17 Haziran 2019

AMAK-I HAYAL ÜÇ

AMAK-I HAYAL ÜÇ ile ilgili görsel sonucu
AMAK-I HAYAL ÜÇ

Değerli kâhinin yolculuk edeceği taht-ı revanı hazırladık. Sonunda müneccimlerin uygun gördüğü bir günde anne babamla vedalaşıp erkenden yola çıktık. Akrabalarım ve şehir halkı dualar ederek bizi şehir dışına kadar uğurladılar. Ermiş bir zatın hayır duasından sonra yola koyulduk. Bir sene kadar yorucu bir yolculuk yaptıktan sonra sonunda Cabilsa bölgesine, Maksut şehrine vardık. Şehirdeki büyük bir kervansarayda konakladık. Şehirdeki haberleşme ağı çok gelişmiş olduğundan, uzak doğudan geldiğimizi duyanlar bizi ziyarete geldi. Ziyaret sebebimizi anlayanlar, başlarını sallayarak üzüntülerini belirtiyorlardı. On gün kadar istirahat ettikten sonra kâhinle beraber Sultanın sarayına gittik. Sultanın huzuruna kabul edildiğimizi bize haber verdiler. Hediyeleri verdikten sonra bu uzun yolculuğa niçin katlandığımız soruldu. Niçin geldiğimizi söyleyince hepsinin yüzü karıştı. 

Derhal meclis üyelerinin toplanması emredildi. Vezirlere de ne maksatla buraya geldiğimizi anlattık. Hepsinin yüzlerinde acı ve üzüntü belirtileri görülüyordu. Sultan dedi ki: -Oğlum! Evlilik konusunda ona karışamam. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, şimdiye dek binlerce delikanlı bu kız uğrunda yok olup gitti. Kızım, kendisini isteyenlere birşeyler soruyor. 
Bu soruları cevaplayamayanlar sonunda helak oluyor. Ancak, sorularına doğru cevap veren kimseyle evleneceğini söylüyor. Fakat bu zamana kadar, onbinlerce gencin arasından bu sorulara doğru cevap veren biri çıkmadı. Senin gibi yakışıklı bir gencin helak olmasını istemem. Gel bu sevdadan vazgeç. Sultandan sonra, vezirler ve nazırlar da bu işten vazgeçmemi söylediler. Benim kararım kesindi. Bir an önce imtihana girmek istediğimi, istediğime kavuşmanın veya bu uğurda ölmenin benim için bir lütuf olduğunu dile getirdim. 

Vezirler kısa bir konuşmadan sonra ertesi gün saraya gelmemi söylediler. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Sabahleyin erkenden kâhinle birlikte saraya gittim. Son derece görkemli bir salona geçtik. Ortadaki büyük perde salonu iki bölmeye ayırıyordu. Ortadaki koltuğa ben oturdum.  İhtiyar kâhin de yanıma oturdu. Diğer koltuklara vezirler, nazırlar ve memleketin ileri gelenleri oturmuştu. Salonun çevresinde büyük bir kalabalık vardı. Etrafa yayılan sarhoş edici güzellikteki kokular Aşk Aynası'nın salona girdiğini haber veriyordu. Kısa bir süre sonra perde kaldırıldı. Yüksek bir taht üzerinde oturan Banu'nun yüzü peçeliydi. Etrafını yüzlerce melek yüzlü cariye çevrelemişti; elleri göğüslerinde, büyük bir saygıyla ayakta duruyorlardı. Kız uzun süre beni dikkatle süzdü. Konuşmaya cesaret edemiyor gibi bir hâli vardı. Sonunda, kulağa musikî gibi gelen hoş bir ses tonuyla konuşmaya başladı: -Ey genç! Gel bu sevdadan vazgeç. Şimdiye kadar hiç kimse sorularıma cevap veremedi. 

Cevap verecek yeterlilikte olanlar be ni arzulamazlar. Beni arzulayanlar ise bu sorulan asla cevaplayamazlar. -Ey Banu! Ben vatanımdan ayrılırken "ya sevgili, ya ölüm" dedim. Yemin ettim buna. Ey Aşk Aynası! Ben sensiz yaşayamam. -Ey Genç! Yazık! Eğer mümkün olsa sana kayıtsız şartsız varırdım. Ne yazık ki bu mümkün değil. Vuslata erdiğimiz takdirde ikimiz de yok oluruz. -Ey Banu! Üzme beni, merhamet et! Sorularını sor! Aşk Aynası derin bir ah çekti. -Söylediklerimi can kulağıyla dinle genç adam! İlk sorum şu: Elif mi noktadan, nokta mı eliften çıktı? İkincisi; bu ne zaman oldu? Üçüncüsü; elif ve noktanın birliğini gösterebilir ve bunu ispat edebilir misin? Bu soruları sorduktan sonra yüzündeki peçeyi kaldırdı. Ben o eşsiz güzellikteki yüzü görünce, onun parlaklığına dayanamayarak "Allahuekber!" diye bir çığlık atıp, bayıldım. Gözümü açınca Aynalı Baba'nın her zamanki gibi gülümsediğini gördüm. -Elif üstün (e), elif esre (i), elif ötre (ü)... 

İşte bir yığın soru sana! Elif nasıl olur da hareke kabul eder. Elife hemze demekle bu işi halletmiş olur muyuz? Ya Rabbi! Bu "elif-ba" meselesi amma da çetin bir konu. İnsanlara okuma yazma öğretenler çok. Fakat içlerinde "elif-ba"yı bilen yok. Biraz daha sohbet ettikten sonra, ertesi gün görüşmek üzere birbirimizle vedalaştık. Leyla'sız Mecnunlar  Dün kararlaştırdığımız gibi ikindiye doğru buluştuk. Aynalı cezveyi ocağı koydu. Oradan buradan konuşup, kahvelerimizi içiyorduk. Kısa bir süre sonra ben bayıldım. Hayalim, dün kaldığı yerden başladı. Benden sonra Banu da derin bir ah çekerek bayıldı. Onu saraya, beni eve götürdüler. Kendime geldiğimde kâhinin yüzüme üzüntü içinde baktığını gördüm. Kararımı vermiştim. Eğer Banu'nun sorularına cevap veremezsen intihar edecektim. 

Kâhinle sorular üzerine konuştum. Bunlara nasıl cevap vermem gerektiğini sordum. Dedi ki: -Oğlum! Bu soruların cevaplarını yalnızca Cunûn (delilik) Vadisi'nde yaşayanlar bilir. -Eee, nerede bu vadi? -Her yerde. -Anlamadım. -Oğlum! Cünûn Vadisi adında belli bir yer yoktur. Bu vadi dünyanın her yerindedir. -Peki, bu vadileri nasıl bulacağız? -Bu çok kolay. Hazırlanın. Yarın yola çıkıp arayalım. Ertesi gün yola çıktık. Üç ay, bir sürü şehir ve kasabayı boşuboşuna dolaştık. Cunûn Vadisi'ni çağrıştıran bir yere rastlamadık. Ümitsizliğe düşmeye başlamıştım. Birgün büyük bir şehre vardık. Yalnız vakit çok geç olduğu için kale kapılan kapalıydı. Bu yüzden surların bitişiğindeki mezarlığın yanına çadır kurduk. Yolculuğun verdiği yorgunlukla he- mencecik uyumuştum. Uyandığımda şafak sökmeye başlamıştı. Kâhinle kahvelerimizi içerken mezarlıktan bir kahkaha geldi. Sonra şöyle bir ses duyduk: Mekansız olan iki yer var ki, meskendir Biri Vadi-i Hayret, birisi Şehr-i Cunûn.* Kâhin gülerek: -Evlâdım! Cünûn şehrim bulduk. 

Haydi kalk! Orada oturanlarla konuş tanış olalım, dedi. Kalkıp mezarlığa girdik. Orada yedi kişi vardı. Bir mezarın üzerine halka şeklinde oturmuşlardı. İçlerinden biri kahkaha ve şiir sebebiyle uyanmış gibi görünerek: -Ne var, ne oluyor? Ezan mı okunuyor, dedi. Kâhin bu kimsenin bir mütehayyir (hayrete düşmüş kişi) olduğunu söyledi. Diğer biri, birinci adamın söylediğine cevap olarak: Giremez beldemize dağdağa-i reyb-ü güman Ne biliş var, ne akıl var, nefünun, dedi. Bunu işiten başka biri: -İmam, Kâfirûn sûresini mi okuyor? diye sordu. Bir diğeri: -Sanırım bülbül ötüyor. Başkası: -Hayır! Çorba kaynıyor. Bir diğeri: -Ne buyurdunuz? Cezvedeki kahve mi taşmış? Öbürü: -Dalga sesi olmalı. Sonuncu kişi: -Helvacı bağırıyor galiba. Biraz alsak, dedi ve ekledi: "Mekânı belli olmayan iki yer vardır ki, yaşanacak yer orasıdır. 

Bunlardan biri Hayret vadisi, diğeri Cunûn şehridir."Ah cümle halette yine kendini zevk ederek Küllü hizbin remzini hatemine çekmiş ferihun.* O sırada birisi bağırdı: -Ne o, ne bu, ne de şu. Bunun üzerine hepsi sustu. Biz kâhinle beraber, içlerinden birinin yanına yaklaştık. Edepli bir şekilde elini öpmek istedik. Güldü ve şöyle dedi: Hacer-i Esved'i var öp, eğer öpmekse muradın Hiçi pus etmek için hâlet-i bîşan gerek. Can derağuş olunur mu mûtenahi sözlerle Leb değil öpmek için ah-ı can gerek... ** Sonra başka birine yaklaştık. -Ey bütün ilimleri kendinde toplamış hikmet sahibi kimse! Maruzatımızı. .. der demez büyük bir kahkaha patlattı ve şöyle dedi: Ve körün unvanını arif koyarak Görenin ismine divane denildi. Nice efsaneleri saydırmış ilim İlm-ü irfanına efsane denildi. Sonra üçüncü kişiye giderek, ziyaretimizin sebebini söyleyip, yardımcı olmasını rica ettik. Sürekli yalvanyordum.

 O da dinliyormuş gibi görünüyordu. Sonunda konuşmamı kesip vereceği cevabı beklemeye başladım. Şöyle dedi: "Ah! Her halükârda eğlenip böbürlenenler, 'Her grup yanlarında olanla (inanç ve kanaatiyle) böbürlenir' âyetiyle işaret edilen şeyi kendilerine mühür yapmış." "Eğer birşey öpmek istiyorsan git Hacer-i Esved'i öp! Hiç olmuş bir kimsenin elini öpmek için kendi varlığından sıyrılman gerekir. Belli sayıdaki sözlerle can ve ruh kavranabilir mi? Birşeyi öpmek için dudak değil, tâ gönülden gelen bir "ah" lâzımdır." -Yağmur mu yağıyor? Aa!.. Bunu isteyen var, istemeyen var. Kimi zaman isteyip, kimi zaman istemeyen var. İsteyip istememekte kararsız olan var. Acaba "var" ne demek? Sonunda bu vatandaşlarla konuşamayacağımızı anladık. Bir köşeye çekildik. Kâhin: -Biraz sabır! Hele dur bakalım! dedi. 

İçlerinden biri bize doğru geldi. -Hah! İşte konuşabileceğimiz biri, diyerek yanma yaklaştım ve: -Efendim! Hoş geldiniz! dedim. -Hoş gelmedim, dedi. -İsminiz nedir efendim? -Bu her saniye değişir. -Peki kimsiniz efendim. -Ne bileyim ben? Eğer bunu bilsem hiç burada aşçılık yapar mıydım? Ben büsbütün ümidimi kesmiştim. Fakat kâhin sabretmemi tavsiye ediyordu. -Bizim amacımız bunlara bildirilmiştir. Biraz bekle bakalım. Birkaç gün burada kalıp, riyazete çekilelim. Bakalım zaman ne gösterecek, diyordu.  Denildiği gibi yaptım. İştahsız olduğum için günde birkaç zeytinle yetiniyordum. Tam otuz gün bu şekilde geçti. Kırkıncı gün delilerden biri, başka bir deliyi yanına çağırdı. Bu Mütehayyir'di. Hilâl şeklinde halka oldular. Mecnun ortaya oturmuştu. Mütehayyir ise onun tam karşısındaydı. 

Bir müddet sonra hepsi kendinden geçmiş bir hâlde iç dünyalarına daldılar. Sonra, Mecnun ve Mütehayyir konuşmaya başladılar. -Ey Mütehayyir! Okudun, yazdın ve mânâsını da anladın. Söyle bakalım, mânâyı nasıl anladın? -Elif-ba ile. -Mânâ ne demektir? -Birin iki, ikinin bir olmasıdır. -Buna ne denir? -Bir'in bir olması mümkün müdür? Parçalara.aynlabilir mi? Birleşik mi? -Hayır! "Bir" yalın, arızasız, engelsizdir ve de parçalara ayrılamaz. -Öyleyse bir nasıl iki olur? Bir'in niçin iki yönü var? -Bu iki yönün biri ikrar, diğeri inkârdır. İnkâr, ikrarın gölgesidir. Bu yüzden, aslında bu iki yönün hakikati birdir. Eğer birtek yön olsa, o zaman ikilik olabilirdi. -Peki, bunun adı ne? -Üç ismi var: Yaratma sanatı, Cilve-i Zuhur (ilâhî vasıfların çeşitli şekillerde tecellî etmesi), Melabe-yi Vahdet (birtek olan Allah'ın varlıkları yaratılış şekli). -Bunlar ne zaman gerçekleşmiştir? -Zaman, inkâr tarafında olan birşeydir. Varlıkta zaman olmaz "an"olur. 

-Pekâlâ, "an" dediğin nedir? -Sırf inkârdır, sırf yokluk. İkrarda zamansızlık demektir. İkrarla inkârı ayırmak da mutlak zaman demektir. -Peki, Elif-ba ne demek? -Kâinattaki realiteler... -Asıl olan hangi harftir? -Elif. -Bu harf neyin aslıdır? Varlığın mı, hadiselerin mi? -Varlığın değil, hadiselerin aslıdır. -Elifin aslı nedir? -Nokta. -Elif'e mi, yoksa noktaya mı varlık diyorsun? -Noktaya. Nokta sessiz varlıktır, ancak Elifle konuşur. -Öyleyse iki tane varlık var? -Hayır! Elif ve nokta birdir. -Peki, Elif nasıl meydana geldi. -Bunu sözle anlatmak mümkün değildir. -Bir benzerini göstererek anlat. -Eşi ve benzeri yoktur. -Öyleyse bir örnek ver. -Bu konuda verilen bir örneği, ancak zaman ve mekandan uzak olanlar anlar yalnızca. -Peki, bunu anlamamızı kolaylaştıracak birşey söyle. -An. -An ne yapar? -Bal yapar, sevdirmek için. -Başka ne yapar? -Balmumu yapar, bildirmek için. 

Mecnun büyük bir sevinç içerisinde: -Allah senden razı olsun ey Ariflerin Sultanı! Sen hem Hayret Vadisinde, hem de Cünûn vadi'sinde yaşayan birisin. Son bir sorum var, ne olur cevapla, dedi. Bu konuşma yapılırken ben hayretten hayrete düşüyordum. Artık Aşk Aynası'nın sorularının cevabını biliyordum. Fakat içimde Aşk Aynası'na karşı en ufak bir istek kalmamıştı. Kalbim, Aşk Aynası olmuştu. Artık kelimenin tam anlamıyla seviyordum". Ben, ben'le sevdiğime kavuşmuştum. Ben böyle bir durumdayken, Mütehayyir cebinden bir parça balmumu çıkardı. Oradakilere göstererek: -Ey Cemaat! İşte nokta, dedi. Sonra onu nefesiyle ısıtıp uzatarak: -İşte Elif, dedi. O sırada Mecnun ayağa kalktıj^: -Elifin başka adı var mı? diye sordu. Mütehayyir: -Evet, var. Gel de kulağına söyleyeyim, dedi. Sonra kulağına birşeyler fısıldadı. Kucaklaştılar. 

Daha sonra Mütehayyir bana dönerek: -Ey Genç! İşte artık Leyla'sız Mecnun oldun. Çünkü Mecnun Leyla oldu. Aradan Leyla'yı da çıkanrsan, Elifin diğer ismini de öğrenebilirsin, dedi. Büyük bir sevinç içerisinde gözlerimi açtım. Aynalı o davudi sesiyle şu şiiri okuyordu: Ona Mecnun mu denilir ki onun Leyla'sı Yeni bir cilve-i şevket ile Mevla olmuş. Âlemin Nasibi Hava çok güzeldi. Aynalı ile oturuyorduk. Âdet olduğu üzere cezveyi ateşe sürdük. Bol şekerli kahvemi henüz bitirmemiştim ki hayal âleminde dolaşmaya başladım. Bugünkü yolculuğuma uçarak başlamıştım. Rüyada uçmaya bile dayanamadığını için bu hayalî uçuş beni fazlasıyla yoruyor ve sersemletiyordu. İşin tuhaf tarafı ileri doğru değil, yukarı doğru uçuyordum. Güneş ve gezegenler tamamen gözden kaybolmuştu. Sonunda bir yere geldim. 

Burada istediğim şekilde hareket edebiliyor, bir balon gibi boşlukta durabiliyordum. Kısa bir süre dinlendikten sonra sağ tarafa doğru uçmaya başladım. O sırada benim gibi avare avare uçan bir kişiye rastladım. Selâm verdim. Durdu. Ve bana kim olduğumu sordu. Sorduğu soruyu cevapladıktan sonra, buralara nasıl geldiğime dair en ufak bir fikrim olmadığını konuşmamın sonuna ilâve ettim. Bana: -Burası Berzah âlemidir. Ben Pisagor'um, dedi. -Pisagor mu? Hani bizim şu meşhur Pisagor. Filozof Pisagor ha! -Evet. -Ey büyük üstad! Sizi gördüğüme çok sevindim. Sizinle tanışmak benim için büyük bir şeref. Benim gibi, binlerce problemi olan bir öğrencinin, sizin gibi büyük bir üstadla karşılaşması büyük bir şans. -Evladım burası dünya değil. Yalan söylemene gerek yok. Lütfen bana "büyük üstad" deyip durma. 

Dünyada gece gündüz kafa patlattığım yetmiyormuş gibi, bir de asırlardan beri şu Berzah âleminde o bilmeceyi düşünüp duruyorum. Varlıkların aslının bir olduğunu biliyorum. Çünkü sayıların aslı bir sayısıdır. Konuya başka bir açıdan bakınca, kâinatta büyük bir uyum olduğunu görüyorum. Yalnız, anlayamadığım noktalar var. Burada düşünmek ve yazmak istiyorum. Fakat bu garip boşlukta ne bir yazı tahtası, ne de bir kalem var. Üzerinde bir parça kağıt ve bir kalem var mı? Üstadın söyledikleri bana tuhaf gelmişti. Sonunda, Berzah âleminde bile vesveseden kurtulamayan bu adamdan ayrıldım. Bir süre sonra başka bir gölgeye rastladım. Ona selâm verdim. Fakat o selâmımı almadan önce bana: -Talebem Platon'u ve onun talebesi Aristo'yu gördün mü? diye sordu. Bu soru karşısında son derece hayrete düşmekle beraber ona bu iki büyük filozofu niçin aradığını sordum. -Onları niçin arıyorsun? -Burada dalga geçip, kendilerini tuzağa düşüreceğim Sofistler yok. Canım çok sıkılıyor. 

Bizim Platon ve Aristo'yu bulsam, onları birbirine takıp, biraz eğleneceğim. Bu adamın konuşma tarzından, büyük filozof Sokrat olduğunu anladım. Sonra uçup gitti. Burada yalnızlıktan sıkılmıştım. Tam oradan sıvışacağım sırada oldukça güzel bir gölge yolumu kesti. Gayet hoş bir üslûpla şiirimsi bazı sözler söylemeye başladı. -Evet. Dünyada görülen şeyler, Yüce Âlem'de gördüğümüz gerçek varlıkların sönük birer hayalinden başka birşey değildir. -Siz kimsiniz efendim? -Ben Platon'um. -Bendeniz, burada bir tane bile gerçek varlık görmedim. Bilakis gördüğüm herşey, dünyada gördüklerimin sönük bir hayalinden ibaret. -Çünkü burası Yüce Âlem değil. Berzah âlemi. Gerçi burada ruhumuz dünyada olduğu gibi tamamen bedene bağlı değil fakat sadece ruh olmadığımız da ortada. Dünyada cismimiz vardı. Burada yoğun değil, lâtif bir cismimiz var. Bu yüzden Berzah âleminde görülenler hayalin hayalidir. 

-Peki, Berzah âlemi denilen bu boşlukta niçin bir yere saplanıp kalıyor, "Yüce Âlem" diye adlandırılan yere gitmiyoruz? -Ben de ikibin yıldır bu konu üzerinde kafa patlatıyorum. Niçin bu yerde yaşamak zorundayız? Eğer bu sorunun cevabını bulabilirsen ne olur bana da söyle. Öğrencilerim beni bekliyor. Derse gitmek zorundayım. Hoşçakal! -Ey filozof! Allah aşkına biraz bekle! Bu âlemde ders almak, ders vermek gibi bir zorunluluk var mı? -Eğer bu tür eğlenceler de olmasa insan burada can sıkıntısından patlar. Hem niçin saklayayım, talebem Aristo'nun itirazlarına cevap vermek beni mutlu ediyor. Platon da gitti. Ben, belâlardan, takıntılardan, arzu ve isteklerden Berzah âleminde de kurtulamadığıma çok şaşırmıştım. O sırada gözümü açtım. Aynalı: -Ne kuş var, ne de uçan. Fakat tuhaf bir zevk içerisinde her ikisi de yaşanıyor. Evlât! Safran kabarmıştır. Sana bir kahve pişireyim, dedi. Kahveyi içtikten sonra yine uçmaya başladım. Etrafımda, uçan bir sürü gölge vardı. 

Ben de bunların arasında başıboş dolaşmaktaydım. Belli bir süre oraya buraya uçtuktan sonra diğer uçanlarla bir araya geldik. Bir sürü düşünür vardı burada; ahlâkçılar, şairler, filozoflar... Sohbet ediyorlardı. Doğal olarak, bu sohbete ben de katıldım. İçinde bulunduğumuz bu yer hakkında fikirlerimiz birbirine yakın olmasına rağmen, hiçbirimiz kesin birşey söyleyemiyor, hiçbir problemi halledemiyorduk. Bir taraftan uçuyor, diğer taraftan sohbet ediyorduk. En çok konuşan, bir ahlâkçıydı. Söylediklerini bazen kabul, bazen reddediyorlardı. O sırada söze uzun çehreli ve uzun sakallı "Çata" adında meşhur bir edip karıştı. Herkes büyük bir aşk ve şevkle bu adamı dinliyordu. Bu adam şöyle diyordu: -Değerli Ahlâkçı kardeşim! Bu konuda yanılıyor ve hepimize iftira ediyorsunuz. Sizi temin ederim ki ufak tefek oynamalar yaptığınız takdirde eserleriniz halk tarafından benimsenecek ve yüzlerce baskı yapacaktır. Hatta bu eserler yeni nesillere tavsiye edilecek, tiyatrolarda oynanacaktır. 

Böylece ölümsüz olacaklardır. Herkes edibin konuşmalarını ağzı açık dinliyordu. Edebiyatçı bu manzara karşısında iyice coştu. -Evet kardeşler! Sizleri düşünmeye davet ediyorum. Zira, içinde bulunulan durum gerçekten düşünülmeye değer. Artık hakkında yazı yazılacak hiçbir konu kalmadı. Çünkü zihniyet değişti. Her konuda tuhaf bulgular elde edildi, değişiklikkler oldu. Eskiden garip karşılanan durumlar artık garip karşılanmıyor. Zamane insanları, birçok alanda yeni şeyler icat etti. Bunlara yenilik mi, delilik mi diyeceğimi tam olarak bilmiyorum. Geçmişte yazılan en ciddî eserler yeni nesil tarafından komik karşılanıyor ve onlarla dalga geçiliyor. Nitekim dünyayı bir makine, ruhu bir hayal, vicdanı bir gelenek olarak görmek, yaşamı fedakârlık ve vazife gibi kelimelerle açıklayan âlimlerle eğlenmek demek değil midir? 

Ey değerli Üstad! Ey Ahlâkçı! Bu demek oluyor ki; siz, yazdığınız nadide eserlerinizle birgün meşhur bir komedi yazarı olacaksınız. Bu nutuk devam ederken bir meydana yaklaşmıştık. Zavallı Ahlâkçı'nın sırtında, bir çuval dolusu yayınlanmamış eser vardı. Ahlâkçı, uçuşun şiddetinden mi, yoksa nutkun tesirinden mi bilmiyorum, birdenbire "pat" diye yere düştü. Hepimiz etrafına üşüştük. Uçanlar arasında Pataban adında bir doktor vardı. Ahlâkçı'yı muayene etti! -Sübhanallah! Mide bomboş. Bu baygınlık açlıktan meydana gelmiş, dedi. Bu konuşmanın tatsız devam etmesi üzerine, az ileride bulunan bir topluluğun arasına karıştım. Orada bulunan iki kişi şöyle konuşuyordu: -Azizim! Herkes havayı aynı oranda solumuyor. Herşeyden vergi alınan bu dünyada, solunan havadan vergi alınmaması biraz tuhaf değil mi? 

-Azizim! Ağzına sağlık! Gerçekten çok doğru söyledin. Hükümete böyle bir vergi konulmasını teklif etmeli. Bu iş sonunda, en az birkaç yüzmilyon frank gelir elde edilir. Sonu gelmeyecek gibi görünen bu konuşmayı dinlemekten vazgeçtim. O sırada ayakta duran, temizce giyinmiş bir kişi gördüm. Edebiyatçı ve yazar olan bu adamla biraz oradan buradan konuştuk. Bana, faydalı eserler yazmayarak ömrümü boş yere geçirdiğimi söyledi. Bu yıl bir eser yazıp yazmadığımı sordu. Karalamaya çalıştığımı, fakat pek fırsatım olmadığını söyledim. Bana alaysı bir şekilde gülümsedikten sonra: -Bak, ben bu sene mükemmel bir eser yazdım, ismi önemli değil. Zaten söylesem de pek anlaşılmaz. Şunu unutma ki ilim bizzat kıymetli birşey değildir. İşi bilen adamlann elinde bir değer kazanır. Bu gerçeği bilmeyen âlimler belki züğürtlerin takdirini kazanabilir fakat kendisi züğürtlükten kurtulamaz. Ucunda para olmayan kuru alkışlar ve övgü, züğürt tesellisinden başka birşey değildir. 

Az ileride büyük bir meydan vardı. İnsanlar küme küme toplanmıştı orada. Berzah âlemi beni meraklı bir insan hâline getirmişti. Uçarak meydana gittim. Meydanın ortasına yüksek bir yer yapılmış, orta yere büyük bir macuncu fırıldağı asılmıştı. Meseleyi kavramaya çalışırken yanıma kambur bir adam geldi. Hem önünde hem arkasında kamburu vardı. Ömrümde, böyle iki kamburu olan bir insan görmemiştim. Kimbilir belki de şaşılacak birşey yoktu bunda? Ön kamburu şeffaf olduğu için, adamın içi görünüyor, içerisi bir mağazaya benziyordu. İçinde bir sürü şey vardı. Bakışlarım acayipleşmişti. Kamburun içini Mescid-i Aksa avlusundan daha büyük bir mağaza gibi görüyordum. Büyük bir hayret içerisindeydim. O sırada kör bir adamı, elinden tutarak getirdiler. Fırıldağın yanına oturttular. O esnada daha önce görüştüğüm Ahlâkçı, Edebiyatçı ve Doktor Pan da oraya geldi. Yanımda olan biri şöyle fısıldıyordu: -Bu kambur "felek", şu kör de "talih"tir. Fırıldağın etrafına halka şeklinde dizildik. 

Kör adam fırıldağı çeviriyor, fırıldak döndükçe, kambur adam ön kamburundan çe şitli şeyler atıyor, etraftakiler de bunları kapışıyordu. İşin garip tarafı herkese kısmetinde olan isabet ediyordu. Sıra yazar ve ede biyatçılara gelmişti. Ben memur ve yazarların arasında bir yerde bulunuyordum. Memurların çokluğu karşısında, bana düşen pa yın az olacağı gibi bir sanıya kapıldım ve yazarların bulunduğu tarafa geçtim. Tesadüf bu ya Ahlakçı da sol tarafımdaydı. Kambur herkese birşeyler atıyordu. Sıra bize gelmişti. Başıma ağır birşey isabet ettiği için yere yuvarlandım. O sırada Ahlâkçı Çat da yere yuvarlandı. Kendime gelince ilk iş olarak, nasibime neyin düştü ğünü öğrenmek istedim. Bir de ne göreyim! Bir küfe çürük do mates. .. Domatesler yüzüme gözüme bulaşmıştı. O şaşkınlık içe risinde etrafıma bakarken, daha tuhaf bir manzara gözüme ilişti. Ahlâkçı Çat'ın yere yuvarlanmasının sebebi, bir sepet yumurta nın kafasına isabet etmesiydi. 

Ahlâkçı Çat'ın kafasına isabet eden yumurtaların hemen hemen hepsi kırılmıştı. Bu haliyle, kızartılmak üzere tavaya konmuş yumurtalı dil balığına benzi yordu. Kanaatkar bir insan olan Çat, büyük bir ciddiyetle orası na burasına bulaşmış yumurtaları parmaklayarak tıkınmaya çalı şıyordu. Kendi hâlimi unutarak bastım kahkahayı. Çat kendi kendine söyleniyordu: -Bine yakın yumurta... Bari kırılmasalardı... Böylece bir sene bunlarla idare eder, sırtımda senelerdir taşıdığım şu eserlerin hiç olmazsa üç-beşini bastırabilirdim. O sırada eserinin isminden birşey anlaşılamayacağım söyleyen, felsefî konulardan bahseden temiz elbiseli kişi, elinde bir kese altında yanımıza gedi. Ahlâkçı'nın yumurtaları parmakladığını, benim de kahkahalarla güldüğümü görünce şöyle dedi: -Yahu! Siz ne kadar budala insanlarsınız. 

Dünyadaki herşeyden faydalanmanın bir yolu vardır. Fakat siz bunun tersini yapıyorsunuz. Elimdeki bir kese altını size versem eminim ki bunu da çarçur edersiniz. Haydi birbirinizin yüzünü yalayın. Böylece domatesli yumurta yemiş olursunuz. Haydi durmayın, vakit geçirmeyin! Bu sözlerin bitmesinin ardından Ahlâkçı hemen üzerime atlayıp, kollarını boğazıma doladı. Güney Amerika'da yaşayan, karınca yiyen hayvanın hortumuna benzeyen diliyle yüzümü yalamaya başladı. Kedi dili gibi tırtıllı olan bu dil yüzüme dokundukça o kadar gıdıklanıyordum ki, deli gibi gülüyordum. Kafasındaki yumurtaları yalamaktan vazgeçeli çok olmuştu. Kendimi aç Ahlâkçının boynuma yapışmış kollarından kurtarmaya çalışıyordum. Yerde yuvarlanıyorduk. Sonunda kendimi kurtarmayı başardım. O sırada gözlerimi açtım. Aynalı elinde bir tabakla, gülerek yanıma doğru geliyor ve şöyle mırıldanıyordu: Âlem bir deniz Sen bir gemi Aklın yelkeni Fikrin dümeni Kurtar kendini Ha göreyim seni. Tabağı önüme koyup oturdu.

 Zembilinden biraz ekmek çıkarıp bana verdi. Tabakta, yumurta dilimleriyle süslenmiş domates salatası vardı. O an Berzah âleminde yaşadıklarım aklıma geldi. Aynalı gülümsedi: -Evet, onunla bu aynıdır. Yalnız bir fark var aralarında. O fark ortadan kalkınca problem çözülür. Bu salatayı senin başına isabet eden dometeslerin sağlam kalan üç-beş tanesinden ve Ahlâkçı'ya isabet eden yumurtaların kırılmayan üç-beş tanesinden yaptım. Haydi kaşıkla. Nasibinde ne varsa, kaşığında o çıkar. Âlem yine o âlem, devran yine o devrandır evlât! dedi. Aynalı Baba'nın Ebediyyen Ayrılışı içimde tuhaf bir sıkıntı vardı. İşlerimi bitirmeden, Aynalı'ya uğradım. Beni görünce gülümsedi. Fakat her zamankinden farklı bir çehre ile: -Ee, evlât! Artık bu diyardan göçüyorum. Görünen o ki ayrılmamız gerekiyor. Allah yardımcın olsun! Sana zahmet yarın sabah bir uğra. Sana heybeyi ve içindekileri hatıra olarak bırakıyorum. Fakat, her an seninle birlikte olduğumu unutma! deyince davayı çaktım ve elimde olmayarak ağlamaya başladım. 

Aynalı da ağlayarak beni bağrına bastı. -Ne yapalım evlât! Bu âlem fani. Dış görünüşe aldanma. "O, hergün bir işle meşguldür." Biz Allah'ın emrinin dışına çıkamayız ki! Geç vakte kadar yanında kaldım. Saatler ne kadar da çabuk geçmişti; bir şimşek gibi... Son derece üzgün bir şekilde ayrıldık birbirimizden. Seher vaktinde mezarlığa gittim. Seher yeli, en dertli gönülleri bile hoş bir nağmeyle dolduruyordu. İçimde bir ürperti vardı. O ihtiyar Aynalı, o sırf nur olan zat, bir ağaç dibinde, o çok sevdiği çitlenbiğin altında, kolları göğsünde, sanki güzel bir rüya gö- rüyormuş gibi gülümser bir şekilde yere uzanmıştı. Yanına yaklaştım. Özlem ve sevgi gözyaşlarıyla mübarek ellerini ıslattım. Ağladım, ağladım... Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Gönlüm ayrılmaya bir türlü razı olmuyordu. Bir sarhoş gibi kalktım ayağa. Onu, küçük bir cemaatle, sevdiği ağacın altına defnettik. İçimde büyük bir sıkıntı vardı. 

Bu hâlde, akşama kadar serserice dolaştım. Geceyi düşünerek ve geçmişi yâd ederek geçirdim. Ertesi sabah Aynalı'nın bana bıraktığı hediyeyi hatırlayıp, hüzünlü kulübemize gittim. Küçük meşin heybeyi aldım, içinde; bir büyük, iki küçük cezve, dört-beş fincan, yüz gram kadar şeker ve kahve, bir tane elyazması Kuran ve küçük bir defter vardı. Kulübeyi tamir ettirdim. Dünyevî işlerden arta kalan vakitlerimi burada geçirmeye başladım. Deftere göz attığımda, Merhum Aynalı'nın yazısının inci gibi olduğunu, kendisi gibi yazısının da gözü okşadığım gördüm. Bu defterde arifane yazılmış birçok şiir, hikmetle dolu yazılar vardı. Okumasında mahzur olmayan, bilakis faydalı olacağını umduğum birkaç yazıyı sizlere sunmak istiyorum: Mutluluk Her insan, akıl ve vicdan sahibi herkes, hatta basit bir hayvan bile, bu dünyada, ihtiyaç hissettiği andan itibaren mutluluğu aramaya başlar. 

Bu öyle bir kanundur ki, bütün tabiat kanunları değişse bile bu kanun değişmez. Hayvanlar yaratılışının elverdiği ölçüde mutlu olur. Zira hayvanların istekleri, zevkleri, düşünceleri sınırlıdır. Fakat insan - kâmil insan hariç- aradığı, özlem duyduğu mutluluğu tam olarak bilmediği hâlde, bu konuda bir sınır tanımaz. Nice mutlu kimseler vardır ki, istek ve arzu yüzünden mutlu olamaz. Böylece bu fani dünyayı kendine cehennem yapar. Çünkü en primitif bir insanın, hatta bir çocuğun bile içinde bitmek tükenmek bilmeyen bir hırs vardır. Günümüzde pek çok şey açıklığa kavuşmuşken, insan hâlâ çözülemeyen bir bilmecedir. Nedense insan, yaratılış itibariyle tuhaf bir varlıktır. İstediği bir çok şeyi elde eder, fakat onları elde ettikçe hırsı artar. Acaba mutluluk nedir? İşte bunu bilen yok... Belki de yalnızca bu dünyanın gürültü patırtısından uzak olan deliler mutlu sayılabilir. Bilinmelidir ki bir şehri tiyatroya, halkını da sahnedeki aktörlere benzetmek mümkündür. Birgün "K" şehrinde bulunuyordum. 

Mecburiyete binaen herkesle irtibatım vardı. Bir sürü insanı tetkik ettim. Bu insanlar, hiçbir önemi olmayan pek çok şeyi kendilerine problem yaptıkları için mutlu değillerdi. Bu koca şehirde, üç kişi fazlaca dikkatimi çekti. Bunlardan biri oturduğum mahallenin imamı, diğeri ise (....) tekkesinin şeyhiydi. Her ikiside tuhaf insanlardı. İmam efendi epey mürekkep yalamış, hatta Ezher'e kadar gitmiş, hâli vakti yerinde, konuşkan, atak, nüfuzlu, aynı zamanda da mutaassıp bir kişiydi. Şeyh efendi ise, babasından miras kalan tekkenin geliriyle düzenli ve rahat bir yaşam süren, İsrailiyata, menkıbelere vakıf, bir çok safsata ve hurafe bilen, semâ ve âyin konularında tecrübeli, sürekli olarak rüya gören, cin çağıran, şeytan toplayıp onları bağlayan bir adamdı. İmam efendi herkesi eleştirir, ahlâksızlığın arttığını söyleyerek kıyametin yakın olduğundan dem vurur, herkesin ayıbını araştırır, insanlann aldığı abdesti ve kıldığı namazı beğenmez, kendinden başka müslüman görmezdi. 

Bununla beraber tefecilik yapar, deveyi hamutuyla yutar, kadere teslimiyetten bahsetmesine karşın gök gürlediğinde kulaklardı tıkar, vaktinin büyük bir kısmını gayri meşru eğlencelerle geçirirdi. Bu da elindeki mutluluğu kaybetmesine sebep olurdu. Şeyh cin çağırmakta usta olmasına rağmen, tuvalete bile karısıyla giderdi. Ailesiyle pek ilgilenmezdi. Mutlu olmak için herşeye sahipken, miskin bir adam olduğu için sürekli sıkıntı çekerdi. Benim için asıl önemli olan üçüncü kişi. Zaten konumuz da onunla ilgili. Gördüğüm kadarıyla bu adam hayatından memnun, düzgün bir aile yapısına sahip birisiydi. Şehirde dolaşırken, oturduğum yerin beş-on adım ilerisinde Hamdun adında bir marangoza rastlamıştım. Otuz kırk yaşlarında, sıhhatli görünen birisiydi. Her zaman neşeli olan bu adama oradan geçerken hep selâm verirdim. Birgün, ona selâm verdikten sonra, dükkânın bir köşesinde bulunan bir sandalyeye otur- dum. Memnuniyetle karşıladı beni. Çırağını kahve getirmesi için gönderdi. Hamdun ağa, bir yandan tahtayı zımparalıyor, diğer yandan da benimle sohbet ediyordu.  

-Baba! Bir marangoz boş durarak ve çene çalarak vaktini zayi etmemelidir. Kusura bakma! Yanımda çalışan bu üç kalfa ve çırak benim oğullarımdır. Benim boş durup gevezelik etmem onlara kötü örnek olur. Bu yüzden bir taraftan çalışıp, diğer taraftan seninle konuşmak durumundayım. Kusura bakma! O sırada, pazulan pehlivan pazulanna benzeyen, biri yirmi/ diğeri onbeş-onaltı yaşlarında iki genç diğer tezgahlarda birşeylerle uğraşıyorlardı. Bana kahve getirmeye giden sekiz on yaşlarındaki tombul çocuk da talaş ve yongaları birbirinden ayırıp çuvallara dolduruyordu. Ben bir taraftan kahvemi içiyor, diğer taraftan da: -Maşallah! Allah bağışlasın! Bunlar senin oğulların öyle mi? diyordum. Hamdun Ağa, onlarla iftahar edermişcesine: -Evet. Üçü de oğlum. En büyükleri yirmi yaşında. 

Şehrin çok mahir ve çalışkan marangozlarından biri. Benim bilmediğim süsleme, kabartma ve oymacılığı da bilir. Kendi kendine öğrendi. Yakında bu işte Yahudilerden daha ileri bir konuma gelecek. Ona gündelik olarak, bir mecidiye veriyorum, dedi. -Ya! Öyle mi? Peki, gündeliğini kimden alıyor? -Kimden alacak, benden. Oğlum olmasaydı dükkânda bir usta çalıştırmayacak mıydım? İşi bilen bir ustaya günde bir mecidiye vermeyecek miydim? Dışarıdan adam alacağıma kendi oğullarımı çalıştırıyorum. Ben hayretle: -Bir baba oğluna yevmiye verir mi? -Elbette verir. Bir çocuk çalışması karşılığında babasından gündelik almazsa ne işi öğrenir, ne de iş çıkarır. Yaptığı işi baştan savma yapar. Çünkü, babasının kendisini çalıştığı için beslediği gibi bir düşünceye kapılır ve ahlâksız olur. Hâlbuki emeğinin karşılığını aldığı takdirde para kazanmanın ne demek olduğunu ve paranın değerini öğrenir, işte bu yüzden onlara yevmiye veriyorum. Ortanca oğlum on kuruş alıyor. 

Ancak üç gün sonra, Cumartesi günü haftalığını onbeş kuruşa çıkaracağım. Zira artık mahir bir usta oldu. Küçük oğlum, benim rahmetli ustamdan aldığım yevmiye kadar, yani yirmi para alıyor. Çalışkan ve girişimci bir çocuk. Bu gidişle ağabeylerine üstünlük sağlayacak gibi görünüyor. Aslında hakkı bir kuruş. Fakat acele ve dikkatsizlikten, iki defadır elini kesiyor. Bu yüzden yevmiyesini artırmıyorum. Eğer bir daha aynı hatayı yapmazsa ona bir kuruş vereceğim. Ben dikkatsiz insanları sevmem. -Öyleyse ev giderlerini ortak karşılıyorsunuz? -Aa! Hiç öyle şey olur mu? Oğlumun olmadığını farzet. O zaman ev giderlerine kalfa ve çıraklarım ortak mı olacak. Yahut şöyle düşün. Birçok ailede olduğu gibi, evlâtlarım para kazanamayacak durumda olsaydı, ev giderlerine nasıl ortak olacaklardı. Onlar kazandıklarını biriktiriyorlar. 

Büyük oğlumun kendine ait bir sermayesi var. Biraz' daha para biriktirirse, benim sermayem kadar sermayesi olacak. Ona dükkân açacağım. Ya da işe ortak edeceğim. Sonra da evlendireceğim. Torun sahibi olacağım ve evimiz şenlenecek. Sonra da şira diğerlerine gelecek. -Ağam! Öyleyse sen hayli zengin bir adamsın. Hamdun Ağa çocuklarına dönerek; -Kollarınızı kaldırın, dedi. Bunun üzerine onlar kollarını havaya kaldırdılar. Bana şöyle dedi: -Aynalı Baba! Bu sekiz kol, en büyük zenginlik değil mi? (Sonra çocuklarına dönerek) Haydi evlâtlarım! İşinize bakın. (Tekrar bana dönerek) Büyük oğlum için gerekli hazırlıkları yapalı çok oldu. Ortancanınkini de tamamlamak üzereyim. Baba! Biliyor musun ben yirmi yaşında evlendim. 

O zamanlar yedi kuruş yevmiye alıyordum. Bir sene sonra büyük oğlum dünyaya geldi. Bunun üzerine, rahmetli ustam Hacı Murtaza günlüğümü onbeş kuruşa çıkardı. Bana her konuda yardımcı oldu. O günden itibaren birbuçuk kuruş oğlum için, üçkuruş hasta olup çalışa- mayacağım zamanlar için, on para bayramlarda fakirlere vermek için, on para sadaka vermek için, üç kuruş sermaye biriktirmek için, iki kuruş ev kirası ve diğer harcamalar için para ayırmaya başladım. Kalan beş kuruş da bize bol bol yetiyordu. Bu düzenli hayat karşısında şaşırmıştım: -Demek ki, ustan Murtaza iyi bir adammış. Marangozun gözlerinden yaş geldi: -Allah rahmet eylesin! Herşeyimi ona borçluyum. -Allah saadetini artırsın! Allah karına ve çocuklarına sıhhat ve uzun ömür ihsan eylesin! Hayır duam marangozu çok memnun etti. Başta küçük çocuk olmak üzere, bütün oğulları elimi öptü. 

Bu mutlu aile beni o kadar memnun etti ki, sevinçten gözlerimden yaş geldi. Marangoza: -Bana nasıl hayat sürdüğünüzü anlatır mısınız? dedim. -Hergün sabah erkenden kalkarız. Yüzümüzü soğuk su ile yıkar, birer kahve içeriz. Biraz sohbet ederiz. Sonra, karanın erkenden ateşe koymuş olduğu çorbamızı içeriz. Kalkar dükkâna geliriz. İçimizden biri evin ihtiyaçlarını alıp, eve götürür. Herkese o gün yapması gereken işi söylerim. Onlar da çalışmaya başlarlar. Öğleye doğru karnımız acıkınca küçük oğlum eve gidip, yemeğimizi getirir. Bir güzel karnımızı doyururuz. Sonra yanımızdaki kahveden bir kahve isterim ve oradaki gazeteyi alırım. Büyük oğlum gazeteye bir göz gezdirir ve önemli şeyleri bana söyler. -Vay! Evlâtlarının okuması da var ha? -Evet, okuma yazma bilirler. -Demek onları mektebe de gönderdin? -Hayır! Mahalle mektebine giden çocuk hem bir sürü zaman kaybediyor, hem ahlâksız oluyor, hem de hiçbir şey öğrenmiyor. 

Bu yüzden ben fakir bir hoca buldum. Bu hoca her sabah dükkâna gelir, bir iki metelik karşılığında onlara yarım saat ders verirdi. Böylece çocuklarım bir sene içerisinde Kuran ve gazete okumayı öğrendi. Yazmayı da yeter derecede öğrendiler. Daha sonra hocanın tavsiye ettiği kitapları aldım. Çocuklarım öğle tatillerin- de ve geceleri bu kitapları okudular. Gelelim nasıl yaşadığımıza. Öğle tatili birbuçuk saat. Bu sürede gazete okumak zorunlu değil, isteyen bir saat uyuyabilir. Akşamleyin alaturka saate göre onbuçukta dükkânı kapatıyoruz. Gördüğün gibi ben kahve tiryakisiyim. Hepimiz günde beşer fincan kahve içeriz. Akşamları şehrin uygun yerlerinde küçük bir gezinti yaparız. Kış gecelerinde komşular bize gelir. Ha! Bizim hanımı komşu kadınlar çok sever. Çünkü o dedikodu etmez. Her cuma, karım ve çocuklarımla kıra gider, eğleniriz. Günler böylece geçip gider. Allah'a şükürler olsun ki, bizim eve hastalık girmez. Şimdiye dek ben iki, karım da üç defa hasta oldu. 

Çünkü düzenli bir hayatımız var. Yeme ve yatma vakitlerine önem veririz. Abur cubur yemeyiz. Kısacası; Allah'a bin kere hamd olsun, hepimiz çok mutluyuz. Bir Kahvede Yaşananlar (...) senesinde, Filistin'in (...) şehrinde bulunuyordum. Sıcak bir günün akşamında, biraz hava almak için (....) mevkiine doğru yürümeye başladım. Zeytinlikler arasından geçerek oraya ulaştım. Buradaki kahvelerin hemen hemen hepsi benim gibi sıcaktan bunalan insanlarla doluydu. Her nedense insanlar, zararsız delileri çok seviyordu. Bu yüzden kahvedekilerin bazısı beni kahve ve nargile içmeye davet ediyordu. Fakat ben, peşinden koşuldukça nazlanan orospular gibi onlara naz yapıyor, kafama göre takılıyordum. Büyük bir kahvenin önünden geçerken bir garson koşarak yanıma geldi. Sebebini bilmiyorum ama garsonluk, Rumlara özgü bir sanattır. Suriye ve Filistin'de her işi yerliler yapar fakat kahve ve gazino garsonlan Rum'dur. 

Bu garsonun da Rum olduğu şivesinden anlaşılıyordu. Garson Arapça karışımı bir Türkçe ile: -Aynalı Baba! İstemek seni beyler. Buyur, dedi. -Hangi beyler? -Ben bilmiyor onlar kim. İşte onlar oturmak var ağacın altında. Yürümekten yorulmuştum. Beyleri eğlendirmek, daha doğrusu biraz dinlenmek ve gönlümü eğlendirmek için bu davete icabet ettim. Üzerimdeki aynalar ve yabancı oluşum nedeniyle halk arasında tanınıyordum. Ben de şehrin ileri gelenlerinin ve memurlarının hemen hemen hepsini tanıyordum. Köşedeki beyler; yazı işleri müdürü, demiryolları sorumlusu, okul müdürü, bayındırlık baş mühendisi ve üç lise öğretmeniydi. Beni görünce ayağa kalkıp alaylı bir şekilde: -Vay, hemşehrimiz Aynalı Sultan! Vay, Aynalı Baba! Hacı Aynalı, buyur! diye seslendiler. Ben de rolüme uygun cevaplar verip, bir sandalyeye oturdum.  Garson yanımıza gelince Yazı İşleri Müdürü: -Hazret-i Aynalı! Ne içersin? diye sordu. Nargile istedim. 

Garson nargileyi getirdikten sonra istediğim başka birşey olup olmadığını sordu. -Beyler ne içerse, bana da ondan getir, dedim. Garson: -Beyler vermut içiyor. Siz de mi ondan!., deyince ben: -Evet, palamut istiyorum, dedim. Bunun üzerine yanımdaki beyler ve etraftaki masalardaki Türkçe bilen insanlar büyük bir kahkaha kopardılar. Türkçe bilmeyenler de bu kahkahanın sebebini öğrenince kahkahalar arttı. Beni bilenler bilmeyenlere anlatıyordu. Daha doğrusu "tuhaf  ve zararsız bir deli" diyorlardı. Orada bulunan Frenkli kadınların en çok dikkatini çeken şey üzerimdeki aynalar ve üçünü bir onluğa aldığım horoz şekerleriydi. Vermudu içtim. Karşı masada oturan, hâl ve hareketlerinden İngiliz veya Amerikalı olduğu anlaşılan sevimli bir kız bana dondurma ısmarladı. Ben de sarığımdaki şekerlerden birini garson aracılığıyla ona gönderdim. 

Bu davranışım etraftakilerin çok poşuna gitmişti. Kahvede bulunan yüzü aşkın kişi tarafından alkışlandım. Madamlar bana pasta, börek gibi şeyler göndermekte âdeta birbirleriyle yarışıyordu, ikram edilen ilk şeyler karşılığında sarığımdaki şekerleri verdim. Fakat aşırı derecede ikram gördüğümden diğerlerine verecek şeker kalmamıştı. Bunun üzerine ayağa kalkıp horoz gibi öttüm. Ve şöyle dedim: -Baylar ve bayanlar! Burada bu kadar ikram göreceğimi bilseydim bir küfe dolusu horoz şekeri alırdım. Maalesef şu an horozlarım bitmiş bulunuyor, işte bu yüzden, ikramda bulunup da karşılığında birşey alamayanlara ve bundan sonra ikramda bulunacaklara, küçük de olsa bir karşılık vermek için horoz gibi öttüm. Şimdi bir defa daha ötüyorum. Üzülerek söylüyorum ki, nasibiniz bu! Bu sözlerim hemen başka dillere tercüme edildi. Ve, kahkahalar gökyüzüne çıktı. Neşeli bir hava yayılmıştı etrafa. 

Herkes Deli Aynah'nın yaptığı deliliklere gülüyordu. Ben ise onların ahmaklığına gülüyordum. O sırada âmâ bir kadın kahveye girdi. Mini mini bir kız tarafından yürütülüyordu bu zavallı. Yürüyüşünden ömründe hiç dilenmemiş olduğu anlaşılıyordu. Belli ki kısa zaman önce sefaletin kucağına düşmüştü. Sırtında pahalı bir kumaştan yapılmış fakat eski bir elbise vardı. Ayrıca hâl ve hareketleri asil bir insan olduğunu ortaya koyuyordu. Büyük bir ihtimalle bir zamanlar neşe içinde dondurma yediği bu yere dilenci olarak gelmesi çok ağrına gitmişti. Dizleri tutmuyor, sanki yere mıhlanmış gibi duruyordu. İleri doğru bir adım daha atma cesaretini gösteremeyen bu zavallı kadının perişan hâli bana acayip dokundu. Deli rolünü unutarak, daha doğrusu başka bir rol takınarak ayağa kalktım. Sarığımdan çıkardığım külahı keşkül yapıp, Türkçe, Arapça , Fransızca ve Almanca: -Baylar, bayanlar! Bu zavallı kadına yardım edin! dedim. 

Herkes şaşkın bir hâlde, kuruşluk, çeyreklik gibi paralar veriyordu. Masaları bir bir dolaşıp, durumu izah ediyordum. Konuşmalarım etkisini göstermişti. Çok kısa bir zamanda birkaç yüz kuruş toplamıştım. Onları kadıncağıza verdim. Bu olaydan sonra, orada bulunanlar alaylı tavırlarını bırakarak bana hürmet göstermeye başladılar. Fakat bu bana göre değildi. Kahveyi terkedip, kafama göre dolaşmaya karar verdim. Ancak öyle ısrar ettiler ki, sonunda bu kararımdan vazgeçip yemeğe kalmaya razı oldum. "Hatıra defterimde bir de böyle bir anı bulunsun" dedim kendi kendime. Yanımda oturan okul müdürü, yemek esnasında kulağıma doğru eğilerek şöyle dedi: -Azizim! Bu pejmürde ve komik kıyafet altında iyi öğrenim görmüş, kâmil ve cömert bir insan bulunduğunu görmemek için kör olmak lâzım. Zavallı kadının o perişan hâlini görüp de ayağa kalktığınızda, bu komik giysinize rağmen, yüzünüzdeki temizlik, asillik hatta etkileyicilik hepimizi büyüledi. 

Birkaç dakika içinde birkaç yüz kuruş sadaka toplamak için bir insanın, sadaka verenlerin ruhuna nüfuz etmesi gerekir. Bunu siz başardınız. Azizim! Siz, insanlığa hizmet etmeyi bırakıp da niçin böyle bir yaşantı seçtiniz? Genç müdürün hâl ve hareketlerinde, haddinden fazla saflık ve hürmet vardı. Cevaben: -Azizim! Bu soruyu bana başka biri sorsaydı, delice bir cevapla onu geçiştirirdim. Fakat sizin hareketlerinizde saflık ve samimiyet görüyorum. Bu yüzden gerçeği söyleyeceğim. Ben, insanlardan fazlaca kötülük görmüş birisiyim. Fakat onlara kötülük etmeyi hiç düşünmedim ve böyle yaşamayı yeğledim. Sözlerimi iyi düşün! Bunun sana çok faydası dokunacak, dedim. 
Sonra herkesle vedalaşarak, oradan ayrıldım. Gençlik iksiri Suriye'nin (....) şehrinde (....) adında asil bir adam vardı. Cömert ve oldukça müsrif olduğundan bin sene yetecek bir serveti eritmiş, herşeye rağmen elinde normalin üstünde bir servet kalmıştı. 

Zevk ve eğlenceye düşkün olduğu için bedeni yıpranmış olan bu adam, o ana kadar hiç evlenmediği hâlde, altmış yaşından sonra evlenmeye kalkmıştı. Acaba niçin?... Hayatının son demlerinde aile mutluluğunu tatmak, öldükten sonra kendisini hayırla yâd edecek evlâtlar yetiştirmek için mi evlenmişti? Bu uzak bir ihtimal. Zira bilindiği üzere "Yaş altmış, iş bitmiş" diye  bir söz vardır. Altı ay önce memleketin her tarafında müthiş bir facia duyuldu. Zamanın zenginlerinden olan acayip bir kişi, iyi bir terbiye almadığı için ailesine karşı vazifesini iyi yapamamış, bunun neticesinde oğlu uçuk kaçık bir çapkın, kızı da tam bir orospu olmuştu. Henüz 13 yaşında olmasına rağmen her önüne gelenle sevişmeye başlamıştı. Sonunda, bütün aşıklarından daha çok sevdiği (....) isimli, yakışıklı fakat fakir bir gence bütün varlığını teslim etmişti. Şer'an ve aklen telâfisi mümkün olan bu olayı kızın babası duymuş ama, kibirli ve paracı biri olduğu için kızını bu fakir delikanlıya vermemişti. 

Bu yüzden halk arasında türlü dedikodular yayılmış ve rezaletler çıkmıştı. Birgün fakir delikanlı birdenbire ortalıktan kaybolmuştu. Bir hafta sonra cesedi boş arsalardan birindeki bir kuyunun dibinde bulunmuştu. Kimileri kasten öldürülüp, kuyuya atıldığını, kimileri aşk yüzünden intihar ettiğini söylüyordu. Âdet yerini bulsun diye polis olaya el koydu. Arabistan'da olduğu gibi burada da olay hasır altı edildi. Çünkü olay zenginlerle alâkalıydı. Olayın üstünden dört beş ay geçtikten sonra, bu yosmayı, ( ....) Bey'e nikâhlamaya karar verdiler. Bu işte, her iki tarafın da sözde çıkarı vardı. Kızın babası böyle asil, hiç kimsenin dil uzatmaya cesaret edemediği bir beye kızını vererek, geçmişi unutturmak ve adamın mal varlığına konmak istiyordu. 

Çünkü kızın babası, onüç-onbeş yaşlarındaki bir kızın, ihtiyar bir kimse için öldürücü bir zehir etkisi yapacağını gayet iyi biliyordu. (...) Bey ise yeniden eski ihtişamlı günlerine dönmek ve cimriliği dışarıdan pek anlaşılmayan kayınpederinin servetinden yararlanmak istiyordu. Fakat bu işten kayınpederin kârlı çıkacağı prtadaydı. Bu işten damat zararlı çıkacaktı. Zira bu yosmanın, damadın başını çok sayıda boynuzlarla süsleyeceği aşikârdı. O günlerde fatiha makamında traş olduğum (...) semtindeki berberin dükkanına uğramıştım. Berber, görünce: -Hoş geldin Aynalı Baba! dedi. Beni oldukça samimî bir şekilde karşıladı. Sandalyeye oturduktan sonra usta ile konuşmaya başladım. Usta, tüm meslektaşları gibi müşterilerinin ve komşularının işleriyle yakından ilgilenen geveze bir adamdı. Dedi ki: -Duydun mu Aynalı Baba? Bey'in nişanlısı onu görmek istemiş. Bey ikindiden sonra buraya gelecek. Peki niçin gelecek?.. 

"Sana ne" diyeceksin.... Bugün işim çok. Beyin saçını sakalını boyayacağım. Yüzüne ve kulaklarına ibrişim tutacağım. Sodalı ve şaplı su ile yüzünü yıkayacağım. Aynalı Baba! Sodalı ve şaplı su işinden iyi anlarım. Eğer istersen senin de yüzündeki kırışıklıkları gidereyim. Alimallah, yüzünü asker trompetine döndürürüm. Yüzünde buruşukluk namına hiçbir şey kalmaz. Özellikle suyun içindeki soda, yüzünü melek yüzü gibi parlatır. Anladım istemiyorsun. Başını sallayıp durma, bir tarafını kestireceksin. Damat tuvaleti elinde bastona, kızın penceresinin altından geçecek. Senden sır çıkmaz. Yanımdaki aktar da damat için şeytan pisliğinden kuvvet macunu hazırlıyor. Anlarsın ya! Herifte barut yok. Şeytan pisliği çok etkili birşeymiş. thtiyarladığım zaman ben de kullanmayı düşünüyorum. Nasıl yapıldığını öğrendim. Ha, Aynalı Baba! Sen hiç şeytan pisliğinden yapılan ilâç yuttun mu? Kokusu biraz kötüymüş. 

Neyse... Baba! Bu işe sen ne diyorsun? Bizim damat yetmişine merdiven dayamış durumda. Onbeş yaşındaki bir afetle evlenmek ne demek? Bence, insan yetmişi bulduktan sonra değil, şeytan boku, kaz boku bile yutsa bir işe yaramaz. Damat kısa sürede nalları dikeceğe benziyor. Mezarcı mezarı iki-üç arşın derin kazmalı. Eğer birkaç hafta içerisinde ölmez de on ay dayanırsa kırk arşın kazmalı. -Usta! Herşeyi anladım da bu kadar derin kazmaya ne gerek var? -Ne gerek var olur mu? Mutlaka derin kazılması lâzım. Damadın boynuzları dışarıda mı kalsın yani. Eğer bir sene yaşarsa Ezher Camii'nin minareleri kadar boynuzlarının olacağından eminim. Sen kızı bir bilsen, fırlamanın teki. Traş bitmişti. Geveze berberle vedalaşıp eve döndüm. Daha önce de söylemiştim, bey iyi bir adamdı. Baltayı hep kendine vururdu. Birkaç yüzbin liraya yakm bir paranın büyük bir kısmını fakirlere vermiş, takdir edilmesi gereken bir adamdı. 

Bu adamcağız bana karşı da çok iyi davranır, gönlümü alırdı. Yapacağı evliliğin sonucunda ortaya çıkacak rezaletlere dayanamayıp, feci bir şekilde hayata veda edeceği kesindi. Kendisine yardımcı olmaya karar verdim. Çarşıya gidip kurşunî bir boya satın aldım ve eve getirdim. Şehrin kenarındaki bahçelerde gezinmek çok hoşuma gidiyordu. Gezinti esnasında sahipsiz, ihtiyar bir eşek. gördüm. Peşine düştüm. Bir hayli dolaştıktan sonra, su dolu bir hendeğin kenarında eşeği yakaladım. Hemen boynuna bir ip geçirdim ve çekmeye başladım. Uzun zamandır filozofluk taslayan, hayatın boş bir şey olduğunu düşünen bu eşekoğlu eşek, boynuna esaret yularının geçtiğini hissedince biraz huysuzluk yapmış, hür olduğunu iddia edip hukukunu korumaya kalkmıştı. 

Gençliğini hatırlayarak ayak diremiş, yürümemeye inat etmişse de, ihtiyar bir eşek olduğu için karşı koyamayacağını anlayıp, işi filozofluğa dökmüş, cılız bacaklarını ağırbaşlı bir tavırla atarak arkamdan gelmeye başlamıştı. Zor durumlarda teslim olmanın zarurî olduğunu gösterircesine yürüyordu. Bir eşekle döndüğümü gören mahallenin haylaz çocuklan beni karşılamak için muhteşem bir tören hazırlamışlardı. -Aynalı Baba odun satacak, diye bağırmaktaydılar. Eve yaklaştığımda, peşimden gelen çocukların sayısı elliyi aş mıştı. Ayrıca arkamda, en ufak olayı bile tiyatro seyreder gibi sey reden bir sürü ahmak vardı. ( .....) Bey'in konağının önünden ge çerken, insanlann şamatası Bey'in ilgisini çekmiş olmalı ki pen cereden bize bakıyordu. Meydana varınca eşeği bir taşa bağlayıp, eve koştum. Evden su ve sabun alıp meydana döndüm. Önce eş eği bir güzel yıkadım. Bey, olup biteni pencereden seyrediyordu. 

Yıkama işi bitince eşeği iyice kuruladım. Sonra cebimdeki koca man şapı çıkarıp, eşeğe sürmeye başladım. Sonra kulak ve ayak larında, bakımsızlıktan uzamış olan kılları temizledim. Seyircile rin sayısı gittikçe artıyordu. Eşeği kurşunî boyayla boyamaya başladım. İşim yarım saatte bitmişti. Vernikli boyayı yiyen eşek Venedik aynası gibi parlıyordu. O sırada Beyefendi'nin baş kâhyası gelip beni eve davet etti. Ben zaten bunu bekliyordum. Beyefendi'nin keyfi yerindeydi. Beni görünce: -Aynalı Baba! Ne yapıyorsun? Gerçi senin yaptığın işlerde normallik aranmaz ama bu ne iş? Bu eşek kimin? Niçin onu boyadın? -Beyefendi! Bu hayvancağız yirmidört yaşındadır. Bu yaş insanda 60-70 yaşına tekabül eder. Onu gezerken buldum. Benim bir de beş yaşında dişi bir eşeğim var. Onları çiftleştirmeyi düşü- nüyorum. Ee, artık dünya değişti. Zamanenin herşeyinde başkalık var. 

Dişi eşek cilveli. Gördüğün gibi bu zavallı eşeğin tüyleri dökülmüş, kemikleri ortaya çıkmış, geri kalan tüyleri de sararıp solmuş. Yaşadığım tecrübeler sonucunda buna hiçbir genç dişi eşeğin ilgi duymayacağını gayet iyi biliyorum. Bugün vernikli boyayla boyadım. Birbuçuk yaşındaki sıpa gibi parladı. Yann attardan, şeytan bokundan yapılan macun alıp yemine karıştıracağım. Böylece at gibi kişnemeye başlayacak. Boyamadan önce şaplı ve sodalı su ile bir kez yıkadım. Bir kere daha yıkayıp, biraz da su içirdim mi her yanı davul gibi gerilecek, şişman görünecek. Böylece dişi eşeğin şehvetli bakışlarını üzerine çekmeyi başaracak. -Aynalı Sultan! Kusura bakma ama senin bu yaptığın akıllı işi değil. -Efendim! Niçin böyle konuşuyorsun? Benim eşeğe yaptığım şeyi birçok ihtiyar insan kendine yapıyor. Eşekte akıl olmadığı için hemencecik boyaya aldanır ve kendini teslim eder. Halbuki akıl sahibi olan insanların dişisi bu gibi şeylere aldanmaz. 

Bu şekilde hareket edenler dişileri değil, kendilerini kandırırlar. Dolayısıyla insanların benden daha akıllı olduğu söylenemez. Gelelim gençlik iksirine. Malum olduğu üzere, insan ömrü muhtelif dönemlere ayrılır. Gençlikte bu iksir çok işe yarar. Fakat yaşı kırk-elliyi bulmuş bir ihtiyara verilen gençlik iksiri onun ömrünü kısaltır. Anî bir ölüme sürükler onu. Bu bir gerçektir. Hâl böyleyken birçok ihtiyar gençlik iksiri kullanıyor. Öyleyse benim eşeğimin de gençlik iksiri kullanmasında şaşılacak bir durum olmasa gerek. Bununla beraber, ben bu işi yapmış bulundum. Genç eşek, bu ihtiyar eşeği uzaktan görüp, belki süsüne aldanacak ve yanına gelecek. Fakat birbirlerine yaklaştıklarında ihtiyar eşeğin foyasının ortaya çıkacağı aşikâr. Peki, sonra ne olacak? Dişi eşek bu zavallıyı bırakıp kaçacak, kendine uygun, genç bir erkek arayacak, öyle değil mi? Bu zavallı eşek de, eşek olmasına rağmen, ömrünün son demlerini en büyük belaya düşüp, kıskançlıktan kıvranarak geçirecek. 

Ben konuştukça, Bey'in yüzü renkten renge giriyordu. Düşünceli bir şekilde zili çalıp, uşağı çağırdı. -Çabuk bize iki kahve yap. Aynalı Baba ile içeceğiz, dedi. Kahveler geldi. Kahvelerimizi içtik. O sırada Beyefendi konsülden kâğıt ve kalem alarak birşeyler yazmaya başladı. İşini bitirince elimden tutarak: -Aynalı Baba! Uyguladığın tedavi biraz kırıcı ve acı oldu. Fakat tamamıyla beni etkiledi. Beni bir batağa düşmekten kurtardın. Deli değil, veli olduğunu ispat ettin. Ver elini öpeyim. Yaş itibariyle senin baban yerindeysem de bunun pek önemi yok. Al şu kâğıdı oku, dedi. Kâğıdı üzüntü içinde aldım. Beyefendi, sıhhatle ilgili bahaneler ileri sürerek, gerçekleştirmeyi düşündüğü evlilikten vazgeçmek zorunda kaldığını kızın babasına bildiriyordu. Ayağa kalktım. Beyefendi, kapısının her zaman açık olduğunu söyleyerek, beni uğurladı. Beyefendi'nin sık sık ziyaretine gidiyordum. Altı yedi ay onunla çok güzel ve faydalı sohbetler ettik. 

Böylece onun olgun bir insan olduğunu anladım. Kısa bir süre sonra hastalandı. Son sözleri şöyleydi: "Azizim Aynalı! Beni büyük bir rezaletten kurtardığın için sağol! Hem dünyamı, hem de ahiretimi sana borçluyum. Eğer sen olmasaydın, ardımda bırakacağım servet aşağılık bir mahlûkun eğlencesine âlet olacak, ben de kabir azabından  kurtulamayacaktım. Senin sayende bir insanın, kendine özgü ailesinin yanısıra, adına insanlık ailesi denen büyük bir ailesinin daha olduğunu öğrendim. Bunun için çok bahtiyarım. Kimsem olmadığı için, tüm servetimle bir yetimhane yapılmasını vasiyet ediyorum. Artık huzur içinde ölebilirim." Beyefendinin vasiyeti yerine getirildi. Bıraktığı servetle büyük bir yetimhane yapıldı. Orada yaşayan yetimler her cuma onun kabrini ziyarete gidip, ruhuna Fatihalar okuyordu. Allah rahmet eylesin!.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...