KUR'AN- ı KERİM'in RESMÎ sıralamasına göre.
1- Hz. ADEM
Hz. Adem aleyhi's-selâm'ın hayatıEski, çok eski zamanlarda yeryüzünde insan yoktu.
Dağlar, topraklar, sular, çeşit çeşit hayvanlar vardı ama hiç insan yoktu. Yüce Allah meleklere;"Topraktan bir insan yaratacağım. Onu yeryüzünde halife kılacağım. Hepiniz ona secde ediniz."
diye buyurdu. Melekler durup düşündüler. Demek Yüce Allah yeni bir mahluk yaratacaktı ve ona secde etmelerini emrediyordu. Bu, kendilerinden üstün bir mahluk olacaktı. Sordular:"Ya Rab! Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz sana her zaman ibadet ediyor, seni överek yüceltiyoruz."
Melekler insan denilen şeyin varlığını merak ediyorlardı. Bunun için sorup öğrenmek istemişlerdi. Yüce Allah bunun üzerine;"Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." diye buyurdu.
Melekler;"Şüphesiz Rabbimiz her şeyi bilir, faydasız bir şey yaratmaz." dediler. Demek ki insanın yaratılmasında meleklerin bilemeyecekleri gizli bir yön vardı.
Nihayet Yüce Allah Âdem'i (a.s.) topraktan yarattı. Ona ruhundan üfledi. Sonra Âdem'e varlıkların isimlerini öğretti. Daha sonra onun bütün yaratılmışlardan üstün olduğunu, yeryüzünde halife olmaya layık olduğunu meleklere göstermek, onların merakını gidermek için bir sınav yaptı.
Meleklere;"Bu varlıkların isimlerini söyleyin." diye buyurdu. Meleklerin bu konuda bilgileri yoktu.
"Ya Rab! Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir bilgimiz yok." diyerek sustular, cevap veremediler. Bunun üzerine Yüce Allah, Âdem'e (a.s.) varlıkların isimlerini saymasını emretti. Âdem teker teker saydı. Böylece melekler insan denilen varlığın kendilerinden üstün olduğunu anladılar. Bu olay, Yüce Allah'ın insanlara ilim verdiğini göstermiş oluyordu. İnsanoğlu bu ilim sayesinde dünyadaki hayatını kolaylaştıracak, yaratılmış olan diğer şeylerden faydalanabilecekti.
Melekler Yüce Allah'ın emri üzerine Âdem'e (a.s.) secde ettiler.
Sadece şeytan secde etmemişti. Kendini Âdem'den (a.s.) daha üstün görüyor ve büyüklük taslıyordu. Yüce Allah; "Ey iblis! Âdem'e secde etmene engel olan nedir?" diye buyurdu. Şeytan bu terbiyesizliğinden pişman olup tevbe edeceği yerde kendini haklı çıkarmaya çalıştı.
"Ben Âdem'den (a.s.) daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın. Ben hiç çamurdan yaratılmış birine secde eder miyim?" dedi.
Yüce Allah, şeytanın bu gururlu davranışını bağışlamadı. Ona;
"İn oradan! Melekler içinde büyüklük taslayamazsın. Rahmetimden çık, git! Sen bundan böyle alçağın biri oldun." diye buyurarak onu huzurundan kovdu. Bu olay kibir ve gururun ne kadar kötü bir şey olduğunu ortaya koymaktadır. Büyüklük taslayan, sonunda küçülür ve herkesin nefretini kazanır.
Şeytan yaptığı hatayı anlamıştı. Bir anda Yüce Allah'ın rahmetinden yoksun kalmıştı. Belki de tamamen yok olacaktı. Bu korku ile şöyle dedi:
"Beni insanların tekrar dirileceği güne kadar hayatta bırak."
Yüce Allah ona:
"Senin ömrün kıyamet gününe kadar uzatıldı." diyerek hayatta kalacağını bildirdi.
Şeytan bu izni alınca aslında tevbe ve şükretmesi gerekirdi. Ama o inadında devam etti, Allah Teâlâ'ya şöyle karşılık verdi:
"Ey Rabbim! Beni, Âdem’e secde etmediğim için huzurundan kovdun. Ben de bundan böyle senin doğru yolun üzerinde oturacağım. İnsanları azıtmak, doğru yoldan saptırmak için pusuda bekleyeceğim. Onlara her yönü deneyerek yaklaşmaya çalışacak, sana isyan etmelerini sağlamak için elimden geleni yapacağım. O zaman göreceksin ki insanların çoğu sana itaat etmeyecek, şükretmeyecek. Ancak onlardan pek azını kandıramam, bu insanlar senin en iyi kullarındır.”
Şeytan bu sözleri ile insanoğluna olan kinini ve nefretini açıkça ortaya koymuş oluyordu. Hz. Âdem'in (a.s.) yüce Allah katında kazandığı kıymet onu kıskançlıktan deli etmişti.
Yüce Allah bunun üzerine ona şöyle buyurdu:
"Ey iblis! Sen, bütün güç ve kuvvetinle insanoğlunu azdırmaya, doğru yoldan ayırmaya çalış. İnsanlardan kim benim yolumu bırakır da sana uyarsa, cehennemi seninle ve sana uyanlarla dolduracağımı bilsinler. Ancak senin aldatamayacağın o iyi kullarım var ya, onları bana ibadetten asla ayıramaz, onlar üzerinde bir etki yapamazsın.”
Böylece şeytan Yüce Allah'ın huzurundan kovuldu. Şeytan ile insanoğlu arasındaki mücadele buradan başlamış oldu. Yüce Allah daha sonra Âdem'i (a.s.) cennete koydu. Âdem cennette yaşıyor, oradaki her türlü güzellikten faydalanıyordu. Ancak kendisini çok yalnız hissediyordu. Yüce Allah hem yalnızlıktan kurtulması, hem de insan neslinin çoğalması için ona hayat arkadaşı ve eş olarak Havva'yı yarattı. Ve onlara şöyle buyurdu:
"Ey Âdem! Sen ve ailen cennete yerleşin, oradaki güzelliklerden, nimetlerden faydalanın."
Âdem (a.s.) ile Havva cennette mutluluk içinde yaşıyorlardı; ne kadar güzel bir yerdi cennet. Neyi arzu ederlerse hemen oluyordu. Açlık, susuzluk çekmiyorlardı. Ağaçların, kuşların, suların, anlatılmaz güzelliklerin içindeydiler. Hiçbir kaygıları, hiçbir dertleri yoktu.
Ancak Yüce Allah onları sınamak için bir yasak koymuştu. Âdem'le Havva cennette bulunan bir ağaca yaklaşmayacak, onun meyvesinden yemeyeceklerdi.
Şeytan bu yasağı öğrenmişti. Onların peşindeydi. Âdem'le (a.s.) Havva cennette gezip dolaşırken bazen cennetin kapısına kadar yaklaşırlardı; şeytan ise cennetten kovulmuştu, oraya giremezdi. Bunun için onları kolluyor, kapının önüne gelmelerini bekliyordu.
Yine bir seferinde Âdem'le Havva cennetin kapısı yakınlarına yaklaşmışken şeytan onlara seslendi:
"Heeey Adem, Adem...”
Hz. Âdem'le Havva dönüp baktılar ve onunla konuşmaya başladılar.
Şeytan:"Cennet ne kadar güzel değil mi?" dedi.
"Evet, Rabbimiz çok güzel bir yer yaratmış."
"Burada devamlı kalmak ister misiniz? Buradan hiç ayrılmadan yaşamak ister misiniz? Hep burada kalmak, başka bir yere gitmemek isler misiniz?"
Âdem'le Havva beraberce:
"Elbette isteriz." dediler.
"Bunun yolunu ben biliyorum."
"Biliyorsan bize de söyle.”
"Hani Allah’ın yaklaşmanızı yasak ettiği bir ağaç var ya!"
"Evet, bize o ağaca yaklaşmak yasak edildi.”
"Allah size onu neden yasak etti biliyor musunuz?"
"Hayır, bilmiyoruz."
Şeytan bunun üzerine çirkince sırıtarak şunları söyledi:
"Eğer o ağacın meyvesinden yerseniz, burada, cennette sonsuza kadar kalabilirsiniz."
Âdem'le Havva birbirlerinin yüzüne baktılar. Şaşırmışlardı. Şeytan heyecanla devam etti:"Evet, evet, o ağacın meyvesinden yemeniz gerek, düşünün hep cennette kalacaksınız, bu ne kadar güzel bir şey. Bakın benim halime, cennetten kovuldum ve bir daha dönemiyorum.”
Hz. Âdem'le Havva, şeytanın bu sözlerine önceleri pek önem vermediler. Çünkü Yüce Allah onu kendilerine apaçık bir düşman olarak tanıtmıştı. Hatta belki de onunla konuşmaları bile yakışıksız bir iş olmuştu. Hiç konuşmasalardı daha iyi olacaktı.
Ama olan olmuştu bir kere. Cennette dolaşırken o ağaca baktıklarında hep şeytanın söylediği sözleri hatırlıyorlardı. “Cennette sonsuza kadar kalacaksınız, sonsuza kadar burada yaşayacaksınız." Az da olsa kalplerinde böyle bir arzu uyanmıştı.
Bu arzu gittikçe kuvvetlendi. Sonunda o ağacın meyvesinden yediler. Böylece Yüce Allah'ın bir emrine karşı gelmiş oldular.
Meyveyi yedikleri anda ikisinin de üzerlerindeki elbiseler uçup gitti. Çırılçıplak kaldılar. Çok utandılar. Hata ettiklerini, günaha battıklarını hemen anladılar. Şeytan onları aldatmıştı.
Utanç ve keder içinde yerden topladıkları ağaç yaprakları ile çıplak vücutlarını kapatmaya, örtünmeye çalıştılar. Yüce Allah, onlara şöyle seslendi:"Ben ikinize de bu ağaca yaklaşmayın demiştim. Bu ağacın meyvesini size yasak etmiştim. Şeytan size apaçık bir düşmandır demiştim. Neden emrimi dinlemediniz?" buyurdu.
Âdem ile Havva suçlarını kabul ettiler. Başlarını öne eğdiler. Ağlayıp yalvarmaya başladılar:"Ya Rabbi bizi bağışla... Bizi affet... Eğer affetmezsen halimiz ne olur. Biz kendimize zulüm ettik.” dediler.
Şeytan’ın amacı Âdem ile Havva'ya bu ağacın meyvesinden yedirerek onların cennetten kovulmalarını sağlamaktı. Böylece onlar da Yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış olacaklardı. Ancak Hz. Âdem ile Havva'nın tevbe ederek kurtulacaklarını hiç düşünmemişti. Yüce Allah'ın iyi kullarının hata etseler de, günah işleseler de tevbe ederek kurtulabileceklerini ummuyordu. Zaten bunu bilseydi onlarla uğraşmazdı.
Yüce Allah Âdem ile Havva'ya şeytana uymaları durumunda cennetten çıkarılacaklarını daha önce bildirmişti. Bunun için onları işledikleri günah üzerine cennetten çıkararak yeryüzüne indirdi. Artık onlar için yeni bir hayat başlıyordu. Dünya, cennet gibi değildi.
Orada insanoğlu türlü zorluklarla karşılaşacaktı. Belli bir süre yaşayacak, kendisine verilen ilim ve akıldan faydalanarak ömrünü tamamlayacaktı. Fakat bu ölüm sonsuza kadar yok olma değildi. Nihayet bir gün dirilecek, dünyada yaptığı hareketlerin hesabını verecek, iyiler ödül, kötüler ceza görecekti.
Yüce Allah onları cennetten çıkarırken şeytanla birlikte hepsine şöyle buyurdu:"Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin!"
Artık insanla şeytan arasındaki mücadele yeryüzünde devam edecekti. Şeytan yeryüzünde bütün insanlara yaklaşacak, onları ömürleri boyunca Allah Teâlâ'ya isyan ettirmeye uğraşacaktı.
Hz. Âdem ile Hz. Havva, yeryüzünde ayrı ayrı yerlere indirilmişlerdi. Uzun zaman birbirlerinden ayrı yaşadılar. Birbirlerini çok özlüyor ve bir an önce kavuşmak için Yüce Allah'a yalvarıp ağlıyorlardı. Allah Teâlâ onların tevbelerini kabul etti. Arabistan'da, Mekke civarında Arafat denilen yerde buluştular. Bu buluşma çok göz yaşartıcı oldu. Birbirlerini çok seven iki insan, iki eş gözyaşları içinde karşılaştılar. Uzun zaman içinde birbirlerine başlarından geçenleri anlattılar.
Hz. Adem'le Havva'nın buluşmalarından sonra ikisinden insan nesli hızla çoğalmaya başladı. Havva anamız her doğum yaptığında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğum yapıyordu. İlk zamanlarda insan neslinin çoğalması için kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Yine de birlikte doğan kız ve erkek kardeşler birbirleri ile evlenmiyor, bir önceki veya bir sonraki çocuklar birbirleriyle evleniyorlardı. Zamanla çocukların sayısı arttı.
İşte yeryüzünün ilk insanları böylece çoğalarak dünyadaki hayatı başlattılar. Yüce Allah Hz. Âdem'i ilk insanlara hem baba hem de peygamber yapmıştı. Âdem ölünceye kadar peygamberlik görevini yerine getirdi. Yüce Allah dünya hayatında uymaları için ona bazı emir ve yasaklarını belirten on sayfalık bir bildiri indirmişti.
Buna suhuf denir. Âdem bu emir ve yasaklara hem kendi uydu hem de çocuklarının uymasını sağladı. Onları gerektiği gibi yöneltti.
Şeytanın sözlerine aldandıkları için başlarına gelenleri bir bir anlattı. Bu dünyaya geçici olarak geldiklerini, kıyametten sonra tekrar dirileceklerini, asıl ve sonsuz hayatın ahirette olacağını öğretti.
Hz. Âdem ayrıca meleklerin de yardımıyla Kâbe'yi inşa etti. Müslümanların hac zamanı gelip ziyaret ettikleri Kâbe, Hz. Nuh zamanında meydana gelen tufan ile yıkıldı. Daha sonra Hz. İbrahim zamanında ortaya çıkarılarak yeniden yapıldı.
Hz. Âdem bin yıl yaşadıktan sonra vefat etti. Onu Kubeys dağına defnettiler, iki sene sonra ise Havva anamız vefat etti. Onu da yanına gömdüler, işte biz insanlar Yüce Allah'ın yarattığı ilk insan olan Âdem ile onun eşi olan Havva'nın soyundan gelmekteyiz. O zamandan bugüne kadar nice günler geçti. Kim bilir ne kadar zaman geçti.
Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 17-24.
HABİL ile KABİLYeryüzünde yaşayan insanların ilk ataları Hz. Âdem ile Hz. Havva'dır. Onlar cennette iken şeytana uydular ve bir günah işlediler. Bunun üzerine Yüce Allah onları yeryüzüne indirdi. Yeryüzü cennet gibi değildi. Orada türlü zorluklar vardı.
Coşkun akan seller, geçilmesi imkânsız çöller, ormanlar vardı. Ancak Yüce Allah insanoğluna akıl vermişti. O, dünya üzerindeki bütün diğer varlıklardan, canlılardan bu yönü ile üstündü. Ama vücudu o kadar dayanıklı değildi. Kış gelip soğuklar başlayınca üşüyor, yazın korkunç sıcaklarında gölgelenecek bir yer arıyordu.
Ancak Yüce Allah, dünyayı insanların faydalanması için türlü nimetlerle donatmıştı. Dünyanın çok güzel yerleri, ırmakları, çiçekleri, dağları, ovaları vardı. Ormanlarda türlü hayvanlar dolaşıyor, ağaçların dallarından çeşitli yemişler, meyveler sallanıyordu.
Hz. Âdem ile Hz. Havva dünya şartlarında yaşamaya alıştılar. Kendilerini yırtıcı hayvanlardan, tehlikelerden koruyacak barınaklar yaptılar. Bazı hayvanları kendilerine alıştırıp evcil hale getirdiler. Toprağı ekip biçmesini, tahıl ve sebze yetiştirmesini öğrendiler. Hayvanların etinden ve sütünden faydalandıkları gibi onların yünlerinden elbiseler yaptılar. Günler birbirini kovaladı.
Geceleri yaktıkları ateşin başına geçiyor; ayı, yıldızları seyrediyor, Yaratan'ın onlara ne gibi nimetler verdiğini düşünerek şükrediyorlardı.
Günlerden bir gün Hz. Havva hamile olduğunu anladı. Bunu Hz. Âdem'e haber verdi, ikisi de çok sevinçli idiler. Zamanı gelince Hz. Havva biri erkek diğeri kız ikiz çocuk doğurdu.
Onları sıcaktan ve soğuktan korumak, beslemek ve büyütmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hz. Âdem gün boyu çalışıyordu. Tarla ve bahçe işlerini yapıyor, ormanda avlanıyordu. Hz. Havva ise ona yardım ediyor, çocukların bakımı ile ilgileniyor ve ev işlerini görüyordu. İşte artık bir aile olmuşlardı. Bu, yeryüzünün gördüğü ilk aile idi.
Çocuklar onlara bir sevinç kaynağı olmuş, birbirlerine daha fazla bağlanmışlardı. Hz. Âdem oğluna Kabil ismini koymuştu. Çocuklar gün geçtikçe büyüyor, gelişiyorlardı. Daha sonraki yıl da Hz. Havva yine ikiz doğum yaptı. Yine bir kız ve bir erkek çocukları olmuştu. Artık aile kalabalık sayılırdı. Hz. Âdem daha fazla çalışmaya başladı. Daha çok toprak ekiyor, daha sık ava çıkıyordu.
İkinci sefer doğan erkek çocuğa da Habil adını vermişlerdi. Yıllar geçti ve kardeşler büyüdüler. Artık ana-babalarına yardımcı oluyorlardı.
Hz. Âdem çocukları arasında iş bölümü yapmıştı. Kabil tarla işlerine, bahçeye ve ağaçların bakımına yardım ediyordu. Ektikleri arazinin yanı başından geçen bir dere vardı, içinde balıkların oynaştığı bu dere aynı zamanda onların tarlalarını suluyordu. Kabil gün boyu bu derenin suyunu tarlalara ulaştırmak için çırpmıyor, ter içinde kalıyordu. Sinirli, atak, çabuk kızan ve kıskanç bir çocuktu. Habil'den daha önde olmak ve daha başarılı görünmek için yapmadığı şey yoktu.
Habil ise kardeşinin tersine yumuşak huylu, sakin bir çocuktu. Babası ona da hayvanların bakımı işini vermişti. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte kalkıyor, ağıldan koyunları çıkararak yüksek yerlere, otu bol olan vadilere götürüyordu. Koyunların otlakta yayıldığı sıralarda bir ağaç altına çekiliyor, yeryüzünün güzelliklerini seyrediyor, Yaratan'ın büyüklüğünü düşünüyordu.
Kız kardeşleri ise evde annelerine yardımcı oluyorlardı.
Allah Teâlâ ikiz olarak doğan kardeşlerin birbirleriyle evlenmelerini yasaklamıştı. Bu sebeple çocuklar evlenme çağına geldiklerinde Kabil ile doğan kız Habil'e; Habil ile doğan kız Kabil'e verilecekti.
Nihayet gençlerin evlenecekleri gün de geldi, çattı.
Ancak Kabil'in evleneceği kız, Habil'in evleneceği kızdan daha güzeldi. Kabil bu durumu kabul etmek istemiyor, Habil'i kıskanıyordu. Babaları evlenme işini açıp bunu kendilerine bildirince; Kabil razı olmadı. Kendisi Habil'in alacağı, Aklima isimli güzel kızla evlenmek istiyordu. Ama o kız kendisi ile birlikte doğmuştu. Hz. Âdem bu işin Yüce Allah tarafından yasaklanmış olduğunu ona anlattı. Allah Teâlâ'ya karşı gelemez, günaha giremezlerdi. Bütün uğraşmalarına rağmen Kabil'i yola getirememişti.
Bu evlilik işi ailenin huzurunu kaçırmıştı.
Kardeşler birbirlerine küs gibi duruyor, işlerini zevkle yapamıyorlardı. Acaba sonuç ne olacaktı. Hz. Havva da bu işe çok üzülüyordu. Hz. Âdem günlerce düşündü. Nihayet şöyle bir yol buldu. Her iki kardeş de Yüce Allah'a birer kurban sunacaklardı. Yüce Allah kimin kurbanını kabul ederse o Aklima'yı alacaktı.
Habil ve Kabil bunu kabul ettiler. Bir süre, nasıl bir kurban kesmek gerektiğini düşündüler. Habil koyunlarını gözden geçirdi. İçlerinden en güzelini seçti. Evet, Yüce Allah'a ancak böyle bir kurban verebilirdi. Kabil ise düşünceliydi. Acaba nasıl bir şey seçmeliydi?
Bahçeyi dolaştı, meyvelere teker teker baktı. Sonra tarlaları gezdi, buğdayları seyretti. Hafif rüzgâr altında bir o yana, bir bu yana sallanan olgun başaklara baktı ve sevinçle zıpladı. Evet o da bir deste buğday verecekti. Bundan iyisi olamazdı, mutlaka kendi kurbanı kabul olacaktı. Buna inanıyordu.
O zamanlar ilahi âdet üzere Yaratan, kabul ettiği kurbana bir ateş gönderir ve onu yakardı. Kabul olunmayan kurban ise olduğu gibi kalır, halk içinde kurban sahibinin yüzü kara olurdu. Bu âdet İsrailoğulları zamanına kadar devam etmiş, daha sonra Yaratan bu âdeti kaldırmıştır.
Habil, seçtiği koyunu kesmiş, götürüp yüksekçe bir tepenin üzerine bırakmıştı. Kabil de buğday tarlasından biçtiği bir deste buğdayı götürüp yanına bırakmıştı.
O geceyi merak içinde geçirdiler. Acaba kimin kurbanı kabul olunacaktı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ailece kurbanların bırakıldıkları tepeye doğru yürüdüler. Ve gördüler ki Habil'in kurban olarak sunduğu koyun yanmış ve yok olmuş, Kabil'in buğday destesi olduğu gibi duruyor.
Kabil'in kıskançlık duyguları iyice kabardı ve taştı. Babasını bile suçlamaya başladı:
“Buna sebep sensin, sen onu daha çok seviyorsun. Belki de onun kurbanının kabul edilmesi için dua ettin.”“Hayır evladım, ben ikinizi de seviyorum. Evlatlarım arasında hiçbir ayırım yapmıyorum. Senin kurbanın kabul edilmedi. Hakkına razı olman gerekir. Aklima ile evlenmek Habil'in hakkıdır. Artık bunu kabul et ve şu kıskançlık huyunu terk et.”
O gün Kabil evden uzaklaştı. Issız yerlerde dolaştı, kendi kendine konuşuyordu.
“Hayır, Aklima'yı Habil'e vermeyeceğim. Onunla ben evleneceğim. Ama nasıl? Bunu nasıl yapmalıyım?”
İşte bu sırada şeytan ona yaklaştı ve şöyle seslendi:“Habil'i öldür!..”
Kabil birden irkildi. Bu ne demek oluyordu? Öldürmek de ne demekti? Şeytan:
“Habil'i öldür ve ondan kurtul. Aklima senin, senin olacak.”
Kabil korku ve heyecan içinde terlemişti. Kısık bir sesle sordu:
“öldürmek nasıl oluyor? Ondan kurtulmak mümkün mü?”Şeytan kandırıcı sesiyle onu iyice etkisi altına aldı.
“Sen Habil'den büyüksün. Ondan daha başarılısın. Aklima senin hakkındır. Habil'i öldür ve Aklima'yı al.”
Kabil oturduğu yerden kalktı ve etrafına bakındı. Sanki bu konuştuklarını birinin duymuş olmasından çekiniyordu. Hayır etrafta kimseler yoktu. Kabil gece yatarken hep bu öldürme işini planladı. Nasıl yapacaktı, düşünüp durdu. En iyisi etrafta kimseler yokken birden saldırıp onu öldürmesi olacaktı. Nasılsa Habil yine koyunları otlatmak için uzaklara gidecekti. Gizlice gider, onu bir yerde kıstırırdı.
Ertesi gün Habil her zaman yaptığı gibi koyunları ağıldan çıkardı, önüne kattı ve otlatmak için karşıki tepelere doğru sürdü götürdü. Kabil bahçedeki ağaçlar arasına saklanmış, onu gözetliyordu. Şeytan yanı başında kulağına fısıldayıp duruyordu:
“İşte aradığın fırsat. Peşine düş ve onu izle.”
Kabil bu sese uyarak Habil'i izledi. Habil koyunları otu bol bir yere getirince serbest bıraktı. Kendisi bir ağaç altına giderek oturdu. Bir süre sonra arkasında bir hışırtı duydu. Döndüğünde karşısında ağabeyi Kabil duruyordu. Ona selam verdi. Kardeşi selamını almamıştı. Göğsü inip kalkıyor, gözleri bir başka parıltı ile yanıyordu. Kabil ağır ağır yanına yaklaşınca Habil Yaratan'ın yardımıyla onun kötü niyetini anladı.
"Demek beni öldürmeye niyet ettin." dedi.
Kabil şaşırmıştı, kekeledi:
“Nereden çıkardın bunu?”
“Haydi inkâr etme, beni öldürmek istiyorsun. Ama sana şunu söyleyeyim. Bu yaptığın Yüce Allah'ın buyruklarına karşı gelmektir. Eğer beni öldürmeye kalkışırsan sana karşı koymam. Şunu bil ki yaptığın bu kötü iş cezasız kalmayacaktır. Yüce Allah, seni cehenneme atarak bu cinayetinin hesabını soracaktır. Vazgeç, şeytana uyma.”
Ancak Habil böyle konuşurken, şeytan sürekli Kabil'i kışkırtıyordu:
“Ne duruyorsun, yerden bir taş al ve başına vur. Onu öldür!.. Onu öldür!..”
Kabil bu heyecana daha fazla dayanamadı. Ne yaptığını bilmez bir halde yerden koca bir taşı aldığı gibi kardeşinin başına fırlattı. Habil yere yıkıldı. Başından oluk gibi kan akmaya başladı. Onun yere yığıldığını gören Kabil yanına eğildi. Taşı bir iki kere daha şiddetle kardeşinin başına vurdu, içindeki kıskançlık ve kin akan kanla birlikte sanki hafifliyordu.
Ama kardeşi henüz ölmemişti. Ona acıyan gözlerle bakıyor, çok yanlış bir iş yaptığını bakışları ile anlatmaya çalışıyordu. Bir süre sonra gözleri kapandı ve ruhunu teslim etti. Kabil uzun süre kardeşinin cesedi başında oturdu.
Donup kalmıştı sanki. Bir türlü hareket edemiyor, düşünemiyor, ne yapacağını bilemiyordu. Kendisine akıl veren, onu kışkırtan şeytan da ortada görünmüyordu. Kabil öylece orada bir süre kaldı.
Gün çekildi, gölgeler uzandı. Koyunlar meleyerek bir araya toplandılar. Sanki kendilerini seven, çağıran Habil’i arıyorlardı. Kabil artık panik içindeydi. Kardeşinin cesedinin başından ayrılamıyor, onu orada bırakarak bir yere gidemiyordu. Sonunda cesedi kaldırıp sırtına aldı, yürümeye başladı. Ceset soğuyor ve gittikçe ağırlaşıyordu. Nereye gidebilirdi ki? Etraf vahşi hayvanlarla doluydu. Eve dönemeyeceğine göre nereye gidebilirdi? Hem kardeşinin cesedini ne yapacaktı? Neredeyse karanlık çökmek üzereydi.
Kabil sırtındaki cesetle bir tepeye kadar ulaştı. Soluk soluğa kalmıştı. Göğsü körük gibi inip çıkıyordu. Alnındaki terleri sildi. Belki de yaptığına pişman olmuştu ama iş işten geçmişti. Yeryüzünde ilk kanı o dökmüş, ilk cinayeti o işlemişti.
Kardeşini öldürdüğü için belki Aklima da kendisini istemeyecekti.
Hele babası ve annesi bu yaptığını duyunca kim bilir nasıl üzülecekler, kendisine nasıl kızacaklardı. Bu düşüncelerle çöküp kaldı. Tam bu sırada yanı başında iki karga gördü. Kargalardan biri ölmüştü. Ayakları gökyüzüne doğru dikilmiş, başı yana eğilmişti.
Öbür karga ölü olanın etrafında dolaşıyor, arada bir kanatları ve gagası ile ona dokunuyor, garip sesler çıkarıyordu.
Kabil hayretler içinde kargayı seyretmeye başladı. Karga bir süre sonra dolaşmayı bıraktı. Gagası ve ayakları ile bulunduğu yerde bir çukur eşmeye başladı. Yumuşak toprağı eşeliyor, kanatlarıyla toprağı savuruyor, ayaklarıyla çukuru derinleştiriyordu. Aradan oldukça uzun bir zaman geçti. Karga çukuru iyice derinleştirdi. Sonra ölü kargaya yanaştı, bir kanadından yakalayıp onu çukura çekti. Ölü karga, çukura düşünce bu sefer kanatları, ayakları ve gagasıyla, çıkan toprağı ölü karganın üzerine atmaya başladı. Kabil'in gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu. İşte bir karga ölüyü ne yapacağını biliyordu.
"Yazıklar olsun." dedi. “Bir karga kadar bile olamadım.”
Sonra yerinden doğruldu. Etrafına bakındı. Sert bir ağaç parçası buldu. Onunla yumuşak toprağı kazmaya başladı. Kazdıkça açıldı, terledikçe kendine geldi. Evet, işte kardeşinin cesedinden kurtulmanın yolunu bulmuştu. Onu bu çukura gömecekti. Belki böylece kimsenin haberi olmayacaktı. Vücuduna sanki yeniden can geliyor, güç kazanıyordu.
Çabuk çabuk kazdı. Kardeşini açtığı çukura gömdü. Üzerini toprakla örttü. Sonra terini silerek mezarın yanına uzandı. Çok yorulmuştu.
Çocukların geciktiğini gören Hz. Âdem onları merak ediyordu. Hz. Havva'ya evde kalmasını, kendisinin onları aramaya gideceğini söyleyerek yola çıktı. Habil'in genellikle koyunları otlattığı vadiye gidiyordu. Acaba ne olmuştu? Vahşi hayvanların hücumuna mı uğramışlardı? Birbirleriyle kavga mı etmişlerdi. Bu düşünce ile endişelendi. Olabilirdi. Evlenme ve kurban işinden sonra, Kabil kardeşi Habil'e hiç de iyi gözle bakmıyordu. Bu düşüncelerle vadiye ulaştı. Habil'in her zaman oturduğu ağacın altına geldi. Yerde kan izleri gördü. Evet, mutlaka başına bir iş gelmişti. Koşmaya başladı. Bir yandan da çocuklarının ismini bağırıyor, onların ses vermesini istiyordu.
Kabil babasının sesini duyunca yattığı yerden doğruldu. Kalkıp kaçmaya başladı. Babasının her şeyi anlamış olduğunu düşünüyordu. Onun ayak sesleri Hz. Âdem'i uyardı. O tarafa doğru koştu. Gördü ki Kabil alabildiğince kaçıyordu. Kalktığı yerde bir toprak yığını vardı. Yığına doğru gitti. Oracıkta Kabil'in Habil'i öldürmüş ve gömmüş olduğunu anladı. Mezarın başına yavaşça çöktü. Gözyaşlarını tutamadı.
Demek sakin, yumuşak huylu, sevgili Habil şimdi şu toprak yığınının altında yatıyordu. Ve onu kardeşi öldürmüştü. Kıskançlık ne kadar kötü bir şeydi ve şeytana uymak nasıl kötü bir işti. İnsana kardeşini bile öldürtecek kadar etki eden bu iki kötülükten uzak durmak gerekmez miydi? Ama olmuştu. Kabil elini kana bulamıştı. Kendini bilmez bir halde tepeden aşağı doğru koşan, ufuklarda bir nokta gibi kalan Kabil'e beddua etti, onu lanetledi.
Hz. Âdem üzüntü ile evine döndü. Olup bitenleri anlattı. Hz. Havva ve diğer çocukları birlikte ağlaştılar. Artık Kabil'e aralarında yer yoktu. O da bunu biliyordu. Kız kardeşini alarak evi terk etti. Kendisinden bir daha haber alınamadı. Yeryüzünde ilk cinayeti işleyen bu kişinin sadece adı kaldı.
Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 25-32.
Fasil : AHÂDÎS-İ ENBİYÂ ALEYHİMÜ`S-SALÂTÜ VE`S-SELÂM BAHSİ
Konu : Kâbil`in Hâbil`i öldürmesi;Kötü çığır açanlar
Ravi : Abdullâh b. Mes`ûd
Baslik : KÂBİL`İN HÂBİL`İKATLİ HADİSİ
Hadis : Rivâyete göre Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Hiç bir Âdem-oğlu zulm ile öldürülmez, ancak onun kanı (nın günâhı) ndan birinci Âdem (atanın) oğlu (Kabil hesâbı) na bir pak ayrılır. Çünkü bu cinâyeti âdet edenlerin önderi odur. (Kardeşi Hâbil`i öldürmüştür).
HadisNo : 1371Fasil : KADER BÖLÜMÜ
Konu : Çocukların Hükmü
Ravi : Ömer İbnu`l-Hattab
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "Musa aleyhisselam: "Ey Rabbim! bizi ve kendisini cennetten çıkaran Adem`i bize bir göster!" diye niyazda bulundu. Hak Teala ve Tekaddes hazretleri de babası Adem aleyhisselam`ı ona gösterdi. Bunun üzerine Hz. Musa: "Sen babamız Adem misin?" dedi. Adem: "Evet!" deyince: "Yani sen, Allah`ın kendi ruhundan üflediği kimsesin. Sana bütün isimleri öğretti, meleklere emretti ve onlar da sana secde ettiler öyle değil mi?" diye sordu. Adem yine: "Evet!" dedi. Hz. Musa sormaya devam etti: "Öyleyse sen niye bizi ve kendini cennetten çıkardın?" Bu soru üzerine Hz. Adem: "Sen kimsin ?" dedi. O: "Ben Musa`yım!" deyince: "Yani sen, Allah`ın risalet vererek mümtaz kıldığı kimsesin. Sen Beni İsrail`in peygamberi, perde gerisinde Allah`ın konuştuğu kimsesin. Allah seninle kendi arasına mahlukatından bir elçi de koymadı değil mi?" dedi. Hz. Musa "Evet!" deyince; Hz. Adem: "Öyleyse sen, (bu söylediğin şeyin) ben yaratılmazdan önce Allah`ın (kader) kitabında yazılmış olduğunu görmedin mi?" dedi. Hz. Musa "Evet!" deyince: "Öyleyse Allah`ın kazası (hükmü) benden önce cereyan etmiş bir şey hakkında beni niye levmediyorsun?" dedi." Aleyhissalatu vesselam, devamla: "Hz. Adem, Musa`yı ilzam etti. Hz. Adem Musa`yı ilzam etti. Hz. Adem, Musa aleyhimesselam`ı ilzam etti" buyurdular.
Hadis No : 4845
Fasil : PEYGAMBERLİK BÖLÜMÜ
Konu : İsra HakkındaRavi : Enes
Hadis : Enes (ra) Malik İbnu Sa`saa (ra)`dan naklen anlatıyor: "Resulullah (sav) onlara, Mirac`a götürüldüğü geceden anlatarak demiştir ki, "Ben Ka`be`nin avlusundan Hatim kısınında -belki de Hıcr`da demişti- yatıyordum, -bir rivayette şu ziyade var: Uyku ile uyanıklık arasında idim- Derken bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. -Bu sözüyle boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı kasdetti.- Kalbimi çıkardı. Sonra bana, içerisi imanla [ve hikmetle] dolu, altından bir kap getirildi. Kalbim [çıkarılıp su ve zemzem ile] yıkandı. Sonra içerisi (imanla) doldurulup tekrar yerine kondu. Sonra merkepten büyük katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak`tı. Ön ayağını gözünün gittiği en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibril aleyhisselam beni götürdü. Dünya semasına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi. "Gelen kim?" denildi. "Cibril!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed (sav)!" dedi. "O`na Miraç daveti gönderildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!" denildi. Derken kapı açıldı. Kapıdan geçince, orada Hz. Adem aleyhiselam`ı gördüm. "Bu babanız Adem`dir! Selam ver O`na!" dendi. Ben de selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra bana: "Salih evlad hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!" dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti ve ikinci semaya geldik. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim?" denildi. "Ben Cibril`im!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed!" dedi. "O`na Miraç daveti gönderildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Derken bize kapı açıldı. İçeri girince, Hz. Yahya ve Hz. İsa aleyhimasselam ile karşılaştım. Onlar teyze oğullarıydı. Hz.Cebrail: "Bunlar Hz. Yahya ve Hz. İsa`dırlar, onlara selam ver!" dedi. Ben de selam verdim. Onlar da selamıma mukabelede bulundular. Sonra: "Hoş geldin salih kardeş, hoş geldin salih peygamber" dediler. Sonra Cebrail beni üçüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim ?" denildi. "Cibril`im!" dedi. "Yanındaki kim?" denildi. "Muhammed`dir!" dedi. "O`na Miraç daveti gitti mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı bize açıldı. İçeri girince Hz. Yusuf aleyhiselam`la karşılaştık. Cebrail: "Bu Yusuf tur! O`na selam ver!" dedi. Ben de selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra: "Salih kardeş hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!" dedi. Sonra Cebrail beni dördüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim ?" denildi. "Cibril`im!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed!" dedi. "Ona Miraç davetiyesi indi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Kapı açıldı, içeri girdiğimizde, Hz. İdris aleyhisselam ile karşılaştık. Hz. Cebrail: "Bu İdris`tir, O`na selam ver!" dedi. Ben selam verdim. O da selamma mukabele etti. Sonra bana: "Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti. Beşinci semaya geldik. Kapıyı çaldı. "Kim bu gelen ?" denildi. "Ben Cibril`im!" dedi. "Beraberindeki kim ?" denildi. "Muhammed!" dedi. "O`na Miraç daveti indirildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı açıldı, içeri girince, Harun aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail aleyhisselam: "Bu Harun aleyhisselam`dır. O`na selam veri" dedi. Ben selam verdim, o da selamıma mukabelede bulundu ve: "Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Cebrail beni yükseltti ve altıncı semaya geldik. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim?" denildi. "Ben Cibril!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed!" dedi. "O`na Miraç daveti indirildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi, içeri girince, Hz. İbrahim aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail: "Bu baban İbrahim`dir, O`na selam ver!" dedi. Ben selam verdim. O da selamıma mukabele etti. Sonra: "Salih oğlum hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Sidretü`l-Münteha`ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen`in) hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi. Cebrail aleyhisselam bana: "İşte bu Sidretü`l-Münteha`dır!" dedi. Burada dört nehir vardır: İkisi batıni nehir, ikisi zahiri nehir. "Bunlar nedir, ey Cibril?" diye sordum. Hz. Cebrail: "Şu iki batıni nehir cennetin iki nehridir. Zahiri olanların biri Nil, diğeri Fırat`tır!" dedi. Sonra bana el-Beytü`l-Ma`mur yükseltildi. Sonra bana bir kapta şarap, bir kapta süt, bir kapta da bal getirildi. Ben süt aldım. Cebrail aleyhisselam: "Bu (aldığın), fıtrat(a uygun olan)dır, sen ve ümmetin bu fıtrat (yaratılış) üzeresiniz!" dedi. Resulullah devamla dedi ki: "Sonra bana, her günde elli vakit olmak üzere namaz farz kılındı. Oradan geri döndüm. Hz. Musa aleyhisselam`a uğradım. Bana: "Ne ile emrolundun?" dedi. "Gece ve gündüzde elli vakit namazla!" dedim. "Ümmetin, her gün elli vakit namaza muktedir olamaz. Vallahi ben, senden önce insanları tecrübe ettim. Beni İsrail`e muamelelerin en şiddetlisini uyguladım (muvaffak olamadım). Sen çabuk Rabbine dön, bunda ümmetine hafifletme talep et!" dedi. Ben de hemen döndüm (hafifletme istedim, Rabbim) benden on vakit namaz indirdi. Musa aleyhisselam`a tekrar uğradım. Yine: "Ne ile emrolundum ?" dedi. "Benden on vakit namazı kaldırdı!" dedim. "Rabbine dön! Ümmetin için daha da azaltmasını iste!" dedi. Ben döndüm. Rabbim benden on vakit daha kaldırdı. Dönüşte yine Musa aleyhisselam`a uğradım. Aynı şeyi söyledi. Ben, beş vakitle emrolunmama kadar bu şekilde Hz. Musa ile Rabbim arasında gidip gelmeye devam ettim. Bu sonuncu defa da Hz. Musa`ya uğradım. Yine: "Ne ile emredildin ?" dedi. "Her gün beş vakit namazla!" dedim. "Senin ümmetin her gün beş vakit namaza da takat getiremez. Rabbine dön, hafifletme talep et!" dedi. "Rabbimden çok istedim. Artık utanıyorum, daha da hafifletmesini isteyemem! Ben beş vakte razıyım. Allah`ın emrine teslim oluyorum!" dedim. Musa aleyhisselam`ı geçer geçmez bir münadi (Allah adına) nida etti: "Farzını kesinleştirdim, kullarımdan hafiflettim de!" [Bir rivayette şu ziyade geldi: "Namazlar (günde) beştir. Ve onlar ellidir de. İndimde hüküm değişmez artık!"] Hadis No : 5568
Fasil : AHÂDÎS-İ ENBİYÂ ALEYHİMÜ`S-SALÂTÜ VE`S-SELÂM BAHSİ
Konu : Âdem (A.S);Hazret-i Âdem`in boyu;Melekler
Ravi : Ebû Hüreyre
Baslik : ÂDEM`İN BOYU VE SÛRETİ HAKKINDA EBÛ HÜREYRE HADÎSİ
Hadis : Rivâyete göre, Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Allah, Âdem (Peygamber) i (şu güzel insan kılığında) yarattı. Boynunun uzunluğu (bugünün müteâref ölçü mikyâsiyle) altmış zirâ` idi. (Hilkati tamamlandıktan) sonra Allahu Teâlâ ona: - Haydi, Meleklerden şu (rada otura) nların yanlarına git de onlara selâm ver!. Ve onların senin selâmını nasıl karşıladıklarını (iyi) dinle!. Çünkü bu, hem senin, hem de (senden sonra) zürriyetinin selâmlaşma (nümûne) sidir. Bunun üzerine Âdem Meleklere: - Es-selâmü aleyküm (kazâdan, belâdan esenlik üzerinize olsun!) dedi. Onlar da: - Es-selâmü aleyke ve rahmetu`llah (Esenlik ve Allah`ın rahmeti üzerine olsun!) diye karşıladılar. Ve selâmlarına "ve rahmetu`llah" ziyâde ettiler (ki, bu, selâmlaşmanın ilk meşrûiyetidir). Âdem, beşerin büyük atası olduğu için Cennet`e her giren kişi, Âdem`in (bu güzel) sûretinde girecektir. Âdem`in (sonra gelen) ahfâdı onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeğe devâm etti. Nihâyet (bu eksiliş) şimdi (Muhammed ümmetinde) sona erdi.'' Hadis No : 1367
Fasil : AHÂDÎS-İ ENBİYÂ ALEYHİMÜ`S-SALÂTÜ VE`S-SELÂM BAHSİ
Konu : Âdem (A.S);Kıyâmet günü;Ye`cüc-Me`cüc
Ravi : Ebû Saîd-i Hudrî
Baslik : MUHAMMED ÜMMETİ CENNET HALKININ YARISIDIR
Hadis : Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: (Kıyâmet günü) Allah Tebâreke ve Teâlâ, Âdem (atamız) a: - Yâ Âdem diyecek, o da icâbet ederek: - Yâ Rab! Fermânına mükerreren icâbet ve mülâzemet eder ve her emrini infâza dâimâ kıyâm ve mübâderet eylerim! Ve her hayır, Sen`in emir ve fermânında tecellî eder, diyecek. Bunun üzerine Allahu Teâlâ: - Cehennem`e girecekleri (halk arasından) seçip gönder! buyuracak. Âdem Peygamber: - Yâ Rab! Cehennem`e gönderileceklerin mikdârı ne kadardır? diye soracak... Allahu Teâlâ: - Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu! diye cevap verecek. Ve Cenâb-ı Hak Âdem`e böyle buyurduğu sıra (bunun verdiği şiddetli korkudan) gûyâ çocuk ihtiyarlayacak, her gebe kadın da çocuğunu düşürecek. Ve o anda, Habîbim, mahşer halkını (korkudan) sarhoş sanırsın! Halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Ancak o sekir, Allah`ın şiddetli (emrinin netîcesi duyulan) azâb (ın bir eseri) dir. Resûlullah`ın huzûrunda bulunan Ashâb: Yâ Resûla`llah: O (binde) bir hangimiz olabilir? diye sordular. Resûlullah: - Size müjdeler olsun, sizden bir kişiye mukabil Ye`cûc ve Me`cûc`dan bin kişi (Cehennem`e gönderilecektir) buyurdu. Sonra da: Hayâtım yed-i kudretinde olan Allah`a yemîn eder de kat`î olarak umarım ki: siz (Muhammed ümmeti) ehl-i Cennet`in dörtte birini teşkîl edesiniz! diye müjdeledi. Bunun üzerine biz: Allahu Ekber, dedik. Bunun üzerine Resûlullah: Umarım ki, ehl-i Cennet`in üçte birisi olasınız! buyurdu. Biz yine tekbîr getirdik. Bunun üzerine de: Umarım ki: ehl-i Cennet`in yarısı olasınız! buyurdu. Biz de tekbîr getirdik. En sonu Resûlullah: Siz mahşer halkının umûmuna kıyâs edilince, ancak siz bir beyaz öküzün derisi üzerindeki siyah bir tüy mesâbesindesiniz. Yâhut da siyah bir öküz derisinde sanki beyaz bir tüy,'' buyurdu.
Hadis No : 1373
Bilmem ki, yıkar mı üç-beş damla gözyaşı bunca günahımı? Bilmem ki, giderir mi
gönlümdeki hüzün ve pişmanlık cehennem ateşini üzerimden? Boğazıma
takılıp kalan kırık-dökük dualarım kurtarır mı beni bilmem? Bilmem,
yanında bir değer ifade eder mi utancımdan başımı bile semaya
kaldıramayıp, yerlere yapışırcasına boyun bü...kerek
iki büklüm oluşum? Bilemem elbet.. ama bilirim ki, sonsuzdur Senin
rahmetin. Bilirim ki kapına geleni elleri boş göndermezsin. Bilirim ki,
değerlidir yanında hüzün ve gözyaşı. İşte huzurundayım iki büklüm,
gönlüm kor misali hüzün kaplı, gözlerim çağlayanlar misali. Sen de
bırakırsan Ya Rab, kime gidilir ki?... Bırakma beni.. affeyle...
Kaynak:Muhammedinur.com
BEŞİNCİ BÖLÜM
HAYATIN SUFÎ YÖNÜ
Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa MuhaiyaddeenBİRİNCİ BÖLÜM :
Ölmeden Önce Ölmek
3. ÂDEMİN ÇOCUKLARI Allah bizleri kovulmuş şeytandan korusun.
Rahmân ve Rahîm olan Allahın adıyla.
Bütün hamdler ve övgü, sınırsız rahmet ve kıyaslanamaz sevgi olan, bizlere sonsuz rahmetinin zenginliğini veren Allaha olsun.!
Allah bizlere rahmetini ve nimetini ihsan etsin!
Âmin!.
En değerli hazine Odur.
Rahmetin ve nimetinle bizleri koru Allahım.
Tüm hayatımız boyunca Senin yardımına muhtacız.
Ölüm de bile Senin yardımına muhtacız.
Sonsuz hayata ulaşmada Senin yardımına muhtacız.
Âhirette Senin yardımına muhtacız, bu dünyada Senin yardımına muhtacız.
Sen Allahımızsın, Ruhlarımızın Sahibi, bizi koruyan, besleyen, yaratan, nimet veren Sensin.
Rahmetini bizlere veren, sonsuz zenginlik olan Bir Sensin.
Ruhumuzun nûrunu böyle güzel yaratan ve bizi koruyan Sensin.
Her yerde Senin yardımına muhtacız.
Allahım bizleri koru.
Âmin!. Âmin!
Benim sevgili kardeşlerim, kızlarım ve torunlarım!
Allahın yarattıkları çok çeşitlidir.
Bizler Âdem (Aleyhisselâm)in çocuklarıyız.
Hepimiz bir annenin ve bir babanın çocuklarıyız.
Allah Âdem (Aleyhisselâm)i çamurdan, annesiz ve babasız olarak yarattı.
Sonra Allah Âdem (Aleyhisselâm)den bir kaburga kemiği aldı ve Havva (Aleyhisselâm)yı yarattı.
Allah böylece Havva Anamızı da babasız yarattı.
Aynı şekilde Allah İsa (Aleyhisselâm)yı da babasız yarattı.
Bu yüzden Âdem, Havva ve İsa (Allahın rahmeti üzerlerine olsun), bu üç insan babasız yaratıldı.
Allaha iman eden ve Ona tevekkül eden Âdem (Aleyhisselâm)in tüm çocukları İbrahim (Aleyhisse-lâm)in ailesindendir; imanlarını kaybedenlerse şeytana aittir, şeytanın ailesindendir.
İmanlarını kaybederek değiştikleri için hayatları kaybolmuştur.
İmanı olan, sabrı olan herkes İbrahim (Aleyhisselâm)in soyuna aittir ve onları Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)in takipçileri yapan bu hâldir.
Onlar aynı soydandır, aynı gruptur, aynı Hakk ile tüm kardeşler tek bir ailedir.
Bir aileyi, bir soyu oluşturan şey birliktir.
Bu birliğin üç yönü vardır.
Hepimiz aynı anneden ve aynı babadan, Âdem ve Havva(Aleyhisselâm)dan gelen bir tek aileyiz.
Hepimizin atası birdir, İbrahim (Aleyhisselâm)in soyuna aittiz.
Ve hepimiz Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)in takipçileriyiz; yani bir tek Allaha aşık, Ona güvenir ve Ona inanırız
Kurânda yirmi beş peygamberden söz edilir.
Allah birbirlerinin peşi sıra gönderdiği bu peygamberlerinin hepsine aynı öğretiyi verdi.
Bu yirmi beş peygamber Allahın gönderdiği 124.000 peygamberin arasındadır.
Bu peygamberler Allahla konuştular.
Allah onlarla gönülleriyle konuştu.
Bazen Allah onlarla Cebrail (Aleyhisselâm)i şâhid tutarak, Cebrail (Aleyhisselâm) yoluyla konuştu.
Başka zamanlarda âriflerin, Allah dostlarının, peygamberlerin, irfanı açıklayanların, nûr olmuşların gönlünden bir rahmet kaynağı olarak konuşan O oldu.
Güzelliğimiz bizdedir, içimizdedir, cennetimiz içimizdedir.
Cennet bizdedir.
Her insanın arayışı, cenneti, güzelliği, nûru ve saflığı içindedir, başka yerlerde ya da başkalarında değil.
Bu nedenle ne ararsak arayalım aradığımız şey bizdedir.
Gönlümüzdedir.
Oradan çıkar gelir.
Yüzümüzde açıkça görünür; yüzümüzde açığa vurulur.
Çıkardığımız seslerden ve hareketlerimizden görünür.
Sıfatlarımızda ve konuşmamızda kendini gösterir.
Ahlâkımızda belli olur, açığa çıkar.
Allahın güzelliği işte böyle görünür, açığa çıkar.
Onun sıfatları bu şekilde, kullarından açığa çıkarken görülebilir.
Allah her kulunun hâlini bilir.
Nehir kıyısında bir anne görürsen, çocuğunun neye benzediğini görmek için ta o annenin evine kadar gitmene gerek kalmaz, çünkü annenin güzelliği ve sıfatları çocukta akseder, çocuğa yansır.
Eğer annenin sıfatları kötüyse, çocuk da kötü sıfatlara sahip olur.
Anne çok kötüyse, çocuk da çok kötü olur.
Öte yandan, eğer anne hem görünüşte hem de sıfatlarında güzelse, çocuk da öyle olur.
Sahibimiz, mükemmel güzelliktir, en güzel Odur,
O Sameddir, yani illallah, sadece O vardır.
Sayısız ruhu ve yaratılmışlara, 8.400.000 sayıdaki farklı hayatlara, hareket eden ve etmeyen şeylere, konuşan ve konuşmayan şeylere, yerde sürünen ve sürünmeyen şeylere, her akıma ve her enerjiye hükmeden Bir Odur.
Kayaları büyüten sebep Odur.
Tohumları yeşerten ve büyüten sebep Odur.
Embriyoyu büyüten, atomları yetiştiren sebep Odur.
Eğer O olmasaydı bir tek atom bile hareket edemezdi.
Böyle bir Yaratanın, böyle bir Yüce Zâtın sıfatları, fiilleri ve güzelliği bizlere geçmiştir çünkü bizleri Yaratan Odur.
Allah saf nûrdur, en güzel Odur, O Allahtır, Yaratandır.
Bizi Yaratan kendi ahlâkını, sıfatlarını ve fiillerini bize vermiştir.
Âdem ile Havva (Aleyhisselâm)yı yaratan kim? Allahtır.
Âdem (Aleyhisselâm)i O yaratmıştır.
Eğer biz de arınıp, temizlenirsek, bizim Yaratanımızın, Sahibimizin O olduğunu görürüz.
Sonsuz hayata ulaştığımızda Onu görürüz.
O zaman tek Sahibimizin O olduğunu görürüz.
İşte bu hâldeyken Onun güzelliğini, Nûrunu, hitabını, sıfatlarını, üç bin latif sıfatlarını ve doksan dokuz esmasını (vilayet) bilebiliriz.
Allahın farklılık, ayrılık, bölücülük sıfatı yoktur.
Onun sıfatları koruma, besleme, maddi ve mânevî nimet verme, kabul etme sıfatlarındandır.
Sultan Odur.
Bütün âlemlerin koruyucusu Odur.
Azîz olan Odur.
Her şey Ondadır, O her yerdedir.
Ya Rabbül Âlemin, Ya Rahmân, Ya Allah!
Her şey Ondan alır, ama Onda hiçbir şey eksilmez.
Onun sıfatları ve güzelliği bizlere geldiğinde Onun sesi, hitabı duyulur.
Ruhların Sahibi Odur.
Bu güzellik ve bu sıfatlar bizde olduğunda Allah bizi sevgili kulları olarak kabul eder.
Bundan başka bir kabul edilişe ihtiyacımız var mı?
Bundan başka bir razılığa ihtiyacımız var mı?
Tüm hayvanlar âlemi bu kokuyu, Onun kokusunu bilirler.
Bu kokuyu aldıklarında tüm hayatlar Ona ibâdet eder.
İnekler, keçiler, tavuklar, leylekler, tüm hayvanlar secde ederler.
Şeytanlar ve kötülükler için bu koku yakıcı bir ateştir.
Bu koku onları yakar.
Bu kokudan kaçarlar.
Ama diğer tüm hayatlar için bu koku güzel bir kokudur.
Allahın huzurudur.
Kötülük (şer) bu kokudan kaçar, iyilik (hayır) onu kucaklar.
İyi olan her şey gelir ve Hakkla BİR olur.
Kötü olan her şey yanacaktır.
İşte bu Allahın sıfatlarının sonsuz kudretidir.
Bu güzelliği aldığımızda bunlar hareketlerimizde görünür.
Başka kanıta gerek duyulmaz güzellik bizde görünür, aşikar olur.
Bu güzellik her kulda görünür.
Yaratanın güzelliği kulda parıldar.
O sonsuz Yaratanın güzelliği oradadır.
Onun sesi oradadır.
Onun sıfatları kullarına gelir.
Onun sabrı kullarına gelir.
Onun yüceliği kullarında görülür.
Bundan dolayı Onun kulları çok saygı görürler.
Yaşlarına rağmen gençleşirler, yaşlı bir adam ya da kadın gibi görünmezler.
Yüzlerinde hiçbir kırışıklık yoktur, yüzleri bir süt güzelliğinde pırıl pırıl parıldar.
Yaratanımızın güzelliği, sesi, konuşması, fiilleri ve ahlâkı böyledir işte.
Ve bu güzelliği aldığımızda kendi nefsimizi biliriz.
Tüm hayatların saygıyla secde ettikleri hâli biliriz.
Söylediğimiz her şeye saygı duyulur.
Dilimize gelen her şey tatlı olur.
İrfan sahiplerine daha da tatlı gelir.
Ama irfanı olmayanlar bunu biraz acı bulurlar.
Bedene güç vermek, bedenin hastalıklarını iyileştirmek, tedavi etmek için çeşitli bitkilerden ve ilaçlardan oluşan karışımlar verilir.
Bunun gibi Allahın sözleri ve ilâhî ilim okyanusu ruhun özgürlüğü, güzelliği ve nûru için verilir.
Bu ilmin tadı çok değişik yollarla, konuşmayla, nefesle ve eylemlerle verilir.
Bu ilim ruhun kafesini besler.
Ruhu gençleştirir, güzelleştirir ve ruhun kaldığı evi süsler.
Bu güzellik o ilimden gelir ve insanın sıfatlarında, fiillerinde görülür.
Her kulda bunun kanıtını görebiliriz.
Kendimizde ve etrafımızdaki insanlarda görebiliriz.
Benim sevgili çocuklarım!
Bu sözlerin saflığını kendinizde fark edip, kendinizdeki o büyük değeri görürsünüz.
Bu büyüklük ve güzellik, bu sûret ve bu sıfatlar sizde, nefsinizde görünür.
Yaratanınızın tüm sözleri size geldiğinde, sizde parıldamaya başladığında Onun sözlerinin, fiillerinin ve ahlâkının güzelliği de size gelir.
Sabır, şükür, rıza, tevekkül ve el-hamdülillah size gelir, içinize girer.
Allah büyüktür.
O hepimizin Yaratanıdır.
Sonsuz rahmet olan
Bir O değil midir?
O rahmet verir.
Nimetini veren Bir Odur.
Nimetini tüm hayatlara veren Odur.
İyilik için sekiz cennetini, kötülük için yedi cehennem (tamu) kapısını açan Odur.
Her insanın gideceği yeri, o insanın bu dünyada arağı şey belirler.
Öldüğümüz zaman yaptığımız iyilik ve kötülükten başka hiçbir şey bizimle gelmez.
Ne ırkımız, ne dinimiz ne de sosyal sınıfımız bizimle gelir.
Hangi ırktan, hangi dinden ya da hangi sınıftan olduğumuza dair sorgu olmayacaktır.
Tek şey kesindir, kadın mı erkek mi olduğumuz.
Hepsi bu.
Ölüm geldiğinde sûretimiz değişir.
Bu değişen sûretimiz sahip olduğumuz sıfatlara göre olur.
Eğer sıfatlarımız insanın dışında bir mahlukun, hayvanın sıfatlarına benziyorsa o şeyin sûretini alırız.
Bu dünyadaki sıfatlarımızla belirlenen bu sûret toprağın malı olacaktır.
Sıfatlarımıza ait sûret toprağın hakkın olacaktır.
Bu sûretlerden sorgulama olacaktır.
Kün! (Ol!) Diril! emri geldiğinde işte bu cesetler diriltilir.
Diriltildiklerinde göreceğiniz sûretler bunlardır.
Böylece herkesin alacağı sûret aradıkları şeye göre belirlenecektir; malın, mülkün, paranın, niyetlerin sûreti olacaktır.
Hesap Günü geldiğinde size hangi sınıftan olduğunuzu sormazlar. Sorulacak sorular :
Rabbin kim?
Kimlerdensin?
Hangi ailedensin? olacaktır.
Âdem (Aleyhisselâm)in çocuğuyum. Ben iyilerdenim, İbrahim (Aleyhisselâm)in ailesindenim ve Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)e uyanlardanım.
İşte sorulacak sorular bunlardır.
İki meleği, Münker ve Nekir meleklerini görür görmez onlara sevgiyle selam ver :
Esselamü aleyküm. Hoş geldiniz! de.
Böyle dersen kızgın yüzleri ve şiddetli bakışları değişir, yumuşarlar.
O zaman sorular birer birer sorulur ve sen cevap vermelisin.
Orada ırka, şu dine ya da bu dine yer yoktur.
Sorulacak sorular bizi Yaratan Bir ile yaratılan Âdem, yani insan hakkında olacaktır.
Sorulacak şey budur.
Buna cevap vermeliyiz.
Biz şu gruba ya da bu gruba aittiz diyemeyiz.
Allah herkes için cennette Âdemi, Nuhu, İbrahimi, Musayı, Davudu, İsayı ve en sonunda seçilmiş bir Resul olarak Hz. Muhammed Mustafa (Sallallahu aleyhi ve sellem)yı koymuştur.
Allah İdrisi, İshakı, Yusufu, Yunusu, Eyübü, Yakubu, Salihi ve Süleymanı göndermiştir.
Hepsi BİR (AHAD) olan Allah tarafından gönderildi ve bu bir olan Allah hepsine kendi makamlarını verdi.
Hepimiz bir tek soydanız; hepimiz insanız.
Renginiz siyah ya da beyaz ya da sarı olabilir, farklı ırklardan olabiliriz, ama hepimiz bir tek soyuz, hepimiz insanız.
Doğuda insanlar ne yapıyorsa aynısını Batıdaki insanlar da yapar.
Aynı şekilde öpüşürler, aynı şekilde kucaklaşırlar, aynı şekilde çocuk doğar.
Tamamen aynı şeyleri yaparlar.
Ülkelerindeki yetişen besinlere göre çeşitli yiyecekleri olsa da aynı şekilde yemek yerler.
Burada bir bebek nasıl ağlıyorsa oradaki bebek de aynı şekilde ağlar.
Doğuda olsun Batıda olsun fark etmez bebek aynı sesleri çıkarır.
Orada da çocuklar uyur, uyanır ve ağlar.
Burada da aynı şeyleri yaparlar.
Hangi ırka, hangi dine ait oldukları fark etmez hepsi aynı şekilde ağlarlar.
Başka başka mı ağlarlar?
Hayır.
Konuşmaya başladıkları zaman da aynı sesleri çıkarırlar.
Aynı şekilde otururlar.
Aynı şekilde emeklerler.
Aynı şekilde ayağa kalkmaya başlarlar.
Aynı şekilde yere düşerler.
İşte insan soyu budur.
Bebekler bu dünyaya geldiklerinde o ilk fıtratlarıyla gelirler.
O öğretilen ilk şeyle gelirler.
Sonra bizler okullarda ve başka yerlerde onlara ırklar ve dinler arasındaki geçici farklılıkları öğretmeye başlarız.
Bundan önce hepsi birlik içindeydi.
Hepsi birdi.
Eğer onlara Rabbin kim? Kimlerdensin? Hangi ailedensin? diye sorabilseydik ve onlar da cevap verebilselerdi hepsi aynı cevabı verirlerdi:
Biz Âdemin çocuklarıyız, İbrahimin ailesindeniz, Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)in takipçileriyiz.
İşte verilecek üç cevap budur.
Bu cevapta tüm peygamberler vardır.
Hepsini içine alır.
Münker ve Nekir meleklerinin sorduğu sorulara verilecek cevaplar bunlardır.
Mahşer Gününde yeniden diriltildiğimizde, bu dünyadaki sıfatlarımıza, ahlâkımıza uygun sûrette diriltiliriz.
Bize Yaz! derler.
Biz de Nasıl yazayım ne kalem var ne de mürekkep? deriz.
O zaman Parmağını tükürüğüne dokundur derler.
Ama yazacak kağıt yok ki? deriz.
Kefenine yaz. Parmağını tükürüğüne dokundur ve yaz. İşte sana mürekkep. Yaptığın her şeyi kefenine yaz! derler.
Yarın yeniden diriltildiğinde ahlâkına uygun sûrete bürünürsün ve hesap verme başlar.
Allahım bizleri koru!
Kabir azabından bizleri koru!
Hayattaki dertlerimizden, sıkıntılarımızdan bizleri kurtar!
Kötü sıfatlarımızın verdiği azaplardan bizleri koru!
Irka ait, dine ait farklılıklardan doğan ön yargılardan bizleri koru Allahım!
Bizleri Ben farklıyım! Sen farklısın! düşüncesinden doğan kavgalardan uzak tut!
Bu kavgalardan doğan durumlardan, insanın insan kanı içtiği, insanın insan eti yediği durumlardan bizleri uzak tut Allahım!
Allahım!
Bizleri koru ve doğru yola (sırat-ı müstakim) ilet!
Senin yolunda hep hür olarak yürümemiz için bize rahmetini lütfet!
Bizlere hürriyeti, irfanı, rahmetini, azîzliği, nûrunu ve bu yaşamda cennetini lütfet!
Senin devletin olan cenneti bize lütfet!
Allahım bunları bize lütfet!
Allahım lütfen günahlarımızı affet, daha önce bilmeden, irfanımız olmadan yaptığımız tüm hatalarımızı, günahlarımızı affet!
Biz henüz irfan sahibi değiliz.
İrfan Sahibi Bir Sensin!
Güzel olan Bir Sensin!
Sevgisi, güzel ve iyi sıfatları olan bir Sensin!
Sabır ve merhamet Sahibi Sensin!
Affedici ve Adil olan Sensin!
Birlikte olan, bizler hakkında iyi niyetlere sahip Bir Sensin! Hepimizi birlik içinde bir araya getiren, her şeye, herkese bu birlik içinde hükmeden Sensin!
Rabbimiz Sensin, sultanların Sultanı, tüm hayatların Sahibi Sensin!
Tüm hayatları koruyan Sultan Sensin, her yerde Sensin (illallah)!
Hep öyleydin ve şu anda da öylesin,
Bir olan Bir Sensin, Samed Sensin!
Milyonlarca hayatın sahibi Sensin,
Tüm alemlerde tek Bağışlayıcı, tek Kurtarıcı Sensin,
Sonsuz rahmet hazinesi Sensin, bu çokluk (kesret) içinde varolan tüm hayatların Sultanı, Kılavuzu Sensin Allahım!
Bizler Senin köleniz, kullarınız.
Allahım bizleri koru lütfen!
Bizden razı ol Allahım!
Bizleri kabul et Allahım!
Ey sonsuz rahmet Sahibi lütfen tüm hatalarımızı affet!
Allahım!
Lütfen bizleri bağışla!
Seni görmesek bile kalblerimizde Sana imanımız var Allahım! Seni tam olarak bilmesek bile, kalblerimizde Sana kesin bir imanımız var.
En azından bu kalb Seni bilmeye çalışıyor.
Hatta hangi dille nasıl dua edeceğimizi bilmesek de, hatta hiçbir şeyi bilmesek de biz Sana inanıyoruz Allahım!
Bu yarım, bu eksik, bu çocuksu irfanımızla biz Sana inanıyoruz Allahım!
Bizleri koru Allahım!
Hiçbir şey bilmeyenlerden bizleri koru!
Bu güne kadar yaptığımız tüm hatalardan bizleri bağışla Allahım! Biz ilâhî ilmi bilmeyiz.
Biz hiçbir şey öğrenmedik.
Nasıl konuşacağımızı, nasıl dua edeceğimizi bile bilmiyoruz Allahım!
Seni nasıl anacağımızdan, Sana nasıl hizmet edeceğimizden aciziz Allahım!
Nasıl olduğunu bile bilmeden yapıyoruz her şeyi.
Nasıl yapacağımızı bilmeden yapıyoruz Allahım!
İbadetler yapılır hakikatte nasıl olduğunu bilmeden,
Yol yöntem bilmeden, anlamadan yapılır,
İşte böyledir bu dünyada yaptığımız ibâdetler,
Bilmeden yaparız ibâdetin ve duanın ne olduğunu,
Anlamadan yaparız ibâdetin ve duanın ne olduğunu,
Yüce Allahım ibâdet ederiz ama hiç birini bilmeden.
Bir türlü anlayamam ibâdeti yani,
Hakikatte nasıl söyleneceğini ya da okunacağını öğrenmedim,
Hakikatte nasıl söyleneceğini ya da okunacağını öğrenmedim.
Sallanıp dururuz şüphede kalarak, dünyada yaşayan ölülüler gibi,
Çığlık atarız, feryat ederiz ama ilâhî ilmi bilmeden.
Dertliyim ama, üzülüyorum ama ırk ve din ayırımlarını bir türlü anlayamamaktan.
Ey mükemmel olan Yüce Allahım!
İnanıyorum Senin Bir olduğuna, Senin Birliğine.
Aklım karıştı ama ırk ve din ayırımlarını bir türlü anlayamamaktan,
İnanıyorum ki Rabbim Allah Birdir,
Sana hamd ederim ey her yerde hazır olan Sonsuz Nûr,
Ben Senin kölenim, Senin kölen, ey bizlere hükmeden ve rahmet ihsan eden Allahım!
Ben Senin kölenim, Senin kölen, ey bizlere hükmeden ve rahmet ihsan eden Allahım!
Nasıl ibâdet edileceğini göster bize!
Nasıl söyleneceğini, nasıl okunacağını öğret bize!
Sana ibâdet ve duanın yolunu göster!
Allahım! Bana ve çocuklarıma Hakkı aç ve Hakkı göster!
Allahım! Bana ve çocuklarıma yolu göster!
Allahım! Bana ve çocuklarıma yolu göster!
Kalbin, gönlün saflığını göster bize.
Rahmetinle bize iman ihsan et!
Bu imanla Senin aşkına, Senin sevgine ibâdet için,
Birlik içinde Bir tek Hazineye ibâdet için,
Bir tek ırk olarak hep birlikte yaşamak için,
Tüm hayatları sevgiyle bir olarak kucaklamak için.
Rahmetinle besle bizi iman ve ibâdetle
kucaklamak için,
Rahmetin nûru, ilâhî nûr,
Âriflerin incisinin nûru,
İrfanın nûru, ilâhî nûr,
Âriflerin incisinin nûru olan Allahım!
Ey Evvelin Evveli, her yerde hazır olan Sonsuz Nûr,
Rahmetinle kuşat ve rahmetinle besle bizi!
Bağışla tüm hatalarımızı, bilmeyerek işlediklerimizi.
Üç âlemin tek hakimi Sensin Allahım!
Rahmetinle kabul et bizi!
Bizler günahkarız, kimse bilmez bunu,
Sen kabul et bizleri, Sen hükmet bizlere Allahım!
Rahmetinle besle bizleri,
Lütfet bir bak şu hâlimize Allahım!
Toprak, vehim ve düşünceler gelir,
Ve aldatırlar bizi, yitiririz insanlık şerefimizi.
Tüm bölücülükler ve ayırımlar dünyaya ait ne varsa,
Gelir ve rahatsız eder, aklımızı karıştırır.
Her türlü ırk ve din ayırımları gelir ve ezer bizi.
Her saniyede, her anda işkencedir bunlar bize.
Ne yapabiliriz?
Ne yapabiliriz Allahım?
Bunlar bize işkencedir, elemdir, ne yapabiliriz Allahım?
Sen bunlardan uzak olduğun gibi,
Bizlere yardım et, bizleri de uzak tut bunlardan Ya Rahîm!
Bizleri koru Allahım!
Bizleri koru ve kurtar Allahım!
Ey her türlü hayalin ötesinde olan Allahım!
Bizleri koru!
Rahmetinle bak ve rahmetini ihsan et bizlere Allahım!
Sonsuz mutluluğun Hazinesi, ey her şeyin Hakimi,
Ey Kadir olan Rabbim!
Göz Sensin, İnci Sensin, Nûr Sensin,
Ey en mükemmel olan Allahım!
Bu fakirin, bu güçsüzün dertlerine derman ol!
Ve hepimizi koru!
Bu günahkarın dertlerine derman ol!
Ve hepimizi koru Allahım!
Lütfet, bu hâlimize bir bak, kurtar bizi!
Ey Sonsuz mutluluğun Hazinesi!
Her şeyin sahibi olan Allahım!
Ya Meliki, Ya Rabbül Âlemin!
Ya Rahmân, Ya Rahîm!
Biz Senin rahmetine, Senin nimetine muhtacız!
Hayatlarımızdaki Hayat Sen ol!
Hakikat kalbini aç, gönlümüzü aç!
Rahmet balıyla besle bu kalbi!
İlâhî ilim, irfan, açıklık ve iman yeşersin orada!
Bunları besleyen irfan meyvesi Sensin!
Bu meyveyi tatmam gerekir,
Bu irfan ve rahmet meyvesidir.
Zevk budur işte!
Ey rahmeti bol olan Allahım bana ve çocuklarıma yardım et!
Allahım! Ya Rabbül Âlemin!
Ey Âlemlerin Rabbi!
Âmin!.
Esselamü aleyküm!
Allahın huzuru sizinle olsun!
KUR'AN- ı KERİM'in RESMÎ sıralamasına göre---
1- Hz. ADEM آدَمُ aleyhi's-selâm....
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedîn abdike (Muhammedîyyeti) ve nebîyyike (Mahmudîyyeti) ve Resûlike (Ahmedîyyeti) ve Nebîyyûl-ümmîyyi (Habibîyyeti) ve alâ âlihi ves-sahbihi ve Ehl-i Beytihi...
ALLAHu Zü'l-Celâl'imizin İZni ve İNAYETi ile RABB'ül Âleminimiz SÖZünü, RESÛLALLAH SALLallahu aleyhi ve sellem Efendimizin SESinden buyuruyor: وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِٶُنٖى بِاَسْمَاءِ هٰـؤُلَاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ
1. ve: ve
2. alleme: öğretti
3. âdeme: Âdem
4. el esmâe: isimler
5. kulle-hâ: onun hepsi
6. summe: sonra
7. arada-hum: onlara arz etti
8. alâ: ... e
9. el melâiketi: melekler
10. fe: o zaman, öyleyse, haydi
11. kâle: dedi
12. enbiû-nî: bana haber verin
13. bi esmâe: isimleri ile, isimleri
14. hâulâi: bunlar
15. in: eğer
16. kuntum: siz iseniz
17. sadikîne: sadıklar, doğru söyleyenler
---'' Ve alleme âdemel esmâe kullehâ summe aradahum alel melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn(sadikîne)..: Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: «Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin.» dedi.’’
BAKARA:31 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
قَالَ يَا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّٖى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ
1. kâle: dedi
2. yâ âdemu: ey Âdem
3. enbi'-hum: onlara haber ver, bildir
4. bi esmâi-him: O'nun (Allah'ın) isimleri
5. fe lemmâ: olunca, olduğu zaman
6. enbee-hum: onlara haber verdi, bildirdi
7. bi esmâi-him: O'nun (Allah'ın) isimleri
8. kâle: dedi
9. e lem: olmaz mı, olmadı mı
10. ekul: ben derim, söylerim
11. lekum: sizin, size
12. in-nî a'lemu: muhakkak ki ben bilirim
13. gaybe: gayb, bilinmeyen
14. es semâvâti: semalar, gökler
15. ve el ardı: ve arz, yeryüzü
16. ve a'lemu: ve ben bilirim
17. mâ: şey
18. tubdûne: açıklıyorsunuz
19. ve mâ: ve şeyi, şeyleri
20. kuntum: siz oldunuz
21. tektumûne: gizliyorsunuz
---'' Kâle yâ âdemu enbi’hum bi esmâihim, fe lemmâ enbeehum bi esmâihim, kâle e lem ekul lekum innî a’lemu gaybes semâvâti vel ardı ve a’lemu mâ tubdûne ve mâ kuntum tektumûn(tektumûne)..: (Allah): «Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.» dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): «Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?» dedi.
BAKARA:33 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرٖينَ
1. ve iz: ve o zaman, olduğu zaman
2. kulnâ: biz dedik
3. li el melâiketi: meleklere
4. uscudû: secde edin
5. li âdeme: Âdem'e
6. fe: o zaman, hemen
7. secedû: secde ettiler
8. illâ: hariç, den başka
9. iblîse: iblis (ümitsizliğe düşen, Allah'ın rah-
10. ebâ: çekindi, kaçındı, direndi
11. ve istekbere: ve kibirlendi, büyüklendi
12. ve kâne: ve oldu
13. min el kâfirîne: kâfirlerden
---'' Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn(kâfirîne)..: Ve o zaman meleklere: «Âdem'e secde edin!» dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.’’
BAKARA:34 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
وَقُلْنَا يَا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هٰـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمٖينَ
1. ve kulnâ:ve biz dedik
2. yâ : ey
3. âdemu: Âdem
4. uskun: iskân ol, otur, yerleş
5. ente: sen
6. ve zevcu-ke: ve senin eşin
7. el cennete: cennet
8. ve kulâ: ve ikiniz yeyin
9. min-hâ: ondan
10. ragaden: bol bol
11. haysu: yerden
12. şi'tumâ: dilediniz (ikiniz)
13. ve lâ takrabâ: ve yaklaşmayın (ikiniz)
14. hâzihi: bu
15. eş şecerete: ağaç
16. fe: o zaman, o taktirde, aksi halde, yoksa
17. tekûnâ: siz (ikiniz) olursunuz
18. min ez zâlimîne: zalimlerden
---'' Ve kulnâ yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete ve kulâ minhâ ragaden haysu şi’tumâ ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn(zâlimîne)..: Dedik ki: «Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.» ‘’
BAKARA:35 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
فَتَلَقَّى اٰدَمُ مِنْ رَبِّهٖ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحٖيمُ
1. fe: o zaman, sonra
2. telekkâ: telâkki etti, aldı, öğrendi
3. âdemu: Âdem
4. min rabbi-hi: Rabbinden
5. kelimâtin: kelimeler
6. fe tâbe aleyhi: böylece onun tövbesini kabul etti
7. inne-hu: muhakkak ki o, çünkü o
8. huve: o
9. et tevvâbu: tövbeleri kabul eden
10. er rahîmu: Rahim esmasıyla tecelli eden
---'' Fe telekkâ âdemu min rabbihî kelimâtin fe tâbe aleyh(aleyhi), innehu huvet tevvâbur rahîm(rahîmu)..: Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.''
BAKARA:37 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰى اٰدَمَ وَنُوحًا وَاٰلَ اِبْرٰهٖيمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَمٖينَ
1. inne allâhe : muhakkak ki Allah
2. istafâ : seçti
3. âdeme ve nûhan : Hazreti Âdem ve Hazreti Nuh
4. ve âle ibrâhîme : ve Hz. İbrâhîm'in ailesini
5. ve âle imrâne : ve İmrân ailesini
6. alâ el âlemîne : âlemlerin üstüne
---'' İnnallâhestafâ âdeme ve nûhan ve âle ibrâhîme ve âle imrâne alel âlemîn(âlemîne). .: Gerçekten Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu âlemler üzerine seçkin kıldı. ''
ÂLİ IMRÂN:33 (Resmi:3/İniş:94/Alfabetik:7)
اِنَّ مَثَلَ عٖيسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
1. inne : muhakkak ki
2. mesele : misal, örnek, durum
3. îsâ : Hz. İsa
4. inde allâhi : Allah'ın indinde, nezdinde, yanında
5. ke meseli : misali, durumu gibi
6. âdeme : Hz. Âdem
7. halaka-hu : onu yarattı
8. min turâbin : topraktan
9. summe : sonra
10. kâle : dedi, buyurdu
11. lehu kun : ona "ol" dedi
12. fe yekûnu : o zaman, böylece o olur
---'' İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem(âdeme), halakahu min turâbin summe kâle lehu kun fe yekûn(yekûnu). .: Doğrusu Allah katında İsa'nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem'in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona «ol!» dedi, o da oluverdi. ‘’
ÂLİ IMRÂN:59 (Resmi:3/İniş:94/Alfabetik:7
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ ابْنَیْ اٰدَمَ بِالْحَقِّ اِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِنْ اَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الْاٰخَرِ قَالَ لَاَقْتُلَنَّكَ قَالَ اِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّٰهُ مِنَ الْمُتَّقٖينَ
1. ve utlu aleyhim: ve, onlara tilavet et, oku!
2. nebee ibney âdeme: Hz. Adem'in iki oğlunun haberini, kıssasını
3. bi el hakkı: hakk ile
4. iz karrebâ kurbânen: ikisini Allâh'a yaklaştıracak birer kurban sundukları zaman
5. fe tukubbile: o zaman kabul edilir
6. min ehadi himâ: ikisinin birinden
7. ve lem yutekabbel: ve kabul edilmez
8. min el âhari: diğerinden
9. kâle le aktulenne-ke: seni mutlaka öldüreceğim dedi
10. kâle: dedi
11. innemâ: sadece
12. yetekabbelu allâhu: Allâh (c.c.) kabul eder
13. min el muttekîne: takvâ sahiplerinden
---'' Vetlu aleyhim nebeebney âdeme bil hakkı iz karrebâ kurbânen fe tukubbile min ehadihimâ ve lem yutekabbel minel âhar(âhari) kâle le aktulennek(aktulenneke) kâle innemâ yetekabbelullâhu minel muttekîn(muttekîne). .: Onlara Âdem'in iki oğluyla ilgili haberi hakkıyle oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, ötekine):» Seni öldüreceğim» demişti. Diğeri ise şöyle demişti: «Allah, yalnız kendisinden korkanlardan kabul eder».’’
MÂİDE:27 (Resmi:5/İniş:110/Alfabetik:60)
وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِدٖينَ
1. ve : ve
2. lekad : andolsun ki
3. halak-nâ-kum : sizi yarattık
4. summe : sonra
5. savver-nâ-kum : size şekil (suret) verdik
6. kul-nâ : biz dedik
7. li el melâiketi : meleklere
8. uscudû : secde edin
9. li âdeme : Âdem'e
10. fe : o zaman
11. secedû : secde ettiler
12. illâ : hariç, ...den başka
13. iblîse : şeytan, iblis
14. lem : olmadı
15. yekun : olur
16. min es sâcidîne : secde edenlerden
---'' Ve lekad halaknâkum summe savvernâkum summe kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), lem yekun mines sâcidîn(sâcidîne)..: Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: «Âdem'e secde edin» dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis, secde edenlerden olmadı.’’
A'RAF:11 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
وَيَا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ فَكُلَا مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هٰـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمٖينَ
1. yâ âdemu : ey Âdem
2. uskun : yerleşin, ikamet edin
3. ente : sen
4. zevcu-ke : senin zevcen
5. el cennete : cennet
6. fe : böylece, o zaman
7. kulâ : yeyin (ikiniz)
8. min haysu : yerden, yerde, nereden
9. şi'tumâ : dilediğiniz (siz ikiniz)
10. lâ takrebâ : yaklaşmayın (ikiniz)
11. hâzihi : bu
12. eş şecerete : ağaç
13. fe tekûnâ : o zaman olursunuz (siz ikiniz)
14. min ez zâlimîne : zalimlerden
---'' Ve yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete fe kulâ min haysu şi'tumâ ve lâ takrebâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn(zâlimîne)..: (Sonra Allah, Âdem'e hitab etti): «Ey Âdem! Sen ve eşin cennette durun, dilediğiniz yerden yeyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.» ‘’
A'RAF:19 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
يَا بَنٖى اٰدَمَ قَدْ اَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارٖى سَوْاٰتِكُمْ وَرٖيشًا وَلِبَاسُ التَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
1. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
2. kad enzel-nâ : indirdik
3. aleykum : size
4. libâsen : elbise
5. yuvârî : örter
6. sev'âti-kum : ayıp yerlerinizi
7. ve : ve
8. rîşâen : süs, ziynet eşyası
9. ve libâsu et takvâ : ve takva elbisesi
10. zâlike : bu
11. hayrun : hayırlıdır
12. min âyâti allâhi : Allah'ın âyetlerindendir
13. lealle-hum : umulur ki onlar, böylece onlar
14. yezzekkerûne : tezekkür ederler
---'' Yâ benî âdeme kad enzelnâ aleykum libâsen yuvârî sev’âtikum ve rîşâ(rîşâen) ve libâsut takvâ zâlike hayr(hayrun), zâlike min âyâtillâhi leallehum yezzekkerûn(yezzekkerûne)..: Ey Âdemoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Hayırlı olan, takva elbisesidir. İşte bu(nlar), Allah'ın âyetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.’’
A'RAF:26 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
يَا بَنٖى اٰدَمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَا اَخْرَجَ اَبَوَيْكُمْ مِنَ الْجَنَّةِ يَنْزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَا لِيُرِيَهُمَا سَوْاٰتِهِمَا اِنَّهُ يَرٰیكُمْ هُوَ وَقَبٖيلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْ اِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاطٖينَ اَوْلِيَاءَ لِلَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ
1. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
2. lâ yeftine-enne-kum : sizi sakın fitneye düşürmesin, şaşırtmasın
3. eş şeytânu : şeytan
4. kemâ ahrece : çıkardığı gibi
5. ebevey-kum : sizin anne ve babanızı
6. min el cenneti : cennetten
7. yenziu : çıkarır, soyar ikisinden
8. an-humâ : ikisinden
9. libâse-humâ : ikisinin elbiselerini
10. li yuriye-humâ : ikisine göstermek için
11. sev'âti-himâ : ikisinin ayıp yerlerini
12. inne-hu : çünkü, muhakkak ki
13. yerâ-kum : sizleri görür
14. huve ve : o ve
15. kabîlu-hu : onun kabilesi, onun topluluğu
16. min haysu : herhangibir yerden
17. lâ terevne-hum : onları göremezsiniz
18. innâ : muhakkak ki
19. cealne eş şeyâtîne : şeytanları kıldık
20. evliyâe : evliya, dostlar
21. li ellezîne : o kimselere
22. lâ yu'minûne : inanmazlar, (mü'min olmayanlar)
---'' Yâ benî âdeme lâ yeftinennekumuş şeytânu kemâ ahrece ebeveykum minel cenneti yenziu anhumâ libâsehumâ li yuriyehumâ sev’âtihimâ innehu yerâkum huve ve kabîluhu min haysu lâ terevnehum innâ cealneş şeyâtîne evliyâe lillezîne lâ yu’minûn(yu’minûne)..:Ey Âdemoğulları. Şeytan, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanların dostu yaptık.’’
A'RAF:27 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
يَا بَنٖى اٰدَمَ خُذُوا زٖينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفٖينَ
1. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
2. huzû : alınız
3. zînete-kum : ziynetleriniz
4. inde : yanında
5. kulli : her
6. mescidin : namaz kılınan yer, mescid
7. kulû : yeyiniz
8. ve işrebû : ve içiniz
9. ve lâ tusrifû : ve israf etmeyin
10. inne-hu : muhakkak ki o
11. lâ yuhıbbu : sevmez
12. el musrifîne : israf edenleri
---'' Yâ benî âdeme huzû zînetekum inde kulli mescidin ve kulû veşrebû ve lâ tusrifû, innehu lâ yuhıbbul musrifîn(musrifîne)..: Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.’’
A'RAF:31 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
يَا بَنٖى اٰدَمَ اِمَّا يَاْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَاتٖى فَمَنِ اتَّقٰى وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
1. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
2. immâ : eğer, şâyet
3. ye'tiyenne-kum : size gelirse
4. rusulun : resûller
5. min-kum : sizden
6. yekussûne : hikâye etmek, anlatmak
7. aleykum : sizin üzerinize
8. âyâtî : âyetler
9. fe : o zaman
10. men ittekâ : kim takva sahibi olursa
11. ve asleha : ve (nefsini) ıslâh ederse
12. fe lâ havfun : o zaman korku yoktur
13. aleyhim : onların üzerine, onlara
14. ve lâ hum yahzenûne : ve onlar mahzun olmazlar
---'' Yâ benî âdeme immâ ye’tiyennekum rusulun minkum yekussûne aleykum âyâtî fe menittekâ ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne). .: Ey Âdemoğulları! Size içinizden peygamberler gelip âyetlerimi anlattıklarında, kim Allah'tan korkar ve kendini düzeltirse, işte onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.’’
A'RAF:35 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنٖى اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰى اَنْفُسِهِمْ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلٰى شَهِدْنَا اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰـذَا غَافِلٖينَ
1. ve iz ehaze : ve çıkardığı zaman, (çıkarmıştı)
2. rabbu-ke : senin Rabbin
3. min benî âdeme : Âdemoğullarından
4. min zuhûri-him : onların sırtlarından
5. zurriyyete-hum : onların zürriyetlerini
6. ve eşhede-hum : ve onları şahit tuttu
7. alâ enfusi-him : nefslerinin üzerine
8. e lestu : ben değil miyim
9. bi rabbi-kum : sizin Rabbiniz
10. kâlû : dediler
11. belâ : evet
12. şehid-nâ : biz şahit olduk
13. en tekûlû : demeniz, demenize karşı (dememeniz için)
14. yevme el kıyâmeti : kıyâmet günü
15. innâ : muhakkak ki biz
16. kun-nâ : biz olduk
17. an hâzâ : bundan
18. gâfilîne : gâfiller, habersiz olanlar
---'' Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne)..: Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» dediği vakit, «pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz» dediler. (Bunu) kıyamet günü «Bizim bundan haberimiz yoktu.» demeyesiniz diye (yapmıştık). ‘’
A'RAF:172 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ قَالَ ءَاَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ طٖينًا
1. ve iz kulnâ : ve biz demiştik
2. lil melâiketiscudû : meleklere secde edin
3. li âdeme : Âdem'e
4. fe : o zaman
5. secedû : secde ettiler
6. illâ : ancak, başka, hariç
7. iblîse : iblis
8. kâle : dedi
9. e escudu : ben secde mi edeyim
10. li men halakte : halkettiğin, yarattığın kimseye
11. tînen : tînden, çamurdan
---'' Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâle e escudu li men halakte tînâ(tînen)..: (Yine unutma ki) Bir vakit meleklere: «Âdem'e secde edin» demiştik. İblis'ten başka hepsi secde ettiler. O ise: «Ben bir çamurdan yarattığın kimseye mi secde ederim?» demişti. ‘’
İSRÂ:61 (Resmi:17/İniş:50/Alfabetik:46)
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖى اٰدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلٰى كَثٖيرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضٖيلًا
1. ve lekad : ve andolsun
2. kerremnâ : biz yücelttik, şereflendirdik, kerim kıldık
3. benî âdeme : Âdemoğlu
4. ve hamelnâ-hum : ve onları taşıdık
5. fî el berri : karada
6. ve el bahri : ve denizde
7. ve razaknâ-hum : ve onları rızıklandırdık
8. min et tayyibâti : temiz, helâl şeylerden
9. ve faddalnâ-hum : ve onları üstün kıldık
10. alâ : üzerine
11. kesîrin : çok, hepsi
12. mimmen(min men) halaknâ : yarattıklarımızdan
13. tafdîlen : üstünlük (fazilet)
---'' Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhum fîl berri vel bahri ve razaknâhum minet tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ(tafdîlen). .: Andolsun ki biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik ve temiz yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.’’
İSRÂ:70 (Resmi:17/İniş:50/Alfabetik:46)
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ رَبِّهٖ اَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ اَوْلِيَاءَ مِنْ دُونٖى وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمٖينَ بَدَلًا
1. ve iz : ve olmuştu
2. kulnâ : biz dedik
3. li el melâiketi : meleklere
4. uscudû : secde edin
5. li âdeme : Âdem'e
6. fe secedû : hemen secde ettiler
7. illâ iblîse : iblis dışında, iblis hariç
8. kâne : oldu, idi
9. min el cinni : cinlerden
10. fe feseka : böylece fıska düştü, itaat etmedi, isyan etti
11. an emri : emrinden
12. rabbi-hî : onun Rabbi
13. e fe tettehızûne-hu : hâlâ onu ediniyor musunuz
14. ve zurriyyete-hû : ve onun zürriyetini, neslini
15. evliyâe : dostlar
16. min dû-nî : benden başka
17. ve hum : ve onlar
18. lekum : size, sizin için
19. aduvvun : düşmandır
20. bi'se : ne kötü
21. liz zâlimîne (li ez zâlimîne) : zalimler için
22. bedelen : bedel, karşılık
---'' Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih(rabbihî), e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv(aduvvun), bi'se liz zâlimîne bedelâ(bedelen)..: Yine o vakti hatırla ki biz, meleklere: «Âdem'e secde edin!» demiştik. İblis hariç olmak üzere onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz beni bırakıp da İblis'i ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değişmedir.’’KEHF:50 (Resmi:18/İniş:69/Alfabetik:54)
Dağlar, topraklar, sular, çeşit çeşit hayvanlar vardı ama hiç insan yoktu. Yüce Allah meleklere;"Topraktan bir insan yaratacağım. Onu yeryüzünde halife kılacağım. Hepiniz ona secde ediniz."
diye buyurdu. Melekler durup düşündüler. Demek Yüce Allah yeni bir mahluk yaratacaktı ve ona secde etmelerini emrediyordu. Bu, kendilerinden üstün bir mahluk olacaktı. Sordular:"Ya Rab! Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz sana her zaman ibadet ediyor, seni överek yüceltiyoruz."
Melekler insan denilen şeyin varlığını merak ediyorlardı. Bunun için sorup öğrenmek istemişlerdi. Yüce Allah bunun üzerine;"Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." diye buyurdu.
Melekler;"Şüphesiz Rabbimiz her şeyi bilir, faydasız bir şey yaratmaz." dediler. Demek ki insanın yaratılmasında meleklerin bilemeyecekleri gizli bir yön vardı.
Nihayet Yüce Allah Âdem'i (a.s.) topraktan yarattı. Ona ruhundan üfledi. Sonra Âdem'e varlıkların isimlerini öğretti. Daha sonra onun bütün yaratılmışlardan üstün olduğunu, yeryüzünde halife olmaya layık olduğunu meleklere göstermek, onların merakını gidermek için bir sınav yaptı.
Meleklere;"Bu varlıkların isimlerini söyleyin." diye buyurdu. Meleklerin bu konuda bilgileri yoktu.
"Ya Rab! Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir bilgimiz yok." diyerek sustular, cevap veremediler. Bunun üzerine Yüce Allah, Âdem'e (a.s.) varlıkların isimlerini saymasını emretti. Âdem teker teker saydı. Böylece melekler insan denilen varlığın kendilerinden üstün olduğunu anladılar. Bu olay, Yüce Allah'ın insanlara ilim verdiğini göstermiş oluyordu. İnsanoğlu bu ilim sayesinde dünyadaki hayatını kolaylaştıracak, yaratılmış olan diğer şeylerden faydalanabilecekti.
Melekler Yüce Allah'ın emri üzerine Âdem'e (a.s.) secde ettiler.
Sadece şeytan secde etmemişti. Kendini Âdem'den (a.s.) daha üstün görüyor ve büyüklük taslıyordu. Yüce Allah; "Ey iblis! Âdem'e secde etmene engel olan nedir?" diye buyurdu. Şeytan bu terbiyesizliğinden pişman olup tevbe edeceği yerde kendini haklı çıkarmaya çalıştı.
"Ben Âdem'den (a.s.) daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın. Ben hiç çamurdan yaratılmış birine secde eder miyim?" dedi.
Yüce Allah, şeytanın bu gururlu davranışını bağışlamadı. Ona;
"İn oradan! Melekler içinde büyüklük taslayamazsın. Rahmetimden çık, git! Sen bundan böyle alçağın biri oldun." diye buyurarak onu huzurundan kovdu. Bu olay kibir ve gururun ne kadar kötü bir şey olduğunu ortaya koymaktadır. Büyüklük taslayan, sonunda küçülür ve herkesin nefretini kazanır.
Şeytan yaptığı hatayı anlamıştı. Bir anda Yüce Allah'ın rahmetinden yoksun kalmıştı. Belki de tamamen yok olacaktı. Bu korku ile şöyle dedi:
"Beni insanların tekrar dirileceği güne kadar hayatta bırak."
Yüce Allah ona:
"Senin ömrün kıyamet gününe kadar uzatıldı." diyerek hayatta kalacağını bildirdi.
Şeytan bu izni alınca aslında tevbe ve şükretmesi gerekirdi. Ama o inadında devam etti, Allah Teâlâ'ya şöyle karşılık verdi:
"Ey Rabbim! Beni, Âdem’e secde etmediğim için huzurundan kovdun. Ben de bundan böyle senin doğru yolun üzerinde oturacağım. İnsanları azıtmak, doğru yoldan saptırmak için pusuda bekleyeceğim. Onlara her yönü deneyerek yaklaşmaya çalışacak, sana isyan etmelerini sağlamak için elimden geleni yapacağım. O zaman göreceksin ki insanların çoğu sana itaat etmeyecek, şükretmeyecek. Ancak onlardan pek azını kandıramam, bu insanlar senin en iyi kullarındır.”
Şeytan bu sözleri ile insanoğluna olan kinini ve nefretini açıkça ortaya koymuş oluyordu. Hz. Âdem'in (a.s.) yüce Allah katında kazandığı kıymet onu kıskançlıktan deli etmişti.
Yüce Allah bunun üzerine ona şöyle buyurdu:
"Ey iblis! Sen, bütün güç ve kuvvetinle insanoğlunu azdırmaya, doğru yoldan ayırmaya çalış. İnsanlardan kim benim yolumu bırakır da sana uyarsa, cehennemi seninle ve sana uyanlarla dolduracağımı bilsinler. Ancak senin aldatamayacağın o iyi kullarım var ya, onları bana ibadetten asla ayıramaz, onlar üzerinde bir etki yapamazsın.”
Böylece şeytan Yüce Allah'ın huzurundan kovuldu. Şeytan ile insanoğlu arasındaki mücadele buradan başlamış oldu. Yüce Allah daha sonra Âdem'i (a.s.) cennete koydu. Âdem cennette yaşıyor, oradaki her türlü güzellikten faydalanıyordu. Ancak kendisini çok yalnız hissediyordu. Yüce Allah hem yalnızlıktan kurtulması, hem de insan neslinin çoğalması için ona hayat arkadaşı ve eş olarak Havva'yı yarattı. Ve onlara şöyle buyurdu:
"Ey Âdem! Sen ve ailen cennete yerleşin, oradaki güzelliklerden, nimetlerden faydalanın."
Âdem (a.s.) ile Havva cennette mutluluk içinde yaşıyorlardı; ne kadar güzel bir yerdi cennet. Neyi arzu ederlerse hemen oluyordu. Açlık, susuzluk çekmiyorlardı. Ağaçların, kuşların, suların, anlatılmaz güzelliklerin içindeydiler. Hiçbir kaygıları, hiçbir dertleri yoktu.
Ancak Yüce Allah onları sınamak için bir yasak koymuştu. Âdem'le Havva cennette bulunan bir ağaca yaklaşmayacak, onun meyvesinden yemeyeceklerdi.
Şeytan bu yasağı öğrenmişti. Onların peşindeydi. Âdem'le (a.s.) Havva cennette gezip dolaşırken bazen cennetin kapısına kadar yaklaşırlardı; şeytan ise cennetten kovulmuştu, oraya giremezdi. Bunun için onları kolluyor, kapının önüne gelmelerini bekliyordu.
Yine bir seferinde Âdem'le Havva cennetin kapısı yakınlarına yaklaşmışken şeytan onlara seslendi:
"Heeey Adem, Adem...”
Hz. Âdem'le Havva dönüp baktılar ve onunla konuşmaya başladılar.
Şeytan:"Cennet ne kadar güzel değil mi?" dedi.
"Evet, Rabbimiz çok güzel bir yer yaratmış."
"Burada devamlı kalmak ister misiniz? Buradan hiç ayrılmadan yaşamak ister misiniz? Hep burada kalmak, başka bir yere gitmemek isler misiniz?"
Âdem'le Havva beraberce:
"Elbette isteriz." dediler.
"Bunun yolunu ben biliyorum."
"Biliyorsan bize de söyle.”
"Hani Allah’ın yaklaşmanızı yasak ettiği bir ağaç var ya!"
"Evet, bize o ağaca yaklaşmak yasak edildi.”
"Allah size onu neden yasak etti biliyor musunuz?"
"Hayır, bilmiyoruz."
Şeytan bunun üzerine çirkince sırıtarak şunları söyledi:
"Eğer o ağacın meyvesinden yerseniz, burada, cennette sonsuza kadar kalabilirsiniz."
Âdem'le Havva birbirlerinin yüzüne baktılar. Şaşırmışlardı. Şeytan heyecanla devam etti:"Evet, evet, o ağacın meyvesinden yemeniz gerek, düşünün hep cennette kalacaksınız, bu ne kadar güzel bir şey. Bakın benim halime, cennetten kovuldum ve bir daha dönemiyorum.”
Hz. Âdem'le Havva, şeytanın bu sözlerine önceleri pek önem vermediler. Çünkü Yüce Allah onu kendilerine apaçık bir düşman olarak tanıtmıştı. Hatta belki de onunla konuşmaları bile yakışıksız bir iş olmuştu. Hiç konuşmasalardı daha iyi olacaktı.
Ama olan olmuştu bir kere. Cennette dolaşırken o ağaca baktıklarında hep şeytanın söylediği sözleri hatırlıyorlardı. “Cennette sonsuza kadar kalacaksınız, sonsuza kadar burada yaşayacaksınız." Az da olsa kalplerinde böyle bir arzu uyanmıştı.
Bu arzu gittikçe kuvvetlendi. Sonunda o ağacın meyvesinden yediler. Böylece Yüce Allah'ın bir emrine karşı gelmiş oldular.
Meyveyi yedikleri anda ikisinin de üzerlerindeki elbiseler uçup gitti. Çırılçıplak kaldılar. Çok utandılar. Hata ettiklerini, günaha battıklarını hemen anladılar. Şeytan onları aldatmıştı.
Utanç ve keder içinde yerden topladıkları ağaç yaprakları ile çıplak vücutlarını kapatmaya, örtünmeye çalıştılar. Yüce Allah, onlara şöyle seslendi:"Ben ikinize de bu ağaca yaklaşmayın demiştim. Bu ağacın meyvesini size yasak etmiştim. Şeytan size apaçık bir düşmandır demiştim. Neden emrimi dinlemediniz?" buyurdu.
Âdem ile Havva suçlarını kabul ettiler. Başlarını öne eğdiler. Ağlayıp yalvarmaya başladılar:"Ya Rabbi bizi bağışla... Bizi affet... Eğer affetmezsen halimiz ne olur. Biz kendimize zulüm ettik.” dediler.
Şeytan’ın amacı Âdem ile Havva'ya bu ağacın meyvesinden yedirerek onların cennetten kovulmalarını sağlamaktı. Böylece onlar da Yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış olacaklardı. Ancak Hz. Âdem ile Havva'nın tevbe ederek kurtulacaklarını hiç düşünmemişti. Yüce Allah'ın iyi kullarının hata etseler de, günah işleseler de tevbe ederek kurtulabileceklerini ummuyordu. Zaten bunu bilseydi onlarla uğraşmazdı.
Yüce Allah Âdem ile Havva'ya şeytana uymaları durumunda cennetten çıkarılacaklarını daha önce bildirmişti. Bunun için onları işledikleri günah üzerine cennetten çıkararak yeryüzüne indirdi. Artık onlar için yeni bir hayat başlıyordu. Dünya, cennet gibi değildi.
Orada insanoğlu türlü zorluklarla karşılaşacaktı. Belli bir süre yaşayacak, kendisine verilen ilim ve akıldan faydalanarak ömrünü tamamlayacaktı. Fakat bu ölüm sonsuza kadar yok olma değildi. Nihayet bir gün dirilecek, dünyada yaptığı hareketlerin hesabını verecek, iyiler ödül, kötüler ceza görecekti.
Yüce Allah onları cennetten çıkarırken şeytanla birlikte hepsine şöyle buyurdu:"Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin!"
Artık insanla şeytan arasındaki mücadele yeryüzünde devam edecekti. Şeytan yeryüzünde bütün insanlara yaklaşacak, onları ömürleri boyunca Allah Teâlâ'ya isyan ettirmeye uğraşacaktı.
Hz. Âdem ile Hz. Havva, yeryüzünde ayrı ayrı yerlere indirilmişlerdi. Uzun zaman birbirlerinden ayrı yaşadılar. Birbirlerini çok özlüyor ve bir an önce kavuşmak için Yüce Allah'a yalvarıp ağlıyorlardı. Allah Teâlâ onların tevbelerini kabul etti. Arabistan'da, Mekke civarında Arafat denilen yerde buluştular. Bu buluşma çok göz yaşartıcı oldu. Birbirlerini çok seven iki insan, iki eş gözyaşları içinde karşılaştılar. Uzun zaman içinde birbirlerine başlarından geçenleri anlattılar.
Hz. Adem'le Havva'nın buluşmalarından sonra ikisinden insan nesli hızla çoğalmaya başladı. Havva anamız her doğum yaptığında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğum yapıyordu. İlk zamanlarda insan neslinin çoğalması için kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Yine de birlikte doğan kız ve erkek kardeşler birbirleri ile evlenmiyor, bir önceki veya bir sonraki çocuklar birbirleriyle evleniyorlardı. Zamanla çocukların sayısı arttı.
İşte yeryüzünün ilk insanları böylece çoğalarak dünyadaki hayatı başlattılar. Yüce Allah Hz. Âdem'i ilk insanlara hem baba hem de peygamber yapmıştı. Âdem ölünceye kadar peygamberlik görevini yerine getirdi. Yüce Allah dünya hayatında uymaları için ona bazı emir ve yasaklarını belirten on sayfalık bir bildiri indirmişti.
Buna suhuf denir. Âdem bu emir ve yasaklara hem kendi uydu hem de çocuklarının uymasını sağladı. Onları gerektiği gibi yöneltti.
Şeytanın sözlerine aldandıkları için başlarına gelenleri bir bir anlattı. Bu dünyaya geçici olarak geldiklerini, kıyametten sonra tekrar dirileceklerini, asıl ve sonsuz hayatın ahirette olacağını öğretti.
Hz. Âdem ayrıca meleklerin de yardımıyla Kâbe'yi inşa etti. Müslümanların hac zamanı gelip ziyaret ettikleri Kâbe, Hz. Nuh zamanında meydana gelen tufan ile yıkıldı. Daha sonra Hz. İbrahim zamanında ortaya çıkarılarak yeniden yapıldı.
Hz. Âdem bin yıl yaşadıktan sonra vefat etti. Onu Kubeys dağına defnettiler, iki sene sonra ise Havva anamız vefat etti. Onu da yanına gömdüler, işte biz insanlar Yüce Allah'ın yarattığı ilk insan olan Âdem ile onun eşi olan Havva'nın soyundan gelmekteyiz. O zamandan bugüne kadar nice günler geçti. Kim bilir ne kadar zaman geçti.
Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 17-24.
Coşkun akan seller, geçilmesi imkânsız çöller, ormanlar vardı. Ancak Yüce Allah insanoğluna akıl vermişti. O, dünya üzerindeki bütün diğer varlıklardan, canlılardan bu yönü ile üstündü. Ama vücudu o kadar dayanıklı değildi. Kış gelip soğuklar başlayınca üşüyor, yazın korkunç sıcaklarında gölgelenecek bir yer arıyordu.
Ancak Yüce Allah, dünyayı insanların faydalanması için türlü nimetlerle donatmıştı. Dünyanın çok güzel yerleri, ırmakları, çiçekleri, dağları, ovaları vardı. Ormanlarda türlü hayvanlar dolaşıyor, ağaçların dallarından çeşitli yemişler, meyveler sallanıyordu.
Hz. Âdem ile Hz. Havva dünya şartlarında yaşamaya alıştılar. Kendilerini yırtıcı hayvanlardan, tehlikelerden koruyacak barınaklar yaptılar. Bazı hayvanları kendilerine alıştırıp evcil hale getirdiler. Toprağı ekip biçmesini, tahıl ve sebze yetiştirmesini öğrendiler. Hayvanların etinden ve sütünden faydalandıkları gibi onların yünlerinden elbiseler yaptılar. Günler birbirini kovaladı.
Geceleri yaktıkları ateşin başına geçiyor; ayı, yıldızları seyrediyor, Yaratan'ın onlara ne gibi nimetler verdiğini düşünerek şükrediyorlardı.
Günlerden bir gün Hz. Havva hamile olduğunu anladı. Bunu Hz. Âdem'e haber verdi, ikisi de çok sevinçli idiler. Zamanı gelince Hz. Havva biri erkek diğeri kız ikiz çocuk doğurdu.
Onları sıcaktan ve soğuktan korumak, beslemek ve büyütmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hz. Âdem gün boyu çalışıyordu. Tarla ve bahçe işlerini yapıyor, ormanda avlanıyordu. Hz. Havva ise ona yardım ediyor, çocukların bakımı ile ilgileniyor ve ev işlerini görüyordu. İşte artık bir aile olmuşlardı. Bu, yeryüzünün gördüğü ilk aile idi.
Çocuklar onlara bir sevinç kaynağı olmuş, birbirlerine daha fazla bağlanmışlardı. Hz. Âdem oğluna Kabil ismini koymuştu. Çocuklar gün geçtikçe büyüyor, gelişiyorlardı. Daha sonraki yıl da Hz. Havva yine ikiz doğum yaptı. Yine bir kız ve bir erkek çocukları olmuştu. Artık aile kalabalık sayılırdı. Hz. Âdem daha fazla çalışmaya başladı. Daha çok toprak ekiyor, daha sık ava çıkıyordu.
İkinci sefer doğan erkek çocuğa da Habil adını vermişlerdi. Yıllar geçti ve kardeşler büyüdüler. Artık ana-babalarına yardımcı oluyorlardı.
Hz. Âdem çocukları arasında iş bölümü yapmıştı. Kabil tarla işlerine, bahçeye ve ağaçların bakımına yardım ediyordu. Ektikleri arazinin yanı başından geçen bir dere vardı, içinde balıkların oynaştığı bu dere aynı zamanda onların tarlalarını suluyordu. Kabil gün boyu bu derenin suyunu tarlalara ulaştırmak için çırpmıyor, ter içinde kalıyordu. Sinirli, atak, çabuk kızan ve kıskanç bir çocuktu. Habil'den daha önde olmak ve daha başarılı görünmek için yapmadığı şey yoktu.
Habil ise kardeşinin tersine yumuşak huylu, sakin bir çocuktu. Babası ona da hayvanların bakımı işini vermişti. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte kalkıyor, ağıldan koyunları çıkararak yüksek yerlere, otu bol olan vadilere götürüyordu. Koyunların otlakta yayıldığı sıralarda bir ağaç altına çekiliyor, yeryüzünün güzelliklerini seyrediyor, Yaratan'ın büyüklüğünü düşünüyordu.
Kız kardeşleri ise evde annelerine yardımcı oluyorlardı.
Allah Teâlâ ikiz olarak doğan kardeşlerin birbirleriyle evlenmelerini yasaklamıştı. Bu sebeple çocuklar evlenme çağına geldiklerinde Kabil ile doğan kız Habil'e; Habil ile doğan kız Kabil'e verilecekti.
Nihayet gençlerin evlenecekleri gün de geldi, çattı.
Ancak Kabil'in evleneceği kız, Habil'in evleneceği kızdan daha güzeldi. Kabil bu durumu kabul etmek istemiyor, Habil'i kıskanıyordu. Babaları evlenme işini açıp bunu kendilerine bildirince; Kabil razı olmadı. Kendisi Habil'in alacağı, Aklima isimli güzel kızla evlenmek istiyordu. Ama o kız kendisi ile birlikte doğmuştu. Hz. Âdem bu işin Yüce Allah tarafından yasaklanmış olduğunu ona anlattı. Allah Teâlâ'ya karşı gelemez, günaha giremezlerdi. Bütün uğraşmalarına rağmen Kabil'i yola getirememişti.
Bu evlilik işi ailenin huzurunu kaçırmıştı.
Kardeşler birbirlerine küs gibi duruyor, işlerini zevkle yapamıyorlardı. Acaba sonuç ne olacaktı. Hz. Havva da bu işe çok üzülüyordu. Hz. Âdem günlerce düşündü. Nihayet şöyle bir yol buldu. Her iki kardeş de Yüce Allah'a birer kurban sunacaklardı. Yüce Allah kimin kurbanını kabul ederse o Aklima'yı alacaktı.
Habil ve Kabil bunu kabul ettiler. Bir süre, nasıl bir kurban kesmek gerektiğini düşündüler. Habil koyunlarını gözden geçirdi. İçlerinden en güzelini seçti. Evet, Yüce Allah'a ancak böyle bir kurban verebilirdi. Kabil ise düşünceliydi. Acaba nasıl bir şey seçmeliydi?
Bahçeyi dolaştı, meyvelere teker teker baktı. Sonra tarlaları gezdi, buğdayları seyretti. Hafif rüzgâr altında bir o yana, bir bu yana sallanan olgun başaklara baktı ve sevinçle zıpladı. Evet o da bir deste buğday verecekti. Bundan iyisi olamazdı, mutlaka kendi kurbanı kabul olacaktı. Buna inanıyordu.
O zamanlar ilahi âdet üzere Yaratan, kabul ettiği kurbana bir ateş gönderir ve onu yakardı. Kabul olunmayan kurban ise olduğu gibi kalır, halk içinde kurban sahibinin yüzü kara olurdu. Bu âdet İsrailoğulları zamanına kadar devam etmiş, daha sonra Yaratan bu âdeti kaldırmıştır.
Habil, seçtiği koyunu kesmiş, götürüp yüksekçe bir tepenin üzerine bırakmıştı. Kabil de buğday tarlasından biçtiği bir deste buğdayı götürüp yanına bırakmıştı.
O geceyi merak içinde geçirdiler. Acaba kimin kurbanı kabul olunacaktı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ailece kurbanların bırakıldıkları tepeye doğru yürüdüler. Ve gördüler ki Habil'in kurban olarak sunduğu koyun yanmış ve yok olmuş, Kabil'in buğday destesi olduğu gibi duruyor.
Kabil'in kıskançlık duyguları iyice kabardı ve taştı. Babasını bile suçlamaya başladı:
“Buna sebep sensin, sen onu daha çok seviyorsun. Belki de onun kurbanının kabul edilmesi için dua ettin.”“Hayır evladım, ben ikinizi de seviyorum. Evlatlarım arasında hiçbir ayırım yapmıyorum. Senin kurbanın kabul edilmedi. Hakkına razı olman gerekir. Aklima ile evlenmek Habil'in hakkıdır. Artık bunu kabul et ve şu kıskançlık huyunu terk et.”
O gün Kabil evden uzaklaştı. Issız yerlerde dolaştı, kendi kendine konuşuyordu.
“Hayır, Aklima'yı Habil'e vermeyeceğim. Onunla ben evleneceğim. Ama nasıl? Bunu nasıl yapmalıyım?”
İşte bu sırada şeytan ona yaklaştı ve şöyle seslendi:“Habil'i öldür!..”
Kabil birden irkildi. Bu ne demek oluyordu? Öldürmek de ne demekti? Şeytan:
“Habil'i öldür ve ondan kurtul. Aklima senin, senin olacak.”
Kabil korku ve heyecan içinde terlemişti. Kısık bir sesle sordu:
“öldürmek nasıl oluyor? Ondan kurtulmak mümkün mü?”Şeytan kandırıcı sesiyle onu iyice etkisi altına aldı.
“Sen Habil'den büyüksün. Ondan daha başarılısın. Aklima senin hakkındır. Habil'i öldür ve Aklima'yı al.”
Kabil oturduğu yerden kalktı ve etrafına bakındı. Sanki bu konuştuklarını birinin duymuş olmasından çekiniyordu. Hayır etrafta kimseler yoktu. Kabil gece yatarken hep bu öldürme işini planladı. Nasıl yapacaktı, düşünüp durdu. En iyisi etrafta kimseler yokken birden saldırıp onu öldürmesi olacaktı. Nasılsa Habil yine koyunları otlatmak için uzaklara gidecekti. Gizlice gider, onu bir yerde kıstırırdı.
Ertesi gün Habil her zaman yaptığı gibi koyunları ağıldan çıkardı, önüne kattı ve otlatmak için karşıki tepelere doğru sürdü götürdü. Kabil bahçedeki ağaçlar arasına saklanmış, onu gözetliyordu. Şeytan yanı başında kulağına fısıldayıp duruyordu:
“İşte aradığın fırsat. Peşine düş ve onu izle.”
Kabil bu sese uyarak Habil'i izledi. Habil koyunları otu bol bir yere getirince serbest bıraktı. Kendisi bir ağaç altına giderek oturdu. Bir süre sonra arkasında bir hışırtı duydu. Döndüğünde karşısında ağabeyi Kabil duruyordu. Ona selam verdi. Kardeşi selamını almamıştı. Göğsü inip kalkıyor, gözleri bir başka parıltı ile yanıyordu. Kabil ağır ağır yanına yaklaşınca Habil Yaratan'ın yardımıyla onun kötü niyetini anladı.
"Demek beni öldürmeye niyet ettin." dedi.
Kabil şaşırmıştı, kekeledi:
“Nereden çıkardın bunu?”
“Haydi inkâr etme, beni öldürmek istiyorsun. Ama sana şunu söyleyeyim. Bu yaptığın Yüce Allah'ın buyruklarına karşı gelmektir. Eğer beni öldürmeye kalkışırsan sana karşı koymam. Şunu bil ki yaptığın bu kötü iş cezasız kalmayacaktır. Yüce Allah, seni cehenneme atarak bu cinayetinin hesabını soracaktır. Vazgeç, şeytana uyma.”
Ancak Habil böyle konuşurken, şeytan sürekli Kabil'i kışkırtıyordu:
“Ne duruyorsun, yerden bir taş al ve başına vur. Onu öldür!.. Onu öldür!..”
Kabil bu heyecana daha fazla dayanamadı. Ne yaptığını bilmez bir halde yerden koca bir taşı aldığı gibi kardeşinin başına fırlattı. Habil yere yıkıldı. Başından oluk gibi kan akmaya başladı. Onun yere yığıldığını gören Kabil yanına eğildi. Taşı bir iki kere daha şiddetle kardeşinin başına vurdu, içindeki kıskançlık ve kin akan kanla birlikte sanki hafifliyordu.
Ama kardeşi henüz ölmemişti. Ona acıyan gözlerle bakıyor, çok yanlış bir iş yaptığını bakışları ile anlatmaya çalışıyordu. Bir süre sonra gözleri kapandı ve ruhunu teslim etti. Kabil uzun süre kardeşinin cesedi başında oturdu.
Donup kalmıştı sanki. Bir türlü hareket edemiyor, düşünemiyor, ne yapacağını bilemiyordu. Kendisine akıl veren, onu kışkırtan şeytan da ortada görünmüyordu. Kabil öylece orada bir süre kaldı.
Gün çekildi, gölgeler uzandı. Koyunlar meleyerek bir araya toplandılar. Sanki kendilerini seven, çağıran Habil’i arıyorlardı. Kabil artık panik içindeydi. Kardeşinin cesedinin başından ayrılamıyor, onu orada bırakarak bir yere gidemiyordu. Sonunda cesedi kaldırıp sırtına aldı, yürümeye başladı. Ceset soğuyor ve gittikçe ağırlaşıyordu. Nereye gidebilirdi ki? Etraf vahşi hayvanlarla doluydu. Eve dönemeyeceğine göre nereye gidebilirdi? Hem kardeşinin cesedini ne yapacaktı? Neredeyse karanlık çökmek üzereydi.
Kabil sırtındaki cesetle bir tepeye kadar ulaştı. Soluk soluğa kalmıştı. Göğsü körük gibi inip çıkıyordu. Alnındaki terleri sildi. Belki de yaptığına pişman olmuştu ama iş işten geçmişti. Yeryüzünde ilk kanı o dökmüş, ilk cinayeti o işlemişti.
Kardeşini öldürdüğü için belki Aklima da kendisini istemeyecekti.
Hele babası ve annesi bu yaptığını duyunca kim bilir nasıl üzülecekler, kendisine nasıl kızacaklardı. Bu düşüncelerle çöküp kaldı. Tam bu sırada yanı başında iki karga gördü. Kargalardan biri ölmüştü. Ayakları gökyüzüne doğru dikilmiş, başı yana eğilmişti.
Öbür karga ölü olanın etrafında dolaşıyor, arada bir kanatları ve gagası ile ona dokunuyor, garip sesler çıkarıyordu.
Kabil hayretler içinde kargayı seyretmeye başladı. Karga bir süre sonra dolaşmayı bıraktı. Gagası ve ayakları ile bulunduğu yerde bir çukur eşmeye başladı. Yumuşak toprağı eşeliyor, kanatlarıyla toprağı savuruyor, ayaklarıyla çukuru derinleştiriyordu. Aradan oldukça uzun bir zaman geçti. Karga çukuru iyice derinleştirdi. Sonra ölü kargaya yanaştı, bir kanadından yakalayıp onu çukura çekti. Ölü karga, çukura düşünce bu sefer kanatları, ayakları ve gagasıyla, çıkan toprağı ölü karganın üzerine atmaya başladı. Kabil'in gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu. İşte bir karga ölüyü ne yapacağını biliyordu.
"Yazıklar olsun." dedi. “Bir karga kadar bile olamadım.”
Sonra yerinden doğruldu. Etrafına bakındı. Sert bir ağaç parçası buldu. Onunla yumuşak toprağı kazmaya başladı. Kazdıkça açıldı, terledikçe kendine geldi. Evet, işte kardeşinin cesedinden kurtulmanın yolunu bulmuştu. Onu bu çukura gömecekti. Belki böylece kimsenin haberi olmayacaktı. Vücuduna sanki yeniden can geliyor, güç kazanıyordu.
Çabuk çabuk kazdı. Kardeşini açtığı çukura gömdü. Üzerini toprakla örttü. Sonra terini silerek mezarın yanına uzandı. Çok yorulmuştu.
Çocukların geciktiğini gören Hz. Âdem onları merak ediyordu. Hz. Havva'ya evde kalmasını, kendisinin onları aramaya gideceğini söyleyerek yola çıktı. Habil'in genellikle koyunları otlattığı vadiye gidiyordu. Acaba ne olmuştu? Vahşi hayvanların hücumuna mı uğramışlardı? Birbirleriyle kavga mı etmişlerdi. Bu düşünce ile endişelendi. Olabilirdi. Evlenme ve kurban işinden sonra, Kabil kardeşi Habil'e hiç de iyi gözle bakmıyordu. Bu düşüncelerle vadiye ulaştı. Habil'in her zaman oturduğu ağacın altına geldi. Yerde kan izleri gördü. Evet, mutlaka başına bir iş gelmişti. Koşmaya başladı. Bir yandan da çocuklarının ismini bağırıyor, onların ses vermesini istiyordu.
Kabil babasının sesini duyunca yattığı yerden doğruldu. Kalkıp kaçmaya başladı. Babasının her şeyi anlamış olduğunu düşünüyordu. Onun ayak sesleri Hz. Âdem'i uyardı. O tarafa doğru koştu. Gördü ki Kabil alabildiğince kaçıyordu. Kalktığı yerde bir toprak yığını vardı. Yığına doğru gitti. Oracıkta Kabil'in Habil'i öldürmüş ve gömmüş olduğunu anladı. Mezarın başına yavaşça çöktü. Gözyaşlarını tutamadı.
Demek sakin, yumuşak huylu, sevgili Habil şimdi şu toprak yığınının altında yatıyordu. Ve onu kardeşi öldürmüştü. Kıskançlık ne kadar kötü bir şeydi ve şeytana uymak nasıl kötü bir işti. İnsana kardeşini bile öldürtecek kadar etki eden bu iki kötülükten uzak durmak gerekmez miydi? Ama olmuştu. Kabil elini kana bulamıştı. Kendini bilmez bir halde tepeden aşağı doğru koşan, ufuklarda bir nokta gibi kalan Kabil'e beddua etti, onu lanetledi.
Hz. Âdem üzüntü ile evine döndü. Olup bitenleri anlattı. Hz. Havva ve diğer çocukları birlikte ağlaştılar. Artık Kabil'e aralarında yer yoktu. O da bunu biliyordu. Kız kardeşini alarak evi terk etti. Kendisinden bir daha haber alınamadı. Yeryüzünde ilk cinayeti işleyen bu kişinin sadece adı kaldı.
Ebu’l-Hasen en Nedvî, Kur’an’da Adı Geçen Peygamberlerin Hayatı, Risale Yayınları, İstanbul, 2005: 25-32.
Konu : Kâbil`in Hâbil`i öldürmesi;Kötü çığır açanlar
Ravi : Abdullâh b. Mes`ûd
Baslik : KÂBİL`İN HÂBİL`İKATLİ HADİSİ
Hadis : Rivâyete göre Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Hiç bir Âdem-oğlu zulm ile öldürülmez, ancak onun kanı (nın günâhı) ndan birinci Âdem (atanın) oğlu (Kabil hesâbı) na bir pak ayrılır. Çünkü bu cinâyeti âdet edenlerin önderi odur. (Kardeşi Hâbil`i öldürmüştür).
HadisNo : 1371Fasil : KADER BÖLÜMÜ
Konu : Çocukların Hükmü
Ravi : Ömer İbnu`l-Hattab
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: "Musa aleyhisselam: "Ey Rabbim! bizi ve kendisini cennetten çıkaran Adem`i bize bir göster!" diye niyazda bulundu. Hak Teala ve Tekaddes hazretleri de babası Adem aleyhisselam`ı ona gösterdi. Bunun üzerine Hz. Musa: "Sen babamız Adem misin?" dedi. Adem: "Evet!" deyince: "Yani sen, Allah`ın kendi ruhundan üflediği kimsesin. Sana bütün isimleri öğretti, meleklere emretti ve onlar da sana secde ettiler öyle değil mi?" diye sordu. Adem yine: "Evet!" dedi. Hz. Musa sormaya devam etti: "Öyleyse sen niye bizi ve kendini cennetten çıkardın?" Bu soru üzerine Hz. Adem: "Sen kimsin ?" dedi. O: "Ben Musa`yım!" deyince: "Yani sen, Allah`ın risalet vererek mümtaz kıldığı kimsesin. Sen Beni İsrail`in peygamberi, perde gerisinde Allah`ın konuştuğu kimsesin. Allah seninle kendi arasına mahlukatından bir elçi de koymadı değil mi?" dedi. Hz. Musa "Evet!" deyince; Hz. Adem: "Öyleyse sen, (bu söylediğin şeyin) ben yaratılmazdan önce Allah`ın (kader) kitabında yazılmış olduğunu görmedin mi?" dedi. Hz. Musa "Evet!" deyince: "Öyleyse Allah`ın kazası (hükmü) benden önce cereyan etmiş bir şey hakkında beni niye levmediyorsun?" dedi." Aleyhissalatu vesselam, devamla: "Hz. Adem, Musa`yı ilzam etti. Hz. Adem Musa`yı ilzam etti. Hz. Adem, Musa aleyhimesselam`ı ilzam etti" buyurdular.
Hadis No : 4845
Fasil : PEYGAMBERLİK BÖLÜMÜ
Konu : İsra HakkındaRavi : Enes
Hadis : Enes (ra) Malik İbnu Sa`saa (ra)`dan naklen anlatıyor: "Resulullah (sav) onlara, Mirac`a götürüldüğü geceden anlatarak demiştir ki, "Ben Ka`be`nin avlusundan Hatim kısınında -belki de Hıcr`da demişti- yatıyordum, -bir rivayette şu ziyade var: Uyku ile uyanıklık arasında idim- Derken bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. -Bu sözüyle boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı kasdetti.- Kalbimi çıkardı. Sonra bana, içerisi imanla [ve hikmetle] dolu, altından bir kap getirildi. Kalbim [çıkarılıp su ve zemzem ile] yıkandı. Sonra içerisi (imanla) doldurulup tekrar yerine kondu. Sonra merkepten büyük katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak`tı. Ön ayağını gözünün gittiği en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibril aleyhisselam beni götürdü. Dünya semasına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi. "Gelen kim?" denildi. "Cibril!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed (sav)!" dedi. "O`na Miraç daveti gönderildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!" denildi. Derken kapı açıldı. Kapıdan geçince, orada Hz. Adem aleyhiselam`ı gördüm. "Bu babanız Adem`dir! Selam ver O`na!" dendi. Ben de selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra bana: "Salih evlad hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!" dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti ve ikinci semaya geldik. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim?" denildi. "Ben Cibril`im!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed!" dedi. "O`na Miraç daveti gönderildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Derken bize kapı açıldı. İçeri girince, Hz. Yahya ve Hz. İsa aleyhimasselam ile karşılaştım. Onlar teyze oğullarıydı. Hz.Cebrail: "Bunlar Hz. Yahya ve Hz. İsa`dırlar, onlara selam ver!" dedi. Ben de selam verdim. Onlar da selamıma mukabelede bulundular. Sonra: "Hoş geldin salih kardeş, hoş geldin salih peygamber" dediler. Sonra Cebrail beni üçüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim ?" denildi. "Cibril`im!" dedi. "Yanındaki kim?" denildi. "Muhammed`dir!" dedi. "O`na Miraç daveti gitti mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı bize açıldı. İçeri girince Hz. Yusuf aleyhiselam`la karşılaştık. Cebrail: "Bu Yusuf tur! O`na selam ver!" dedi. Ben de selam verdim. Selamıma mukabele etti. Sonra: "Salih kardeş hoş gelmiş, salih peygamber hoş gelmiş!" dedi. Sonra Cebrail beni dördüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim ?" denildi. "Cibril`im!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed!" dedi. "Ona Miraç davetiyesi indi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" dediler. Kapı açıldı, içeri girdiğimizde, Hz. İdris aleyhisselam ile karşılaştık. Hz. Cebrail: "Bu İdris`tir, O`na selam ver!" dedi. Ben selam verdim. O da selamma mukabele etti. Sonra bana: "Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti. Beşinci semaya geldik. Kapıyı çaldı. "Kim bu gelen ?" denildi. "Ben Cibril`im!" dedi. "Beraberindeki kim ?" denildi. "Muhammed!" dedi. "O`na Miraç daveti indirildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi. Kapı açıldı, içeri girince, Harun aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail aleyhisselam: "Bu Harun aleyhisselam`dır. O`na selam veri" dedi. Ben selam verdim, o da selamıma mukabelede bulundu ve: "Salih kardeş hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Cebrail beni yükseltti ve altıncı semaya geldik. Kapıyı çaldı. "Bu gelen kim?" denildi. "Ben Cibril!" dedi. "Beraberindeki kim?" denildi. "Muhammed!" dedi. "O`na Miraç daveti indirildi mi?" denildi. "Evet!" dedi. "Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!" denildi, içeri girince, Hz. İbrahim aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrail: "Bu baban İbrahim`dir, O`na selam ver!" dedi. Ben selam verdim. O da selamıma mukabele etti. Sonra: "Salih oğlum hoş geldin, salih peygamber hoş geldin!" dedi. Sonra Sidretü`l-Münteha`ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen`in) hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi. Cebrail aleyhisselam bana: "İşte bu Sidretü`l-Münteha`dır!" dedi. Burada dört nehir vardır: İkisi batıni nehir, ikisi zahiri nehir. "Bunlar nedir, ey Cibril?" diye sordum. Hz. Cebrail: "Şu iki batıni nehir cennetin iki nehridir. Zahiri olanların biri Nil, diğeri Fırat`tır!" dedi. Sonra bana el-Beytü`l-Ma`mur yükseltildi. Sonra bana bir kapta şarap, bir kapta süt, bir kapta da bal getirildi. Ben süt aldım. Cebrail aleyhisselam: "Bu (aldığın), fıtrat(a uygun olan)dır, sen ve ümmetin bu fıtrat (yaratılış) üzeresiniz!" dedi. Resulullah devamla dedi ki: "Sonra bana, her günde elli vakit olmak üzere namaz farz kılındı. Oradan geri döndüm. Hz. Musa aleyhisselam`a uğradım. Bana: "Ne ile emrolundun?" dedi. "Gece ve gündüzde elli vakit namazla!" dedim. "Ümmetin, her gün elli vakit namaza muktedir olamaz. Vallahi ben, senden önce insanları tecrübe ettim. Beni İsrail`e muamelelerin en şiddetlisini uyguladım (muvaffak olamadım). Sen çabuk Rabbine dön, bunda ümmetine hafifletme talep et!" dedi. Ben de hemen döndüm (hafifletme istedim, Rabbim) benden on vakit namaz indirdi. Musa aleyhisselam`a tekrar uğradım. Yine: "Ne ile emrolundum ?" dedi. "Benden on vakit namazı kaldırdı!" dedim. "Rabbine dön! Ümmetin için daha da azaltmasını iste!" dedi. Ben döndüm. Rabbim benden on vakit daha kaldırdı. Dönüşte yine Musa aleyhisselam`a uğradım. Aynı şeyi söyledi. Ben, beş vakitle emrolunmama kadar bu şekilde Hz. Musa ile Rabbim arasında gidip gelmeye devam ettim. Bu sonuncu defa da Hz. Musa`ya uğradım. Yine: "Ne ile emredildin ?" dedi. "Her gün beş vakit namazla!" dedim. "Senin ümmetin her gün beş vakit namaza da takat getiremez. Rabbine dön, hafifletme talep et!" dedi. "Rabbimden çok istedim. Artık utanıyorum, daha da hafifletmesini isteyemem! Ben beş vakte razıyım. Allah`ın emrine teslim oluyorum!" dedim. Musa aleyhisselam`ı geçer geçmez bir münadi (Allah adına) nida etti: "Farzını kesinleştirdim, kullarımdan hafiflettim de!" [Bir rivayette şu ziyade geldi: "Namazlar (günde) beştir. Ve onlar ellidir de. İndimde hüküm değişmez artık!"] Hadis No : 5568
Fasil : AHÂDÎS-İ ENBİYÂ ALEYHİMÜ`S-SALÂTÜ VE`S-SELÂM BAHSİ
Konu : Âdem (A.S);Hazret-i Âdem`in boyu;Melekler
Ravi : Ebû Hüreyre
Baslik : ÂDEM`İN BOYU VE SÛRETİ HAKKINDA EBÛ HÜREYRE HADÎSİ
Hadis : Rivâyete göre, Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Allah, Âdem (Peygamber) i (şu güzel insan kılığında) yarattı. Boynunun uzunluğu (bugünün müteâref ölçü mikyâsiyle) altmış zirâ` idi. (Hilkati tamamlandıktan) sonra Allahu Teâlâ ona: - Haydi, Meleklerden şu (rada otura) nların yanlarına git de onlara selâm ver!. Ve onların senin selâmını nasıl karşıladıklarını (iyi) dinle!. Çünkü bu, hem senin, hem de (senden sonra) zürriyetinin selâmlaşma (nümûne) sidir. Bunun üzerine Âdem Meleklere: - Es-selâmü aleyküm (kazâdan, belâdan esenlik üzerinize olsun!) dedi. Onlar da: - Es-selâmü aleyke ve rahmetu`llah (Esenlik ve Allah`ın rahmeti üzerine olsun!) diye karşıladılar. Ve selâmlarına "ve rahmetu`llah" ziyâde ettiler (ki, bu, selâmlaşmanın ilk meşrûiyetidir). Âdem, beşerin büyük atası olduğu için Cennet`e her giren kişi, Âdem`in (bu güzel) sûretinde girecektir. Âdem`in (sonra gelen) ahfâdı onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeğe devâm etti. Nihâyet (bu eksiliş) şimdi (Muhammed ümmetinde) sona erdi.'' Hadis No : 1367
Fasil : AHÂDÎS-İ ENBİYÂ ALEYHİMÜ`S-SALÂTÜ VE`S-SELÂM BAHSİ
Konu : Âdem (A.S);Kıyâmet günü;Ye`cüc-Me`cüc
Ravi : Ebû Saîd-i Hudrî
Baslik : MUHAMMED ÜMMETİ CENNET HALKININ YARISIDIR
Hadis : Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: (Kıyâmet günü) Allah Tebâreke ve Teâlâ, Âdem (atamız) a: - Yâ Âdem diyecek, o da icâbet ederek: - Yâ Rab! Fermânına mükerreren icâbet ve mülâzemet eder ve her emrini infâza dâimâ kıyâm ve mübâderet eylerim! Ve her hayır, Sen`in emir ve fermânında tecellî eder, diyecek. Bunun üzerine Allahu Teâlâ: - Cehennem`e girecekleri (halk arasından) seçip gönder! buyuracak. Âdem Peygamber: - Yâ Rab! Cehennem`e gönderileceklerin mikdârı ne kadardır? diye soracak... Allahu Teâlâ: - Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu! diye cevap verecek. Ve Cenâb-ı Hak Âdem`e böyle buyurduğu sıra (bunun verdiği şiddetli korkudan) gûyâ çocuk ihtiyarlayacak, her gebe kadın da çocuğunu düşürecek. Ve o anda, Habîbim, mahşer halkını (korkudan) sarhoş sanırsın! Halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Ancak o sekir, Allah`ın şiddetli (emrinin netîcesi duyulan) azâb (ın bir eseri) dir. Resûlullah`ın huzûrunda bulunan Ashâb: Yâ Resûla`llah: O (binde) bir hangimiz olabilir? diye sordular. Resûlullah: - Size müjdeler olsun, sizden bir kişiye mukabil Ye`cûc ve Me`cûc`dan bin kişi (Cehennem`e gönderilecektir) buyurdu. Sonra da: Hayâtım yed-i kudretinde olan Allah`a yemîn eder de kat`î olarak umarım ki: siz (Muhammed ümmeti) ehl-i Cennet`in dörtte birini teşkîl edesiniz! diye müjdeledi. Bunun üzerine biz: Allahu Ekber, dedik. Bunun üzerine Resûlullah: Umarım ki, ehl-i Cennet`in üçte birisi olasınız! buyurdu. Biz yine tekbîr getirdik. Bunun üzerine de: Umarım ki: ehl-i Cennet`in yarısı olasınız! buyurdu. Biz de tekbîr getirdik. En sonu Resûlullah: Siz mahşer halkının umûmuna kıyâs edilince, ancak siz bir beyaz öküzün derisi üzerindeki siyah bir tüy mesâbesindesiniz. Yâhut da siyah bir öküz derisinde sanki beyaz bir tüy,'' buyurdu.
Hadis No : 1373
Bilmem ki, yıkar mı üç-beş damla gözyaşı bunca günahımı? Bilmem ki, giderir mi
gönlümdeki hüzün ve pişmanlık cehennem ateşini üzerimden? Boğazıma
takılıp kalan kırık-dökük dualarım kurtarır mı beni bilmem? Bilmem,
yanında bir değer ifade eder mi utancımdan başımı bile semaya
kaldıramayıp, yerlere yapışırcasına boyun bü...kerek
iki büklüm oluşum? Bilemem elbet.. ama bilirim ki, sonsuzdur Senin
rahmetin. Bilirim ki kapına geleni elleri boş göndermezsin. Bilirim ki,
değerlidir yanında hüzün ve gözyaşı. İşte huzurundayım iki büklüm,
gönlüm kor misali hüzün kaplı, gözlerim çağlayanlar misali. Sen de
bırakırsan Ya Rab, kime gidilir ki?... Bırakma beni.. affeyle...
Kaynak:Muhammedinur.comgönlümdeki hüzün ve pişmanlık cehennem ateşini üzerimden? Boğazıma
takılıp kalan kırık-dökük dualarım kurtarır mı beni bilmem? Bilmem,
yanında bir değer ifade eder mi utancımdan başımı bile semaya
kaldıramayıp, yerlere yapışırcasına boyun bü...kerek
iki büklüm oluşum? Bilemem elbet.. ama bilirim ki, sonsuzdur Senin
rahmetin. Bilirim ki kapına geleni elleri boş göndermezsin. Bilirim ki,
değerlidir yanında hüzün ve gözyaşı. İşte huzurundayım iki büklüm,
gönlüm kor misali hüzün kaplı, gözlerim çağlayanlar misali. Sen de
bırakırsan Ya Rab, kime gidilir ki?... Bırakma beni.. affeyle...
Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa MuhaiyaddeenBİRİNCİ BÖLÜM :
Ölmeden Önce Ölmek
3. ÂDEMİN ÇOCUKLARI Allah bizleri kovulmuş şeytandan korusun.
Rahmân ve Rahîm olan Allahın adıyla.
Bütün hamdler ve övgü, sınırsız rahmet ve kıyaslanamaz sevgi olan, bizlere sonsuz rahmetinin zenginliğini veren Allaha olsun.!
Allah bizlere rahmetini ve nimetini ihsan etsin!
Âmin!.
En değerli hazine Odur.
Rahmetin ve nimetinle bizleri koru Allahım.
Tüm hayatımız boyunca Senin yardımına muhtacız.
Ölüm de bile Senin yardımına muhtacız.
Sonsuz hayata ulaşmada Senin yardımına muhtacız.
Âhirette Senin yardımına muhtacız, bu dünyada Senin yardımına muhtacız.
Sen Allahımızsın, Ruhlarımızın Sahibi, bizi koruyan, besleyen, yaratan, nimet veren Sensin.
Rahmetini bizlere veren, sonsuz zenginlik olan Bir Sensin.
Ruhumuzun nûrunu böyle güzel yaratan ve bizi koruyan Sensin.
Her yerde Senin yardımına muhtacız.
Allahım bizleri koru.
Âmin!. Âmin!
Benim sevgili kardeşlerim, kızlarım ve torunlarım!
Allahın yarattıkları çok çeşitlidir.
Bizler Âdem (Aleyhisselâm)in çocuklarıyız.
Hepimiz bir annenin ve bir babanın çocuklarıyız.
Allah Âdem (Aleyhisselâm)i çamurdan, annesiz ve babasız olarak yarattı.
Sonra Allah Âdem (Aleyhisselâm)den bir kaburga kemiği aldı ve Havva (Aleyhisselâm)yı yarattı.
Allah böylece Havva Anamızı da babasız yarattı.
Aynı şekilde Allah İsa (Aleyhisselâm)yı da babasız yarattı.
Bu yüzden Âdem, Havva ve İsa (Allahın rahmeti üzerlerine olsun), bu üç insan babasız yaratıldı.
Allaha iman eden ve Ona tevekkül eden Âdem (Aleyhisselâm)in tüm çocukları İbrahim (Aleyhisse-lâm)in ailesindendir; imanlarını kaybedenlerse şeytana aittir, şeytanın ailesindendir.
İmanlarını kaybederek değiştikleri için hayatları kaybolmuştur.
İmanı olan, sabrı olan herkes İbrahim (Aleyhisselâm)in soyuna aittir ve onları Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)in takipçileri yapan bu hâldir.
Onlar aynı soydandır, aynı gruptur, aynı Hakk ile tüm kardeşler tek bir ailedir.
Bir aileyi, bir soyu oluşturan şey birliktir.
Bu birliğin üç yönü vardır.
Hepimiz aynı anneden ve aynı babadan, Âdem ve Havva(Aleyhisselâm)dan gelen bir tek aileyiz.
Hepimizin atası birdir, İbrahim (Aleyhisselâm)in soyuna aittiz.
Ve hepimiz Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)in takipçileriyiz; yani bir tek Allaha aşık, Ona güvenir ve Ona inanırız
Kurânda yirmi beş peygamberden söz edilir.
Allah birbirlerinin peşi sıra gönderdiği bu peygamberlerinin hepsine aynı öğretiyi verdi.
Bu yirmi beş peygamber Allahın gönderdiği 124.000 peygamberin arasındadır.
Bu peygamberler Allahla konuştular.
Allah onlarla gönülleriyle konuştu.
Bazen Allah onlarla Cebrail (Aleyhisselâm)i şâhid tutarak, Cebrail (Aleyhisselâm) yoluyla konuştu.
Başka zamanlarda âriflerin, Allah dostlarının, peygamberlerin, irfanı açıklayanların, nûr olmuşların gönlünden bir rahmet kaynağı olarak konuşan O oldu.
Güzelliğimiz bizdedir, içimizdedir, cennetimiz içimizdedir.
Cennet bizdedir.
Her insanın arayışı, cenneti, güzelliği, nûru ve saflığı içindedir, başka yerlerde ya da başkalarında değil.
Bu nedenle ne ararsak arayalım aradığımız şey bizdedir.
Gönlümüzdedir.
Oradan çıkar gelir.
Yüzümüzde açıkça görünür; yüzümüzde açığa vurulur.
Çıkardığımız seslerden ve hareketlerimizden görünür.
Sıfatlarımızda ve konuşmamızda kendini gösterir.
Ahlâkımızda belli olur, açığa çıkar.
Allahın güzelliği işte böyle görünür, açığa çıkar.
Onun sıfatları bu şekilde, kullarından açığa çıkarken görülebilir.
Allah her kulunun hâlini bilir.
Nehir kıyısında bir anne görürsen, çocuğunun neye benzediğini görmek için ta o annenin evine kadar gitmene gerek kalmaz, çünkü annenin güzelliği ve sıfatları çocukta akseder, çocuğa yansır.
Eğer annenin sıfatları kötüyse, çocuk da kötü sıfatlara sahip olur.
Anne çok kötüyse, çocuk da çok kötü olur.
Öte yandan, eğer anne hem görünüşte hem de sıfatlarında güzelse, çocuk da öyle olur.
Sahibimiz, mükemmel güzelliktir, en güzel Odur,
O Sameddir, yani illallah, sadece O vardır.
Sayısız ruhu ve yaratılmışlara, 8.400.000 sayıdaki farklı hayatlara, hareket eden ve etmeyen şeylere, konuşan ve konuşmayan şeylere, yerde sürünen ve sürünmeyen şeylere, her akıma ve her enerjiye hükmeden Bir Odur.
Kayaları büyüten sebep Odur.
Tohumları yeşerten ve büyüten sebep Odur.
Embriyoyu büyüten, atomları yetiştiren sebep Odur.
Eğer O olmasaydı bir tek atom bile hareket edemezdi.
Böyle bir Yaratanın, böyle bir Yüce Zâtın sıfatları, fiilleri ve güzelliği bizlere geçmiştir çünkü bizleri Yaratan Odur.
Allah saf nûrdur, en güzel Odur, O Allahtır, Yaratandır.
Bizi Yaratan kendi ahlâkını, sıfatlarını ve fiillerini bize vermiştir.
Âdem ile Havva (Aleyhisselâm)yı yaratan kim? Allahtır.
Âdem (Aleyhisselâm)i O yaratmıştır.
Eğer biz de arınıp, temizlenirsek, bizim Yaratanımızın, Sahibimizin O olduğunu görürüz.
Sonsuz hayata ulaştığımızda Onu görürüz.
O zaman tek Sahibimizin O olduğunu görürüz.
İşte bu hâldeyken Onun güzelliğini, Nûrunu, hitabını, sıfatlarını, üç bin latif sıfatlarını ve doksan dokuz esmasını (vilayet) bilebiliriz.
Allahın farklılık, ayrılık, bölücülük sıfatı yoktur.
Onun sıfatları koruma, besleme, maddi ve mânevî nimet verme, kabul etme sıfatlarındandır.
Sultan Odur.
Bütün âlemlerin koruyucusu Odur.
Azîz olan Odur.
Her şey Ondadır, O her yerdedir.
Ya Rabbül Âlemin, Ya Rahmân, Ya Allah!
Her şey Ondan alır, ama Onda hiçbir şey eksilmez.
Onun sıfatları ve güzelliği bizlere geldiğinde Onun sesi, hitabı duyulur.
Ruhların Sahibi Odur.
Bu güzellik ve bu sıfatlar bizde olduğunda Allah bizi sevgili kulları olarak kabul eder.
Bundan başka bir kabul edilişe ihtiyacımız var mı?
Bundan başka bir razılığa ihtiyacımız var mı?
Tüm hayvanlar âlemi bu kokuyu, Onun kokusunu bilirler.
Bu kokuyu aldıklarında tüm hayatlar Ona ibâdet eder.
İnekler, keçiler, tavuklar, leylekler, tüm hayvanlar secde ederler.
Şeytanlar ve kötülükler için bu koku yakıcı bir ateştir.
Bu koku onları yakar.
Bu kokudan kaçarlar.
Ama diğer tüm hayatlar için bu koku güzel bir kokudur.
Allahın huzurudur.
Kötülük (şer) bu kokudan kaçar, iyilik (hayır) onu kucaklar.
İyi olan her şey gelir ve Hakkla BİR olur.
Kötü olan her şey yanacaktır.
İşte bu Allahın sıfatlarının sonsuz kudretidir.
Bu güzelliği aldığımızda bunlar hareketlerimizde görünür.
Başka kanıta gerek duyulmaz güzellik bizde görünür, aşikar olur.
Bu güzellik her kulda görünür.
Yaratanın güzelliği kulda parıldar.
O sonsuz Yaratanın güzelliği oradadır.
Onun sesi oradadır.
Onun sıfatları kullarına gelir.
Onun sabrı kullarına gelir.
Onun yüceliği kullarında görülür.
Bundan dolayı Onun kulları çok saygı görürler.
Yaşlarına rağmen gençleşirler, yaşlı bir adam ya da kadın gibi görünmezler.
Yüzlerinde hiçbir kırışıklık yoktur, yüzleri bir süt güzelliğinde pırıl pırıl parıldar.
Yaratanımızın güzelliği, sesi, konuşması, fiilleri ve ahlâkı böyledir işte.
Ve bu güzelliği aldığımızda kendi nefsimizi biliriz.
Tüm hayatların saygıyla secde ettikleri hâli biliriz.
Söylediğimiz her şeye saygı duyulur.
Dilimize gelen her şey tatlı olur.
İrfan sahiplerine daha da tatlı gelir.
Ama irfanı olmayanlar bunu biraz acı bulurlar.
Bedene güç vermek, bedenin hastalıklarını iyileştirmek, tedavi etmek için çeşitli bitkilerden ve ilaçlardan oluşan karışımlar verilir.
Bunun gibi Allahın sözleri ve ilâhî ilim okyanusu ruhun özgürlüğü, güzelliği ve nûru için verilir.
Bu ilmin tadı çok değişik yollarla, konuşmayla, nefesle ve eylemlerle verilir.
Bu ilim ruhun kafesini besler.
Ruhu gençleştirir, güzelleştirir ve ruhun kaldığı evi süsler.
Bu güzellik o ilimden gelir ve insanın sıfatlarında, fiillerinde görülür.
Her kulda bunun kanıtını görebiliriz.
Kendimizde ve etrafımızdaki insanlarda görebiliriz.
Benim sevgili çocuklarım!
Bu sözlerin saflığını kendinizde fark edip, kendinizdeki o büyük değeri görürsünüz.
Bu büyüklük ve güzellik, bu sûret ve bu sıfatlar sizde, nefsinizde görünür.
Yaratanınızın tüm sözleri size geldiğinde, sizde parıldamaya başladığında Onun sözlerinin, fiillerinin ve ahlâkının güzelliği de size gelir.
Sabır, şükür, rıza, tevekkül ve el-hamdülillah size gelir, içinize girer.
Allah büyüktür.
O hepimizin Yaratanıdır.
Sonsuz rahmet olan
Bir O değil midir?
O rahmet verir.
Nimetini veren Bir Odur.
Nimetini tüm hayatlara veren Odur.
İyilik için sekiz cennetini, kötülük için yedi cehennem (tamu) kapısını açan Odur.
Her insanın gideceği yeri, o insanın bu dünyada arağı şey belirler.
Öldüğümüz zaman yaptığımız iyilik ve kötülükten başka hiçbir şey bizimle gelmez.
Ne ırkımız, ne dinimiz ne de sosyal sınıfımız bizimle gelir.
Hangi ırktan, hangi dinden ya da hangi sınıftan olduğumuza dair sorgu olmayacaktır.
Tek şey kesindir, kadın mı erkek mi olduğumuz.
Hepsi bu.
Ölüm geldiğinde sûretimiz değişir.
Bu değişen sûretimiz sahip olduğumuz sıfatlara göre olur.
Eğer sıfatlarımız insanın dışında bir mahlukun, hayvanın sıfatlarına benziyorsa o şeyin sûretini alırız.
Bu dünyadaki sıfatlarımızla belirlenen bu sûret toprağın malı olacaktır.
Sıfatlarımıza ait sûret toprağın hakkın olacaktır.
Bu sûretlerden sorgulama olacaktır.
Kün! (Ol!) Diril! emri geldiğinde işte bu cesetler diriltilir.
Diriltildiklerinde göreceğiniz sûretler bunlardır.
Böylece herkesin alacağı sûret aradıkları şeye göre belirlenecektir; malın, mülkün, paranın, niyetlerin sûreti olacaktır.
Hesap Günü geldiğinde size hangi sınıftan olduğunuzu sormazlar. Sorulacak sorular :
Rabbin kim?
Kimlerdensin?
Hangi ailedensin? olacaktır.
Âdem (Aleyhisselâm)in çocuğuyum. Ben iyilerdenim, İbrahim (Aleyhisselâm)in ailesindenim ve Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)e uyanlardanım.
İşte sorulacak sorular bunlardır.
İki meleği, Münker ve Nekir meleklerini görür görmez onlara sevgiyle selam ver :
Esselamü aleyküm. Hoş geldiniz! de.
Böyle dersen kızgın yüzleri ve şiddetli bakışları değişir, yumuşarlar.
O zaman sorular birer birer sorulur ve sen cevap vermelisin.
Orada ırka, şu dine ya da bu dine yer yoktur.
Sorulacak sorular bizi Yaratan Bir ile yaratılan Âdem, yani insan hakkında olacaktır.
Sorulacak şey budur.
Buna cevap vermeliyiz.
Biz şu gruba ya da bu gruba aittiz diyemeyiz.
Allah herkes için cennette Âdemi, Nuhu, İbrahimi, Musayı, Davudu, İsayı ve en sonunda seçilmiş bir Resul olarak Hz. Muhammed Mustafa (Sallallahu aleyhi ve sellem)yı koymuştur.
Allah İdrisi, İshakı, Yusufu, Yunusu, Eyübü, Yakubu, Salihi ve Süleymanı göndermiştir.
Hepsi BİR (AHAD) olan Allah tarafından gönderildi ve bu bir olan Allah hepsine kendi makamlarını verdi.
Hepimiz bir tek soydanız; hepimiz insanız.
Renginiz siyah ya da beyaz ya da sarı olabilir, farklı ırklardan olabiliriz, ama hepimiz bir tek soyuz, hepimiz insanız.
Doğuda insanlar ne yapıyorsa aynısını Batıdaki insanlar da yapar.
Aynı şekilde öpüşürler, aynı şekilde kucaklaşırlar, aynı şekilde çocuk doğar.
Tamamen aynı şeyleri yaparlar.
Ülkelerindeki yetişen besinlere göre çeşitli yiyecekleri olsa da aynı şekilde yemek yerler.
Burada bir bebek nasıl ağlıyorsa oradaki bebek de aynı şekilde ağlar.
Doğuda olsun Batıda olsun fark etmez bebek aynı sesleri çıkarır.
Orada da çocuklar uyur, uyanır ve ağlar.
Burada da aynı şeyleri yaparlar.
Hangi ırka, hangi dine ait oldukları fark etmez hepsi aynı şekilde ağlarlar.
Başka başka mı ağlarlar?
Hayır.
Konuşmaya başladıkları zaman da aynı sesleri çıkarırlar.
Aynı şekilde otururlar.
Aynı şekilde emeklerler.
Aynı şekilde ayağa kalkmaya başlarlar.
Aynı şekilde yere düşerler.
İşte insan soyu budur.
Bebekler bu dünyaya geldiklerinde o ilk fıtratlarıyla gelirler.
O öğretilen ilk şeyle gelirler.
Sonra bizler okullarda ve başka yerlerde onlara ırklar ve dinler arasındaki geçici farklılıkları öğretmeye başlarız.
Bundan önce hepsi birlik içindeydi.
Hepsi birdi.
Eğer onlara Rabbin kim? Kimlerdensin? Hangi ailedensin? diye sorabilseydik ve onlar da cevap verebilselerdi hepsi aynı cevabı verirlerdi:
Biz Âdemin çocuklarıyız, İbrahimin ailesindeniz, Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)in takipçileriyiz.
İşte verilecek üç cevap budur.
Bu cevapta tüm peygamberler vardır.
Hepsini içine alır.
Münker ve Nekir meleklerinin sorduğu sorulara verilecek cevaplar bunlardır.
Mahşer Gününde yeniden diriltildiğimizde, bu dünyadaki sıfatlarımıza, ahlâkımıza uygun sûrette diriltiliriz.
Bize Yaz! derler.
Biz de Nasıl yazayım ne kalem var ne de mürekkep? deriz.
O zaman Parmağını tükürüğüne dokundur derler.
Ama yazacak kağıt yok ki? deriz.
Kefenine yaz. Parmağını tükürüğüne dokundur ve yaz. İşte sana mürekkep. Yaptığın her şeyi kefenine yaz! derler.
Yarın yeniden diriltildiğinde ahlâkına uygun sûrete bürünürsün ve hesap verme başlar.
Allahım bizleri koru!
Kabir azabından bizleri koru!
Hayattaki dertlerimizden, sıkıntılarımızdan bizleri kurtar!
Kötü sıfatlarımızın verdiği azaplardan bizleri koru!
Irka ait, dine ait farklılıklardan doğan ön yargılardan bizleri koru Allahım!
Bizleri Ben farklıyım! Sen farklısın! düşüncesinden doğan kavgalardan uzak tut!
Bu kavgalardan doğan durumlardan, insanın insan kanı içtiği, insanın insan eti yediği durumlardan bizleri uzak tut Allahım!
Allahım!
Bizleri koru ve doğru yola (sırat-ı müstakim) ilet!
Senin yolunda hep hür olarak yürümemiz için bize rahmetini lütfet!
Bizlere hürriyeti, irfanı, rahmetini, azîzliği, nûrunu ve bu yaşamda cennetini lütfet!
Senin devletin olan cenneti bize lütfet!
Allahım bunları bize lütfet!
Allahım lütfen günahlarımızı affet, daha önce bilmeden, irfanımız olmadan yaptığımız tüm hatalarımızı, günahlarımızı affet!
Biz henüz irfan sahibi değiliz.
İrfan Sahibi Bir Sensin!
Güzel olan Bir Sensin!
Sevgisi, güzel ve iyi sıfatları olan bir Sensin!
Sabır ve merhamet Sahibi Sensin!
Affedici ve Adil olan Sensin!
Birlikte olan, bizler hakkında iyi niyetlere sahip Bir Sensin! Hepimizi birlik içinde bir araya getiren, her şeye, herkese bu birlik içinde hükmeden Sensin!
Rabbimiz Sensin, sultanların Sultanı, tüm hayatların Sahibi Sensin!
Tüm hayatları koruyan Sultan Sensin, her yerde Sensin (illallah)!
Hep öyleydin ve şu anda da öylesin,
Bir olan Bir Sensin, Samed Sensin!
Milyonlarca hayatın sahibi Sensin,
Tüm alemlerde tek Bağışlayıcı, tek Kurtarıcı Sensin,
Sonsuz rahmet hazinesi Sensin, bu çokluk (kesret) içinde varolan tüm hayatların Sultanı, Kılavuzu Sensin Allahım!
Bizler Senin köleniz, kullarınız.
Allahım bizleri koru lütfen!
Bizden razı ol Allahım!
Bizleri kabul et Allahım!
Ey sonsuz rahmet Sahibi lütfen tüm hatalarımızı affet!
Allahım!
Lütfen bizleri bağışla!
Seni görmesek bile kalblerimizde Sana imanımız var Allahım! Seni tam olarak bilmesek bile, kalblerimizde Sana kesin bir imanımız var.
En azından bu kalb Seni bilmeye çalışıyor.
Hatta hangi dille nasıl dua edeceğimizi bilmesek de, hatta hiçbir şeyi bilmesek de biz Sana inanıyoruz Allahım!
Bu yarım, bu eksik, bu çocuksu irfanımızla biz Sana inanıyoruz Allahım!
Bizleri koru Allahım!
Hiçbir şey bilmeyenlerden bizleri koru!
Bu güne kadar yaptığımız tüm hatalardan bizleri bağışla Allahım! Biz ilâhî ilmi bilmeyiz.
Biz hiçbir şey öğrenmedik.
Nasıl konuşacağımızı, nasıl dua edeceğimizi bile bilmiyoruz Allahım!
Seni nasıl anacağımızdan, Sana nasıl hizmet edeceğimizden aciziz Allahım!
Nasıl olduğunu bile bilmeden yapıyoruz her şeyi.
Nasıl yapacağımızı bilmeden yapıyoruz Allahım!
İbadetler yapılır hakikatte nasıl olduğunu bilmeden,
Yol yöntem bilmeden, anlamadan yapılır,
İşte böyledir bu dünyada yaptığımız ibâdetler,
Bilmeden yaparız ibâdetin ve duanın ne olduğunu,
Anlamadan yaparız ibâdetin ve duanın ne olduğunu,
Yüce Allahım ibâdet ederiz ama hiç birini bilmeden.
Bir türlü anlayamam ibâdeti yani,
Hakikatte nasıl söyleneceğini ya da okunacağını öğrenmedim,
Hakikatte nasıl söyleneceğini ya da okunacağını öğrenmedim.
Sallanıp dururuz şüphede kalarak, dünyada yaşayan ölülüler gibi,
Çığlık atarız, feryat ederiz ama ilâhî ilmi bilmeden.
Dertliyim ama, üzülüyorum ama ırk ve din ayırımlarını bir türlü anlayamamaktan.
Ey mükemmel olan Yüce Allahım!
İnanıyorum Senin Bir olduğuna, Senin Birliğine.
Aklım karıştı ama ırk ve din ayırımlarını bir türlü anlayamamaktan,
İnanıyorum ki Rabbim Allah Birdir,
Sana hamd ederim ey her yerde hazır olan Sonsuz Nûr,
Ben Senin kölenim, Senin kölen, ey bizlere hükmeden ve rahmet ihsan eden Allahım!
Ben Senin kölenim, Senin kölen, ey bizlere hükmeden ve rahmet ihsan eden Allahım!
Nasıl ibâdet edileceğini göster bize!
Nasıl söyleneceğini, nasıl okunacağını öğret bize!
Sana ibâdet ve duanın yolunu göster!
Allahım! Bana ve çocuklarıma Hakkı aç ve Hakkı göster!
Allahım! Bana ve çocuklarıma yolu göster!
Allahım! Bana ve çocuklarıma yolu göster!
Kalbin, gönlün saflığını göster bize.
Rahmetinle bize iman ihsan et!
Bu imanla Senin aşkına, Senin sevgine ibâdet için,
Birlik içinde Bir tek Hazineye ibâdet için,
Bir tek ırk olarak hep birlikte yaşamak için,
Tüm hayatları sevgiyle bir olarak kucaklamak için.
Rahmetinle besle bizi iman ve ibâdetle
kucaklamak için,
Rahmetin nûru, ilâhî nûr,
Âriflerin incisinin nûru,
İrfanın nûru, ilâhî nûr,
Âriflerin incisinin nûru olan Allahım!
Ey Evvelin Evveli, her yerde hazır olan Sonsuz Nûr,
Rahmetinle kuşat ve rahmetinle besle bizi!
Bağışla tüm hatalarımızı, bilmeyerek işlediklerimizi.
Üç âlemin tek hakimi Sensin Allahım!
Rahmetinle kabul et bizi!
Bizler günahkarız, kimse bilmez bunu,
Sen kabul et bizleri, Sen hükmet bizlere Allahım!
Rahmetinle besle bizleri,
Lütfet bir bak şu hâlimize Allahım!
Toprak, vehim ve düşünceler gelir,
Ve aldatırlar bizi, yitiririz insanlık şerefimizi.
Tüm bölücülükler ve ayırımlar dünyaya ait ne varsa,
Gelir ve rahatsız eder, aklımızı karıştırır.
Her türlü ırk ve din ayırımları gelir ve ezer bizi.
Her saniyede, her anda işkencedir bunlar bize.
Ne yapabiliriz?
Ne yapabiliriz Allahım?
Bunlar bize işkencedir, elemdir, ne yapabiliriz Allahım?
Sen bunlardan uzak olduğun gibi,
Bizlere yardım et, bizleri de uzak tut bunlardan Ya Rahîm!
Bizleri koru Allahım!
Bizleri koru ve kurtar Allahım!
Ey her türlü hayalin ötesinde olan Allahım!
Bizleri koru!
Rahmetinle bak ve rahmetini ihsan et bizlere Allahım!
Sonsuz mutluluğun Hazinesi, ey her şeyin Hakimi,
Ey Kadir olan Rabbim!
Göz Sensin, İnci Sensin, Nûr Sensin,
Ey en mükemmel olan Allahım!
Bu fakirin, bu güçsüzün dertlerine derman ol!
Ve hepimizi koru!
Bu günahkarın dertlerine derman ol!
Ve hepimizi koru Allahım!
Lütfet, bu hâlimize bir bak, kurtar bizi!
Ey Sonsuz mutluluğun Hazinesi!
Her şeyin sahibi olan Allahım!
Ya Meliki, Ya Rabbül Âlemin!
Ya Rahmân, Ya Rahîm!
Biz Senin rahmetine, Senin nimetine muhtacız!
Hayatlarımızdaki Hayat Sen ol!
Hakikat kalbini aç, gönlümüzü aç!
Rahmet balıyla besle bu kalbi!
İlâhî ilim, irfan, açıklık ve iman yeşersin orada!
Bunları besleyen irfan meyvesi Sensin!
Bu meyveyi tatmam gerekir,
Bu irfan ve rahmet meyvesidir.
Zevk budur işte!
Ey rahmeti bol olan Allahım bana ve çocuklarıma yardım et!
Allahım! Ya Rabbül Âlemin!
Ey Âlemlerin Rabbi!
Âmin!.
Esselamü aleyküm!
Allahın huzuru sizinle olsun!
1- Hz. ADEM آدَمُ aleyhi's-selâm....
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedîn abdike (Muhammedîyyeti) ve nebîyyike (Mahmudîyyeti) ve Resûlike (Ahmedîyyeti) ve Nebîyyûl-ümmîyyi (Habibîyyeti) ve alâ âlihi ves-sahbihi ve Ehl-i Beytihi...
ALLAHu Zü'l-Celâl'imizin İZni ve İNAYETi ile RABB'ül Âleminimiz SÖZünü, RESÛLALLAH SALLallahu aleyhi ve sellem Efendimizin SESinden buyuruyor: وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِٶُنٖى بِاَسْمَاءِ هٰـؤُلَاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ
1. ve: ve
2. alleme: öğretti
3. âdeme: Âdem
4. el esmâe: isimler
5. kulle-hâ: onun hepsi
6. summe: sonra
7. arada-hum: onlara arz etti
8. alâ: ... e
9. el melâiketi: melekler
10. fe: o zaman, öyleyse, haydi
11. kâle: dedi
12. enbiû-nî: bana haber verin
13. bi esmâe: isimleri ile, isimleri
14. hâulâi: bunlar
15. in: eğer
16. kuntum: siz iseniz
17. sadikîne: sadıklar, doğru söyleyenler
---'' Ve alleme âdemel esmâe kullehâ summe aradahum alel melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn(sadikîne)..: Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: «Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin.» dedi.’’
BAKARA:31 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
قَالَ يَا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّٖى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ
1. kâle: dedi
2. yâ âdemu: ey Âdem
3. enbi'-hum: onlara haber ver, bildir
4. bi esmâi-him: O'nun (Allah'ın) isimleri
5. fe lemmâ: olunca, olduğu zaman
6. enbee-hum: onlara haber verdi, bildirdi
7. bi esmâi-him: O'nun (Allah'ın) isimleri
8. kâle: dedi
9. e lem: olmaz mı, olmadı mı
10. ekul: ben derim, söylerim
11. lekum: sizin, size
12. in-nî a'lemu: muhakkak ki ben bilirim
13. gaybe: gayb, bilinmeyen
14. es semâvâti: semalar, gökler
15. ve el ardı: ve arz, yeryüzü
16. ve a'lemu: ve ben bilirim
17. mâ: şey
18. tubdûne: açıklıyorsunuz
19. ve mâ: ve şeyi, şeyleri
20. kuntum: siz oldunuz
21. tektumûne: gizliyorsunuz
---'' Kâle yâ âdemu enbi’hum bi esmâihim, fe lemmâ enbeehum bi esmâihim, kâle e lem ekul lekum innî a’lemu gaybes semâvâti vel ardı ve a’lemu mâ tubdûne ve mâ kuntum tektumûn(tektumûne)..: (Allah): «Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.» dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): «Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?» dedi.
BAKARA:33 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرٖينَ
1. ve iz: ve o zaman, olduğu zaman
2. kulnâ: biz dedik
3. li el melâiketi: meleklere
4. uscudû: secde edin
5. li âdeme: Âdem'e
6. fe: o zaman, hemen
7. secedû: secde ettiler
8. illâ: hariç, den başka
9. iblîse: iblis (ümitsizliğe düşen, Allah'ın rah-
10. ebâ: çekindi, kaçındı, direndi
11. ve istekbere: ve kibirlendi, büyüklendi
12. ve kâne: ve oldu
13. min el kâfirîne: kâfirlerden
---'' Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn(kâfirîne)..: Ve o zaman meleklere: «Âdem'e secde edin!» dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.’’
BAKARA:34 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
وَقُلْنَا يَا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هٰـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمٖينَ
1. ve kulnâ:ve biz dedik
2. yâ : ey
3. âdemu: Âdem
4. uskun: iskân ol, otur, yerleş
5. ente: sen
6. ve zevcu-ke: ve senin eşin
7. el cennete: cennet
8. ve kulâ: ve ikiniz yeyin
9. min-hâ: ondan
10. ragaden: bol bol
11. haysu: yerden
12. şi'tumâ: dilediniz (ikiniz)
13. ve lâ takrabâ: ve yaklaşmayın (ikiniz)
14. hâzihi: bu
15. eş şecerete: ağaç
16. fe: o zaman, o taktirde, aksi halde, yoksa
17. tekûnâ: siz (ikiniz) olursunuz
18. min ez zâlimîne: zalimlerden
---'' Ve kulnâ yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete ve kulâ minhâ ragaden haysu şi’tumâ ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn(zâlimîne)..: Dedik ki: «Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.» ‘’
BAKARA:35 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
فَتَلَقَّى اٰدَمُ مِنْ رَبِّهٖ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحٖيمُ
1. fe: o zaman, sonra
2. telekkâ: telâkki etti, aldı, öğrendi
3. âdemu: Âdem
4. min rabbi-hi: Rabbinden
5. kelimâtin: kelimeler
6. fe tâbe aleyhi: böylece onun tövbesini kabul etti
7. inne-hu: muhakkak ki o, çünkü o
8. huve: o
9. et tevvâbu: tövbeleri kabul eden
10. er rahîmu: Rahim esmasıyla tecelli eden
---'' Fe telekkâ âdemu min rabbihî kelimâtin fe tâbe aleyh(aleyhi), innehu huvet tevvâbur rahîm(rahîmu)..: Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.''
BAKARA:37 (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)
اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰى اٰدَمَ وَنُوحًا وَاٰلَ اِبْرٰهٖيمَ وَاٰلَ عِمْرٰنَ عَلَى الْعَالَمٖينَ
1. inne allâhe : muhakkak ki Allah
2. istafâ : seçti
3. âdeme ve nûhan : Hazreti Âdem ve Hazreti Nuh
4. ve âle ibrâhîme : ve Hz. İbrâhîm'in ailesini
5. ve âle imrâne : ve İmrân ailesini
6. alâ el âlemîne : âlemlerin üstüne
---'' İnnallâhestafâ âdeme ve nûhan ve âle ibrâhîme ve âle imrâne alel âlemîn(âlemîne). .: Gerçekten Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu âlemler üzerine seçkin kıldı. ''
ÂLİ IMRÂN:33 (Resmi:3/İniş:94/Alfabetik:7)
اِنَّ مَثَلَ عٖيسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
1. inne : muhakkak ki
2. mesele : misal, örnek, durum
3. îsâ : Hz. İsa
4. inde allâhi : Allah'ın indinde, nezdinde, yanında
5. ke meseli : misali, durumu gibi
6. âdeme : Hz. Âdem
7. halaka-hu : onu yarattı
8. min turâbin : topraktan
9. summe : sonra
10. kâle : dedi, buyurdu
11. lehu kun : ona "ol" dedi
12. fe yekûnu : o zaman, böylece o olur
---'' İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem(âdeme), halakahu min turâbin summe kâle lehu kun fe yekûn(yekûnu). .: Doğrusu Allah katında İsa'nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem'in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona «ol!» dedi, o da oluverdi. ‘’
ÂLİ IMRÂN:59 (Resmi:3/İniş:94/Alfabetik:7
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ ابْنَیْ اٰدَمَ بِالْحَقِّ اِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِنْ اَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الْاٰخَرِ قَالَ لَاَقْتُلَنَّكَ قَالَ اِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّٰهُ مِنَ الْمُتَّقٖينَ
1. ve utlu aleyhim: ve, onlara tilavet et, oku!
2. nebee ibney âdeme: Hz. Adem'in iki oğlunun haberini, kıssasını
3. bi el hakkı: hakk ile
4. iz karrebâ kurbânen: ikisini Allâh'a yaklaştıracak birer kurban sundukları zaman
5. fe tukubbile: o zaman kabul edilir
6. min ehadi himâ: ikisinin birinden
7. ve lem yutekabbel: ve kabul edilmez
8. min el âhari: diğerinden
9. kâle le aktulenne-ke: seni mutlaka öldüreceğim dedi
10. kâle: dedi
11. innemâ: sadece
12. yetekabbelu allâhu: Allâh (c.c.) kabul eder
13. min el muttekîne: takvâ sahiplerinden
---'' Vetlu aleyhim nebeebney âdeme bil hakkı iz karrebâ kurbânen fe tukubbile min ehadihimâ ve lem yutekabbel minel âhar(âhari) kâle le aktulennek(aktulenneke) kâle innemâ yetekabbelullâhu minel muttekîn(muttekîne). .: Onlara Âdem'in iki oğluyla ilgili haberi hakkıyle oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, ötekine):» Seni öldüreceğim» demişti. Diğeri ise şöyle demişti: «Allah, yalnız kendisinden korkanlardan kabul eder».’’
MÂİDE:27 (Resmi:5/İniş:110/Alfabetik:60)
1. ve : ve
2. lekad : andolsun ki
3. halak-nâ-kum : sizi yarattık
4. summe : sonra
5. savver-nâ-kum : size şekil (suret) verdik
6. kul-nâ : biz dedik
7. li el melâiketi : meleklere
8. uscudû : secde edin
9. li âdeme : Âdem'e
10. fe : o zaman
11. secedû : secde ettiler
12. illâ : hariç, ...den başka
13. iblîse : şeytan, iblis
14. lem : olmadı
15. yekun : olur
16. min es sâcidîne : secde edenlerden
---'' Ve lekad halaknâkum summe savvernâkum summe kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), lem yekun mines sâcidîn(sâcidîne)..: Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: «Âdem'e secde edin» dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis, secde edenlerden olmadı.’’
A'RAF:11 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
وَيَا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ فَكُلَا مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هٰـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمٖينَ
1. yâ âdemu : ey Âdem
2. uskun : yerleşin, ikamet edin
3. ente : sen
4. zevcu-ke : senin zevcen
5. el cennete : cennet
6. fe : böylece, o zaman
7. kulâ : yeyin (ikiniz)
8. min haysu : yerden, yerde, nereden
9. şi'tumâ : dilediğiniz (siz ikiniz)
10. lâ takrebâ : yaklaşmayın (ikiniz)
11. hâzihi : bu
12. eş şecerete : ağaç
13. fe tekûnâ : o zaman olursunuz (siz ikiniz)
14. min ez zâlimîne : zalimlerden
---'' Ve yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete fe kulâ min haysu şi'tumâ ve lâ takrebâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn(zâlimîne)..: (Sonra Allah, Âdem'e hitab etti): «Ey Âdem! Sen ve eşin cennette durun, dilediğiniz yerden yeyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.» ‘’
A'RAF:19 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
يَا بَنٖى اٰدَمَ قَدْ اَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارٖى سَوْاٰتِكُمْ وَرٖيشًا وَلِبَاسُ التَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
1. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
2. kad enzel-nâ : indirdik
3. aleykum : size
4. libâsen : elbise
5. yuvârî : örter
6. sev'âti-kum : ayıp yerlerinizi
7. ve : ve
8. rîşâen : süs, ziynet eşyası
9. ve libâsu et takvâ : ve takva elbisesi
10. zâlike : bu
11. hayrun : hayırlıdır
12. min âyâti allâhi : Allah'ın âyetlerindendir
13. lealle-hum : umulur ki onlar, böylece onlar
14. yezzekkerûne : tezekkür ederler
---'' Yâ benî âdeme kad enzelnâ aleykum libâsen yuvârî sev’âtikum ve rîşâ(rîşâen) ve libâsut takvâ zâlike hayr(hayrun), zâlike min âyâtillâhi leallehum yezzekkerûn(yezzekkerûne)..: Ey Âdemoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Hayırlı olan, takva elbisesidir. İşte bu(nlar), Allah'ın âyetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.’’
A'RAF:26 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
يَا بَنٖى اٰدَمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَا اَخْرَجَ اَبَوَيْكُمْ مِنَ الْجَنَّةِ يَنْزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَا لِيُرِيَهُمَا سَوْاٰتِهِمَا اِنَّهُ يَرٰیكُمْ هُوَ وَقَبٖيلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْ اِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاطٖينَ اَوْلِيَاءَ لِلَّذٖينَ لَا يُؤْمِنُونَ
1. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
2. lâ yeftine-enne-kum : sizi sakın fitneye düşürmesin, şaşırtmasın
3. eş şeytânu : şeytan
4. kemâ ahrece : çıkardığı gibi
5. ebevey-kum : sizin anne ve babanızı
6. min el cenneti : cennetten
7. yenziu : çıkarır, soyar ikisinden
8. an-humâ : ikisinden
9. libâse-humâ : ikisinin elbiselerini
10. li yuriye-humâ : ikisine göstermek için
11. sev'âti-himâ : ikisinin ayıp yerlerini
12. inne-hu : çünkü, muhakkak ki
13. yerâ-kum : sizleri görür
14. huve ve : o ve
15. kabîlu-hu : onun kabilesi, onun topluluğu
16. min haysu : herhangibir yerden
17. lâ terevne-hum : onları göremezsiniz
18. innâ : muhakkak ki
19. cealne eş şeyâtîne : şeytanları kıldık
20. evliyâe : evliya, dostlar
21. li ellezîne : o kimselere
22. lâ yu'minûne : inanmazlar, (mü'min olmayanlar)
---'' Yâ benî âdeme lâ yeftinennekumuş şeytânu kemâ ahrece ebeveykum minel cenneti yenziu anhumâ libâsehumâ li yuriyehumâ sev’âtihimâ innehu yerâkum huve ve kabîluhu min haysu lâ terevnehum innâ cealneş şeyâtîne evliyâe lillezîne lâ yu’minûn(yu’minûne)..:Ey Âdemoğulları. Şeytan, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanların dostu yaptık.’’
A'RAF:27 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
يَا بَنٖى اٰدَمَ خُذُوا زٖينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا اِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفٖينَ
1. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
2. huzû : alınız
3. zînete-kum : ziynetleriniz
4. inde : yanında
5. kulli : her
6. mescidin : namaz kılınan yer, mescid
7. kulû : yeyiniz
8. ve işrebû : ve içiniz
9. ve lâ tusrifû : ve israf etmeyin
10. inne-hu : muhakkak ki o
11. lâ yuhıbbu : sevmez
12. el musrifîne : israf edenleri
---'' Yâ benî âdeme huzû zînetekum inde kulli mescidin ve kulû veşrebû ve lâ tusrifû, innehu lâ yuhıbbul musrifîn(musrifîne)..: Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.’’
A'RAF:31 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
يَا بَنٖى اٰدَمَ اِمَّا يَاْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَاتٖى فَمَنِ اتَّقٰى وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
1. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
2. immâ : eğer, şâyet
3. ye'tiyenne-kum : size gelirse
4. rusulun : resûller
5. min-kum : sizden
6. yekussûne : hikâye etmek, anlatmak
7. aleykum : sizin üzerinize
8. âyâtî : âyetler
9. fe : o zaman
10. men ittekâ : kim takva sahibi olursa
11. ve asleha : ve (nefsini) ıslâh ederse
12. fe lâ havfun : o zaman korku yoktur
13. aleyhim : onların üzerine, onlara
14. ve lâ hum yahzenûne : ve onlar mahzun olmazlar
---'' Yâ benî âdeme immâ ye’tiyennekum rusulun minkum yekussûne aleykum âyâtî fe menittekâ ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne). .: Ey Âdemoğulları! Size içinizden peygamberler gelip âyetlerimi anlattıklarında, kim Allah'tan korkar ve kendini düzeltirse, işte onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.’’
A'RAF:35 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنٖى اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰى اَنْفُسِهِمْ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلٰى شَهِدْنَا اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰـذَا غَافِلٖينَ
1. ve iz ehaze : ve çıkardığı zaman, (çıkarmıştı)
2. rabbu-ke : senin Rabbin
3. min benî âdeme : Âdemoğullarından
4. min zuhûri-him : onların sırtlarından
5. zurriyyete-hum : onların zürriyetlerini
6. ve eşhede-hum : ve onları şahit tuttu
7. alâ enfusi-him : nefslerinin üzerine
8. e lestu : ben değil miyim
9. bi rabbi-kum : sizin Rabbiniz
10. kâlû : dediler
11. belâ : evet
12. şehid-nâ : biz şahit olduk
13. en tekûlû : demeniz, demenize karşı (dememeniz için)
14. yevme el kıyâmeti : kıyâmet günü
15. innâ : muhakkak ki biz
16. kun-nâ : biz olduk
17. an hâzâ : bundan
18. gâfilîne : gâfiller, habersiz olanlar
---'' Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne)..: Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» dediği vakit, «pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz» dediler. (Bunu) kıyamet günü «Bizim bundan haberimiz yoktu.» demeyesiniz diye (yapmıştık). ‘’
A'RAF:172 (Resmi:7/İniş:39/Alfabetik:9)
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ قَالَ ءَاَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ طٖينًا
1. ve iz kulnâ : ve biz demiştik
2. lil melâiketiscudû : meleklere secde edin
3. li âdeme : Âdem'e
4. fe : o zaman
5. secedû : secde ettiler
6. illâ : ancak, başka, hariç
7. iblîse : iblis
8. kâle : dedi
9. e escudu : ben secde mi edeyim
10. li men halakte : halkettiğin, yarattığın kimseye
11. tînen : tînden, çamurdan
---'' Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâle e escudu li men halakte tînâ(tînen)..: (Yine unutma ki) Bir vakit meleklere: «Âdem'e secde edin» demiştik. İblis'ten başka hepsi secde ettiler. O ise: «Ben bir çamurdan yarattığın kimseye mi secde ederim?» demişti. ‘’
İSRÂ:61 (Resmi:17/İniş:50/Alfabetik:46)
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖى اٰدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلٰى كَثٖيرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضٖيلًا
1. ve lekad : ve andolsun
2. kerremnâ : biz yücelttik, şereflendirdik, kerim kıldık
3. benî âdeme : Âdemoğlu
4. ve hamelnâ-hum : ve onları taşıdık
5. fî el berri : karada
6. ve el bahri : ve denizde
7. ve razaknâ-hum : ve onları rızıklandırdık
8. min et tayyibâti : temiz, helâl şeylerden
9. ve faddalnâ-hum : ve onları üstün kıldık
10. alâ : üzerine
11. kesîrin : çok, hepsi
12. mimmen(min men) halaknâ : yarattıklarımızdan
13. tafdîlen : üstünlük (fazilet)
---'' Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhum fîl berri vel bahri ve razaknâhum minet tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ(tafdîlen). .: Andolsun ki biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik ve temiz yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.’’
İSRÂ:70 (Resmi:17/İniş:50/Alfabetik:46)
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْلٖيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ رَبِّهٖ اَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ اَوْلِيَاءَ مِنْ دُونٖى وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمٖينَ بَدَلًا
1. ve iz : ve olmuştu
2. kulnâ : biz dedik
3. li el melâiketi : meleklere
4. uscudû : secde edin
5. li âdeme : Âdem'e
6. fe secedû : hemen secde ettiler
7. illâ iblîse : iblis dışında, iblis hariç
8. kâne : oldu, idi
9. min el cinni : cinlerden
10. fe feseka : böylece fıska düştü, itaat etmedi, isyan etti
11. an emri : emrinden
12. rabbi-hî : onun Rabbi
13. e fe tettehızûne-hu : hâlâ onu ediniyor musunuz
14. ve zurriyyete-hû : ve onun zürriyetini, neslini
15. evliyâe : dostlar
16. min dû-nî : benden başka
17. ve hum : ve onlar
18. lekum : size, sizin için
19. aduvvun : düşmandır
20. bi'se : ne kötü
21. liz zâlimîne (li ez zâlimîne) : zalimler için
22. bedelen : bedel, karşılık
---'' Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih(rabbihî), e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv(aduvvun), bi'se liz zâlimîne bedelâ(bedelen)..: Yine o vakti hatırla ki biz, meleklere: «Âdem'e secde edin!» demiştik. İblis hariç olmak üzere onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz beni bırakıp da İblis'i ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değişmedir.’’KEHF:50 (Resmi:18/İniş:69/Alfabetik:54)
اُولٰئِكَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰهٖيمَ وَاِسْرَایٖٔلَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَا اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا
1. ulâike : İşte onlar
2. ellezîne : onlar ki
3. en'ame allâhu : Allah ni'metlendirdi
4. aleyhim : onları
5. min en nebiyyîne : nebî (peygamber)lerden
6. min zurriyyeti : zürriyyetinden, neslinden
7. âdeme : Âdem
8. ve mimmen (min men) : ve kimselerden, kişilerden
9. hamelnâ : taşıdık
10. mea : beraber
11. nûhin : Nuh
12. ve min zurriyyeti : ve zürriyyetinden, neslinden
13. ibrâhîme : İbrâhîm
14. ve isrâîle : ve İsrail
15. ve mimmen : ve kimselerden, kişilerden
16. hedeynâ : hidayete erdirdik
17. vectebeynâ : ve seçtik
18. izâ tutlâ : okunduğu zaman
19. aleyhim : onlara
20. âyâtu er rahmâni : Rahmân'ın âyetleri
21. harrû : yere kapandılar
22. succeden : secde ederek
23. ve bukiyyen : ve ağlayarak
---'' Ulâikellezîne en’amallâhu aleyhim minen nebiyyîne min zurriyyeti âdeme ve mimmen hamelnâ mea nûhin ve min zurriyyeti ibrâhîme ve isrâîle ve mimmen hedeynâ vectebeynâ, izâ tutlâ aleyhim âyâtur rahmâni harrû succeden ve bukiyyâ(bukiyyen). (SECDE ÂYETİ).: İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem'in soyundan ve gemide Nuh ile beraber taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail'in soyundan, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdir. Kendilerine Rahmân (olan Allah)ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. ''MERYEM:58 (Resmi:19/İniş:44/Alfabetik:63)
وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَى آدَمَ مِن قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا
1. ve lekad : ve andolsun
2. ahidnâ : biz ahd verdik
3. ilâ âdeme : Âdem'e
4. min kablu : daha önce
5. fe : fakat, ancak
6. nesîye : unuttu
7. ve lem necid : ve bulmadık
8. lehu : onu
9. azmen : azîmli
---'' Ve lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablu fe nesîye ve lem necid lehu azmâ(azmen).:Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık. ''
TÂHÂ:115 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى
1. ve iz kulnâ : ve demiştik
2. li el melâiketi : meleklere
3. uscudû : secde edin
4. li âdeme : Âdem'e
5. fe : o zaman, hemen
6. secedû : secde ettiler
7. illâ : hariç, den başka
8. iblîse : iblis
9. ebâ : direndi, yapmadı
---'' Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ.:Bir vakit meleklere: «Âdem(e hürmet) için secde edin» demiştik; İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti. ''
TÂHÂ:116 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
فَقُلْنَا يَا آدَمُ إِنَّ هَذَا عَدُوٌّ لَّكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقَى
1. fe : artık, bunun üzerine
2. kulnâ : biz dedik
3. yâ âdemu : ey Âdem
4. inne : muhakkak
5. hâzâ : bu
6. aduvvun : düşmandır
7. leke : sana, senin için
8. ve li zevci-ke : ve zevcine, zevcin (eşin) için
9. fe : artık, sonra
10. lâ yuhricenne-kumâ : sakın sizin ikinizi çıkarmasın
11. min el cenneti : cennetten
12. fe : artık, o zaman
13. teşkâ : şâkî olursunuz
---'' Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşkâ.:Biz de (Âdem'e) şöyle demiştik: «Ey Âdem! Şüphesiz bu (İblis) sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun (sıkıntı çeker, perişan olursun).»''
TÂHÂ:117 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَّا يَبْلَى
1. fe : artık, öyleyse
2. vesvese : vesvese verdi
3. ileyhi : ona
4. eş şeytânu : şeytan
5. kâle : dedi
6. yâ âdemu : ey Âdem
7. hel edullu-ke alâ : sana delâlet (önderlik) edeyim mi
8. şecereti : ağaç
9. el huldi : ebedî olan, sonsuz olan
10. ve mulkin : ve bir saltanat
11. lâ yeblâ : sona ermeyecek
---'' Fe vesvese ileyhiş şeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke alâ şeceretil huldi ve mulkin lâ yeblâ.:Nihayet şeytan ona vesvese verdi. Şöyle dedi: «Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?» ''
TÂHÂ:120 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
فَأَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْآتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِن وَرَقِ الْجَنَّةِ وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى
1. fe : artık, böylece, bunun üzerine
2. ekelâ : ikisi yedi
3. min-hâ : ondan
4. fe : böylece, artık, o zaman
5. bedet : ortaya çıktı, açıldı
6. lehumâ : ikisinin
7. sev'âtu-humâ : ikisinin avret yerleri, ayıp yerleri
8. ve tafıkâ : ve ikisi başladı
9. yahsıfâni : ikisi örtüyor
10. aleyhimâ : kendi üzerlerini
11. min varakı : yapraklardan
12. el cenneti : cennet
13. ve asâ : ve isyan etti, asi oldu
14. ademu : Âdem
15. rabbe-hu : onun (kendi) Rabbi
16. fe : artık, böylece
17. gavâ : azdı
---'' Fe ekelâ minhâ fe bedet lehumâ sev’âtuhumâ ve tafıkâ yahsıfâni aleyhimâ min varakıl cenneti ve asâ âdemu rabbehu fe gavâ.: Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Âdem Rabbinin emrinden çıktı da şaşırdı.''
TÂHÂ:121 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَن لَّا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
1. e lem a'had : ahd almadım mı
2. ileykum : size
3. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
4. en lâ ta'budû : kul olmamanız
5. eş şeytâne : şeytan
6. inne-hu : muhakkak ki o
7. lekum : sizin için, size
8. aduvvun : düşman
9. mubinun : apaçık
---'' E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun). «Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk edin, doğru yol budur, diye size and vermedim mi?» (buyurulacak)
YÂSÎN:60 (Resmi:36/İniş:41/Alfabetik:108)
1. ulâike : İşte onlar
2. ellezîne : onlar ki
3. en'ame allâhu : Allah ni'metlendirdi
4. aleyhim : onları
5. min en nebiyyîne : nebî (peygamber)lerden
6. min zurriyyeti : zürriyyetinden, neslinden
7. âdeme : Âdem
8. ve mimmen (min men) : ve kimselerden, kişilerden
9. hamelnâ : taşıdık
10. mea : beraber
11. nûhin : Nuh
12. ve min zurriyyeti : ve zürriyyetinden, neslinden
13. ibrâhîme : İbrâhîm
14. ve isrâîle : ve İsrail
15. ve mimmen : ve kimselerden, kişilerden
16. hedeynâ : hidayete erdirdik
17. vectebeynâ : ve seçtik
18. izâ tutlâ : okunduğu zaman
19. aleyhim : onlara
20. âyâtu er rahmâni : Rahmân'ın âyetleri
21. harrû : yere kapandılar
22. succeden : secde ederek
23. ve bukiyyen : ve ağlayarak
---'' Ulâikellezîne en’amallâhu aleyhim minen nebiyyîne min zurriyyeti âdeme ve mimmen hamelnâ mea nûhin ve min zurriyyeti ibrâhîme ve isrâîle ve mimmen hedeynâ vectebeynâ, izâ tutlâ aleyhim âyâtur rahmâni harrû succeden ve bukiyyâ(bukiyyen). (SECDE ÂYETİ).: İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem'in soyundan ve gemide Nuh ile beraber taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail'in soyundan, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdir. Kendilerine Rahmân (olan Allah)ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. ''MERYEM:58 (Resmi:19/İniş:44/Alfabetik:63)
وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَى آدَمَ مِن قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا
1. ve lekad : ve andolsun
2. ahidnâ : biz ahd verdik
3. ilâ âdeme : Âdem'e
4. min kablu : daha önce
5. fe : fakat, ancak
6. nesîye : unuttu
7. ve lem necid : ve bulmadık
8. lehu : onu
9. azmen : azîmli
---'' Ve lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablu fe nesîye ve lem necid lehu azmâ(azmen).:Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık. ''
TÂHÂ:115 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى
1. ve iz kulnâ : ve demiştik
2. li el melâiketi : meleklere
3. uscudû : secde edin
4. li âdeme : Âdem'e
5. fe : o zaman, hemen
6. secedû : secde ettiler
7. illâ : hariç, den başka
8. iblîse : iblis
9. ebâ : direndi, yapmadı
---'' Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ.:Bir vakit meleklere: «Âdem(e hürmet) için secde edin» demiştik; İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti. ''
TÂHÂ:116 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
فَقُلْنَا يَا آدَمُ إِنَّ هَذَا عَدُوٌّ لَّكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقَى
1. fe : artık, bunun üzerine
2. kulnâ : biz dedik
3. yâ âdemu : ey Âdem
4. inne : muhakkak
5. hâzâ : bu
6. aduvvun : düşmandır
7. leke : sana, senin için
8. ve li zevci-ke : ve zevcine, zevcin (eşin) için
9. fe : artık, sonra
10. lâ yuhricenne-kumâ : sakın sizin ikinizi çıkarmasın
11. min el cenneti : cennetten
12. fe : artık, o zaman
13. teşkâ : şâkî olursunuz
---'' Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşkâ.:Biz de (Âdem'e) şöyle demiştik: «Ey Âdem! Şüphesiz bu (İblis) sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun (sıkıntı çeker, perişan olursun).»''
TÂHÂ:117 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَّا يَبْلَى
1. fe : artık, öyleyse
2. vesvese : vesvese verdi
3. ileyhi : ona
4. eş şeytânu : şeytan
5. kâle : dedi
6. yâ âdemu : ey Âdem
7. hel edullu-ke alâ : sana delâlet (önderlik) edeyim mi
8. şecereti : ağaç
9. el huldi : ebedî olan, sonsuz olan
10. ve mulkin : ve bir saltanat
11. lâ yeblâ : sona ermeyecek
---'' Fe vesvese ileyhiş şeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke alâ şeceretil huldi ve mulkin lâ yeblâ.:Nihayet şeytan ona vesvese verdi. Şöyle dedi: «Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?» ''
TÂHÂ:120 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
فَأَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْآتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِن وَرَقِ الْجَنَّةِ وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى
1. fe : artık, böylece, bunun üzerine
2. ekelâ : ikisi yedi
3. min-hâ : ondan
4. fe : böylece, artık, o zaman
5. bedet : ortaya çıktı, açıldı
6. lehumâ : ikisinin
7. sev'âtu-humâ : ikisinin avret yerleri, ayıp yerleri
8. ve tafıkâ : ve ikisi başladı
9. yahsıfâni : ikisi örtüyor
10. aleyhimâ : kendi üzerlerini
11. min varakı : yapraklardan
12. el cenneti : cennet
13. ve asâ : ve isyan etti, asi oldu
14. ademu : Âdem
15. rabbe-hu : onun (kendi) Rabbi
16. fe : artık, böylece
17. gavâ : azdı
---'' Fe ekelâ minhâ fe bedet lehumâ sev’âtuhumâ ve tafıkâ yahsıfâni aleyhimâ min varakıl cenneti ve asâ âdemu rabbehu fe gavâ.: Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Âdem Rabbinin emrinden çıktı da şaşırdı.''
TÂHÂ:121 (Resmi:20/İniş:45/Alfabetik:96)
أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَن لَّا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
1. e lem a'had : ahd almadım mı
2. ileykum : size
3. yâ benî âdeme : ey Âdemoğulları
4. en lâ ta'budû : kul olmamanız
5. eş şeytâne : şeytan
6. inne-hu : muhakkak ki o
7. lekum : sizin için, size
8. aduvvun : düşman
9. mubinun : apaçık
---'' E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun). «Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk edin, doğru yol budur, diye size and vermedim mi?» (buyurulacak)
YÂSÎN:60 (Resmi:36/İniş:41/Alfabetik:108)