Allah Neden İnsanı Yaratma
Gereği Duydu?
Neden yaratıldık? sorusunu sormak, akıl ve mantık sahibi olmanın bir marifetidir, alemetidir. Dolayısı ile insanoğluna akıl ve mantığın verilmesinin bir amacı da; nereden geldim, niçin yaratıldım ve nereye gidiyorum? sorularını sorup cevap araması içindir yani kendini bulması demektir...
Allah’ın gizli bir hazine olup ve bu gizli hazinenin bilinmesi için de zahiri(dünyevi) görünüş alanına çıkma ihtiyacı duymasındandır..
Allah henüz tecellinin ortaya çıkmadığı, zuhursuzluk aleminde gizli bir hazine idi, bilinmeyi istedi. Hakk’ı kavramaya layık, bu oluşumu idrake kabiliyetli, kamil insanı yarattı.Yokdan var olma teorisine göre kainat, sevgi ve aşk neticesinde yaratılmıştır. Bütün kainat ve insan, belli yaratılış aşamalarından geçerek bu ilahi sevgiden payına düşen yetenek ve kabiliyeti ölçüsünde, gizli hazinenin sırlarına vakıf olmaktadır.
Bu yaratılış zahiri olarak Yaratılan, yaradanın görünüş alanına çıkışıdır.. Bu görünüş alanının merkezinnde ise insan vardır.İnsan, evrenin "küntü kenz’idir“ (gizli hazinesidir); kainatın bir aynasıdır. İnsanın sadece küçük bir bedenden oluşmadığını, Hz.Ali şöyle ifade etmektedir; "sen kendini küçüçük bir beden sanıyorsun; oysa ki koskoca bir evren sendedir.
Sen ey insan,açıklayıcı bir kitap gibisin; harfler içteki sırları açığa vuran vasıtalardır. Derman sende, ama senin haberin yok.” Dolayısı ile insanoğlu, tanrının konuşan dili ve ağzıdır. "Sen seni bilirsen yüzün Hüda,dadır; sen seni bilmezsen, hak sende cüdadır“... Tanrı’sal görünüşün en olgun örneği Hz.Ali’nin nesnel varlığıdır.
Hz.Ali en olgun ve yetkin insandır. Kamil ve erdemliğin bütün faziletlerine sahip olan Hz.Ali, Alevilerin/insanlığın ibadet ve inançının mıhenk taşı olmuştur.Tanrısal görünüşün onda belirmesi bu insan üstü yetkinlik ve özelikleri nedeniyledir.
Sonuç itibariyle İnsanoğlunun Allah’ın belirlediği faziletleri aşama aşam yaşayıp, yetkin hale gelmesidir.Hakk mertebesine yükselip, orda Hak ile Hak olmasıdır, tekrar kendini yaradana dönmesidir, O’nda bir olmasıdır...
Allah henüz tecellinin ortaya çıkmadığı, zuhursuzluk aleminde gizli bir hazine idi, bilinmeyi istedi. Hakk’ı kavramaya layık, bu oluşumu idrake kabiliyetli, kamil insanı yarattı.Yokdan var olma teorisine göre kainat, sevgi ve aşk neticesinde yaratılmıştır. Bütün kainat ve insan, belli yaratılış aşamalarından geçerek bu ilahi sevgiden payına düşen yetenek ve kabiliyeti ölçüsünde, gizli hazinenin sırlarına vakıf olmaktadır.
Bu yaratılış zahiri olarak Yaratılan, yaradanın görünüş alanına çıkışıdır.. Bu görünüş alanının merkezinnde ise insan vardır.İnsan, evrenin "küntü kenz’idir“ (gizli hazinesidir); kainatın bir aynasıdır. İnsanın sadece küçük bir bedenden oluşmadığını, Hz.Ali şöyle ifade etmektedir; "sen kendini küçüçük bir beden sanıyorsun; oysa ki koskoca bir evren sendedir.
Sen ey insan,açıklayıcı bir kitap gibisin; harfler içteki sırları açığa vuran vasıtalardır. Derman sende, ama senin haberin yok.” Dolayısı ile insanoğlu, tanrının konuşan dili ve ağzıdır. "Sen seni bilirsen yüzün Hüda,dadır; sen seni bilmezsen, hak sende cüdadır“... Tanrı’sal görünüşün en olgun örneği Hz.Ali’nin nesnel varlığıdır.
Hz.Ali en olgun ve yetkin insandır. Kamil ve erdemliğin bütün faziletlerine sahip olan Hz.Ali, Alevilerin/insanlığın ibadet ve inançının mıhenk taşı olmuştur.Tanrısal görünüşün onda belirmesi bu insan üstü yetkinlik ve özelikleri nedeniyledir.
Sonuç itibariyle İnsanoğlunun Allah’ın belirlediği faziletleri aşama aşam yaşayıp, yetkin hale gelmesidir.Hakk mertebesine yükselip, orda Hak ile Hak olmasıdır, tekrar kendini yaradana dönmesidir, O’nda bir olmasıdır...
KUR’ÂN’IN İNSAN-BİÇİMCİ DİLİ
*
Yazan: J. M. S. Baljon
Çeviri: Mevlüt Erten**
Anahtar kelimeler: Kur’an, Allah, insan-biçimci, tecsim, Mutezile, Ehl-i
sünnet
Özet
Kur’an, Allah’ın yüz, el ve gözlerinden söz eder ve bazı beşeri sıfatları
Allah’a atfeder. Ancak o, Allah’ı anlatan insan-biçimci ifadeleri ve insani duyguların
ona atfını oldukça ihtiyatlı kullanır. İslam düşünce tarihinde bu hassas konu
çerçevesinde bir çok tartışma meydana gelmiştir. Baljon, bu makalede Kur’ân’ın
insan-biçimci ifadelerini onun verdiği muhtemel ipuçları yardımıyla çözmeye ve bu tür
kelimeleri yorumlayanlar içerisinde kimin doğru konumda olduğunu tespit etmeye
çalışmaktadır.
Qur’anıc Anthropomorphisms
Abstract
Key words: The Qur’an, God, antropomorphisms, antropomorfism,
Mutazilah, Ahl-i sunnah
The Qur’an speaks God’s face, hands and eyes and attiributes various
human qualities to Him. But the Qur’an makes a clearly more sparing use of
antropomorphisms and antropopathisms. In the İslamic thought a good deal of
controversy has taken place on this subject. In this paper, Baljon, intend to work out
Quranic antropomorphisms with the help of possible clues the Qur’an affords and to
determine who are put in the right on commentary of the antropomorphic
expressions.
İslam tartışma geleneğinde bağlayıcı davranış kurallarından birisi, bizzat
Muhammed tarafından ikame edilen, hemcinslerinin yüzüne vurma yasağıdır. Çünkü
Peygamber bir defasında şöyle demiştir:
“Sizden birisi (mümin) kardeşiyle kavga ederse, onun yüzüne vurmaktan
sakınsın. Çünkü Allah, Adem’i Kendi suretinde yaratmıştır”
*
Johannes Marinus Simon Baljon (1919-2001)’un bu makalesi “Qur’anıc Anthropomorphisms” adıyla İslamic
Studies, cilt 27, sayı 2, sayfa 119-127, İslamabad-Pakistan 1988’de yayınlanmıştır.
Not: Yazar hadis mecmualarını sadece isim ve bölüm adıyla vermiştir. Biz de bu orijinaliteyi bozmamak
için sadece onun verdiği şekliyle aktardık. Ayrıca, ek olarak makalenin sonuna bir Bibliyografya ekledik.
Keza asıl metinde gördüğümüz sure ve âyet numaralarındaki yanlışları düzelttik. ** Vâiz, e-mail: ertenmevlut@hotmail. co
294 kur’ân’ın insan-biçimci dili
Ancak, Müslümanların daima en otoriter kutsal metni olan Kur’ân’da, insanın
Allah’ın suretinde yaratıldığına ilişkin hiçbir açıklama yoktur. Kur’ân sadece, Allah’ın
insanı en güzel şekilde yarattığını ifade eder
2
. Bununla birlikte o, Allah’ın yüz, el ve
gözlerinden söz etmekte tereddüt etmemektedir. Üstelik muhtelif beşeri sıfatlar
Allah’a atfedilmiştir. Ancak, Kitab-ı Mukaddes’le mukayese edildiğinde Kur’ân’ın,
Allah’ı anlatan insan-biçimci ifadeleri (antropomorphisms) ve insan duygularını ona
atfetmeyi (antropopathisms) oldukça ihtiyatlı kullandığı anlaşılmaktadır.
Şimdi, Kitab-ı Mukaddes’e kıyasla, Kur’ân’ın insan-biçimci dili oldukça ılımlı
kullanmasına rağmen, burada dikkat çeken husus; Kur’ân’da mevcut olan insan
doğasına ilişkin ilahi analojiler karşısında müslümanların, Kitab-ı Mukaddes’in
Hristiyan yorumcularından çok daha büyük oranda şaşkınlığa düşmeleridir. “Bunları
değerlendirmede en geçerli yol nedir: Bunlar literal olarak mı alınmalı veya mecazi bir
yorum mu aramalı yoksa uzlaştırıcı makul bir yol mu tutulmalıdır?” İslam düşünce
tarihinde bu hassas probleme ilişkin bir çok tartışma meydana gelmiştir.
Genel olarak bu hususta teklif edilen çözümlerden üçü dikkat çekicidir.
1. tecsîm (antropomorfizm) taraftarlarının tutumu. Onların
anlayışına göre Allah, insan formunda beden, et ve kandan müteşekkil üç boyutlu ve
renklidir, fakat tatma, koklama ve dokunma duyuları yoktur, özel bir yerdedir ve
yaratmadan sonra da hareket eder. Buna uygun olarak Kur’ân’daki insan-biçimci
ifadeler literal olarak alınmak zorunda kalınmıştır.
2. İslam itikadını aklın kabul edebileceği terimlerle formülleştirmeye
çalışan Mutezile’nin görüşü. Onlar, Allah’ın ne cisim, ne sembol ve ne de yönlere
bağlı olarak tasvir edilebileceği kanısındadırlar. O dünyada, onu idare eden
anlamında vardır, yoksa uzamsal olarak var olan anlamında değil. Dolayısıyla onlar,
Kur’ân’daki insan-biçimci ifadelere mecazi bir yorum getirmişlerdir. Bu nedenle,
örneğin, Allah’ın eli, O’nun kudret veya ihsanını temsil eder.
3. Her toplumda çoğunluğun inancı olan ortodoksluk doktrinle alakalı
hususlarda genellikle uzlaştırıcı bir pozisyon takınır. Bu öğretiye göre Allah’ın yüzü ve
elleri vardır, çünkü Kur’ân bu gerçeği ifade etmektedir. Aslında durum Kur’ân’da
böyle olsa da bunun keyfiyeti bilinmemektedir. Bütün bunlar bi lâ keyf (mahiyeti
hakkında) soru sorulmaksızın kabul edilir. İnsan düşünce dünyasında yeri olmayan
şeylerle ilgilenmemelidir. Bu ifadelerin yorumu, Allah’ın takdirine bırakılmalıdır. İfade
edilebilecek tek açıklama şudur: Allah’ın elleri, yüzü v.b., ‘tıpkı işitme ve görme gibi
bir sıfattır’3
.
Batılı bir Kur’ân araştırmacısı, bu Kutsal Kitab’ın bizzat kendisinin en iyi yani,
en tarafsız yorumlayıcı olduğu ilkesini benimser.
Bu sebepten dolayı biz, bu
makalede Kur’ân’ın kendisinin insan-biçimci ifadeyi kullandığı biçimde, onun verdiği
muhtemel ipuçlarını çözmeyi istiyoruz. Sonunda, Kur’ân’a göre kim doğru
konumdadır: kelimeleri olduğu gibi alanlar (literalist) mı, mecazî yorumcular
(allegorizer) mı yoksa ‘Allah en iyisini bilir’ diyenler mi?
1
Müslim, el-Birr ve’s-Sılâ 115. 2
95 Tîn 4.
3
A. J. Wensinck, The Muslim Creed (London 1965), s. 92.
C.Ü. ilahiyat fakültesi dergisi, VIII/1, 2004 mevlüt erten 295
Biz eğer Kur’ânî öğretinin Allah hakkındaki ana temasını öğrenmek
istiyorsak, O’nun, iyilik sahibi ve bağışlayıcı olduğuna dair ifadeyi muhakkak
söylememiz gerekir. Bu Kutsal Kitap’ta rahmân, rahîm, gafûr ve gaffâr isimleri en sık
geçen isimlerdir.
Ve Hollandalı bilgin Snouck Hurgronje müslümanlığını izhar
etmesinin ardından, çok Bağışlayan Allah’ın kulu anlamında ‘Abdu’l-gaffar olarak
kendisini Hicazlılara takdim ettiğinde tamamen müslüman duygu ve inançlarına
mutabık hareket etmiştir. Aynı şekilde, Kur’ân’ın anlattığı Allah’ın aşkın hakikatleri ve
dünya ile ilgili işlerinde idraki zor bir sır sunduğu hususu da doğrudur. Ünlü
mutasavvıf Gazalî bu hususu şöyle dile getirir: “Mutasavvıflar ve peygamberlerin
Allah’ı bilmede diğer insanlar karşısında sahip oldukları avantaj, onların, O’nun
bilinemezliği gerçeğinin daha fazla farkında ve bundan daha emin olmalarıdır”
4
.
Ancak, Allah’ın gayriliği ve aşkınlığının kesin anlamına rağmen Kur’ân, Kadir
olan Allah’ın yüz, göz ve ellerinin olduğunu, ezelde Adem soyundan ahd aldığını
5
,
Arş’a istiva ettiğini6
vb. ifade etmektedir. Bununla birlikte, bir müslüman, haklı olarak
Kur’ân’ın bu hususta Tevrat’a göre daha çok çekingenlik sergilediğine ve insanbiçimci
ifadeleri kullanırken zayıf insan sıfatı olarak kabul edilen sıfatları kullanmaktan
sakındığına dikkat çekecektir. Bundan dolayı örneğin, Tevrat’ta Yehova hakkında;
“Tanrı, yeryüzünde insanı yarattığına pişman oldu” şeklindeki anlatım gibi, pişman
olan bir Allah’ın anlatıldığı hiçbir ifade mevcut değildir. Bunun yerine Kur’ân’da Allah,
et-Tevvâb olarak anılmıştır: Yani O, çok merhametli olduğundan günahkarı
cezalandırmaktan vazgeçer. Şah Veliyyullah (ö. 1762), bu konuda şu
değerlendirmeyi yapar:
İnsan-biçimci dilin kullanılması ancak bu terimlerin, Allah’ın Zatı hakkında
canlılara ait bir yerme ifadesinin yer aldığı fikirlerle en küçük bir münasebetinin
olmaması şartıyla caizdir ...
Bu nedenle, birisi, Allah’la ilgili olarak; O görür ve işitir
diyebilir, tadar ve dokunur diyemez9
.
Ben burada Şah Veliyyullah’ın bu düşüncesine ilave olarak şu soruyu ortaya
atmak istiyorum: Bir kimse müslüman olarak, Kur’ân’a dayanarak, Allah’ın insanı
sevdiğini ve bu insanın da Allah’ı sevdiğinden bahsetmesine müsaade edildiğini iddia
edebilir mi? Burada, bir çok müslümanın, bu kavramın, sadece eşit olanlar arasındaki
sevginin tasavvurunun mümkün olduğu zannına kapılarak, bir çeşit eşitlik ima
edebileceği endişesine az da olsa kapılabileceğini düşünüyorum. Daud Rahbar
meşhur kitabı God of Justice adlı kitabında kendisinin ehabbe (fiilini) Allah’la ilgili
olarak, (alışılmış çevirisi ‘sevmek (to love)’ yerine) ‘hoşlanmak (to like)’ veya ‘hoş
karşılamak (to approve)’ şeklinde çevirmeyi tercih ettiğini bildirmektedir.
Ve “Eğer
yuhibbu (fiili) Kur’ân’da öznesi Allah olarak kullanıldığında ‘sevmek (to love)’
anlamındaki çeviriyi kabul edersek, (Kur’ân’ın) hiçbir yerinde, Allah’ın beşeriyeti
sevdiği düşüncesini bulamayız. Çünkü Allah’ın sevgisi şartlıdır. Allah, iyilik edenleri,
4
Fadlou Shehadi, Ghazali’s Unique and Unknowable God (Leiden 1964), s. 47. 5
7 Araf 172.
6
20 Taha 5.
7
Tekvin VI, ayet 6.
8
2 Bakara 37.
9
Shah Walî Allah, Hujjat Allah al-Balighah (Delhi 1954/5), c. I, s. 63.
296 kur’ân’ın insan-biçimci dili
O’na tevbe edenleri vb. sever. Beşeriyet için mutlak olan ilahi sevgi Kur’ân’a
tamamen yabancı bir fikirdir” Özellikle, sonda yer alan “Kur’ân’a tamamen yabancı bir fikirdir” kesin
kanaati beni Hollanda dilinde “De Liefde Gods in de Koran”11 adlı bir yazı
hazırlamaya sevketti. Burada ulaştığım bazı sonuçları sunacağım: İlk olarak, Allah’ın
insan sevgisini anımsatan en temel hareket ettirici motif Kur’ân’da sergilenmiştir:
“İnanıp faydalı işler yapanlar için Rahman, bir sevgi yaratacaktır”
Bu, Rahbar’in, Kur’ân’a göre, Allah’ın sevgisinin şartlı olduğu şeklindeki
iddiası ile mutabıktır. Biz bunun ‘makul bir motifle donatılmış olma şartı olduğunu’
söyleyebiliriz. Allah’ın insanı sevmesinin hakiki bir bilgiye dayandığı anlayışı ilahi
sevgi ile alakalı metinlerin çoğunda tekrarlanmıştır. ‘Çoğunda’ ama tümünde değil!
Bazı dikkate değer istisnalar fark edilebilir: Bazen Allah lütufkar yardımını insanlara
şartsız ve sınırsız olarak ihsan edebilmektedir.
Kur’ân’da Taha suresi 39. ayette
Musa’yı çocukken koruyan bir ‘ilahi aşk’ (amor Dei)dan bahsedilmektedir. Bunu Allah
daha sonra Musa’ya o zaman sandığın içine konduğunu “Senin üzerine Ben’den bir
sevgi koydum” diyerek hatırlatmaktadır.
Daha da önemlisi Allah’ın sevme arzusunu teyit eden Maide suresi 45.
ayetidir. Öyle anlaşılıyor ki, O, sürekli olarak kendisini sevebilen insanlara ihtiyaç
duymaktadır:
“Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında O’nun
onları sevdiği, onların da onu sevdikleri bir toplum getirecektir”.
Şartsız ve makul olmayan sevginin özel bir ifadesi de Allah’ın Hz. Adem ve
Hz. Yunus’u kötü sicillerine rağmen seçmesidir. Bununla ilgili olarak Kur’ân’da şunları
okumaktayız: “Ve Adem Rabbi’nin buyruğuna karşı geldi de şaşırdı. Sonra Rabbi onu
seçti, tevbesini kabul etti, doğru yola iletti”13; ve
Eğer Rabbin’den ona (Yunus) bir nimet yetişmeseydi, yerilerek çıplak bir
yere atılırdı. Fakat Rabbi onu seçti ve onu salih kullarından yaptı” .
Şimdi başlangıç noktamıza, yani Kur’ân tarafından içerisine
düşürüldüğümüz görünüşte uygunsuz gibi görünen pozisyona dönelim ki, Kur’ân bir
taraftan bize Allah’ın ‘eşsiz’ olduğunu bildirmekte: “Hiçbir şey O’nun dengi değildir”15;
“O’na benzer hiçbir şey yoktur”, diğer taraftan da apaçık insan-biçimci bir dili
kullanmaktan çekinmemektedir:
“(Rabbin ona) dedi ki: Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni
alıkoyan nedir?” “Biz o zaman Nuh’a vahyettik ki: Gözlerimizin önünde o gemiyi yap”
“Biz, (Allah’ın kulları) sizi (fakir, yetim ve esirleri) sırf Allah rızası için
yediriyoruz”19.
10 Daud Rahbar, God of Justice, Leiden 1960, s. 172. 11 Nederlands Theologisch Tijdschrift XVI (1962, s. 337-343. 12 19 Meryem 96. 13 20 Taha 121-122. 14 68 Kalem 49-50. 15 112 İhlas 4. 16 42 Şura 11. 17 38 Sad 75. 18 23 Müminun 27. 19 76 İnsan 9.
C.Ü. ilahiyat fakültesi dergisi, VIII/1, 2004 mevlüt erten 297
“Yer çarpılıp parçalandığı ve Rabbin geldiği zaman”.
“Gelme”, başka bir deyişle, bir yerde harekettir ki, her yerde hazır ve nazır
olan bir Allah düşüncesini nakzeder.
Yukarıda zikredildiği gibi, bu çıkmazdan çıkış,
Sünni ekol tarafından bulunan ‘altın yol’ terkibi prensibi teşbîh (Allah’ın yaratılmışlara
benzetilebileceği iddiası) ile ta‘tîl (Allah’ın bütün sıfatlarını nefyetmek) arasında orta
bir duruştur. Uzlaşma Hanbeliler ve Eşariler21 tarafından bi lâ keyf ve lâ teşbîh (nasıl
olduğu ve neye benzediği sorgulanmaksızın Allah’ın sıfatları olduğu), şeklinde
tanımlanmıştır. Yani demek istemişlerdir ki, biz, sadece Allah bilebileceği için insanbiçimci
ifadelerin anlamını kavramanın imkanını reddeder ve onlarla insanın eli, gözü,
yüzü vb.leri arasında hiçbir analojinin olmadığını kabul ederiz.
Veya aynı düşünceyi
Malik b. Enes’in (ö. 795) kelimeleriyle ifade edersek: “Allah’ın arş’a istivası malum,
keyfiyeti ise meçhuldür; buna iman vacip, soru sormak ise bidattir”. J.W. Sweetman
(buradan) şu sonucu çıkarmaktadır: Allah’la ilgili düşünce ve anlatımlardan böylesi
beşeri unsurları çekip çıkarmak, sıfatları Allah’a duyumsal üstünlük anlamında (in
sensu eminentiori) isnatla eşdeğerdir
A. J. Arbery, es-semî‘, el-basîr gibi insanbiçimci
kullanımları sadece işiten ve gören insandan aşikar biçimde farklı olarak her
şeyi işiten ve her şeyi gören23 manasında çevirdiğinde Sweetman’ın bu açıklamasını
desteklemiş olmaktadır. Hatta (bu hususta) daha ustacası Ahmet el-Gazalî’nin (ö.
1126) benzer bir çözümlemesidir ki o, Savânîh adlı eserinde, kalbin derinliklerine
işleyen ilahi sevgi ile insanın kalp zarından daha ilerisine ulaşamayan insan sevgisi
(şeğaf) arasında ayırım yapmaktadır. İnsan bunu Yusuf suresi 30. ayetten anlayabilir.
Orada, Hz. Yusuf’un sevgisinin, Züleyha’nın sadece kalbinin zarına ulaşabildiğinden
bahsedilmiştir24.
Şimdi asıl sorunu ele almanın zamanıdır: Bizzat Kur’ân insan-biçimci tarz
olarak değerlendirilebilecek herhangi bir ipucu veriyor mu; veya bunu daha somut bir
biçimde ortaya koyarsak: o onların mecazi yorumunu bir şekilde doğruluyor mu; ya
da o Kutsal Kitab’ın ve onun mesajının apaçık maksadını kaçınılmaz olarak yanlış
tasvire götürecek kınanabilir bir metot mudur?
Her şeyden önce insan-biçimci dile sembolik bir mana verme gayretleri, Ehl-i
Sünnet’ten elbette hiçbir destek görmeyecektir. Ali el-Karî el-Herevî (ö. 1605),
Hanefî-Maturidî metni olan Fıkh-ı Ekber’e yaptığı şerhinde şu mütalaada bulunur:
Gerçek şu ki, önde gelen kelamcıları ittifakla, Allah’ın elini mecazi olarak
yorumlamaya müsaade edilemeyeceğini söylediklerini biliyorum ... Onlar bu hususta
te’vîl (mecazi yorum) ile tefvîd (insan-biçimci ifadelerin yorumunu Allah’a bırakmak)
arasında bir ayırım yapmaktadırlar25.
Te’vîl, Mutezile kadar Mutasavvıf ve Şiiler’e de özgüdür. Mutezilenin meşhur
temsilcisi Abdu’l-Cebbar (ö. 1025) doktrinlerini içeren önemli kitabı el-Muhît bi’tteklîf’de
şöyle demektedir:
20 89 Fecr 21-22. 21 Eşariye’nin akidesi hemen hemen Sünnîlikle özdeştir.
Oysa, anti-akılcı olarak ifade edilen Hanbeliye,
Sünnilerin sağ cenahını temsil eder. 22 J. W. Sweetman, İslam and Christian Theology (London 1947), c. I, kısım 2, s. 34. 23 A. J. Arbery, The Koran Interpreted (London 1964), çeşitli yerlerde. 24 Ahmet el-Gazalî, Savânîh, ed. H. Ritter (İstanbul 1942), s. 53. 25 Ali el-Karî el-Herevî, Şerhu al-Fıkh-ı al-Ekber (Kahire 1909) s. 93.
298 kur’ân’ın insan-biçimci dili
Eğer Kur’ân’da zahiri manaları ile (Allah ve bu dünya) arasında bir benzerlik
çağrıştıran ayetler bulunursa, onlar te’vîle ihtiyaç duyarlar, çünkü böyle ifadeler bir
çok şekilde yorumlanabilir
“Bir çok şekilde”: Bu ifade, antropomorfizmin (insan-biçimci dil),
müteşabihât yani, birden fazla anlama gelen ve açıkça anlaşılamayan Kur’ân ayetleri
kategorisine dahil olduğu düşüncesine imada bulunmaktadır. Mutezile, Kur’ân’ın
insan-biçimci ifadelerinin doğru anlamını ortaya çıkarmaya gayretinde;
a) sadece dilsel çıkarımlar kullanır,
b) açıkça anlaşılamayan bu terimleri İslamî vahyin bütünlüğünün arkaplanına
aykırı konumlandırır.
Muhakkak bunların her ikisi de bu günlerde İslam alimlerinin tasvibini alacak
metotlardır.
Öncelikle linguistik çıkarımlar hususunda kullanımımızda ne çeşit araçlara
sahip olduğumuzu inceleyelim. Öncelikle şu soruyu soralım: bu mesele
konuştuğumuz dilde dayanağını nasıl bulmaktadır?
Webster’in New Twentieth
Centruy Dictionary göstermektedir ki, İngilizce’de el, kavrama veya hakim olma
fonksiyonundan dolayı sembolik bir mana taşıyabilir; özellikle şu anlamları vardır:
a) sahip olma; örneğin, kağıtlar elimde değildir;
b) hakim olma, güç, otorite; örneğin, o, demirden elle yönetiyor;
c) nezaret, mükellefiyet, bakma; örneğin, çocuk iyi ellerdedir:
d) vasıta, tesir; örneğin, birisi olayda onun elini görebilir;
e) müessir hisse, pay; örneğin, bu işe bir el at (bu işe katıl) gibi.
Yukarıdaki dört mecâzi anlam “göz” kavramına da hamledilebilir. “Yüz”
kelimesinin mümkün bir mecazi yorumuna gelince, yani cinsel ilişki anlamında,
Webster, Kitab-ı Mukaddes’ten bir ayet iktibas eder: Süleyman’ın Meselleri VII, ayet
15 de, aylak aylak dolaşan bir gafili gayri meşru ilişkiye girmesi için ikna etmeye çaba
harcayan bir kadın şöyle demektedir: “Bundan dolayı seni karşılamak için ileriye
çıktım, aşk ve şevkle yüzünü çok arzu ettiğim için ve seni buldum”.
“Aşk ve şevkle
yüzünü çok arzu ettiğimden” ifadesi, seninle cinsel ilişkiyi arzu ettiğimden demektir.
Şimdi de bizzat Kur’ân’ın sunduğu linguistik bir istidlali ele alalım. İçerisinde
Kur’ân’ın başka bir yerindeki insan-biçimci bir ifadeyi açıklayan konuşma diline ait bir
cümle örneğini İsra suresi 29. ayetteki müminlere yönelik şu emirde bulmaktayız:
“El(ler)ini boynuna (bir cimri gibi) bağlama, tamamen de açma” yani ne cimri ve ne de
müsrif ol, bilakis içinde gerçek cömertliğin kaim olduğu iki aşırı uç arasında orta bir
yol tut. Tamamen ayni sembolik dil Maide suresi 64. ayette Allah’ın eli hakkında
kullanılmıştır.
Yahudiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır’ dediler. Kendi elleri bağlandı ve
söylediklerinden ötürü lanetlendiler. Hayır Allah’ın elleri açıktır.
Meşhur Mutezili Kur’ân müfessiri Zemahşeri (ö. 1144), yedu’l-lahi
mağlûletun ifadesinin cimriliği ifade eden bir tabir olduğunu basit bir şekilde
anlatmaktadır
Ancak, bizim tartışma konumuzla ilgili daha önemli olan delil,
müslümanların Sünni olarak kabul ettikleri müfessirlerin bu ayetle karşılaştıklarında
26 Abdu’l-Cebbar, el-Muhît bi’t-teklîf (Kahire 1969), c. I, s. 199. 27 Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf (Kahire 1889/90), c. I, s. 266.
C.Ü. ilahiyat fakültesi dergisi, VIII/1, 2004 mevlüt erten 299
hiç tereddüt etmeden te’vîle başvurmalarıdır. Mesela, genellikle Zemahşerî’nin
mutezili fikirlerini tashih etmeye meraklı olan Beydavî (ö. 1286) bu hususta şu
açıklamada bulunur:
Bir elin bağlanması ve açık olması, cimrilik ve cömertlikten mecazdır
Tefsiri, gerçekten, Kur’ân pasajlarının yorumuyla ilgili birinci ve ikinci kuşak
islam alimlerinden nakledilen bir yorumlar ansiklopedisi niteliğinde olan Taberî (ö.
923) bu ayeti yorumunda, bir tartışmayı yeniden ortaya koyar ki; bazıları Allah’ın
elinin O’nun nimeti anlamında olduğunu iddia eder, bazıları da O’nun gücünü temsil
ettiğin söyler, bir başka grup da onu Allah’ın mülkiyetine bir atıf olarak kabul eder29.
Reşit Rıza (ö. 1935), pratikte Sünni olan el-Menâr adlı tefsirinde, ilk kuşak için olduğu
kadar daha sonraki kuşaklar için de Kur’ân yorumunun büyük otoritesi olarak
isimlendirdiği İbn Abbas’a (ö. 686) atıfta bulunur. Mısırlı müfessire göre İbn Abbas’ın
ifadeleri, onu (Reşit Rıza’yı), Allah’ın açık elleri, O’nun sonsuz keremini sembolize
ettiği şeklindeki sonucu çıkarmasına dayanak olmuştur.
Bununla birlikte biz eğer tartışmamızda Kur’ân’ın en iyi açıklaması Kur’ân’ın
bizzat kendisinden beklenmelidir kuralını benimseyebilirsek, insan-biçimci dilin
mecazi yorumunu haklı çıkaracak en güçlü delile sahip oluruz.
Bu münasebetle dikkatimizi Kur’ân’daki insan-biçimci tabirlere
odaklaştırmalıyız: ibtiğâ’ vechi’l-lâhi; aşk ve şevkle Allah’ın yüzünü (rızasını)
istemektir. Kur’ân’da bu şekilde karşılaşılan ifadelerin geçtiği ayetler şu şekildedir:
... Verdiğiniz her hayır (sadaka) kendiniz içindir. Çünkü yalnız Allah’ın
yüzünü (rızasını) isteyerek veriyorsunuz30.
Sabah akşam Rabbleri’nin yüzünü (rızasını) isteyerek O’na yalvaranları
(yani, bazı Kureyş ileri gelenleri tarafından Muhammed’e katılanlara kovulmaları şart
koşulan fakir taraftarlar) kovma31.
Ve onlar Rabbleri’nin yüzünü (rızasını) arzu ederek sabrederler ...
İşte güzel
son (Cennet) onlarındır
32.
Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Allah’ın yüzünü (rızasını) isteyenler
için bu daha hayırlıdır ... Ve Allah’ın yüzünü ‘(rızasını) isteyerek verdiğiniz zekat (a
gelince); işte (onu verenler sevablarını ve mallarını) kat kat artıranlardır
33.
Bütün bu metinlerde, Allah’ın yüzünü (rızasını) elde etmeyi şevkle arzu
etmek, meşakkat ve zulüm esnasında sebat gösterme, sadaka verme ve diğer iyi
ameller yapmada güçlü bir motivasyon sunmayı ifade etmektedir. Bu ne anlama
gelebilir, yer aldığı bağlamda Allah’ın yüzü neyi ima etmektedir? Cevap Kur’ân’ın
kendisin tarafından verilmiştir: Çünkü paralel ayetlerde ibtiğâ’ vechi’l-lâhi ifadesi
ibtiğâ’ rıdvâni’l-lâhi (yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için34), ibtiğâ’ rahmeten min
rabbike (Rabbin’den umduğun bir rahmeti bekleyerek35) ve ibtiğâ’ mardati’l-lâhi
(Allah’ın rızasını kazanmak için36) ifadelerinin yerine kullanılmıştır.
Böylece Kur’ân’da:
28 el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl (Kahire 1902/03), c. I, s. 200. 29 et-Taberî, Muhammed b. Cerir, Câmiu’l-Beyân (Kahire 1954), c. VI, s. 301. 30 2 Bakara 272. 31 6 Enam 52. 32 13 Rad 22. 33 30 Rum 38-39. 34 57 Hadid 27. 35 17 İsra 28. 36 2 Bakara 207.
300 kur’ân’ın insan-biçimci dili
“ibtiğâ’ mardati’l-lâhi (Allah’ın rızasını kazanmak için mallarını harcayanlar”37 ayetini
okuruz. (Bunu yukarıda alıntılanan Bakara suresi 272. ayetle karşılaştırınız).
Allah’ın yüzü ifadesinin, çoğu zaman Allah’ın kerim (benenolent) yüzünün
artan değerine sahip olduğu Tevrat alimlerince iyi bilinen bir meseledir. Bu en yaratıcı
bir şekilde Tekvin XXXIII, ayet 10 da bildirilmiştir. Orada Yakub peygamber kardeşi
Esau’ya şöyle der: “Eğer şimdi senin gözünde lütuf bulursam, o zaman elimden
hediyeyi kabul et; çünkü Allah’ın yüzünde olduğu gibi aynı ifadeyi senin yüzünde
keşfettim ve sen benden memnun idin”.
Bu Kutsal Kitap’ta sekiz defa panee Jahwe,
yani Yehova’nın insanlara çevrilmiş yüzünü aramak (bakas) söz konusu edilmiştir. 2
Tarihler VII, ayet 14 de Allah, Süleyman’a şöyle der: “Eğer benim halkım... boyun
eğer, ibadet eder, yüzümü ister ve kötü yollardan dönerlerse, onları işitirim ve onların
günahlarını bağışlarım”.
Sadece genel konuşma tarzının değil aynı zamanda Kur’ân’ın kendisinin de
te’vilin uygulanmasına razı olacağını teslim edebilmemizden dolayı, mecazi yorumun,
temsili anlamda verilen ibarenin bağlamıyla uyum içerisinde olması gerektiği şartını
eşzamanlı olarak koşmak zorundayız.
O mecazi anlamın içine yorumcunun hiçbir
şahsi dogmatik tercihi girmemelidir. Aralarında ünlü Mutezili Abdu’l-Cebbar’ın da
bulunduğu Şiî olmayan birkaç alim kategorisinde mütala edilen İmamiye’den Şerif
el-Murtaza el-Hudâ (ö. 1044), Allah’ın İbrahim’i dost (halîl) olarak seçmesinin O’nun
şanına yakışmayacağını düşünmektedir. Nisa suresi 125. ayette geçen halîl farklı bir
manada alınmalıdır. Murtaza bu hususta İslam öncesi şairi Züheyr’den bir şiir
nakleder. Orada halîl ‘yoksul bir şahıs’ anlamını ifade etmektedir.
Bu yorum her ne
kadar sağlam filolojik esasa dayanmış olsa da, bu, İbrahim dininin (millet)
müslümanlar tarafından uyulması gereken bir kalıp olarak belirtilmiş mevcut bağlamı
içinde düşünüldüğünde halîlin anlamını apaçık bir tahrifidir. Diğer taraftan benim
düşünceme göre Mutezilî müfessir Zemahşerî’nin bu hususta kullandığı yorumlayıcı
metot meşrudur. ‘Dost’, Zemahşerî’nin iddia ettiği gibi, ‘İbrahim’in seçiminden ve ona
şeref ihsan edilmesinden mecazdır”
Münasip sınırlar içerisinde mecazi bir yorumun caizliği, ilave avantaj sağlar
ki, bu yolla Kur’ân’ın insan-biçimci ifadeleri okuyucuya özel bir estetik haz verir. Artık
bunlar, insanın kendi tasavvurundan ve etrafındaki yaratılanlardan çıkarsanan ilahi
sıfatlarla ilgili kavramları oluşturmaya mecbur olduğu için insanın soyutlama
melekesindeki eksik yeteneğin gerekli tabii sonucu olarak kabul edilmeyi
gerektirmezler. Aksine insan-biçimci dil şiirsel bir etki meydana getirebilir ve Kur’ânî
ifadenin etkileyiciliğini ve retorik gücünü artırabilir.
Kur’ân Araf suresi 54. ayette Allah
hakkında şöyle der: “Yaratma ve koruma (emr) O’nundur”41. Bu bir ilkenin, soyut bir
hakikatin açıklamasıdır. Ancak daha da anlamlısı ise Yunus suresi 3. ayette olduğu
gibi, aynı fikrin insan-biçimci terimlerle şiirsel uslüpla ifade edilmesidir ki, orada
Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratmasından sonra ‘emr karalaştırmak için’, yani
yönetimini planlamak için tahtına nasıl istiva ettiği betimlenmiştir.
Beydavî tahtı (arş)
37 2 Bakara 265. 38 Oniki imamı kabul eden İmamiye, ılımlı Şia’dır. I. Goldziher, Die Richtungen der Islamischen Koranauslegung (Leiden 1920), s. 166. 40 Zemahşeri, el-Keşşâf, c. I., s. 230. 41 Emr kavramının bu yorumu için bkz.: “The ‘emr of God’ in the Koran”, Acta Orientalia, XXIII 1-2 (1955), s. 9.
C.Ü. ilahiyat fakültesi dergisi, VIII/1, 2004 mevlüt erten 301
bir temsil, yani Allah’ın haşmetinin temsili bir şekilde anlatımı olarak yorumlar
Reşit
Rıza bu görüşü desteklemekte ve şunu söylemektedir: Allah’ın arşında oturmasının
resim gibi temsil edilmesi, göklerin ve yerin O’nun hakimiyeti altında olduğu soyut
gerçeğine kuvvet ve derinlik katmaktadır. Gerçekten, Kur’ân’daki insan-biçimci dilin
en temel fonksiyonu, onun mesajının muhtelif yönlerine kuvvet ve derinlik katması
olmalıdır.
KAYNAKLAR
A. J. Arbery, The Koran Interpreted, London 1964.
A. J. Wensinck, The Muslim Creed, London 1965.
Abdu’l-Cebbar, el-Muhît bi’t-teklîf, Kahire 1969.
Ahmad al-Ghazzalî, Savânîh, ed. H. Ritter, İstanbul 1942.
Ali el-Karî el-Herevî, Şerhu al-Fıkh-ı al-Ekber, Kahire 1909.
el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl, Kahire 1902/03.
Daud Rahbar, God of Justice, Leiden 1960.
Fadlou Shehadi, Ghazali’s Unique and Unknowable God, Leiden 1964.
Ignaz Goldziher, Die Richtungen der Islamischen Koranauslegung, Leiden 1920.
J. M. S. Baljon, “The ‘emr of God’ in the Koran”, Acta Orientalia, XXIII 1-2 (1955), s. 9 vd.
J. M. S. Baljon, Nederlands Theologisch Tijdschrift XVI, 1962, s. 337-343.
J. W. Sweetman, İslam and Christian Theology, London 1947.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn b. el-Haccâc, Sahih.
Reşit Rıza, el-Menâr, Kahire 1935.
Shah Walî Allah, Hujjat Allah al-Balighah, Delhi 1954/5.
et-Taberî, Muhammed b. Cerir, Câmiu’l-Beyân, Kahire 1954.
Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf, Kahire 1889/90.
42 el-Beydavî, Envâru’T-tenzîl, c. I, s. 97. 43 el-Menâr, (Kahire 1935), c. I, s. 295