir. Ve zuhurunu, Kendinden başka görebilecek olan olmadığı gibi, Kendisinden gizlenebilecek [batın] olan da yoktur. O Kendisiyle zahirdir ve Kendisinden gizlenmiştir. Ve O, Ebu Said el-Harraz ve benzeri diğerlerinin sonradan olma isimleridir.
Zahir Ben dediğinde, Batın Hayır der ve Batın Ben dediğinde Zahir Hayır der. Bu, her zıt olan için böyledir (yani, zıtların herbiri kendi zatının gereğini olumlar ve kendisine aykırı gelen zıttın gereğini olumsuzlar). Ama (bunların her ikisini) söyleyen birdir ve (bunların her ikisini) işiten de söyleyenin ta kendisidir. (Bu duruma bir örnek vermek gerekirse) Nebi, sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle demiştir: Allah, söz ve eylemle ortaya çıkmadıkça, ümmetimden olanların içlerinden geçenleri (nefslerinde olup bitenleri) bağışladı. Ve nefs, kendi içinden geçirdiklerini kendisi oluşturur; içinden geçenleri işittiği gibi, bunların ne sebeble oluştuğunu da bilir. Hükümler birbirinden farklı olsa da, ayn birdir; ve durumun böyle olduğunun bilinmemesi sözkonusu değildir, çünkü Hakkın sureti olan insan, kendi nefsinden durumun böyle olduğunu (yani, söyleyen ve işitenin bir olduğunu) bilir.
Böylece, (bir-olan-aynın taayyün yoluyla çoklaşması ve mertebelerle farklılaşmasıyla) şeyler birbirinden farklı oldu. Ve sayılar, bilinen basamaklar (10, 100, ...) doğrultusunda birden [vahid] türedi. Böylece nasıl ki bir sayıları varettiyse, sayılar da bire açılım kazandırdı. Öte yandan, sayının [aded] hükmü de ancak sayılan [madûd] ile zahir oldu. Ve sayıya gelen şeylerin kimisi yok [madum] ve kimisi de vardır. Bir şey, his itibarıyla var olmadığı halde, akıl itibarıyla var olabilir. İmdi bir şeyin ya sayı ya da sayılan olması kaçınılmazdır. Böyle olunca birin üzerine inşa olunarak bir ortaya çıkış kaçınılmaz olur. (Şu halde) bir (sayısı) kendi kendisini ortaya çıkarır. Ve sayıların herbiri örneğin dokuz, on gibi sayılar ve bunların aşağısında olanlar ve bunların üzerinde sonsuz büyüğe kadar gidenler tek başlarına birer gerçeklik [hakikat-ı vahid] iseler de, hiçbiri bütünlüğü kendinde toplamaz. Ve hiçbiri birlerin toplamı adıyla anılmaktan kurtulamaz. Çünkü (birlerin toplamından oluşan) iki tek başına bir gerçekliktir; (ve yine birlerin toplamından oluşan) üç de tek başına bir gerçekliktir ve sonraki sayılar için de durum böyledir. Ve bu sayıların hepsi, (birlerin toplamından oluşmaları bakımından) bir ise de, hiçbir sayının birin kendisini barındırması, diğerininkiyle aynı değildir. Böyle olunca toplam [cem], (sayıların ve sayı basamaklarının) hepsini tutar. Şu halde, toplam, sayılarda sayıların kendileriyle söz sahibidir. Ve onlara, onların kendileriyle hükmeder. Ve bu şekilde, yirmi basamak zahir oldu (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 20, 30, 40, 50, 60, 70, 80, 90, 100, 1000). Dolayısıyla bu basamaklar (birlerin toplamlarından oluşmaları bakımından) bileşimseldir. Böyle olunca, senin indinde zatından dolayı menfî olan şeyin (yani, vahidin sayı olmamaklığının) ta kendisini müsbet kılmaktan (yani, sayıların sayı olmayan birlerin toplamından oluştuğunu doğrulamaktan) kendini kurtaramazsın.
Ve her kim, sayılar hakkında vardığımız sonucu, yani birin sayı olmaklığının değillenmesinin, birin sayı olmaklığının kesinlenmesiyle aynı olduğunu anlasa; gerçekte bilir ki, aşkın [münezzeh] olan Hak, halkta benzeş [müşebbeh] olandır ve halk, Hâlikten ayrışık olsa da, bu böyledir. İmdi iş odur ki, Hâlik mahluktur. Ve yine iş odur ki, mahluk Hâliktir. Her ikisi de bir-olan-ayndandır. Belki de, tersine (hakikat itibarıyla) bir ayndır ve (taayyün ve zuhur itibarıyla) çoğul aynlardır. Neyi görüyor olduğuna bak!
(İsmail, babasına dedi ki) Ey babacığım, sana emredileni yap! [Saffât Suresi, 37/102]. Oğul babasının ta kendisidir. Ve İbrahim, (rüyasında) nefsinden başkasını boğazlıyor olduğunu görmedi. Ve O, İbrahime fidye olarak büyük kurbanı verdi; ve (rüyada) insan suretinde görünmüş olan bu kurban, (his aleminde) koç suretinde göründü. Oğul suretinde görünmüştü; hayır, belki de oğul hükmünde görünmüştü ve oğul, babasının aynısı olan kişidir. Ve O, ondan eşini halk etti [Nisa Suresi, 4/1]. Bu demektir ki, Âdemin nikâhı, kendi nefsinden başkasıyla olmuş değildir; eşi ve oğlu kendi nefsindendir. Ve varlık, sayısal çoklukta birdir.
Tabiat nedir ve ondan zahir olan nedir? Tabiatın, kendisinden zahir olan yüzünden eksiklendiğini; ve zahir kılmadıklarıyla da artıklandığını görmedik. Ve Tabiattan zuhur eden, ondan (yani, Tabiatın kendisinden) başkası değildir. Ve o, kendisinden zahir olan şeylerin hükümleri yoluyla suretlerin birbirinden farklı olmasından dolayı, kendinden zuhur edenle aynı değildir. Ve şu, soğuk ve kurudur; şu diğeri de sıcak ve kurudur ve bunlar kuru olmalarından dolayı ayrımsızdırlar ve öbürleri (yani, soğuk ve sıcak) yüzünden de farklılaşmışlardır. Tabiat (bu hükümleri) biraraya toplayıcıdır [camî]. Ya da, tersine, ayn (yani, ayn-ı vahid) Tabiatın ta kendisidir. Dolayısıyla, tabiat alemi, bir aynadaki suretlerdir. Ya da, tersine, birbirinden farklı aynalardaki bir surettir. Böylece, bakış açılarının farklı olmasından dolayı, ancak hayret vardır.
Ve bizim söylediklerimizi bilen kimse, hayrete düşmez. Ve böylesi bir kimse ilimde ilerlemiş biri olsa bile, bu ilim ancak mahallin hükmüncedir. Ve mahal, değişmez aynın [ayn-ı sabite] ta kendisidir. Ve Hak, değişmez aynla tecelli mahallerinde çeşitlenir. Böyle olunca da, Kendisi üzerine hükümler çeşitlilik gösterir. Ve O, her hükmü kabul eder. Ve Kendisi üzerine, ancak tecelli ettiği ayn hükmeder. Böyle olunca da, (aynın hükmetmekliği dışında Hak üzerine hükmeden) başkaca hiçbir şey yoktur.
Hak, bu yönüyle halktır, düşün öyleyse
Halk değildir diğer yönüyle de; an, zikret öyleyse...
Kim ki anladı dediklerimi, zayıflamaz basireti
Ve ancak basireti olan anlar bu söylediklerimi...
İster ayrımları kaldır, ister ayrımlar koy Birdir ayn.
Ve baki değildir, kalmaz bir şey çokluktan...
İmdi Kendinden dolayı Yüce olan, varolan şeylerin bütününü ve varolmayan nisbetleri [niseb-i ademiyye] istiğrâk eden bir kemale sahip olandır. Ve bu kemal, Onun bu vasıflardan hiçbirini yitirmemesi ve Onun bu vasıflardan başkası olmaması sayesindedir. Ve bu vasıfların ilmî, aklî ve şerî olarak övülesi veya yerilesi vasıflar olması bir şey değiştirmez. Ve böylesi bir kemal, ancak Allah İsmiyle adlandırılana özgüdür.
Ama Allah ismiyle adlandırılandan başkası olanlar, ya Onun için (duyumsal varlıkta) birer tecelli mahallidirler, ya da Onda (yani, Hakkın varlık aynasında, ilahi ilimde) birer surettirler. Eğer Onun için tecelli mahalleri varsa, böyle olduğundan dolayı kaçınılmaz olarak bir tecelli mahalliyle diğeri arasında (İlahi İsimleri kapsayıcılık yönünden) üstünlük farklılığı ortaya çıkar. Ve eğer bu (Allahtan başka olan), Onda (yani, Hakkın varlık aynasında, akıl mertebesinde zahir olan) bir suret (yani, İlahi İlimde ortaya çıkan ayan-ı sabiteden biri) olursa, böylesi bir suret için zatî kemal sözkonusudur; çünkü bu suret, kendisinde zahir olan şeyin ta kendisidir. Ve, Allah olarak adlandırılan için sözkonusu olan, bu suret için de sözkonusudur. Ve bu suretin O olduğu söylenemeyeceği gibi, Ondan başka olduğu da söylenemez.
Gerçekte, Ebu Kasım ibn Kasiyy, Halün-Naleyn adlı kitabında, buna, herbir İlahi İsmin, bütün İlahi İsimlerle isimlendiğini ve onlarla vasıflandığını söyleyerek işaret etti. Ve burada söylediği şudur ki, herbir İsim Zata ve kendisi için sözkonusu edilen ve kendisi tarafından talep edilen manaya delalet eder. Ve bu İsim, Zata delalet etmesinden dolayı, İlahi İsimlerin hepsini kendinde toplar. Ve tekilleştirdiği [infırad] anlama delalet etmesiyle de, Rab ve Hâlik ve Musavvir ve benzeri diğerleri gibi, diğerlerinden ayrışır. Ve İsim, Zattan dolayı, adlandırılanın ta kendisidir. Ve İsim, kendisi için sözkonusu edilen kendine özgü anlamından dolayı, adlandırılandan başkadır.
Eğer sözünü etmiş olduklarımızdan (Zatî) yüceliğin ne olduğunu anladıysan; bunun, mekân veya mekânda-olmaklık yüceliği olmadığını da anlamış olmalısın. Çünkü, mekânda-olmaklık yüceliği sultan ve hakimler ve vezirler ve kadılar ve bu mevki için yeterliliği bulunsun bulunmasın amir olan herbir mevki sahibine özgüdür. Ama sıfat yoluyla yücelik böyle değildir. Çünkü bir kimse, insanların en alimi olsa da, bu kimseye; insanların en cahili de olsa, hükmetme mevkiinde bulunan bir kimse tarafından hükmedilebilir. Böyle olunca, amirin yüceliği, mekânda-olmaklıktan dolayı yüceliktir. Onun yüceliği, kendisine tabi olanlara hükmetmesi bakımındandır ve böyle olunca da o, kendinden bir yüceliğe sahip değildir. Dolayısıyla, bulunduğu mevkiden alındığında, yüksekte bulunmaklığı ortadan kalkar. Ama, alim için durum böyle değildir.
ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ K.S
Yüceliğin [ulüvv] iki nisbeti vardır: mekân yüceliği [ulüvv-i mekân] ve mekânda-olmaklık yüceliği [ulüvv-i mekânet]... Mekân yüceliğine, Onu yüce mekâna yükselttik [Meryem Suresi, 19/57] sözüyle işaret edilmiştir ve mekânların en yücesi, üzerinde felekler aleminin bir değirmen gibi devr-i daim ettiği mekândır, yani Güneş Feleğidir ve İdrisin ruhani makamı işte buradadır.
Güneş Feleğinin altında yedi felek, üzerinde de yine yedi felek vardır ve kendisi onbeşincidir. Üzerindekiler şunlardır: Felek-i Ahmer, yani Merih (gezegeninin bulunduğu felek), Müşteri (Jüpiter) Feleği, Zühal (Satürn) Feleği, Menziller Feleği (Yıldızsız Felek, yani Felek-i Atlas), Burçlar Feleği, Kürsî Feleği ve Arş Feleği... Ve aşağısında olanlar da şunlardır: Zühre (Venüs) Feleği, Utarid (Merkür) Feleği, Ay Feleği, Esîr Feleği, Hava Küresi, Su Küresi ve Toprak Küresi... Ve Güneş Feleği, feleklerin kutbu olması itibarıyla en yüce mekândır.
Mekânda-olmaklık yüceliğine [ulüvv-i mekânet] gelince; bu, bizim için, yani Muhammedî olanlar içindir. Allahu Teala şöyle buyurdu: Sizler yüce olanlarsınız ve Allah (bu yücelikte) sizinle birliktedir.. [Muhammed Suresi, 47/35] Çünkü O, mekândan aşkın olsa da, mekânda-olmaklıktan [mekânet] değildir. Böyle olmasından dolayı, aramızdaki amel-edici nefsler korkunca, Hak Teala, birlikteliği şu sözlerle sürdürdü: ..Ve O hiçbir amelinizi boşa çıkarmaz [Muhammed Suresi, 47/35]. Amel mekânı, ilim ise mekânda-olmaklığı [mekânet] talep eder. Ve Allah, bizim için bu iki yüceliği; yani, amelden dolayı mekân yüceliğiyle, ilimden dolayı mekânda-olmaklık yüceliğini, ayrımsızlaştırdı [cem]. Ve bundan sonra bu birliktelikten herhangi bir biçimde ortaklaşalık anlaşılmasın diye Kendini ortaklaşalıktan tenzih ederek, Yüce Rabbinin Adını tesbih et [Alâ Suresi, 87/11] buyurdu.
İnsanın, yani İnsan-ı Kâmilin varlıkların en yücesi olması şaşılası şeylerdendir. Ama ona yüceliğin nisbet olunması, ancak tabi olduğu mekân ve mekânda-olmaklık dolayısıyladır. Yani o, zatından dolayı bir yüceliğe sahip değildir. Onun yüceliği, içerisinde bulunduğu mekânın veya mekânda-olmaklığın yüceliğinden dolayıdır. Dolayısıyla yücelik, mekân ve mekânda-olmaklık için sözkonusudur.
Mekân yüceliği şunun gibidir: Rahman Arşa oturdu [Taha Suresi, 20/5] ve bu (Arş), mekânların en yücesidir. Mekânda-olmaklık yüceliği de şudur: Onun vechi dışında herşey helak olucudur [Kasas Suresi, 28/88], Her şey Ona dönücüdür [Hud Suresi, 11/123] ve Allahın yanısıra bir ilah var mıdır? [Neml Suresi, 27/63]. Ve Allah (İdris hakkında), Onu yüce bir mekâna yükselttik dediğinde, yüce kelimesini, mekânı niteleyen övücü bir vasıf olarak dile getirdi. Ve Rabbin meleklere, yeryüzünde bir Halife yaratacağım dediğinde.. [Bakara Suresi, 19/57] işte bu da mekânda-olmaklık yüceliğidir.
Ve melekler hakkında (İblise hitaben) söylediği, İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın? [Sâd Suresi, 38/75] sözleriyle de, yüceliği meleklere özgü kıldı. Eğer bu yücelik yakıştırması kendilerine melek olmalarından dolayı yapılmış olsaydı, bütün melekler bu yücelik içre olurdu. Ama, bu yücelik yakıştırmasının bütün melekleri içine alacak şekilde genelleştirilmemiş olmasından anlıyoruz ki, burada sözü edilen yücelik, Allah indinde mekânda-olmaklık yüceliğidir. Ve, insanlar arasındaki Halifeler için de durum böyledir. Halife olmakla elde ettikleri yücelik, zatlarından dolayı bir yücelik olsaydı, (diğer) bütün insanların (da aynı şekilde) yüce olması gerekirdi. Ama bu yücelik genel olmadığı için, anlıyoruz ki bu, mekânda-olmaklık yüceliğidir.
Yüce [Âli] İsmi, Onun Güzel İsimlerindendir. Onunla birlikte Ondan başkası olmadığından, neye itibarla Yücedir? Demek ki, O gerçekte Kendi Zatı itibarıyla Yücedir. Ya da hangi şeyden Yücedir? Ancak O var olduğundan, Onun bu yüceliği Kendiliğindedir. Ve O, varlık itibarıyla, bütün varlıkların aynı olduğundan, sonradan olma diye adlandırılan şeyler, kendi zatı itibarıyla Yücedir. Dolayısıyla Hak, Kendinden başkası olmadığından, izafî yücelik olmaksızın Yücedir. Ve bu aynlara gelince, onlar için yokluk [adem] sözkonusudur ve onlar yoklukta yerleşiktirler [sabit] ve varlığın kokusunu koklamamışlardır. İmdi varlıklardaki çok sayıdaki suretleriyle birlikte, bu aynlar hep kendi hallerinde kalırlar. Öte yandan, ayrımlaşmamışlıkta [cemiyet] ayrımsız [cem] olan herşeyin aynı Birdir ve çokluğun [kesret] varlığı İsimlerdedir. Ve İsimler nisbetlerdir. Ve nisbetler, var olmayan şeylerdir [umur-u ademiyye]; ve ayndan, yani Zattan başkası yoktur. Ve O, izafet yoluyla değil, kendi Nefsiyle Yücedir. Bundan dolayı, alemde izafi yücelik yoktur; ne var ki, varlığın vecihleri arasında üstünlük farklılığı vardır. İzafi yücelik ancak Kendi çoğul vecihleriyle Bir-olan-aynda [ayn-ı vahid] vardır. Bu nedenle, bu konuda (hakikat itibarıyla) Odur ve (taayyün itibarıyla) O-değildir, (suret itibarıyla) sensin ve (hakikat itibarıyla) sen-değilsin denmiştir.
El-Harraz ve o Hakkın vecihlerinden bir vecih ve kendi nefsinden konuşan, diller arasında bir dildir ancak Onun üzerine kendileriyle hükmedilen zıtların (yani, zıt İsimlerin) birlenmesiyle Allahın bilinebileceğini söylemiştir. O Evveldir ve Ahirdir ve Zahirdir ve Batındır. O, zahir olanın ta kendisidir ve batın olanın ta kendisidir. Ve zuhurunu, Kendinden başka görebilecek olan olmadığı gibi, Kendisinden gizlenebilecek [batın] olan da yoktur. O Kendisiyle zahirdir ve Kendisinden gizlenmiştir. Ve O, Ebu Said el-Harraz ve benzeri diğerlerinin sonradan olma isimleridir.
Zahir Ben dediğinde, Batın Hayır der ve Batın Ben dediğinde Zahir Hayır der. Bu, her zıt olan için böyledir (yani, zıtların herbiri kendi zatının gereğini olumlar ve kendisine aykırı gelen zıttın gereğini olumsuzlar). Ama (bunların her ikisini) söyleyen birdir ve (bunların her ikisini) işiten de söyleyenin ta kendisidir. (Bu duruma bir örnek vermek gerekirse) Nebi, sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle demiştir: Allah, söz ve eylemle ortaya çıkmadıkça, ümmetimden olanların içlerinden geçenleri (nefslerinde olup bitenleri) bağışladı. Ve nefs, kendi içinden geçirdiklerini kendisi oluşturur; içinden geçenleri işittiği gibi, bunların ne sebeble oluştuğunu da bilir. Hükümler birbirinden farklı olsa da, ayn birdir; ve durumun böyle olduğunun bilinmemesi sözkonusu değildir, çünkü Hakkın sureti olan insan, kendi nefsinden durumun böyle olduğunu (yani, söyleyen ve işitenin bir olduğunu) bilir.
Böylece, (bir-olan-aynın taayyün yoluyla çoklaşması ve mertebelerle farklılaşmasıyla) şeyler birbirinden farklı oldu. Ve sayılar, bilinen basamaklar (10, 100, ...) doğrultusunda birden [vahid] türedi. Böylece nasıl ki bir sayıları varettiyse, sayılar da bire açılım kazandırdı. Öte yandan, sayının [aded] hükmü de ancak sayılan [madûd] ile zahir oldu. Ve sayıya gelen şeylerin kimisi yok [madum] ve kimisi de vardır. Bir şey, his itibarıyla var olmadığı halde, akıl itibarıyla var olabilir. İmdi bir şeyin ya sayı ya da sayılan olması kaçınılmazdır. Böyle olunca birin üzerine inşa olunarak bir ortaya çıkış kaçınılmaz olur. (Şu halde) bir (sayısı) kendi kendisini ortaya çıkarır. Ve sayıların herbiri örneğin dokuz, on gibi sayılar ve bunların aşağısında olanlar ve bunların üzerinde sonsuz büyüğe kadar gidenler tek başlarına birer gerçeklik [hakikat-ı vahid] iseler de, hiçbiri bütünlüğü kendinde toplamaz. Ve hiçbiri birlerin toplamı adıyla anılmaktan kurtulamaz. Çünkü (birlerin toplamından oluşan) iki tek başına bir gerçekliktir; (ve yine birlerin toplamından oluşan) üç de tek başına bir gerçekliktir ve sonraki sayılar için de durum böyledir. Ve bu sayıların hepsi, (birlerin toplamından oluşmaları bakımından) bir ise de, hiçbir sayının birin kendisini barındırması, diğerininkiyle aynı değildir. Böyle olunca toplam [cem], (sayıların ve sayı basamaklarının) hepsini tutar. Şu halde, toplam, sayılarda sayıların kendileriyle söz sahibidir. Ve onlara, onların kendileriyle hükmeder. Ve bu şekilde, yirmi basamak zahir oldu (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 20, 30, 40, 50, 60, 70, 80, 90, 100, 1000). Dolayısıyla bu basamaklar (birlerin toplamlarından oluşmaları bakımından) bileşimseldir. Böyle olunca, senin indinde zatından dolayı menfî olan şeyin (yani, vahidin sayı olmamaklığının) ta kendisini müsbet kılmaktan (yani, sayıların sayı olmayan birlerin toplamından oluştuğunu doğrulamaktan) kendini kurtaramazsın.
Ve her kim, sayılar hakkında vardığımız sonucu, yani birin sayı olmaklığının değillenmesinin, birin sayı olmaklığının kesinlenmesiyle aynı olduğunu anlasa; gerçekte bilir ki, aşkın [münezzeh] olan Hak, halkta benzeş [müşebbeh] olandır ve halk, Hâlikten ayrışık olsa da, bu böyledir. İmdi iş odur ki, Hâlik mahluktur. Ve yine iş odur ki, mahluk Hâliktir. Her ikisi de bir-olan-ayndandır. Belki de, tersine (hakikat itibarıyla) bir ayndır ve (taayyün ve zuhur itibarıyla) çoğul aynlardır. Neyi görüyor olduğuna bak!
(İsmail, babasına dedi ki) Ey babacığım, sana emredileni yap! [Saffât Suresi, 37/102]. Oğul babasının ta kendisidir. Ve İbrahim, (rüyasında) nefsinden başkasını boğazlıyor olduğunu görmedi. Ve O, İbrahime fidye olarak büyük kurbanı verdi; ve (rüyada) insan suretinde görünmüş olan bu kurban, (his aleminde) koç suretinde göründü. Oğul suretinde görünmüştü; hayır, belki de oğul hükmünde görünmüştü ve oğul, babasının aynısı olan kişidir. Ve O, ondan eşini halk etti [Nisa Suresi, 4/1]. Bu demektir ki, Âdemin nikâhı, kendi nefsinden başkasıyla olmuş değildir; eşi ve oğlu kendi nefsindendir. Ve varlık, sayısal çoklukta birdir.
Tabiat nedir ve ondan zahir olan nedir? Tabiatın, kendisinden zahir olan yüzünden eksiklendiğini; ve zahir kılmadıklarıyla da artıklandığını görmedik. Ve Tabiattan zuhur eden, ondan (yani, Tabiatın kendisinden) başkası değildir. Ve o, kendisinden zahir olan şeylerin hükümleri yoluyla suretlerin birbirinden farklı olmasından dolayı, kendinden zuhur edenle aynı değildir. Ve şu, soğuk ve kurudur; şu diğeri de sıcak ve kurudur ve bunlar kuru olmalarından dolayı ayrımsızdırlar ve öbürleri (yani, soğuk ve sıcak) yüzünden de farklılaşmışlardır. Tabiat (bu hükümleri) biraraya toplayıcıdır [camî]. Ya da, tersine, ayn (yani, ayn-ı vahid) Tabiatın ta kendisidir. Dolayısıyla, tabiat alemi, bir aynadaki suretlerdir. Ya da, tersine, birbirinden farklı aynalardaki bir surettir. Böylece, bakış açılarının farklı olmasından dolayı, ancak hayret vardır.
Ve bizim söylediklerimizi bilen kimse, hayrete düşmez. Ve böylesi bir kimse ilimde ilerlemiş biri olsa bile, bu ilim ancak mahallin hükmüncedir. Ve mahal, değişmez aynın [ayn-ı sabite] ta kendisidir. Ve Hak, değişmez aynla tecelli mahallerinde çeşitlenir. Böyle olunca da, Kendisi üzerine hükümler çeşitlilik gösterir. Ve O, her hükmü kabul eder. Ve Kendisi üzerine, ancak tecelli ettiği ayn hükmeder. Böyle olunca da, (aynın hükmetmekliği dışında Hak üzerine hükmeden) başkaca hiçbir şey yoktur.
Hak, bu yönüyle halktır, düşün öyleyse
Halk değildir diğer yönüyle de; an, zikret öyleyse...
Kim ki anladı dediklerimi, zayıflamaz basireti
Ve ancak basireti olan anlar bu söylediklerimi...
İster ayrımları kaldır, ister ayrımlar koy Birdir ayn.
Ve baki değildir, kalmaz bir şey çokluktan...
İmdi Kendinden dolayı Yüce olan, varolan şeylerin bütününü ve varolmayan nisbetleri [niseb-i ademiyye] istiğrâk eden bir kemale sahip olandır. Ve bu kemal, Onun bu vasıflardan hiçbirini yitirmemesi ve Onun bu vasıflardan başkası olmaması sayesindedir. Ve bu vasıfların ilmî, aklî ve şerî olarak övülesi veya yerilesi vasıflar olması bir şey değiştirmez. Ve böylesi bir kemal, ancak Allah İsmiyle adlandırılana özgüdür.
Ama Allah ismiyle adlandırılandan başkası olanlar, ya Onun için (duyumsal varlıkta) birer tecelli mahallidirler, ya da Onda (yani, Hakkın varlık aynasında, ilahi ilimde) birer surettirler. Eğer Onun için tecelli mahalleri varsa, böyle olduğundan dolayı kaçınılmaz olarak bir tecelli mahalliyle diğeri arasında (İlahi İsimleri kapsayıcılık yönünden) üstünlük farklılığı ortaya çıkar. Ve eğer bu (Allahtan başka olan), Onda (yani, Hakkın varlık aynasında, akıl mertebesinde zahir olan) bir suret (yani, İlahi İlimde ortaya çıkan ayan-ı sabiteden biri) olursa, böylesi bir suret için zatî kemal sözkonusudur; çünkü bu suret, kendisinde zahir olan şeyin ta kendisidir. Ve, Allah olarak adlandırılan için sözkonusu olan, bu suret için de sözkonusudur. Ve bu suretin O olduğu söylenemeyeceği gibi, Ondan başka olduğu da söylenemez.
Gerçekte, Ebu Kasım ibn Kasiyy, Halün-Naleyn adlı kitabında, buna, herbir İlahi İsmin, bütün İlahi İsimlerle isimlendiğini ve onlarla vasıflandığını söyleyerek işaret etti. Ve burada söylediği şudur ki, herbir İsim Zata ve kendisi için sözkonusu edilen ve kendisi tarafından talep edilen manaya delalet eder. Ve bu İsim, Zata delalet etmesinden dolayı, İlahi İsimlerin hepsini kendinde toplar. Ve tekilleştirdiği [infırad] anlama delalet etmesiyle de, Rab ve Hâlik ve Musavvir ve benzeri diğerleri gibi, diğerlerinden ayrışır. Ve İsim, Zattan dolayı, adlandırılanın ta kendisidir. Ve İsim, kendisi için sözkonusu edilen kendine özgü anlamından dolayı, adlandırılandan başkadır.
Eğer sözünü etmiş olduklarımızdan (Zatî) yüceliğin ne olduğunu anladıysan; bunun, mekân veya mekânda-olmaklık yüceliği olmadığını da anlamış olmalısın. Çünkü, mekânda-olmaklık yüceliği sultan ve hakimler ve vezirler ve kadılar ve bu mevki için yeterliliği bulunsun bulunmasın amir olan herbir mevki sahibine özgüdür. Ama sıfat yoluyla yücelik böyle değildir. Çünkü bir kimse, insanların en alimi olsa da, bu kimseye; insanların en cahili de olsa, hükmetme mevkiinde bulunan bir kimse tarafından hükmedilebilir. Böyle olunca, amirin yüceliği, mekânda-olmaklıktan dolayı yüceliktir. Onun yüceliği, kendisine tabi olanlara hükmetmesi bakımındandır ve böyle olunca da o, kendinden bir yüceliğe sahip değildir. Dolayısıyla, bulunduğu mevkiden alındığında, yüksekte bulunmaklığı ortadan kalkar. Ama, alim için durum böyle değildir.
Hz. İdris aleyhi's-selâm'ın hayatı
İdris Aleyhisselâmın Soyu:
İdris (Ahnuh veya Unhuh veya Hanuh) b.Yerd (yahud Yarid)b.Mehlâil b.Kaynarı (yahud Kaynen) b.Enuş, b.Şis, b.Âdem Aleyhisselâm.[1]
İdris Aleyhisselâma İdris Denilmesinin Sebebi:
idris Aleyhisselâma; Yüce Allâhın kitabından ve İslam Dininin Sünnetinden[2], Kitaplardan, Âdem ve Şis Aleyhisselamların Sahifelerinden [3] çok çok ders yaptığı için[4] İdris adı verildiği rivayet edilir.[5]
İdris Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili:
İdris Aleyhisselâm; beyaz tenli[6], uzun boylu, büyük karınlı, geniş göğüslü[7],
kaba Sakallı, İri kemikli, güzel yüzlü İdi.[8]
Yürürken, adımını, kısa atar[9], önüne bakardı.[10]
Vücudu, az kıllı, başı, çok saçlı idi. Vücudunda, yaratılıştan beyaz bir nokta vardı.[11] Sesi, ince ve konuşması mülayimdi.[12]
İdris Aleyhisselâmın Özelliklerinden Bazıları:
İdris Aleyhisselâm; Âdem Aleyhisselâmdan sonra[13], kalemle ilk kez yazı yazan [14],
İlk kez yıldızlar ve hisab ilmini gözden geçiren zat idi.[15]
Geçmiş devirlerin bütün ilimleri kendisinde toplanmıştı.[16]
Bütün ilimler kendisine öğretilmiş, Şis Aleyhisselâmdan sonra hiç kimseye gizli ilimlerin Mushafı da ona teslim edilmişti.[17]
Kendisi terzi idi..[18]
İlk kez, iğne ile dikiş diken[19], ilk kez elbise dikip giyen de İdris Aleyhisselâmdı.
Halbuki, ondan önceki insanlar, hayvanların derilerini giyerlerdi[20]
Babası Yerd b. Mehlâil, İdris Aleyhisselâmı yerine bıraktığı ve kavmin oturdukları mukaddes dağdan , Kabil oğullarının yanına inmemeleri için[21] yaptığı va?z ve nasihata kulak asamadıkları zaman[22] İdris Aleyhisselâm, ayağa kalkıp onlara:"İyi biliniz ki: içinizden kim Babamız Yerd i , dinlemeyerek dağımızdan inerse, biz, onun bir daha dağaımıza çıkmasına meydan bırakmayacağız!" demiş, fakat onlar, dağdan inmekten başkasına yanaşmamışlar, inecekleri yere inmişler, Kabil oğullarının kadınları ile düşüp kalkmışlardır.[23]
İdris Aleyhisselâm, çok ibadet edici bir zat idi. Kendisinin, bir günde yükselen ameline, zamanındaki Âdem oğullarını bir ayda yükselen amelleri denk gelmezdi.[24]
İdris Aleyhisselâmın Peygamberliği, Mücadele Ve Mücâhedesi:
Âdem, Şis Aleyhisselâmlardan sonra[25], İdris Aleyhisselâma , Yüce Allah tarafından peygamberlik verildi.[26]
Ve kendisine otuz sahife indirildi.[27]
İdris Aleyhisselâm; kavmini, putlara tapmaktan men ve yüce Allaha ibadete davet etti.
Fakat, onlar, onu, yalanladılar.[28]
İdris Aleyhisselâm; Şis oğullarından olan kavmim yanına çağırıp onlara, öğütler vermiş, Yüce Allâha itaat, Şeytana ise, isyan etmelerini ve Kabil oğulları ile düşüp kalkmamalarını emr etmiş ise de, onlar, dinlememişler[29], Kabil oğullarının yanına, birbiri ardınca, kafile kafile inmeğe başlamışlar[30], İdris Aleyhisselâmın dâvetine, ancak, bin kişi icabet etmiştir.[31]
İdris Aleyhisselâm, ilk kez, Allah yolunda Kabil oğulları ile savaşmış, onlardan esirler alıp âzad etmiştir.
İdris Aleyhisselâm; göğe yükseltilmeden önce, oğlu Mettu Şelah´ı, kendisine Halef ve Ev halkına Vasi tayin etti.
Yüce Allah´ın; Kabil oğullarını, onlarla düşüp kalkanları ve onlara meyi edenleri azaba uğratacağını bildirdi ve kendilerini, onlarla düşüp kalkmaktan nehy etti.[32]
Allâha ibadette İhlaslı olmalarını, doğruluk ve yakîn üzere amel etmelerini tavsiye etti.[33]
Bundan sonra, Yüce Allah, İdris Aleyhisselâmı, pek yüce bir yere kaldırıp yükseltti. [34]
O zaman, kendisi, yüz altmış beş yaşında idi.[35] Ona ve gönderilen bütün Peygamberlere Selâm olsun![36]
Cehennem Ve Cennetin İdris Aleyhisselâma Gösterilişi:
Hz.Ümmü Seleme´nin, bildirdiğine göre:
İdris Aleyhisselâm, Ölüm Meleğinin dostu idi. O´ndan, Cennet´i ve Cehennem´i, kendisine göstermesini istedi.
O da, onu, yükseltti.
İdris Aleyhisselâm, Cehennem´i görünce, ondan korktu. Az kalsın bayılacaktı.
Ölüm Meleği, onun üzerine kanadını gerip:
"Gördün onu, değil mi?" dedi.
İdris Aleyhisselâm:"Evet! Bu güne kadar, onu, hiç görmemiştim!" dedi.
Ölüm Meleği, Cennet´i görünceye kadar onu götürüp Cennet´e girdi ve jdris Aleyhisselâma:"Cennet´i de, gördün değil mi?" dedi. İdris Aleyhisselâm:"Evet! Vallahi, burası, Cennet´tir!" dedi.
Ölüm Meleği:"Haydi, gördüğüne git!" dedi.
idris Aleyhisselâm:"Nereye gideyim?" diye sordu.
Ölüm Meleği:"Nerede olmak istersen, oraya git!" dedi.
İdris Aleyhisselâm:"Hayır! Vallahi, ben, oraya girdikten sonra, çıkmam!" dedi.
Ölüm Meleğine:"Sen, onu, oraya koyma!
oraya girince, hiç kimse için, bir daha oradan çıkmak yoktur!" denildi.[37]
Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmın Mîrac Gecesinde İdris Aleyhisselâmla Selamlaşması: Başa Dön
Peygamberimiz Aleyhisselâm, Miraç gecesinde, Cebrail Aleyhisselâmla birlikte dördüncü kat göğe yükseldiği zaman, orada, İdris Aleyhisselâmla karşılaştı.
Cebrail Aleyhisselâma:"Kim bu?" diye sordu.[38]
Cebrail Aleyhisselâm:"Bu, İdris (Aleyhisselâm)dır! Selâm ver ona!" dedi.
Peygamberimiz, selâm verdi.
O da, peygamberimizin selâmına mukabele ettikten sonra:
"Hoş geldin, safa geldin sâlih kardeş, sâlih Peygamber!" dedi ve hayır dua etti.[39]
İdris Aleyhisselâmla Nuh Aleyhisselâm Arasındaki Soy Direği Atalar:
İdris Aleyhisselâmdan sonra, oğlu Mettu Şelah; Yüce Allâha ibadet ve tâata devam etti.[40]
Kendisi; ata binip savaşmakta Babasını örnek edinen[41] ve Allâha tâat ve ibadet olan günlük amellerinde de, Baba ve Atalarının yolunu tutan mübarek bir Zat idi.[42]
Alnında peygamberlik nuru parıldardı.[43]
Mettu Şelah, vefat edeceği sırada, oğlu Lemek´i, yerine bıraktı ve Allah´a tâat ve ahidleri korumak gibi Atalarının, kendisine tavsiye etmiş oldukları ve kendisinin de, yerine getirmiş olduğu şeyleri ona da, tavsiye etti ve dokuz yüz on yedi yaşında vefat etti.[44]
Lemek b.Mettu Şelah da, Allâha ibâdet ve tâata devam etti.[45]
Kavmim, öğütledi ve onları, Kabil oğullları ile düşüp kalkmaktan nehy etti.
Kavmi ise, Lemek´in sözünü dinlemediler. Hepsi, oturdukları dağdan, Kabil oğullarının yanına indiler.[46]
Şis oğulları, Kabil oğullarının kızları ile düşüp kalktıkları zaman, Cebâbire diye anılan Zorbalar doğdu ve çoğaldı.
Lemek; ölüm döşeğine düştüğü zaman, oğlu Nuh Aleyhisselâmla torunları Sam, Ham ve Yâfes´i ve onların kadınlarını yanına çağırdı.
Dağda, Şis oğullarından sekiz candan başka kimse kalmamış, hepsi, Kabil oğullarının yanına gitmişlerdi.
Lemek, yanına gelenler için, Bereket duası yaptı ve ağladı: "Demek, Cinsimizden, şu sekiz candan başka kimse kalmamış!
Âdem ve Havva´yı yaratan, sonra, o ikisinden çocuklarını çoğaltan Allâh´dan dilerim ki: sizi, şu kötü kadın hastalığından korusun!
Çocuklarınızı, yer yüzünü dolduracak kadar çoğaltsın!
Size, Atamız Âdemin bereketini versin!
Oğullarınıza Hükümdarlık nasîb etsin![47]
Ey Nuh! Bildiğin gibi, şuracıkta, bizden başka kimse kalmamıştır.
Sakın bundan ürkme ve şu günahkâr kavmin ardına düşme![48]Öldüğüm zaman, beni, Kenz mağarasının içine koy!
Allah, Gemiye binmeni irâde buyurduğu zaman, Babamız Âdemin Cesedini de, yükle ve Gemiden inerken de, yanında indir.
Onu, Gemide, üst katın ortasına koy.
Sen ve oğulların, Geminin şark tarafında bulununuz.
Kadının ve oğulların da, geminin garp tarafında bulunsunlar.
Fakat, Âdemin cesedi, aranızda bulunmalıdır.
Ne siz kadınlarınıza tecavüz edeceksiniz, ne de, kadınlarınız size tecavüz edecekler.
Gemiden çıkıncaya kadar onlarla birlikte yemeyeceksiniz, içmeyeceksiniz ve onlara yaklaşmayacaksınız.
Tufan, çekilip gittiği ve siz, Gemiden, yer yüzüne çıktığınız zaman, Âdemin cesedi yanında namaz kıl!
Sonra, büyük oğlun Şam´a vasiyet et:
Âdemin cesedini götürüp yer yüzünün ortasına, üstününe koysun.
Oğullarından birisini de, kendisinin yanında bulundurup onun bakımı ile vazifelendirsin.
Hayatını, Allah için vakf etsin. Ne bir kadınla evlensin, ne bir ev yapsın. Ne bir kan döksün, ne yürüyenlerden, ne de uçanlardan birisine bir yaklaşımla yaklaşsın!
Hiç şüphesiz, Allah, Meleklerinden bir Meleği gönderir, yer yüzünün ortasını, üstününü, ona gösterir ve onunla üsniyet eder!" dedi.
Lemek, vefat edince, Nuh Aleyhisselamla oğulları, onun üzerine cenaze namazı kıldılar.Lemek, vefat ettiği zaman, yedi yüz yetmiş yedi yaşında idi.[49]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] ibn.Hişam-Sîre c.l,s.3, ibn.Sa´d-Tabakat c.l,s.54, Belâzürî-Ensabüleşraf c.l,s.3, ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Yâkubî-Tarih c.l,s.8-11, Taberî-Tarih c.l,s.82, Sâlebî-Arais s.49, İbn.Esîr-Kâmil c.l,s.54-55.
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/79.
[2] İbn.Kuteybe-Maarif s.10, Mes´udî-Ahbaruzzaman s.54.
[3] Şâlebî-Arais s.49.
[4] İbn.Kuteybe-Maarif s. 10, Dineverî-Elahbar s.l, Mes´ûdî-Ahbaruzzaman s.54, Sâlebî-Arais s.49.
[5] ibn. Kuteybe-Maarif s.10, Dineveri-Elahbar s.l, Mes´udî-Ahbaruzzaman s.54, Sâlebî-Arais s.49.
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/79.
[6] Hâkim-Müstedrek c.2,s.549.
[7] ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Hâkim-Müstedrek c.2,s.549.
[8] Mîr Haâvend-Ravza.Terceme s.121.
[9] ibn.Kuteybe-Maarif s.10.
[10] Mir Havend-Ravzatussafa Terceme 5 121.
[11] ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Hâkim-Müstedrek c.2,s.549.
[12] ibn.Kuteybe-Maarif c.10.
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/79.
[13] ibn.Abd-i Rabbih-lkdülferid c.4,s.157.
[14] ibn.Hişam-Sîre c.l,s.3, ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Yâkubî-Tarih c.l,s. 11, Taberî-tarih c.İ,s.86, ibn.Abd-i Rabbih-lkdülferid c.4,s.157, Sâlebî-Arais s.49, Deylemî-Firdevs c.1,s.32, İbn.Esîr-Kâmil c.l,s.59, Ebulfida-Elbidaye vennihaye c.1, s. 99.
[15] Sâlebî-Arais s.49, İbn.Esîr-Kâmil c.l,s.59.
[16] Taberî-tarih c.1 ,s.86, İbn.Esîr-Kâmil c.l,s. 60.
[17] Mes? Udi-Ahbaruzzaman s. 54.
[18] Hâkim-Müstedrek c.2,s.596.
[19] Mes? Udi-Murucuzzeheb c.1, s. 40.
[20] İbn.Kuteybe-Maarif s.10.
[21] Yâkubî-Tarih c.l,s. 11.
[22] Taberî-tarih c.1,s.83, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.57.
[23] Yâkubî-Tarih c.l,s. 11.
[24]İbn.Sa´d-Tabakat c.1,s. 40, Sâlebî-Arais s. 50.
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/79-80.
[25] Ebulfida-Elbidaye vennihaye c.1, s. 99.
[26] Meryem:56, İbn Hişam sire c.1, s. 3, ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Yâkubî-Tarih c.l,s. 11, Dineveri-El?ahbar s.1, Taberî-Tarih C.1.S.85, Mes? Udi-Ahbaruzzaman s. 54, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.59, Ebulfida-Elbidaye vennihaye c.1, s. 99.
[27] ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Taberî-Tarih C.1.S.86, Mes? Udi-Murucuzzeheb c.1, s. 40.
İbnünnedim-Fihrist s.39, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s. 60.
[28] Ebülmünzir Hişam-Kitabul esnam s. 52, Yakut-Mucemülbülden c.5, s. 367.
[29] Taberî-tarih c.İ,s.85, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.59.
[30] Taberî-Tarih C.1.S.85.
[31] ibn.Kuteybe-Maarif s.10.
[32] Taberî-Tarih c.1,s.85, 86, 87, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.59-62.
[33] Yâkubî-Tarih c.1,s.11.
[34] Meryem: 57.
[35] İbn.Habîb-Kitabülmuhabber s.3.
[36] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/80-81.
[37] Deylemî-Firdevs c.1,s.224-225
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/81-82.
[38] ibn.İshak, İbn.Hişam-Sîre c.2,s.48, Buharî-Sahih c.4,s.1O7
[39] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.4,s.2O9, Buharî-Sahih c.4,s.1O7
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/82.
[40] Yâkubî-Tarih c.1,s.12
[41] Taberî-Tarih c.1,s.86-87, Ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.62
[42] Taberî-Tarih c.1,s.87
[43] Mes´ûdî-Murûcuzzeheb c.1,s.4O
[44] Taberî-Tarih c.1,s.87
[45] Yâkubî-Tarih c.1,s.12
[46] Taberî-Tarih c.1,s.87, ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.62
[47] Yâkubî-Tarih c.1,s.12-13
[48] Taberî-Tarih c.1,s.87, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.63
[49] Yâkubî-Tarih c.1,s.13
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/82-84.
İdris Aleyhisselâmın Soyu:
İdris (Ahnuh veya Unhuh veya Hanuh) b.Yerd (yahud Yarid)b.Mehlâil b.Kaynarı (yahud Kaynen) b.Enuş, b.Şis, b.Âdem Aleyhisselâm.[1]
İdris Aleyhisselâma İdris Denilmesinin Sebebi:
idris Aleyhisselâma; Yüce Allâhın kitabından ve İslam Dininin Sünnetinden[2], Kitaplardan, Âdem ve Şis Aleyhisselamların Sahifelerinden [3] çok çok ders yaptığı için[4] İdris adı verildiği rivayet edilir.[5]
İdris Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili:
İdris Aleyhisselâm; beyaz tenli[6], uzun boylu, büyük karınlı, geniş göğüslü[7],
kaba Sakallı, İri kemikli, güzel yüzlü İdi.[8]
Yürürken, adımını, kısa atar[9], önüne bakardı.[10]
Vücudu, az kıllı, başı, çok saçlı idi. Vücudunda, yaratılıştan beyaz bir nokta vardı.[11] Sesi, ince ve konuşması mülayimdi.[12]
İdris Aleyhisselâmın Özelliklerinden Bazıları:
İdris Aleyhisselâm; Âdem Aleyhisselâmdan sonra[13], kalemle ilk kez yazı yazan [14],
İlk kez yıldızlar ve hisab ilmini gözden geçiren zat idi.[15]
Geçmiş devirlerin bütün ilimleri kendisinde toplanmıştı.[16]
Bütün ilimler kendisine öğretilmiş, Şis Aleyhisselâmdan sonra hiç kimseye gizli ilimlerin Mushafı da ona teslim edilmişti.[17]
Kendisi terzi idi..[18]
İlk kez, iğne ile dikiş diken[19], ilk kez elbise dikip giyen de İdris Aleyhisselâmdı.
Halbuki, ondan önceki insanlar, hayvanların derilerini giyerlerdi[20]
Babası Yerd b. Mehlâil, İdris Aleyhisselâmı yerine bıraktığı ve kavmin oturdukları mukaddes dağdan , Kabil oğullarının yanına inmemeleri için[21] yaptığı va?z ve nasihata kulak asamadıkları zaman[22] İdris Aleyhisselâm, ayağa kalkıp onlara:"İyi biliniz ki: içinizden kim Babamız Yerd i , dinlemeyerek dağımızdan inerse, biz, onun bir daha dağaımıza çıkmasına meydan bırakmayacağız!" demiş, fakat onlar, dağdan inmekten başkasına yanaşmamışlar, inecekleri yere inmişler, Kabil oğullarının kadınları ile düşüp kalkmışlardır.[23]
İdris Aleyhisselâm, çok ibadet edici bir zat idi. Kendisinin, bir günde yükselen ameline, zamanındaki Âdem oğullarını bir ayda yükselen amelleri denk gelmezdi.[24]
İdris Aleyhisselâmın Peygamberliği, Mücadele Ve Mücâhedesi:
Âdem, Şis Aleyhisselâmlardan sonra[25], İdris Aleyhisselâma , Yüce Allah tarafından peygamberlik verildi.[26]
Ve kendisine otuz sahife indirildi.[27]
İdris Aleyhisselâm; kavmini, putlara tapmaktan men ve yüce Allaha ibadete davet etti.
Fakat, onlar, onu, yalanladılar.[28]
İdris Aleyhisselâm; Şis oğullarından olan kavmim yanına çağırıp onlara, öğütler vermiş, Yüce Allâha itaat, Şeytana ise, isyan etmelerini ve Kabil oğulları ile düşüp kalkmamalarını emr etmiş ise de, onlar, dinlememişler[29], Kabil oğullarının yanına, birbiri ardınca, kafile kafile inmeğe başlamışlar[30], İdris Aleyhisselâmın dâvetine, ancak, bin kişi icabet etmiştir.[31]
İdris Aleyhisselâm, ilk kez, Allah yolunda Kabil oğulları ile savaşmış, onlardan esirler alıp âzad etmiştir.
İdris Aleyhisselâm; göğe yükseltilmeden önce, oğlu Mettu Şelah´ı, kendisine Halef ve Ev halkına Vasi tayin etti.
Yüce Allah´ın; Kabil oğullarını, onlarla düşüp kalkanları ve onlara meyi edenleri azaba uğratacağını bildirdi ve kendilerini, onlarla düşüp kalkmaktan nehy etti.[32]
Allâha ibadette İhlaslı olmalarını, doğruluk ve yakîn üzere amel etmelerini tavsiye etti.[33]
Bundan sonra, Yüce Allah, İdris Aleyhisselâmı, pek yüce bir yere kaldırıp yükseltti. [34]
O zaman, kendisi, yüz altmış beş yaşında idi.[35] Ona ve gönderilen bütün Peygamberlere Selâm olsun![36]
Cehennem Ve Cennetin İdris Aleyhisselâma Gösterilişi:
Hz.Ümmü Seleme´nin, bildirdiğine göre:
İdris Aleyhisselâm, Ölüm Meleğinin dostu idi. O´ndan, Cennet´i ve Cehennem´i, kendisine göstermesini istedi.
O da, onu, yükseltti.
İdris Aleyhisselâm, Cehennem´i görünce, ondan korktu. Az kalsın bayılacaktı.
Ölüm Meleği, onun üzerine kanadını gerip:
"Gördün onu, değil mi?" dedi.
İdris Aleyhisselâm:"Evet! Bu güne kadar, onu, hiç görmemiştim!" dedi.
Ölüm Meleği, Cennet´i görünceye kadar onu götürüp Cennet´e girdi ve jdris Aleyhisselâma:"Cennet´i de, gördün değil mi?" dedi. İdris Aleyhisselâm:"Evet! Vallahi, burası, Cennet´tir!" dedi.
Ölüm Meleği:"Haydi, gördüğüne git!" dedi.
idris Aleyhisselâm:"Nereye gideyim?" diye sordu.
Ölüm Meleği:"Nerede olmak istersen, oraya git!" dedi.
İdris Aleyhisselâm:"Hayır! Vallahi, ben, oraya girdikten sonra, çıkmam!" dedi.
Ölüm Meleğine:"Sen, onu, oraya koyma!
oraya girince, hiç kimse için, bir daha oradan çıkmak yoktur!" denildi.[37]
Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmın Mîrac Gecesinde İdris Aleyhisselâmla Selamlaşması: Başa Dön
Peygamberimiz Aleyhisselâm, Miraç gecesinde, Cebrail Aleyhisselâmla birlikte dördüncü kat göğe yükseldiği zaman, orada, İdris Aleyhisselâmla karşılaştı.
Cebrail Aleyhisselâma:"Kim bu?" diye sordu.[38]
Cebrail Aleyhisselâm:"Bu, İdris (Aleyhisselâm)dır! Selâm ver ona!" dedi.
Peygamberimiz, selâm verdi.
O da, peygamberimizin selâmına mukabele ettikten sonra:
"Hoş geldin, safa geldin sâlih kardeş, sâlih Peygamber!" dedi ve hayır dua etti.[39]
İdris Aleyhisselâmla Nuh Aleyhisselâm Arasındaki Soy Direği Atalar:
İdris Aleyhisselâmdan sonra, oğlu Mettu Şelah; Yüce Allâha ibadet ve tâata devam etti.[40]
Kendisi; ata binip savaşmakta Babasını örnek edinen[41] ve Allâha tâat ve ibadet olan günlük amellerinde de, Baba ve Atalarının yolunu tutan mübarek bir Zat idi.[42]
Alnında peygamberlik nuru parıldardı.[43]
Mettu Şelah, vefat edeceği sırada, oğlu Lemek´i, yerine bıraktı ve Allah´a tâat ve ahidleri korumak gibi Atalarının, kendisine tavsiye etmiş oldukları ve kendisinin de, yerine getirmiş olduğu şeyleri ona da, tavsiye etti ve dokuz yüz on yedi yaşında vefat etti.[44]
Lemek b.Mettu Şelah da, Allâha ibâdet ve tâata devam etti.[45]
Kavmim, öğütledi ve onları, Kabil oğullları ile düşüp kalkmaktan nehy etti.
Kavmi ise, Lemek´in sözünü dinlemediler. Hepsi, oturdukları dağdan, Kabil oğullarının yanına indiler.[46]
Şis oğulları, Kabil oğullarının kızları ile düşüp kalktıkları zaman, Cebâbire diye anılan Zorbalar doğdu ve çoğaldı.
Lemek; ölüm döşeğine düştüğü zaman, oğlu Nuh Aleyhisselâmla torunları Sam, Ham ve Yâfes´i ve onların kadınlarını yanına çağırdı.
Dağda, Şis oğullarından sekiz candan başka kimse kalmamış, hepsi, Kabil oğullarının yanına gitmişlerdi.
Lemek, yanına gelenler için, Bereket duası yaptı ve ağladı: "Demek, Cinsimizden, şu sekiz candan başka kimse kalmamış!
Âdem ve Havva´yı yaratan, sonra, o ikisinden çocuklarını çoğaltan Allâh´dan dilerim ki: sizi, şu kötü kadın hastalığından korusun!
Çocuklarınızı, yer yüzünü dolduracak kadar çoğaltsın!
Size, Atamız Âdemin bereketini versin!
Oğullarınıza Hükümdarlık nasîb etsin![47]
Ey Nuh! Bildiğin gibi, şuracıkta, bizden başka kimse kalmamıştır.
Sakın bundan ürkme ve şu günahkâr kavmin ardına düşme![48]Öldüğüm zaman, beni, Kenz mağarasının içine koy!
Allah, Gemiye binmeni irâde buyurduğu zaman, Babamız Âdemin Cesedini de, yükle ve Gemiden inerken de, yanında indir.
Onu, Gemide, üst katın ortasına koy.
Sen ve oğulların, Geminin şark tarafında bulununuz.
Kadının ve oğulların da, geminin garp tarafında bulunsunlar.
Fakat, Âdemin cesedi, aranızda bulunmalıdır.
Ne siz kadınlarınıza tecavüz edeceksiniz, ne de, kadınlarınız size tecavüz edecekler.
Gemiden çıkıncaya kadar onlarla birlikte yemeyeceksiniz, içmeyeceksiniz ve onlara yaklaşmayacaksınız.
Tufan, çekilip gittiği ve siz, Gemiden, yer yüzüne çıktığınız zaman, Âdemin cesedi yanında namaz kıl!
Sonra, büyük oğlun Şam´a vasiyet et:
Âdemin cesedini götürüp yer yüzünün ortasına, üstününe koysun.
Oğullarından birisini de, kendisinin yanında bulundurup onun bakımı ile vazifelendirsin.
Hayatını, Allah için vakf etsin. Ne bir kadınla evlensin, ne bir ev yapsın. Ne bir kan döksün, ne yürüyenlerden, ne de uçanlardan birisine bir yaklaşımla yaklaşsın!
Hiç şüphesiz, Allah, Meleklerinden bir Meleği gönderir, yer yüzünün ortasını, üstününü, ona gösterir ve onunla üsniyet eder!" dedi.
Lemek, vefat edince, Nuh Aleyhisselamla oğulları, onun üzerine cenaze namazı kıldılar.Lemek, vefat ettiği zaman, yedi yüz yetmiş yedi yaşında idi.[49]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] ibn.Hişam-Sîre c.l,s.3, ibn.Sa´d-Tabakat c.l,s.54, Belâzürî-Ensabüleşraf c.l,s.3, ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Yâkubî-Tarih c.l,s.8-11, Taberî-Tarih c.l,s.82, Sâlebî-Arais s.49, İbn.Esîr-Kâmil c.l,s.54-55.
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/79.
[2] İbn.Kuteybe-Maarif s.10, Mes´udî-Ahbaruzzaman s.54.
[3] Şâlebî-Arais s.49.
[4] İbn.Kuteybe-Maarif s. 10, Dineverî-Elahbar s.l, Mes´ûdî-Ahbaruzzaman s.54, Sâlebî-Arais s.49.
[5] ibn. Kuteybe-Maarif s.10, Dineveri-Elahbar s.l, Mes´udî-Ahbaruzzaman s.54, Sâlebî-Arais s.49.
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/79.
[6] Hâkim-Müstedrek c.2,s.549.
[7] ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Hâkim-Müstedrek c.2,s.549.
[8] Mîr Haâvend-Ravza.Terceme s.121.
[9] ibn.Kuteybe-Maarif s.10.
[10] Mir Havend-Ravzatussafa Terceme 5 121.
[11] ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Hâkim-Müstedrek c.2,s.549.
[12] ibn.Kuteybe-Maarif c.10.
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/79.
[13] ibn.Abd-i Rabbih-lkdülferid c.4,s.157.
[14] ibn.Hişam-Sîre c.l,s.3, ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Yâkubî-Tarih c.l,s. 11, Taberî-tarih c.İ,s.86, ibn.Abd-i Rabbih-lkdülferid c.4,s.157, Sâlebî-Arais s.49, Deylemî-Firdevs c.1,s.32, İbn.Esîr-Kâmil c.l,s.59, Ebulfida-Elbidaye vennihaye c.1, s. 99.
[15] Sâlebî-Arais s.49, İbn.Esîr-Kâmil c.l,s.59.
[16] Taberî-tarih c.1 ,s.86, İbn.Esîr-Kâmil c.l,s. 60.
[17] Mes? Udi-Ahbaruzzaman s. 54.
[18] Hâkim-Müstedrek c.2,s.596.
[19] Mes? Udi-Murucuzzeheb c.1, s. 40.
[20] İbn.Kuteybe-Maarif s.10.
[21] Yâkubî-Tarih c.l,s. 11.
[22] Taberî-tarih c.1,s.83, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.57.
[23] Yâkubî-Tarih c.l,s. 11.
[24]İbn.Sa´d-Tabakat c.1,s. 40, Sâlebî-Arais s. 50.
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/79-80.
[25] Ebulfida-Elbidaye vennihaye c.1, s. 99.
[26] Meryem:56, İbn Hişam sire c.1, s. 3, ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Yâkubî-Tarih c.l,s. 11, Dineveri-El?ahbar s.1, Taberî-Tarih C.1.S.85, Mes? Udi-Ahbaruzzaman s. 54, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.59, Ebulfida-Elbidaye vennihaye c.1, s. 99.
[27] ibn.Kuteybe-Maarif s.10, Taberî-Tarih C.1.S.86, Mes? Udi-Murucuzzeheb c.1, s. 40.
İbnünnedim-Fihrist s.39, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s. 60.
[28] Ebülmünzir Hişam-Kitabul esnam s. 52, Yakut-Mucemülbülden c.5, s. 367.
[29] Taberî-tarih c.İ,s.85, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.59.
[30] Taberî-Tarih C.1.S.85.
[31] ibn.Kuteybe-Maarif s.10.
[32] Taberî-Tarih c.1,s.85, 86, 87, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.59-62.
[33] Yâkubî-Tarih c.1,s.11.
[34] Meryem: 57.
[35] İbn.Habîb-Kitabülmuhabber s.3.
[36] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/80-81.
[37] Deylemî-Firdevs c.1,s.224-225
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/81-82.
[38] ibn.İshak, İbn.Hişam-Sîre c.2,s.48, Buharî-Sahih c.4,s.1O7
[39] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.4,s.2O9, Buharî-Sahih c.4,s.1O7
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/82.
[40] Yâkubî-Tarih c.1,s.12
[41] Taberî-Tarih c.1,s.86-87, Ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.62
[42] Taberî-Tarih c.1,s.87
[43] Mes´ûdî-Murûcuzzeheb c.1,s.4O
[44] Taberî-Tarih c.1,s.87
[45] Yâkubî-Tarih c.1,s.12
[46] Taberî-Tarih c.1,s.87, ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.62
[47] Yâkubî-Tarih c.1,s.12-13
[48] Taberî-Tarih c.1,s.87, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.63
[49] Yâkubî-Tarih c.1,s.13
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/82-84.
Kaynak:Muhammedinur.com