19 Haziran 2019

Kur'an Değiştirilmiş Olamaz mı? Günümüze Kadar Nasıl Ulaştı?

Kur'an Değiştirilmiş Olamaz mı? Günümüze Kadar Nasıl Ulaştı?

Hâlâ Kur’an üzerine gereği gibi düşünemeyecekler mi? 
Eğer o Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı içinde birçok tutarsızlıklar, çelişkiler bulacaklardı.”(Nisa Suresi, 4:82)
Her zaman olduğu gibi, cumartesi sabahı şehrin merkezindeki göl kenarında buluştuk Thomas’la. Kısa bir hasbıhalden hemen sonra, Thomas geçen hafta sorduğu soruyu hatırlattı ve heyecanlı bir şekilde Kur’an’da bir çelişki keşfettiğini söyledi. Sohbetin ilk yarısında geçen haftaki soruyu müzakere ettikten sonra, ikinci yarısında Kur’an’daki çelişkiyle ilgili konuya geçtik:
– Kur’an’ın mealini okurken kronolojik bir sıra takip edilmediğini fark etmiştim. Sana sorduğumda, Kur’an’ın tamamlandıktan sonra yeniden sıralandığını söylemiştin. Bu konuyu düşündüm. Sen İncil ve Tevrat’ın tahrif olduğunu, Kur’an’ın tahrif olmadığını söylüyorsun. Oysa Kur’an’ın ayetleri Allah’tan geldiği sırayla yazılmamış, sonradan Muhammed tarafından düzenlenmiş. Bence bu da bir nevi tahriftir. Kronolojik sıralama içinde Kur’an’ı anlamak farklı olur. Yeniden düzenlemek de bir nevi orijinal mesajı tahrif etmektir. Gerçi, İncil ve Tevrat’ın tahriflerine göre çok daha masumdur, denilebilir. Neticede en ufak bir değişiklik dahi ilahî mesajın tahrifi anlamına gelir ki senin dava ettiğin gibi Kur’an’ın hiç değişmediği argümanını çürütür.
– Kur’an’ın nasıl bugünkü şeklini aldığını kısaca özetleyeyim. Kur’an, şu anki hâliyle Allah’ın ezelî ilminde hep vardı. Bir bütün olarak, bir rivayete göre Kadir Gecesi’nde, başka bir rivayete göre Berat Gecesi’nde dünya semasına indirildi. Ancak Kur’an’ın Hz. Muhammed’e (a.s.m.) indirilmesi 23 senelik bir süreçte gerçekleşti. Bir anda bütün hükümleri indirmek yerine, parça parça nazil oldu. Vahiy meleği Hz. Cebrail, her Ramazan’da bizzat Hz. Muhammed’e (a.s.m.) gelir ve Kur’an’ın tilavetini dinlerdi. Hz. Peygamber (a.s.m.) o zamana kadar inen ayetleri okur ve Hz. Cebrail de takip ederdi. Kur’an’ın tamamlandığı seneki Ramazan ayında, Hz. Peygamber (a.s.m.) tamamını iki defa okuyarak Hz. Cebrail’e sahihliğini teyit ettirmiştir.1
Kur’an bir bütün olarak Hz. Peygamber’e (a.s.m.) indirilmedi. Genellikle yaşanan bir hadisenin akabinde ilgili ayetler inmiştir. Bu da Müslümanların Kur’an’ı anlayıp tatbik etmelerini kolaylaştırmıştır. Çünkü Kur’an, geldiği kavmin birçok âdet ve kuralını değiştirerek tarihte eşi görülmemiş bir inkılap yapmıştır. Bunun için İslam’dan önce ve İslam’dan sonraki Arapların tarihini incelemek gerekir. İslam’dan önceki Ömer ile İslam’dan sonraki Ömer’i okumak bile yeterli olur. İslam, inatçı Arap toplumunun birçok kötü âdetini kaldırıp yerine yenisini yerleştirmiştir. Bu anlamda, vahşi bir toplumdan, tüm insanlığa örnek olacak medenî bir toplum çıkararak “fazilet medeniyetini” inşa etmiştir. Bu müthiş inkılabı bir gecede yapmak yerine, 23 sene boyunca adım adım gerçekleşmiştir. Gelişen olaylara paralel olarak nazil olan ayetleri, Hz. Muhammed (a.s.m.) vahiy kâtiplerine okumuş; yine Hz. Cebrail’in getirdiği mesaj dâhilinde hangi surede yer aldığını söyleyerek kayda geçirmiştir. Bütün surelerin başında Besmele varken Berae (Tevbe) Suresi’nin başında olmaması da gösterir ki Kur’an’ın tertibi tamamen semavî mesaja göre düzenlenmiştir.2
– O zamanda Arabistan’da kâğıt var mıydı? Kur’an’ın ilk nüshalarının nasıl yazıldığını merak ediyorum?
– Biraz önce söylediğim gibi, vahiy indiğinde, Kur’an’ı yazmakla görevli kâtipler Hz. Peygamber’in (a.s.m.) huzurunda kaleme alır ve ona okuyarak doğruluğunu teyit ederlerdi. Mushaf dediğimiz, kitap şeklinde Kur’an ayetlerinin toplanması, Peygamber’in vefatından sonra ilk halife Hz. Ebu Bekir (r.a.) zamanında gerçekleşti. Ancak Hz. Peygamber (a.s.m.) zamanında Kur’an, hayvan derilerine, hurma dallarına, tahta levhalara, beyaz yassı taşlara, kâğıt parçalarına ve porselenlere yazıldı.3Hz. Osman (r.a.) zamanında ise Kur’an istinsah edildi, yani çoğaltıldı ve Medine, Şam, Kufe ve Basra gibi İslam’ın merkezî yerlerine gönderildi. Daha da önemlisi, yazılı ve basılı nüshalar şeklinde olduğu gibi, dünyada emsali bulunmayan bir gelenekle, Kur’an, Hz. Peygamber (a.s.m.) zamanında başlayan hafızlık geleneği ile de tamamı insan hafızalarına yazılarak günümüze kadar ulaştı.
– Madem Kur’an bütün insanlığa gönderilmiş; sadece o zamanki Arap toplumuna gönderilmemiş. O zaman onlara da toplu hâlde gönderilmesi gerekirdi. Adil bir Yaratıcı hiç kimseye torpil yapmaz. Bence onlara da toplu hâlde gönderilmeliydi.
– Bunu ilk defa sen söylemiyorsun. Kur’an’dan öğrendiğimize göre Peygamber’imiz (a.s.m.) zamanında yaşayan inanmayanlar da aynı şeyi söylemişler: “İnkâr edenler, ‘Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!’ dediler. Biz Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk.” (Furkan Suresi, 25:32.) Yani Kur’an’ın tedrici nazil olması, tam olarak benimseyip hayata geçirmek içindir. Her şeyin hadsiz ilmine sahip olan Rabbimiz insanların bir gecede değişemeyeceğini ve büyük değişimlerin zaman aldığını biliyordu. Bir defada bütün emir ve yasaklarını bildirmek yerine, tedrici olarak onları indirmişti.
Örneğin, içkiyle ilgili inen ilk ayette, sarhoş iken namaza yaklaşmayın, diye emrediliyordu: “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: ‘Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için (bazı zahiri) yararlar vardır; ama günahları yararlarından büyüktür.’” (Bakara Suresi, 2:219) “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar... namaza yaklaşmayın.” (Nisa Suresi, 4:43) Böylelikle ilk aşamada, içki kullanımı sınırlandı. Daha sonraları, içkiyi tamamıyla yasaklayan şu ayet nazil oldu: “Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide Suresi, 5:91) Kur’an bu şekilde, “ilahî yasayla” içkiyi yasaklarken hiçbir polis gücüne dayanmadığı hâlde, bu yasağı tatbik etmiştir. Rivayetlerde, içki yasağıyla birlikte evlerdeki içki stoklarının sokaklara döküldüğü ve Medine sokaklarının içki ırmaklarına döndüğü söyleniyor.
– Muhammed, Allah’tan gelen ayetleri kendi kafasına göre bir sıraya koymuş olamaz mı? Aksi hâlde, nazil olduğu şekliyle yazılması gerekirdi, diye düşünüyorum.
– Öyle bir şeyin olması aklen mümkün değil. Böyle bir şey ilahî mesajın tahribi anlamına gelirdi. Oysa sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz hikmet sahibi olan Allah, ilahî mesajını tahrip edecek birini peygamber olarak seçmezdi. Eğer Allah’ın ilim, hikmet ve kudretinin sonsuzluğuna inanıyorsak O’nun peygamber seçimi konusuda da hata yapmayacağını kabullenmemiz gerekir.
– Senin inandığın Allah, peygamber olarak seçtiği Muhammed’in elinden özgür iradesini almış mıydı? Özgür iradesiyle, sonradan bir değişiklik yapmış olması söz konusu olamaz mı?
– Hayır. Bu, mümkün değil. Çünkü Allah, peygamberinin özgür iradesiyle vereceği bütün kararları da “ezelî ilminde” zaten biliyor(du).4
– Haklısın, Yaratıcı’nın ilmi ezeli olunca önceden kimin ne yapacağını bilir. Bu durumda, “özgür irade”yle Allah’ın bilmesi arasında bir çelişki olmaz mı?
– Bu kadere ilişkin bir soru. Hafızanın bir yerine kaydet. İleride bu soruya döneriz.
– Olur. Makul bir öneri. Temel sorumu tekrar sorayım: Bence Kur’an Allah’ın kitabı olsaydı şu anki sırasına göre nazil olurdu. Yani iniş sırasıyla şu anki ayet ve sure sıralaması aynı olurdu.
– Bence burada hâşâ Allah’a akıl vermeye kalkışıyorsun. Ben de senin söylediğinin tam tersini söylüyorum: Hikmet sahibi Rabbimiz, bir anda bütün değişimi istemek yerine, hükümlerini zamana yayarak indirmiş ve insanların tedrici olarak kendilerini değiştirmelerine fırsat vermiştir.
– Sen, beni Allah’a akıl vermekle suçluyorsun. Aslında sen de benden pek farklı hareket etmiyorsun. Biliyorsun, biz senin inandığın anlamda bir Yaratıcı’nın varlığını Kur’an’a bakarak test etmeye çalışıyoruz. Eğer Kur’an senin inandığın Allah’ın vasıflarına uygun bir kitapsa o zaman Allah’ın varlığına da delil olmuş oluyor. Kur’an’dan hareketle, onu yazan zatı anlamaya çalışıyoruz. Bu durumda ben şöyle düşünüyorum: Eğer gerçekten bir Rab varsa ve Kur’an gibi bir kitapla kendini bize tanıtmak istediyse bu kitabı nasıl gönderirdi? Bence sonsuz adalet sahibi biri, kitabı herkese aynı sıralama dâhilinde gönderirdi.
– Ben de sonsuz hikmetiyle olayların seyrine göre ilahî mesajı göndereceğini ve gönderdiğini söylüyorum.
– Kim doğru söylüyor. İkimiz doğru olamayız. Ya ben doğruyum ya da sen. İkimiz de Yaratıcı’nın nasıl hareket edeceği konusunda bir görüş beyan ettik. Sen benim söylediğim haktır, diyorsun; bense kendi söylediğimin hakikat olduğunu iddia ediyorum. Nasıl çıkacağız bu işin içinden?
– Bizim dışımızda söylediğimizi destekleyecek bir dayanak noktası bulmadığımız sürece, hangimizin hakikati söylediğini bilemeyiz. Deney ve gözlemle ispatlama imkânı olmayan bu tarz söylemleri hiçbir insan kendi noksan ilmine dayanarak ispat edemez. Bu durum hakikat arayışında bir çıkmazı ifade ediyor. Literatürde buna “yalancı paradoksu” denir. Duydun mu bu kavramı?
– Hayır. Hiç duymadım.
– Kısaca anlatayım bu kavramın manasını. Seninle ilk defa görüştüğümüzü varsayalım. Sen benim hakkımda hiçbir bilgiye sahip değilsin. Kendimi sana takdim ederken “Ben her zaman yalan söyleyen biriyim” dersem nasıl bir çıkarımda bulunursun?
– Her zaman yalan söylediğini düşünürüm.
– Doğru söyledin. “Her zaman” içinde bulunduğumuz zamanı ve biraz önceki ifadeyi dile getirdiğim zamanı da kapsar. Eğer benim söylediğim doğruysa söz konusu cümleyi söylediğimde de yalan konuşmuş olmam gerekir. Yani “Ben her zaman yalan söyleyen biriyim” ifadesi de yalan olmalı. Bu ifade yalansa aksi doğrudur. Yani ben aslında her zaman doğru söylüyorum. Ben her zaman doğru söylüyorsam, “Her zaman yalan söylüyorum” ifadesi doğru olmalı. Gördüğün gibi bir kısır döngüye girdik. Sonuçta sadece benim sözümden hareket edersen doğru mu yoksa yalan mı konuştuğumu anlayamazsın. Bir nevi paradoksal durum söz konusu.
Aynı şey, hakikatle ilgili söylemlerimiz için de geçerli. Özellikle deney ve gözlemle kesin olarak ispatlayamadığımız konularda kimin söylediğinin doğru olduğunu bilmek zordur. Örneğin, Yaratıcı’yla ilgili her birimiz farklı bir argüman geliştirdik. Hatırlarsan sen daha önceleri şöyle bir ifade kullanmıştın: “Rasyonel bir Yaratıcı varsa iman edenleri cehenneme ve inkâr edenleri de cennete gönderir.” Ben ise tam aksini iddia etmiştim. Her birimiz de söylediklerimizin doğru olduğuna inanıyorsak kimin doğru olduğunu bilebilir miyiz?
– Hayır, bilemeyiz. İşte bu nedenle agnostik oldum. Bana göre, hiç kimse Yaratıcı’nın olup olmadığı hakikatini bilemez.
– Kendimizi hakikatin kaynağı olarak aldığımızda dediğin doğrudur. Yani hiç kimse kendi duyuları aracılığıyla gördüklerinin mutlak hakikat olduğunu iddia edemez. Çünkü herkesin duyularının bir sınırı vardır. Hakikati tam olarak her cihetiyle kavraması mümkün değildir. Özellikle ahirete ilişkin meselelerde insanın algıları hakikatin ölçüsü olamaz.
– İslam’ın hakikat anlayışı nedir?
– İslam’da hakikatin kaynağı Cenab-ı Hak’tır. Zaman ve mekânın dışında olan ve ilmi her şeyi kapsayan Zat’ın söylediği her şey, elbette hak olur. Bu sırdandır ki O’nun bir ismi Hak’tır. Dolayısıyla, O’ndan geldiğini ispatladığımız her şey hak ve hakikattir. İnsan ise sınırlı ilme sahip olduğundan; ancak sınırlı olarak hakikati bilebilir. Deney ve gözlemle ispatladığımız şeyler bile hakikat olmayabilir. Çünkü insanın algılama kapasitesi sınırlıdır. Mikroskop ve teleskop gibi âletlerle bu kapasitesini artırmasına rağmen her şeyin hakikatine nüfuz etmesi imkânsızdır. Bu nedenle semavî dayanağı olmayıp beşerden gelen hakikatler mutlak hakikat olamaz. Bu konuda Karl Popper’ın meşhur “yanlışlanma teorisinin” makul olduğunu düşünüyorum. Popper, “Her şey yanlışlanana kadar doğrudur” diyor. Bu ifade sınırlı ilim sahibi olan insandan sudur eden sınırlı hakikatler için doğrudur. Ancak ilmi her şeyin, her şeyini her an kuşatan bir Alîm-i Mutlak için böyle bir kısıtlama söz konusu olamaz. O’nun söylediği hiçbir şey, hiçbir zaman yanlışlanamaz.
– Söylediklerine itirazım yok. Senin tarif ettiğin manada bir Yaratıcı varsa söyledikleri doğru olacaktır. Bütün mesele O’nun varlığını anlamaktır.
– Hatırladığım kadarıyla bana yazdığın ilk mektubunda kendini “hakikat arayıcısı” olarak tarif etmiştin. Ancak Allah’ı bulmadan mutlak hakikati bulman mümkün değildir. Dolayısıyla, hakikati arayan herkes aslında Cenab-ı Hakkı arıyor.


Dipnotlar

1 Buhari, Savm: 7; Müslim, Fedail: 50.
2 Mehmed Paksu, Hayatımızdaki Kur’an, Nesil Yayınları, İstanbul: 2004, s. 132.
3 Mehmed Paksu, a.g.e.
4 Allah için zaman kiplerini kullanmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü zamanın dışında olan Zat-ı Ezeli için dün, bugün ve yarın diye bir şey yoktur. O bizim geçmişte yaptıklarımızı, şu anda yapıyor olduklarımızı ve ileride yapacaklarımızı her an ilm-i ezelîsinde biliyor, dakik nazarıyla görüyor. Örneğin, on sene önce işlediğimiz bir günah için “Allah beni şu günahı işlerken görmüştür” diye düşünmek yanlıştır. Aksine, geçmişe, hazır zamana ve geleceğe bir tek ekranda her an bakar gibi ya da okuduğunuz şu kitabın tek sayfasında her an görür gibi her şey O’nun nazarındadır. Yaptığımız, yapıyor olduğumuz ve yapacağımız her şeyi her an her şeyiyle küllî nazarıyla müşahede eden bir Rabb-i Külli Şey var.


Yazar: 

Kategorisi: 
Gönderi tarihi: 26-08-2009 
10,771 kez okundu

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...