AMAK-I HAYAL İKİ
Atmosfere girerse kayan bir yıldız olacak, dedi. Derin düşüncelere dalmış, yorulmuştum. Biraz uyudum. Uyandığım zaman nemli bir havanın ciğerlerime akın ettiğini hissediyordum. Yüksek bir tepenin ûzerindeydik. Etrafımızdaki manzara hayret vericiydi. Âlemi, büyük bir okyanus kaplamıştı. Okyanustaki adacıklar kuşbakışı olarak çiçek saksıları gibi görünüyor, hbş bir manzara oluşturuyordu. Adalan kaplayan güzel otlar, acayip çiçek ve ağaçlar arasında somaki mermerden yapılmış muhteşem evler bulunuyordu.
Anka Kuşu aklımdan geçenleri anladı. -Burası Merih gezegeni, dedi. Hayretten kendimi alamadım: -Bizim yaşadığımız dünyaya ne kadar da benziyor, dedim. -Evet, fazlaca benzer. Yalnız burası biraz daha mükemmeldir. Zira daha eskicedir. Yine sordum: -Burada bizim kıtalarımız gibi büyük kıtalar yok mu? Gezegeni büyük bir okyanus kaplamış. Küçüklü büyüklü binlerce adadan başka birşey görmüyorum. -Bu gördüğün okyanus değildir. Şimdi yağmur mevsimi olduğundan, her tarafı sular basmış.
Senin ada sandığın yerler suyun erişemediği yüksek tepelerdir. Sular çekildiği zaman karalar ve denizler ayrılır. Yalnız yağmur mevsiminde sulann sürekli olarak taşması yüzünden yüksek tepelerden başka yerlerde canlı yaşamaz. Bu sebeple Merih gezegeninde zararlı, vahşi ve lüzumsuz canlı kalmamıştır. Burada yaşayan akıllı bir mahlûk yani insan, karaların bu şekilde adaya dönüşmesinden yararlanarak vahşi ve zararlı hayvanlarla büyük bir mücadeleye girişti. Sonuçta galip geldi. Yalnızca faydalı olan birkaç hayvan bıraktı. Bunlar da ıslah edilip çoğaltıldı. Böylece mükemmel bir yaşama kavuştular.
Bu gezegende büyük şehirler, hükümet ve saire gibi dünyaya özgü şeyler yoktur. Buradaki insanlar oldukça zeki olduğundan sizin gereksinim duyduğunuz şeylere ihtiyaç duymazlar. Dürbünü eline alıp buradaki insanları biraz seyret! Zira birazdan hareket edeceğiz, dedi. Dürbünü mermer evlerden birine çevirdim. Dünyadaki insanlara benzeyen yaratıklar gördüm orada. Onların bizden farklı noktaları daha çok organa sahip olmalarıydı. Hayretimi Anka'ya söyledim. -Bunda hayret edilecek ne var?
İnsanlar en güzel şekilde yaratılmıştır. Âlemin yapısının, ufak tefek farklılıklar bir yana hemen hemen aynı olduğunu görmüyor musun? İnsan bilincinin ortaya çıkardığı geometrik şekillerle tabiatın eşsiz yaratılışı arasında tam bir uyum vardır. İşte bu, insanın âlemin özü olduğuna; gerçek yaratıcı ile maddî ve manevî bağlarının bulunduğuna en büyük delildir. Daha sonra yeniden sonsuz alanda gezintiye başladık. Yüzlerce, binlerce küçük gezegene, birçok kuyruklu yıldıza, gökyüzünün şose yollarını meydana getiren sayısız yıkılmış âlemlerin kalıntılarına rastladık. Birgün, Himalaya dağlarına tepe dedirtecek kadar büyük ve yüksek dağları olan, acayip bitkileri bulunan, sıcak bir gezegene vardık. Anka: -Burası Jüpiter gezegenidir, dedi. Jüpiter'deki canlıların iriliği ve şekil bakımından garipliği, yeryüzünün ikinci devir fosillerine benziyordu, fakat daha büyüktü. Burada durmadık. Sonunda güneş sisteminin sonuna vardık.
Zira güneşin çekim gücü aklımızın almayacağı bir denge içinde kaybolmuştu. Daha sonra tek ve çift güneşli birçok güneş sistemi, üzerinde bir sürü canlı yaşayan binlerce âlem seyrettik. Bunların yaşam tarzları ve kuruluş şekilleri birbirine benziyordu. Asıl itibariyle aynıydılar. Sonunda bıkkınlık geldi ve durumumu Anka'ya arz ettim. -Yolculuğa çıkalı neredeyse bir yıl oldu. Acaba bu âlemlerin sonuna vardık mı? dedim. Güldü: -Hey çocuk! Âlimlerimizin gezdiği âlemlerden milyonda birini bile görmedik. Heyhat! Milyonlarca sene olanca hızımızla dolaşsak bile kâinatın ancak bir mahallesini gezmiş sayılırız, dedi. -Ya Rab! Ya Rab! Bu nedir? Bu, idraki paramparça eden büyüklük ve genişlik nedir? dedim. -Buna Kaf Dağı derler. Allah'ın yüceliğinin ve büyüklüğünün alâmeti olup, sonsuzdur, dedi. Bu cevap karşısında sustum. Sonunda Anka dedi ki: -Üçüncü dolaptaki şişeden de biraz iç ve bütün cesaretini topla. Korkma! Zira bugüne kadar hiçbir insanın görmediği bir manzara göreceksin. Şu karşımızdaki güneşi görüyor musun?
Bu güneş sizin güneşinizden binlerce kat daha büyüktür. Şimdi onu yakından seyredeceksin. Ve, hızla uçmaya başladı. Dolaptan şişeyi çıkarıp, içindeki sudan biraz içtim. Korku ve titremeler içinde, gittikçe büyüyen güneşe bakakaldım. Güneş ilk önce büyük bir tarla gibi görünüyordu. Sonunda ufku kapladı. Karşımda her türlü düşünce ve hayalin ötesinde bir ateş deryası duruyordu. Biz güneşten hayli uzak ve nur gibi bir havanın içinde bulunduğumuzdan, yüzeyindeki ateş dalgaları dağ gibi görünmekteydi. Fakat güneşin yüzeyine yaklaştıkça alevli dalgaların büyüklüğü, insanın görme gücünün ve vicdanın kuvvetinin üstüne çıkmaya başladı.
Anka dedi ki: -Güneşteki patlamaların meydana getirdiği gürültünün şiddetini hayal etmeye gücün yetmez. Dünyanızda oluşan gök gürültülerini milyon kere büyütürsen, bu konuda yaklaşık bir fikir edinmiş olursun. Anka Kuşu'na geri dönmek istediğimi söylemeye karar verdim.
Zira her biri yüzlerce kilometre yüksekliğindeki bu dalgalar insanın dayanamayacağı bir cehennem gibiydi Sanki o ara o ateş kaynağı, o semavî cehennem titredi. Yüzeyindeki ateş dalgaları birbiriyle çarpışarak bir an için sonu görünmeyen ateş dağlan meydana getirdi. Güneş yarıldı. Yeryüzü büyüklüğündeki bir yarıktan, binlerce kilometre uzunluğunda dalgalar ortaya çıktı. Bu korkunç manzara karşısında büyük bir nâra atıp bayılmışım. Gözümü açtığım zaman kendimi kavuklu zatın kabri üstünden yuvarlanmış, yerde yatıyor gördüm.
Aynalı kahve pişiriyordu. Yanına gittim. Ciddî bir yüzle: -Kaynak bir olduktan sonra pire de, fil de aynıdır. Onun için arif kimseler Anka Kuşu gibi, sonsuzluk sahasında boşu boşuna dolaşmazlar. Boş şeyler bunlar. Bu, vicdanı paramparça eden büyüklük, bu uçsuz bucaksız derya Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü karşısında bir nokta bile değildir. Hele kahveni iç! dedi. Aynalı'nın mübarek ellerini, eşine ender rastlanır bir şekilde ciddî ve samimî bir hürmetle öptüm.
Bana dedi ki: Ey vahdet! Bahr—i bîpâyân! Sensin mevcezen Kesret—i emvac içinde rûnüma sensin yine Bin isim, yüzbin çeşit vermişsen de kendine Her ne dense, asuman, eflâk, ervah-ı beden Yalnız sensin, sen! Dikkat—ü im'anla baksa çeşm—i insan âleme Asumane, kubbe—i minaya, mihr—i en\ere Âlem-i balâya, arşa, bir de bu es/el yere Dürbûn-i marifetle baksa vech-i Âdeme Yâlnız sensin, sen! Sûmbül-ü reyhanda da şevke ve gıylanda da Dilhıraş—ı jeryad—ı arslanın, nevası bülbülün Gonce-i şevk-bahsi, bûy-i ruhnüvazı bir gülün Zerre-i camitte de, en ufak hayvanda da Yalnız sensin, sen! Cümle havâssımda, kalpte, akl-ü vicdanımda Şevk-i aşkla mest-ü bîhuş olduğum demlerde Derdnak yârdan mehcur kaldığım demlerde Hasret—ü firkatle sûzan, bıkar ar canımda Yalnız sensin, sen! Ağuş-ı vuslatımda mehlika lerzan iken Cavidanî bir hayatı sığdırırken âne Bîhuş nigeran olurken kar gibi gerdâne Havi—i ulviyette ruhum valih—ü hayran iken Yalnız sensin, sen!* "Ey Vahdet! Sonsuz deniz!
Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde görünen yine sensin. Kendine bin, yüzbin çeşit isim vermişsen de, gökyüzü, felekler, bedendeki ruh yalnız sensin, sen! İnsanın gözü dikkat ve titizlikle âleme baksa; gökyüzüne, billur gibi kubbeye, nur saçan güneşe, yedi kat göğe, arşa, bir de bu dünyaya baksa; insanın yüzüne marifet dürbünüyle baksa varolan, yalnız sensin, sen! Sümbülde, reyhanda, diken ve gülde, arslarının yürek parçalayan kükreyişinde, bülbülün sesinde, neşe veren goncada, bir gülün ruhu okşayan kokusuda, ufacık bir cisimde ve küçücük bir canlıda varolan yalnız sensin, sen! Bütün duygulanmda, kalbimde, akıl ve vicdanımda, aşkın şevkiyle sarhoş olup kendimden geçtiğim zamanlarda, yârdan ayrı düşüp dertli olduğum sıralarda, hasret ve ayrılıkla yanıp kararsız hâle gelen canımda varolan yalnız sensin, sen! Vuslat kucağımda ay yüzlü güzel titrerken, ebedî bir hayatı bir âna sığdırırken, kendimden geçmiş bir hâlde kar gibi gerdanı seyrederken, ulvî âlemin etrafında hayran bir hâldeyken varolan yalnız sensin, sen!" Kaf ve Anka "Rahman olan Allah, arş'ı kapladı.
" Kuran Onsekiz yaşında, Hint padişahının oğluymuşum. Birgün şehirde bir gürültü duyuldu. Herkes telâşa düşmüştü. Hatta saray halkı bile endişelenmişti. Meşhur bir âlim ve bilge bir hekim olan lalama bu telâş ve endişenin sebebini sordum. Durumu şöyle izah etti: -Şehzadem! Hint ülkesine çoktan beri bir ejderha musallat oldu. Bu ejdarha yedi başlı, yetmiş ayaklı, hiçbir savaş âletinin işlemediği acayip bir zırhla kaplı, ağzından ateş püsküren ve her dilden konuşan müthiş bir mahlûk. Her yedi senede bir gelip bizlere: "Bu kervan nereye gidiyor?" diye sorar, bu soruya kimsenin aklı ermez. Hangi kervanı sorduğu belli değil. Bu soruyu yedi defa tekrar eder. Yedincide de cevap alamayınca, yirmi yaşında olan yedi delikanlı ve yedi bakire kız kendisine kurban olarak verilir. Onları afiyetle yutar. Sonra da: "Yedi sene sonra tekrar geleceğim. Bu sorunun cevabını Kaf dağındaki Anka'dan öğrenebilirsiniz" deyip gider, işte vakit geldi. Yedi yıl geçti. Ejderha bugün gelecek. Biz de istemeye istemeye, kurayla yedi delikanlı ve yedi kız belirleyip ona vereceğiz. Lalamın söyledikleri karşısında şaşırdım. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek istedim. Dedim ki: -Lalacığım! Acaba bu Kaf dağı nerede? Anka da kim? -Şehzadem! Kaf dağı hakkında birçok söylenti var. Yalnız hakikatini bilen ve bu dağı gören hiç kimseye rastlamadık.
Kimilerine göre Kaf dağı, dünyamızı çepeçevre kuşatan zümrütten bir dağ. Kimilerine göre dünyanın tam ortasında, semaya doğru uzanan büyük bir dağ. Fakat bu dağı kimin gördüğünü bilen yok. Oraya nereden gidilir, dünyanın neresindedir? Bunu kimse bilmiyor. Bazıları Kaf dağının varlığını inkâr eder. Dünyada böyle bir dağ yok, derler. Anka'ya da aynı gözle bakarlar. Kaf dağında yaşayan bir kusmuş. Hem de öyle bir kusmuş ki konuşur, milyonlarca seneden beri yaşar, hiç ölmezmiş. Âlim kimselerin bile bilmediği şeyleri bilirmiş. Fakat onu ne gören ne de bilen var. Ejderha o gün gelip alışılageldiği üzere sorusunu sordu. Kimse cevap veremediği için kurbanlarını alıp gitti. Şehir büyük bir mateme gömüldü. Ben bu durumdan son derece müteessir oldum. Geceleri gözüme uyku girmemeye başladı. Sabahlara kadar Kaf dağını ve Anka'yı düşünüyordum. Sonunda kesin bir karar vererek babamın huzuruna çıktım. Memleketimizi ejderhadan kurtarmak için Kaf dağını aramaya çıkacağımı, Anka'yı bulup, bu sorunun cevabını öğreneceğimi söyledim. Babam oldukça âdil ve akıllı bir hükümdar olduğundan, benim bu uğurda ölecceğimi bilmesine rağmen buna engel olmadı.
-Bir görevi üstlenip, onun uğrunda ölmek padişahlara ve oğullara yakışır bir durumdur. Haydi oğlum! Hazırlıklarını tamamla! Ben de ne gerekiyorsa yapayım, dedi. Kararım halka duyurulunca, minnet ve sevinçten sarayın eşiğini öpmeye, başarılı olmam için sabahlara kadar dua etmeye başladılar. Babam, ne kadar âlim varsa hepsini saraya topladı. Onlara kararımı bildirerek ne yöne gitmem gerektiğini sordu. Birçok görüş ortaya atıldı. Uzun tartışmalardan sonra yaşlı ve kamil bir hekim ortaya çıkarak: -Padişahım! Böyle bir yolculuk kalabalık bir şekilde yapılmaz. Bir iki kişi kemerine koyacağı değerli mücevherlerle, gere- kirse sadaka toplayarak senelerce bu yolculuğa devam edebilir. Fakat bir sürü kalabalığın yabancı memleketlerde yiyip içmesi ve rahatça seyahat etmesi mümkün değildir. Öyleyse şehzademizin bu yolculuğa yanına birini alarak çıkması daha doğru olur. ne tarafa gitmesi gerektiğini bilmiyoruz. Bu hususta doğru bir karar vermekten biz de aciziz. Yalnız bunun bir çaresi var. Himalaya dağlarının ötesinde inziva hayatı yaşanan bir yer biliyorum.
orada ilim sahibi, bizim bilmediğimiz pek çok şeyi bilen bir hekim oturmaktadır. Şehzademiz önce onun yanına gitsin. Ona hizmet edip, onun sevgisini kazansın. Daha sonra da bu meçhul yeri ona sorsun. İhtimal ki talih yüzüne güler, dedi. Bu görüş herkes tarafından kabul edildi. Kısa bir süre sonra babam, vezirler, vekiller ve âlimlerle vedalaşarak halkın gözyaşları arasında Hindistan'ın kuzeyine doğru yola çıktım. Yanımda lalamın oğlu Bahadır vardı. Keseme yükte hafif, pahada ağır bir sürü mücevher almıştım. Fakir bir kılıkta yolculuk ediyorduk. Başlangıçta çok sıkıntı çektik fakat zamanla buna alıştık ve Himalaya'nın karlı tepelerini aştık. Uzun bir yolculuktan sonra inziva hayatı yaşayan adamın yerini bulduk. Huzuruna girip, isteğimi kendisine söyledim, durumumu izah ettim. Elini ak sakalına uzatarak düşünmeye başladı. Sonunda dedi ki: -Evlâdım! Biz pek çok şey bilirsek de Kaf dağının yerini bilmeyiz. Yalnız buradan yedi aylık bir uzaklıkta Miset şehri harabeleri vardır. Orada bir kuyu vardır. Ağzı, çok değerli bir taş kapakla kapalıdır. Bu kapak bazen bilinmeyen sebeple açılır. Gidip kuyunun başında bekle. Eğer kısmetin var da kapak açılırsa bir iple kuyuya in. Orada bir delik göreceksin.
Onu takip ederek yürü. İleride bir meydan çıkacak karşına. Meydanın ortasında bir saray vardır. Saraya gir. Gördüğün şeylere hiç iltifat etme. Ne dur, ne dinlen, ne de kork. Üst katta, mermer bir dolap içinde küçük bir sandık bulacaksın. Onu alıp kuyuya dön. Eğer kapak açıksa iple dışarı çık ve sandığın içindeki levhayı oku. İp ve gerekli malzemeleri ayarladıktan sonra hekimin elini öpüp, duasını aldım ve yola koyulduk. Sora sora, sonunda Milset harabelerini bulduk. Aradığımız kuyunun başına oturduk. Bahadır'a gerekli talimatı verdim. Nihayet, oraya gelişimizin kırkıncı gününde kapak açılmaya başladı. Hiç zaman kaybetmeden, Bahadır'la vedalaşıp, kendimi iple kuyuya sarkıttım. Ayaklarımın yere değmesiyle, ipi belimden çözüp deliği aramaya başladım ve buldum. Bir dakikalık bir tereddütten sonra içine girerek yürümeye başladım. İnsanın içine hoşluk veren bir bahçenin ortasında, altından yapılmış bir saray gördüm.
Hemen kapısından içeri girip, yüzlerce odasında ne var, ne yok diye merak edip araştırmaksızın doğruca üst kata çıktım. Odayı buldum. Dolaptan sandığı çıkardım. Azamî hızla kuyuya döndüm Kapak yavaş yavaş kapanıyordu. Bahadır avazı çıktığı kadar bağırıp çağırmakta, kapağın kapanmak üzere olduğunu haykırmaktaydı. Hemen ipi belime bağlayarak, Bahadır'a ipi çekmesini söyledim. Sonunda dışarı çıktım. Birbirimizle kucaklaştıktan sonra sandığı açmak için uğraştık. Binbir güçlükle sandığı açmayı başardık. İçinde çelik bir levha vardı. Üzerinde iki gazel yazılıydı:
SIRRIMDAN BANA HİTAP
Matla—ışems—i hüviyyet menşe—i ekvan benim, Memba— ı mânâ—yi kesret mahzen—i ebdan benim. Ben oyum ki, kendi emrimden yarattım âlemi, Hep şuûnumdur bu mevcut, dehr-i bîpayan benim. Ben oyum ki, lâ-mekâmm, lâ-zamanım, lâ-kuyud, Her zamandan, her mekândan münceli imkân benim. Arş benim, kürsi benim, asuman-ı seb'a benim, Madde-û cevher-ü unsur, camid-û hayvan benim. Nûr-i mahzım, sırr-ı mutlak, nokta-i ıtlak-ı nân, Hem ruhum, hem meldife, Âdemim, insan benim. Ben o zat—ı mutlakım ki, vasf—u fiilimle ayan, Ey!., tîalık-ı zîşan benim, Rahman benim.*
BENDEN SIRRIMA CEVAP
Ben oyum ki, ben dedikçe maksadımdır kudretin, Ben oyum ki, benliğimden zahir olmuş vahdetin. Farzedersem benliğim senden cüdadır ey vücud, Vehm-i mahzım, hiç vücudu var mı madumiyetin. Bir fakirim ki neyim varsa senindir, bense hiç, Fakrı fahrî eldedir ferman-ı vahdaniyetin. Arş—ü kürsi, arz—ü eflâk hep senin emrinle var, Suhf—i ekvan dest—i takdirinle mektup âyetin. Sen o zat-ı bînişansın, lâ-mekânsın, bîzaman, Her ne varsa fi'l-ü evsafın, kemal-i kudretin. "Hakikat güneşinin doğduğu, kâinatın çıktığı yer benim. Çokluğun kaynağı, bedenlerin hazinesi benim. Ben o varlığım ki, âlemi kendi emrimden yarattım. Bu varlıkların hepsi benim çeşitli durumlarımdır, sonsuz zaman da benim. Ben o, varlığım ki ne mekânım, ne zamanım vardır, hiçbir kayıt altında da değilim. Fakat her zaman, her yerde olagelen şeyler yine benim. Arş benim, kürsü benim, yedi kal gök benim. Madde, cevher, unsur, cansız, canlı herşey benim.
Ben sırf nurum; mutlak sır, nun'a konulan noktayım. Ben hem ruhum, hem melekler; Âdem, insan benim. Ben hem sıfatlan, hem de işleriyle besbelli olan mutlak zatım. Ey Hak yolcusu! Şan ve azamet sahibi olan Halik ve Rahman benim." Sen o mevcutsun ki senden bir diğer yok müncelî, Her vücuda oldu kayyum sırr—ı mevcudiyetin. * Bu iki gazelden hiçbir şey anlamamıştım. Üstelik bunlarda Kaf dağına dair birtek harf bile yoktu. Bu durum karşısında büyük bir üzüntüye düştüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Nihayet, Bahadırla uzun uzun konuştuktan sonra doğuya doğru gitmeye ve uğradığımız her yerde Kaf dağını sormaya karar verdik. İki sene kadar çeşitli milletler arasında dolaşıp, yüzlerce beldeye uğradık. Fakat Kaf dağı hakkında sağlıklı bir bilgi edinemedik. Birgün büyük bir şehre vardık. Bir eve misafir olduk. Birkaç gün sonra tellâlların şehrin sokaklarında dolaşarak şöyle bağırdıklarını duyduk: -Ey Ahalî! Her kim Milset harabelerindeki kuyuda saklı bulunan levhayı getirip, âlimlerin reisine verirse, karşılık olarak kendisine üzerinde büyük bir sır yazılı, çok önemli bir levha verilecektir. "Ben öyle bir varlığım ki, "Ben" dediğim zaman bundan kasdettiğim senin kudretindir.
Ben öyle bir varlığım ki, senin vahdetin benim benliğimde ortaya çıkmıştır. Ey Yegâne Varlık! Benliğimi senden ayrı olarak düşünecek olursam, bu sırf kuruntudan ibaret birşey olur. Çünkü yok olanın vücudu olmaz. Ben öyle bir fakirim ki, neyim varsa hepsi senindir.Ben yalnızca bir hiçim. Fakr-ı fahrî (gönüllü yoksulluk) senin tekliğine en büyük delildir. Arş, kürsü, yeryüzü, gökler senin emrinle varolmuştur. Kâinatın sayfalan, senin varlığına ve birliğine delil olup, senin kudret elinle yazılmıştır. Sen, mahiyeti bilinmeyen, zaman ve mekâna muhtaç olmayan yüce zatsın. Var olan herşey senin işlerindir, sıfatlarındır; kudretinin sonsuzluğunu gösteren delillerdir. Sen öyle bir varlıksın ki, senden başka görülen hiçbir şey yoktur. Her yerde kudretinin eseri görülür. Senin varlığının sırrı kâinatın temelidir.
Herşey senin varlığınla vardır." Bu durum dikkatimizi çekti. Levha yanımızdaydı. Zaten onların bir faydasını görmemiş, onlardan hiçbir şey anlamamıştık. Bunun üzerine âlimlerin reisinin huzuruna gidip, aranan levhanın yanımda olduğunu söyledim. Sevincinden boynuma sarıldı. Bendeki levhayı alıp, diğerini bana verdi. Onda da şöyle bir şiir yazılıydı: Alemde meşhud olan bu devran, Tekâmül içindir, kemale doğru. Her nokta cevval, her zerre raksan, Uçup giderler visale doğru. Ekvan, insan koşup giderler, Tutulmaz kapılmaz hayale doğru. insan isen gel matlubu anla, Yorulma, gitme celale doğru. Ufk-i ezelde doğan bir güneş, Gider mi acep zevale doğru? îfâte etme kıymetli vakti, Çevir yüzünü cemale doğru.* Bu şiiri okuyunca hayrete düşüp, meraklandım. Âlimlerin reisine yolculuğumun sebebini anlattım. O da hayrete düştü ve dedi ki: "Alemde görülen bu hareket, kemale ulaşıp, olgunlaşmak içindir. Her nokta ve zerre hareket etmekte olup, hepsi Yaratıcısına kavuşmak için uçarak gitmektedir.
Kâinat ve insan belirsiz bir hayale doğru koşup gitmektedir. Eğer insan isen, gel, arzu edilmeye değer olan şeyin ne olduğunu anla da Allah'ın gazabına sebep olacak yolda yorulma. Ezel ufkunda doğan bir güneş acaba batıp kaybolur mu? Değerli vaktini boşa geçirme! Yüzünü Hak Teâla'nın cemaline çevir." -Çok tuhaf! Ben de bu levhayı Nezarâ harabelerindeki bir kuyudan çıkarmıştım. Fakat mânâsını anlamadığım için istediğim şeye ulaşamadım. Yıllarca seyahat ettim. Sonunda Serendip adasındaki Âdem tepesinde, dünyadan el etek çekmiş bir adama rastladım. Bana: "Milset harabelerindeki levhayı ele geçirirsen istediğine ulaşırsın" dedi. Yıllarca bu harabeyi aradım ama bulamadım. Sonunda büyük bir ümitsizliğe düşerek memleketime döndüm. Her yıl tellâllar vasıtasıyla bu levhayı aramayı âdet hâline getirdim.
Nihayet senin aracılığınla elime geçirmeye muvaffak oldum. Fakat ne yazık ki bu levhalarla da problemimi çözemiyorum. Peki, ya sen? -Ben de aynı durumdayım. Beraberce Serendip'e gidip, Âdem tepesindeki o adamı bulmaya ve elimizdeki levhaları ona göstermeye karar verdik. Uzun bir yolculuktan sonra Âdem tepesine varıp, adamı bulduk. Elimizdeki levhaları ona verdik. Biraz düşünceli, biraz da şaşkın bir tavırla dedi ki: -Demek ki tevfik olmazsa, tarif bir işe yaramıyor. (Bana dönerek) Ey soru soran! Birinci levhadaki şiir Kaf dağını ve Anka'yı bildiriyor. İkinci levhadaki şiir ise ejderhanın sorusunun cevabını içermekte. Bize sonsuz gibi görünen bu dünya, bu varlık kervanı, bu yıldızlar, bu güneşler, bu âlemler, sınırsız bir boşlukta, Rahman olan Allah'ın arşı içinde, yeri ve mahiyeti bilinmeyen eşsiz bir sırra, aşk nuruna doğru uçup gidiyor. Bu yolculuk, bu dur durak bilmeyen hareket ezelî ve ebedîdir. Böylece reisin problemi de halloldu. Elini öpüp, sevinçli bir şekilde memleketlerimize gitmek üzere yola çıktık.
Yolun yarısında reisle vedalaşıp, ayrıldım. Bahadır ve ben üç ay sonra şehrimize ulaştık. Şehre gelişimiz ejderhanın geleceği günün bir gün öncesine rastladı. Babam yaşlanmıştı. Halk büyük bir üzüntü içinde ertesi günü bekliyordu. Ben ve Bahadır yedi yıl süren bu yolculukta çok değişmiş, tanınmaz bir hâle gelmiştik. Bahadır'ı babama gönderip: "Ejderhanın sorularını cevaplayacak bir derviş geldi. Sabahleyin bütün halk şehir dışına çıksın. Şenlik hazırlıkları yapılsın" şeklinde bir haber yolladım. Babam sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı. Âlimleri ve vezirleri toplayarak onlarla konuşmuş ve ertesi gün şehir dışına çıkılmaya karar verilmişti. Tan yerinin ağarmasıyla birlikte halk kalabalıklar hâlinde şehir dışına çıkmaya başladı. Ben de Bahadır'ı yanıma alarak padişahın huzuruna çıktım. Bana çok büyük iz-zetü ikramda bulundular.
Babam, ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Derken korkunç ejderha göründü. Halkın toplanmış olduğunu görünce şaşırdı: -Vay, vay! Benimle savaşmayı mı düşünüyorsunuz yoksa. Ağzımdan çıkaracağım küçücük bir ateşle hepinizi kül ederim, diye bağırdı. Ejderhaya gönderilen bir elçi, buraya toplanmaktaki amacın savaş olmadığını, soruya cevap verecek bir adamın ortaya çıktığını bildirdi. Ejderha: -Yollayın bakalım o adamı bana, dedi. O sırada ben yerimden kalkıp, ejderhanın karşısına çıktım. -Ey insanoğlu! Eğer soruma cevap veremezsen seni yerim. Ayrıca yedişer değil, yetmişer erkek ve kızı kurban ederim iyice bilesin, dedi. Bu durum padişaha bildirildi. Padişah biraz tereddüt ettikten sonra kendisine garanti vermem üzerine, buna razı oldu. Ve ejderha klâsik sorusunu sordu: -Bu kervan nereye gidiyor? Herkesin ruhu âdeta bedeninden çıkmış, iki dudağım arasından çıkacak söze doğru uçmaya başlamıştı.
-Ey beyinsiz ifrit! Olgunlaşmaya ihtiyaç duyan bu kâinat, her daim yürümeye mahkum bu kervan, hayal bile edilemeycek eşsiz bir sırra, herşeyi kendine çeken Hakk'ın cemalinin nuruna doğru gitmektedir, dedim. Ejderha bu cevabı işittiği zaman akıllara durgunluk veren korkunç bir nâra atarak silkindi. O sırada, onbeş-onaltı yaşlarında, melek yüzlü bir kız şekline döndü. Bu durum karşısında herkes son derece şaşırdı. Kız yanıma gelerek bana dedi ki: -Ben Allah'ın kudretiyle yaratılmış yaratıkların en güzeliyim. Ve, her zaman onaltı yaşındayım. Yalnız kaderin cilvesiyle ejderha oldum. Bu durumdan kurtuluşum sorduğum soruya doğru cevap verilmesine bağlıydı. Siz bu sorunun cevabını verdiniz. Böylece beni o çirkin görüntüden, birçok insanı da benim şerrimden kurtardınız. Artık sizin cariyenizim. Size hizmet etmek benim için büyük bir mutluluktur efendim! Herkes sevincinden göklere uçuyordu. Askerler halka susmalarını söyledi. Ve, padişah konuşmaya başladı: -Sevgili halkım!
Bu fazıl ve kâmil delikanlı sizleri büyük bir dertten kurtardı. Size daha büyük hizmetlerde bulunacağına eminim. Saltanat yükünü şimdiye kadar taşımamın sebebi, yerime geçmeye lâyık birini bulamamamdı. Bildiğiniz gibi zavallı oğlumu da kaybettim. Bu asil genci bize Allah gönderdi. Onun aracılığıyla sizi kurtardı. Ben de yerimi ona bırakıyorum. Allah, tacını ve tahtını ona mübarek etsin! dedi. Beni yanına çağırdı. Kucakladı. Sonunda dayanamadım ve ellerine sarılarak: -Babacığım! Oğlunu tanıyamadm mı? dedim. Babam bir sevinç çığlığı atarak bayıldı. Herkes, benim, kendilerini kurtarmak için yolculuğa çıkan şehzade olduğumu anladı. Halkın sevinci doruk noktasına çıkmıştı.
Herkes birbirini kucaklayıp, tebrik ediyordu. İfrit kılığından kurtulmuş olan peri kızıyla evlendim. Bizim düğünümüzle, ejderha için ayrılmış yedi erkek ve kızın düğünleri birlikte yapıldı. Babam inzivaya çekildi. Ben de Bahadır'ı vezir tayin ederek, memleketi idare etmeye başladım. Bir cuma günü atla gezintiye çıkmıştım. Nasıl olduysa atın ayağı sürçtü. Ben de yere düştüm. Ve, uyandım... Azamet Deryası "İlim bir noktadır. Fakat onu cahiller çoğaltmıştır" Hz. Ali Bugün Aynalı Baba çok neşeliydi. Hatta ne kadar sevinçli olduğunu herkese göstermek için külahına kocaman bir ayna parçası, zırhına da iki san teneke eklemişti. Bir müridin, şeyhine karşı hürmet duygularıyla dolu olduğu gibi, Aynalı'ya karşı iyi hislerle dolu olduğum için, cübbesinde teneke parçaları değil de kocaman bir gaz tenekesi taksa bile ona saygımdan en ufak bir eksilme olmazdı. Ona niçin bu kadar neşeli olduğunu sordum.
Cevaben dedi ki: -Bizim Berber Hacı Molla'yı bilirsin. Kedisi doğurmuş. Hem de nur topu gibi beyaz ve çok sevimli bir yavru!.. -Afedersiniz azizim! Hacı Molla'nın kedisinin doğurmasına bu kadar sevinmenizin sebebini anlayamıyorum. -Bunda anlaşılamayacak birşey yok. Sağ salim doğum yaptığı için biz bugün şenlik yapacağız. -Bir kedi yavrusu için şenlik yapmak ha! Bu çok muhterem yavruya isim verildiği gün de merasim yapılacak mı? -İsmi konuldu. Hacı Molla her ne kadar ismini... İnsanların yüzbinlerce sene yeni kelimeler türetmek için uğraşmasına rağmen hâlâ gerektiği kadar kelimenin olmayışı tuhaf değil mi? Biraz aptallaşmıştım. -Ne gibi efendim? -Yavrunun annesinin ismi Pamuk. Yavruya da "Pamuk" ismini vermek fazlaca tekdüze olacaktı. Fakat Hacı Molla yavruya da, beyazlık ifade eden bir isim koymak istiyordu. Tam dört saat tartıştık. "Kar" koyalım dedik, biraz soğuk kaçtı. "Beyaz" ismi de tekrarlanmaya pek müsait değildi. "Sefît"i de Hacı Molla kabul etmedi.
Çocukken coğrafya dersinde Bahr-i Sefît (Akdeniz) yüzünden dayak yediği için bu kelimeden nefret ediyordu. "Ak" isminin konulmasını teklif ettim. Molla kızdı, "Yavruyu: "Ak! Ak! Ak!" diye çağırdığım zaman herkes beni ördek zanneder" dedi. Pamuğun Farsça karşılığı olan "Pembe" olsun dedim. Hacı Molla "beyaz bir kediye kırmızı demek olmaz" diyerek bunu da reddetti. Sonunda yavrunun adını "Zararsız" koyamaya karar verdik. Gülümseyerek dedim ki: -Tamam, şenlik yapılacak. Bir kedi yavrusu için... -Azizim! İnsanlar mantığı, kendi söyledikleri doğru görünsün diye icat etmişlerdir. Şimdi sana desem ki, "falan memleketin kralının bir oğlu dünyaya geldi. O millet şenlik yapıyor." Bu duruma hiç şaşırmaz, belki de bunu son derece normal bulursun. Fakat bir düşün! Birinci olarak, bu çocuğun yaşayıp yaşamayacağı meçhul; ikinci olarak, iyi birisi olup olmayacağı meçhul; üçüncü olarak, insan olduğu için iyiye değil de kötüye meyletmesi ihtimal dahilinde; dördüncü olarak, kral çocuğu olduğu için kibirli, zalim, bencil, hatta cahil olması bile olası.
Bu özelliklere sahip olma ihtimali yüksek bir çocuk için şenlik yapılmasını normal karşılarken, Zararsız'ın dünyaya gelişine, iki kişinin sevinmesini niçin garipsiyorsun? Alayları bile hikmetli bir ders niteliğinde olan bu garip adama, ister istemez hayranlık duyuyordum. Derken Aynalı neyi üflemeye başladı: Ey dil! Cihanda sen şulezensin, Meçhulü her an tayin edensin, Âyine eşya, manzur sensin! Vahdetle herşey maruf-ı vicdan, Vicdanla âlim eşya-yı insan, Âyine eşya, manzur sensin! Bâtın tecelli eyler şuûnda, Zahir taayyün eyler butunda, Ayine eşya, manzur sensin! Elvah-ı kevnin tevhidi sensin, Ayât-ı Hakk'ın tecvidi sensin, Âyine eşya, manzur sensin!* Daldığım uykudan tellâlların sesiyle uyandım. -Cabilsa şehrine** giden kervan akşam yola çıkacak. Yolcuların akşama kadar kervana katılması gerekmektedir. Taberi Tarihi'de böyle acayip bir şehrin bulunduğunu okumuştum. Fakat coğrafya kitaplarında bu şehrin ismi geçmiyordu. Sonunda, bu şehrin hayal mahsulü olduğuna hükmetmiştim.
Şimdi ise bu şehre kervan gidiyordu. Kafam acayip bir meseleyi çözmekle uğraşırken, daha acayip birşey dikkatimi çekti. İçinde bulunduğum odanın tavanı ve duvarları gümüştendi. Acayip bir ses çıkararak ayağa fırladım. Karşımdaki aynada kendimi gördüm Bu sefer çıkardığım ses, yalnızca hayret çığlığı değildi; "Ey gönül! Şu cihanda parlayan sensin. Bilinmeyeni her an belirli kılan sensin. Eşya bir aynadır. O aynada görülen sensin! Vicdan herşeyi vahdet sayesinde bilmektedir. İnsan eşyayı vicdan ile tanımaktadır. Eşya bir aynadır. O aynada görülen sensin! Hadiselerde varlığın iç yüzü görünmektedir. Varlığın dış yüzü de iç yüzü sayesinde ayırt edilebilmektedir. Eşya bir aynadır. O aynada görülen sensin! Kâinat levhalarının bir araya getirilmiş hülasası sensin. Hakk'ın âyetlerinin tecvidi sensin.
Eşya bir aynadır. O aynada görülen sensin!" "Batının en uzağında bulunan, bir tane kapısı olan efsanevî bir şehir. Tasavvufta, insanın ulaşması gereken en son hedefi ifade eder." [Haz.J hayret, hiddet, üzüntü ve can sıkıntısından kaynaklanan, ta canevimden gelen bir feryat idi. Nasıl bağırmazdım ki, alnımın ortasında bir tek göz görüyordum. İki kolumun yerine göğsümden çıkmış bir kol vardı, ayağım da tekti. Gerçi bu tek ayakla yürüyebiliyor, daha doğrusu zıplayabiliyorsam da, eski yürüyüşümü anımsayınca bu tarz bir yürüyüşü fazlasıyla çirkin buluyordum. Tek kolum ve tek gözüm de oldukça canımı sıkıyordu. "Ya Rab! Bu ne hâl, bu nasıl iş?" diye düşünürken kapı açıldı. Seke seke, içeri bir kadın girdi. -Kervan kalkıyor. Herşey hazır. Haydi artık vedalaş, dedi. Bunun üzerine gümüşten yapılmış evden çıktım.
Dışarı çıkınca bütün şehrin gümüşten olduğunu gördüm. İki ayaklı bir eşeğe binerek, şehrin dışındaki kervana yetiştim. Herkes benim gibiydi. Yanıma yaklaşan birine Cabilsa şehrine kaç günde varabileceğimizi sordum. -Yedi senede, cevabını verdi. İki ayaklı bir eşekle, yedi sene yol gitmek her babayiğidin harcı değildi doğrusu. Arkadaşıma tekrar sordum: -Buranın adı ne? -Cabilka.* Kendi kendime: "Vay, vay! Taberi Tarihi'nde okuduğum fakat coğrafya kitaplarında ismi geçmeyen iki şehirden biri. İşin tuhaf tarafı ben de bu şehrin halkındanım.
Öbür şehre gidişim de zaten oldukça garip" diye düşündüm ve arkadaşıma: -Cabilsa şehrine niçin gidiyoruz? diye sordum. -Oraya gideceğimize dair hakimlerin hakimine dilekçe vermedik mi? -Verdik mi? "Uzak Doğu'da bulunan, bir tane kapısı olan efsanevî bir şehir. Tasavvufta, insanın Allah'a yönelişinin ilk durağını ifade eder." [Haz.] -Elbette! -Niçin dilekçe verdiğimi bir türlü hatırlayamıyorum. -İşte bu çok garip! İki gözlü, iki kollu, iki ayaklı olmak için dilekçe verdik. Bunu duyunca neredeyse sevincimden çığlık atacaktım. Bir anda, oraya gitmek için her türlü sıkıntıya katlanmaya karar verdim. Lâfı uzatmayalım. Tam yedi sene sonra Cabilsa'ya ulaştık. Bu şehir altından yapılmıştı. Oradaki halkın hepsi bizi karşılamaya geldi.
Herkes: -Maşallah, maşallah! İşte tek gözlü kalmaya razı olmayanlar, tek ayakla gezemeyenler, tek kolla kalmak istemeyenler! diyordu. Cabilsa şehrine gelişimizle büyük bir şenlik başladı. Kırk gün, kırk gece devam etti. Sonunda ak sakallı bir ihtiyarın yönetiminde "Cennet-i lrfan"a gittik. Burası, Cabilsa şehrinin bir mil ötesindeydi. Cennet-i İrfan'ı tarif etmem imkânsız. Fakat her hayalin ötesinde olan bir müşahedeyi söylemek zorundayım. Buranın batısında bir deniz vardı. Bu deniz bir bahçenin kenarından başlıyordu. Fakat yüzeyi bahçeyle aynı seviyede değildi. Sonsuz bir yüksekliğe sahipti ve ucu bucağı görünmüyordu. Denizden bu bahçeye bir damla bile su sıçramıyordu. Sanki bahçe ile deniz arasında görünmeyen bir Çin Seddi vardı. Durgun, sessiz ve sonsuz olan bu denizin manzarası insanın tüylerini ürpertiyordu. Cennet—i İrfan'da zevk—ü sefa içinde sayısız günler geçirdikten sonra bir gün, "Tecelli Şelâlesi"ni görmeye gittik. Şimdi söyleyeceğim şeyi akla ve hayale sığdırmak mümkün değildir.
Bu uçsuz bucaksız denizden cennete bir şelâle akıyordu. Azamet denizinin bu şelâlesinin adı "Tecellî Şelâlesi"ydi. Bu şelâleden akan sular bir fındık kabuğunun içine giriyor ve kayboluyordu. Akıl ve fikre durgunluk veren bu manzara karşısında ben ve arkadaşlarım şaşırıp kaldık.Birazcık aklım başıma gelince: -Ya Rab! Bu ne hâl! Bu uçsuz bucaksız deniz, bir fındık kabuğunun içine sığıyor ve onu doldurmuyor. Bu nasıl iş Ya Rabbi! dedim. Rehberimiz bu sözleri işitti ve bana dedi ki: -İşte gördüğünüz gibi bu azamet denizi, kibriya girdabında sanki yokmuşcasına kaybolup gidiyor. Ezelden beri, bu sonsuz denizin suyu kibriya girdabına akıyor... Bu hayret verici sırrın etkisi altında kendimizden geçmiş, aptallaşmıştık. O sırada rehberimiz yeniden konuşmaya başladı: -Şimdiye kadar hiç duymadığınız bir gürültü duyacaksınız biraz sonra. Tecellî Şelâlesinin gürültüsünü...
Sakın korkmayın! Kısa bir süre sonra büyük bir gürültü duyarak ölü gibi yere serildik. Bir müddet sonra kendimize geldik. Bir de baktık ki, ellerimiz ve ayaklarımız iki tane olmuş. Sevinçten birbirimizin boynuna sarılıyorduk. O sırada uyandım. Aynalı bir yandan neyi üflüyor, bir yandan da şiir okuyordu: Hep ikilik birlik için Bak, iki göz bir görüyor! Birlik ise dirlik için Bak, iki göz bir görüyor! Ruh-u cesed, arş-u felek İns-ü peri, cinn-ü melek Birlik için hep bu emek Bak, iki göz bir görüyor! Şirkten eyle hazer Vaktini boş etme güzer Âleme bir eyle nazar Bak, iki göz bir görüyor! Sende seni, sende seni Bil ki budur "allemenî" Birleye gör can-u teni Bak, iki göz bir görüyor!* "ikilik birlik içindir. Bak, iki göz bir görüyor! Birlik ise dirlik içindir. Bak, iki göz bir görüyor! Ruh, ceset, arş, felek, insan, peri, cin, melek...
Tüm bunlar birlik içindir. Bak, iki göz bir görüyor! Allah'a ortak koşmaktan sakın. Vaktini boş yere geçirme. Âleme bir bak. Bak, iki göz bir görüyor. Sen, kendini kendinde bil. "Bana öğretti" sözünün anlamı budur. Ruh ve bedeni bir olarak gör. Bak, iki göz bir görüyor!" Sonsuz Bilmece "İlimde derinleşenler 'biz ona inandık' der." Kuran Gözümü yumduğum zaman kendimi bir medresede, büyük bir üstadın karşısında buldum, içeride birkaç yüz talebe vardı. Bir ara elimi başıma götürdüm. Bir de ne göreyim tepemde kuyruk gibi bir saç var. Bu durum karşısında bir Çinli olduğumu anladım. Daha başka şeyler de anladım: Ben, Nankin şehri halkından olan, ilim ve marifet peşinde koşan bir gençtim. Çin'i baştan başa dolaştığım hâlde, kafamdaki problemleri çözemediğim için yolculuğumu Hindistan'a kadar uzatmıştım. Hindistan'da bir sürü meşhur âlimi dolaşarak problemimi halletmeye çalıştım.
Fakat hiçbiri sadra şifa olacak bir yanıt veremedi. Sonunda bana, Brahmanlar içinde parmakla gösterilen, fazilet sahibi, dünyadan elini eteğini çekmiş bir âlimi tavsiye ettiler. Hindistan'ın kaplan, yılan ve binbir türlü zehirli otlarla dolu olan ormanlarından birindeki bir mabette yaşayan Brahman'ı buldum. İşte şu anda onun ilk dersinde bulunuyordum. Brahman, uzun bir süre suskun kaldıktan sonra, mezardan gelen iniltiye benzeyen bir sesle konuşmaya başladı. -Ey Çinli Talebe! Nedir problemin? Neyin peşindesin? -Sonsuz bilmeceyi çözmek istiyorum. O an, talebeler şaşkınlık içinde birbirlerinin yüzlerine baktılar. Anlaşıldığı kadarıyla hepsinin isteği buydu. Brahman tekrar konuşmaya başladı: -Hangisini? -Hangisini mi? -Evet, hangisini? -Ruhun hakikatini. Bunun üzerine Brahman sustu. Zaten cenaze yüzü gibi solgun ve hareketsiz olan çehresi büsbütün donuklaştı. -Ruhu, yaşayanlar bilemez. Ölmeye razı mısın? dedi. -Evet! -Yanıma gel! Yanına gittiğimde kulağıma şunları söyledi: -Elinden geldiği kadar nefesini tutacak, sürekli "om, om, om" diyeceksin.
Haydi seni halvethaneye götürsünler. Brahman'ın emri üzerine beni alıp halvethaneye götürdüler. Burası bir adam sığacak kadar dar ve karanlık bir odaydı. Orada akşama kadar "om, om, om" diye zikrettim. İçimde, tarifi imkânsız bir sıkıntı vardı. Karnım da çok acıkmıştı. Odanın kapısı kapalıydı. Dışarı çıkmak için birkaç defa kapıya vurdum. Fakat kimse aldırmadı. Nihayet uzun bir süre sonra bir hizmetçi geldi. Beni beş dakika dışarı çıkardı. Bir avuç kavrulmuş mısır ve bir fincan da su vererek: -Her ne kadar bunlar nefsi güçlendirecek şeylerse de riyazete alışkın olmadığın için, birkaç gün verilmeye devam edecek, dedi. Yedi sene bu halvethanede kaldım. İlk önceleri günde bir verilen bir avuç mısır daha sonra iki günde bir, daha sonraları üç günde bir verilmeye başlandı. Aradan beş sene geçince haftada bir verilen bir avuç mısırla ve onbeş-yirmi günde bir verilen bir fincan suyla yetinmeye başladım. Yedi sene dolunca Brahman'ın huzuruna götürüldüm. Yüzlerce brahman ve binlerce talebe toplanmıştı. Bu süre zarfında tuhaf bir hâle gelmiştim. Kendimi havada uçuyor gibi hissediyordum.
Son derece dikkat etmedikçe, eşyayı göremiyordum. Farklı renkleri algılayamıyordum. Başka bir tuhaflık daha vardı üzerimde. Bir şeye sürekli baktığım zaman, o şey yavaş yavaş yok oluyordu. Kendimi bir cisim ve madde olarak hissetmiyordum, sanki yalnızca kuvvetten ibarettim. Yüzüne baktığım kimselerin, içinden geçenleri okuyabiliyordum. Brahman'ın huzuruna girince yanına gidip, elini öptüm. Bu kadar basit bir hareket karşısında büyük bir gürültü başladı. Herkes "Evim, Evim, Brahma, Brahma" diye bağınyordu. Etrafıma baktığım zaman bu yaygaranın sebebini anladım. Brahman ve ben havada duruyorduk. Brahman elimden tuttu. Havada yürüyerek duvara kadar geldik ve duvarın ötesine geçtik. Duvar yarıldı da öyle mi geçtik, yoksa yoğunluğunu mu kaybetti, bunu bilmiyorum. Odaya girdiğimizde Brahman sordu: -Şimdi sonsuz bilmeceyi çözdün sanıyorum. Ruhun ne olduğunu anladın mı? -Hayır! Anlamadım. -Yüce Brahma! Kendinin ruh olduğunu hâlâ anlamadın mı? -Ben! Ben mi ruhum? -Yüce Brahma! Havada uçtuğun, duvardan geçtiğin hâlde, hâlâ bundan şüphe mi ediyorsun?
-Şüphe mi? Şüphem yok. Kendimin ruh olmadığından eminim. Bir cesedim ben. Ve, yann bu ceset dağılacak. Ve, benliğim bir hiç olacak, yani ben diye birşey olmayacak. Brahman bir nâra attı. Birkaç defa: "Yüce Brahma!" dedi ve yere düşerek öldü. Ben büyük bir telâş içinde Brahman'ın cesedinin üzerine kapandım. Vücudu buz gibi soğuk, kalbi hareketsizdi. Buna rağmen gözlerini açtı ve neredeyse işitilmeyecek kadar cılız bir sesle: -Ruhu anladın mı? diye sordu ve gözlerini kapadı. Ben henüz "hayır" bile diyememiştim ki insanın yüreğini ağzına getiren bir kahkaha duyuldu. Başımı kaldırdığımda, yerde yatan Brahman'ın, havada duran bir benzerini gördüm. Bana: -Ruhu anladın mı? dedi. Tam cevap verecektim ki kapı açıldı ve birisi içeri girerek: -Sizi çağırıyorlar Efendim! dedi. Onun peşisıra gittim. Odaya girdiğimde, Brahman'ın kendine ait yerde oturduğunu gördüm. Beni yanına çağırıp: -Ruhu hâlâ anlamadın mı? dedi. -Hayır, anlamadım. Lütfedip anlatırsanız... -Anlatmak! Anlatmak mı? Görmedin mi ki? -Evet, gördüm. Fakat birşey anlamadım. Birşeyi görmek onu anlamak için yetmiyor. -Ya? -Olmak lazım. -Ah!.. Ah!.. Olmak, olmak! işte bu mümkün değil. -Niçin? -Çünkü olmak için ilk önce olmamak gerekir. Benim ilmim bu kadardır.
Sen bu kadarıyla yetinmedin. Şimdi tek çıkar yol kaldı. Ebedî hayatını feda edecek güce sahip misin? -Ebedî hayatımı feda ettiğim zaman ruhu bilmek bana ne kazandıracak? -Hiç! Madem ki hiç olacaksın, elbette bir kazancın olamaz. -Ebedî hayatta bize ne vaadedilmiştir? -Brahma, dostlarına sonsuz bir mutluluk müjdeliyor. -Bu ebedî hayatta, bendeki şu ruhu bilme düşüncesi devamlı kalacak mı? -Bundan şüphe yok! Bütün varlığınla baki kalacaksın. -Öyleyse bu dehşetli ebediyeti feda ediyorum. Ya Rabbi! Beni bir an bile rahat bırakmayan bu endişeyle ebediyyen yaşamak istemem. İstemem. İstemem. -Öyleyse gel! Brahman beni elimden tutup bir odaya götürdü. Çekmecelerin birinden bir liste çıkardı. Bunda yedi kişinin ismi yazılıydı. Bana dedi ki: -Yedi bin sene içinde, marifet bilgisine sahip olmak için ancak yedi kişi ebedî hayatını feda etmiş. Sen sekizinci oluyorsun.
İsmini buraya yaz. İsmimi bu kâğıda yazdım. Brahman tekrar dedi ki: -Nur Dağı'na git! Probleminin çözümünü orada bulacaksın. Bunun üzerine Nur Dağı'na doğru yola çıktım. Kâh yürüyerek, kâh havada uçarak bu dağa vardım. Dağın eteğinde, bu fanî dünyaya yeni gelmiş bir çocuk yolun ortasında yatıyordu. Bu zavallı yavruyu oraya kimin bıraktığını düşünerek ve de anne-babasını görmek ümidiyle etrafı kolaçan ederek çocuğa doğru yürüdüm. Yanma yaklaştığımda çocuk bana: -Ey Marifet Yolcusu! Ey kalbi endişeli kimse! Safa geldin! dedi. Yeni doğmuş bu çocuğun konuşmasına şaşırmakla beraber cevaben dedim ki: -Bu yaşta, daha doğrusu yaşına bile basmadan konuşuyorsun ha! Ne tuhaf çocuksun sen. -Yalnızca konuşabildiğimi sanma sakın. Aynı zamanda çok gevezeyimdir. Öyle gevezeyimdir ki, sen sormadığın hâlde şimdi sana ismimi söyleyeceğim. Bana "Marifet" derler. -Ben, sonsuz bilmeceyi çözmek ümidiyle buraya geldim. - Bunun için ebedî hayatını feda ettin değil mi? İçindeki endi şeden kurtulmak istiyorsun. -Evet, bu endişe...
-Zavallı deli! Bu endişe bütün kâinatın daimî endişesidir. Bu endişeden hiçbir ferdin, hiçbir zerrenin kurtulması mümkün değildir. Zira bu endişeden kurtulmak için gereken şartları yerine getirmeye kimsenin gücü yetmez. -Neymiş bu şart? Ben bunun için ebedî hayatımı feda ettim. Bundan daha ağır bir şart olacağını zannetmiyorum. -Öyle mi sanıyorsun? Kanaatimce, ruhu bilmek için bu şart yeterli olsaydı, pek çok kimse ruhu bilebilirdi. Fakat özel şartını... -Nedir bu özel şart? - Yokluk ve varlığın birtek şey olduğunu ispat etmek!.. Bu özel şartı duyunca derin bir ah çektim. Ve, gözlerimi açtım. O sırada Aynalı'nın güleç ve sevimli yüzüyle karşılaştım. Ve ona dedim ki: Yoklukla varlığın birtek şey olduğunu kim ispat edebilir? Bunu söylemek bile bir deliliktir. Hâl böyleyken, bunu kim ispat edebilir? -Kim mi? dedi Aynalı Baba. Bilmekle bilmemeyi bir tutan deliler. Ulular Meclisi "Yolları ne var ayrı ise hep sana aşık Her birisi bir yol ile gülzâra gelirler." Niyazi-i Misil Bugün Aynalı'mn hâlinde bir durgunluk, bakışlarında biraz hüzün vardı.
Uzun süre sessiz kalıp, düşüncelere daldık. Ben seyrettiğim garip manzaralan düşünüyor, insanların fikirlerinin bu kadar değişik ve çok oluşuna şaşırıyordum. Aynalı'mn konuşmaya başlamasıyla düşüncelerden sıyrıldım ve kendime geldim. -Ben yalnızca ney değil, saz çalmasını da bilirim. Aslında bütün çalgıları çalmasını bilirim. Bugün sana biraz saz çalayım. Kulübesine girip bir saz getirdi. Kalenderâne bir taksimden sonra okumaya başladı: Zahid bize ta'n1 eyleme Hak ismi okur dilimiz Sakın efsane söyleme Hazrete gider yolumuz. Erenlerin çoktur yolu Cümlesine dedik beli2 Ko desinler bize deli Usludan yeğdir delimiz. ' Ta'n: Kınamak 2 Beli: Evet Muhyi3 sana da ola himmet Âşık isen canan minnet Elif Allah, mim Muhammed Kisvemizdedit4 dallımız.5 Dalmışım... Büyük bir sarayın içinde, çok küçük bir pencerenin önünde bulunuyordum.
Bu pencereden, içine binlerce kişinin sığabileceği genişlikte büyük bir oda görüyordum. Odanın duvarları, benim pencerem gibi küçük pencerelerle doluydu. Herbirinin önünde bir kişi oturmuş, odayı seyrediyordu. Odanın içinde, zümrüt ve yakuttan yapılmış kürsülerin üstünde, başlarında taç olan, çoğunun yüzü peçeli, heybetli ve ağırbaşlı kimseler oturuyordu. Kürsülerin ortasında, oturan zatın biri ayağa kalkıp: -Beşeriyet gelmiş. Bize bir soru soracakmış. Uygun bulursanız gelsin, dedi. Orada bulunanlar uygun bulduklarını söylediler. Konuşma yapan zatın emri üzerine Beşeriyet'i odaya aldılar. "Beşeriyet" adındaki bu adam sakat ve sefil bir zavallıydı. Üzerindeki eski püskü elbiseleri ve sararmış yüzü, meclisin durumuyla büyük bir tezat oluşturuyordu. Başkan vekili ona: -Ey Beşeriyet! Otur, rahat et ve sorunu sor! dedi.
Fakat Beşeriyet oturmadı ve dedi ki: -Oturmak, rahat etmek mi? Yazık! Yüzbinlerce senedir oturup, rahat edecek zamanın oldu mu diye bir sorun hele. Bir taraftan geçim derdi, diğer taraftan hastalıklar rahat etmek için vakit mi bırakıyor? Bu kadar sefil olmama rağmen, yine de intihar edemiyorum. Ben alçağın biriyim. Bunları söylerken hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Bu durumdan son derece etkilenen meclisi hazin bir sessizlik kaplamıştı. Muhyi: Hidayet veren Allah 4 Kisve: Elbise 5 Dâll: İşaret Bütün üyeler zavallı Beşeriyetin acısını paylaşıyormuş gibi görünüyordu. Başkan vekili: -Bu çok büyük bir mesele. Çözüme kavuşturulması başkanın gelmesine bağlı, dedi. O sırada Beşeriyet dedi ki: -En azından bu kadar sefalete niçin katlandığımı, neden intihar etmediğimi anlasam.
Meclistekilerden biri ayağa kalkıp: -İzin verirseniz şu zavallıyı teselli edeyim, dedi. Meclisin uygun görmesiyle, şunları söyledi: Ya Rab! Hayatta nedir bu lezzet? Hayata rabteden bu garip kuvvet! Hayat ki bîbeka1 pür derd-ü keder,2 Yine emel o, nedir bu hikmet? Bir an bırakmaz insanı rahat, Bin türlü âlâm,3 derd-i maişet, Çocukluğunda ağlar beşikte, Feryatla geçer o vakt—i ismet, Civanlığında bin türlü âmâl,4 Şeyhudetinde5 bin türlü minnet, Vakt-i ecelde mazı bir an, Bir an için mi bunca sefalet! Hatifi6 bir ses verdi cevabı, Dedi: Hayatta bu zevk—ü kıymet, Âkiller için seyr—i bedayi,7 Câhiller için yemekle şehvet. 1 Bîbeka: Ebedi olmayan, sona olan. 2 Pür derd-ü keder: Dert ve keder dolu. 3 Âlâm: Acılar. 4 Âmâl: Emeller. 5 Şeyhuhet: İhtiyarlık. 6 Hatif: Gizli 7 Bedayi: Güzellikler Beşeriyet derin bir ah çekti ve: -Doğru, Doğru!..
Lütfen bana söyleyin, merhamet edin. Madem ki hayattan tiksiniyorum, ama onsuz da yapamıyorum. Öyleyse saadetin ne olduğunu bana söyleyin, dedi. O sırada başkan geldi. Meseleyi anladı ve oradakilere: -Haydi bakalım, şu zavallının sorusunun cevabını verin! dedi. Oradakilerin bazıları şu şekilde cevap verdiler: Hz. İbrahim: -Saadet; çalışıp kazanmak ve kazanılanları başkalarıyla paylaşmaktadır. Hz. Musa: -Saadet; nefsi, Firavun'un tutkuları gibi tutkulardan kurtarmaktadır. Hz. Adem: -Saadet; şeytana ve Havva'ya uymamaktadır. Konfıçyüs: -Bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktadır. Platon: -Daima yüce şeyleri düşünmektedir. Aristo: -Mantık! İşte saadet! Zerdüşt: -Saadet, karanlıkta kalmamaktadır. Brahma: -Saadet mi? Zannedilen şeyin aksidir. Hz. İsa: -Saadet; Maziyi unutmak, içinde bulunulan anı iyi değerlendirmek, geleceği düşünmemekle mümkündür.
Lokman Hekim: -İnsanlar bu kelimeyi bütün dertlerini bir sözle ifade etmek için icat etmişlerdir. Hızır Aleyhisselâm: -Saadet, tutkuların giremediği gönüllerde aniden görülen bir hayalettir. Bu sözler üzerine Buda öfke ile ayağa kalkıp: -Ey Beşeriyet! Saadet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. Nirvana! Ey Beşeriyet! Nirvana! dedi. Sonunda Beşeriyet yorgun bir hâlde yere düşüp: -Oooff! Hangisi? Hangisi? diye söylendi kendi kendine. İşte o zaman Başkan* ayağa kalktı ve: -Ey Beşeriyet! Saadet, hayatı olduğu gibi kabul edip, insana yüklediği yüklere razı olup, bunun daha iyi olması için gayret etmektir, dedi. O sırada Beşeriyet ayağa kalktı ve: -Ey Fahr-i Âlem Efendimiz! Beşeriyet'in dertlerini anlayan ve bunun ilacını bulan yalnızca sensin! dedi. Gözlerimi açtığımda, boşu boşuna Aynalı'yı aradı gözlerim. Derken yanımda bir kâğıt parçası gördüm. Üzerinde şunlar yazılıydı: "Elveda! Kim bilir gün gelir belki yine görüşürüz."
Mezarlıkta akşama kadar ağladım.. İkinci Bölüm Manisa Tımarhanesi Azizim Raci! Sarhoşluk devresinden sonra hastalık devresine gireceğini tahmin ediyordum. Bu tahminimde, esas bakımından değil de şekil bakımından yanıldım. Senin anemi, verem gibi hastalıklara tutulacağını sanıyordum. Fakat, isim veremediğim, daha doğrusu kibar bir isim bulamadığım bir hastalığa yakalandığını haber aldım. Yakalandığın bu hastalığa "Avanaklaşma" isminden daha uygununu bulamadım. Azizim! Bu ne hâl? Hakikat yolunda rehberim ve üstadım olduğunu düşündükçe çıldırasım geliyor. Geçmiş günleri hatırlıyorum. Deniz kenarında otururken müthiş bir edebiyatla, tarifi imkânsız bir tatlılıkla bize verdiğin pozitif ilimler ve felsefe dersle- ,rini bir türlü unutamıyorum. Bugünkü Raci, o zamanki zarif üstad Raci midir? Yoksa yüzbinlerce ahmaktan biri midir? Bunu bir türlü kestiremiyorum. Ne anyorsun? İstediğin nedir? Yeni keşfettiğin ilmî hakikatlerle, öteden beri muteber olan gerçekleri yıkmadığın müddetçe yaptıklarına sunturlu delilik demekten başka çıkar yol görmüyorum.
Ne anyorsun? Ebedî hayatı mı? Zavallı Dostum! Bu geçici hayatta ne buldun ki onun ebedîsini anyorsun? Sana soruyorum: Bu hayatta ne var? Ah! Filozof Taine ne kadar da haklı. Diyor ki: "İnsanlar yaratılış ve terbiye bakımından delidirler. Akıllı oldukları zamanlar çok nadirdir." Ne kadar doğru! Gerçekten insanlarda mercimek kadar akıl olsaydı, değil ebedî hayatı aramak, bu berbat ve geçici hayata bile katlanmayıp, sonu bir eyvahtan ibaret olan bu zevkleri ve hayat külahını Yokluk Sultanı'na sunarlardı. Bununla beraber bir kaza ve rastlantıdan ibaret olan bu hayatta, hafif delileri eğleyecek kadar zevk bulunduğu da inkâr edilemez. İnsanlar, cahillik ve vahşilik devirlerinde icat edilen kelimelere ruh vere vere, bunları hayallerindeki renklerle boyaya boyaya bir duygu zinciri meydana getirmişlerdir. Bunlar binlerce asırdır gelişe gelişe, miras yoluyla bize kadar gelmiştir. Bizler de, gerçekliği olmayan, yalnızca hayalden ibaret olan bu zincirle, hiçbir meziyeti ve hiçbir mahiyeti olmayan bu varlık âlemine binbir çeşit güzel renk veriyor ve kendimizi bir güzel aldatıyoruz.
Böylece hayata bir mânâ yüklüyoruz. İşte olanca tiksindiriciliğiyle hayatın gerçek yüzü! Zavallı Dostum! Sen ne arıyorsun? Sanki bu yoğunluk, bu maddeler, bu görünür hayaller bir ruhu ezmeye, bir vicdanı zıt fikirlerin çarpıştığı bir savaş alanı hâline getirmeye, bir idraki boğmaya yetmiyormuş gibi bir de görünmeyen hayaller peşinde mi koşmak istiyorsun? Zavallı Dostum! Zavallı Üstad! Bilmem ki, bu mektubu okuyacak, kalbimden kopan ümitsizlik ve acıma feryadını duyacak hâlde misin? Bana dediler ki... Fakat buna inanmak istemiyorum. Hiçbir zaman da istemedim. Bu yüzden sana bu mektubu yazmaktan kendimi alamadım. Bana cevap ver. Eski günler ve tatlı anılar aşkına! Ne olur bana cevap ver!.. Raci'den Sami'ye Mektup Sevgili Sami! Mektubunu aldım. Hatrın için beş on dakika derin hayallerimi terk ederek karanlık bir çukura benzeyen bu âleme ayak bastım. Ey Çocuk! Madem ki bu dünyanın bir tımarhane, insanların deli olduğuna inanıyorsun, öyleyse benim deliliğimi niçin garipsiyorsun. Herkes gibi bir deli olmamamdan kaynaklanıyor bu sanırım.
Evet azizim! Ben hayallerin arkasına gizlenmiş olan hayaletleri arıyorum. Ne yazık ki bulamıyorum. Tam olarak "bulamıyorum" demek de yanlış. Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. İlmî gerçeklere kimsenin birşey demeye hakkı yoktur. Yalnız bir hakikatin varlığı, diğer bir hakikatin varlığına engel olamaz. Bazı vicdanlar, başlangıç ile sonu birbirinden ayıran bir çizginin önünde durup, orada kalamaz. Ben bu hayatı; dünyaya niçin geldiğimizi, ne olacağımızı, bizi bu dünyaya göndereni anlamadan terk etmemeye niyet ettim. Keşke bu sorulara olumlu ya da olumsuz bir cevap bulabilseydim. Benim vicdanımı yaralayan soruların cevabı kolay değil, olamaz da. Sonunda ne olacağımızla ilgili gerçekleri inkâr etmek için insanın hayvanca bir beyne, hissiz bir kalbe sahip olması ya da ilim ve fenni bilmemesi gerekir.
Bu gerçekleri bilmeden onaylamak da saçmalıktır. Derdime ilim ve fende ilâç aradım, bulamadım. Sonunda garip bir âlemin içine girdim. Bu âlemde bulduğum şeyler birçok kimsenin derdine deva olmaya yeterdi. Fakat benimkine yetmedi. Teleskopların göremediği dünyaları, benim mânâ gözlerim görüyor. Araştırıcıların mahiyetini henüz bilmediği yıldızlarla iletişim kuruyorum. Sizin inceden inceye yaptığınız gözlemlerle göremediğiniz sönük gök cisimlerini, benim, görmek için ışığa ihtiyaç duymayan gözlerim görüyor. Artık ben öyle bir ruh oldum ki, benim için, uzak, yakın, görünen, görünmeyen diye birşey kalmadı. Madde âlemi benim emrime mahkûm, mânâ âlemi irademin esiri. Böyle olmasına rağmen ben yine de açım. Ruhum, kendisini doyuracak gıdayı henüz bulamadı. Arıyorum... Arıyorum... Neyi diyeceksin. Hiçi! Sevgili ve aziz dostum Sami! Bu tımarhaneye benim gibi bir deliyi niçin çok görüyorsun? Anladığım kadarıyla bana acıyorsun; teşekkür ederim.
Fakat bazı afyonkeşler, hastalık başlangıcına, zayıflık ve güçsüzlüğe benzeyen sarhoşluğu nasıl sever ve bundan zevk alırlarsa ben de öyleyim. Yaptığım araştırmalardan büyük bir zevk alıyorum. Geçen günlerin birinde, benim gibi dertlilerin bir tür gözlemevi olan bir mezarlıkta geziniyordum. Orada bir deli gördüm. Elindeki bir teraziyle oynuyordu. Ne yapıyorsun diye sordum. Bana şu cevabı verdi: -Ahmaklıkla bilgeliği tartıyorum. -Bundan maksadın nedir? -Mal varlığımı tespit etmek. -Ee, nasıl bir durumda? . -Ahmaklığım o kadar, o kadar ağır geldi ki, sanırım bu zamanın Karun'u benim. Bunun ne anlama geldiğini sana anlatmak çok zor. Fakat işte benim hâlim bu. Bu dünyada birşeye ihtiyacım olsaydı sana başvururdum. Lâkin yok. Artık senden bir ricam var. Lütfen beni unut ve meşgul etme! Sami, yazdığı mektubun elime geçişinden bir ay sonra Manisa'ya geldi. Gayesi üstadı ve değerli dostu Raci ile görüşüp, onu bu berbat yaşantıdan kurtarmaktı.
Onu Ayn-ı Ali Sultan Mezarlığı'nda buldu. Raci umduğunun aksine sağlıklı görünüyordu. Dilencilerin elbisesine benzeyen alelade bir elbise vardı üzerinde. Sami mezarlığa girince onu ebegümeci otlan arasındaki bir mezara yaslanmış olarak gördü. O sırada bir kadının da Raci'ye doğru gitmekte olduğunu farketti. İkisi aynı anda Raci'nin yanına vardı. Raci ikisini de hayret edilecek bir umursamazlıkla karşıladı. Sami boş yere bu heykeli öpücüklerle canlandırmaya çalışıyor, boş yere o sönük gözlerde sevgi ışığı arıyordu. Nihayet Raci sordu: -Sami niçin geldin? Mezar taşı seyretmeye mi? Sami gerçekten çok şaşırdı. Bir zamanlar birçok gencin kendine örnek olarak benimsediği, kendisine benzemeye çalıştığı Raci'nin, bu Raci olduğuna inanmadığını ifade eden üzgün gözlerle üstadı gözden geçirdi. O sırada Raci: -Kadın! Sen niçin geldin? dedi. Kadıncağız, dertli kimselerin birşey isteyecekleri vakit takındıkları hâle benzer bir tavır takınarak ağlamaya başladı.
Ve dedi ki: -Ah Şeyhim! Meczup Efendi! Evliya Bey! Zavallı Nefisem! Zavallı kızım!.. Aman Ya Rabbi! Onbeş yaşında delirdi. Nereden bilirdim böyle olacağını? Meğer zavallı kızım sevdalanmış, sevmiş yavrucak, fakat Platonik bir sevgiyle... Lütfullah Bey'in oğluna âşık olmuş. Sevdiği delikanlı geçenlerde attan düştü. Başı bir taşa çarparak paramparça oldu. Kız bu haberi duyunca çıldırdı. Üzüntüden kendini yerden yere atmaya, kendi kendini ısırmaya başladı. Konu komşu bir araya gelip zor bela zaptedebildik. Yalnız kızın feryadı göklere ulaşıyordu. Tımarhaneye koymaya mecbur olduk. Şimdi biricik kızım, Nefisem tımarhanede. Elimde avucumda ne varsa sattım. Adaklar verdim, okutup üflettim, muskalar yazdırdım bir faydası dokunmadı. Sonunda seni tavsiye ettiler. "Git o adamın eteğine yapış" dediler. "O adamın cinle- ri var. Kızını iyi eder" dediler. Ah! Evliya Baba! Allah aşkına kızımı iyileştir!
Zavallı kadıncağız hüngür hüngür ağlıyordu. Raci bu durumdan etkilenmiş gibi görünmüyordu. Sami ise son derece şaşırmıştı. Zavallı annenin acı hâli ok gibi işlemişti yüreğine. Hâlbuki bu inlemeler, Raci'yi bir kaval sesi kadar bile etkilememişti. Sami bu kadar duygusuzluk karşısında nefret duymaya başladı. Kendini tutamayarak, kaba bir dille: -Eğer aklî durumunun iyi olmadığını, bu yüzden mazur olduğunu bilmesem, bu duygusuzluğundan dolayı seni alçaklıkla vasıflandmrdım, dedi. Raci ayağa kalkıp, delilere özgü bir şekilde cevap verdi: -Benim mi? Benim mi aklî dengem yerinde değil? Behey divane! Sen, aptallar gibi bu facianın karşısında ezilirken, ben, aşkı, bir kimsenin kendini nasıl sevebildiğini düşünüyordum. Düşünüyorum da, ben, sen, hava, taş, demir, aslında aynı şey olmasına rağmen niçin demir ağlamıyor, taş çıldırmıyor da insan... (Acayip bir kahkaha atarak) Eğer insan sizin gibi delilerle yakınlık kurarsa, ne düşüneceğini bilemez.
Demir ağlamaz, dedim. Kim demiş? Demirle şu kadın arasında ne fark var? Şu hâlde ağlayan kim? Ağlamayan kim? (Sami'nin kolunu bükerek) Bak, kolunu büktüm, senden başka biri olmasa kolun nasıl bükülecekti? Fakat bükülüyor. Niçin? Bu niçin'e cevap yok. Neden aşk var? Neden sefalet var? Neden zevk ve acı var? Niçin, niçin?.. Cevap yok, değil mi? Onbeş yaşında bir kız, yirmi yaşında bir delikanlı... Bu delikanlı bu kızı alsın ve mutlu olsunlar. Fakat hayır! Oğlan attan düşer, kız çıldırır. Niçin? Yine cevap yok. Peki bu ihtiyar kadın niye yaşıyor? Ben niçin yaşıyorum? Ben bundan zevk mi alıyorum? Hâl böyleyken delikanlı ölür, kız çıldırır. Fakat ben ve ihtiyar kadın yaşar. İşin tuhaf tarafı bunun niçin böyle olduğunu bilen yok, yok, yok! Bu ihtiyar kadına acıyorsun, bana acımıyorsun. Evet, onun kızı çıldırmış, iyi de benim ruhum, benim kâinatım çıldırdı. Fakat insan herşeyin en basit olanını görür. Ah! Beni nereden buldunuz? Ben ki, şu âlemdeki zıtlığı yok et- mek üzereydim.
Bakın, beni ne hâle getirdiniz. Beni yine "niçinli" bir âleme niçin indirdiniz. Of! Niçinsiz varlık! Söyler misin, seninle çıldırmış kızın, benimle şu taş parçası arasında ne fark var? Niçinsiz varlık! Raci'nin psikolojik durumu, tehlikeli delilerinkine benzeyen bir vaziyet gösterdiği için tımarhaneye gönderilmişti. Birkaç gün sonra sinir krizinden kurtulduğu için orta hâili ve hafif delilerle birlikte avluya çıkmasına izin verildi. Bu avlunun ortasında bir havuz vardı. Deliler bu havuzda ulu orta yıkanır, çoğu zaman avluda çıplak dolaşırdı. Bu olayın yaşandığı sıralarda Manisa Tımarhanesi gerçekten berbat bir durumdaydı. Yataklar pislik içindeydi. Verilen yemekler son derece adî idi. Avlunun önündeki demir parmaklıklardan içeriyi seyredenler, delilere öteberi verirlerdi. İyi ve kötüyü ayırt edemeyen deliler bazen yenilmeyecek şeyleri de yerlerdi. Hastahanede, havuz tedavisinden başka bir modern tedavi yöntemi uygulanmıyordu. Hâlâ delilere pösteki saydırılıyor, aşırı delilere eşek sudan gelene kadar dayak atılıyordu.
Kader, işte böyle bir tımarhaneye düşürmüştü Raciyi. Bu tımarhaneye girmek çok kolaydı. Tımarhane hizmetlilerine göre tımarhaneye getirilen herkes deliydi. Bu akıllı adamların elinde delilere dair bir ölçü olmadığı için buradan çıkmak son derece zordu. Hele bir de arayıp soranınız yoksa... Râci bu yerin yabancısıydı. Sinir nöbetlerinden kurtulmuştu. Fakat Raci gibi bir adamın nazarında bir mezarlıktan sonra en rahat yer ancak bir tımarhane olabilirdi. Delilerin acayip acayip konuşmaları onun düşüncelere dalmasını engelliyordu. İşte bu yüzden oradan çıkmak için hiçbir girişimde bulunmadı. Raci tımarhaneye gireli onbeş gün olmuştu. Birgün tımarhaneye yeni bir deli gelmişti. Hafif deliler bu deliyle ilgileniyorlardı. Çünkü bu deli onların çok hoşuna gitmişti. Yeni deli, ağır adımlarla avluda yürürken, yirmi otuz deli hep bir ağızdan: -Aynalı, Aynalı, Aynalı!., diye bağırıyorlardı.
Bu sesleri duyan Raci başını kaldırdı. Birden sevinç çığlıkları attı. Gördüğü adam, bulmak ümidiyle Anadolu'nun yansını dolaştığı hâlde bir türlü izine rastlayamadığı Aynalı Baba idi. Büyük bir cezbeye kapılarak Aynalı'nın ellerine sarıldı. (...) şehri mezarlığında başlayan serüven Manisa Tımarhanesi'nde devam etti. Zira delileri incelemek, belki de, akıllı olduklarını iddia eden kimselerin yaptığı en akıllıca iştir. Makam Düşkünü Bir Deli Tımarhane arkadaşlarımın içinde incelenmeye değer birçok adam vardı. Bu delilerden bazısının durumu, deliliğin bir mutluluk mu, yoksa bir felâket mi olduğu noktasında beni çok düşündürdü. Dünyada, herşey göreceli... Dolayısıyla delilik de bazı durumlarda mutluluk, bazı durumlarda felâket sayılabilir. Zararsız deliler arasında bir jandarma eri vardı. Kendini albay sanıyordu. Her gün bir köşeye oturur, derin düşüncelere dalardı. Saatlerce düşündükten sonra hâlinden memnun bir eda ile ayağa kalkardı. Birgün kendisine ne düşündüğünü sordum. Şöyle cevap verdi: -Bin kadar eşkıya var. Kara Efe, Ak Efe, Yeşil Efe, Mor Efe,.. Hepsi de dağa çıktı.
Ben de Türk albayı olduğum için sadrazam bana bu haydutların yakalanmasını emretti. Emrimdeki askerleri bin bölüğe ayırdım. Aklımı çıkarıp, bir tabağa koyarak bin parçaya ayırdım. Herbirini bir çavuşun heybesine koydum. Çavuşlar, bir şeye akıl erdiremezlerse heybedeki aklımı çıkanp, ne yapmaları gerektiğini ona sordular, işte bu şekilde ne Kara Efe kaldı, ne de Mor Efe, hepsini yakaladım. Derken durum padişaha bildirilmiş. Bunun üzerine padişah bana kırk cariye, bir deve yükü altın, beş yüz tane de nişan verdi. Şimdi bu meseleyi düşünüyor- dum. Önceden aldığım nişanlarla bu son nişanlar yirmi oda dolduruyor. Bunları nasıl taşıyacağımı düşünüyordum. Fakat sonunda bir çözüm buldum. Bir tren kiralayacağım. Gittiğim yere, onu da götüreceğim. Nişanlan vagonlara astıracağım. Ve oldukça büyük harflerle: "Bu nişanlar Albay Cırlak Efe'nin nişanlandır" diye yazdıracağım.
Başka yolu yok bunun. İnsan sahip olduğu nişanları beraberinde götürmezse, nişanlar neye yarar? Bu zavallı, mutlu deliler grubuna giriyordu. Bu şekilde binlerce deli olduğunu düşünüp, sakın âlem büyük bir tımarhane olmasın? dedim kendi kendime. îki Hafızın Hikâyesi Tımarhanede iki deli dikkatimi çekti. Bunlardan biri gerçekten hafizmış, diğeri ise arabacı. Bunlara "İki Hafız" denmesi, arabacının diğerini sürekli taklit etmesinden kaynaklanıyordu. Demir parmaklıkların önüne deli seyretmeye gelen akıllılar(!) bütün müslümanlara özgü olan şefkat ve ihsan âdetiyle delilere tütün, şeker gibi öteberi veriyorlardı. Pis boğaz deliler parmaklık önünde seyirci gördükleri zaman onların yanına giderek, uzmanlık alanı içine giren konularda saçmalayıp, onlardan birşeyler isterlerdi. Hafız, cenazelerde, hastaların başı ucunda, evlenme törenlerinde aşır okuyup, cer etmeye alışkın olduğundan bir seyirci görür görmez parmaklığın önüne gidip diz çökerek Kuran okumaya başlardı. Arabacı da, hafızın kazancından yararlanmak için hemen onun yanına diz çöker ve hafızın ağzından çıkan kelimeleri mümkün olduğu kadar taklit etmeye çalışırdı. Zavallı hafız ara sıra seyircilere: -Bu adam hafız değildir. Onu dinlemeyin, derse de arabacı seyirciye göz kırparak: -Ona kulak asmayın.
Delinin biridir, derdi. Birgün bu yalancı hafız ile konuşurken, niçin hafızlık tasladığını sordum. Bana dedi ki: -Hafızı dinleyenlerin yüzde doksanı, benim okuduğumun mu, yoksa onun okuduğunun mu doğru olduğunu bilmekten aciz kimseler. Kendilerine tecvitle okunan herşeyi Kuran sanır bunlar. Yalnızca kafa sallarlar. Zaten bizim hafız da okuduğunu anlamaz. Bu seyircilerin çoğunun benim hafız olduğuma yemin edeceklerinden eminim. Akıllı Olduğunu Sanan Bir Deli Öyle insanlar vardır ki yalnızca bilmediğini bilmemekle kalmaz, herşeyi bildiğini iddia eder. Doktor değildir. Fakat doktorları küçük görür. Önüne gelene ilâç tavsiye eder. Yanlış evlilik yapmış, içi-dışı çirkin bir kadın almıştır. Fakat herkese evlilikte dikkat edilecek hususları öğretir. Bir ton para harcayarak ahır gibi bir ev yaptırmıştır. Fakat Mimar Sinan'ı beğenmez. İşte bu tip insanlardan birinin üzüm bağlan vardı.
Ekonomi ve siyaset hakkında sağlam bir fikri olmadığı için servetinin büyük bir kısmını kaybetmişti. Bu kayıp, zavallıyı çok etkilemişse de uyanmasını sağlayamamıştı. Bu adam birgün asma filizlerine zarar veren şeyin filiz biti olduğunu duymuş. Ziraat mühendislerinin söylediklerini saçma bulduğu için kendi birtakım ilâçlar yapmaya kalkışmış. Şöyle düşünmüş: "Civa bitleri kaçırıyor; telli sürür uyuzu ve rastık taşı birtakım yaraları iyileştiriyor." İşte bu düşünceden hareketle, bunlara bazı maddeler de ekleyerek bir macun yapıp, kütüklere sürmüş. Netice mi? Doktor Kuru Sıkı'nın diş tedavisinde elde ettiği neticenin aynısı. Bilindiği üzere bu filozof diş ağrısından kurtulmanın tek yolunun çene kemiklerinin sökülmesi olduğunu söylerdi. Birinci Bölüme İlâveler "İnsanın bilmesi gereken tek şey, birşey bilmediğini bilmesidir." Aynalı'yı görmeyeli uzun bir zaman geçmişti, ilk fırsatta Namazgah Mezarlığındaki kulübesine gittim. İlk sözü: -Evlât nerelerdeydin? Gözlerimiz yollarda kaldı, oldu.
-Ne yapalım dünya hâli. Yoksa sizden uzaklarda olmak benim için, katlanılması zor birşey. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra: -Eee, Erenler! Artık birer kahve içsek, diyerek âdet olduğu üzere cezveyi ocağın üstüne koydu. Bol şekerli kahvelerimizi içmeye başladık. Bir süre sonra kendimi karınca kılığında gördüm. Binlerce yolu olan bir kannca yuvasında, karıncaların arasındaydım. Şaşkın şaşkın etrafa bakmaya ve çevreyi incelemeye başladım. Karıncalar, çeşitli sosyal sınıflara ayrılmış insanlar gibi birtakım kısımlara ayrılmıştı. Fakat onlar arasındaki sınıflaşma, insanlar arasındaki sınıflaşmaya benzemiyordu. Yönetenler ile yönetilenler arasında bir mevki farkı yoktu. Yuvada en az birkaç yüzbin karınca vardı. İşin tuhaf tarafı, bunlar, her türlü ihtiyaçlarını rahatça anlatabilecek gelişmiş bir dile sahiptiler.
Yuvamızda, oldukça güzel okullar, ambarlar, yatakhaneler, hapishaneler, dinlenme ve yemek salonları, toplantı yerleri vardı. Kısacası, modern bir toplum için gerekli olan şeylerin hepsi mevcuttu. Daha tuhaf tarafı, kannca topluluğu insanlara oranla çok ileriydi. Herşeyden önce onlardaki işbölümü ve çalışma düzeni insanlara gö- re daha ileri bir konumdaydı, iktisat ve ekonomide de korkunç derecede ilerideydiler. İnsanlardan çok üstün oldukları diğer bir taraf da eğitimdi. Karıncalar eğitim konusunda insanlan sollamışlardı. Adalet bakımından da durum böyleydi. Okullar en güzel ve en geniş yerlerde bulunuyordu. Hapishaneler sıhhî idi ve çok küçüktü. Çünkü hapis cezasına çaptırılanlar yok denecek kadar azdı. Bir karınca için en önemli şey vazife duygusuydu.
Bu duygu, her duygudan önce geliyordu. Şahsî ihtiyaç ve arzular için vazife terk edilmez, vazifede tembellik edilmezdi. Ben, beylerden birinin oğluydum. Eğitim ve öğretimim için işçi sınıfından yedi meşhur âlim seçilmişti. Bu seçim müşavere yoluyla gerçekleşmişti. Bu yedi âlim yalnızca bizim yuvamızda değil, komşu yuvalarda da, ilim ve faziletinin üstünlüğüyle tanınmış kimselerdi. Yaşam merdiveninin son basamaklarına gelmiş bu ihtiyarlar beni vatana millete faydalı bir eleman olarak yetiştirmek, arkalarında hayırlı bir talebe bırakmak ümidiyle çalışıyorlardı. İyi bir öğretim sistemi uygulayarak ilim ve fenlerin tümünü öğretmişlerdi. Artık sık sık yolculuk yapıyor, öğrendiklerimi hayata geçirmeye uğraşıyordum. Birgün, uykudan uyandığımı gören hizmetçiler, sofraya semiz bir karafatma budu ve yarım buğdaydan oluşan sabah kahvaltımı getirdiler. Henüz kahvaltımı bitirmemiştim ki hocalarımdan biri yanıma gelip, konuşmaya başladı: -Ey Şehzadem!
Bildiğiniz üzere şehrimizin kuzeyinde bulunan sert ve çorak arazide tuhaf tabiat olayları oluyor. Bir lise öğrencisine bu sene yaptırdığımız ilmî gezintiler neticesinde elimize ulaşan raporlardan, âlimlerimizin bir türlü çözemediği hava olayının yeniden başladığını ve her güm düzenli olarak tekrarlandığını öğrenmiş bulunuyoruz. Bu yerde, güneş tüm şiddetiyle parlarken birdenbire gökyüzünü kalın bulutlar kaplıyor. Bunu duymuş olmalısınız. Bu bulutlar belli zamanlarda tekrar yok oluyor. Siz de biliyorsunuz ki bu tür tabiat olayları akıl ve mantıkla çözülemez. Deney ve gözlem yapılması gerekir. Uzun süreden beri, birçok konuda, sayısız araştırma ve inceleme yapıldığını biliyorsunuz. Geçmişte çözüle- meyen bir sürü tabiat olayı bugün çözülmüş durumda. Bu verilere yüzde doksan oranında güveniyoruz.
Fakat bu acayip hava olayını şimdiye kadar doğru bir şekilde çözen olmadı. Bugün büyük bir hocamız bu konuda yaptığı derin incelemeleri içeren bir konferans verecek. Eğer müsaitseniz beraber gidelim. Konferans arazi üzerinde verilecek ve bütün lise ve üniversite öğrencileri orada bulunacak. Büyük bir kalabalıkla, bu acayip araziye doğru yola çıktık. İşin garip tarafı ben hem insan, hem de karınca sıfatlarına sahiptim. Sonunda oraya geldik. Bu yere karınca gözüyle baktığımda, burasının, gerçekten hakkında konferanslar verilecek kadar acayip bir yapıya sahip olduğunu gördüm. Fakat insan gözüyle baktığım zaman burasının, iki yanında büyük mağazalar bulunan, Napoli taşlarıyla döşenmiş geniş bir cadde olduğunu gördüm. Bu iki durum arasındaki korkunç farkı düşünüyordum ki tabiatçı bir âlim bu garip arazi hakkında konferans vermeye başladı. -Efendiler! Burada en çok dikkat çeken şey bu odacıkların şekli ve aralarındaki kanalların düzenidir. Odacıklar yaklaşık olarak düz, kanallar ise mükemmel denilecek kadar düzgün çizgilerle dolu.
Bu düzenliliğin sebebini âlimler bir türlü çözemiyor. Bur'adakilere benzer şeyler tabiatta yoktur ve olamaz. Konferansın en tatlı yerine gelinmişti ki, yüzbinlerce dinleyici arasından birdenbire bir çığlık koptu. Gökyüzünün açık olmasına rağmen, yağmurla kıyas edilmesi mümkün olmayan müthiş bir sıcak sel binlerce karıncayı sürüklemeye başladı. Kimileri sele kapılıp sürükleniyor, kimileri kaçmaya çalışıyordu. Ben bir dakikalık bir panikten sonra bu garip sel tufanının sebebini anlamak istedim. O sırada damlalar ara ara düşmeye devam ediyordu. Bu müthiş olaya insan gözüyle bakınca, gülmekten ve hayret etmekten kendimi alamadım. Garip arazi denilen bu caddede, bir kaldırımın kenarında bulunuyorduk. Bulunduğumuz yerde bir at arabası durmuş; arabacı uyuyor, hayvanlar ise boyunlarına asılı torbadan yem yiyordu. Hayvanların ikisi de sanki anlaşmışlar gibi birden işemeye başla- mışlardı. Zavallı karıncalan helak eden sıcak sel, bu hayvanların sidiğinden başka birşey değildi. Bütün karıncalar, ümitsizlik ve üzüntü içinde benim cesedimle meşgul oluyorlardı. Zira ben de ölenler arasındaydım. Âlimler ise garip arazide meydana gelen sel tufanının sebeplerini araştırıyorlardı. Sonunda büyük bir tabiat âlimi, kütüphanesindeki bir eserde bunun sebebini buldu.
Bu eserde şöyle yazıyordu: "Garip arazide öyle güçlü bir elektriklenme var ki, bazen birdenbire bu elektriklenme şiddetleniyor ve havanın yoğunlaşmasına sebep oluyor. Böylece bulutlardan acayip bir sel boşalıyor." Bu açıklamayı duyduğum zaman, gözümün önüne yem yiyen yorgun beygirlerin işemeleri geldi ve kahkahalar atmaktan kendimi alamadım. Hemen arkasından da uyandım. O sırada Aynalı'yı gördüm. Bir yandan gülüyor, bir yandan garip bir oyun oynuyordu. Hem de mırıldanıyordu. Güneş yanar, âlem döner, Birgün gelir hepsi söner, Ey sahib-i ilm-ü hüner, Bilir misin sebebi kim? Ne gelen var, ne giden var, Ne solan var, ne biten var, Ne gül var, ne diken var, Bilir misin, sebebi kim? Her zerre ferd yoktur eşi, Acep bunlar kimin işi? Ey kendini bilmez kişi, Bilir misin sebebi kim? Haktır desen mânâsı ne? Sebep midir bir kelime? Soruyorum sana yine, Bilir misin sebebi kim? Leyla'lı Mecnun Gündelik işlerden kurtulunca kendimi Aynalı'nm sohbetine atmaktan alamıyordum.
Bu bende âdeta tiryakilik hâline gelmişti. Yine birgün işi gücü bitirdikten sonra, ikindiye doğru onun yanma gittim. Aynalı Baba asırlık bir çınarın altında oturuyordu. -Evlaât! Bugün biraz coşkuluyum. Sana ney çalayım, dedi ve başladı ney çalmaya. Aslında buna ney demek yanlıştı. Çünkü bu neyin sesiyle yer ve göğün inlediğini zannediyordum. Kısa bir süre sonra kendimden geçtim. Emel şehrinin eşrafından ve hatrı sayılır zenginlerinden birinin oğlu olarak gördüm kendimi. Ailenin tek oğlu olduğum için annem ve babam taparcasına seviyorlardı beni. Emel şehri halkı da yakışıklılığım ve terbiyemle iftihar ediyordu. Onsekiz yaşında tam bir yiğit olduğum için her sabah atıma biniyor, şehrin gül bahçelerini kıskandırıcı güzellikteki kırlarını dolaşıyor, ara sıra avcılık yapıyordum. Ben sokaklardan geçerken, halk: "Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir" diyerek güzelliğimi övüyorlardı. Şehrin en güzel kızları, bana görünmek için yollara çıkmayı âdet hâline getirmişlerdi.
Fakat ben, kolumda gezdirdiğim şahinim kadar gururlu olduğum için onlara tepeden bakıyor, bu zavallıları görme- mezlikten geliyordum. Atımı oynatarak geçip gidiyordum yanlarından. Fakat kalbime acayip bir ateşin düştüğünü hissediyordum. Bu ateşin sebebini bilmediğim hâlde beni yakıp kül etmesi çok tuhaftı. Sonunda büyük bir hüzne kapılmaktan ve derin düşüncelere dalmaktan kendimi alamadım. Elime sazımı alıp hem söylüyor, hem ağlıyordum. Zamanla ağlayıp inlemeler alışkanlıt hâline gelmiş, benzim saranp solmuş, dünya ile alâkam kesilmişti. Doğal olarak, bu hâlim anne babamın gözünden kaçmıyordu. Garip bir hastalığa tutulduğumu duymayan kalmamıştı. Herkes yas tutuyordu. Şehrin en meşhur doktorlarının yaptığı türlü türlü ilâçlara, remilcilerin ve hocaların okuyup üflemelerine rağmen hastalığım günden güne artıyordu. Sonunda, uzaktaki köylerden birinde oturan, kehanet ve ilmiyle meşhur bir adamı bulup getirdiler. Bu ihtiyar, doktorlann yaptığı ilâçları kontrol etti. Başını salladı. Usturlaba* baktı. Yıldızlarla konuştu.
Cin çağırdı. Bir müddet düşündü. Sonunda: -Efendi! Oğlunuz seviyor. Aşk hastalığına yakalanmış, dedi. -Muhterem Efendi! Kimi seviyor? -Hiç kimseyi... Aşkın en öldürücü olan şekli budur. -Ey Büyük Âlim! Bize yol göster! Ne yapmamız gerekiyor? Bunun çaresi ne? Oğlumuzun kurtulması için canımızı vermemiz gerekiyorsa, verelim. Yeter ki ciğerparemiz kurtulsun. - Efendi! Oğlunuzun bağrını yakıp kül eden "mutlak aşk"tır. Önce bu aşka bir hedef bulmalıyız. Sonra, bu aşk ateşini vuslat âb-ı hayatıyla söndürmenin bir yolunu düşünmeliyiz. Aksi tak dirde, ölmesi kaçınılmazdır. Anne babamın sevincine diyecek yoktu. Onların düşüncesine göre bu işi halletmek çok kolaydı. Beni evlendirerek meseleyi çözeceklerini düşünüyorlardı. Şehrin en güzel kızlarını bana göstermeye başladılar.
Şehrimizde katı bir denklik sistemi uygulandığı hâlde, fakir ve aşağı tabakadaki güzeller bile gösterildi. Ne çare ki bunların hiçbirini beğenmedim. Sonuda yatağa düştüm. "Yıldızların dünyaya yüksekliğini hesaplamakta kullanılan bir âlet." Günden güne sararıp soluyordum. Benim bu hâlimi gören zavallı annem ve babam delirme konumuna geldiler. Artık, tamburumu tıngırdatıp, şarkı söyleyecek dermanım kalmamıştı. Bu yüzden, acımı hafifletir düşüncesiyle babam seçkin bir müzisyen topluluğunu emrime verip; onları, hoşuma giden parçalan çalıp söylemekle görevlendirmişti.
Birgün, dokunaklı bir faslın bittiği sırada sokakta dolaşan bir tellâlın: "Bin altın değerinde, kapalı bir sandık satıyorum. İçinde ne olduğunu ben de dahil kimse bilmiyor. Bu sandığı alan da pişman, almayan da..." diye bağırdığını duydum. Tellâlın söylediklerini anne-babam da duydu. Belki içinden, beni eğlendirecek birşey çıkar düşüncesiyle hemen satın aldılar. Sandığın içinde ne olduğunu çok merak ediyordum. Aylardan beri ilk defa birşey arzuladığım için anne ve, babam çok sevindi. Sandığı yanıma koydular. Bir sürü anahtar getirdiler. İki gün sandığı açmaya uğraştım. Hiçbiri uymuyordu. Sonunda zor belâ sandığı açmayı başardım. Sandıktan bir resim, bir de kâğıt çıktı. Önce kağıdı okudum.
Şöyle yazıyordu: "Bu resim, Maksut şehri padişahı Sultan Keramet'in kızı Aşk Aynası Banu'nun resmidir. Onun yüzündeki parlaklığın yanında Zelihalar sönmüş yıldızlar gibi kalır. Onun tatlı diline hatipler hayrandır. Onun aklı karşısında âlimler şaşkındır. Banu onbeş yaşında olup, Maksut Şehri'nin gençleri ve Cabilsa'daki herkes ona âşıktır. Ey bu resmi görecek olan zavallı!.. Sen ona âşık olmakla başını belâya sokacaksın. Şunu iyi bil ki, Aşk aynası yeryüzünün âfetidir. Binlerce yiğidin ve gencin ölümüne sebep olmuştur. Âşıklarının bazısı intihar etmiş, bazısı da verem olmuştur.
Ey zavallı şehit! Sen de o şehitler arasına katılacaksın. Sen de ona kavuşamamanın acısına dayanamayarak bu dünyadan göçüp gideceksin..." Bu ürpertici yazıyı okuduktan sonra, hiç tereddüt etmeden resmi elime alıp baktım. "İnsan iki kere ölmez ki!.. Zaten uzun zamandır ölümcül bir hâlde yaşamıyor muyum?" diye düşündüm. Resme baktığım zaman boğuk bir çığlık kopararak bayılmı- şım. Kendime geldiğimde anne-babam baş ucumda ağlıyordu. Baygınlığım uzun sürdüğü için öldüğümü sanmışlardı. Durmadan ağlıyordum. Gözyaşlarını ilâç gibi geliyor, üzüntüm ve sıkıntım hafifliyordu. O gece ilk defa yemek yemek istedim. Yemekten sonra, çoktan beri hasretini çektiğim tatlı bir uykuya daldım.
Artık aşkımın bir nesnesi vardı. Tüm benliğimle Aşk Aynası Banu'yu seviyordum. Kısa sûrede kendimi toparladım. Sanki hiç hastalanmamış gibi oldum. Sevgilimin resmi elimden düşmüyor, hayali kalbimden gitmiyordu. Hep onu düşünüyor, rüyalarımı onunla süslüyordum. Sonunda önemli bir karar verdim. Anne babamın odasına gidip, ellerini öperek dedim ki: -Ey benim dünyaya gelişime vesile olan anne ve babacığım! Sevgilimi bulup, onunla görüşmek istiyorum. Eğer bunu yapamazsam kahrımdan ölürüm.
Bu yüzden Maksut şehrine, Cabilsaya gideceğim. Kararım kesindir. Zavallı anne ve babam bu konuşmam karşısında çok şaşırdılar. Fakat kısa bir süre sonra, beni bu kararımdan döndürmenin imkânsız olduğunu anladılar. Bu önemli meseleyi konuşmak için şehirdeki bilge kişileri eve çağırdılar. Benim kararımı tüm ayrıntılarıyla açıklayarak, onların bu konudaki görüşlerini sordular. Muhterem bir zat söz aldı ve şöyle dedi: -Bu konuda birşeyler söyleyebilmek için Cabilsa bölgesini, Maksut şehrini bilmek lâzım.
Ben böyle bir yeri ilk defa duyuyorum. Burada bulunanların da benimle aynı durumda olduklarını zannediyorum. Bu meclisteki yüce şahıslar, bu adamın söylediklerini doğrulayarak, şimdiye kadar böyle bir yerin ismini duymadıklarını söylediler. Sonunda bu konuyu, daha önce hastalığımı teşhis eden yüce kâhine danışmaya karar verdiler. Kâhin çağrılıp, mesele kendisine anlatıldı. Kâhin biraz düşündükten sonra: -Maksut şehri, Cabilsa bölgesinin, batısında bulunan bir şehirdir. Bu yerin ötesinde başka herhangi bir şehir yoktur.
Biz ise doğunun en ucundaki Emel şehrinde yaşıyoruz. Maksut şehrine, süratli gidildiği takdirde bir yılda varılabilir, dedi. Yeniden şehrin ileri gelenleri bir araya getirildi. İhtiyar kahinin söyledikleri tartışıldı. Sonunda, beni kararımdan döndürmenin imkânsız olduğunu anladılar ve Cabilsa'ya gitmem noktasında görüş birliğine vardılar. Bu yolculukta onbeş tane sadık hizmetçi bana refakat edecekti. Babamın yalvarıp yakarmalarına dayanamayan kâhin de benimle birlikte gelmeye razı oldu. Yirmi gün kadar, Sultan Keramet ve hanımına götürülecek hediyeleri ayarlamakla uğraştık.