Tasavvufta İnsan-ı Kâmil
ve
Mevlâna
Abdulhakim
YÜCE
Prof. Dr. Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Olağan üstü denebilecek güçlere sahip olma, maddeye ve tabiat olaylarına söz
geçirme, geleceği bilme, her yönüyle mükemmel bir insan olma, yüksek bilinç
seviyesine yükselme... kısacası tasavvuf ehlinin tabiriyle kâmil insan yeni tabirle
yetkin/kozmik insan olma vaat, arzu ve arayışı ayakların kaydığı zeminlerden birisidir.
Nitekim son zamanlarda, mahiyetleri tam bilinemeyen bazı oluşum ve tarikatlar
propagandalarında şu tür ifadeler kullanmaktadırlar: “Uzay uygarlığına ulaşmak, bir üst
dereceye yükselmek, kozmik insan olmak, yedinci bilinç seviyesine yükselmek… vs.
istiyorsanız bize katılın!”
Genelde İslam’ın özelde ise tasavvufun insana bakış açısına kısaca değinerek bu
konuda aşırıya gitmenin yanlışlığına işaret etmek istiyoruz. Arkasından da Mevlâna’nın
konu ile ilgili görüşlerine değinmeye çalışacağız.
İnsan yaratılmış varlıklar arasında mükemmel bir yaradılışa sahiptir. Ahsen-i takvim
(et-Tin, 95/4) sırrına mazhardır ve Allah’ın sıfatlarından tecelliler taşımaktadır.
Böyle
olmakla birlikte, Allah’a nazaran eksik olan bir varlıktır. Çünkü mutlak kemâl sadece
O’na aittir. Kur’an-i Kerim’in insanla ilgili bir kaç ayeti şöyledir: Meleklere hitaben
şöyle deniliyor: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan
üflediğim zaman hemen ona secde edin.” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72)
“Biz insanı
en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) “Allah sizi yeryüzünde halife yaptı.”
(En’am, 6/165) “Gerçekten insanoğlunu şerefli/kerim kıldık.” (İsra, 17/70)
Bu ayetlerde insanın ilahî, sermedi, lahutî ve batinî bir yönünün bulunduğu ortaya
çıkmaktadır.
Elbette insanın eksikliğini, yetersizliğini, isyankârlığını, nankörlüğünü,
zayıflığını vs. vurgulayan ayetler de vardır. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28)
“Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.” (Mearic, 79/19) vb. Ancak
tasavvuf geleneğinde, özellikle de vahdet-i vücûd anlayışında, insanın daha çok birinci
sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kâmil anlayışı geliştirilmiştir.
Özeti şudur: Allah fiil ve isimleri ile bilinir (malumdur). Bunların tecelli alanı ise varlık
ve olaylardır. İnsan ise, varlığın hem nüvesi (çekirdeği/özü), hem de meyvesidir. Aynı
zamanda Allah’ın halifesi olan insan, kemâl derecesine ulaşınca, Allah’ın zat, sıfat ve
isimlerinin en mükemmel şekilde tecelli ettiği varlık olur. O Allah ile âlem, zahir ile
batın arasında bir berzah olduğu gibi, bütün ilahî kemâl manaları kendisinde
gerçekleştiren kişidir.
Âlem Allah’ın tecelli ettiği bir aynadır. İnsan-ı Kâmil bu aynanın
64 tasavvuf
cilasıdır. Zira “Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı.”1 Bu durum Hz. Âdem’den sonra da
devam etti, nebiler ve veliler bu özelliği taşıdı.
Sûfîler, insan-ı kâmilin, Allah ile âlem arasında yer alması konusunu işârî yönden şu
ayetle açıklamaktadırlar: “O iki denizi salıverdi.
Birbirlerine temas ediyorlar,
aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.” (Rahman, 55/19–20)
Bu ayetlerin ışığında, Allah ile insan-ı kâmilin birleşmesi (ittihad) birbirine girip
karışması (hulûl) görüşleri de kendiliğinden çürümektedir. Onun için insan-ı kâmil
vasat-ı camiadır.
Diğer taraftan insan-i kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, İslam ve
ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi, Hakk’ı sevip sevdirmek vazifesi,
cennet ve Cemalullah da bu düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir. Varlık ve
olaylarla ilgisi ve müdahalesi açısından insan-i kâmil yeryüzünde Allah’ın halifesidir.
(el-Bakara, 2/30)
O her zaman kendi konumunun farkındadır. Her şeyin Allah’tan
geldiği şuuruyla kendi yaratılmışlık ve kulluk sınırlarını korumada hassas hareket eder;
ne mazhariyetlerini şatahat vesilesi yapar, ne de ayinedârlığını ayniyet iltibasına düşer.
Tasavvuftaki insan-ı kâmil, özel anlamda ve zirve seviyede Hz. Muhammed
(sas)’dir.
Her ne kadar bütün nebiler ve onlardan sonra da veliler birer insan-ı kâmil
iseler de Allah’ın bütün isimlerini kemâl derecede temsil etmezler. “Herkesin kabiliyetine
vabestedir âsâr-ı feyzi” ifadesi buna işaret etmektedir. Bütün enbiya ve evliyada icmal
edilen isim ve sıfatlar tafsilî bir şekilde Hz. Muhammed (sas)’de tecelli etmiştir. Kemâli
isteyen bir kimse için bütün mertebeleri aşarak Hakikat-ı Muhammediye’ye ulaşmak
bir idealdir.
Onun için tasavvuf büyükleri ferdî anlamda insan-i kâmil olabilme idealini
sürekli canlı tutmuşlardır. Kozmik anlamda en mükemmel varlık olan insan, bu
durumunu fert planında da gerçekleştirebilmek için marifet ufkuna yükselmeye ve
ilim-amel bütünlüğünü sağlamaya gayret edecektir.
Yapılan izahlardan konuyu şu başlıklar halinde müşahhaslaştırmak mümkündür:
Vahdet-i vücûd felsefesinde, vücûd mertebelerinin yedili tasnifine göre ikinci mertebe
taayyün-i evvel adını alır.
Buna aynı zamanda Hakikat-ı Muhammediye veya insan-ı
kâmil adı da verilir. Hakikat-ı Muhammediye, zaman ve mekân sınırlarının dışında saf
metafizik bir olgudur. Tasavvuf kitaplarında birçok üstün niteliklerin atfedildiği
mertebe/manevî (kozmik) varlık budur. Vahdet-i vücûd felsefesinin merâtib-i vücûd
izahına göre bu mertebeyi Zat’tan ayırmak mümkün olmadığı gibi O’nunla aynı
saymak da mümkün değildir. Zira aralarında fark vardır.
Başta Kur’an ve Hadis-i şerifler olmak üzere İslam kültürü bütünüyle göz önüne
alınınca şöyle bir tasnif ortaya çıkmaktadır:
A. İnsan-i Kâmil
I. Hakikat-ı Muhammediye
a. Varlığın İlk Mertebesi-Hz. Muhammed’in Manevi Varlığı (Batını)- diğer
Nebilerin Manevi Varlığı (Batını) – Hatmu’l-Velayenin Manevi Varlığı (Batını)
Vücûd mertebelerinin yedili tasnifinde ikinci mertebe Taayyün-i Evvel adını alır.
Buna aynı zamanda Hakikat-ı Muhammediye veya İnsan-i Kâmil adı da verilir. Burada
Hakikat-ı Muhammediye, zaman ve mekân sınırlarının dışında saf metafizik bir ilkedir.
Tasavvuf felsefesini ele alan kitaplarda birçok üstün niteliklerin atfedildiği mertebe
1 Buharî, İsti’zan,
1; Müslim, Birr, abdulhakim yüce/ tasavvufta insan-ı kâmil ve mevlâna budur. Vahdet-i vücûd felsefesinin merâtib-i vücûd izahına göre bu mertebeyi
Allah’tan (Zat) ayırmak mümkün olmadığı gibi, O’nunla aynı saymak da mümkün
değildir.
b. Her Asırda Bir Kişi Tarafından Temsil Edilen Makamın Sahibi
Tasavvufî anlayışta kâinat-ı manen idare eden Ricalu’l-Gaybın başında yer alan ve
genelde ‘kutup’ adı verilen kişidir. Her ne kadar bu kişi de mükemmel bir insan ise de
birinci şıkta yer alanların seviyesinde değildir. Üstelik bu sadece manevî bir makam da
değildir. Zahiren insanlar tarafından bilinmezse bile böyle bir şahıs vardır.
II. Kâmil İnsan
a. Mürşid
Seyr u sulûk esaslarına göre ruhî eğitimini tamamlamış ve irşada ehil olup mürşidi
tarafından irşadla görevlendirilen kişidir. Kâmil ve mükemmil bir şahsiyettir.
b. Kâmil Mü’min
Bir tarikata mensup olmazsa bile, Kitap ve sünnete göre Allah’ı tanıyıp mükemmel
bir İslamî hayatı ve düşüncesi olan her mü’mindir.
Yine yedili tasnife göre yedinci mertebe olan insan mertebesi, la taayün hariç, daha
önceki bütün mertebeleri camidir.
Her mertebe bir ilahî ismin mazharı iken insan
mertebesi Allah isminin mazharıdır. Allah ismi, diğer bütün isimleri cami olduğu gibi
insan da diğer mertebeleri camidir. Aziz Mahmud Hudayi’nin,
“Ayinedir bu âlem her şey Hakk ile kaim,
Mir’at-i Muhammed’de Allah görünün daim”
beyti bu anlayışın ifadesidir.
İkinci mertebedeki insan-i kâmil ile yedinci mertebedeki insan-i kâmil arasındaki
fark, ilkinin Allah’ın ilminde/man
66 tasavvuf
insanın yaratılışında vardır.
Ne var ki, bu yetkinlik bi’l-fiil değil, bi’l-kuvvedir. Bu
noktada konuya kozmik, felsefî ve ontolojik olarak yaklaşılmaktadır.
Kendisinde isim ve sıfatların bi’l-kuvve bulunduğu insan, çeşitli süreç ve
mertebeleri aşarak isim, sıfat ve daha sonra da Zatın müşahedesine ulaşır. Böylece
insan (sufî) Allah ve kendisi hakkında gerçek bilgiyi elde etmiş olur. Öyle ise burada
insan-i kâmil, sufî tecrübe yoluyla epistemolojik yetkinliğe ulaşmış insan demektir. Fiili
olarak yetkinleşen ve sınırlı olan bu insanlar nebi ve velilerdir.
Kısacası Hakikat-ı Muhammediye, Kadim ile hadis arasındaki berzahtır ve Hz.
Muhammed (sas) dâhil bütün nebi ve veliler bu hakikatten pay alırlar. Bir ilke olarak
Hakikat-ı Muhammediye bütün ilahî sıfatlara sahiptir. Tarihî bir şahsiyet olan Hz.
Muhammed (sas) ise, bütün beşerî yetkinlikleri kendinde toplamıştır. Başka bir ifade ile
Muhammedî Hakikat, var olmanın bütün özelliklerini potansiyel olarak taşırken, tarihî
şahsiyet olarak Hz. Muhammed (sas), var olmanın bütün özelliklerini fiili olarak
yansıtır. Çünkü varlık onun hakikati ile zuhur etmeye başlar ve onun sûretinin zuhuru
ile zirveye ulaşır.4
Verilen bilgiler göz önüne alınırsa insanların, kemal açısından, şu üç guruba
ayrıldıklarını söylemek mümkündür:
1. Peygamberler: İlk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz.
Muhammed’(sas)’e varıncaya kadar bütün peygamberlerin manevî ve batinî varlığı,
derecesine göre, bu olgunun birer temsilcisi olmakla birlikte, son peygamber zirvede
yer almaktadır.
2. Ricalu’l-Gayb: Tasavvufî anlayışta kâinatı manen idare eden ricalü’l-gayb ve
bunların başında yer alan ve genelde kutup adı verilen kişi ikinci derecede Hakikat-i
Muhammediye’den nasibini almaktadır. Her ne kadar kutup da mükemmel bir insan
ise de, birinci şıkta bulunanların seviyesinde değildir.
3. Kâmil insan. Bunu da iki şıkta incelemek daha açıklayıcı olabilir.
a. Mürşid: Seyr
u sulûk esaslarına göre ruhî eğitimini tamamlamış, irşada ehil olup mürşidi tarafından
irşadla görevlendirilen kişidir. Kâmil ve mükemmil bir şahsiyettir. Her tarikat
mensubunun kendi şeyhini bu makamda görmesi normaldir, hatta feyiz alabilmesi için
bu anlayışta olması tavsiye edilir.
b. Kâmil mümin: İster bir tarikata intisap etmiş olsun
ister olmasın, Kitap ve sünnete göre Allah’ı tanıyıp mükemmel bir İslamî hayatı ve
düşüncesi olan her mümin bu gurupta değerlendirilebilir.
Yukarıda verdiğimiz tasnif tasavvufî eserlerde geçmemekle beraber, konunun
anlaşılması için tarafımızdan düzenlenmiştir.
5 Gaye her insanın şeyhini Hakikat-ı
Muhammediye makamının sahibi veya kutup görmesinin yanlışlığına ve tasavvuf
karşıtlarının bu noktaya yönelik tenkitlerinin yersizliğine işaret etmektir. Elbette bu
tasnif işin erbabı tarafından yapılacak tenkit ve izahlara açıktır.
Ayrıca kâmil insan
meselesi kozmolojik bir yöne de sahiptir ve tasavvufî/felsefî eserlerde Hakikat-ı
Muhammediye, Nur-i Muhammedî, yetkin insan, kelime (logos) vb. başlıklar altında
yer almaktadır.
Kısaca değindiğimiz İslam Tasavvufundaki kâmil insan düşüncesi, aşkın bir Allah ve
O’nun kulu olan insan ayırımına dayandığından, bu konudaki en tutarlı ve dengeli
4 Geniş bilgi, kaynak ve açıklamalar için bak: Abdullah Kartal, Abdülkerim Cîlî, Hayatı, Eserleri,
Tasavvuf Felsefesi, 193–281. İst. 2003.
5 Yakın bir tasnif için bak: H. Kâmil Yılmaz, Tasavvufî Meseleler, İst. 1997, 208–216.
abdulhakim yüce/ tasavvufta insan-ı kâmil ve mevlâna 67
düşünce olmasına rağmen, yanlış anlaşılmalara neden olabilecek bazı aşırı yorumlar
yapıldığından ötürü, bazı İslam âlimleri tarafından kısmen tenkide uğramıştır.
Dünya genelinde bu arada ülkemizde de değişik isimler altında arz-ı endam eden
akımlarda ise, Allah -hâşâ- yok sayılarak O’nun yerine insan konmakta ve her şeye
gücü yeten bir yaratıcı edasıyla karşımıza çıkarılmak istenmektedir.
Bu da kişilik
bozulmalarına ve her istediğini yapmaya kalkışma sendromuna neden olmaktadır.
Zaten şeytana alet olma da bu noktada başlamaktadır. Allah’a kulluğu reddeden kişi
yabancılaşarak hürriyetini kaybedecek ve Allah’ın dışında her şeyi mabud/ilah
edinmeye açık ve hazır hale gelecektir. Zira üzerinde yaratılmış olduğu fıtratıyla ters
düşmüştür.
Maddeler halinde özetlersek:
Tasavvuftaki kâmil insan anlayışında,
a. Hiç bir insan Allah mertebesine çıkamaz ve O’nun niteliklerini elde edemez.
b. Hakikat-ı Muhammediye dâhil olmak üzere, ilk taayyün seviyesinde bile olsa,
Allah’tan başka her şey yaratılmıştır.
c. Abd ve mabud ayırımı yapılarak, kişinin hiç bir seviyede ilahlaşma iddiasına
kapılmaması, dolayısıyla ibadetten uzak durmaması gerektiği vurgulanmıştır.
6
Diğer akımların kâmil insan anlayışında ise,
a. Aşkın bir Allah anlayışı olmadığı gibi, hemen hiç birinde Allah inancı da
bulunmamaktadır. Buna bağlı olarak elbette ahiret, nübüvvet, vahiy gibi inançlara da
yer verilmemektedir.
b. İnsan her şeyden üstün görülerek, Firavnvarî bir benlik, kibir ve kendini
beğenmişlik girdabına sürüklenmektedir. Oysa tasavvufî eğitimin temel hedeflerinden
birisi benliği yıkmak, onu sıfırlamaktır.
c. Allah’a kul olup ibadet etmesi engellenerek kişi, her şeye kul olma gibi bir
tehlike ile karşı karşıya bırakılmaktadır.
d. Vadedilen seviye yakalanamayınca -ki bu mümkün değil- mutsuzluk
başlamakta, ruhî ve psikolojik hastalıklar, bazen de ferdî veya toplu intiharlar
yaşanmaktadır. İnsana, her şeyi yapma güç ve yetkisi olduğu ve her şeyin hâkimi
olduğu hissi verilerek, kontrolsüz davranmasına ve tabiatı tahrip etmesine kapı
açılmaktadır.
Oysa tasavvufta, canlı-cansız her şeyin Allah’ın bir yaratığı olduğu ve
O’ndan ötürü sevilmesi ve korunması gerektiği vurgulanmaktadır.
Mevlâna’da İnsan-i Kâmil
Mevlâna yaşadığı tarih itibariyle, eserlerinde insan-ı kâmil kavramından derinlikli bir
şekilde söz eden İbn Arabî (1240) ile bu kavramı tasavvufî anlayışının temel taşı haline
getiren ve bu isimle kitap telif eden Abdülkerim el-Cîlî (1422)’nin arasında yer
almaktadır. Ayrıca İbn Arabî Konya’da bir süre yaşamış ve Mevlâna’nın hocası olan
Sadreddin Konevî ile sıhriyet bağı kurmuş; bu arada, Mevlâna İbn Arabî’nin ikamet
ederek bir süre sonra vefat ettiği Şam’a da seyahatlerde bulunmuştur.
Dolayısıyla bu “İbnu’l-Arabî, “kurb-i nevafil” hadisini Hakk’a ve Hakk’ın şamil ve kapsayıcı sureti olan insan-ı kâmilin
suretine daha yakın bazı varlıkların bulunduğuna delil olarak zikretmiştir. Fakat gölgenin varlığını ispat
ettiğimiz için varlığın en latif gölgesi olan insan-i kâmilde bile Hak ve kul ikiliğinden bahsetmeye devam
edeceğimize göre, daha kesif ve karanlık olan gölgeler hakkında ne diyebiliriz.” Afifi, Fususu’l-Hikem
Okumaları İçin Anahtar, 209.
68 tasavvuf
kavram ve muhtevasından habersiz olması düşünülemez. Zaten, sistematik olmasa
bile, konu ile ilgili düşünceler daha önce de bulunmaktaydı.
Diğer taraftan Mevlana, konuyla ilgili çok açık ve alanın kavramlarını kullandığı
sistematik açıklamaları olmasa bile, vahdet-i vücûd anlayışına sahiptir. Bu anlayışın
temel taşlarından biri de, bilindiği gibi, insan-i kâmil konusudur. Özellikle meratib-i
vücûd konusunda bu kavram Hakikat-ı Muhammediye ile birlikte ciddi bir yer
tutmaktadır. Dolayısıyla Mevlana’nın eserlerinde, özellikle bir tasavvuf ansiklopedisi de
denilecek kadar geniş olan Mesnevî ve Divanında insan-i kâmil konusuna yer
vermemiş olması düşünülemez.
Ancak şiir dilinin daha çok remiz, mecaz, kinaye ve
işaretlerden oluşması, bu arada konular işlenirken bir birine geçmiş, bazen çok uzun
hikâye ve temsillerin verilmesi, yukarıda belirtilen birinci anlamda, Mevlâna’nın
eserlerinden fikirlerini net bir şekilde çıkarmayı zorlaştırmakta ve uzun zaman isteyen
titiz çalışmalar gerektirmektedir. Aslında o, ince ve çetrefil tasavvufî meseleleri teorik
tartışmalar ve muğlak felsefî ifadeler yerine günlük hayattan basit misaller ve
sembollere başvurarak açıklar.
İkinci, yani kâmil insan/mümin anlamında ise Mevlâna, bize anlaşılır, fazla izaha
gerek duyulmayan, ayet ve hadislerle süslü çok geniş bir malzeme bırakmıştır.
Eserlerinde daha çok güzel ahlak ve aşk ağırlıklı bir insan anlayışının öne çıktığı
müşahede edilmektedir. Güzel ahlâk, mükemmel kulluk çizgisi ve aşka sahip olan
kâmil mümin daha kucaklayıcı olduğu gibi, hem “kim olursan ol yine gel...” diyebilmekte,
hem de “her yaratılanı Yaratandan ötürü sevebilmektedir.” Biz çalışmamızın bu ikinci
kısmında, bu iki anlamı ayrı başlıklar altına almadan ama daha çok ilk anlama
gelebilecek işaretler taşıyan, ancak sayılan nedenlerden ötürü, konuyu ciddi şekilde
sınırlayarak, üç başlık altında özet bilgiler verme yoluna gittik.
A. Hz. Peygamber (sas)’e Bakışı
Yukarıda da işaret edildiği gibi, insan-i kâmil’in zirvesini Hz. Peygamber (sas)’e
aittir.
Bu kavramdan söz edildiğinde ilk O akla gelir. Mevlâna da O’ndan söz ederken,
dolayısıyla insan-i kâmil düşüncesini, kendine has üslubu ile işlemektedir.
Meşhur olan rubaisiyle başlamak istiyoruz:
“Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim. Ben Allah’ın seçkin peygamberi
Muhammed’in yolunun toprağıyım. Her kim bundan başka benden bir söz
naklederse ona çok üzülür ve o sözden de çok üzüntü duyarım.”
7
“Hz. Ahmet, eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedî olarak kendinden
geçip gider.” “O (Miraçta) Tanrı ululuğu ile, Tanrı celaliyle öyle dolmuştu ki, bu dereceye, bu
makama Tanrı ehli bile yol bulamaz.”
“Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, ne de
ruh” dedi, artık düşünün anlayın.
“Göz Tanrıdan başka bir yere şaşmadı, meyletmedi” sırrına mazhar, karga değiliz, âlemi
renk renk boyayan Tanrı sarhoşuyuz; bağın bahçenin sarhoşu değil” buyurdu.
9
“O iyi işlerde imama olan; keremlere, kerâmetlere düzen verendir.”10
7 Mevlâna, Rubailer, 216, Rubai: 1052; Trc. Nuri Gençosman, İst. 1986.
8 Mevlâna, Mesnevî, IV, 304; b. 3800, Trc. Veled İzbudak, İst. 1991.
9 Mesnevi, I, 315, b. 3954.
10 Mevlâna, Mektuplar, 17; Mektup, VI, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı, İst. 1963.
abdulhakim yüce/ tasavvufta insan-ı kâmil ve mevlâna 69
“Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek.”
11
“O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt
kesilmezdi. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz,
balıklar ve padişahlara layık inciler meydana gelmezdi. Yine o olmasaydı yeryüzü
olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı.”
12
“Taze baht dostumuz, can vermek işimiz-gücümüz; kervanbaşımız da dünyanın
övündüğü Mustafa bizim.”
13
“O aşk madeni,
14 O kerem denizi,
15 âlemin de, âdemin de en başı, en büyüğü,
en iyisi, insanlarla cinlerin peygamberi, iki âlemin güneşi, âlemin rahmeti,
âdemoğullarının övüncü...”
16
“Peygamberler başı, sefa denizi,
17 naziri (benzeri) olmayan…”
18
“O seçilmiş elçi, O kadri yüce sefir, “sonra yaklaştı, yakınlaştı” (Necm, 53/8 )
makamına yaklaştırılmış olan, “iki yay kadar kaldı araları yahut daha da yakın”
(Necm, 53/9) ayetiyle durağı bildirilen, önce gelenlerin de hayırlısı, sonra
gelenlerin de hayırlısı bulunan, peygamberlerin sonuncusu, varlıkların özü-özeti,
apaçık deliller gösteren; sonu, ucu bucağı bulunmayan, kıyaslanamayan bir deniz
olan, “ona bir ışık verdik ki, insanlar arasında onunla gezer” (En’am, 6/122) ayetiyle
şanı övülmüş bulunan; cennetin, cennet bahçelerinin kilidi: sırlarda ve
gerçeklerdeki remizleri açan, “gerçekten de biz sana Kevser’i verdik” (Kevser, 108/1)
fermanıyla âlemi aydınlatan, güneşe eş...”
19
“Anlam denizi aşktır; her birisi o denizde bir balık, Ahmet ise denizdeki
incidir.”
20
Şems-i Tebrizi ile Mevlana’nın o ilk büyük karşılaşmalarında Şems ona şöyle bir
soru yöneltir:
“Ey dünya ve mana nakitlerinin sarrafı, Tanrı adlarının bilgini! Söyle,
Muhammet Hazretleri mi büyük yoksa Beyazıt mı büyüktü?” Mevlana: ”Hayır,
hayır, Muhammed Mustafa bütün peygamber ve velilerin başbuğu ve reisidir.
Hakikatte büyüklük ve ululuk onundur,” diye buyurdu.”
21
“…Nebi, o ölmeyen aşk ve sevgiden ibarettir. Biri dedi ki: “Niçin minarede
yalnız Tanrıyı sena etmeyip Muhammedi de anıyorlar?” Ona dediler ki:
“Muhammed’in övülmesi Tanrı’nın senası değil midir sanki?”
22
11 Mesnevî, VI, 15; b. 170–171.
12 Mesnevî, VI, 167–168; b. 2102–2106.
13 Mevlâna, Divan-ı Kebir, IV, 316; b. 3053, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı, Ankara, 1992.
14 Divan, V, 145; b.1681.
15 Mesnevî, II, 219; b.2854.
16 Mevlâna, Mecâlis-i Seb’a, 79, Meclis, V, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı Konya, 1965; Divan, IV, 52;
b.430.
17 Mesnevî, I, 58; b. 727.
18 Mesnevî, II, 170; b. 2213.
19 Mecâlis, 92; Meclis, VII.
20 Divan, VII, 598; b. 7948.
21 Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, I, 256; Trc. Tahsin Yazıcı, İst. 1995.
22 Mevlana, Fihi Mafih, 346. Trc. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, İst. 1990.
70 tasavvuf
“Âlemden maksat insandır, insandan maksat da o soluktur.
23 Arz,
Muhammed’in vücududur. Gökler ise O’nun düşüncesi, tasavvuru ve parlak
muhayyilesidir.”
24
“Peygamber Mekke'yi fethetmeye uğraştı diye nasıl olur da dünya sevgisi ile
itham edilir? O öyle bir kişiydi ki, imtihan günü (yani Mi'raçta) yedi göğün
hazinesine karşı hem gözünü yumdu, hem gönlünü kapadı. Onu görmek için
yedi kat gök uçtan uca hurilerle meleklerle dolmuştur. Hepsi kendisini onun için
bezemişti, fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir
hevâ ve heves nerde ki: O Tanrı ululuğu ile Tanrı celâli ile öyle dolmuştu ki, bu
dereceye, bu makama Tanrı ehli bile yol bulamaz. "Bizim makamımıza ne bir
şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, ne de ruh" dedi. Artık düşünün,
anlayın...”
25
“Hz. Ahmed eğer o yüce kanadını açarsa Cebrail ebedi olarak kendinden geçip
gider./ Ahmed Sidre'den ve Cebraili'in gözetme yerinden, makamından,
sınırından geçince ,/ Cebrail'e "Hadi ardımca uç" dedi. Cebrail dedi ki, "Yürü,
yürü, ben senin eşin değilim./ Hz. Ahmed tekrar " Ey perdeleri yakan, gel ben
daha kendi yüce makamıma gitmedim ki" dedi./ Cebrail dedi ki, "A benim
güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum yanar."/
Bu hikâyeler hayret içinde hayrettir. Tanrı hasları, daha has olanların hallerini,
görünce kendilerinden geçerler.”
26
“Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu zinet edinirse, Muhammed gibi o
adamın da gölgesi olmaz./ ‘Yokluk benim iftiharımdır’ sırrına zinet yokluktur. Bu
çeşit insan, mumun alevi gibi gölgesizdir.”
27
“Muhammed de elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü o her
hakikati, her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hallolmuş, hakiki varlığa
ulaşmıştı./ Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce
kıyametti... /İşte onun için o güzel haberler veren, "Ey ulular" demiştir,
"ölümden önce ölün".
28 "Gözü Tanrı'dan başka bir şeye kaymadı" (Necm:
53/17) da onun için Muhammed her derdin şefaatçisi oldu./ Dünya gecesinde
güneş perde ardındayken o Tanrı'yı görüyordu, ümidi O'ndandı./ İki gözü de
"Biz senin göksünü açmadık mı, ferahlatmadık mı seni" (İnşirah: 94/1)
sürmesiyle sürmelenmişti. Cebraili'in bile görmeye tahammül edemediğini o
gördü.../ Kulların duraklarını gördü, hâsılı o yüzden Tanrı onun adını "Gören
tanık" koydu. Şahidin aleti keskin gözle keskin kulaktır. Geceleri bile uyanıktır,
sırlar ondan gizlenemez.”
29
“(Peygamber (sav) ziyaretine gittiği bir hastaya ne yapıp da hasta olduğunu
sordu, ‘yoksa yanlış bir dua mı yaptın’ dedi, hasta önce hatırlayamadı, "himmet
et de hatırlayayım" dedi...) Mustafa'nın nur bağışlayan huzuru hürmetine duayı
hatırladı./ Her yanı aydınlatan Peygamberin himmeti, ona hatırlayamadığını
hatırlattı./ Hakla batılın arasını ayırt eden aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan
pencereden parladı.
(Adam Harut marut gibi "günahlarımın cezasını burada
çektir, oraya kalmasın" diye dua etmiş imiş, Hz. Peygamber bunu doğru
23 Mecâlis, 45; Meclis II.
24 Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, II, 245.
25 Mesnevî, I, 314; b. 3945–3950.
26 Mesnevî, IV, 304; b. 3800.
27 Mesnevî, V, 56; b. 670.
28 Mesnevî, VI, 62, b. 750.
29 Mesnevî, VI, 225, b. 2855.
abdulhakim yüce/ tasavvufta insan-ı kâmil ve mevlâna 71
bulmamış, böyle demek yerine Allah'a sığınmayı, tövbe etmeyi tavsiye
etmiştir.)”
30
“Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir, sana sığınmadıkça aslan bile
tavşan sayılır/ Ey Mustafa bu nur denizinde kaptanlık et, çünkü sen ikinci
Nuh'sun... Halvet zamanı değil, topluluğa gel ey Peygamber, hidâyet Kaf dağına
benzer, sen ise Hümâsın.../Ey şifa, hastayı terk etme, sağıra kızıp körün
sopasını bırakma!/ Sen demedin mi ki, "Körü yolda tutup yeden Tanrıdan
yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer...”/Öyleyse bu kararsız cihandaki körleri
kater kater yed... Ey takva sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları yakin
makamına kadar götür.../ Ey benim En Ulu Peygamberim, aklın mumu
kasırgama karşı nedir ki!/ Sen vaktin İsrafil’isin, doğruca kalk da kıyametten
önce bir kıyamet kopar.”
31
Buraya kadar verilen bilgilerden, Mevlana’nın, Hz. Peygamber (sas)’in insan-i kâmil
yönünü anlatan özelliklerine işaret ettiği görülmektedir.
B. İnsana Bakış
Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlâna’ya göre de insan, bedeniyle pek küçük ve
değersizdir ama, mana cihetiyle o âlemin en kıymetli unsurudur: “Sen görünüşte bu
âlemde en küçük şeysin ama taşıdığın mana bakımından en büyük âlem sensin.”
Mevlâna, kendi hayat serüveniyle birlikte insanlığın üç mertebesini üç kelimeyle
özetler: “Hamdım, piştim, yandım.” Tenine kul olan insan biyolojik insandır, hamdır
ve insanlık merdiveninin en alt basamaklarını mekân edinmiştir. Pişmesi ve nefsine
galebesi oranında basamak basamak yükselir. Aşağıda Mevlana’nın bu serüvene ve
yolcularına ait özelliklerini sayan sözlerinden örnekler verilecektir.
“Sen cihanın hazinesidir, cihan ise yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelsin,
cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki âlemi meşale ve ışık kaplamış,
çakmaksız ve taşsız olduktan sonra, o iğreti bir rüzgârdan başka nedir.”
32
“Gözümüze bak da Hakk’ın cemalini gör. Çünkü bu, gerçeğin kendisi ve
katıksız bilginin ışığıdır. Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder. Sakın bu sırrı
açıklama, kanını yerlere dökerler”
33
“Murat sensin. Neden oraya buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sen,
sakın ben deme, hep sen diye söyle. Senlik O’luk şaşkınlıktan ileri gelir. Göz
dürüst görürse sen O olursun, O da sen olur.”
34
“Ey Tanrı kitabını örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık!
Her şey sensin. Âlemde ne varsa, senden dışarıda değil. Sen her ne ararsan
kendinde ara, çünkü her varlık sende.”
35
“İnsan, yücelik, üstünlük vasıflarının ölçüsüdür, mi’yarıdır. İnsanın vasfı,
Hakk’ın ayetlerine mazhar olmuştur.”
36
30 Mesnevî, II, 189, b. 2465.
31 Mesnevî, IV, 119, b. 1460.
32 Mevlâna, Rubailer, r. 228, Trc. Nuri Gençosman, İst. 1986.
33 Rubailer, r. 1192.
34 Rubailer, r. 1272.
35 Rubailer, r. 1382.
36 Mesnevî, VI, b. 3138.
72 tasavvuf
Ben, padişahın cinsinden değilim, böyle bir düşümce benden uzak olsun. Fakat
O’nun tecellisi ile, O’nun nuruna sahibim.”
37
“Miraca ağın, hepiniz peygamber soyusunuz.”
38
“Her devirde, peygamber makamında bir veli vardır ve bu kıyamete kadar böyle
sürüp gider. Diri ve faal önder ve velidir. İster Ömer soyundan olsun ister Ali
soyundan; Mehdi de odur, hidayete erdiren de Hem gizlidir o, hem aşikârdır. O,
nura benzer, akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı mertebede olan veli de onun
kandili durumundadır.”
39
“Ahmed, böyle beti-benzi sararmış, sarhoş bir halde beni görse gözlerimi öper,
ben de ayaklarına kapanırım onun. Bu gün Ahmed benim, ama dünkü Ahmed
değil… Bu gün Zümrüdüanka benim, yemsiz kalmış kuşcağız değilim.
Bir padişah var ki bütün padişahlar katırcı kesilmiş ona; bu gün benim o
padişah, geçen günün padişahı değilim ben. Allahlık şerbetinden, Ene’l-Hakk
şarabından her kes kadehle içti, bense küplerle içtim. Ben canlar kıblesiyim,
Arşın mescidiyim ben, Cuma mescidi değilim. Saf aynayım ben, kararmış, sırı
dökülmüş ayna değilim… Tur-i Sina’nın gönlüyüm ben, kinlerle dolu gönül
değilim.
Ebedî sarhoşum; üzümün, bağın sarhoşu değil… Can lokması yerim ben,
tarhana çorbası içmem ben.”
40
“Her susamış gönlü denize götürürler.”
41
“Her şey sensin, her şeyden öte ne varsa o da sensin, o da senden ibaret.”
42
“Andolsun ki biz, âdemoğullarına izzet ve şeref verdik” (İsrâ, 17/70) ayet-i
kerimesi mucibince vücud-i âdemi Hakk’ın usturlabıdır.
43 Madem ki, Hakk
Tealâ onu kendine âlim ve dânâ ve aşinâ kılmıştır, kendi vücudunun
usturlabından tecelli-i Hakk’ı ve cemal-i bi-çûnu dem be dem lemha be lemha
görür ve o cemal asla bu ayineden hali olmaz. Hakk’ın kulları vardır ki, onlar
kendilerini hikmet ve marifet ve kerâmet ile setr ederler. Her ne kadar halkta,
onları görebilecek nazar mevcûd değilse de, yive onlar şiddet-i gayretlerinden
tesettür ederler.”
44
C. Mesnevinin İlk 18 Beyit
Mesnevînin bizzat Mevlana tarafından yazılan ilk on sekiz beytinin adeta
Mesnevî’nin özeti mahiyetinde olduğu şarihler tarafından dile getirilmekte ve büyük
önem atfedilmektedir. Hatta bu ötürü 18 sayısının Mevlevilikte neredeyse kutsallık
seviyesinde önemsendiği, bazı sulûk işlemlerinin ve Mevlevî adâbının bu sayı ile
ilişkilendirilerek şekillendiği dile getirilmektedir.
45 Şimdi bu beyitlerin bir kaçını ve
konuyla ilgili yapılan bazı açıklamaları arz etmek istiyorum:
37 Mesnevî, II, b. 1170.
38 Mevlâna, Divan-i Kebir, III, 42, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı, İst. 1957.
39 Mesnevî, I, 75, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı, İst. 1981.
40 Divan, VII, 600.
41 Divan, II, 326.
42 Divan, III, 213.
43 Usturlap: Yıldızların arza nazaran yükseklik derecesini bulmakta kullanılan alet.
44 Mevlâna, Fihi Ma Fih, 13; Trc. A. A. Konuk, Haz. S. Eraydın, İst. 1994.
45 Bak: A. Gölpınarlı, Mesnevî Tercümesi ve Şerhi, I, 15, İst. 1990.
abdulhakim yüce/ tasavvufta insan-ı kâmil ve mevlâna
“Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp
inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalp isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.
Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu, ama kimse içimdeki sırları
araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.”
46
Hemen ilk cümlede zikredilen neyin neye işaret olduğu tartışılmış ve Mevlâna’nın
eserlerinin değişik yerlerinde bizzat kendisinin yaptığı açıklamalar da göz önüne
alınarak farklı görüşler ortaya atılmıştır.
Bu görüşlerden bazıları şöyle sıralanabilir: İnsan-i kâmilin en mümtaz temsilcisi
Hz. Muhammet (sas), Mevlâna’nın kendisi, Mürşid, Kâmil Mü’min, Âşık, Gönül,
Kalem, İsrafil’in suru ve Mesnevî.
47 Ancak bunlardan en çok tercih edilen ney ile
insan-i kâmilin işaret edilmiş olduğudur. Haklı olarak Mevlana’yı bir insan-i kâmil
gören Ahmet Avni Konuk bu konuda şu açıklamaları yapar: “Hz. Pir: “Bu neyi dinle”
tabiriyle kendi vücûd-i şeriflerine işaret buyururlar. Zira neyin içi boş olup, üfleyen
kimsenin nefesi ondan ses çıkarır. İnsan-i kâmilin vücudu da “ney”e benzer. “Ney”in
yedi deliği, insanın yedi azay-ı zahirisine işarettir ki, beşerin fiilleri bu uzuvlardan sadır
olur. İnsan-i kâmilin ney gibi boş olan vücudundan zahir olan fiiller, ancak Hakk’ın
tasarrufuyladır.”
48
“Ankaravî İsmail Rusuhî Dede, Fatihu’l-Ebyat'ında neyin, ‘içi boş olduğu için
masivâdan arınmışlığı ve Hakk'ın nefesiyle dolan gerçek sûfî ve aşığı simgelediğini
söyler. Ankaravî, ney'in ebced hesabı ile 60'a karşılık geldiğini, 60'ın, ‘sin' harfine
tekabül ettiğini, ‘sin'in de Muhammed demek olduğunu da açıklamalarına eklemiş ve
‘bişnov ez ney'i, ‘Peygamberden Dinle!' olarak okumuştur. (...) Bununla birlikte, ney'in
nayistan'dan, yani kamışlıktan koparıldığı için ‘ayrılıktan (‘ez cüdayı ha') yakınması,
onun, yersiz yurtsuzlaşmışlığına da işaret eder. Bu, Vahdet'ten Kesret'e atılmışlığın
getirdiği bir yersiz yurtsuzlaşmadır ve Hz. Peygamber'e, dolayısıyla da İnsan-ı Kamil'e
eklemlenir.
Hz. Mevlana'dan sonra sema'da ney taksimi'nin, İsrafil'in sur'unu temsil ettiği de
biliniyor.
Asaf Halet Çelebi, ‘Mevlana ve Mevlevilikte, sema'da Itri'nin Naat-ı Şerif'inin
okunmasından sonra neyzenbaşı'nın 'şah veya mansur akordundaki ney'i ile yaptığı
taksim'den söz ederken şunları söyler: ‘Neyin taksimi İsrafil'in surunu temsil
etmektedir. Naatı ve ney taksimini [murakabe vaziyetinde] dinlerler. Taksimin sonuna
doğru hafifleyen ney sesine, başka bir ney veya neyler dem tutarlar. Dervişler birden
ellerini zemine vurup ayağa kalkarlar. Bu hareket de, sur'u duyan canların kıyamet
gününde dirilmelerini temsil etmektedir.’”
49
46 Tercümeler M:E.B.’nın yayınladığı Veled İzbudak’ın Mesnevî tercümesinden alınmıştır. İst. 1988.
47 Geniş bilgi ve kaynaklar için bak: Amil Çelebioğlu, Muhtelif Şerhlere Göre Mesnevînin İlk On
Sekiz Beytiyle İlgili Düşünceler, I. Milli Mevlana Kongresi, 5; 3–5 Mayıs 1985 Konya.
48 A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerif Şerhi, I, 73; Haz. S. Eraydın - M. Tahralı, İst. 2004.
49 Hilmi Yavuz, Ney ve Edebiyat, Zaman 22. 12. 2004. (13 Aralık 2003’te Konya’da yapılan Ney
Sempozyumuna sunulan tebliğden özetleyerek). tasavvuf
Şimdi de, bu beyitlerden konumuz olan insan-ı kâmile olan işaretlerin bazılarını
Ahmed Avni Konuk’un şerhinden almak istiyoruz:
Şarihler kamışlığı, a’yan-ı sabite, ruhlar âlemi veya mâsivâ ile açıklamışlardır.
Son
görüşü tercih eden Ahmet Avni Konuk’un izahı şöyledir: “Neyistan’dan ve kamışlıktan
murat, cismaniyet âlemi olmak münasiptir. Filhakika bu kesafet âleminde peyda olan
ecsam-ı beşerden her birisi, hakkın mezahır-i esma ve sıfatı olup, daima onlardan bu
sıfat ve esmay-i ilahiye ahkâmı zahir olmaktadır. Şu kadar ki, insan-i kamil, bu kamışlık
mesabesinde olan cismaniyet âleminde, kendi vücud-ı cismanisinin mevhum ve yok
olduğunu idrak eder; ve insan-ı nakıs ise, kendi mevhum olan varlığında ve
enaniyetinde müstağraktır. “Ve bir Hakk’ın vücudu ve bir de benim vücudum vardır”
deyip durur.
Mesela, insan-ı kâmil, kamışlıktan kesilip neyzenin üflemesine ve güzel nağmeler
çıkarmasına uygun bir “ney”e benzer.
İnsan-ı nakıs ise, her ne kadar kamışlıktan
kesilmiş ise de, tesviye edilmemiş ve içinin doluluğundan dolayı güzel nağmeler ve
sedalar çıkarmasına müsait olmayan “ney”e benzer. Eğer bu nay dahi, bir üstad-ı kâmil
tarafından tesviye görür ve içi boşaltılır ise, güzel bir ney haline gelir. (…)
“İnilti”den murat, insan-ı kâmilin, arif ve cahil insanlar önünde, beyan buyurduğu
hakaik ve maarife dair olan sözleridir ki, bu Mesnevi-i Şerif başından sonuna kadar Hz.
Pir’in bu kabil iniltilerinden nalelerinden ibarettir.” (…)
“Ben bu cismaniyet âleminde halk arasında bu ayrılık duygusundan dolayı sinesi ve
kalbi dilim dilim ve pare pare olmuş ve kendi aslı olan âlem-i küdsa kavuşmağa âşık
olan kimse isterim ta ki ona, bu asla olan iştiyak derdinin sırlarını açayım ve şerh
edeyim. Zira benim bu hususta söyleyeceğim sırları ve hakikatleri bunların istidatları
cezp eder.” (…)
“Ney mesabesinde olan insan-i kâmil âlem-i kesrette sevip yar edindiği her bir
şeyden soğuyup, kendi aslı olan Hakk’a müteveccih bulunan her bir salik-i âşığın
mahremi arkadaşıdır. Ve onun nefs ve ruh mertebeleri, salikin kendi aslına perde olan
ruh ve nefs mertebelerini yırtar kaldırır.” (…)
“İnsan-i kâmil şekavet-i ezeliyesi olanlar için zahirdir; zira onu doğru davet ettikçe
inadı ve şekaveti artar; saadet-i ezeliye sahibi olup nefsin pisliklerine bulaşanlar ve
zehirlenmiş olanlar için de panzehirdir.” (…)
“Ney, yani insan-i kâmil, mehâlik ve müşkilatla dolu ve nefs-i emmarenin
mezbahası olan Hakk yolundan haber veriyor; aşk-ı ilahiye müptela olan Mecnunun
kıssalarını ve hallerini beyan ediyor.” (…)
“İnsan-i kâmilin aklının mahremi, anca konun önünde kendi aklını, dirayetini ve
fetânetini terk etmiş olan saliktir.
O akıldan yararlana ancak böyle bir saliktir; yoksa
kendi aklı, zekâsını ve ilmini beğenen kimse, insan-i kâmilin aklından ve onun ledünni
ilminden yararlanamaz. Fakat kendinden geçen salik, insan-i kâmil konuşurken baştan
ayağa kulak kesilir, dinler; zira insan-i kâmilin dilinin müşterisi ancak böle kulak olan
bir saliktir.” (…)
abdulhakim yüce/ tasavvufta insan-ı kâmil ve mevlâna “Pişmiş ve olmuştan murat hür ve baliğ olan insan-i kâmildir.
Ham ise, çiğ ve
olmamış insan-i nakıstır.” (…) İmdi bu 18 beyitten sonra, Hz. Pir, insan-i nakısın
kemaline lazım olan vasiyetlere başlarlar. Birkaç cümlesini özetlediğimiz bu 18 beytin şerhlerinden, tasavvuf ehlinin ve
özellikle Mevlevîlerin geniş bir insan-i kâmil anlayışını çıkardıklarına şahit olmaktayız.
Bazı şerhlerde konu daha geniş ele alınmış ve sistematik bir düşünceye
dönüştürülmüştür. A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerif Şerhi, I, 75–89
(Bazı kelimeler tarafımızdan sadeleştirilmiştir).