AMAK-I HAYAL BİR
Aynalı Baba ile Konuşma (...) şehri
Türkiye'nin en büyük ve en güzel şehirlerinden biridir.
Ben uzun bir süre bu şehirde, şehrin ortasında bulunan bir mahallede oturdum.
Hükümet konağı ile evim arasındaki yollarda dikkat çekici pek çok şey vardı: Köhne evler, herbiri birer parişanlık ve yoksulluk yuvası olan bir sürü virane, yürünemeyecek hâlde sokaklar, pislik içinde caddeler...
Fakat hepsinden ilginç olan, evime yakın eski bir mezarlıktı. Bu mezarlığın etrafı çok sağlam ve sanatkârane yapılmış duvarlarla çevriliydi. Duvarda, onar metre arayla yapılmış pencerelere takılmış olan tunç parmaklıklar gerçekten övgüye değerdi. Mezarlığın kapısı tahtadandı ve sonradan takılmıştı. Eski kapısının, zamana karşı direnemediği anlaşılıyordu.
Bu mezarlık, sadece hatıra ve ölülerin gömüldüğü bir yer değil, aynı zamanda birçok değerli eserin bulunduğu bir hazineydi. Pencerelerden görüldüğü kadarıyla, mezar taşlannda, eski hattatlarımızın kalemlerinden çıkmış bir sürü yazı vardı. Bu yazıların, şiir ve edebiyat bakımından da önem taşıdığına hükmetmek mümkündü.
Mezar taşlarının tepesindeki kavuklar, külahlar, taçlar tarihî yönden incelenmeye değerdi. Uzun zamandan beri terkedilmiş olan bu mezarlık, esrarengiz bir güzelliğe sahipti. Adam boyun- da otlar, sanki ölü kokusu yayan baldıranlar baharla birlikte mezarlığı kaplıyordu. Şimdilerde şehrin ortasında kalmış olan bu mezarlığın, vaktiyle şehrin kenarında olduğu kesindi. Sonraları şehrin büyümesiyle mezarlık ortada kalmıştı. Ben hergün bu mezarlığın önünden geçiyor, her geçişimde burayı ziyaret etmek istiyordum.
Fakat bizim gibi, değerli vakitlerinin bir kısmını geçim teminine, diğer kısmını zevk ve eğlenceye ayırmış olan gençlerin mezarlıklarla uğraşmaya hiç vakti olur mu? İşte, ben de o zamanlar vaktini boş şeylerle uğraşarak geçiren bir gençtim. Söylediğim gibi, bu mezarlığın önünden hergün geçtiğim hâlde, duvarının düzgün ve sağlam oluşunu takdir etmek için yalnızca bir dakikamı feda edebilirdim. İlk durumumla son durumum arasındaki zıtlığı anlatabilmek için, kendi hakkımda birkaç kelime sarfetmem gerekiyor: Dinine bağlı ve çok iyi bir annenin tam bir titizliği içinde geçen çocukluğum bende sarsılmaz bir din duygusu ve yıkılmaz bir ahlâk anlayışı oluşturmuştu. İyi bir öğrenim gördüm.
Son derece zeki olduğumdan, bilgi noktasında, arkadaşlarımdan üstün durumdaydım. Pek çok genç gibi, okuldan çıkar çıkmaz kitapları bir köşeye atmak yerine, bilgimi artırmaya çalışırdım. Az çok, her konuda fikir sahibi olmuştum. Arkadaşlarım gibi dinî ilimlerden yüz çevirmeyip, zahirî ve batını konularda bilgi sahibi oldum. İşte bu bilgi yığınının altında birgün kalbimin durumunu incelediğim zaman, acayip bir karmaşa içinde olduğunu hayretle gördüm. Küfür ile iman, inkâr ile ikrar, tasdik ile şüphe arasında bir durumdaydım. Kalbimle inkâr ettiğimi aklımla, aklımla inkâr ettiğimi kalbimle kabul ediyordum. Kısacası, şüphe denilen ejdarha tüm bedenimi sarmıştı.
Bir fikri ne kadar sağlam temeller üzerine kurarsam kurayım, şüphe ejderhası bir dokunuşta onu yerle bir ediyordu. Bari tam bir inkârla sabit bir noktada kalabilseydim. Ama ne gezer, inkâr başka şey, şüphe başka şey. Şüphe ejderhası doğru olan her fikrin düşmanıydı, ikrar olsun, inkâr olsun, kesin olan hiçbir şeyi kabul etmiyordu. Hayattaki sahneleri fikrin dış âleme bir yansıması olarak kabul edersek, ne müthiş bir azapta, ne dayanılmaz bir ateşte kaldığım anlaşılır. Herkes için normal olan şeyler bana başka türlü görünüyordu. Bu yüzden aşkta da, parada da şanssızdım. İnsanlardan kaçan biri olmuştum. Bu dayanılmaz durumdayken, birazcık rahatı, sarhoş olup kendimden geçmekte buluyordum.
Sürekli içki içmekten bedenim mahvolmak üzereydi. Birgün bütün manevî gücümü kullanarak kendimi bu sersemlikten kurtardım. Şüphe ejderhasını öldürecek delilleri ele geçirmek ümidiyle araştırma ve inceleme yapmaya koyuldum. Yeniden, batını ilimlerle meşgul olan meşhur kimselere başvurmaya başladım. Aralannda çok erdemli insanlara rastladım. Ne çare ki onların sahip olduğu ilimler bence, ilkel insanlann uydurduğu efsanelerden başka birşey değildi. İçine düştüğüm çıkmazdan kurtulmak için, bütün delillerimi çürütecek, var olduğu iddia edilen gerçekleri bana apaçık gösterecek biri gerekliydi. Böyle birisine rastlamadım. (...) şehrinde Batı ilimleriyle uğraşan iki cemiyet vardı.
Bunlardan biri İspirit Cemiyeti'ydi. Ruh çağırma ve buna benzer karışık kuruşuk işlerden tutun da, masa çevirmek gibi eğlencelere kadar, herşeyle uğraşıyorlardı. İleri gelenleriyle görüştüm. Ruhun varlığına tam olarak inanıyorlardı. Fakat ileri sürdükleri deliller bence, hayal gücünün bir oyunundan ibaretti. Sonra, manyetizmle uğraşan bir cemiyetle dostluk kurdum. Lâkin bunlar bana ne verebilirdi, kocaman bir hiçten başka. İnsan dünya malına sahip oldukça birtakım gizil güçlere de sahip olmak ister. İşte o kadar. Bu güçlerin.gizil olmasının bence hiçbir önemi yoktu. Ben bunlann üstünde şeyler arıyordum. Dört sene devam eden bu ikinci çalışma döneminde de hiçbirşey kazanmamamın yanı sıra, öğrendiğim herşey şüphe ejderhasına besin olduğu için bir kere daha tepetaklak oldum. Bu defa cehenneme düşmüştüm.
Zavallı beynimin içi harp alanı gibiydi. Birbirine zıt fikir dalgaları hiç durmadan birbiriyle çarpışarak kafamı gürültüyle dolduruyordu. Zihnî faaliyetim hayret edilecek bir durumdaydı. Teselliyi sarhoş olup kendimden geçmede aradım. En uçarı ve çapkın kişilerin elebaşısı oldum. Âlem yapmak beni kendimden geçiriyor ve bir bakıma mutlu ediyordu. İçiyor... içiyordum. Arkadaşlarımı uçan ve çapkın olarak nitelememe bakıp da onların berbat insanlar olduklarını zannetmeyin.
Bilakis onlar tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Fakat eğlenceye düşkündüler ve zevk perisinin yolundaydılar. Bu da hâlet-i ruhiyelerinin neticesiydi. Zira umursamazlık yolunu tutmuşlardı. Bunların bir kısmı, üzerinde ihtisas yaptıkları ilimle meşgul olur, adına felsefe denilen varlık bilmecesiyle uğraşmazdı. Diğer kısmı ise, dinle alâkası olmayan, din ve felsefeye efsane artığı şeyler gözüyle bakan kimselerdi. Tuhaf ama ben bunlara özenirdim. Gerçekten çok tuhaf!..
Bir kısmı ise, Ramazan kandillerini gördüğü zaman müslüman olduğunu hatırlardı. Kandiller yandığı zaman ellerine tespihi alıp, cami cami dolaşır, hiçbir şey anlamamalarına rağmen Kuran-ı Kerim ve vaaz dinlerlerdi. İkindi vakti uyanmak şartıyla oruç bile tutarlardı. Oruç tuttuğu hâlde namaz kılmaya gerek görmeyenleri de vardı. Uzun bir namaz olan teravihe hiçbiri yanaşmazdı. Ramazan bitti mi, bunların dinî duygusu da "elveda!" diyerek yoluna giderdi. Mevsimlik elbise giymeye benzeyen bu çeşit dindarlığa ben her zaman hayret ederdim.
Güzel bir bahar günü, arkadaşlardan birkaçı, kırda âlem yapma fikrini ortaya attı.
Uzun bir müzakerenin sonunda, güzelliğiyle meşhur (...) kasabasına gitmeye ve orada üç gün âlem yapmaya karar verdik. Bu kasaba ile şehir merkezi arasında tren çalışıyordu. Orada bulamayacağımız şeyleri yanımıza aldıktan sonra trene bindik. (...) şehrinin civarlan huzur vericidir. Hele trenin geçtiği yerler gerçekten insanı mest eder. Tabiatın görülmeye değer manzaraları arkadaşlarımı acayip neşelendirmişti. Oysa ben büyük bir hüzne düşmüştüm. Sürerlik ve kalıcılık olmadıktan sonra, eşi ve benzeri bulunmayan bir güzellik ne işe yarar. Bu güzellikleri gören nadir insanlardan biri olmama rağmen "insan ebedî mi?" diye soruyordum kendime.
Adına dünya dediğimiz bu durağı, derin bir üzüntüye kapılmadan seyretmek acaba mümkün mü? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Saf bir inancın çok güzel cevapladığı bu soruya akıl ve fen cevap veremiyordu. Tabiata bir kere daha baktım. Bu seferki bakışımda, eşsiz güzellikler kayboldu. Işık söndü. Her taraf karanlığa boğuldu. Sanki hakikat olanca dehşetiyle görünüverdi gözüme o an. İnsanın gözlerini kamaştıran çimenlerin yeşil rengi yalnızca bir ışık oyunu...
Mini mini kuşların cıvıltısı yalnızca bir hava titreşimi. .. Âlemleri kaplayan bu ışık yalnızca herşeye nüfuz eden bir dalgalanma... Kısacası herşey bir zorunluluğun, bir kanunun esiri. O an karşımda sanki Budha Gotoma belirdi. Hazin bir tebessümle ve sararmış çehresiyle bana Hiç! Hiç! Hiç!" diyordu. Çok fazla derinlere daldığımı farkeden bir arkadaş: -Yine neyin var? dedi.
-Hiç, dedim. Bu "hiç" yalnızca o andaki hâlimi açıklamak için söylenmişti. Ağzımdan çıkan bu "hiç" kelimesi aslında kâinatı tarif ediyordu. Sessiz ve üzgün hâlimden rahatsız olan arkadaşlar bana çıkışmaya başladılar. Malûmdur ki eğlenceye giden birinin, cenaze alaymdakilere özgü üzüntülü bir manzara sergilemesi çekilir birşey değildir. Çünkü üzüntü, sevinçten daha bulaşıcıdır. Arkadaşlardan biri: "İlâcı unuttuk" dedi ve külah biçimindeki kadehimi doldurdu. Bu kadeh beş defa dolup boşaldıktan sonra keyfim yerine geldi.
Dünyada benden daha neşeli biri yoktu artık. Yolculuğumuz büyük bir neşe içinde geçti. İkindi sularında (...) kasabasına vardık. Bu kasaba gördüğüm yerler içinde en güzel olanıdır. Bu mini minnacık yerden o kadar hoşlanmışımdır ki imkânım olsa orada otururdum. Kasabadaki evler birbirinden hayli uzaktır ve herbiri üçbeş dönüm büyüklüğündeki bahçelerin içindedir. Her evin bahçesinde bir sürü ark vardır. Hatta bazı sokaklarında kocaman arklar vardır. Bahçeler meyveli ağaçlarla doludur. Bu kasabada bir sürü gül yetişir. Pek çok bülbül vardır. Hasılı (...) kasabası yeryüzünün cennetlerinden biridir.
Kasabaya vardığımızda, daha önceden birkaç kere misafiri olduğumuz bir zat tarafından karşılandık. O geceyi dostumuzun evinde geçirdik. Ertesi sabah "Subaşı" denilen yere gittik. Sayısız kaynaklardan çıkarak doğal bir havuzda birleştikten sonra sayısız kollara ayrılan suların şırıltısı güzel bir şarkı gibi kulakları okşuyordu. En güzel yeri seçmiştik. Yalnız o yerde bizden önce gelmiş iki kişi vardı. Onlan gördüğümüz zaman ağızlarımızdan çıkan sözler sanırım bu kişiler hakkında bir fikir verebilir: "İki serseri, iki dilenci, iki sarhoş, iki derviş." Gerçekten pejmürde giyimli olan bu iki adam, sanırım, bu sıfatların hepsini hak etmişti. Biz de oturduk. Pejmürdeler bize zerre kadar önem vermediler. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Sanki biz hayal türünden birşeymişiz gibi, bu iki devletlinin bir bakışına bile hedef olmadık.
Hatta arkadaşlardan birinin: "Es-Selâmü Aleyküm"ü bile havaya gitti. Sonra, arkadaşlardan herbiri birşeyle meşgul olmaya başladı. Kimi yemek pişirmekle, kimi meze hazırlamakla uğraşıyordu. Ben de hasırlının (içkinin) başına geçerek beynimi uyuşturmaya karar verdim. Tesadüf bu ya, pejmürdelerin yanına düşmüştüm. Onlar kendi aralarında konuşuyorlardı. Ben de konuşulanlara kulak misafiri oluyordum. Elli yaşlarında olanı konuşuyor, daha genç olanı dinliyordu. Bunların konuştuklarını işitince, ilk önce deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deliydiler. Yalnız delilerin "meczup" denilen cinsinden... İşin garip tarafı, bu iki pejmürdenin konuştuğu konular, beni öteden beri meşgul eden konulardı.
Yaşlı deli, genç deliye şöyle diyordu: -Bu âlemde olan herşey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı. Ben "hep"im ya da "hiç"im. Ben "hiç"im ya da "hep"im. Zaten "hiç" ve "hep" aynıdır, tek şeydir. Fakat cahil insanlar aynı şeyi iki farklı isimle anıyorlar. Konuşmanın gerisini varın siz tahmin edin. Hayret içinde kaldım. İstemeden söze karıştım: -Çok tuhaf! "Var" ile "yok" eşit olur mu? Meselâ, ben şimdi "var"ım. Fakat yarın "yok" olacağım. Bu iki durum arasında fark yok mu? dedim. Deli başını çevirdi ve kahkahayı patlattı: -Vay! Sen "var"sın ha! Acaba "var" mısın? dedi. Bu soruyu kendime pek çok defa sormuştum. Bu soru sığ bir bakış açısıyla ele alındığında anlamsız ve dalga geçilmeyi hak etmiş bir bir soru olarak görünebilir.
Fakat böyle değildir. Eğer "var" isem niçin "yok" olacağım? Yok olmayacaksam, ruhum ebediyyen mi kalacak?.. İşte, şüphe ejderhasının şaha kalktığı kısım, denklemin bu son kısmıydı. Ruhum ebedî kalacak mı? Ruh nedir? Bizzat kendisi, hissetme kabiliyetine sahip midir? Hüviyetini bilebilir mi? Eğer ruh diye birşey varsa, bedenden ayrıldığında nasıl bir durumda bulunacak? İşte, cevapsız bir sürü soru... Deli ilâve etti: -Yalnızca ben "var"ım.,Çünkü "hiç"im ve "yok"um. Varlığım mutlaktır. Yokluk, bağımlı olan için vardır. Mutlak "varlık" tır, "var"dır. Bunlan söyledikten sonra deli sustu. Sorduğum hiçbir soruya cevap alamadım. Sonunda sorularımdan bıktı. Arkadaşına: "Haydi gidelim. Bu hayvan, bizi, zevkimizden alıkoydu" dedi. Kalkıp gittiler.
Ne acayip bir durum: Çok iyi öğrenim gördüğünü iddia eden bir insana, pejmürde bir deli "hayvan" diyordu. (...) kasabasında üç gün kaldık. Bu üç günü, arkadaşların şikâyet ve ısrarlarına rağmen hiç konuşmadan ve kendimden geçmiş bir hâlde geçirdim. Trene bindiğimiz zaman, arkadaşlardan biri bana birşeyler söylüyordu. Ben ise onun sözlerini hiç önemsemeyerek, kendimle söyleşiyordum. Bir ara ona, elimde olmayarak: "Acaba, ben var mıyım?" dedim. Kahkahayı bastı. -Rakı yetiştirin. Raci çıldırmak üzere, dedi. Oradan döndükten iki gün sonra kahveye gitmek üzere yola çıktım. Mezarlığın önünden geçiyordum. Her zamankinin aksine kapısı açıktı. Bû fırsattan yararlanmak için içimde büyük bir is- tek duydum ve mezarlığa girdim.
Birkaç yüz yaşındaki kocaman ağaçların gölgesinde yürümeye ve terkedilmiş kabirlerde biten, ölü kokusu yayan iri iri otları çiğnemeye başladım. Mezarlığın ortasında, dairevî bir şekilde dikilmiş birtakım ağaçlar dikkatimi çekti. Biraz oturmak için o yöne doğru yürüdüm. Bu ağaçlar, büyük bir aileye ayrılmış mezarların çevresinde bulunuyordu. O sırada ağacın birine dayandırılmış, yarısı hasırdan, yarısı tahta parçalarından yapılmış bir kulübe gözüme ilişti. Kimse yok zannettim. Tam kapısını açacağım sırada, içinden, eski püskü şeyler giymiş biri çıktı. Elli yaşlarında olan bu adamın başında yeşil bir takke vardı.
Bu takke, kırk elli kadar ayna parçası yapıştınlarak süslenmişti. Birçok kumaş parçası yapıştırılmış, gökkuşağını andıran yırtık cübbesinde de ayna ve teneke parçaları bulunuyordu. Öyle bir durumdaydı ki, bu adamı görüp de, gülmemek mümkün değildi. Fakat üzerime çevirdiği bakışında, öyle hoş bir yumuşaklık ve alçakgönüllülük, çehresinde öyle hazin bir donukluk vardı ki, hâline gülmediğim gibi ona doğru bir adım bile attım. Kıyafetiyle tam bir tezat teşkil eden bir ciddiyetle, yavaş ve hoş bir sesle: Hoş geldiniz nurum! Buyurun! dedi. Sonra da kulübesinden çıkardığı bir hasır parçasını yere serdi. Oturdum.
Kulübeye yas landım. Önümüzde onbeş tane kadar, kalın taşlı ve sülüs yazıyla yazılı mezar vardı. Sağ ve sol tarafımızda sık dikilmiş ağaçlar bu lunuyordu. Kulübenin sahibi bir kez daha içeri girdi ve mangal görevi gören bir çömlek getirdi. Bir kere daha içeri girdi. Eski bir kahve kutusu, bir cezve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakası, birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru ot ve çöplerle yaktığı ateşe cez veyi sürdü. Tekrar: -Hoş geldiniz nurum! Nasılsınız, iyi misiniz? dedi. -Elhamdülillah, dedim. Bu adamın ciddiyeti ile kıyafeti arasındaki zıtlık beni şaşırtmıştı. Tekrar söze başlayarak: -İsminiz nedir? diye sordu. -Ahmetd Raci Gülerek: -Ahmed Raci mi? dedi. İnsanlığın ismine el koymuşsun nurum. İnsanoğlu fazlaca aciz, zayıf ve muhtaç olduğu için hayatını rica ile devam ettirir. Raci demek, insan demektir.
Bu oturaklı sözler üzerine şaşkınlığım bir kat daha arttı. Bu sefer ben sordum: -Peki, sizin isminiz nedir? -Benim bir sürü ismim vardır. Her yerde farklı bir isim ve sıfatla anılırım. Üzerimdeki aynalardan dolayı burada bana "Aynalı Baba" diyorlar. Ama sen istersen "Adem Baba" de. Pir müddet düşündükten sonra, içimde oluşan arzuyu yenemeyerek dedim ki: -Azizim! Kâmil insanlardan olduğunuz meydanda. Fakat kemalinizi bu garip kıyafet altına gizlemenizin sebebini anlayamıyorum. Kahveyi pişirip fincanımı doldurduktan sonra: -Hâlbuki bu çok basit, dedi. Herkes süse meraklıdır. Herkes bir ton para harcayarak çeşit çeşit elbiseler yaptınr. Ben de böyle bir elbiseden hoşlanıyorum. Bu cevap hem akla yatkındı, hem değildi. Biraz düşündükten sonra bunun makul birşey olmadığı kanaatine vardım.
Fikrimi kendisine söyledim. O da cevap verdi: -Demek, söylediğimi doğru bulmuyorsun. Oysa senin söylediğin doğru değildir. Elli yaşında bir adamın onbeş—yirmi kuruşa satın alıp boynuna taktığı, adına boyunbağı dediği bir yuları akla uygun gördüğünüz hâlde, külahıma taktığım ayna parçalarını niçin akla uygun bulmuyorsunuz. Her ikisinin de insanların patavatsızlığına ve deliliğine delâlet ettiğini kabul ettiğimiz takdirde benim yaptığım delilik hem daha parlak, hem daha akla uygundur. O sırada aklıma birdenbire parlak bir fikir geldi. Deli kıyafetine bürünmüş bir filozof olma ihtimâli bulunan Aynalı Baba ile ciddî meseleler hakkında konuşmak istedim ve dedim ki: -Sultanım! Sen, viranede gömülü bir hazinesin.
Ben ise felsefeye susamış bir avareyim. Lütfen, ilminizden istifade etmeme izin verin. Verin elinizi öpeyim. Büyük bir şaşkınlıkla: -El öpmek?.. Niçin? dedi. İstersen konuşalım. Fakat konuşmaktan ne çıkar ki! Kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yükü kitap okudun. Fakat bunlardan ne anladın? Hiç, değil mi? İnsanlar neyi bilirler? Zevk ve bencilliklerinin arzuladığı sanatsal birtakım şeyleri... Fakat hak ve hakikat hususunda ne bilirler? Hiç! Akıl yoluyla hakkı bulmak mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harfleri bir araya getirerek hikmet bilinebilir mi? O anda, kendimi tuhaf bir hâlde hissediyordum. Koskoca bir medeniyetin, yedi bin yıllık insanlığın çalışması neticesinde ortaya çıkan bilgiyi önemsemeyen bu garip kıyafetli delinin sözlerindeki büyüklük, bende büyük bir küçüklük hissi uyandırdı.
Çok alçalmış, çok küçülmüştüm. Ağzımı açmaya gücüm yetmedi. Bu hâlde, gözlerimi yardım dilercesine kendisine diktim. Gülümseyerek dedi ki: -Bu yorucu faraziyeleri bırakalım da biraz kendimizden geçelim, olmaz mı? Aynalı Baba ile beraber birer kahve daha içtik... Yokluk Tepesi Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı. Hafif hafif, hoş bir şekilde üflemeye başladı. Mezarlığın sessizliği ve neyin hüzünlü sesi bana garip bir zevk veriyordu. Göğsümden bazen hüzünlü, bazen sevinçli ahlar çıkaracak kadar şiddetlenen bu tuhaf zevkte şüphesiz, kahvenin de etkisi vardı.
Kendimde acayip değişiklikler hissediyordum. Sanki, taşımaya mahkûm olduğum büyük bir yük üzerimden alınmıştı. İçimde büyük bir ferahlama duyuyordum. Aynalı Baba ney taksimini bitirdikten sonra hafif ve Davudi bir sesle gazel okumaya ve ney çalmaya başladı.
Bu fena mülküne ibretle nazar kıl, ey can,
Gafleti eyle heba, hail değildir meydan.
Hani Sultan Süleyman, hani İskender han?
Sat hezar ömrü sürür ile geçir sen bir an.
Ne güle, bülbüle bakî a gözüm bağ-ı cihan,
Kime yâr oldu muradınca felek—i devr—i zaman*
Ey can! Yok olacak bu âleme ibretle bak.
Gafletten kurtul, meydan boş değildir.
Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler?
Yûzbin senelik ömrü neşe içinde geçirsen de,
aslında hepsi "bir an"dan ibarettir.
A gözüm! Cihan denen bu bahçe
ne güle, ne bülbüle kalacaktır.
Zaten felek, kime isteğine göre yâr olmuştur.
Bu gazel ne kadar da etkileyiciydi.
Aynalı Baba bu parçayı bitirip de
neyi üflemeye başladığı zaman gözlerimden yaş akıyordu.
Bunlar özlem ve üzüntü gözyaşları mıydı?
Yoksa aşk ve zevk gözyaşları mı? Bunu bilmiyorum.
Yalnız çok duygulanmıştım.
O anki ruhî ve vicdanî hâlimi anlatmak mümkün değil.
Aynalı Baba okumaya devam ediyordu:
Tamah ve hırsa uyup nejs ile mahkûr olma,
Rahatın zail olur, nam-ı meşhur olma!
-i ârij-i billaha eriş dür olma,
Saltanat—ı mesned—i dünya ile mağrur olmaf*
Kendimden geçecek dereceye gelmiştim.
Baba'nın sesini çok yavaş ve âdeta uzaktan geliyormuş gibi duymaktaydım.
Ney, şaşılacak güzellikte sesler çıkarmaya başlamıştı:
Zevk—i dünyaya jirîb olmadılar ehl—i kemal
Bildiler hasılı hep zill-ü heva lü'b-ü hayal.
Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal,
Dâmen—i aşkı tutup buldu kamu feurb-i visal.
** Kulağım çok ağır işitiyordu.
Ses sanki çok uzaklardan geliyordu.
Yavaş yavaş duygularımdan,
daha doğrusu dış âlemden sıyrılmaya başladım.
Hiçbir şey görmüyor ve duymuyordum.
Bir süre Açgözlülüğe ve hırsa kapılıp nefsin kahrına uğrama.
Meşhur biri olma, sonra rahatın kaçar.
Allah'ı bilenlerle arkadaş ol, onlardan uzak kalma.
Dünya tahtındaki gücünle gururlanma.
Kâmil kimseler dünya zevkine kapılmadı.
Sonuçta dünyanın bir gölge, boş bir arzu,
bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler.
Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa,
cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır.
Herkes aşk eteğini tutarak Allah'a yaklaştı.
uykuyla uyanıklık arasında öylece kaldım.
Fakat bu durum çok sürmedi.
Kafam çalışmaya başladı.
Görünüşte birşey hissetmememe rağmen
kendimi garip bir âlemde görmeye başladım.
Hayalin derinliklerine dalmıştım.
Gözlerim kapalı olmasına rağmen görüyordum.
Kendimi, yaşadığım memlekete benzemeyen bir ovada görüyordum.
Ova, tam olarak seçemediğim birtakım otlarla örtülüydü.
Sazlığı andıran uzun otlar arasında çeşit çeşit hayvanlar dolaşıyordu.
Bunların bazısı canavardı.
Fakat ben onlardan korkmuyor, korkusuzca yoluma devam ediyordum.
Ara sıra bana birşeyler söyleyen bir arkadaşım vardı yanımda.
Fakat cismini göremiyordum.
Birşey sormak isteyince soruyor ve cevabını alıyordum.
Saatlerce yürüdük. Sonunda yoruldum.
Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu
ve nereye gittiğimizi sordum.
"Hindistandayız. Yokluk tepesine gidiyoruz." dedi.
Ona uyarak yoluma devam ettim.
Bir süre sonra karşımıza bir dağ çıktı.
Yüksek, çok yüksek bir dağdı.
Bir müddet yürüdükten sonra dağa ulaştık.
O sırada gümüş gibi parlayan bir dereciğin kenarında bir kulübe göründü.
Arkadaşım oraya doğru gitmemi söyledi.
Kulübeye gittim.
İçinde genç bir adam vardı: -Ne istiyorsun, dedi.
Fakat ben ne istediğimi bilmiyordum.
Arkadaşım cevap verdi:
-Yokluk tepesini görmesi için getirdim.
Lütfen onun kılavuzu olun!
Genç adam, memnun bir ifadeyle bana baktı.
Elimden tuttu ve: "Gel!" dedi.
Bir ağacın gölgesine oturduğumuzda bana:
-Yokluk tepesine insanların binde biri, yüzbinde biri çıkabilir.
Zira ona ulaşmak için insanın kendine hakim olması lâzımdır.
Bir kimsenin kalbinde arzu ve istek olursa yarı yolda kalır.
Oraya yalnızca canlı cenazeler çıkabilir.
Sen kendinde böyle bir güç hissediyor musun? dedi.
Dayanıksız ve sabırsız fakat iyi niyetli bir insan olduğumu, söyledim.
Yazık, dedi. Zaten insanların çoğu böyledir.
Hele bir girişimde bulunalım, belki başarınz.
Beni tekrar elimden tutarak kulübeye götürdü ve:
Bugün misafirimsin. Yarın sabah yola çıkanz.
Şimdi vaktimizi öldürmemek için biraz konuşalım istersen? dedi.
İsmimi sordu: -Raci, dedim.
Bu insana büyük bir saygı duymaya başladım.
Ben de sıkıla sıkıla ismini sordum.
Buddha Gotama Sakyamuni, diye cevap verdi.
Bu insanın, insanoğlunun en büyüklerinden biri olduğunu, kitaplardan öğrenmiştim.
Evet, Buddha'nın huzurundaydım.
Saygıyla ayağa kalktım ve elini öpmek istedim.
Engel oldu. -Eğer bunu benim için yapıyorsan, bil ki ben bir hiçim.
Benim nazarımda övgü de yergi de birdir. Kendin için yapıyorsan, kalbindeki sevgi yeter de artar bile, dedi. Ertesi sabah erkeden yola çıktık. Buddha elimden tutuyordu. Yokluk tepesinin etekleri, dünyada, -daha doğnısu dünyayı basit bir gözle seyrettiğimizde- görülmesi mümkün olmayan bir güzelliğe sahipti. Tırmandığımız yolun her iki tarafı da eşsiz güzellikteki manzaralarla doluydu.
İnsanı mest eden güzel bir koku etrafa yayılmakta, gül ağaçlarını muhabbet yuvası edinmiş bülbüllerin nağmeleri insanın kalbini titretmekteydi. Üzerinde yürüdüğümüz yol çok ince, altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşak kumlarla örtülüydü. Yolun her iki tarafından akan hoş ve mini mini derelerin şırıltısı, âşığın maşukuna kavuştuğu sırada söylediği kesik, heyecanlı, titrek ve coşturucu sözler gibi İnsanın kulağını ve yüreğini okşuyordu. Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı. Sonunda bir köşke, daha doğrusu bir saray yavrusuna vardık. Bir taraftan yükseklere tırmanmak, bir taraftan da hava beni son derece acıktırmıştı. Köşkün kapısından içeri girer girmez muhteşem güzellikteki yemeklerden yayılan kokular burnumu okşadı. Büyük bir odaya girc'k. Ortaya bir sofra kurulmuştu. Altın tabakların içinde, insanoğlunun sanatkârca yaptığı ne kadar yemek varsa hepsi bulunuyordu.
Bana kalsa, hemen sofraya kurulup karnımı doyuracaktım. Fakat Buddha elimden tutuyor ve kulağıma: -Yokluk tepesine tırmanıyoruz. Bu yemeklerden yediğin takdirde buradan geri dönmen ve benden ayrılman gerekir, diyordu. Bir kurt gibi acıkmama rağmen bu emre itaat ettim. O enfes yemeklerin karşısında bir saat oturduk. Buddha susuyordu. Ben ise garip birtakım hislerin etkisi altında kalarak gücümü yitirmiştim. Bu zatın, yaşayan ve yiyip içmeye ihtiyaç duyan bir insanı, sanki bir melekmiş gibi aç bırakmasına içten içe kızıyordum. Nihayet birdenbire: -Haydi artık gidelim. Yeteri kadar dinlendik, dedi. Tam köşkten çıkacağımız sırada cennetteki gılmanlan andıran bir genç karşıma çıktı. Elindeki altın tepsinin üzerinde üç tane billur kâse bulunuyordu. Bunların birinin içinde su, diğerinde şarap, üçüncüsünde ise şerbet vardı. Genç: -Efendim! Tırmanılacak yer hayli uzakta.
Yemek yemediniz, bari birşeyler için, dedi. Nazikçe sunulan bu teklifi hemen kabul edip, şarap kâsesini elime aldım. Genç, sevinç ve mutluluk içinde yüzüme bakıyordu. Seher vaktindeki güzelliği andıran hoş bir gülümseme, yüzündeki parlaklığa göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu. Kâseyi dudaklarıma değdireceğim sırada Buddha elime vurdu. Kâse yere düştü. Hiçbir şey söylemeden elimden tuttu. Köşkten çıkıp yola devam ettik. Bir ara nereden geldiğini anlayamadığım bir ses duydum. Bu ses o kadar güzeldi ki Davud'un sesi bunun yanında karga sesi gibi kalırdı. Şöyle söylüyordu: Yürü, ey seyyah-ı avare yürü, durma yürü! Koymasın rah—ı visalden seni ezyak—ı misal. Bu bedayi, bu letaij, neme rüya ve hayal, Yürü, ey zair—i biçare yürü, durma yürü! Yürü ki, müzhet-i vuslatta teali göresin, Yürü, aslında fena bul, budur etvar-ı kemal. Yürü, alâyişi terk et içersin ke's-i visal, Yürü ki, saha-i hîçîde tecelli göresin.* Bu sesin tatlılığından, gözlerimden hüzün ve zevk yaşlan akıyordu.
Fakat yolumuza devam ettik. Geceyi çimenlerin üstünde geçirdik. Derin bir uykuya dalmıştım. Ne rüya, ne de hayal gördüm. Ertesi gün sabah erkenden tekrar yola koyulduk. Öğle üzeri karşımıza bir saray çıktı. Bu saray ancak hayal âleminde görülebilirdi, yani ancak hayalgücünün yaratabileceği nitelikte muhteşem bir eserdi. Bundan daha güzel, daha mükemmel, daha gösterişli bir yapı hayal etmek imkânsızdı. Oraya doğru yöneldik. Aramızda beş on adımlık bir uzaklık kaldığında kapısı kendiliğinden açıldı. O sırada Buddha şöyle dedi: -Bu saray insanların ayağını kaydıran yerdir. Bu saray imtihan yeridir. Doğruluk ve sebatın sağlam ipine sımsıkı yapışanlar bu yeri geçebilir. İlerisinde Yokluk tepesi vardır. Fakat buradaki gösterişe ve gönül alıcı şeylere kapılanlar, keder dolu olan cehennem çukuruna düşerler. Burası bir arzu cenneti, ilerisi ezeli bir yokluk meydanıdır.
Burası göz boyayan şeylerle dolu bir saray, tüm konuklarını işkence ederek öldüren bir misafirhanedir; ilerisi zevk ve hürriyet meydanı, mutlak âlemdir, birlik yeridir. Burada kalan ağlayıp sızlanma yurduna gider, ileriye giden dert ve sıkıntıdan kurtulup makamsızlığa kavuşur. Burada kalan arzu ve isteğe, hırs ve emele esirdir. İleri gidenin tahtı, sonsuz bir meydan ve mânâ âlemidir. Akıllı ol, aldanma! Sebat et! Ben seni burada bekliyorum. Haydi, içeri gir! Hava serindi ve mis gibi kokular kaplamıştı etrafı. Zümrüt gibi çimenleri, parlayan çiçekleri, çakıl taşı büyüklüğünde her çeEy avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah'a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın kudretini ve sırrını göresin. şit mücevherle döşenmiş bahçeyi geçerek sarayın kapısına ulaştım. Yirmi otuz kadar cariye beni karşıladı.
Herbiri eşsiz güzellikteydi. Benzerlerine hayal âleminde bile çok az rastlanırdı. İki tanesi teşrifatçı görevini görüyordu. Binbir türlü hürmet ve ağırlamayla bir odaya götürüldüm. Sarayın görkeminden, kızların eşsiz güzelliğinden, özellikle de kollanma girenlerin cazibesinden şaşırmış, aptallaşmıştım. Kuşların cıvıltısını ya da perilerin şarkısını andıran gönül okşayıcı sözlerle "Hoş geldin!" diyen kızlardan biri kavrulan dudaklarıma bir kadeh uzattı.
Aklımı kaybetmiştim. Kadehi alıp içtim. Buz gibi soğuktu ve tattığım içeceklerin hepsinden güzeldi. Yeniden doğmuş gibi oldum. Derhal bohçalar getirildi. İçlerinden süslü ve ipekli havlular çıkarıldı. Hizmetçilerim mini mini elleriyle elbisemi çıkarmaya başladılar. Önce odanın bitişiğindeki bir salona, oradan da hamama sokuldum. Hepsi çıplak bir sürü huri karşıladı beni. Bedenleri o kadar mükemmel ve çekiciydi ki bu güzellik abidelerinin arasına melek bile girse şehvete kapılırdı.
Her yanı çeşitli renklerdeki taşlardan yapılmış olan hamamın göbek taşına serilmiş bir yatağa yatırıldım. Hurilerin mini mini elleri altında bedenim titrerken, kadın tellâk kılığına girmiş bu eşsiz heykellerin zarif dokunuşlarıyla fazlaca yorulmuş olan bedenim kısa bir süre sonra tamamen uyuştu ve tatlı bir uykuya daldım. Uyandığım zaman hamamın sıcak bir bölmesine götürülerek yıkandım. Arkasından soğuk su dokundum.
Böylece yorgunluğum geçmiş, canlanmıştım. Baştan başa hayat pınarı kesilmiş bir vaziyette hamamdan çıkarılıp, mükemmel bir odaya götürüldüm. Abanoz ağacından yapılmış bir masaya gümüş bir tepsi konuldu. Sofra kuruldu. Dünyadaki yemeklerden hiçbirisiyle kıyaslanamayacak kadar lezzetli yemekler getirildi. Peri yüzlülerden biri billur bir sürahi getirdi. Bir kadeh şarap sundu. Bir grup kız ellerine müzik âletleri alıp, şarkı söylemeye başladılar.
Bu zevk âlemi bir saat kadar sürdü. Sevincim son haddine varmış, nefsim kudurmuş ve şehvetin verdiği azgınlıkla âdeta bir canavar kesilmişti. O sırada içeriye bir kız girdi. Ellerini göğsünde kavuşturarak karşımda durdu. -Efendim, Peri, size kavuşmaya ve sizinle muhabbet etmeye can atmaktadır. Kaç gündür gözyaşları içinde gelmenizi bekliyordu. Buyurun!., dedi. Sonra koluma girerek beni sarayın ikinci katına çıkardı. Bir odaya sokup, kapısını kapadı. Güzellik perisinin yüzünü görünce, hayretlere düştüm.
Dünyada gördüğüm en güzel kadının bu güzellik perisine göre durumu, on paralık bir mumun, güneşe göre durumu gibiydi. Gözlerim kamaştı. Karardı. Dizlerimin bağı çözüldü. Gözlerindeki şehvet kıvılcımı o kadar çekici, dudaklarındaki gülümseme o kadar arzu uyandırıcıydı ki heyecandan ayağa kalkamadım, sürüne sürüne yatağın yanına gittim. Merhamet dilercesine, bayağılaşarak, bir dilenci gibi, gözlerimi bu eşsiz güzele çevirdim. Aşk perisi, erguvanî tüllerle süslü bir yatakta yatıyordu.
Gümüş gibi beyaz vücudunu yalnızca ince, ipek bir giysi örtüyordu. Bu haliyle, etrafında ışık huzmesi olan aya benziyordu. Bu ince örtü o eşsiz güzellikteki bedeni örtmüyor, o melek yüzlünün arzu ile seyredilmesini engellemiyordu. Gözlerindeki şehvet ateşi alevlendi. Dudakları arzu ve gücenmeyi anlatan can alıcı bir titreme ile titremeye başladı. Al yanağı şehvet ateşiyle bir kat daha kızardı. Kollarını açtı. Siyah saçları, aşkla titreyen gümüş gerdanını sardı. Böylece, bir güzellik abidesi çıktı ortaya.
Kollarını açarak: "Gel!.. Gel!" dedi. Ben minnet ifade eden bir çığlık kopararak kucağına atladım. Parlak yanaklarını ve titreyen dudaklarını öptüm. Bu birleşme sadece bir an sürdü, bir an... O sırada gök gürültüsünü andıran bir ses yeri göğü inletti. Korkunç bir zelzele, sanki dünyayı alt üst etti. Düşen bir yıldırım sarayı sarstı. O kocaman bina bir avuç toprak gibi yığıldı. Yıkılıp gitti. Korkudan gözlerimi kapadım. Sevgilime sarıldım. Gözlerimi açtığımda kendimi bir cadının kucağında buldum.
Çok iğrenç ve çok pisti. Hayret ve nefretle dolu bir çığlık kopararak, boynuma sarmış olduğu kollarını açtım ve kendimi kurtarmaya çalıştım. Baykuş sesini andıran kahkahalar kopardıkça hilâl şeklindeki çenesi, kartal gagasına benzeyen burnuna değiyor, bu iki çengel birbirinden ayrıldıkça lağım çukuruna benzeyen ağzı açılıyor, sararmış uzun dişleri görülüyordu. Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça, cadı olanca kuvvetini kollarına verip beni bırakmamaya çalışıyor ve şöyle diyordu: -Nankör! Az önce ayaklanma kapandığını ve tattığın eşsiz zevki unuttun.
Merak etme, ben, bir müddet sonra yine eski hâlime döneceğim. Güç belâ cadının elinden yakamı kurtardım. Saray, bir çöplüğe dönüşmüştü. Önceden herbiri birer huriye benzeyen hizmetçiler şimdi birer cadı olmuştu. Beni kovalamaya başladılar. Ellerine düşmemek için ardıma bakmadan koşuyordum, daha doğrusu uçuyordum. Nihayet yorgunluktan bitkin düştüm. Cadılar beni takip etmekten vazgeçmişlerdi. Etrafıma bakındım.
O zümrüt gibi çimenlerin yerinde dikenler, bülbüllerin yerinde baykuşlar, altın kumların yerinde siyah ve sivri çakıllar vardı. O an aklıma Buddha geldi. Beni kapının önünde bekleyecekti. Fakat ortalıkta ne kapı, ne de Buddha vardı. Ağır ağır dağdan inmeye başladım. Sonunda bir meydana vardım. Karşımda bir kalabalık belirdi o an. Meydanın doğusunda, başında altın bir taç, elinde kıymetli taşlarla süslenmiş bir asa, üstünde kıymetli elbiselerle Buddha bir tahtın üzerinde oturuyordu.
Etrafı, süslü ve parlak elbiseler giymiş, başlan ululuk taçlarıyla süslenmiş insanlarla çevriliydi. İki kişi kollarımdan tutup, beni onun huzuruna götürdü. Buddha büyük bir heybetle ayağa kalktı. Kolunu bana doğru uzattı. Şehadet parmağıyla işaret ederek: -Ey, sözünde durmayan insan! Ey insan! Ey, kadın yaratılışlı insan! Yazık sana! Sözünde durmadın. İstenilen noktaya varmadın. "Birlik" sarayına girmedin. Mutlak birlikteliğe ulaşmadın. Yokluk tepesine çıkmadın. Ey gafil adam! Git bu yerlerden, git! Önünde diz çöküp, bedenini ve ruhunu teslim ettiğin cadıya, dünyaya git! Sen seçkin bir insan değilsin.
Sen bu meclisin eri değilsin. Git! Git ki arzu ejderhası ciğerlerini yesin. Git, git ki hırs akrebi Nemrut'un beynini kemirdiği gibi seninkini de kemirsin. Git, git ki dünyadan bir köpek eksilmiş olmasın. Git, git ki mert insanların gül bahçesi dolmasın. Git namert! Git!.. Git!., dedi. Sonra eliyle, taşlara emir verir gibi bir işaret yaptı. Bulunduğum yerdeki taş, toprak, ot, kısacası herşey şimşek hızıyla aşağı doğru akmaya başladı. Nihayet karanlık bir uçuruma yuvarlandım.
Bir ıstırap çığlığı, ciğerlerimi parçalayarak, boğazımı yırtarak ve titreyen dudaklarımı hırpalayarak çıktı. Gözlerimi açtım. Aynalı Baha'nın güleç ve yumuşak yüzü, hüzünlü gözleri gözlerime ilişti. Elindeki maşrapayı bana verdi. İçtim. Sonra, yeni pişirdiği sade kahveyi ikram etti: -Evlâdım! Yokluk Tepesi'ne varmak kolay değildir, kolay değil, dedi. Elimde olmayarak ayaklarına kapandım. Ertesi gün yanına gelmek üzere izin istedim. -Bu memlekette bulunduğum müddetçe, aramızda geçen şeyleri kimseye söylemeyeceğine söz ver, dedi.
Ben de söz verdim. İzin verdi. Temaşa Bayramı "Ey Aydınlık! Karanlıkları aydın eyle!" Zerdüşt Mezarlıktan çıkıp eve gittim. Annem şaşkın bir hâldeydi. Her gece beni sarhoş olarak görmeye alışmıştı. Her zaman eve sabaha doğru gelirdim. Onu hasta olmadığıma ikna ettikten sonra kendi hâlime bırakıldım. Gördüğüm hayalleri düşündüm ve erkenden yattım.
Ertesi sabah çarşıya gittim. Birkaç küçük tencere, tabak, sahan, kaşık ve mangal gibi eşyaların yanı sıra yağ, pirinç, kahve gibi şeyler aldım. Ve mezarlığa gittim. Aynalı Baba kulübesinin önünde oturuyordu. Aldığım hediyeleri reddetmedi. Kahve pişirdi. Bir müddet sohbet ettik. Sonra yemek yedik. Biraz uyuduk. Sonra kahve içtik. Aynalı Baba neyini eline aldı. O güzel sesiyle gazel okuyarak neyi üflemeye başladı. Bu şuun, âlem Bîsebatu bîkıdem Nerde Havva, Adem? Varsa aklın ey dedem.
Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Yâd-ı mazi bahşeder Hayfü âlâm-ü keder Olma meşgul-i kader Kimse kalmaz hep gider. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Sen gibi bir saile Heyf değil mi gaile? Olma meşgul hâl ile Derd-i istikbal ile. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Bu hayatta yok vefa Her günü derd-ü cefa Sen, ey müştak-ı sefa Ömrünü etme heba. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Kim bilir Ethem imiş Bilmeyen sersem imiş Gayesi bir dem imiş Maadası hem imiş.
Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!* Bu olaylar ve bu âlem ezelî ve ebedî değildir. Havva ve Adem nerede? Ey dedem! Aklın varsa an bu andır, an bu an. Geçmişi hatırlamak korku, ıstırap ve keder verir. Kaderle uğraşma. Çünkü kimse kalıcı değildir, herkes gidicidir. An bu andır, an bu an. Senin gibi bir dilencinin dert ve sıkıntı ile uğraşması yazık değil mi? Şimdinin ve geleceğin derdiyle uğraşma! An bu andır, an bu an.
Bu hayatta vefa yoktur, her günü dert ve eziyettir. Ey huzura can atan! Ömrünü boşa geçirme. An bu andır, an bu an. Bilen kimse Ethem imiş, bilmeyen ise sersem imiş. Ölüm sırasında hayat sadece bir nefesten ibaret olup, geride kalanlar dert ve keder imiş. An bu andır, an bu an. An bu andır, an bu an. Kısa bir süre sonra neyin sesi hafif ve hoş bir inilti hâlini aldı. O sırada dalmışım. Yeni bir yer görmeye başladım. Belh şehrinde bir evde bulunuyordum.
Yatağımdan yeni kalkmıştım. Odama bir kadın girdi. Bu kadın benim karımmış. Benimle Farsça ile Sanskritçe arası bir dille konuşuyordu. İşin garip tarafı ben bu dili iyi biliyordum. İki kişiden meydana gelmiş bir insandım. Ben, hem ben idim, hem binlerce yıl önce yaşamış bir İranlı. Kadın dedi ki: -Geç kalıyorsunuz. Artık elbisenizi giyin ki Temaşa bayramını seyredebilesiniz. Karnımı güzelce doyurduktan sonra elbiselerimi giydim. Elbisem, sırtıma giydiğim uzun bir şal ile belime doladığım bir kuşaktan ibaretti.
Başıma sivri bir külah geçirip sokağa çıktım. Telâş içinde yürüyen bir kalabalık gördüm. Onların arasına katıldım. Sokaklardan geçerek bir meydana vardık. Binlerce insan toplanmıştı meydanda. Ortaya büyük bir çadır kurulmuştu. Buraya niye geldiğimi ve ne olacağını bilmediğim için yanımda bulunan adamlardan birisine ne olup bittiğini sormak zorunda kaldım. Cevaben şöyle dedi: -Bugünden itibaren kırk gün Temaşa bayramı yapılacak. Şimdi ortaya tellâllar çıkıp, herkesi imtihana davet edecek.
Herkes birer birer Zerdüşt'ün huzuruna çıkacak. Her kim "hak sözü" söylerse hakikatleri temaşa etmesine izin verilecek. Alnına "Cennetlik" yazılacak. Her kim söyleyemezse bundan mahrum kalacak. Alnına "Cehennemlik" yazılacak. Fakat şunu belirtmeliyim ki iyi işler yapanların alnından bu yazı silinir. Böylece ailesi, akrab» ve dostları sevinçlerinden bayram yaparlar. Ben, hiçbir şey bilmediğim için doğal olarak bu imtihanı veremeyecektim.
Alnıma "Cehennemlik" yazılacaktı. Geldiğime pişman oldum. Eve dönmeye karar verdim. Önceden konuştuğum adama bu düşüncemi söyledim. -Sakın gideyim deme! Zira hem gelmeyenlerin, hem de gelip imtihanı veremeyenlerin alnına "Cehennemlik" yazısı yazılır, dedi. Zarurete binaen, iyisi mi imtihana gireyim, diye düşündüm Tellâllar bağırınca, herkes birer birer, düzenli olarak çadıra doğru yürümeye başladı. Bulunduğum yer çadıra çok uzak değildi.
Bu yüzden bir saat içinde çadırın kapısına vardım. Kapıda duran bir nöbetçi herkesi birer birer çadıra alıyordu. Sıra bana geldi, içeri girdim. Zerdüşt büyük bir tahta oturmuştu. Başında altından yapılmış bir taç, üzerinde değerli bir kaftan vardı. Etrafında kırk kadar ihtiyar, saygı ifadesi olarak ellerini göğüslerinde bağlamış, ayakta duruyorlardı. Meclisin azameti karşısında şaşırıp kaldım. Cahillik kusurundan dolayı utanç verici bir duruma düşmemek ve kınanmamak için, içimden dua etmeye başladım. Zerdüşt sordu: -Nereden geldin? Kalbime ilham edilen şu cevabı verdim: -Sebep ve hikmetinden sual olunmayan Allah'tan...
-Niçin geldin? -Allah, aydınlık ile karanlıkları ayırmak, aydınlık ile âdil, karanlıklar ile kahhar olmayı istedi. Aydınlağa "ben", karanlıklara da "benden başkası" dedi. -Aydınlığı nedir, karanlıkları ne? -Aydınlığı Hürmüz, karanlıkları Ehrimen'dir. -Hangisi üstündür? -Şu anda her ikisi de eşittir. Ne Hürmüz Ehrimen'e, ne de Ehrimen Hürmüz'e üstünlük sağlayabilir. -Bu keşmekeşlik nedir, sonu ne olacak? -En sonunda Hürmüz Ehrimen'e üstün gelecek. Böylece âlem hep aydınlık olacak. -Sonra ne olacak? -Allah "hep ben, hep ben" diyecek. "Benden başkası" demeyecek. -Sen kimsin, kiminsin? -Ben aydınlıkçıyım (nurcuyum), Hürmüz'e aitim.
Zerdüşt ellerini kaldırdı: -Allah seni aydınlık kılsın! dedi. Alnımda, iki kaşımın ortasına kadar inen yemyeşil bir çizgi belirdi. Zerdüşt'ün etrafındaki ulu ihtiyarlar: -Allah mübarek etsin, Allah mübarek etsin! dediler. Huzurdan çıktım. Alnımdaki yeşil çizgiyi gören kalabalık büyük bir hürmetle safları açıp bana yol vermekteydi. Çadırın kapısında, yanıma refakatçi olarak verilen rehberin yardımıyla, meydanda hazır bekleyen atlara bindik.
Doğuda görülen zümrüt tepelere doğru hareket ettik. Birkaç saatlik yolculuktan sonra bir kervansaraya ulaştık. Günün kalan kısmını orada geçirdik. Ertesi gün sabahleyin uyandırıldık. Rehberim beni bir odaya götürerek dedi ki: -Çok büyük bir savaşa girmek üzeresin. Kılıç, kalkan, gürz gibi savaş âletlerini kullanmakta maharetin var mı? Bir deneyelim.
Bu oda türlü türlü silâhlarla doluydu. Rehberim bana bir zırh giydirdi. Elime bir gürz almamı işaret etti. Ben kendimde büyük bir kuvvet ve maharet hissediyordum. Gürz ve kılıç kullanmada rehberimin takdirini kazandım. Orada bulunan silâhların en iyilerinden birer takım aldıktan sonra kanatlı atlarımıza bindik. Akşama kadar uçtuktan sonra yüksek bir dağın eteklerine vardık. Dağ o kadar yüksekti ki tepesi görülmüyordu.
Sanki tepesi gökleri yarmış, uçsuz bucaksız yükseklerde kaybolmuştu. Rehberime bu dağın adım sordum. -Fark dağı, dedi. O geceyi dağın eteklerinde geçirdik. Güneşin doğusuyla birlikte atlarımıza bindik. Bu kez, dağın tepesine doğru uçuyorduk. Atlarımız hayal bile edilemeyecek kadar hızlıydı. Sonunda dağın tepesine vardık. Buradaki manzara, hiç kimsenin görmediği, görmeyi de hayal edemeyeceği türden bir manzaraydı.
Meydan dünya kadar genişti. Bu meydanın sol tarafında bulunanlar, karanlık gecelere aydınlık dedirtecek kadar karanlıktı. Sağda bulunanlar ise ışığı sönük bırakacak kadar parlaktı. Gözlerimiz, akıl sır ermez bir şekilde, bu ışığa dayanabildiği gibi, o cehennemi karanlığı da sanki aydınlıkmış gibi göre- biliyordu. Mahşer meydanını andıran bu yerde sayısız insan toplanmıştı. Bunların bir kısmı sağda, yani aydınlık denizinde; diğer bir kısmı solda, yani karanlık deryasında bulunmaktaydı.
Meydanın ortası boştu. Bu boşluğun iki ucunda, iki taht kurulmuştu. Aydınlık taraftaki tahtın üzerinde Hürmüz oturmakta, o güzel yüzünden çıkan parıltılar o müthiş aydınlığa rağmen farkedilmekteydi. Karanlık tarafta bulunanın üzerinde en korkunç mahlûktan daha korkunç, en çirkin cadıdan daha çirkin Ehrimen oturmaktaydı.
Fakat bir de bu tahtların üstünde, gökte asılı gibi duran bir taht vardı ki onların azametini solda sıfır bırakıyordu. Biz meydana vardığımız vakit doğruca Hürmüz tarafına geçtik. Biraz sonra meydanda müthiş bir gürültü patlak verdi. Her ağızdan: -Bakın, bakın! Allah'ın emri yere indi, sözleri çıkıyordu. Gökyüzünde asılı duran tahtın üstünde, insanın hayal edebileceği bütün güzellikleri kendinde toplamış ayakta duruyor ve elinde bir küre tutuyordu.
Bu kürenin doğusu aydınlık, batısı karanlıktı. Aydınlık ile karanlık arasında öyle bir denge vardı ki, ne aydınlık karanlığa, ne de karanlık aydınlığa karışıyordu. Sağ taraftaki kalabalık: -Ya Rabbî! Ya Rabbî! Karanlıkları kaldır, diye bağırdılar. Sol taraftakiler ise: -Ey karanlık! Gücünü göster, diye bağırıp çağırıyordu. Mucizevî bir şekilde, uzak ve yakın her kulağa gelebilen tatlı bir sesle nur yüzlü peri şöyle dedi: -Bu meydan, adalet ve imtihan meydanıdır. Bunun üzerine herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Her iki taraf da kendinden geçercesine dua etmeye başladı.
Her iki tarafa da büyük bir sessizlik hakim olmuştu. O sırada Hürmüz ayağa kalkıp şöyle bir konuşma yaptı: -Ey insanoğlu! Allah sizi kendi gibi nur olasınız diye yarattı. Sizi bütün yaratıklara üstün kıldı. Size her türlü nimeti ihsan et- ti. Fakat sizi, nur iken karanlıklarla karıştırdı, ruh iken cesetle birleştirdi. Bunu, sevmediği karanlıkları, sevdiği aydınlık ile ortadan kaldırasınız diye yaptı. Ey insanoğlu! Nur benim. Bana gelin, benim olun. Ben olun.
Nurun gereği olan güzel huylarla ahlâklanın. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçının. Başkalarını nefsinize tercih edin. Kin, kıskançlık, nifak, hiddet, düşmanlık, hırs ve haset gibi karanlığa özgü sıfatlardan kurtulun. Her durumda Allah'a şükredin. Verdiklerine kanaat edin. Kısacası bu imtihan dünyasından nur olarak aynim ki, nurlar âlemi sonsuza dek karargâhınız olsun. Hürmüz oturdu. Ehrimen ayağa kalktı. Şöyle bir konuşma yaptı: -Ey insanoğlu! Uyanık olun. Yaratılışınızın gereklerini iyice düşünün. Şairane sözlere uyup da ömrünüzü heba etmeyin. Gülün, eğlenin, hayattan zevk alın. Yiyin, için. İyice bilin ki, bu dünyada insanın yalnızca iki amacı vardır.
Gerisi yalandır. Bunların birincisi kibir, ikincisi şehvettir. Bu iki amaca insanı sevkeden benliktir. Bu iki amaca ulaşmaya çalışın. Nefsinizi herşeye tercih edin. Basit bir zevkiniz için binlerce insanı harcamaktan çekinmeyin. Yaratılışınızın icabı budur. Doğanın yasası da budur: Küçük kuşlar böcekleri, büyük kuşlar küçük kuşları yiyor. Büyük kuşları da açlık ve soğuk mahvediyor. Bir böcek tohumlan yiyor. Onu da başka bir hayvan yiyor.
O hayvanı da bir diğeri yutuyor. Bir koyun otları yiyor, siz de koyunu yiyorsunuz. Bu âlem herşeyin birbirini yemesi ve yok etmesi için kurulmuştur. Herşey birbirinin düşmanıdır. Başkalannın keskin dişlerine yem olmaktan kurtulanlan da birgün "ölüm" denen korkunç yaratık yutuyor. İşte gerçek budur. Palavralara inanmayın. Benliğinizden başka varlık, zevkinizden başka amaç tanımayın. Bunun üzerine Hürmüz yavaşça ayağa kalktı: -Ey insanlar! Ehrimen denilen alçağı, kovulmuş şeytanı dinlemeyin. Söyledikleri yalandır.
Gerçek kulluk, kibir denilen yalancı zevke oranla büyük ve gerçek bir zevktir. Nice manevî zevkler vardır ki, şehvet onların yanında tiksinilecek bir şey gibi kalır. Ehrimen'in dediği nefs, hayvanlara özgü bir içgüdüdür, insan nefsi, ahlâkî kurallara göre düzenlenmelidir. İnsan, doğa bahçesinde yetişmiş güzel bir çiçektir. Fakat akıl denilen büyüleyici bir koku ile diğer çiçeklerden ayrılır. Hayvanlar âleminde geçerli olan kanunların çoğu insana uyarlanmış ve saptırılmıştır.
Bunlara kulak asmayın! dedi. Bu defa Ehrimen öfkeyle söze başladı: -Hürmüz yalan söylüyor. Sizi, birtakım uyduruk kanunların, hayalî kaidelerin esiri, acizlik ve itaatte en aşağı hayvanlardan daha aşağı yapmak istiyor. Zaten üçbeş günlük zevkiniz var, sizi bundan da alıkoymak istiyor. Dinlemeyin! Allah'ın dalkavuğu olan Hürmüz'ü dinlemeyin! dedi. Her ikisi de birbirini yalanlamaya devam etti. Sonunda birbirine saldıracak kadar ileri gittiler.
O sırada, onların üstündeki tahtta oturan peri elindeki küreyi uzatarak: -Henüz sıra size gelmedi. Boşuna uğraşmayın. Çarpışma size tâbi olanlar arasında olacaktır, dedi. Bunun üzerine Hürmüz: -Beni seven meydana çıksın, dedi. Aynı sözü Ehrimen de söyledi. O sırada ben de, sağ taraftaki savaşçılara katıldım. Geceyi orada geçirdik. Çok güzel ikram ve hürmet gördük. Ertesi sabah erkenden dümbelekler ve davullar çalınmaya başladı. Ehrimen taraftarı bir er meydana çıktı, kendisiyle çarpışacak bir er istedi. Bizim taraftan biri karşısına çıktı.
Bu şekilde, on gün boyunca iki taraftan yirmi kadar savaşçı ortaya çıkıp, birbiriyle savaştı. Bazen Ehrimen tarafı, bazen de bizim taraf galip geliyordu. Çarpışma hergün devam ediyordu. Böylece her iki taraftan da birçok insan öldü. Yedinci gün, bizim taraftan çıkan bir savaşçı akşama kadar kim karşısına çıktıysa yendi. Ehrimen tarafından yirmi kişiyi öldürdü.
Bizimkilerin sevincine diyecek yoktu. Ehrimen'in çıkardığı savaşçıların birer birer yere serildiği görüldüğü zaman bizim tarafta zafer davulları çalmıyor, sesler göklere çıkıyordu: "Allah bereketini artırsın!" O gece bizim tarafın casusları ertesi gün, bugüne kadar hiç yenilmemiş bir savaşçının meydana çıkacağını haber verdi. Herkes telâş içindeydi.
Rehberimle beraber casuslardan birinin çadırına gittik. Casusla uzun uzadıya sohbet ettik. Ertesi gün meydana çıkacak Ehrimen taraftan savaşçının adının "Nifak" olduğunu öğrendik. İşin garip tarafı Nifak denen bu şeytan kıyamete kadar yaşamaya mahkummuş. Onu öldürmek mümkün değilmiş. Herkeste görülen telâşın sebebi buymuş. Ben de son derece meraklandım. Sabaha kadar rüyamda garip çarpışmalar gördüm. Ertesi sabah kös ve dümbelekler çalınmaya başlayınca Nifak meydana çıktı. Heybetli bir görünüşü vardı.
Baştan ayağa çelik zırhlara bürünmüş, iri bir ata binmişti. Meydanda atını oynatarak: -Kendine güvenen bir yiğit yok mu? Ben öyle bir savaşçıyım ki, keskin kılıcım, zırhlara bürünmüş nice kafaları koparmıştır. Ben öyle bir yiğidim ki, sivri okum nice göğüsleri delmiştir. Var mı benim karşıma çıkacak? Canından bezmiş, dünyasına küsmüş kim varsa çıksın ortaya!., diye meydan okudu. Nifak'ın eline düşenin naneyi yiyeceğini herkes biliyordu. Buna rağmen, Hürmüz'e sadık bir savaşçı ortaya çıktı. Bir saniye sonra yere serildi. Daha sonra otuz kişi sırayla ortaya çıktı. Otuzu da öldürüldü.
Nifak üç gün meydanda kaldı. Bu üç günün herbirinde otuz-kırk kişiyi öldürerek büyük bir zafer kazandı. Dördüncü gece bizim tarafta büyük hazırlıklar görülüyordu. Herkesin yüzündeki hüzün gitmiş, yerine ümit ışığı gelmişti. Rehberime bunun sebebini sordum. Bana: -Yarın Hürmüz'ün en gözde kullarından ve en çok sevdiklerinden biri olan Muhabbet adlı yiğit çıkacak meydana. Bu lânetli Nifak'a ondan başkasının galip gelemeyeceği anlaşıldı. Bu gece Hürmüz'ün vezirlerinden biri olan Salah gelip bir konuşma yapacak, dedi. Gece yarısı Salah denilen yaşlı zat geldi. Hak ve hakikat için herkesi canını feda etmeye çağırdı. Sonunda dokunaklı bir dua okudu.
Ertesi sabah Nifak adlı şeytan ortaya çıktı. Sinsi sinsi gülerek: -Bugün canından bezmiş kimse yok mu? Meydan niçin boş? Kendini yiğit zannedenler nerede? diye bağırdı. Hürmüz taraftarlarının tekbirleri arasında Muhabbet meydana çıktı. Nifak adlı şeytan Muhabbet adlı yiğidi görünce, gözleri öfkeden kan çanağına döndü. -Üç gündür seni bekliyorum. Nihayet gelebildin. Gebermeye hazır ol! dedi. Muhabbet etkileyici bir nâra attı. -Beni bilen bilir. Bilmeyen öğrensin ki ben Muhabbet yiğidim. Arslan gibi pençelerim yürekleri parça parça eder, iri pazularım kafaları kopanr.
Ey Nifak! Sen de gayet iyi bilirsin ki ben ne zaman meydana çıksam seni tepelerim. Yeter artık ettiklerin. Gebermeye hazır ol! dedi. Nifak: -Doğru, daha önce beni yendin. Fakat bu sefer senin canını okuyacağım, dedi. Muhabbet ise: -Bunu aklından bile geçirme. Muhabbet her zaman Nifak'a galip gelecektir, diye karşılık verdi. Sonra her ikisi de birbirine hücum etti. Kılıçlar kalkanlara çarptıkça ateşler çıkıyordu.
Akşama kadar dövüştüler ama birbirini yenemediler. Ertesi gün, büyük bir azim ve kararlılıkla yine birbirine hücum ettiler. Fakat yine üstünlük sağlayamadılar. Üçüncü gün, güneş tam tepedeyken Muhabbet bir arslan gibi ileri atılıp, bir vuruşta Nifak'ı yere serdi. Bunun üzerine Hürmüz taraftarlarının sevinç çığlıkları semaya ulaştı. Ehrimen taraftarlarının öfkesi âlemi titretti.
O gün Muhabbet yiğit aşkama kadar otuz kişiyi daha tepeledi. Tam yedi gün, cenk meydanında karşısına çıkanların anasını ağlattı. Yedinci günün gecesi, casuslarımızdan, ertesi gün Ehrimen tarafından, çok meşhur bir savaşçının meydana çıkarılacağını öğrendik. Güneşin doğusuyla birlikte sol taraftan bir gürültüdür koptu. Bu kez meydana çıkan Ehrimenli, çok uzun boylu, çok heybetli, dev gibi birisiydi. San bir deveye binmişti. Elinde insan kafası büyüklüğünde bir gürz vardı. Meydanda bir tur attı. -Ey Hürmüz Taraftarları! Hanginiz karşıma çıkacak? Bana Gazap Pehlivan derler. Şimdiye kadar, karşıma çıkıp da canlı kalan çok azdır, dedi.
O gün karşısına Muhabbet çıktı. Kahramanca savaştı. Fakat üçüncü gün, ikindi vaktinde Gazap Pehlivan bir gürz darbesiyle onu yere serdi. Henüz ölmemişken, dişleriyle vücudunu paramparça etti. Kalbini çıkarıp Ehrimen'in önüne attı. -En büyük düşmanlarımızdan biri olan Muhabbet'in kalbi işte ayaklarınızın altında, onu bir güzel çiğneyin! dedi. Bu dehşet verici manzara, bu feci ölüm karşısında içimiz kan ağlıyordu. Ehrimen taraftarları ise sevinçten uçuyordu. Temaşa Bayramı denilen bu garip bayram başlayalı tam otuz sekiz gün olmuştu. Gazap'ı, bizim taraftan henüz mağlup eden olmamış, Hürmüz ile Ehrimen'in tahtının üstündeki tahtta bulunan meçhul kişinin elindeki kürenin sağ tarafını karanlık kaplamaya başlamıştı.
Ehrimen tarafı galip gelmek üzereydi. Hürmüz'ün veziri Salah yanımıza geldi. Gazap'ı ancak Hikmet Pehlivan'ın öldürebileceğini söyledi. Hürmüz'ün, ertesi gün, onun meydana çıkmasını emrettiğini dile getirdi. Bayramın bitmesine iki gün kalmıştı. Hikmet Pehlivan'ın galip gelmesi için dua etmemiz istendi. Çadırımıza döndüğümüzde rehberim gayet ciddî bir tavırla: -Hikmet Pehlivan'ın kim olduğunu biliyor musun? dedi. -Hayır. -O sensin. Bu gece, uyku zamanı değildir. Yarın Gazap ile çarpışacaksın. Geceyi ibadetle ve kılıç tahiniyle geçireceğiz. Hayretimden donakaldım. Bana bu kadar önemli bir görev verileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. İsmimin Hikmet Pehlivan olduğunu da bilmiyordum.
Ancak, böyle mukaddes bir dava uğrunda, Gazap gibi büyük bir düşmanla çarpışacağım için, kendimde büyük bir azim ve güç hissetmeye başladım. Kendimin, dolayısıyla da bu mukaddes davanın yenik düşmemesi için sabaha kadar Allah'a dua ettim. Bu arada rehberim bana vuruş teknikleri öğretti. Sabah namazı vaktinde zırhımı giydim. Rehberim belime bir kemer taktı. Alnımdan öptü ve gözyaşları içinde benim için dua etti: Güneşin doğusuyla birlikte atıma bindim. Gazap ortaya çıktı. Ben de karşısına dikildim. İsmimi sordu: -Hikmet Pehlivan, dedim.
Bana: -Behey zavallı! Senin gibi mazlum ve kendi hâlinde bir salak, benim gibi kükremiş bir arslanla çarpışabilir mi? Haydi, defol git! Sen zararsız bir bunaksın. Senin kanını dökmek bana yakışmaz, dedi. " Ben de cevaben: -Beni alt edeceğini hiç sanmıyorum. Acaba zirzopluğuna mı güveniyorsun? Bilmez misin ki, ben seni yenemeyecek durumda olsaydım karşına çıkarılır mıydım? Haydi, kes tantanayı. Gebermeye hazır ol! dedim. Gazap bu konuşmama çok kızdı: -Vay! Kafayı bulmuşsun sen galiba. Saçmalıyorsun. Haydi öyleyse!., dedi ve üzerime hücum etti. Bu heybetli devin öldürücü darbelerinden kurtulmak için çok çevik olmak zorundaydım. O kadar azimliydim ki, sanki kuş gibi uçuyordum. Akşama kadar uğraştık.
Bana bir darbe bile isabet ettiremedi. Ancak ben de ona birşey yapamadım. Akşamleyin biraz dinlendikten sonra geceyi dua ederek geçirdim. Sabaha karşı rehberim bana bazı talimatlar verdi. Güneşin doğusuyla birlikte meydana çıktım. Gazap öfkeden köpürüyordu. Etrafımda fırıldak gibi dönerek: -Dün elimden kurtuldun. Fakat bugün kurtulamayacaksın, dedi. Saldırma pozisyonu aldı. O sırada ben, rehberimin öğrettiği taktik icabı: -Aman Allahım! Kafandaki de ne? dedim. Bunun üzerine elini başına götürdü. Ben o an, zırhsız olan koltuğunun altından kalbine doğru kılıcımı sapladım. Gazap korkunç bir çığlık atarak yere düştü.
Ağzından kan gelmeye başladı. Ehrimen taraftarlarının öfkeli çığlıkları göklere çıkıyordu. -Hikmet, Gazap'ı hileyle öldürdü, diyorlardı. Meçhul perinin elindeki küre baştan başa nur olmaya başladı. Bizimkilerin sevinç çığlıkları dünyayı kapladı. O gün öyleye kadar birçok Ehrimenliyi tepeledim. Fakat öğle üzeri karşıma peçeli bir pehlivan çıktı. Beyaz bir file binmiş olan bu pehlivanın ortaya çıkmasıyla Ehrimen'in yüzünde hınzırca bir gülümseme belirdi. Hürmüz buna son derece üzüldü. Meçhul periye seslenerek: -Efendim! Amacın nuru yok etmek mi? Merhamet!.. Merhamet!.. Merhamet! dedi. Meçhul Peri: -Bu, Ehrimen'in hakkıdır. Ne yapalım. İstediğini çıkarır, cevabını verdi. Ehrimen gülüyordu.
Hürmüz üzüntüyle boynunu büktü. -Emir senindir, dedi. Yenileceğime işaret eden bu konuşmayı herkes gibi ben de duyuyordum. File binmiş olan pehlivan mağrur bir şekilde meydanı dolaştı. Gök gürültüsünü andıran bir nâra attı. -Ey benim gücümü inkâr eden gafiller! İyi bilin ki ben pehlivanlar pehlivanı, yiğitler yiğidi Nefs-i Emmare'yim. Şimdiye kadar yenemediğim hiç kimse olmadı. Beşbin değişik şekle girerim ben. Bin türlü silâhım vardır. (Bana dönerek) Ey miskin Hikmet! Gel kendi rızanla teslim ol! Seni hizmetçi olarak kullanayım. Sen aptal ve aciz bir mahlûksun. Benim gözümde bir sinek kadar değerin yok. Fakat nedense seni severim. Çünkü senin bana hizmetin dokundu. Haydi, teslim ol da kurtul! dedi. Cesaretimi toplayarak, bu teklifi kabul etmedim. Bunun üzerine: -Ey Hikmet! Bendeki şu silâhlara bak. Rehberinin sana öğrettiği alçakgönüllülük, ilim, kanaat, ihtiyat, ağırbaşlılık, sabır ve hile numaralarını başkaları gibi yutmam ben.
Onların herbirine karşı kin, hiddet, düşmanlık, nefret, şehvet gibi bir sürü numara var bende. Gel, kendine yazık etme! dedi. Yine yanaşmadım. -A zavallı! Ne düşünüp duruyorsun. Senin vuruşların beni etkilemez. Seni bir saniyede mahvederim. Bu benim için bir çocuk oyuncağı, dedi. Yine reddettim. Bunun üzerine çarpışma başladı. Ben bildiğim numaraların hepsini yaptım. Hiçbir etkisi olmadı. Nefs-i Emmare beni adam yerine koymuyor, hâlime gülüyordu. Nihayet "Güçlü Azim" adındaki bildiğim en son öldürücü vuruşu yapmaya karar verdim. Emmare'nin sol tarafına geçtim. Vurmaya uygun bir pozisyon aramaya başladım. Emmare davayı çaktı. -Ya! Demek beni öldürmek istiyorsun. Dur öyleyse! dedi. Tam kılıcı böğrüne sokacağım sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı. Hayal bile edilemeyecek bir güzellik gözlerimi kamaştırdı. Kılıç elimden düştü. Emmare beni kemerimden tutup, filin üzerine aldı. Ve, Ehrimen'in huzuruna götürdü. -Ey Ehrimen! Hikmet'i öldürmedim. Esir aldım. Mutfakta soğan soyar. Tam ona göre bir iş bu, dedi. Bu espriye Ehrimen kahkahalarla güldü. Hürmüz'ün gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
Küredeki nur yavaş yavaş yok olmakta, her tarafı karanlık kaplamaktaydı. Ehrimen taraftarları galip gelmişti. Sol taraftaki kalabalık: -Karanlıklar! Karanlıklar! Aslolan karanlıklardır. Onları yendik, diye bağırıyordu. Bizim taraf ise: -Sana hamdolsun! Sana hamdolsun! Ey nurların nuru! Nurunu kaldırma! diye yalvanyordu. Hürmüz, Nur Perisi'nin önünde secde etti. -Ey yaptığından mesul olmayan eşsiz Tanrı! Medet senden! Medet! Senin başın için, senin hakkın için... dedi. Hürmüz başını secdeden kaldırmıyordu. Ehrimen ise başını göğe doğru kaldırmıştı. Karanlık, küreyi öyle kaplamıştı ki yalnız- ca nokta kadar bir aydınlık kalmıştı bir köşesinde. O sırada uzaklardan bir ses duyulmaya başladı. Bu ses erkeksi olduğu kadar hoş, hoş olduğu kadar erkeksiydi. Şarkı söylüyordu. Sonunda karanlıklar arasından, yüzündeki nurla etrafı aydınlatan bir süvari göründü. Dört ayaklı, alnı boynuzlu, kanatlı, koyu yeşil bir ejderhaya binmiş olan bu süvari, bir güzellik abidesiydi sanki.
Kestane rengine yakın, daha doğrusu bazen siyah, bazen kırmızımsı görünen kıvırcık saçları omuzlarına dökülüyordu. Başında kıymetli taşlarla süslü bir taç, üzerinde yeşil renkli ipek bir elbise vardı. Şarkı söylüyordu. Biz de ürkek ürkek o ilâhî sesi dinliyorduk: Ben oyum ki satvetimden kâinat lerzandır, Ben oyum ki zür—i bâzum hakim—i hercandır. Ben oyum ki her kim olsa serfuru eyler bana, Hâki payim secdegâh-ı zümre-i insandır. Ben oyum ki sîret-i merdîde yoktur benzerim, Hadimin—i barigâhım zümre—i merdandır. Ben oyum ki mizan-ı adlimde müsavi cümle halk, Şehinşahlarla gedalar bence hep yeksandır. Hasılı şimşir—i izz—ü kudretiyim lyzid'in, Aşkım ben, satvetimden kâinat lerzandır* Bu güzel ses, bu tatlı nağmeler her iki tarafı da mest etmişti. İşin garip tarafı, Ehrimen taraftarları da bizimkiler kadar zevk al- "Ben o kimseyim ki, gücümden kâinat titrer. Ben o kimseyim ki, bileğimin gücü her canlıya hükmeder. Ben o kimseyim ki, kim olursa olsun bana baş eğer. Ayağımı bastığım toprak insanların secde yeridir. Ben o kimseyim ki, yiğit yaratılışlı insanlar arasında bile benzerim yoktur. Yiğit kimseler kapımın hizmetçileridir. Ben o kimseyim ki, adalet terazimde herkes eşittir.
Bence, cihana hükmeden padişahlar ve fakirler aynı derecededir. Kısacası ben, lzid'in kuvvet ve kudret kılıcıyım. Ben aşkım, gücümden kâinat titrer." mıştı bundan. "Aşk" adındaki bu pehlivan bize yaklaştıkça nur perisinin elindeki küre aydınlık kazanmakta, nur, karanlığı kovmaktaydı. Pehlivan meydanın ortasına geldiği zaman küre tamamen aydınlanmış ve âlemden karanlık kalkmıştı. Nefs-i Emmare ve onun esiri olan ben meydanda bulunuyorduk. Aşk, ejderhasını bize doğru çevirdi. Gayet tatlı ve laubali bir tavırla: -Ey Emmare! Bana da karşı duracak mısın? dedi. Emmare, ona karşı büyük bir hürmet göstererek filden yere indi. Aşk'ın önünde diz çöktü. -Sen herkesin olduğu gibi benim de efendim ve velinimetimsin. Aczimi ilân ederek, işte secde ediyorum sana, dedi. Aşk, beni serbest bıraktı. Gülerek: -Haydi! Koca aptal Hikmet, git, rahatına bak! dedi. Meydanda yalnız Aşk kaldı. Ejderhasından indi. Elleri göğsünde olduğu hâlde, oldukça yavaş ve ölçülü adımlarla nur perisine doğru yürümeye başladı. Onunla arasında üç adım kadar mesafe kaldığı zaman: -Ey, Nur Perisi! Yalnız senin kulunum, dedi ve secdeye kapandı. Sonra: -Ey Hürmüz! Ey Nur! Selâm olsun sana! Zira, karanlıkların değeri seninle bilindi, dedi. Daha .sonra Ehrimerı'e: -Ey Ehrimen! Ey karanlık! Selâm olsun sana. Zira, nurun değeri seninle bilindi, dedi.
Sonra meydanın ortasına doğru yürüdü. Ellerini semaya kaldırdı. O sırada kürenin yarısı aydınlık, yarısı karanlık oldu. Âlem eski hâline döndü. Bu arada her iki taraf da, bağlı bulunduğu efendinin elini öpmekteydi. Hürmüz ve Ehrimen tahtlarından inmişler, yan yana gelmişler, sanki kardeş gibi el sıkışmışlardı. Nur Perisi bu durumu gülerek seyrediyordu. Hürmüz'ün elini öptüm. Yüzüne baktım. Bir de ne göreyim!.. Hayretimden, bir çığlık koparıverdim. Gözlerimi açtığımda Aynalı Baba'nın gülümseyen çehresini gördüm. Daimî Dönüşüm "Ey Daimî, Ey Dehrî, Ey Evvel, Ey Ahir, Ey Zahir, Ey Bâtın! Sesimi duy! Kulun Zekeriya'yı duyduğun gibi." Hazret-i Şâzelî Bugün de, geçen iki günde olduğu gibi ney sesiyle mest oldum. Kendimi on iki yaşında bir çocuk olarak görüyordum. Büyük bir şehrin geniş bir caddesinde bulunan güzel bir evde oturuyordum. Henüz uyanmamıştım. Güneşin parlak ışıkları, Tanrının güzellik nurunun yansıması olan eşyayı yeni yeni okşamaktaydı. Yataktan kalkacağım sırada odanın kapısı açıldı.
Bir hizmetçi, babamın beni beklediğini söyledi. Kalktım, hizmetçiyi takip ederek yürümeye başladım. Büyük bir odaya girdik. Babamla karşılaştım. Babam yüz on yaşlarında yaşlı bir ihtiyardı. Sanskritçe konuşuyorduk. Babam dedi ki: -Oğlum, on iki yaşına bastın. Artık kendini ve kâinatı öğrenme zamanın geldi. Seni büyük bir üstada götüreceğim. Varlığın sırrını anlama çağma geldiğin için üç gün, üç gece şenlik yapacağım. Sen bu şenlikte hizmet edeceksin. Orada sana rehber olacak bir adam göreceksin, dedi. Gerçekten tantanalı, gösterişli bir şenlik başladı. Birinci gün bütün Brahmanlar ve asiller, ikinci gün asker ve tüccarlar, üçün- cü gün fakirler bu şenliğe davet edildi. Üçüncü gün, seksen yaşında bir fakir benim rehberim oldu. Dördüncü gün babam bizi erkenden yola çıkardı. Rehberim bir eşeğe bindi. Ben ise arkasında yaya yürüyordum. Rehberim: -Oğlum! ilim ve hikmetin değerini anlaman gerekiyor. Bu yüzden yaya yolculuk yapacaksın. Karşılığında yüksek ücret ödenmeyen birşeyin değeri anlaşılmaz, dedi. İlk günlerde çok sıkıntı çektim. Fakat yavaş yavaş alıştım. Kırk günlük bir yolculuktan sonra bir kulübenin önünde durup, biraz dinlendik.
Rehberim beni elimden tutarak kulübeye soktu. Kulübede su ile dolu bir çanak vardı. Rehberim beni doğuya döndürerek, çanağı önüme koydu. -Ey Brahma! Ey gerçek varlık! Ey en büyük nur! Varlığının basamaklarını, ruhunun derecelerini göster! diye dua etti. Anlayamadığım birtakım sözler mırıldandı. Kulübeden çıkıp kapısını kapadı. Her taraf kapkaranlık olmuştu. Yalnızca, önümdeki çanakta duran suyun parlaklığını görebiliyordum. Rehberimin tembih ettiği şekilde yalnızca suya bakıyordum. Kısa bir süre sonra nereden geldiğini bilemediğim gizemli birşey işitmeye başladım, işittiğim ses miydi, inilti mi, ilham mı, vehim mi, işaret mi? Hangi dildendi? Nasıl birşey olduğunu bilmiyorum. Bunu tarif etmem imkânsız. Aklım ya da kalbim bu harfsiz cümleleri, bu titreşimsiz sesi şöyle anlıyordu. Ey dayf-ı bezm-i vücud Anla nedir sırr-ı şuûn Yok dem—i vahdette hudud Her ne desen nâmı ânın Cümlede o nokta-i nihan Kâhi esir, kâhi cihan Mevt-ü hayat camı ânın Kâhi güneş, kâhi kamer Kâhi matar, kâhi sehap Kendi ateş, kendi şehap Kendi gece, kendi seher Kâhi hacer, kâhi nebat Kâhi nemi, kâhi esed Kendisi ruh, kendisi cesed Kendi hayat, kendi memat Devr ile adem olacak Kendini kendinde bulur Mutlak iken, nokta olur Adem imiş mazhar-ı Hak*
Çanaktaki su yavaş yavaş parlaklığını kaybetti. Her taraf kapkaranlık oldu. Hiçbir şey göremez oldum. Buna rağmen garip bir seyre koyuldum. Hangi organımın gördüğünü tayin etmekten acizdim. Kendimi kontrol ediyor fakat bu durumdan hiçbir şey anlayamıyordum. Yalnız görüyordum. Bunu anlatmak mümkün değil. Sonsuza bakıyor, sonsuz bir meydan görüyordum. Sanki bir saniyede milyonlarca kilometre uzaklıktaki yerleri gezip gördüğüm hâlde sabit bir noktada duruyordum. Duygu ve idraki paramparça eden bir azamet, vicdanı mahveden bir gerçek görün- "Ey varlık âleminin misafiri! Gerçeklerin sırrının ne olduğunu anla. ( ......... ) Vahdet anının sının yoktur. Söylediğin herşey onun adıdır. Çünkü herşeyde gizli olan nokta odur. Bazen fezayı dolduran cevherdir, bazen cihandır. Ölüm ve hayat onun kadehidir. Bazen güneş, bazen aydır. Bazen yağmur, bazen buluttur. Ateş de kendi, alev de kendidir. Gece de kendi, seher de kendidir. Bazen taş, bazen bitkidir. Bazen karınca, bazen arslandır. Ruh da kendisi, ceset de kendisidir. Hayat da kendisi, ölüm de kendisidir. Zamanla yok olunca, kendini kendinde bulur. Mutlak iken nokta olur. Yokluk, Hakk'm kudret eserlerinin göründüğü yerdir." meye başladı. Yapıp yapmadığımı bilemediğim bu yolculukta kendimi kaybettim. Bir an hiç oldum. Kısa bir süre sonra bu sonsuz meydanı iyice fark etmeye başladım.
İzahı mümkün olmayan garip bir duygu ile herşeyi içimde duymaya başladım. içinde kaybolduğum bu uçsuz bucaksız meydanı sanki ben kaplamıştım. Sonunda bir yorgunluk hissettim. Görünmez birşey çıktı ortaya. Aslında görünürde hiçbir şey yoktu. Ne aydınlık, ne karanlık, ne de herhangi birşey... Hiç!.. Fakat ben birşeyin var olduğunu hissediyordum. Bu şey, bir anda sabahın ilk vakitlerindeki gibi bir ışık oldu. Bu zayıf ışık, kalbim gibi titriyordu. Bu hoş varlığın gizli müezzini, harflerden meydana gelmeyen bir sesle ezan okuyordu. Bu ses, İsrafil'in sûrundan çıkan sese benziyordu. Allahu ekber! Allahu ekber! Ey sırr—ı vücud—ı bîvücud! Marufsun amma bilinmezsin Zahirsin amma görünmezsin. O sırada saatler, seneler, asırlar bir an idi. Bir anda milyonlarca asır geçti. Yorulmuş gibi oldum. Gözlerimi kapadım. Bir an hiçbir şey göremedim. Gözümü açtığım anda, avcuma sığacak kadar küçük bir âlem gördüm. Bu gezinti esnasında bir yer dikkatimi çekti. Bu yer, tamamen su ile kaplı bir küreydi. Suya baktığım anda, akıl almaz bir güç beni oraya doğru çekti. Ilık suyun içine girer girmez kendimi milyonlarca canlıyı içimde toplamış gibi hissettim. Bu canlıların ne organları, ne de belli bir şekilleri vardı. Milyonlarca odası olan bir hapishaneye benzeyen bu canlıların varlığına bağlı olmaktan kendimi kurtarmaya çalışıyordum.
Fakat bir türlü başarılı olamıyordum. Milyonlarca sene devam "Allahu ekber! Allahu ekber! Ey varlığın vûcutsuz sırrı! Bilinensin ama bilinmezsin. Görünensin ama görünmezsin." eden bu durum içerisinde, hapishane vazifesi gören bu odalardaki canlılarda garip değişiklikler meydana geliyordu. Fakat benim canımı sıkan şey bu canlıları bünyemde topladığım hâlde onların dışında olmak değildi. Kendimi onlarda hapsolmuş hissetmemdi. Akıl ve idrak bir yana, her türlü duyumdan uzaktım sanki. İçlerine hapsedildiğim bu canlılar, türlü türlü şekillere giriyorlardı. Benim için bir gün hükmünde olan binlerce yüzyılın geçmesiyle her şekil başka bir gelişim gösteriyordu. Su içinde hapsedilmiş olduğumdan, gözlerimin garip görüşünden ve kulağımın sağırlığından rahatsız oluyordum. Ben bu durumdayken, ne kadar zaman geçti, neler olup bitti bilmiyorum. Birden kendimi, karadaki birçok canlının vücudunda gördüm. Temiz havanın ciğerlerime doluşunu hissettikçe, zevkten dört köşe oluyor, milyonlarca bedende koşup oynuyordum.
Belli belirsiz, fakat gerçek bir sevgi tüm bedenlerimi kaplamıştı. Her ne kadar gördüklerimi tam olarak anlayamıyorsam da, onların varlığını hissediyor, zararsız olanlarını seviyordum. Her an, milyonlarca bedenim işe yaramaz hâle geliyor, şekil değiştiriyor, toprak oluyordu. Fakat onların yerine milyonlarcası ortaya çıkıyordu. Bu devredeki oluşların gizli bir sebebi yoktu. Bunlar, birbirleriyle manen birleşip, sevgi anında tuhaf bir zevke dalıyorlardı. Bedenim ne erkek, ne de kadın bedeniydi. Fakat hem erkek, hem de dişi sıfatlara sahipti. Her biri bazen baba, bazen anne, bazen de hem anne hem baba oluyordu. Günlerin geçip gitmesiyle, hapsedildiğim bedenler o kadar_ çoğalmış, o kadar çeşitlenmişti ki, bunların biri diğerine görünüşte hiç benzemiyordu. Bazısı gözle görülemeyecek kadar küçük ve basitti. Bazısı havada uçuyor, bazısı yerde sürünüyordu. Bazısı da oldukça iri, güzel ve akıllıydı. Bu bedenler arasında rekabet ve faydacılık bir kanun hâline gelmişti. Ne kadar zaman geçti, neler oldu bilmiyorum. Birgün bir bedende hapsedildiğimi hissedip, acı bir duyguyla inlerken sanki kâinatın her zerresindeki sırlar birer birer bulunduğum bedende toplanıyordu. Manevî bir soluk, rengi ve yeri belli olmayan bede- nimi kapladı.
Doğuya dönmüş, yüzümü ağarmaya başlayan ufka çevirmiştim. Sanki her zerre beni selâmlıyor, her taraftan burnuma amber kokusu geliyor, bütün vücudum bir aşk rüyasının tesiri altında titriyordu. Kendimin bilincindeydim. Etrafımı hem görüyor, hem de gördüğümü fark ediyordum. Sanki herşeyi biliyordum. Kendimden geçer gibi oldum. Mânâ diliyle "Elhamdülillah" dedim. Gaipten gelen bir ses kâinata şöyle diyordu: Doğdu şimdi şems-i idrak âleme tstivagâhtır dimag-ı Ademî Nur-i Haktır şeb-çerağ-ı Ademî Ey melâikl Baş eğin hep Adem'e.* Bu büyük emirden bütün âlemler ve içinde bulunan yaratıklar titredi. Her varlık insanın önünde eğildi. Her zerre lisan-ı hâl ile şöyle diyordu: Merhaba!.. Merhaba, ey pertev-i sırr-ı vücud! Merhaba, ey zübde-i cümle şuûn! Merhaba, ey memba—ı fehtn—ü fünûn! Merhaba, ey mazhar-ı ikram-ü cûd! Kâinattan sen idin maksud, seni Ey zekâ! Bizler senin miratınız. Nokta sensin, biz senin âyâtımz. Secdegâh sen, kıble-i mabud sen!" "İdrak güneşi şimdi doğdu âleme. Âdem'in aklı, saltanat yeridir. Âdem'in karanlıkları aydınlatan cevheri, Hakk'ın nurudur. Ey melekler! Hepiniz Âdem'e secde edin!" "Merhaba! Merhaba ey varlık sırrının nuru! Merhaba ey tüm oluşların özü! Merhaba ey anlayış ve ilimlerin kaynağı! Merhaba ey Hakk'ın iltifat ve ikramına nail olan! Kâinattan gaye sen idin, sen! Ey Zekâ! Bizler senin aynanız.
Nokta sensin, biz senin büyüklüğünü gösteren birer işaretiz. Secde edilecek yer sensin. Hakk'ın kıblesi yine sen!"Gözlerimi açtım. Aynalı Baba'mn hüzün dolu gözleri üzerime çevriliydi. Çocukların, gördükleri rüyayı hemen söylemesi gibi: -Hepsi secde etti, dedim. -Evet!.. Yalnız nefsindeki gurur, yani şeytan hariç! dedi Aynalı Baba. Arifler Meclisi "Ya Maruf! Seni hakkıyla bilemedik. Noksan sıfatlardan seni tenzih ederiz." Hazret-i Seyyid Daha önceki günlerdeki gibi Aynali'nın kulübesine gitmiş, günlük gıdamı almıştım. Bugün kulübenin önüne oturmadım. Aynalı beni alıp, mezarlığın en ücra ve caddeye uzak bir köşesine götürdü. Büyük bir mezar taşını göstererek: -Git, şu mezarın üstüne uzan. Adamın başındaki kavuğun büyüklüğüne bakılırsa büyük bir âlim olmalı. Git, o yüce âlimin ruhaniyetinden feyiz al! dedi. Gidip mezarın üzerine uzandım birkaç dakika. Kavuk hayalimde bin bir türlü şekil aldıktan sonra Aynalı'nın çaldığı neyin hazin nağmeleriyle hayallere daldım. Kendimi zifirî karanlık bir odada, bir yatakta yatıyor gördüm. İçerisi fena hâlde karanlıktı. Bir müddet bekledim. Karanlık sinirime dokunuyordu. Nerede bulunduğumu kestirmeye çalıştığım bir sırada odanın kapısı açıldı. Bir adam içeri girdi: -Kalktın mı oğlum? dedi. Karanlıktan içeri giren adamı göremiyordum.
Daha doğrusu bizim bildiğimiz şekilde göremiyordum. Ancak, acayip bir his ve görüş oluştu o sırada. Babam öleli uzun zaman olduğu için bu adamın bana "oğlum" demesine şaşınyordum. Adam tekrar: -Oğlum kalktın mı? dedi. -Evet, dedim. Ancak sen benim babam mısın? Adam hayretle: -Oğlum sen çıldırdın mı? dedi. -Hayır! Fakat babam öleli... -Vah, vah! Oğlumu cinler çarpmış! Zavallı saçmalıyor. Kısa bir süre sonra kendime geldim. Delilere her yerde iyi davranılmadığını anımsayarak, yaptığım gafı düzeltmeye çalıştım. -Şaka yapıyorum baba! Fakat bir lâmba yahut mum emretseniz. İçerisi cehennem gibi karanlık da... Adam ağlamaklı bir sesle: -Aman Allahım! Oğlum çıldırıyor. Sonsuz güneş doğmuş, âlem nura boğulmuşken o içerisinin karanlık olduğunu söylüyor. Aman oğlum! Fenalaşmaya başladım, dedi. Odanın oldukça karanlık olmasına rağmen, bu adam son derece aydınlık olduğunu iddia ediyordu Babam olduğunu söyleyen bu adamın deli olduğuna kanaat getirmeye başladım. Adamı kızdırmayıp, durumu idare etmeyi düşündüm. -Babacığım! Doğru söylüyorsun, gerçekten güneş doğmuş. Fakat, pencereler kapalı olduğu için ışık odaya girmiyor. -Aman Allahım! Eminim ki bizim oğlan çıldırıyor. Oğlum! Güneşin ışığına birşey engel olabilir mi? Sen deli misin, nesin? Adamın bu cevabı karşısında, bir tımarhanede olduğumu düşünmeye başladım. Biraz sonra içeriye annem olduğunu iddia eden bir kadın, amcalar, dayılar ve bir sürü akrabam girdi. Babam onlara yana yakıla çıldırmış olduğumu söylüyordu.
Bunun üzerine onlar başıma üşüşerek bana birtakım saçma sapan sorular sormaya başladılar. Söylediğim her kelimenin aleyhime delil olarak kullanılıp, deli olduğuma hükmedeceklerini bildiğim için susmayı yeğledim. Babam, yanımda oturmuş, kederinden ağlıyordu. Bense ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilmez hâldeydim. O sırada cebimde bir kiprit olduğu aklıma geldi. Hemen çıkarıp bir tanesini yaktım. Karşılaştığım manzara o kadar tuhaftı ki uzun kah- kahalar atarak iki yanıma yuvarlanıyordum. Babam olduğunu idda eden adamın, annemin, amcalarımın, dayılarımın gözlerinin yerinde birer arpacık soğanı ya da ona benzer şeyler vardı. Yani bu zavallıların hepsi en önemli duyu organından, gözden yoksundular. O esnada odadakilerin manzarası o kadar garipti ki kahkahalanm büsbütün arttı ve neredeyse hastalık boyutuna ulaştı. Babalık, analık ve diğerleri dörder ayağa sahipti ve olanca kuvvetleriyle zıplıyorlardı. Bir süre böyle zıpladıktan sonra babalığım yanıma geldi. Elimi tuttu ve öptü: -Ey beyaz ifritin san şeytanı! Saltanatın mübarek olsun! Bin senedir bütün âlem seni beklemekteydi. Sonunda büyük bir mucize eseri sanki benim soyumdan dünyaya geldin. Bin senedir beklemekte olduğumuz sesi çıkardın. Şimdi bütün kızıl şeytanlara haber vereyim de gelip elini öpsünler.
Her yere bu durumu bildirsinler, dedi. Yakınımda bulduğum bir zeytinyağı ile kandil yaptım. Sonra, biraz atıştırmaya niyet ettim. İşte tam o sırada memleketin padişahı, vezirleri, âlimleri eve akın etti. Hepsi bana: "San Şeytan Hazretleri" gibi acayip bir unvan vererek, son derece büyük hürmet göstermekteydiler. Sokaklarda dolaşarak insanlara Sarı Şeytan'ın geldiğini müjdeliyorlardı. Memleketin en büyük ve en süslü sarayını bana tahsis ettiler. Emrime yüzlerce hizmetçi verdiler. Ben yavaş yavaş bu acayip halkı incelemeye koyuldum. Bunlar tamamen kör değildi. Işığı bizler gibi algılamamaları ve sürekli karanlıkta bulunmalanna rağmen kendilerine özgü bir görme şekilleri vardı. Şehirleri oldukça güzel inşa edilmiş olup, sanatta da hayli ilerlemişlerdi. Özellikle edebiyat, teoloji ve felsefeye büyük bir önem veriliyordu, sayısız üniversiteleri, meşhur âlimleri, hocalan bulunuyordu. Birgün, İlahiyat fakültelerinin final imtihanına gittim. Öğretmenler ve öğrenciler ne yapacağını şaşırmıştı. Üniversite dekanı; ilim, kemal ve hakikat bilgisinin yalnızca San Şeytan'da bulunduğunu, kısa bir süre sonra kendisinden mevcut tüm bilgilerin incelenmesini rica edeceklerini açıkladıktan sonra imtihan başladı. Birinci sırada oturan "Bibi" isimli zeki bir öğrenciye sorular soruldu.
Bibi, âlemin yaratılışı hususundaki soruya şöyle cevap verdi: -Bundan seneler önce yaşamış olan "Tâtâ" adlı âlimin söylediğine göre, onbeş bin yıl önce Beyaz İfrit altın semada, mor şeytanlarla beraber oturuyormuş... Konuşmasına devam edecekti ki dinleyiciler arasından biri itiraz etti: -Üç bin yıldır bu yanlış fikirde ısrar edip duruyorsunuz. Beyaz ifrit'in beraberindeki şeytanlar mor değil, açık maviydi. Üniversite dekanı: -Efendi, şu anda imtihandayız, itiraz etmeyin! Başka bir zaman Sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda, âlimlerimizle bu konuyu tartışabilirsiniz, dedi. Meğer çoğunluğun fikrine aykırı düşen birtakım yeni fikirlere sahip olduğu için hükümet tarafından baskıya maruz kalan "Tantan" adında meşhur bir âlimmiş itiraz eden kişi. Benim orada bulunmamı fırsat bilerek itiraz etmeye cesaret etmişti. Öğrenci konuşmasına devam etti: -Mor Şeytanlar, Beyaz İfrit'e karşı son derece itaatkâr olmalarına rağmen çok aptal olduklarından Beyaz İfrit birazcık akıllı bir mahlûk yaratmaya niyet etti. Gökyüzünün süprüntüleri ile sekiz köşeli bir meydan yaptı. Fezaya tükürdü. Bu tükrükten bir deniz meydana geldi. Meydanı denizin ortasına koydu. İşte bu bizim yaşadığımız âlemdir. Yalnız deniz suyu dondu. Âlem buzlarla doldu.
Bunun için bir kazan yapıp üstüne yerleştirdi. Onu tükrüğü ile doldurup, nefesi ile kaynattı. Böylece âlem ısındı. Daha sonra mor şeytanlardan bir ikisini yontarak küçülttü. Sonra bir delik açıp onu şişirdi. Bunları ortalığa salıverdi. İşte bunlar bizim atalarımızdır. Bunun üzerine, itiraz eden âlimin sesi yine yükseldi: -Kazan, kazan! Bir kazan patırtısı aldı başını gidiyor. Ancak, bu kazanın kaç kulpu olduğunu, nereye asıldığını, ne ile asıldığını bilen, bu sırra eren bir Allah'ın kulu yok. Sizi cahiller sizi! Nihayet her iki taraftan da gürültüler yükselmeye başladı. Padişahın onayıyla öğrencinin imtihanı ertelendi. Ve, bir hafta sonra bütün meşhur âlimlerin bir araya gelip fikirlerini belirtmeleri kararlaştırıldı. Ben hangisini doğru bulursam, doğru ve gerçek ilim onun ilmi olacaktı. Sonra meclis dağıldı. Bir hafta sonra şehrin en büyük meydanına büyük bir meclis kuruldu. Ben kocaman çanakların içine zeytinyağı doldurarak kandiller yapmış, bunları meydanın her tarafına koydurtmuştum. Âlimler iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Tantan'ın başkanlığında toplanmış olan, dinde reformu savunan kimselerdi. Diğerleri Tonton adlı bir âlimin etrafında toplanmıştı. Sonunda Tantan ve Tonton karşıma geldiler. Tonton dedi ki: -Ey Tantan! Binlerce yıllık bir araştırma ve inceleme neticesinde elde edilen bilgilere fuzulî yere itiraz etmek caiz değildir. Artık şarlatanlık devri sona erdi.
Haydi bakalım Sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda tüm itirazlarını dile getir. Tantan cevap verdi: -Ey Tonton! Ben size her konuda karşı çıkmıyorum. Fakat siz ilerlemeye düşmansınız. Araştırmıyorsunuz. Bilgilerinizi genişletmiyorsunuz. Örneğin, hâlâ Beyaz îfrit'in yanındaki şeytanların mor olduğunu iddia ediyorsunuz. -Bize ulaşan bilgiler böyle. -Evet ama bu yanlış. Zira, binlerce yıl Beyaz îfrit'in huzurunda bulunan şeytanların rengi aslen mor olsa bile, onun ışığının etkisiyle renklerinin açılıp, maviye dönmesi gerekmez mi? Ey Tonton! Birazcık insaflı ol! -Dediğin doğru olabilir, ancak bu hususta elimizde her hangi bir delil yok. -Nasıl yok! Bir ateşin bile karşısına konan katı cisim zamanla yumuşuyor, hatta bazıları eriyor. Öyleyse mor şeytanların da şimdiye kadar mavi olmaları gerekir. -Dedim ya, olabilir. -Âlemin üstüne asılan kazandan bize ısı geldiğine inanıyorsunuz. -Bize gök kazanından ısı geldiği; gece ile gündüz sıcaklıklarının farklı olması ve de mevsimlerin durumuyla sabittir. -Peki, gök kazanının kaç kulpu vardır? Bu önemli soruya Tonton cevap veremedi. Tonton dedi ki: -Susuyorsunuz. İşte ben, sizin bilmediğiniz bu sırrı keşfettim.
O kocaman gök kazanının tam yedi yüz altmış sekiz buçuk kulpu vardır. Artık sabrım tükenmişti. Kendimi tutamadım. Güneşe "Gök Kazanı" adını verip, onu nefesle kaynatmak, ona yedi yüz altmış sekiz buçuk adet kulp takmak ve bunları ilim saymak gibi saçmalıklara dayanamayıp, kahkahayı patlattım. Fakat bizim kahkaha onların birlerce senedir beklediği semavî ses hükmünde olduğundan, bu kahkaha Tantan'ın haklı ve ilminin gerçek olduğuna bir işaret sayıldı. Kahkahayı işitince kendilerine özgü birtakım ibadetlere başladılar. Başta Tantan ve Tonton olmak üzere hepsi dört ayaklı olup, zıplamaya başladı. Kahkahalarla uyandım. Karşımda Aynalı'nın güleç yüzünü gördüm. -Bu kamil kişilerin mukayesesine ve bu âlimlerin fikirlerinin tazeliğine ne diyorsun? işte eşyanın hakikatine nispetle, insanların ilmi, Tantan'ın keşfine benzer. Bu, kıyamete kadar da böyle olacaktır. Çünkü insanların gözü, hakikati görme noktasında arpacık soğanına benzer, dedi. Azamet Sahası "Allah'ın kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup, gözetmek O'na ağır gelmezO, çok Yüce ve çok Büyüktür." Kuran Bugün hava biraz sıkıntılıydı.
Fakat hoş bir serinlik hakimdi her yere. Aynalı'nm elinde bir çanak dolusu irmik helvası vardı. Erkenden kulübemin önüne uzandım. Alışılageldiği üzere tuhaf bir uyku ve seyre daldım. Kendimi Ayasofya camiinin müezzini olarak görüyordum. Saatime baktım. Sabah ezanının okuma vakti gelmişti. Minareye çıktım. Yalnızca bir kere "Allahu ekber" demiştim ki, bir kuş minareye yaklaşıp beni pençesiyle kaptığı gibi sırtına oturttu ve uçuşuna devam etti. Korku ve şaşkınlığım biraz azalınca etrafı seyre başladım. Güneşin parlak ışıkları havayı yeni yeni aydınlatmaya başlamıştı. Aşağıya bakınca, minarenin tepesini görebilecek kadar yüksekte olduğumu farkettim. Kuşun sırtı büyük bir oda kadar geniş ve düzdü. İnsana lâzım olan yiyecek, giyecek gibi şeyler iki taraftaki dolap gibi yerlere yerleştirilmişti. Hayretle: -Ya Rab! Bu ne hâldir? Bu nasıl bir kuş? Beni nereye götürüyor? diye bağırdım. Kuş, söylediklerimi duyup başını çevirdi: -Ben meşhur Anka Kuşu'yum. Korkma! Benden sana zarar gelmez. Ben kendi cinsimin lideriyim. Arkamda zahire yüklü elli tane anka kuşu daha var. Hiç tasalanma! ihtiyacın olan herşey var, dedi.
Üzüntü ile: -Peki, beni nereye götürüyorsun? Niçin kapıp kaçtın? dedim. -Hatrını kıramayacağım biri böyle yapmamı emretti. Sana kâinatı seyrettireceğim. Artık çaresiz kadere razı olmak gerekiyordu. Anka'nın oda genişliğinde ve pamuk gibi yumuşak olan sırtı oldukça rahat olduğu için düşmekten korkmuyordum. Biraz obur bir insan olduğumdan sağdaki yemek dolaplarına uzanıp, oldukça nefis İngiliz bisküvilerinden alarak yedim. Biraz da su içtikten sonra sigaramı yaktım. Derken canım kahve istedi. Meğer Anka Kuşu insanların aklından geçen şeyleri bilme özelliğine sahipmiş. -Dolaplarda kahve, çay, ne istersen var. Ocak da var. Kahveyi pişir, dedi. Hayretler içinde kahvemi içtim. Akıllara durgunluk veren bir hızla yükseliyorduk. Anka: -Sondaki dolapta büyük bir şişe var. Ondan bir kadeh iç. Yanındaki küçük şişeden gözlerine sürme çek. Zira yakında atmosferin dışına çıkacağız, dedi. Söylediklerini yaptım. Havanın mavi rengi, koyu laciverde döndükten sonra birdenbire bir karanlık ortaya çıktı. Benzeri hiç görülmemiş bir karanlık içinde kaldım.
Fakat gözlerime çektiğim acayip sürme sayesinde gökkubbeyi aydınlatan milyonlarca yıldızı, Anka'yı, sırtındaki malzemeleri ve kendimi oldukça net görmekteydim. Yıldızlardan daha parlaktım. Kısa bir süre sonra, iri çakıl taşlarından yapılmış gibi görünen, pek geniş olmayan fakat oldukça uzun olan bir şose yolu gördüm. Gökyüzünde böyle garip bir yola rastlayacağımı aklımın ucundan bile geçilmemiştim. Hayretimi Anka'ya da söyledim. Anka güldü. Büyük bir çekim gücüne sahip olan pençesini kaldırarak, büyükçe bir çakıl ele geçirdi. Taşı bana vererek: -Sana mânâ dilinden anlama gücü verdim. Taşla konuş, dedi. Sigaramı yaktıktan sonra taşı karşıma alıp: -Ey taş! Sen nesin? Nereden geldin? Nereye gidiyorsun? dedim. Taştan, inleyen bir ses duyuldu: -Ey insan! Yine yaralarımı deştin. Yine hüzün kapılarını açtın. Ah! Ben neyim, neyim? Geçmişte ne olduğumu bilmiyorum. Yalnız bir zamanlar, kâinatta sayılamayacak kadar çok olan bir binanın parçası olduğumu biliyorum. Küçük olmama rağmen vücudumu teşkil eden yirmi otuz tanesi, ilim ve kemaliyle meşhur olmuş âlimlerin, cihangirlikle tanınmış padişahların vücudunda bulunmuştu. Ben de, benzerlerim gibi, o binada gam ve kederden uzak bir yaşam sürüyordum.
Birgün şiddetli bir fırtına binayı yerle bir etti. O koca bina milyarlarca parçalara ayrılarak, parçalardan her biri ayrı bir yere uçtu. Ben de milyonlarca arkadaşımla beraber acayip ve meçhul bir yolda yürümeye mecbur oldum. Milyonlarca sene bir ışık ve ısı kaynağının etrafında dolaşarak, bazen parlayıp, bazen sönerek vakit geçirdim. Gün oldu, bilinmeyen birtakım sebeplerle o ışık kaynağından uzaklaşmaya başladık. Tarafsız bir bölgeye, iki kâinat arasına geldik. Heyhat! Yürüten elin kamçısı yine "Yürü!" dedi. Bu sefer başka bir ışık kaynağının, başka bir güneşin esiri, olduk. Milyonlarca sene sonra başka bir derde müptelâ olduk. Yeni güneşimizin etrafında dönerken bazen bir ateşin içine düşmekteyiz. Bu ateşin içine düşen arkadaşlarım feryatlar içinde inleyerek, ahlar vahlar çekerek yanmakta. Biz de her an böyle bir felâketi beklemekteyiz. Heyhat!.. Bilmem ki yandıktan sonra yok olup rahat edecek miyiz? Yoksa yine başka bir mahiyet ve suretle sonsuz bir sahada dolaşıp duracak mıyız? dedi. Taşı uzaya attım. Anka Kuşu düşüncelerimi anlayarak: -Evet, bu taş, eskimiş, parçalanmış bir âlemin arta kalan parçalarmdandır. Birkaç kuyruklu yıldızın bünyesinde hizmet etti. Şimdi de güneşin etrafında özel bir işle vazifeli.
Ben uzun bir süre bu şehirde, şehrin ortasında bulunan bir mahallede oturdum.
Hükümet konağı ile evim arasındaki yollarda dikkat çekici pek çok şey vardı: Köhne evler, herbiri birer parişanlık ve yoksulluk yuvası olan bir sürü virane, yürünemeyecek hâlde sokaklar, pislik içinde caddeler...
Fakat hepsinden ilginç olan, evime yakın eski bir mezarlıktı. Bu mezarlığın etrafı çok sağlam ve sanatkârane yapılmış duvarlarla çevriliydi. Duvarda, onar metre arayla yapılmış pencerelere takılmış olan tunç parmaklıklar gerçekten övgüye değerdi. Mezarlığın kapısı tahtadandı ve sonradan takılmıştı. Eski kapısının, zamana karşı direnemediği anlaşılıyordu.
Bu mezarlık, sadece hatıra ve ölülerin gömüldüğü bir yer değil, aynı zamanda birçok değerli eserin bulunduğu bir hazineydi. Pencerelerden görüldüğü kadarıyla, mezar taşlannda, eski hattatlarımızın kalemlerinden çıkmış bir sürü yazı vardı. Bu yazıların, şiir ve edebiyat bakımından da önem taşıdığına hükmetmek mümkündü.
Mezar taşlarının tepesindeki kavuklar, külahlar, taçlar tarihî yönden incelenmeye değerdi. Uzun zamandan beri terkedilmiş olan bu mezarlık, esrarengiz bir güzelliğe sahipti. Adam boyun- da otlar, sanki ölü kokusu yayan baldıranlar baharla birlikte mezarlığı kaplıyordu. Şimdilerde şehrin ortasında kalmış olan bu mezarlığın, vaktiyle şehrin kenarında olduğu kesindi. Sonraları şehrin büyümesiyle mezarlık ortada kalmıştı. Ben hergün bu mezarlığın önünden geçiyor, her geçişimde burayı ziyaret etmek istiyordum.
Fakat bizim gibi, değerli vakitlerinin bir kısmını geçim teminine, diğer kısmını zevk ve eğlenceye ayırmış olan gençlerin mezarlıklarla uğraşmaya hiç vakti olur mu? İşte, ben de o zamanlar vaktini boş şeylerle uğraşarak geçiren bir gençtim. Söylediğim gibi, bu mezarlığın önünden hergün geçtiğim hâlde, duvarının düzgün ve sağlam oluşunu takdir etmek için yalnızca bir dakikamı feda edebilirdim. İlk durumumla son durumum arasındaki zıtlığı anlatabilmek için, kendi hakkımda birkaç kelime sarfetmem gerekiyor: Dinine bağlı ve çok iyi bir annenin tam bir titizliği içinde geçen çocukluğum bende sarsılmaz bir din duygusu ve yıkılmaz bir ahlâk anlayışı oluşturmuştu. İyi bir öğrenim gördüm.
Son derece zeki olduğumdan, bilgi noktasında, arkadaşlarımdan üstün durumdaydım. Pek çok genç gibi, okuldan çıkar çıkmaz kitapları bir köşeye atmak yerine, bilgimi artırmaya çalışırdım. Az çok, her konuda fikir sahibi olmuştum. Arkadaşlarım gibi dinî ilimlerden yüz çevirmeyip, zahirî ve batını konularda bilgi sahibi oldum. İşte bu bilgi yığınının altında birgün kalbimin durumunu incelediğim zaman, acayip bir karmaşa içinde olduğunu hayretle gördüm. Küfür ile iman, inkâr ile ikrar, tasdik ile şüphe arasında bir durumdaydım. Kalbimle inkâr ettiğimi aklımla, aklımla inkâr ettiğimi kalbimle kabul ediyordum. Kısacası, şüphe denilen ejdarha tüm bedenimi sarmıştı.
Bir fikri ne kadar sağlam temeller üzerine kurarsam kurayım, şüphe ejderhası bir dokunuşta onu yerle bir ediyordu. Bari tam bir inkârla sabit bir noktada kalabilseydim. Ama ne gezer, inkâr başka şey, şüphe başka şey. Şüphe ejderhası doğru olan her fikrin düşmanıydı, ikrar olsun, inkâr olsun, kesin olan hiçbir şeyi kabul etmiyordu. Hayattaki sahneleri fikrin dış âleme bir yansıması olarak kabul edersek, ne müthiş bir azapta, ne dayanılmaz bir ateşte kaldığım anlaşılır. Herkes için normal olan şeyler bana başka türlü görünüyordu. Bu yüzden aşkta da, parada da şanssızdım. İnsanlardan kaçan biri olmuştum. Bu dayanılmaz durumdayken, birazcık rahatı, sarhoş olup kendimden geçmekte buluyordum.
Sürekli içki içmekten bedenim mahvolmak üzereydi. Birgün bütün manevî gücümü kullanarak kendimi bu sersemlikten kurtardım. Şüphe ejderhasını öldürecek delilleri ele geçirmek ümidiyle araştırma ve inceleme yapmaya koyuldum. Yeniden, batını ilimlerle meşgul olan meşhur kimselere başvurmaya başladım. Aralannda çok erdemli insanlara rastladım. Ne çare ki onların sahip olduğu ilimler bence, ilkel insanlann uydurduğu efsanelerden başka birşey değildi. İçine düştüğüm çıkmazdan kurtulmak için, bütün delillerimi çürütecek, var olduğu iddia edilen gerçekleri bana apaçık gösterecek biri gerekliydi. Böyle birisine rastlamadım. (...) şehrinde Batı ilimleriyle uğraşan iki cemiyet vardı.
Bunlardan biri İspirit Cemiyeti'ydi. Ruh çağırma ve buna benzer karışık kuruşuk işlerden tutun da, masa çevirmek gibi eğlencelere kadar, herşeyle uğraşıyorlardı. İleri gelenleriyle görüştüm. Ruhun varlığına tam olarak inanıyorlardı. Fakat ileri sürdükleri deliller bence, hayal gücünün bir oyunundan ibaretti. Sonra, manyetizmle uğraşan bir cemiyetle dostluk kurdum. Lâkin bunlar bana ne verebilirdi, kocaman bir hiçten başka. İnsan dünya malına sahip oldukça birtakım gizil güçlere de sahip olmak ister. İşte o kadar. Bu güçlerin.gizil olmasının bence hiçbir önemi yoktu. Ben bunlann üstünde şeyler arıyordum. Dört sene devam eden bu ikinci çalışma döneminde de hiçbirşey kazanmamamın yanı sıra, öğrendiğim herşey şüphe ejderhasına besin olduğu için bir kere daha tepetaklak oldum. Bu defa cehenneme düşmüştüm.
Zavallı beynimin içi harp alanı gibiydi. Birbirine zıt fikir dalgaları hiç durmadan birbiriyle çarpışarak kafamı gürültüyle dolduruyordu. Zihnî faaliyetim hayret edilecek bir durumdaydı. Teselliyi sarhoş olup kendimden geçmede aradım. En uçarı ve çapkın kişilerin elebaşısı oldum. Âlem yapmak beni kendimden geçiriyor ve bir bakıma mutlu ediyordu. İçiyor... içiyordum. Arkadaşlarımı uçan ve çapkın olarak nitelememe bakıp da onların berbat insanlar olduklarını zannetmeyin.
Bilakis onlar tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Fakat eğlenceye düşkündüler ve zevk perisinin yolundaydılar. Bu da hâlet-i ruhiyelerinin neticesiydi. Zira umursamazlık yolunu tutmuşlardı. Bunların bir kısmı, üzerinde ihtisas yaptıkları ilimle meşgul olur, adına felsefe denilen varlık bilmecesiyle uğraşmazdı. Diğer kısmı ise, dinle alâkası olmayan, din ve felsefeye efsane artığı şeyler gözüyle bakan kimselerdi. Tuhaf ama ben bunlara özenirdim. Gerçekten çok tuhaf!..
Bir kısmı ise, Ramazan kandillerini gördüğü zaman müslüman olduğunu hatırlardı. Kandiller yandığı zaman ellerine tespihi alıp, cami cami dolaşır, hiçbir şey anlamamalarına rağmen Kuran-ı Kerim ve vaaz dinlerlerdi. İkindi vakti uyanmak şartıyla oruç bile tutarlardı. Oruç tuttuğu hâlde namaz kılmaya gerek görmeyenleri de vardı. Uzun bir namaz olan teravihe hiçbiri yanaşmazdı. Ramazan bitti mi, bunların dinî duygusu da "elveda!" diyerek yoluna giderdi. Mevsimlik elbise giymeye benzeyen bu çeşit dindarlığa ben her zaman hayret ederdim.
Güzel bir bahar günü, arkadaşlardan birkaçı, kırda âlem yapma fikrini ortaya attı.
Uzun bir müzakerenin sonunda, güzelliğiyle meşhur (...) kasabasına gitmeye ve orada üç gün âlem yapmaya karar verdik. Bu kasaba ile şehir merkezi arasında tren çalışıyordu. Orada bulamayacağımız şeyleri yanımıza aldıktan sonra trene bindik. (...) şehrinin civarlan huzur vericidir. Hele trenin geçtiği yerler gerçekten insanı mest eder. Tabiatın görülmeye değer manzaraları arkadaşlarımı acayip neşelendirmişti. Oysa ben büyük bir hüzne düşmüştüm. Sürerlik ve kalıcılık olmadıktan sonra, eşi ve benzeri bulunmayan bir güzellik ne işe yarar. Bu güzellikleri gören nadir insanlardan biri olmama rağmen "insan ebedî mi?" diye soruyordum kendime.
Adına dünya dediğimiz bu durağı, derin bir üzüntüye kapılmadan seyretmek acaba mümkün mü? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Saf bir inancın çok güzel cevapladığı bu soruya akıl ve fen cevap veremiyordu. Tabiata bir kere daha baktım. Bu seferki bakışımda, eşsiz güzellikler kayboldu. Işık söndü. Her taraf karanlığa boğuldu. Sanki hakikat olanca dehşetiyle görünüverdi gözüme o an. İnsanın gözlerini kamaştıran çimenlerin yeşil rengi yalnızca bir ışık oyunu...
Mini mini kuşların cıvıltısı yalnızca bir hava titreşimi. .. Âlemleri kaplayan bu ışık yalnızca herşeye nüfuz eden bir dalgalanma... Kısacası herşey bir zorunluluğun, bir kanunun esiri. O an karşımda sanki Budha Gotoma belirdi. Hazin bir tebessümle ve sararmış çehresiyle bana Hiç! Hiç! Hiç!" diyordu. Çok fazla derinlere daldığımı farkeden bir arkadaş: -Yine neyin var? dedi.
-Hiç, dedim. Bu "hiç" yalnızca o andaki hâlimi açıklamak için söylenmişti. Ağzımdan çıkan bu "hiç" kelimesi aslında kâinatı tarif ediyordu. Sessiz ve üzgün hâlimden rahatsız olan arkadaşlar bana çıkışmaya başladılar. Malûmdur ki eğlenceye giden birinin, cenaze alaymdakilere özgü üzüntülü bir manzara sergilemesi çekilir birşey değildir. Çünkü üzüntü, sevinçten daha bulaşıcıdır. Arkadaşlardan biri: "İlâcı unuttuk" dedi ve külah biçimindeki kadehimi doldurdu. Bu kadeh beş defa dolup boşaldıktan sonra keyfim yerine geldi.
Dünyada benden daha neşeli biri yoktu artık. Yolculuğumuz büyük bir neşe içinde geçti. İkindi sularında (...) kasabasına vardık. Bu kasaba gördüğüm yerler içinde en güzel olanıdır. Bu mini minnacık yerden o kadar hoşlanmışımdır ki imkânım olsa orada otururdum. Kasabadaki evler birbirinden hayli uzaktır ve herbiri üçbeş dönüm büyüklüğündeki bahçelerin içindedir. Her evin bahçesinde bir sürü ark vardır. Hatta bazı sokaklarında kocaman arklar vardır. Bahçeler meyveli ağaçlarla doludur. Bu kasabada bir sürü gül yetişir. Pek çok bülbül vardır. Hasılı (...) kasabası yeryüzünün cennetlerinden biridir.
Kasabaya vardığımızda, daha önceden birkaç kere misafiri olduğumuz bir zat tarafından karşılandık. O geceyi dostumuzun evinde geçirdik. Ertesi sabah "Subaşı" denilen yere gittik. Sayısız kaynaklardan çıkarak doğal bir havuzda birleştikten sonra sayısız kollara ayrılan suların şırıltısı güzel bir şarkı gibi kulakları okşuyordu. En güzel yeri seçmiştik. Yalnız o yerde bizden önce gelmiş iki kişi vardı. Onlan gördüğümüz zaman ağızlarımızdan çıkan sözler sanırım bu kişiler hakkında bir fikir verebilir: "İki serseri, iki dilenci, iki sarhoş, iki derviş." Gerçekten pejmürde giyimli olan bu iki adam, sanırım, bu sıfatların hepsini hak etmişti. Biz de oturduk. Pejmürdeler bize zerre kadar önem vermediler. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Sanki biz hayal türünden birşeymişiz gibi, bu iki devletlinin bir bakışına bile hedef olmadık.
Hatta arkadaşlardan birinin: "Es-Selâmü Aleyküm"ü bile havaya gitti. Sonra, arkadaşlardan herbiri birşeyle meşgul olmaya başladı. Kimi yemek pişirmekle, kimi meze hazırlamakla uğraşıyordu. Ben de hasırlının (içkinin) başına geçerek beynimi uyuşturmaya karar verdim. Tesadüf bu ya, pejmürdelerin yanına düşmüştüm. Onlar kendi aralarında konuşuyorlardı. Ben de konuşulanlara kulak misafiri oluyordum. Elli yaşlarında olanı konuşuyor, daha genç olanı dinliyordu. Bunların konuştuklarını işitince, ilk önce deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deliydiler. Yalnız delilerin "meczup" denilen cinsinden... İşin garip tarafı, bu iki pejmürdenin konuştuğu konular, beni öteden beri meşgul eden konulardı.
Yaşlı deli, genç deliye şöyle diyordu: -Bu âlemde olan herşey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı. Ben "hep"im ya da "hiç"im. Ben "hiç"im ya da "hep"im. Zaten "hiç" ve "hep" aynıdır, tek şeydir. Fakat cahil insanlar aynı şeyi iki farklı isimle anıyorlar. Konuşmanın gerisini varın siz tahmin edin. Hayret içinde kaldım. İstemeden söze karıştım: -Çok tuhaf! "Var" ile "yok" eşit olur mu? Meselâ, ben şimdi "var"ım. Fakat yarın "yok" olacağım. Bu iki durum arasında fark yok mu? dedim. Deli başını çevirdi ve kahkahayı patlattı: -Vay! Sen "var"sın ha! Acaba "var" mısın? dedi. Bu soruyu kendime pek çok defa sormuştum. Bu soru sığ bir bakış açısıyla ele alındığında anlamsız ve dalga geçilmeyi hak etmiş bir bir soru olarak görünebilir.
Fakat böyle değildir. Eğer "var" isem niçin "yok" olacağım? Yok olmayacaksam, ruhum ebediyyen mi kalacak?.. İşte, şüphe ejderhasının şaha kalktığı kısım, denklemin bu son kısmıydı. Ruhum ebedî kalacak mı? Ruh nedir? Bizzat kendisi, hissetme kabiliyetine sahip midir? Hüviyetini bilebilir mi? Eğer ruh diye birşey varsa, bedenden ayrıldığında nasıl bir durumda bulunacak? İşte, cevapsız bir sürü soru... Deli ilâve etti: -Yalnızca ben "var"ım.,Çünkü "hiç"im ve "yok"um. Varlığım mutlaktır. Yokluk, bağımlı olan için vardır. Mutlak "varlık" tır, "var"dır. Bunlan söyledikten sonra deli sustu. Sorduğum hiçbir soruya cevap alamadım. Sonunda sorularımdan bıktı. Arkadaşına: "Haydi gidelim. Bu hayvan, bizi, zevkimizden alıkoydu" dedi. Kalkıp gittiler.
Ne acayip bir durum: Çok iyi öğrenim gördüğünü iddia eden bir insana, pejmürde bir deli "hayvan" diyordu. (...) kasabasında üç gün kaldık. Bu üç günü, arkadaşların şikâyet ve ısrarlarına rağmen hiç konuşmadan ve kendimden geçmiş bir hâlde geçirdim. Trene bindiğimiz zaman, arkadaşlardan biri bana birşeyler söylüyordu. Ben ise onun sözlerini hiç önemsemeyerek, kendimle söyleşiyordum. Bir ara ona, elimde olmayarak: "Acaba, ben var mıyım?" dedim. Kahkahayı bastı. -Rakı yetiştirin. Raci çıldırmak üzere, dedi. Oradan döndükten iki gün sonra kahveye gitmek üzere yola çıktım. Mezarlığın önünden geçiyordum. Her zamankinin aksine kapısı açıktı. Bû fırsattan yararlanmak için içimde büyük bir is- tek duydum ve mezarlığa girdim.
Birkaç yüz yaşındaki kocaman ağaçların gölgesinde yürümeye ve terkedilmiş kabirlerde biten, ölü kokusu yayan iri iri otları çiğnemeye başladım. Mezarlığın ortasında, dairevî bir şekilde dikilmiş birtakım ağaçlar dikkatimi çekti. Biraz oturmak için o yöne doğru yürüdüm. Bu ağaçlar, büyük bir aileye ayrılmış mezarların çevresinde bulunuyordu. O sırada ağacın birine dayandırılmış, yarısı hasırdan, yarısı tahta parçalarından yapılmış bir kulübe gözüme ilişti. Kimse yok zannettim. Tam kapısını açacağım sırada, içinden, eski püskü şeyler giymiş biri çıktı. Elli yaşlarında olan bu adamın başında yeşil bir takke vardı.
Bu takke, kırk elli kadar ayna parçası yapıştınlarak süslenmişti. Birçok kumaş parçası yapıştırılmış, gökkuşağını andıran yırtık cübbesinde de ayna ve teneke parçaları bulunuyordu. Öyle bir durumdaydı ki, bu adamı görüp de, gülmemek mümkün değildi. Fakat üzerime çevirdiği bakışında, öyle hoş bir yumuşaklık ve alçakgönüllülük, çehresinde öyle hazin bir donukluk vardı ki, hâline gülmediğim gibi ona doğru bir adım bile attım. Kıyafetiyle tam bir tezat teşkil eden bir ciddiyetle, yavaş ve hoş bir sesle: Hoş geldiniz nurum! Buyurun! dedi. Sonra da kulübesinden çıkardığı bir hasır parçasını yere serdi. Oturdum.
Kulübeye yas landım. Önümüzde onbeş tane kadar, kalın taşlı ve sülüs yazıyla yazılı mezar vardı. Sağ ve sol tarafımızda sık dikilmiş ağaçlar bu lunuyordu. Kulübenin sahibi bir kez daha içeri girdi ve mangal görevi gören bir çömlek getirdi. Bir kere daha içeri girdi. Eski bir kahve kutusu, bir cezve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakası, birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru ot ve çöplerle yaktığı ateşe cez veyi sürdü. Tekrar: -Hoş geldiniz nurum! Nasılsınız, iyi misiniz? dedi. -Elhamdülillah, dedim. Bu adamın ciddiyeti ile kıyafeti arasındaki zıtlık beni şaşırtmıştı. Tekrar söze başlayarak: -İsminiz nedir? diye sordu. -Ahmetd Raci Gülerek: -Ahmed Raci mi? dedi. İnsanlığın ismine el koymuşsun nurum. İnsanoğlu fazlaca aciz, zayıf ve muhtaç olduğu için hayatını rica ile devam ettirir. Raci demek, insan demektir.
Bu oturaklı sözler üzerine şaşkınlığım bir kat daha arttı. Bu sefer ben sordum: -Peki, sizin isminiz nedir? -Benim bir sürü ismim vardır. Her yerde farklı bir isim ve sıfatla anılırım. Üzerimdeki aynalardan dolayı burada bana "Aynalı Baba" diyorlar. Ama sen istersen "Adem Baba" de. Pir müddet düşündükten sonra, içimde oluşan arzuyu yenemeyerek dedim ki: -Azizim! Kâmil insanlardan olduğunuz meydanda. Fakat kemalinizi bu garip kıyafet altına gizlemenizin sebebini anlayamıyorum. Kahveyi pişirip fincanımı doldurduktan sonra: -Hâlbuki bu çok basit, dedi. Herkes süse meraklıdır. Herkes bir ton para harcayarak çeşit çeşit elbiseler yaptınr. Ben de böyle bir elbiseden hoşlanıyorum. Bu cevap hem akla yatkındı, hem değildi. Biraz düşündükten sonra bunun makul birşey olmadığı kanaatine vardım.
Fikrimi kendisine söyledim. O da cevap verdi: -Demek, söylediğimi doğru bulmuyorsun. Oysa senin söylediğin doğru değildir. Elli yaşında bir adamın onbeş—yirmi kuruşa satın alıp boynuna taktığı, adına boyunbağı dediği bir yuları akla uygun gördüğünüz hâlde, külahıma taktığım ayna parçalarını niçin akla uygun bulmuyorsunuz. Her ikisinin de insanların patavatsızlığına ve deliliğine delâlet ettiğini kabul ettiğimiz takdirde benim yaptığım delilik hem daha parlak, hem daha akla uygundur. O sırada aklıma birdenbire parlak bir fikir geldi. Deli kıyafetine bürünmüş bir filozof olma ihtimâli bulunan Aynalı Baba ile ciddî meseleler hakkında konuşmak istedim ve dedim ki: -Sultanım! Sen, viranede gömülü bir hazinesin.
Ben ise felsefeye susamış bir avareyim. Lütfen, ilminizden istifade etmeme izin verin. Verin elinizi öpeyim. Büyük bir şaşkınlıkla: -El öpmek?.. Niçin? dedi. İstersen konuşalım. Fakat konuşmaktan ne çıkar ki! Kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yükü kitap okudun. Fakat bunlardan ne anladın? Hiç, değil mi? İnsanlar neyi bilirler? Zevk ve bencilliklerinin arzuladığı sanatsal birtakım şeyleri... Fakat hak ve hakikat hususunda ne bilirler? Hiç! Akıl yoluyla hakkı bulmak mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harfleri bir araya getirerek hikmet bilinebilir mi? O anda, kendimi tuhaf bir hâlde hissediyordum. Koskoca bir medeniyetin, yedi bin yıllık insanlığın çalışması neticesinde ortaya çıkan bilgiyi önemsemeyen bu garip kıyafetli delinin sözlerindeki büyüklük, bende büyük bir küçüklük hissi uyandırdı.
Çok alçalmış, çok küçülmüştüm. Ağzımı açmaya gücüm yetmedi. Bu hâlde, gözlerimi yardım dilercesine kendisine diktim. Gülümseyerek dedi ki: -Bu yorucu faraziyeleri bırakalım da biraz kendimizden geçelim, olmaz mı? Aynalı Baba ile beraber birer kahve daha içtik... Yokluk Tepesi Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı. Hafif hafif, hoş bir şekilde üflemeye başladı. Mezarlığın sessizliği ve neyin hüzünlü sesi bana garip bir zevk veriyordu. Göğsümden bazen hüzünlü, bazen sevinçli ahlar çıkaracak kadar şiddetlenen bu tuhaf zevkte şüphesiz, kahvenin de etkisi vardı.
Kendimde acayip değişiklikler hissediyordum. Sanki, taşımaya mahkûm olduğum büyük bir yük üzerimden alınmıştı. İçimde büyük bir ferahlama duyuyordum. Aynalı Baba ney taksimini bitirdikten sonra hafif ve Davudi bir sesle gazel okumaya ve ney çalmaya başladı.
Bu fena mülküne ibretle nazar kıl, ey can,
Gafleti eyle heba, hail değildir meydan.
Hani Sultan Süleyman, hani İskender han?
Sat hezar ömrü sürür ile geçir sen bir an.
Ne güle, bülbüle bakî a gözüm bağ-ı cihan,
Kime yâr oldu muradınca felek—i devr—i zaman*
Ey can! Yok olacak bu âleme ibretle bak.
Gafletten kurtul, meydan boş değildir.
Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler?
Yûzbin senelik ömrü neşe içinde geçirsen de,
aslında hepsi "bir an"dan ibarettir.
A gözüm! Cihan denen bu bahçe
ne güle, ne bülbüle kalacaktır.
Zaten felek, kime isteğine göre yâr olmuştur.
Bu gazel ne kadar da etkileyiciydi.
Aynalı Baba bu parçayı bitirip de
neyi üflemeye başladığı zaman gözlerimden yaş akıyordu.
Bunlar özlem ve üzüntü gözyaşları mıydı?
Yoksa aşk ve zevk gözyaşları mı? Bunu bilmiyorum.
Yalnız çok duygulanmıştım.
O anki ruhî ve vicdanî hâlimi anlatmak mümkün değil.
Aynalı Baba okumaya devam ediyordu:
Tamah ve hırsa uyup nejs ile mahkûr olma,
Rahatın zail olur, nam-ı meşhur olma!
-i ârij-i billaha eriş dür olma,
Saltanat—ı mesned—i dünya ile mağrur olmaf*
Kendimden geçecek dereceye gelmiştim.
Baba'nın sesini çok yavaş ve âdeta uzaktan geliyormuş gibi duymaktaydım.
Ney, şaşılacak güzellikte sesler çıkarmaya başlamıştı:
Zevk—i dünyaya jirîb olmadılar ehl—i kemal
Bildiler hasılı hep zill-ü heva lü'b-ü hayal.
Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal,
Dâmen—i aşkı tutup buldu kamu feurb-i visal.
** Kulağım çok ağır işitiyordu.
Ses sanki çok uzaklardan geliyordu.
Yavaş yavaş duygularımdan,
daha doğrusu dış âlemden sıyrılmaya başladım.
Hiçbir şey görmüyor ve duymuyordum.
Bir süre Açgözlülüğe ve hırsa kapılıp nefsin kahrına uğrama.
Meşhur biri olma, sonra rahatın kaçar.
Allah'ı bilenlerle arkadaş ol, onlardan uzak kalma.
Dünya tahtındaki gücünle gururlanma.
Kâmil kimseler dünya zevkine kapılmadı.
Sonuçta dünyanın bir gölge, boş bir arzu,
bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler.
Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa,
cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır.
Herkes aşk eteğini tutarak Allah'a yaklaştı.
uykuyla uyanıklık arasında öylece kaldım.
Fakat bu durum çok sürmedi.
Kafam çalışmaya başladı.
Görünüşte birşey hissetmememe rağmen
kendimi garip bir âlemde görmeye başladım.
Hayalin derinliklerine dalmıştım.
Gözlerim kapalı olmasına rağmen görüyordum.
Kendimi, yaşadığım memlekete benzemeyen bir ovada görüyordum.
Ova, tam olarak seçemediğim birtakım otlarla örtülüydü.
Sazlığı andıran uzun otlar arasında çeşit çeşit hayvanlar dolaşıyordu.
Bunların bazısı canavardı.
Fakat ben onlardan korkmuyor, korkusuzca yoluma devam ediyordum.
Ara sıra bana birşeyler söyleyen bir arkadaşım vardı yanımda.
Fakat cismini göremiyordum.
Birşey sormak isteyince soruyor ve cevabını alıyordum.
Saatlerce yürüdük. Sonunda yoruldum.
Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu
ve nereye gittiğimizi sordum.
"Hindistandayız. Yokluk tepesine gidiyoruz." dedi.
Ona uyarak yoluma devam ettim.
Bir süre sonra karşımıza bir dağ çıktı.
Yüksek, çok yüksek bir dağdı.
Bir müddet yürüdükten sonra dağa ulaştık.
O sırada gümüş gibi parlayan bir dereciğin kenarında bir kulübe göründü.
Arkadaşım oraya doğru gitmemi söyledi.
Kulübeye gittim.
İçinde genç bir adam vardı: -Ne istiyorsun, dedi.
Fakat ben ne istediğimi bilmiyordum.
Arkadaşım cevap verdi:
-Yokluk tepesini görmesi için getirdim.
Lütfen onun kılavuzu olun!
Genç adam, memnun bir ifadeyle bana baktı.
Elimden tuttu ve: "Gel!" dedi.
Bir ağacın gölgesine oturduğumuzda bana:
-Yokluk tepesine insanların binde biri, yüzbinde biri çıkabilir.
Zira ona ulaşmak için insanın kendine hakim olması lâzımdır.
Bir kimsenin kalbinde arzu ve istek olursa yarı yolda kalır.
Oraya yalnızca canlı cenazeler çıkabilir.
Sen kendinde böyle bir güç hissediyor musun? dedi.
Dayanıksız ve sabırsız fakat iyi niyetli bir insan olduğumu, söyledim.
Yazık, dedi. Zaten insanların çoğu böyledir.
Hele bir girişimde bulunalım, belki başarınz.
Beni tekrar elimden tutarak kulübeye götürdü ve:
Bugün misafirimsin. Yarın sabah yola çıkanz.
Şimdi vaktimizi öldürmemek için biraz konuşalım istersen? dedi.
İsmimi sordu: -Raci, dedim.
Bu insana büyük bir saygı duymaya başladım.
Ben de sıkıla sıkıla ismini sordum.
Buddha Gotama Sakyamuni, diye cevap verdi.
Bu insanın, insanoğlunun en büyüklerinden biri olduğunu, kitaplardan öğrenmiştim.
Evet, Buddha'nın huzurundaydım.
Saygıyla ayağa kalktım ve elini öpmek istedim.
Engel oldu. -Eğer bunu benim için yapıyorsan, bil ki ben bir hiçim.
Benim nazarımda övgü de yergi de birdir. Kendin için yapıyorsan, kalbindeki sevgi yeter de artar bile, dedi. Ertesi sabah erkeden yola çıktık. Buddha elimden tutuyordu. Yokluk tepesinin etekleri, dünyada, -daha doğnısu dünyayı basit bir gözle seyrettiğimizde- görülmesi mümkün olmayan bir güzelliğe sahipti. Tırmandığımız yolun her iki tarafı da eşsiz güzellikteki manzaralarla doluydu.
İnsanı mest eden güzel bir koku etrafa yayılmakta, gül ağaçlarını muhabbet yuvası edinmiş bülbüllerin nağmeleri insanın kalbini titretmekteydi. Üzerinde yürüdüğümüz yol çok ince, altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşak kumlarla örtülüydü. Yolun her iki tarafından akan hoş ve mini mini derelerin şırıltısı, âşığın maşukuna kavuştuğu sırada söylediği kesik, heyecanlı, titrek ve coşturucu sözler gibi İnsanın kulağını ve yüreğini okşuyordu. Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı. Sonunda bir köşke, daha doğrusu bir saray yavrusuna vardık. Bir taraftan yükseklere tırmanmak, bir taraftan da hava beni son derece acıktırmıştı. Köşkün kapısından içeri girer girmez muhteşem güzellikteki yemeklerden yayılan kokular burnumu okşadı. Büyük bir odaya girc'k. Ortaya bir sofra kurulmuştu. Altın tabakların içinde, insanoğlunun sanatkârca yaptığı ne kadar yemek varsa hepsi bulunuyordu.
Bana kalsa, hemen sofraya kurulup karnımı doyuracaktım. Fakat Buddha elimden tutuyor ve kulağıma: -Yokluk tepesine tırmanıyoruz. Bu yemeklerden yediğin takdirde buradan geri dönmen ve benden ayrılman gerekir, diyordu. Bir kurt gibi acıkmama rağmen bu emre itaat ettim. O enfes yemeklerin karşısında bir saat oturduk. Buddha susuyordu. Ben ise garip birtakım hislerin etkisi altında kalarak gücümü yitirmiştim. Bu zatın, yaşayan ve yiyip içmeye ihtiyaç duyan bir insanı, sanki bir melekmiş gibi aç bırakmasına içten içe kızıyordum. Nihayet birdenbire: -Haydi artık gidelim. Yeteri kadar dinlendik, dedi. Tam köşkten çıkacağımız sırada cennetteki gılmanlan andıran bir genç karşıma çıktı. Elindeki altın tepsinin üzerinde üç tane billur kâse bulunuyordu. Bunların birinin içinde su, diğerinde şarap, üçüncüsünde ise şerbet vardı. Genç: -Efendim! Tırmanılacak yer hayli uzakta.
Yemek yemediniz, bari birşeyler için, dedi. Nazikçe sunulan bu teklifi hemen kabul edip, şarap kâsesini elime aldım. Genç, sevinç ve mutluluk içinde yüzüme bakıyordu. Seher vaktindeki güzelliği andıran hoş bir gülümseme, yüzündeki parlaklığa göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu. Kâseyi dudaklarıma değdireceğim sırada Buddha elime vurdu. Kâse yere düştü. Hiçbir şey söylemeden elimden tuttu. Köşkten çıkıp yola devam ettik. Bir ara nereden geldiğini anlayamadığım bir ses duydum. Bu ses o kadar güzeldi ki Davud'un sesi bunun yanında karga sesi gibi kalırdı. Şöyle söylüyordu: Yürü, ey seyyah-ı avare yürü, durma yürü! Koymasın rah—ı visalden seni ezyak—ı misal. Bu bedayi, bu letaij, neme rüya ve hayal, Yürü, ey zair—i biçare yürü, durma yürü! Yürü ki, müzhet-i vuslatta teali göresin, Yürü, aslında fena bul, budur etvar-ı kemal. Yürü, alâyişi terk et içersin ke's-i visal, Yürü ki, saha-i hîçîde tecelli göresin.* Bu sesin tatlılığından, gözlerimden hüzün ve zevk yaşlan akıyordu.
Fakat yolumuza devam ettik. Geceyi çimenlerin üstünde geçirdik. Derin bir uykuya dalmıştım. Ne rüya, ne de hayal gördüm. Ertesi gün sabah erkenden tekrar yola koyulduk. Öğle üzeri karşımıza bir saray çıktı. Bu saray ancak hayal âleminde görülebilirdi, yani ancak hayalgücünün yaratabileceği nitelikte muhteşem bir eserdi. Bundan daha güzel, daha mükemmel, daha gösterişli bir yapı hayal etmek imkânsızdı. Oraya doğru yöneldik. Aramızda beş on adımlık bir uzaklık kaldığında kapısı kendiliğinden açıldı. O sırada Buddha şöyle dedi: -Bu saray insanların ayağını kaydıran yerdir. Bu saray imtihan yeridir. Doğruluk ve sebatın sağlam ipine sımsıkı yapışanlar bu yeri geçebilir. İlerisinde Yokluk tepesi vardır. Fakat buradaki gösterişe ve gönül alıcı şeylere kapılanlar, keder dolu olan cehennem çukuruna düşerler. Burası bir arzu cenneti, ilerisi ezeli bir yokluk meydanıdır.
Burası göz boyayan şeylerle dolu bir saray, tüm konuklarını işkence ederek öldüren bir misafirhanedir; ilerisi zevk ve hürriyet meydanı, mutlak âlemdir, birlik yeridir. Burada kalan ağlayıp sızlanma yurduna gider, ileriye giden dert ve sıkıntıdan kurtulup makamsızlığa kavuşur. Burada kalan arzu ve isteğe, hırs ve emele esirdir. İleri gidenin tahtı, sonsuz bir meydan ve mânâ âlemidir. Akıllı ol, aldanma! Sebat et! Ben seni burada bekliyorum. Haydi, içeri gir! Hava serindi ve mis gibi kokular kaplamıştı etrafı. Zümrüt gibi çimenleri, parlayan çiçekleri, çakıl taşı büyüklüğünde her çeEy avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah'a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın kudretini ve sırrını göresin. şit mücevherle döşenmiş bahçeyi geçerek sarayın kapısına ulaştım. Yirmi otuz kadar cariye beni karşıladı.
Herbiri eşsiz güzellikteydi. Benzerlerine hayal âleminde bile çok az rastlanırdı. İki tanesi teşrifatçı görevini görüyordu. Binbir türlü hürmet ve ağırlamayla bir odaya götürüldüm. Sarayın görkeminden, kızların eşsiz güzelliğinden, özellikle de kollanma girenlerin cazibesinden şaşırmış, aptallaşmıştım. Kuşların cıvıltısını ya da perilerin şarkısını andıran gönül okşayıcı sözlerle "Hoş geldin!" diyen kızlardan biri kavrulan dudaklarıma bir kadeh uzattı.
Aklımı kaybetmiştim. Kadehi alıp içtim. Buz gibi soğuktu ve tattığım içeceklerin hepsinden güzeldi. Yeniden doğmuş gibi oldum. Derhal bohçalar getirildi. İçlerinden süslü ve ipekli havlular çıkarıldı. Hizmetçilerim mini mini elleriyle elbisemi çıkarmaya başladılar. Önce odanın bitişiğindeki bir salona, oradan da hamama sokuldum. Hepsi çıplak bir sürü huri karşıladı beni. Bedenleri o kadar mükemmel ve çekiciydi ki bu güzellik abidelerinin arasına melek bile girse şehvete kapılırdı.
Her yanı çeşitli renklerdeki taşlardan yapılmış olan hamamın göbek taşına serilmiş bir yatağa yatırıldım. Hurilerin mini mini elleri altında bedenim titrerken, kadın tellâk kılığına girmiş bu eşsiz heykellerin zarif dokunuşlarıyla fazlaca yorulmuş olan bedenim kısa bir süre sonra tamamen uyuştu ve tatlı bir uykuya daldım. Uyandığım zaman hamamın sıcak bir bölmesine götürülerek yıkandım. Arkasından soğuk su dokundum.
Böylece yorgunluğum geçmiş, canlanmıştım. Baştan başa hayat pınarı kesilmiş bir vaziyette hamamdan çıkarılıp, mükemmel bir odaya götürüldüm. Abanoz ağacından yapılmış bir masaya gümüş bir tepsi konuldu. Sofra kuruldu. Dünyadaki yemeklerden hiçbirisiyle kıyaslanamayacak kadar lezzetli yemekler getirildi. Peri yüzlülerden biri billur bir sürahi getirdi. Bir kadeh şarap sundu. Bir grup kız ellerine müzik âletleri alıp, şarkı söylemeye başladılar.
Bu zevk âlemi bir saat kadar sürdü. Sevincim son haddine varmış, nefsim kudurmuş ve şehvetin verdiği azgınlıkla âdeta bir canavar kesilmişti. O sırada içeriye bir kız girdi. Ellerini göğsünde kavuşturarak karşımda durdu. -Efendim, Peri, size kavuşmaya ve sizinle muhabbet etmeye can atmaktadır. Kaç gündür gözyaşları içinde gelmenizi bekliyordu. Buyurun!., dedi. Sonra koluma girerek beni sarayın ikinci katına çıkardı. Bir odaya sokup, kapısını kapadı. Güzellik perisinin yüzünü görünce, hayretlere düştüm.
Dünyada gördüğüm en güzel kadının bu güzellik perisine göre durumu, on paralık bir mumun, güneşe göre durumu gibiydi. Gözlerim kamaştı. Karardı. Dizlerimin bağı çözüldü. Gözlerindeki şehvet kıvılcımı o kadar çekici, dudaklarındaki gülümseme o kadar arzu uyandırıcıydı ki heyecandan ayağa kalkamadım, sürüne sürüne yatağın yanına gittim. Merhamet dilercesine, bayağılaşarak, bir dilenci gibi, gözlerimi bu eşsiz güzele çevirdim. Aşk perisi, erguvanî tüllerle süslü bir yatakta yatıyordu.
Gümüş gibi beyaz vücudunu yalnızca ince, ipek bir giysi örtüyordu. Bu haliyle, etrafında ışık huzmesi olan aya benziyordu. Bu ince örtü o eşsiz güzellikteki bedeni örtmüyor, o melek yüzlünün arzu ile seyredilmesini engellemiyordu. Gözlerindeki şehvet ateşi alevlendi. Dudakları arzu ve gücenmeyi anlatan can alıcı bir titreme ile titremeye başladı. Al yanağı şehvet ateşiyle bir kat daha kızardı. Kollarını açtı. Siyah saçları, aşkla titreyen gümüş gerdanını sardı. Böylece, bir güzellik abidesi çıktı ortaya.
Kollarını açarak: "Gel!.. Gel!" dedi. Ben minnet ifade eden bir çığlık kopararak kucağına atladım. Parlak yanaklarını ve titreyen dudaklarını öptüm. Bu birleşme sadece bir an sürdü, bir an... O sırada gök gürültüsünü andıran bir ses yeri göğü inletti. Korkunç bir zelzele, sanki dünyayı alt üst etti. Düşen bir yıldırım sarayı sarstı. O kocaman bina bir avuç toprak gibi yığıldı. Yıkılıp gitti. Korkudan gözlerimi kapadım. Sevgilime sarıldım. Gözlerimi açtığımda kendimi bir cadının kucağında buldum.
Çok iğrenç ve çok pisti. Hayret ve nefretle dolu bir çığlık kopararak, boynuma sarmış olduğu kollarını açtım ve kendimi kurtarmaya çalıştım. Baykuş sesini andıran kahkahalar kopardıkça hilâl şeklindeki çenesi, kartal gagasına benzeyen burnuna değiyor, bu iki çengel birbirinden ayrıldıkça lağım çukuruna benzeyen ağzı açılıyor, sararmış uzun dişleri görülüyordu. Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça, cadı olanca kuvvetini kollarına verip beni bırakmamaya çalışıyor ve şöyle diyordu: -Nankör! Az önce ayaklanma kapandığını ve tattığın eşsiz zevki unuttun.
Merak etme, ben, bir müddet sonra yine eski hâlime döneceğim. Güç belâ cadının elinden yakamı kurtardım. Saray, bir çöplüğe dönüşmüştü. Önceden herbiri birer huriye benzeyen hizmetçiler şimdi birer cadı olmuştu. Beni kovalamaya başladılar. Ellerine düşmemek için ardıma bakmadan koşuyordum, daha doğrusu uçuyordum. Nihayet yorgunluktan bitkin düştüm. Cadılar beni takip etmekten vazgeçmişlerdi. Etrafıma bakındım.
O zümrüt gibi çimenlerin yerinde dikenler, bülbüllerin yerinde baykuşlar, altın kumların yerinde siyah ve sivri çakıllar vardı. O an aklıma Buddha geldi. Beni kapının önünde bekleyecekti. Fakat ortalıkta ne kapı, ne de Buddha vardı. Ağır ağır dağdan inmeye başladım. Sonunda bir meydana vardım. Karşımda bir kalabalık belirdi o an. Meydanın doğusunda, başında altın bir taç, elinde kıymetli taşlarla süslenmiş bir asa, üstünde kıymetli elbiselerle Buddha bir tahtın üzerinde oturuyordu.
Etrafı, süslü ve parlak elbiseler giymiş, başlan ululuk taçlarıyla süslenmiş insanlarla çevriliydi. İki kişi kollarımdan tutup, beni onun huzuruna götürdü. Buddha büyük bir heybetle ayağa kalktı. Kolunu bana doğru uzattı. Şehadet parmağıyla işaret ederek: -Ey, sözünde durmayan insan! Ey insan! Ey, kadın yaratılışlı insan! Yazık sana! Sözünde durmadın. İstenilen noktaya varmadın. "Birlik" sarayına girmedin. Mutlak birlikteliğe ulaşmadın. Yokluk tepesine çıkmadın. Ey gafil adam! Git bu yerlerden, git! Önünde diz çöküp, bedenini ve ruhunu teslim ettiğin cadıya, dünyaya git! Sen seçkin bir insan değilsin.
Sen bu meclisin eri değilsin. Git! Git ki arzu ejderhası ciğerlerini yesin. Git, git ki hırs akrebi Nemrut'un beynini kemirdiği gibi seninkini de kemirsin. Git, git ki dünyadan bir köpek eksilmiş olmasın. Git, git ki mert insanların gül bahçesi dolmasın. Git namert! Git!.. Git!., dedi. Sonra eliyle, taşlara emir verir gibi bir işaret yaptı. Bulunduğum yerdeki taş, toprak, ot, kısacası herşey şimşek hızıyla aşağı doğru akmaya başladı. Nihayet karanlık bir uçuruma yuvarlandım.
Bir ıstırap çığlığı, ciğerlerimi parçalayarak, boğazımı yırtarak ve titreyen dudaklarımı hırpalayarak çıktı. Gözlerimi açtım. Aynalı Baha'nın güleç ve yumuşak yüzü, hüzünlü gözleri gözlerime ilişti. Elindeki maşrapayı bana verdi. İçtim. Sonra, yeni pişirdiği sade kahveyi ikram etti: -Evlâdım! Yokluk Tepesi'ne varmak kolay değildir, kolay değil, dedi. Elimde olmayarak ayaklarına kapandım. Ertesi gün yanına gelmek üzere izin istedim. -Bu memlekette bulunduğum müddetçe, aramızda geçen şeyleri kimseye söylemeyeceğine söz ver, dedi.
Ben de söz verdim. İzin verdi. Temaşa Bayramı "Ey Aydınlık! Karanlıkları aydın eyle!" Zerdüşt Mezarlıktan çıkıp eve gittim. Annem şaşkın bir hâldeydi. Her gece beni sarhoş olarak görmeye alışmıştı. Her zaman eve sabaha doğru gelirdim. Onu hasta olmadığıma ikna ettikten sonra kendi hâlime bırakıldım. Gördüğüm hayalleri düşündüm ve erkenden yattım.
Ertesi sabah çarşıya gittim. Birkaç küçük tencere, tabak, sahan, kaşık ve mangal gibi eşyaların yanı sıra yağ, pirinç, kahve gibi şeyler aldım. Ve mezarlığa gittim. Aynalı Baba kulübesinin önünde oturuyordu. Aldığım hediyeleri reddetmedi. Kahve pişirdi. Bir müddet sohbet ettik. Sonra yemek yedik. Biraz uyuduk. Sonra kahve içtik. Aynalı Baba neyini eline aldı. O güzel sesiyle gazel okuyarak neyi üflemeye başladı. Bu şuun, âlem Bîsebatu bîkıdem Nerde Havva, Adem? Varsa aklın ey dedem.
Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Yâd-ı mazi bahşeder Hayfü âlâm-ü keder Olma meşgul-i kader Kimse kalmaz hep gider. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Sen gibi bir saile Heyf değil mi gaile? Olma meşgul hâl ile Derd-i istikbal ile. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Bu hayatta yok vefa Her günü derd-ü cefa Sen, ey müştak-ı sefa Ömrünü etme heba. Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem! Kim bilir Ethem imiş Bilmeyen sersem imiş Gayesi bir dem imiş Maadası hem imiş.
Dem bu demdir, dem bu dem! Dem bu demdir, dem bu dem!* Bu olaylar ve bu âlem ezelî ve ebedî değildir. Havva ve Adem nerede? Ey dedem! Aklın varsa an bu andır, an bu an. Geçmişi hatırlamak korku, ıstırap ve keder verir. Kaderle uğraşma. Çünkü kimse kalıcı değildir, herkes gidicidir. An bu andır, an bu an. Senin gibi bir dilencinin dert ve sıkıntı ile uğraşması yazık değil mi? Şimdinin ve geleceğin derdiyle uğraşma! An bu andır, an bu an.
Bu hayatta vefa yoktur, her günü dert ve eziyettir. Ey huzura can atan! Ömrünü boşa geçirme. An bu andır, an bu an. Bilen kimse Ethem imiş, bilmeyen ise sersem imiş. Ölüm sırasında hayat sadece bir nefesten ibaret olup, geride kalanlar dert ve keder imiş. An bu andır, an bu an. An bu andır, an bu an. Kısa bir süre sonra neyin sesi hafif ve hoş bir inilti hâlini aldı. O sırada dalmışım. Yeni bir yer görmeye başladım. Belh şehrinde bir evde bulunuyordum.
Yatağımdan yeni kalkmıştım. Odama bir kadın girdi. Bu kadın benim karımmış. Benimle Farsça ile Sanskritçe arası bir dille konuşuyordu. İşin garip tarafı ben bu dili iyi biliyordum. İki kişiden meydana gelmiş bir insandım. Ben, hem ben idim, hem binlerce yıl önce yaşamış bir İranlı. Kadın dedi ki: -Geç kalıyorsunuz. Artık elbisenizi giyin ki Temaşa bayramını seyredebilesiniz. Karnımı güzelce doyurduktan sonra elbiselerimi giydim. Elbisem, sırtıma giydiğim uzun bir şal ile belime doladığım bir kuşaktan ibaretti.
Başıma sivri bir külah geçirip sokağa çıktım. Telâş içinde yürüyen bir kalabalık gördüm. Onların arasına katıldım. Sokaklardan geçerek bir meydana vardık. Binlerce insan toplanmıştı meydanda. Ortaya büyük bir çadır kurulmuştu. Buraya niye geldiğimi ve ne olacağını bilmediğim için yanımda bulunan adamlardan birisine ne olup bittiğini sormak zorunda kaldım. Cevaben şöyle dedi: -Bugünden itibaren kırk gün Temaşa bayramı yapılacak. Şimdi ortaya tellâllar çıkıp, herkesi imtihana davet edecek.
Herkes birer birer Zerdüşt'ün huzuruna çıkacak. Her kim "hak sözü" söylerse hakikatleri temaşa etmesine izin verilecek. Alnına "Cennetlik" yazılacak. Her kim söyleyemezse bundan mahrum kalacak. Alnına "Cehennemlik" yazılacak. Fakat şunu belirtmeliyim ki iyi işler yapanların alnından bu yazı silinir. Böylece ailesi, akrab» ve dostları sevinçlerinden bayram yaparlar. Ben, hiçbir şey bilmediğim için doğal olarak bu imtihanı veremeyecektim.
Alnıma "Cehennemlik" yazılacaktı. Geldiğime pişman oldum. Eve dönmeye karar verdim. Önceden konuştuğum adama bu düşüncemi söyledim. -Sakın gideyim deme! Zira hem gelmeyenlerin, hem de gelip imtihanı veremeyenlerin alnına "Cehennemlik" yazısı yazılır, dedi. Zarurete binaen, iyisi mi imtihana gireyim, diye düşündüm Tellâllar bağırınca, herkes birer birer, düzenli olarak çadıra doğru yürümeye başladı. Bulunduğum yer çadıra çok uzak değildi.
Bu yüzden bir saat içinde çadırın kapısına vardım. Kapıda duran bir nöbetçi herkesi birer birer çadıra alıyordu. Sıra bana geldi, içeri girdim. Zerdüşt büyük bir tahta oturmuştu. Başında altından yapılmış bir taç, üzerinde değerli bir kaftan vardı. Etrafında kırk kadar ihtiyar, saygı ifadesi olarak ellerini göğüslerinde bağlamış, ayakta duruyorlardı. Meclisin azameti karşısında şaşırıp kaldım. Cahillik kusurundan dolayı utanç verici bir duruma düşmemek ve kınanmamak için, içimden dua etmeye başladım. Zerdüşt sordu: -Nereden geldin? Kalbime ilham edilen şu cevabı verdim: -Sebep ve hikmetinden sual olunmayan Allah'tan...
-Niçin geldin? -Allah, aydınlık ile karanlıkları ayırmak, aydınlık ile âdil, karanlıklar ile kahhar olmayı istedi. Aydınlağa "ben", karanlıklara da "benden başkası" dedi. -Aydınlığı nedir, karanlıkları ne? -Aydınlığı Hürmüz, karanlıkları Ehrimen'dir. -Hangisi üstündür? -Şu anda her ikisi de eşittir. Ne Hürmüz Ehrimen'e, ne de Ehrimen Hürmüz'e üstünlük sağlayabilir. -Bu keşmekeşlik nedir, sonu ne olacak? -En sonunda Hürmüz Ehrimen'e üstün gelecek. Böylece âlem hep aydınlık olacak. -Sonra ne olacak? -Allah "hep ben, hep ben" diyecek. "Benden başkası" demeyecek. -Sen kimsin, kiminsin? -Ben aydınlıkçıyım (nurcuyum), Hürmüz'e aitim.
Zerdüşt ellerini kaldırdı: -Allah seni aydınlık kılsın! dedi. Alnımda, iki kaşımın ortasına kadar inen yemyeşil bir çizgi belirdi. Zerdüşt'ün etrafındaki ulu ihtiyarlar: -Allah mübarek etsin, Allah mübarek etsin! dediler. Huzurdan çıktım. Alnımdaki yeşil çizgiyi gören kalabalık büyük bir hürmetle safları açıp bana yol vermekteydi. Çadırın kapısında, yanıma refakatçi olarak verilen rehberin yardımıyla, meydanda hazır bekleyen atlara bindik.
Doğuda görülen zümrüt tepelere doğru hareket ettik. Birkaç saatlik yolculuktan sonra bir kervansaraya ulaştık. Günün kalan kısmını orada geçirdik. Ertesi gün sabahleyin uyandırıldık. Rehberim beni bir odaya götürerek dedi ki: -Çok büyük bir savaşa girmek üzeresin. Kılıç, kalkan, gürz gibi savaş âletlerini kullanmakta maharetin var mı? Bir deneyelim.
Bu oda türlü türlü silâhlarla doluydu. Rehberim bana bir zırh giydirdi. Elime bir gürz almamı işaret etti. Ben kendimde büyük bir kuvvet ve maharet hissediyordum. Gürz ve kılıç kullanmada rehberimin takdirini kazandım. Orada bulunan silâhların en iyilerinden birer takım aldıktan sonra kanatlı atlarımıza bindik. Akşama kadar uçtuktan sonra yüksek bir dağın eteklerine vardık. Dağ o kadar yüksekti ki tepesi görülmüyordu.
Sanki tepesi gökleri yarmış, uçsuz bucaksız yükseklerde kaybolmuştu. Rehberime bu dağın adım sordum. -Fark dağı, dedi. O geceyi dağın eteklerinde geçirdik. Güneşin doğusuyla birlikte atlarımıza bindik. Bu kez, dağın tepesine doğru uçuyorduk. Atlarımız hayal bile edilemeyecek kadar hızlıydı. Sonunda dağın tepesine vardık. Buradaki manzara, hiç kimsenin görmediği, görmeyi de hayal edemeyeceği türden bir manzaraydı.
Meydan dünya kadar genişti. Bu meydanın sol tarafında bulunanlar, karanlık gecelere aydınlık dedirtecek kadar karanlıktı. Sağda bulunanlar ise ışığı sönük bırakacak kadar parlaktı. Gözlerimiz, akıl sır ermez bir şekilde, bu ışığa dayanabildiği gibi, o cehennemi karanlığı da sanki aydınlıkmış gibi göre- biliyordu. Mahşer meydanını andıran bu yerde sayısız insan toplanmıştı. Bunların bir kısmı sağda, yani aydınlık denizinde; diğer bir kısmı solda, yani karanlık deryasında bulunmaktaydı.
Meydanın ortası boştu. Bu boşluğun iki ucunda, iki taht kurulmuştu. Aydınlık taraftaki tahtın üzerinde Hürmüz oturmakta, o güzel yüzünden çıkan parıltılar o müthiş aydınlığa rağmen farkedilmekteydi. Karanlık tarafta bulunanın üzerinde en korkunç mahlûktan daha korkunç, en çirkin cadıdan daha çirkin Ehrimen oturmaktaydı.
Fakat bir de bu tahtların üstünde, gökte asılı gibi duran bir taht vardı ki onların azametini solda sıfır bırakıyordu. Biz meydana vardığımız vakit doğruca Hürmüz tarafına geçtik. Biraz sonra meydanda müthiş bir gürültü patlak verdi. Her ağızdan: -Bakın, bakın! Allah'ın emri yere indi, sözleri çıkıyordu. Gökyüzünde asılı duran tahtın üstünde, insanın hayal edebileceği bütün güzellikleri kendinde toplamış ayakta duruyor ve elinde bir küre tutuyordu.
Bu kürenin doğusu aydınlık, batısı karanlıktı. Aydınlık ile karanlık arasında öyle bir denge vardı ki, ne aydınlık karanlığa, ne de karanlık aydınlığa karışıyordu. Sağ taraftaki kalabalık: -Ya Rabbî! Ya Rabbî! Karanlıkları kaldır, diye bağırdılar. Sol taraftakiler ise: -Ey karanlık! Gücünü göster, diye bağırıp çağırıyordu. Mucizevî bir şekilde, uzak ve yakın her kulağa gelebilen tatlı bir sesle nur yüzlü peri şöyle dedi: -Bu meydan, adalet ve imtihan meydanıdır. Bunun üzerine herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Her iki taraf da kendinden geçercesine dua etmeye başladı.
Her iki tarafa da büyük bir sessizlik hakim olmuştu. O sırada Hürmüz ayağa kalkıp şöyle bir konuşma yaptı: -Ey insanoğlu! Allah sizi kendi gibi nur olasınız diye yarattı. Sizi bütün yaratıklara üstün kıldı. Size her türlü nimeti ihsan et- ti. Fakat sizi, nur iken karanlıklarla karıştırdı, ruh iken cesetle birleştirdi. Bunu, sevmediği karanlıkları, sevdiği aydınlık ile ortadan kaldırasınız diye yaptı. Ey insanoğlu! Nur benim. Bana gelin, benim olun. Ben olun.
Nurun gereği olan güzel huylarla ahlâklanın. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçının. Başkalarını nefsinize tercih edin. Kin, kıskançlık, nifak, hiddet, düşmanlık, hırs ve haset gibi karanlığa özgü sıfatlardan kurtulun. Her durumda Allah'a şükredin. Verdiklerine kanaat edin. Kısacası bu imtihan dünyasından nur olarak aynim ki, nurlar âlemi sonsuza dek karargâhınız olsun. Hürmüz oturdu. Ehrimen ayağa kalktı. Şöyle bir konuşma yaptı: -Ey insanoğlu! Uyanık olun. Yaratılışınızın gereklerini iyice düşünün. Şairane sözlere uyup da ömrünüzü heba etmeyin. Gülün, eğlenin, hayattan zevk alın. Yiyin, için. İyice bilin ki, bu dünyada insanın yalnızca iki amacı vardır.
Gerisi yalandır. Bunların birincisi kibir, ikincisi şehvettir. Bu iki amaca insanı sevkeden benliktir. Bu iki amaca ulaşmaya çalışın. Nefsinizi herşeye tercih edin. Basit bir zevkiniz için binlerce insanı harcamaktan çekinmeyin. Yaratılışınızın icabı budur. Doğanın yasası da budur: Küçük kuşlar böcekleri, büyük kuşlar küçük kuşları yiyor. Büyük kuşları da açlık ve soğuk mahvediyor. Bir böcek tohumlan yiyor. Onu da başka bir hayvan yiyor.
O hayvanı da bir diğeri yutuyor. Bir koyun otları yiyor, siz de koyunu yiyorsunuz. Bu âlem herşeyin birbirini yemesi ve yok etmesi için kurulmuştur. Herşey birbirinin düşmanıdır. Başkalannın keskin dişlerine yem olmaktan kurtulanlan da birgün "ölüm" denen korkunç yaratık yutuyor. İşte gerçek budur. Palavralara inanmayın. Benliğinizden başka varlık, zevkinizden başka amaç tanımayın. Bunun üzerine Hürmüz yavaşça ayağa kalktı: -Ey insanlar! Ehrimen denilen alçağı, kovulmuş şeytanı dinlemeyin. Söyledikleri yalandır.
Gerçek kulluk, kibir denilen yalancı zevke oranla büyük ve gerçek bir zevktir. Nice manevî zevkler vardır ki, şehvet onların yanında tiksinilecek bir şey gibi kalır. Ehrimen'in dediği nefs, hayvanlara özgü bir içgüdüdür, insan nefsi, ahlâkî kurallara göre düzenlenmelidir. İnsan, doğa bahçesinde yetişmiş güzel bir çiçektir. Fakat akıl denilen büyüleyici bir koku ile diğer çiçeklerden ayrılır. Hayvanlar âleminde geçerli olan kanunların çoğu insana uyarlanmış ve saptırılmıştır.
Bunlara kulak asmayın! dedi. Bu defa Ehrimen öfkeyle söze başladı: -Hürmüz yalan söylüyor. Sizi, birtakım uyduruk kanunların, hayalî kaidelerin esiri, acizlik ve itaatte en aşağı hayvanlardan daha aşağı yapmak istiyor. Zaten üçbeş günlük zevkiniz var, sizi bundan da alıkoymak istiyor. Dinlemeyin! Allah'ın dalkavuğu olan Hürmüz'ü dinlemeyin! dedi. Her ikisi de birbirini yalanlamaya devam etti. Sonunda birbirine saldıracak kadar ileri gittiler.
O sırada, onların üstündeki tahtta oturan peri elindeki küreyi uzatarak: -Henüz sıra size gelmedi. Boşuna uğraşmayın. Çarpışma size tâbi olanlar arasında olacaktır, dedi. Bunun üzerine Hürmüz: -Beni seven meydana çıksın, dedi. Aynı sözü Ehrimen de söyledi. O sırada ben de, sağ taraftaki savaşçılara katıldım. Geceyi orada geçirdik. Çok güzel ikram ve hürmet gördük. Ertesi sabah erkenden dümbelekler ve davullar çalınmaya başladı. Ehrimen taraftarı bir er meydana çıktı, kendisiyle çarpışacak bir er istedi. Bizim taraftan biri karşısına çıktı.
Bu şekilde, on gün boyunca iki taraftan yirmi kadar savaşçı ortaya çıkıp, birbiriyle savaştı. Bazen Ehrimen tarafı, bazen de bizim taraf galip geliyordu. Çarpışma hergün devam ediyordu. Böylece her iki taraftan da birçok insan öldü. Yedinci gün, bizim taraftan çıkan bir savaşçı akşama kadar kim karşısına çıktıysa yendi. Ehrimen tarafından yirmi kişiyi öldürdü.
Bizimkilerin sevincine diyecek yoktu. Ehrimen'in çıkardığı savaşçıların birer birer yere serildiği görüldüğü zaman bizim tarafta zafer davulları çalmıyor, sesler göklere çıkıyordu: "Allah bereketini artırsın!" O gece bizim tarafın casusları ertesi gün, bugüne kadar hiç yenilmemiş bir savaşçının meydana çıkacağını haber verdi. Herkes telâş içindeydi.
Rehberimle beraber casuslardan birinin çadırına gittik. Casusla uzun uzadıya sohbet ettik. Ertesi gün meydana çıkacak Ehrimen taraftan savaşçının adının "Nifak" olduğunu öğrendik. İşin garip tarafı Nifak denen bu şeytan kıyamete kadar yaşamaya mahkummuş. Onu öldürmek mümkün değilmiş. Herkeste görülen telâşın sebebi buymuş. Ben de son derece meraklandım. Sabaha kadar rüyamda garip çarpışmalar gördüm. Ertesi sabah kös ve dümbelekler çalınmaya başlayınca Nifak meydana çıktı. Heybetli bir görünüşü vardı.
Baştan ayağa çelik zırhlara bürünmüş, iri bir ata binmişti. Meydanda atını oynatarak: -Kendine güvenen bir yiğit yok mu? Ben öyle bir savaşçıyım ki, keskin kılıcım, zırhlara bürünmüş nice kafaları koparmıştır. Ben öyle bir yiğidim ki, sivri okum nice göğüsleri delmiştir. Var mı benim karşıma çıkacak? Canından bezmiş, dünyasına küsmüş kim varsa çıksın ortaya!., diye meydan okudu. Nifak'ın eline düşenin naneyi yiyeceğini herkes biliyordu. Buna rağmen, Hürmüz'e sadık bir savaşçı ortaya çıktı. Bir saniye sonra yere serildi. Daha sonra otuz kişi sırayla ortaya çıktı. Otuzu da öldürüldü.
Nifak üç gün meydanda kaldı. Bu üç günün herbirinde otuz-kırk kişiyi öldürerek büyük bir zafer kazandı. Dördüncü gece bizim tarafta büyük hazırlıklar görülüyordu. Herkesin yüzündeki hüzün gitmiş, yerine ümit ışığı gelmişti. Rehberime bunun sebebini sordum. Bana: -Yarın Hürmüz'ün en gözde kullarından ve en çok sevdiklerinden biri olan Muhabbet adlı yiğit çıkacak meydana. Bu lânetli Nifak'a ondan başkasının galip gelemeyeceği anlaşıldı. Bu gece Hürmüz'ün vezirlerinden biri olan Salah gelip bir konuşma yapacak, dedi. Gece yarısı Salah denilen yaşlı zat geldi. Hak ve hakikat için herkesi canını feda etmeye çağırdı. Sonunda dokunaklı bir dua okudu.
Ertesi sabah Nifak adlı şeytan ortaya çıktı. Sinsi sinsi gülerek: -Bugün canından bezmiş kimse yok mu? Meydan niçin boş? Kendini yiğit zannedenler nerede? diye bağırdı. Hürmüz taraftarlarının tekbirleri arasında Muhabbet meydana çıktı. Nifak adlı şeytan Muhabbet adlı yiğidi görünce, gözleri öfkeden kan çanağına döndü. -Üç gündür seni bekliyorum. Nihayet gelebildin. Gebermeye hazır ol! dedi. Muhabbet etkileyici bir nâra attı. -Beni bilen bilir. Bilmeyen öğrensin ki ben Muhabbet yiğidim. Arslan gibi pençelerim yürekleri parça parça eder, iri pazularım kafaları kopanr.
Ey Nifak! Sen de gayet iyi bilirsin ki ben ne zaman meydana çıksam seni tepelerim. Yeter artık ettiklerin. Gebermeye hazır ol! dedi. Nifak: -Doğru, daha önce beni yendin. Fakat bu sefer senin canını okuyacağım, dedi. Muhabbet ise: -Bunu aklından bile geçirme. Muhabbet her zaman Nifak'a galip gelecektir, diye karşılık verdi. Sonra her ikisi de birbirine hücum etti. Kılıçlar kalkanlara çarptıkça ateşler çıkıyordu.
Akşama kadar dövüştüler ama birbirini yenemediler. Ertesi gün, büyük bir azim ve kararlılıkla yine birbirine hücum ettiler. Fakat yine üstünlük sağlayamadılar. Üçüncü gün, güneş tam tepedeyken Muhabbet bir arslan gibi ileri atılıp, bir vuruşta Nifak'ı yere serdi. Bunun üzerine Hürmüz taraftarlarının sevinç çığlıkları semaya ulaştı. Ehrimen taraftarlarının öfkesi âlemi titretti.
O gün Muhabbet yiğit aşkama kadar otuz kişiyi daha tepeledi. Tam yedi gün, cenk meydanında karşısına çıkanların anasını ağlattı. Yedinci günün gecesi, casuslarımızdan, ertesi gün Ehrimen tarafından, çok meşhur bir savaşçının meydana çıkarılacağını öğrendik. Güneşin doğusuyla birlikte sol taraftan bir gürültüdür koptu. Bu kez meydana çıkan Ehrimenli, çok uzun boylu, çok heybetli, dev gibi birisiydi. San bir deveye binmişti. Elinde insan kafası büyüklüğünde bir gürz vardı. Meydanda bir tur attı. -Ey Hürmüz Taraftarları! Hanginiz karşıma çıkacak? Bana Gazap Pehlivan derler. Şimdiye kadar, karşıma çıkıp da canlı kalan çok azdır, dedi.
O gün karşısına Muhabbet çıktı. Kahramanca savaştı. Fakat üçüncü gün, ikindi vaktinde Gazap Pehlivan bir gürz darbesiyle onu yere serdi. Henüz ölmemişken, dişleriyle vücudunu paramparça etti. Kalbini çıkarıp Ehrimen'in önüne attı. -En büyük düşmanlarımızdan biri olan Muhabbet'in kalbi işte ayaklarınızın altında, onu bir güzel çiğneyin! dedi. Bu dehşet verici manzara, bu feci ölüm karşısında içimiz kan ağlıyordu. Ehrimen taraftarları ise sevinçten uçuyordu. Temaşa Bayramı denilen bu garip bayram başlayalı tam otuz sekiz gün olmuştu. Gazap'ı, bizim taraftan henüz mağlup eden olmamış, Hürmüz ile Ehrimen'in tahtının üstündeki tahtta bulunan meçhul kişinin elindeki kürenin sağ tarafını karanlık kaplamaya başlamıştı.
Ehrimen tarafı galip gelmek üzereydi. Hürmüz'ün veziri Salah yanımıza geldi. Gazap'ı ancak Hikmet Pehlivan'ın öldürebileceğini söyledi. Hürmüz'ün, ertesi gün, onun meydana çıkmasını emrettiğini dile getirdi. Bayramın bitmesine iki gün kalmıştı. Hikmet Pehlivan'ın galip gelmesi için dua etmemiz istendi. Çadırımıza döndüğümüzde rehberim gayet ciddî bir tavırla: -Hikmet Pehlivan'ın kim olduğunu biliyor musun? dedi. -Hayır. -O sensin. Bu gece, uyku zamanı değildir. Yarın Gazap ile çarpışacaksın. Geceyi ibadetle ve kılıç tahiniyle geçireceğiz. Hayretimden donakaldım. Bana bu kadar önemli bir görev verileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. İsmimin Hikmet Pehlivan olduğunu da bilmiyordum.
Ancak, böyle mukaddes bir dava uğrunda, Gazap gibi büyük bir düşmanla çarpışacağım için, kendimde büyük bir azim ve güç hissetmeye başladım. Kendimin, dolayısıyla da bu mukaddes davanın yenik düşmemesi için sabaha kadar Allah'a dua ettim. Bu arada rehberim bana vuruş teknikleri öğretti. Sabah namazı vaktinde zırhımı giydim. Rehberim belime bir kemer taktı. Alnımdan öptü ve gözyaşları içinde benim için dua etti: Güneşin doğusuyla birlikte atıma bindim. Gazap ortaya çıktı. Ben de karşısına dikildim. İsmimi sordu: -Hikmet Pehlivan, dedim.
Bana: -Behey zavallı! Senin gibi mazlum ve kendi hâlinde bir salak, benim gibi kükremiş bir arslanla çarpışabilir mi? Haydi, defol git! Sen zararsız bir bunaksın. Senin kanını dökmek bana yakışmaz, dedi. " Ben de cevaben: -Beni alt edeceğini hiç sanmıyorum. Acaba zirzopluğuna mı güveniyorsun? Bilmez misin ki, ben seni yenemeyecek durumda olsaydım karşına çıkarılır mıydım? Haydi, kes tantanayı. Gebermeye hazır ol! dedim. Gazap bu konuşmama çok kızdı: -Vay! Kafayı bulmuşsun sen galiba. Saçmalıyorsun. Haydi öyleyse!., dedi ve üzerime hücum etti. Bu heybetli devin öldürücü darbelerinden kurtulmak için çok çevik olmak zorundaydım. O kadar azimliydim ki, sanki kuş gibi uçuyordum. Akşama kadar uğraştık.
Bana bir darbe bile isabet ettiremedi. Ancak ben de ona birşey yapamadım. Akşamleyin biraz dinlendikten sonra geceyi dua ederek geçirdim. Sabaha karşı rehberim bana bazı talimatlar verdi. Güneşin doğusuyla birlikte meydana çıktım. Gazap öfkeden köpürüyordu. Etrafımda fırıldak gibi dönerek: -Dün elimden kurtuldun. Fakat bugün kurtulamayacaksın, dedi. Saldırma pozisyonu aldı. O sırada ben, rehberimin öğrettiği taktik icabı: -Aman Allahım! Kafandaki de ne? dedim. Bunun üzerine elini başına götürdü. Ben o an, zırhsız olan koltuğunun altından kalbine doğru kılıcımı sapladım. Gazap korkunç bir çığlık atarak yere düştü.
Ağzından kan gelmeye başladı. Ehrimen taraftarlarının öfkeli çığlıkları göklere çıkıyordu. -Hikmet, Gazap'ı hileyle öldürdü, diyorlardı. Meçhul perinin elindeki küre baştan başa nur olmaya başladı. Bizimkilerin sevinç çığlıkları dünyayı kapladı. O gün öyleye kadar birçok Ehrimenliyi tepeledim. Fakat öğle üzeri karşıma peçeli bir pehlivan çıktı. Beyaz bir file binmiş olan bu pehlivanın ortaya çıkmasıyla Ehrimen'in yüzünde hınzırca bir gülümseme belirdi. Hürmüz buna son derece üzüldü. Meçhul periye seslenerek: -Efendim! Amacın nuru yok etmek mi? Merhamet!.. Merhamet!.. Merhamet! dedi. Meçhul Peri: -Bu, Ehrimen'in hakkıdır. Ne yapalım. İstediğini çıkarır, cevabını verdi. Ehrimen gülüyordu.
Hürmüz üzüntüyle boynunu büktü. -Emir senindir, dedi. Yenileceğime işaret eden bu konuşmayı herkes gibi ben de duyuyordum. File binmiş olan pehlivan mağrur bir şekilde meydanı dolaştı. Gök gürültüsünü andıran bir nâra attı. -Ey benim gücümü inkâr eden gafiller! İyi bilin ki ben pehlivanlar pehlivanı, yiğitler yiğidi Nefs-i Emmare'yim. Şimdiye kadar yenemediğim hiç kimse olmadı. Beşbin değişik şekle girerim ben. Bin türlü silâhım vardır. (Bana dönerek) Ey miskin Hikmet! Gel kendi rızanla teslim ol! Seni hizmetçi olarak kullanayım. Sen aptal ve aciz bir mahlûksun. Benim gözümde bir sinek kadar değerin yok. Fakat nedense seni severim. Çünkü senin bana hizmetin dokundu. Haydi, teslim ol da kurtul! dedi. Cesaretimi toplayarak, bu teklifi kabul etmedim. Bunun üzerine: -Ey Hikmet! Bendeki şu silâhlara bak. Rehberinin sana öğrettiği alçakgönüllülük, ilim, kanaat, ihtiyat, ağırbaşlılık, sabır ve hile numaralarını başkaları gibi yutmam ben.
Onların herbirine karşı kin, hiddet, düşmanlık, nefret, şehvet gibi bir sürü numara var bende. Gel, kendine yazık etme! dedi. Yine yanaşmadım. -A zavallı! Ne düşünüp duruyorsun. Senin vuruşların beni etkilemez. Seni bir saniyede mahvederim. Bu benim için bir çocuk oyuncağı, dedi. Yine reddettim. Bunun üzerine çarpışma başladı. Ben bildiğim numaraların hepsini yaptım. Hiçbir etkisi olmadı. Nefs-i Emmare beni adam yerine koymuyor, hâlime gülüyordu. Nihayet "Güçlü Azim" adındaki bildiğim en son öldürücü vuruşu yapmaya karar verdim. Emmare'nin sol tarafına geçtim. Vurmaya uygun bir pozisyon aramaya başladım. Emmare davayı çaktı. -Ya! Demek beni öldürmek istiyorsun. Dur öyleyse! dedi. Tam kılıcı böğrüne sokacağım sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı. Hayal bile edilemeyecek bir güzellik gözlerimi kamaştırdı. Kılıç elimden düştü. Emmare beni kemerimden tutup, filin üzerine aldı. Ve, Ehrimen'in huzuruna götürdü. -Ey Ehrimen! Hikmet'i öldürmedim. Esir aldım. Mutfakta soğan soyar. Tam ona göre bir iş bu, dedi. Bu espriye Ehrimen kahkahalarla güldü. Hürmüz'ün gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
Küredeki nur yavaş yavaş yok olmakta, her tarafı karanlık kaplamaktaydı. Ehrimen taraftarları galip gelmişti. Sol taraftaki kalabalık: -Karanlıklar! Karanlıklar! Aslolan karanlıklardır. Onları yendik, diye bağırıyordu. Bizim taraf ise: -Sana hamdolsun! Sana hamdolsun! Ey nurların nuru! Nurunu kaldırma! diye yalvanyordu. Hürmüz, Nur Perisi'nin önünde secde etti. -Ey yaptığından mesul olmayan eşsiz Tanrı! Medet senden! Medet! Senin başın için, senin hakkın için... dedi. Hürmüz başını secdeden kaldırmıyordu. Ehrimen ise başını göğe doğru kaldırmıştı. Karanlık, küreyi öyle kaplamıştı ki yalnız- ca nokta kadar bir aydınlık kalmıştı bir köşesinde. O sırada uzaklardan bir ses duyulmaya başladı. Bu ses erkeksi olduğu kadar hoş, hoş olduğu kadar erkeksiydi. Şarkı söylüyordu. Sonunda karanlıklar arasından, yüzündeki nurla etrafı aydınlatan bir süvari göründü. Dört ayaklı, alnı boynuzlu, kanatlı, koyu yeşil bir ejderhaya binmiş olan bu süvari, bir güzellik abidesiydi sanki.
Kestane rengine yakın, daha doğrusu bazen siyah, bazen kırmızımsı görünen kıvırcık saçları omuzlarına dökülüyordu. Başında kıymetli taşlarla süslü bir taç, üzerinde yeşil renkli ipek bir elbise vardı. Şarkı söylüyordu. Biz de ürkek ürkek o ilâhî sesi dinliyorduk: Ben oyum ki satvetimden kâinat lerzandır, Ben oyum ki zür—i bâzum hakim—i hercandır. Ben oyum ki her kim olsa serfuru eyler bana, Hâki payim secdegâh-ı zümre-i insandır. Ben oyum ki sîret-i merdîde yoktur benzerim, Hadimin—i barigâhım zümre—i merdandır. Ben oyum ki mizan-ı adlimde müsavi cümle halk, Şehinşahlarla gedalar bence hep yeksandır. Hasılı şimşir—i izz—ü kudretiyim lyzid'in, Aşkım ben, satvetimden kâinat lerzandır* Bu güzel ses, bu tatlı nağmeler her iki tarafı da mest etmişti. İşin garip tarafı, Ehrimen taraftarları da bizimkiler kadar zevk al- "Ben o kimseyim ki, gücümden kâinat titrer. Ben o kimseyim ki, bileğimin gücü her canlıya hükmeder. Ben o kimseyim ki, kim olursa olsun bana baş eğer. Ayağımı bastığım toprak insanların secde yeridir. Ben o kimseyim ki, yiğit yaratılışlı insanlar arasında bile benzerim yoktur. Yiğit kimseler kapımın hizmetçileridir. Ben o kimseyim ki, adalet terazimde herkes eşittir.
Bence, cihana hükmeden padişahlar ve fakirler aynı derecededir. Kısacası ben, lzid'in kuvvet ve kudret kılıcıyım. Ben aşkım, gücümden kâinat titrer." mıştı bundan. "Aşk" adındaki bu pehlivan bize yaklaştıkça nur perisinin elindeki küre aydınlık kazanmakta, nur, karanlığı kovmaktaydı. Pehlivan meydanın ortasına geldiği zaman küre tamamen aydınlanmış ve âlemden karanlık kalkmıştı. Nefs-i Emmare ve onun esiri olan ben meydanda bulunuyorduk. Aşk, ejderhasını bize doğru çevirdi. Gayet tatlı ve laubali bir tavırla: -Ey Emmare! Bana da karşı duracak mısın? dedi. Emmare, ona karşı büyük bir hürmet göstererek filden yere indi. Aşk'ın önünde diz çöktü. -Sen herkesin olduğu gibi benim de efendim ve velinimetimsin. Aczimi ilân ederek, işte secde ediyorum sana, dedi. Aşk, beni serbest bıraktı. Gülerek: -Haydi! Koca aptal Hikmet, git, rahatına bak! dedi. Meydanda yalnız Aşk kaldı. Ejderhasından indi. Elleri göğsünde olduğu hâlde, oldukça yavaş ve ölçülü adımlarla nur perisine doğru yürümeye başladı. Onunla arasında üç adım kadar mesafe kaldığı zaman: -Ey, Nur Perisi! Yalnız senin kulunum, dedi ve secdeye kapandı. Sonra: -Ey Hürmüz! Ey Nur! Selâm olsun sana! Zira, karanlıkların değeri seninle bilindi, dedi. Daha .sonra Ehrimerı'e: -Ey Ehrimen! Ey karanlık! Selâm olsun sana. Zira, nurun değeri seninle bilindi, dedi.
Sonra meydanın ortasına doğru yürüdü. Ellerini semaya kaldırdı. O sırada kürenin yarısı aydınlık, yarısı karanlık oldu. Âlem eski hâline döndü. Bu arada her iki taraf da, bağlı bulunduğu efendinin elini öpmekteydi. Hürmüz ve Ehrimen tahtlarından inmişler, yan yana gelmişler, sanki kardeş gibi el sıkışmışlardı. Nur Perisi bu durumu gülerek seyrediyordu. Hürmüz'ün elini öptüm. Yüzüne baktım. Bir de ne göreyim!.. Hayretimden, bir çığlık koparıverdim. Gözlerimi açtığımda Aynalı Baba'nın gülümseyen çehresini gördüm. Daimî Dönüşüm "Ey Daimî, Ey Dehrî, Ey Evvel, Ey Ahir, Ey Zahir, Ey Bâtın! Sesimi duy! Kulun Zekeriya'yı duyduğun gibi." Hazret-i Şâzelî Bugün de, geçen iki günde olduğu gibi ney sesiyle mest oldum. Kendimi on iki yaşında bir çocuk olarak görüyordum. Büyük bir şehrin geniş bir caddesinde bulunan güzel bir evde oturuyordum. Henüz uyanmamıştım. Güneşin parlak ışıkları, Tanrının güzellik nurunun yansıması olan eşyayı yeni yeni okşamaktaydı. Yataktan kalkacağım sırada odanın kapısı açıldı.
Bir hizmetçi, babamın beni beklediğini söyledi. Kalktım, hizmetçiyi takip ederek yürümeye başladım. Büyük bir odaya girdik. Babamla karşılaştım. Babam yüz on yaşlarında yaşlı bir ihtiyardı. Sanskritçe konuşuyorduk. Babam dedi ki: -Oğlum, on iki yaşına bastın. Artık kendini ve kâinatı öğrenme zamanın geldi. Seni büyük bir üstada götüreceğim. Varlığın sırrını anlama çağma geldiğin için üç gün, üç gece şenlik yapacağım. Sen bu şenlikte hizmet edeceksin. Orada sana rehber olacak bir adam göreceksin, dedi. Gerçekten tantanalı, gösterişli bir şenlik başladı. Birinci gün bütün Brahmanlar ve asiller, ikinci gün asker ve tüccarlar, üçün- cü gün fakirler bu şenliğe davet edildi. Üçüncü gün, seksen yaşında bir fakir benim rehberim oldu. Dördüncü gün babam bizi erkenden yola çıkardı. Rehberim bir eşeğe bindi. Ben ise arkasında yaya yürüyordum. Rehberim: -Oğlum! ilim ve hikmetin değerini anlaman gerekiyor. Bu yüzden yaya yolculuk yapacaksın. Karşılığında yüksek ücret ödenmeyen birşeyin değeri anlaşılmaz, dedi. İlk günlerde çok sıkıntı çektim. Fakat yavaş yavaş alıştım. Kırk günlük bir yolculuktan sonra bir kulübenin önünde durup, biraz dinlendik.
Rehberim beni elimden tutarak kulübeye soktu. Kulübede su ile dolu bir çanak vardı. Rehberim beni doğuya döndürerek, çanağı önüme koydu. -Ey Brahma! Ey gerçek varlık! Ey en büyük nur! Varlığının basamaklarını, ruhunun derecelerini göster! diye dua etti. Anlayamadığım birtakım sözler mırıldandı. Kulübeden çıkıp kapısını kapadı. Her taraf kapkaranlık olmuştu. Yalnızca, önümdeki çanakta duran suyun parlaklığını görebiliyordum. Rehberimin tembih ettiği şekilde yalnızca suya bakıyordum. Kısa bir süre sonra nereden geldiğini bilemediğim gizemli birşey işitmeye başladım, işittiğim ses miydi, inilti mi, ilham mı, vehim mi, işaret mi? Hangi dildendi? Nasıl birşey olduğunu bilmiyorum. Bunu tarif etmem imkânsız. Aklım ya da kalbim bu harfsiz cümleleri, bu titreşimsiz sesi şöyle anlıyordu. Ey dayf-ı bezm-i vücud Anla nedir sırr-ı şuûn Yok dem—i vahdette hudud Her ne desen nâmı ânın Cümlede o nokta-i nihan Kâhi esir, kâhi cihan Mevt-ü hayat camı ânın Kâhi güneş, kâhi kamer Kâhi matar, kâhi sehap Kendi ateş, kendi şehap Kendi gece, kendi seher Kâhi hacer, kâhi nebat Kâhi nemi, kâhi esed Kendisi ruh, kendisi cesed Kendi hayat, kendi memat Devr ile adem olacak Kendini kendinde bulur Mutlak iken, nokta olur Adem imiş mazhar-ı Hak*
Çanaktaki su yavaş yavaş parlaklığını kaybetti. Her taraf kapkaranlık oldu. Hiçbir şey göremez oldum. Buna rağmen garip bir seyre koyuldum. Hangi organımın gördüğünü tayin etmekten acizdim. Kendimi kontrol ediyor fakat bu durumdan hiçbir şey anlayamıyordum. Yalnız görüyordum. Bunu anlatmak mümkün değil. Sonsuza bakıyor, sonsuz bir meydan görüyordum. Sanki bir saniyede milyonlarca kilometre uzaklıktaki yerleri gezip gördüğüm hâlde sabit bir noktada duruyordum. Duygu ve idraki paramparça eden bir azamet, vicdanı mahveden bir gerçek görün- "Ey varlık âleminin misafiri! Gerçeklerin sırrının ne olduğunu anla. ( ......... ) Vahdet anının sının yoktur. Söylediğin herşey onun adıdır. Çünkü herşeyde gizli olan nokta odur. Bazen fezayı dolduran cevherdir, bazen cihandır. Ölüm ve hayat onun kadehidir. Bazen güneş, bazen aydır. Bazen yağmur, bazen buluttur. Ateş de kendi, alev de kendidir. Gece de kendi, seher de kendidir. Bazen taş, bazen bitkidir. Bazen karınca, bazen arslandır. Ruh da kendisi, ceset de kendisidir. Hayat da kendisi, ölüm de kendisidir. Zamanla yok olunca, kendini kendinde bulur. Mutlak iken nokta olur. Yokluk, Hakk'm kudret eserlerinin göründüğü yerdir." meye başladı. Yapıp yapmadığımı bilemediğim bu yolculukta kendimi kaybettim. Bir an hiç oldum. Kısa bir süre sonra bu sonsuz meydanı iyice fark etmeye başladım.
İzahı mümkün olmayan garip bir duygu ile herşeyi içimde duymaya başladım. içinde kaybolduğum bu uçsuz bucaksız meydanı sanki ben kaplamıştım. Sonunda bir yorgunluk hissettim. Görünmez birşey çıktı ortaya. Aslında görünürde hiçbir şey yoktu. Ne aydınlık, ne karanlık, ne de herhangi birşey... Hiç!.. Fakat ben birşeyin var olduğunu hissediyordum. Bu şey, bir anda sabahın ilk vakitlerindeki gibi bir ışık oldu. Bu zayıf ışık, kalbim gibi titriyordu. Bu hoş varlığın gizli müezzini, harflerden meydana gelmeyen bir sesle ezan okuyordu. Bu ses, İsrafil'in sûrundan çıkan sese benziyordu. Allahu ekber! Allahu ekber! Ey sırr—ı vücud—ı bîvücud! Marufsun amma bilinmezsin Zahirsin amma görünmezsin. O sırada saatler, seneler, asırlar bir an idi. Bir anda milyonlarca asır geçti. Yorulmuş gibi oldum. Gözlerimi kapadım. Bir an hiçbir şey göremedim. Gözümü açtığım anda, avcuma sığacak kadar küçük bir âlem gördüm. Bu gezinti esnasında bir yer dikkatimi çekti. Bu yer, tamamen su ile kaplı bir küreydi. Suya baktığım anda, akıl almaz bir güç beni oraya doğru çekti. Ilık suyun içine girer girmez kendimi milyonlarca canlıyı içimde toplamış gibi hissettim. Bu canlıların ne organları, ne de belli bir şekilleri vardı. Milyonlarca odası olan bir hapishaneye benzeyen bu canlıların varlığına bağlı olmaktan kendimi kurtarmaya çalışıyordum.
Fakat bir türlü başarılı olamıyordum. Milyonlarca sene devam "Allahu ekber! Allahu ekber! Ey varlığın vûcutsuz sırrı! Bilinensin ama bilinmezsin. Görünensin ama görünmezsin." eden bu durum içerisinde, hapishane vazifesi gören bu odalardaki canlılarda garip değişiklikler meydana geliyordu. Fakat benim canımı sıkan şey bu canlıları bünyemde topladığım hâlde onların dışında olmak değildi. Kendimi onlarda hapsolmuş hissetmemdi. Akıl ve idrak bir yana, her türlü duyumdan uzaktım sanki. İçlerine hapsedildiğim bu canlılar, türlü türlü şekillere giriyorlardı. Benim için bir gün hükmünde olan binlerce yüzyılın geçmesiyle her şekil başka bir gelişim gösteriyordu. Su içinde hapsedilmiş olduğumdan, gözlerimin garip görüşünden ve kulağımın sağırlığından rahatsız oluyordum. Ben bu durumdayken, ne kadar zaman geçti, neler olup bitti bilmiyorum. Birden kendimi, karadaki birçok canlının vücudunda gördüm. Temiz havanın ciğerlerime doluşunu hissettikçe, zevkten dört köşe oluyor, milyonlarca bedende koşup oynuyordum.
Belli belirsiz, fakat gerçek bir sevgi tüm bedenlerimi kaplamıştı. Her ne kadar gördüklerimi tam olarak anlayamıyorsam da, onların varlığını hissediyor, zararsız olanlarını seviyordum. Her an, milyonlarca bedenim işe yaramaz hâle geliyor, şekil değiştiriyor, toprak oluyordu. Fakat onların yerine milyonlarcası ortaya çıkıyordu. Bu devredeki oluşların gizli bir sebebi yoktu. Bunlar, birbirleriyle manen birleşip, sevgi anında tuhaf bir zevke dalıyorlardı. Bedenim ne erkek, ne de kadın bedeniydi. Fakat hem erkek, hem de dişi sıfatlara sahipti. Her biri bazen baba, bazen anne, bazen de hem anne hem baba oluyordu. Günlerin geçip gitmesiyle, hapsedildiğim bedenler o kadar_ çoğalmış, o kadar çeşitlenmişti ki, bunların biri diğerine görünüşte hiç benzemiyordu. Bazısı gözle görülemeyecek kadar küçük ve basitti. Bazısı havada uçuyor, bazısı yerde sürünüyordu. Bazısı da oldukça iri, güzel ve akıllıydı. Bu bedenler arasında rekabet ve faydacılık bir kanun hâline gelmişti. Ne kadar zaman geçti, neler oldu bilmiyorum. Birgün bir bedende hapsedildiğimi hissedip, acı bir duyguyla inlerken sanki kâinatın her zerresindeki sırlar birer birer bulunduğum bedende toplanıyordu. Manevî bir soluk, rengi ve yeri belli olmayan bede- nimi kapladı.
Doğuya dönmüş, yüzümü ağarmaya başlayan ufka çevirmiştim. Sanki her zerre beni selâmlıyor, her taraftan burnuma amber kokusu geliyor, bütün vücudum bir aşk rüyasının tesiri altında titriyordu. Kendimin bilincindeydim. Etrafımı hem görüyor, hem de gördüğümü fark ediyordum. Sanki herşeyi biliyordum. Kendimden geçer gibi oldum. Mânâ diliyle "Elhamdülillah" dedim. Gaipten gelen bir ses kâinata şöyle diyordu: Doğdu şimdi şems-i idrak âleme tstivagâhtır dimag-ı Ademî Nur-i Haktır şeb-çerağ-ı Ademî Ey melâikl Baş eğin hep Adem'e.* Bu büyük emirden bütün âlemler ve içinde bulunan yaratıklar titredi. Her varlık insanın önünde eğildi. Her zerre lisan-ı hâl ile şöyle diyordu: Merhaba!.. Merhaba, ey pertev-i sırr-ı vücud! Merhaba, ey zübde-i cümle şuûn! Merhaba, ey memba—ı fehtn—ü fünûn! Merhaba, ey mazhar-ı ikram-ü cûd! Kâinattan sen idin maksud, seni Ey zekâ! Bizler senin miratınız. Nokta sensin, biz senin âyâtımz. Secdegâh sen, kıble-i mabud sen!" "İdrak güneşi şimdi doğdu âleme. Âdem'in aklı, saltanat yeridir. Âdem'in karanlıkları aydınlatan cevheri, Hakk'ın nurudur. Ey melekler! Hepiniz Âdem'e secde edin!" "Merhaba! Merhaba ey varlık sırrının nuru! Merhaba ey tüm oluşların özü! Merhaba ey anlayış ve ilimlerin kaynağı! Merhaba ey Hakk'ın iltifat ve ikramına nail olan! Kâinattan gaye sen idin, sen! Ey Zekâ! Bizler senin aynanız.
Nokta sensin, biz senin büyüklüğünü gösteren birer işaretiz. Secde edilecek yer sensin. Hakk'ın kıblesi yine sen!"Gözlerimi açtım. Aynalı Baba'mn hüzün dolu gözleri üzerime çevriliydi. Çocukların, gördükleri rüyayı hemen söylemesi gibi: -Hepsi secde etti, dedim. -Evet!.. Yalnız nefsindeki gurur, yani şeytan hariç! dedi Aynalı Baba. Arifler Meclisi "Ya Maruf! Seni hakkıyla bilemedik. Noksan sıfatlardan seni tenzih ederiz." Hazret-i Seyyid Daha önceki günlerdeki gibi Aynali'nın kulübesine gitmiş, günlük gıdamı almıştım. Bugün kulübenin önüne oturmadım. Aynalı beni alıp, mezarlığın en ücra ve caddeye uzak bir köşesine götürdü. Büyük bir mezar taşını göstererek: -Git, şu mezarın üstüne uzan. Adamın başındaki kavuğun büyüklüğüne bakılırsa büyük bir âlim olmalı. Git, o yüce âlimin ruhaniyetinden feyiz al! dedi. Gidip mezarın üzerine uzandım birkaç dakika. Kavuk hayalimde bin bir türlü şekil aldıktan sonra Aynalı'nın çaldığı neyin hazin nağmeleriyle hayallere daldım. Kendimi zifirî karanlık bir odada, bir yatakta yatıyor gördüm. İçerisi fena hâlde karanlıktı. Bir müddet bekledim. Karanlık sinirime dokunuyordu. Nerede bulunduğumu kestirmeye çalıştığım bir sırada odanın kapısı açıldı. Bir adam içeri girdi: -Kalktın mı oğlum? dedi. Karanlıktan içeri giren adamı göremiyordum.
Daha doğrusu bizim bildiğimiz şekilde göremiyordum. Ancak, acayip bir his ve görüş oluştu o sırada. Babam öleli uzun zaman olduğu için bu adamın bana "oğlum" demesine şaşınyordum. Adam tekrar: -Oğlum kalktın mı? dedi. -Evet, dedim. Ancak sen benim babam mısın? Adam hayretle: -Oğlum sen çıldırdın mı? dedi. -Hayır! Fakat babam öleli... -Vah, vah! Oğlumu cinler çarpmış! Zavallı saçmalıyor. Kısa bir süre sonra kendime geldim. Delilere her yerde iyi davranılmadığını anımsayarak, yaptığım gafı düzeltmeye çalıştım. -Şaka yapıyorum baba! Fakat bir lâmba yahut mum emretseniz. İçerisi cehennem gibi karanlık da... Adam ağlamaklı bir sesle: -Aman Allahım! Oğlum çıldırıyor. Sonsuz güneş doğmuş, âlem nura boğulmuşken o içerisinin karanlık olduğunu söylüyor. Aman oğlum! Fenalaşmaya başladım, dedi. Odanın oldukça karanlık olmasına rağmen, bu adam son derece aydınlık olduğunu iddia ediyordu Babam olduğunu söyleyen bu adamın deli olduğuna kanaat getirmeye başladım. Adamı kızdırmayıp, durumu idare etmeyi düşündüm. -Babacığım! Doğru söylüyorsun, gerçekten güneş doğmuş. Fakat, pencereler kapalı olduğu için ışık odaya girmiyor. -Aman Allahım! Eminim ki bizim oğlan çıldırıyor. Oğlum! Güneşin ışığına birşey engel olabilir mi? Sen deli misin, nesin? Adamın bu cevabı karşısında, bir tımarhanede olduğumu düşünmeye başladım. Biraz sonra içeriye annem olduğunu iddia eden bir kadın, amcalar, dayılar ve bir sürü akrabam girdi. Babam onlara yana yakıla çıldırmış olduğumu söylüyordu.
Bunun üzerine onlar başıma üşüşerek bana birtakım saçma sapan sorular sormaya başladılar. Söylediğim her kelimenin aleyhime delil olarak kullanılıp, deli olduğuma hükmedeceklerini bildiğim için susmayı yeğledim. Babam, yanımda oturmuş, kederinden ağlıyordu. Bense ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilmez hâldeydim. O sırada cebimde bir kiprit olduğu aklıma geldi. Hemen çıkarıp bir tanesini yaktım. Karşılaştığım manzara o kadar tuhaftı ki uzun kah- kahalar atarak iki yanıma yuvarlanıyordum. Babam olduğunu idda eden adamın, annemin, amcalarımın, dayılarımın gözlerinin yerinde birer arpacık soğanı ya da ona benzer şeyler vardı. Yani bu zavallıların hepsi en önemli duyu organından, gözden yoksundular. O esnada odadakilerin manzarası o kadar garipti ki kahkahalanm büsbütün arttı ve neredeyse hastalık boyutuna ulaştı. Babalık, analık ve diğerleri dörder ayağa sahipti ve olanca kuvvetleriyle zıplıyorlardı. Bir süre böyle zıpladıktan sonra babalığım yanıma geldi. Elimi tuttu ve öptü: -Ey beyaz ifritin san şeytanı! Saltanatın mübarek olsun! Bin senedir bütün âlem seni beklemekteydi. Sonunda büyük bir mucize eseri sanki benim soyumdan dünyaya geldin. Bin senedir beklemekte olduğumuz sesi çıkardın. Şimdi bütün kızıl şeytanlara haber vereyim de gelip elini öpsünler.
Her yere bu durumu bildirsinler, dedi. Yakınımda bulduğum bir zeytinyağı ile kandil yaptım. Sonra, biraz atıştırmaya niyet ettim. İşte tam o sırada memleketin padişahı, vezirleri, âlimleri eve akın etti. Hepsi bana: "San Şeytan Hazretleri" gibi acayip bir unvan vererek, son derece büyük hürmet göstermekteydiler. Sokaklarda dolaşarak insanlara Sarı Şeytan'ın geldiğini müjdeliyorlardı. Memleketin en büyük ve en süslü sarayını bana tahsis ettiler. Emrime yüzlerce hizmetçi verdiler. Ben yavaş yavaş bu acayip halkı incelemeye koyuldum. Bunlar tamamen kör değildi. Işığı bizler gibi algılamamaları ve sürekli karanlıkta bulunmalanna rağmen kendilerine özgü bir görme şekilleri vardı. Şehirleri oldukça güzel inşa edilmiş olup, sanatta da hayli ilerlemişlerdi. Özellikle edebiyat, teoloji ve felsefeye büyük bir önem veriliyordu, sayısız üniversiteleri, meşhur âlimleri, hocalan bulunuyordu. Birgün, İlahiyat fakültelerinin final imtihanına gittim. Öğretmenler ve öğrenciler ne yapacağını şaşırmıştı. Üniversite dekanı; ilim, kemal ve hakikat bilgisinin yalnızca San Şeytan'da bulunduğunu, kısa bir süre sonra kendisinden mevcut tüm bilgilerin incelenmesini rica edeceklerini açıkladıktan sonra imtihan başladı. Birinci sırada oturan "Bibi" isimli zeki bir öğrenciye sorular soruldu.
Bibi, âlemin yaratılışı hususundaki soruya şöyle cevap verdi: -Bundan seneler önce yaşamış olan "Tâtâ" adlı âlimin söylediğine göre, onbeş bin yıl önce Beyaz İfrit altın semada, mor şeytanlarla beraber oturuyormuş... Konuşmasına devam edecekti ki dinleyiciler arasından biri itiraz etti: -Üç bin yıldır bu yanlış fikirde ısrar edip duruyorsunuz. Beyaz ifrit'in beraberindeki şeytanlar mor değil, açık maviydi. Üniversite dekanı: -Efendi, şu anda imtihandayız, itiraz etmeyin! Başka bir zaman Sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda, âlimlerimizle bu konuyu tartışabilirsiniz, dedi. Meğer çoğunluğun fikrine aykırı düşen birtakım yeni fikirlere sahip olduğu için hükümet tarafından baskıya maruz kalan "Tantan" adında meşhur bir âlimmiş itiraz eden kişi. Benim orada bulunmamı fırsat bilerek itiraz etmeye cesaret etmişti. Öğrenci konuşmasına devam etti: -Mor Şeytanlar, Beyaz İfrit'e karşı son derece itaatkâr olmalarına rağmen çok aptal olduklarından Beyaz İfrit birazcık akıllı bir mahlûk yaratmaya niyet etti. Gökyüzünün süprüntüleri ile sekiz köşeli bir meydan yaptı. Fezaya tükürdü. Bu tükrükten bir deniz meydana geldi. Meydanı denizin ortasına koydu. İşte bu bizim yaşadığımız âlemdir. Yalnız deniz suyu dondu. Âlem buzlarla doldu.
Bunun için bir kazan yapıp üstüne yerleştirdi. Onu tükrüğü ile doldurup, nefesi ile kaynattı. Böylece âlem ısındı. Daha sonra mor şeytanlardan bir ikisini yontarak küçülttü. Sonra bir delik açıp onu şişirdi. Bunları ortalığa salıverdi. İşte bunlar bizim atalarımızdır. Bunun üzerine, itiraz eden âlimin sesi yine yükseldi: -Kazan, kazan! Bir kazan patırtısı aldı başını gidiyor. Ancak, bu kazanın kaç kulpu olduğunu, nereye asıldığını, ne ile asıldığını bilen, bu sırra eren bir Allah'ın kulu yok. Sizi cahiller sizi! Nihayet her iki taraftan da gürültüler yükselmeye başladı. Padişahın onayıyla öğrencinin imtihanı ertelendi. Ve, bir hafta sonra bütün meşhur âlimlerin bir araya gelip fikirlerini belirtmeleri kararlaştırıldı. Ben hangisini doğru bulursam, doğru ve gerçek ilim onun ilmi olacaktı. Sonra meclis dağıldı. Bir hafta sonra şehrin en büyük meydanına büyük bir meclis kuruldu. Ben kocaman çanakların içine zeytinyağı doldurarak kandiller yapmış, bunları meydanın her tarafına koydurtmuştum. Âlimler iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Tantan'ın başkanlığında toplanmış olan, dinde reformu savunan kimselerdi. Diğerleri Tonton adlı bir âlimin etrafında toplanmıştı. Sonunda Tantan ve Tonton karşıma geldiler. Tonton dedi ki: -Ey Tantan! Binlerce yıllık bir araştırma ve inceleme neticesinde elde edilen bilgilere fuzulî yere itiraz etmek caiz değildir. Artık şarlatanlık devri sona erdi.
Haydi bakalım Sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda tüm itirazlarını dile getir. Tantan cevap verdi: -Ey Tonton! Ben size her konuda karşı çıkmıyorum. Fakat siz ilerlemeye düşmansınız. Araştırmıyorsunuz. Bilgilerinizi genişletmiyorsunuz. Örneğin, hâlâ Beyaz îfrit'in yanındaki şeytanların mor olduğunu iddia ediyorsunuz. -Bize ulaşan bilgiler böyle. -Evet ama bu yanlış. Zira, binlerce yıl Beyaz îfrit'in huzurunda bulunan şeytanların rengi aslen mor olsa bile, onun ışığının etkisiyle renklerinin açılıp, maviye dönmesi gerekmez mi? Ey Tonton! Birazcık insaflı ol! -Dediğin doğru olabilir, ancak bu hususta elimizde her hangi bir delil yok. -Nasıl yok! Bir ateşin bile karşısına konan katı cisim zamanla yumuşuyor, hatta bazıları eriyor. Öyleyse mor şeytanların da şimdiye kadar mavi olmaları gerekir. -Dedim ya, olabilir. -Âlemin üstüne asılan kazandan bize ısı geldiğine inanıyorsunuz. -Bize gök kazanından ısı geldiği; gece ile gündüz sıcaklıklarının farklı olması ve de mevsimlerin durumuyla sabittir. -Peki, gök kazanının kaç kulpu vardır? Bu önemli soruya Tonton cevap veremedi. Tonton dedi ki: -Susuyorsunuz. İşte ben, sizin bilmediğiniz bu sırrı keşfettim.
O kocaman gök kazanının tam yedi yüz altmış sekiz buçuk kulpu vardır. Artık sabrım tükenmişti. Kendimi tutamadım. Güneşe "Gök Kazanı" adını verip, onu nefesle kaynatmak, ona yedi yüz altmış sekiz buçuk adet kulp takmak ve bunları ilim saymak gibi saçmalıklara dayanamayıp, kahkahayı patlattım. Fakat bizim kahkaha onların birlerce senedir beklediği semavî ses hükmünde olduğundan, bu kahkaha Tantan'ın haklı ve ilminin gerçek olduğuna bir işaret sayıldı. Kahkahayı işitince kendilerine özgü birtakım ibadetlere başladılar. Başta Tantan ve Tonton olmak üzere hepsi dört ayaklı olup, zıplamaya başladı. Kahkahalarla uyandım. Karşımda Aynalı'nın güleç yüzünü gördüm. -Bu kamil kişilerin mukayesesine ve bu âlimlerin fikirlerinin tazeliğine ne diyorsun? işte eşyanın hakikatine nispetle, insanların ilmi, Tantan'ın keşfine benzer. Bu, kıyamete kadar da böyle olacaktır. Çünkü insanların gözü, hakikati görme noktasında arpacık soğanına benzer, dedi. Azamet Sahası "Allah'ın kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup, gözetmek O'na ağır gelmezO, çok Yüce ve çok Büyüktür." Kuran Bugün hava biraz sıkıntılıydı.
Fakat hoş bir serinlik hakimdi her yere. Aynalı'nm elinde bir çanak dolusu irmik helvası vardı. Erkenden kulübemin önüne uzandım. Alışılageldiği üzere tuhaf bir uyku ve seyre daldım. Kendimi Ayasofya camiinin müezzini olarak görüyordum. Saatime baktım. Sabah ezanının okuma vakti gelmişti. Minareye çıktım. Yalnızca bir kere "Allahu ekber" demiştim ki, bir kuş minareye yaklaşıp beni pençesiyle kaptığı gibi sırtına oturttu ve uçuşuna devam etti. Korku ve şaşkınlığım biraz azalınca etrafı seyre başladım. Güneşin parlak ışıkları havayı yeni yeni aydınlatmaya başlamıştı. Aşağıya bakınca, minarenin tepesini görebilecek kadar yüksekte olduğumu farkettim. Kuşun sırtı büyük bir oda kadar geniş ve düzdü. İnsana lâzım olan yiyecek, giyecek gibi şeyler iki taraftaki dolap gibi yerlere yerleştirilmişti. Hayretle: -Ya Rab! Bu ne hâldir? Bu nasıl bir kuş? Beni nereye götürüyor? diye bağırdım. Kuş, söylediklerimi duyup başını çevirdi: -Ben meşhur Anka Kuşu'yum. Korkma! Benden sana zarar gelmez. Ben kendi cinsimin lideriyim. Arkamda zahire yüklü elli tane anka kuşu daha var. Hiç tasalanma! ihtiyacın olan herşey var, dedi.
Üzüntü ile: -Peki, beni nereye götürüyorsun? Niçin kapıp kaçtın? dedim. -Hatrını kıramayacağım biri böyle yapmamı emretti. Sana kâinatı seyrettireceğim. Artık çaresiz kadere razı olmak gerekiyordu. Anka'nın oda genişliğinde ve pamuk gibi yumuşak olan sırtı oldukça rahat olduğu için düşmekten korkmuyordum. Biraz obur bir insan olduğumdan sağdaki yemek dolaplarına uzanıp, oldukça nefis İngiliz bisküvilerinden alarak yedim. Biraz da su içtikten sonra sigaramı yaktım. Derken canım kahve istedi. Meğer Anka Kuşu insanların aklından geçen şeyleri bilme özelliğine sahipmiş. -Dolaplarda kahve, çay, ne istersen var. Ocak da var. Kahveyi pişir, dedi. Hayretler içinde kahvemi içtim. Akıllara durgunluk veren bir hızla yükseliyorduk. Anka: -Sondaki dolapta büyük bir şişe var. Ondan bir kadeh iç. Yanındaki küçük şişeden gözlerine sürme çek. Zira yakında atmosferin dışına çıkacağız, dedi. Söylediklerini yaptım. Havanın mavi rengi, koyu laciverde döndükten sonra birdenbire bir karanlık ortaya çıktı. Benzeri hiç görülmemiş bir karanlık içinde kaldım.
Fakat gözlerime çektiğim acayip sürme sayesinde gökkubbeyi aydınlatan milyonlarca yıldızı, Anka'yı, sırtındaki malzemeleri ve kendimi oldukça net görmekteydim. Yıldızlardan daha parlaktım. Kısa bir süre sonra, iri çakıl taşlarından yapılmış gibi görünen, pek geniş olmayan fakat oldukça uzun olan bir şose yolu gördüm. Gökyüzünde böyle garip bir yola rastlayacağımı aklımın ucundan bile geçilmemiştim. Hayretimi Anka'ya da söyledim. Anka güldü. Büyük bir çekim gücüne sahip olan pençesini kaldırarak, büyükçe bir çakıl ele geçirdi. Taşı bana vererek: -Sana mânâ dilinden anlama gücü verdim. Taşla konuş, dedi. Sigaramı yaktıktan sonra taşı karşıma alıp: -Ey taş! Sen nesin? Nereden geldin? Nereye gidiyorsun? dedim. Taştan, inleyen bir ses duyuldu: -Ey insan! Yine yaralarımı deştin. Yine hüzün kapılarını açtın. Ah! Ben neyim, neyim? Geçmişte ne olduğumu bilmiyorum. Yalnız bir zamanlar, kâinatta sayılamayacak kadar çok olan bir binanın parçası olduğumu biliyorum. Küçük olmama rağmen vücudumu teşkil eden yirmi otuz tanesi, ilim ve kemaliyle meşhur olmuş âlimlerin, cihangirlikle tanınmış padişahların vücudunda bulunmuştu. Ben de, benzerlerim gibi, o binada gam ve kederden uzak bir yaşam sürüyordum.
Birgün şiddetli bir fırtına binayı yerle bir etti. O koca bina milyarlarca parçalara ayrılarak, parçalardan her biri ayrı bir yere uçtu. Ben de milyonlarca arkadaşımla beraber acayip ve meçhul bir yolda yürümeye mecbur oldum. Milyonlarca sene bir ışık ve ısı kaynağının etrafında dolaşarak, bazen parlayıp, bazen sönerek vakit geçirdim. Gün oldu, bilinmeyen birtakım sebeplerle o ışık kaynağından uzaklaşmaya başladık. Tarafsız bir bölgeye, iki kâinat arasına geldik. Heyhat! Yürüten elin kamçısı yine "Yürü!" dedi. Bu sefer başka bir ışık kaynağının, başka bir güneşin esiri, olduk. Milyonlarca sene sonra başka bir derde müptelâ olduk. Yeni güneşimizin etrafında dönerken bazen bir ateşin içine düşmekteyiz. Bu ateşin içine düşen arkadaşlarım feryatlar içinde inleyerek, ahlar vahlar çekerek yanmakta. Biz de her an böyle bir felâketi beklemekteyiz. Heyhat!.. Bilmem ki yandıktan sonra yok olup rahat edecek miyiz? Yoksa yine başka bir mahiyet ve suretle sonsuz bir sahada dolaşıp duracak mıyız? dedi. Taşı uzaya attım. Anka Kuşu düşüncelerimi anlayarak: -Evet, bu taş, eskimiş, parçalanmış bir âlemin arta kalan parçalarmdandır. Birkaç kuyruklu yıldızın bünyesinde hizmet etti. Şimdi de güneşin etrafında özel bir işle vazifeli.