05 Mayıs 2018

LEVHİ MAHZUZ İNSANIN BAŞINA GELECEĞİNİN YAZILDIĞI KİTAP

LEVHİ MAHFUZ İNSANIN BAŞINA GELECEĞİNİN YAZILDIĞI KİTAP ile ilgili görsel sonucu
LEVHİ MAHZUZ
İNSANIN BAŞINA GELECEĞİNİN
YAZILDIĞI KİTAP
Abdullah (îbn-i Mes 'ûd) radiyallâhu anhden rivayete göre, demiştir ki : Resûlullâh sallallâhu aleyhi vesellem bana (insanın hilkati atvârından) haber verdi —ki o, kendi doğru söyler, kendisine de doğru bildirilir— buyurdu ki:
"Sizin biriniz (in hilkati mebdeinde) ana ve baba maddeleri kırk gün ananın karnında toplanır, (halka müstaid bir halde tahammür eder). Sonra o maddeler o kadar zaman (kırk gün) içinde katı bir kan pıhtısı hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman (kırk gün) içinde mudga = bir çiğnem ete tahavvül eder. (Dördüncü tekâmül tavrında) Allah bir melek gönderir. Ve tekâmül eden mudgaya (şu) dört kelime (yi yazması) emrolunur ki: onun işini, rızkını, ecelini, şakî veya saîd olduğunu yaz! denilir."
(Ibn-i   Mes'ûd  demiştir ki:
"Abdullah'ın hayâtı yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki: Melek bunları yazdıktan) sonra ona ruh üflenir. (Cenin canlanır), imdi sizden bir kişi (bu fıtratı îcâbı dünyâda) iyi iş işler de hattâ kendisiyle Cennet arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (Meleğin ana kanunda yazdığı) yazı gelir; o kişiyi önler. Bu defa o, Cehennemliklerin işini işlemeğe başlar (da Cehennem'e girer) sizden bir kişi de (fena) iş işler. Hattâ kendisiyle Cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (meleğin yazdığı) kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi ehl-i Cennetin işini (hayır iş) işler, (Cennet'e girer)." (Buhari)
Açıklama:
Bu hadîsi, Buhârî meleklerin me'mûr oldukları hilkat vazifelerine dâir açtığı bir babında rivayet etmiştir. Hadîsin unvana mutabakat noktası da bir kısım meleklerin beşerin mukadderatını, saadet ve şakâvetini yazmağa me'mûr olduklarının bildirilmesidir.
Hadîsin metninde Resûlullâh (asv)'ın kelâmı (şaki ve saîd) kelimeleriyle nihayet buluyor. Ondan alt tarafı râvî Abdullah Ibn-i Mes'ûd'a aittir. Buhârî metninde ikisi arası fasledilmediğinden hepsi Peygamber Efendimiz (asv)'in kelâmıdır, sanılıyor. Bu zannı, hadîsin diğer bir rivayet tarikında vârid olması izâle etmiş, bu da tercememizde gösterilmiştir.
Beşerin hilkat-i atvârı Kur'ân-ı Mübîn'de Mü'minûn Sûresi'nin 12-14 üncü âyetlerinde beyân buyurulmuştur ki, mealleri şöyledir:
"And olsun ki, biz insanı çamurdan (tasfiye edilmiş) bir Sülâleden (gıda olarak insan uzviyetine temessül eden bir maddeden) yarattık. Sonra o Sülâleyi, (o insan nesline temessül eden maddeyi) metanetli bir karargâhta, (aldığını muhafaza eden kuvvetli ana rahminde) Nutfe, (menî içinde bir tohum) kıldık. Sonra Nutfeyi, (o insan tohumunu) Alâka, (yapışkan ve pıhtı bir kan hâlinde) yarattık. Müteakiben o Alâkayı mudga (bir çiğnem et) hâline koyduk. Arkasından mudga kemik, (İnsan iskeleti) hâlinde yarattık. Ardı sıra bu kemik (den iskelet) e bir et giydirdik. Sonra bu (hilkat atvârının son şekli) ni bir başka yaradış (olan iradesiyle, ruhiyle, bedenî cihaz ve kuvâsi) le (ahsen-i takvimde) bir hilkat neşeti verdik. Bu cihetle Allah, hâlık (farz olunan) ların fevkinde güzel yaratmakla yüceldi." 1.
İnsan denilen bu hilkat garibesini Allah, bir anda yaratmak kudretini hâiz iken Allah'ın onu tabiî şeklini alıncaya kadar bir takım tavırlara, kanunî tahavvüllere tâbi tutmasında hiç şüphesiz husûsî ve umûmî birtakım menfaatler, hikmetler vardır. Husûsî menfaatlerden bir mühimi anaya âit olanıdır ki: Allah, o nevzadı ana karnında defaten yaratmış olsaydı, ana mu'tadı olmayan bir yükü karnında taşımak zorunda kalacak ve belki de helakine sebep olacaktı. Hilkat etvâriyle te'mîn edilen mümârese sayesinde bu mahzur önlenmiş oluyor. Umûmî olan hikmet ve menfaat de Allah'ın kudretini ve insanlara mebâdî-i hilkatte başlayan ni'metini izhâr etmesidir.
Bu rivayetine göre, insanoğlu ana karnında aleka, mudğa gibi hilkat atvârını tamamlayıp yüz yirmi günlük tekâmül tahavvülü geçirdikten sonra Allâh Teâlâ bir melek göndererek onun işini, rızkını, ecelini, şakî veya saîd olduğunu yazdırıb sonra cenîne ruh nefholunur. Bu rivayete göre, Resûl-i Ekrem (asv) buyurur ki:
"Sîzden bir kişi bu fıtratı îcâbı dünyâda iyi iş işler de hattâ kendisiyle Cennet arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada meleğin ana karnında yazdığı yazı gelir, o kişiyi önler. Bu defa o kişi Cehennemliklerin işini işlemeğe başlar. Bu suretle Cehennem'e girer. Sizden diğer bir kişi de fena iş işler, hattâ kendisiyle Cehennem arasında bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada meleğin yazdığı kitabı gelir de onu önler. Bu defa da o kişi ehl-i Cennetin hayır işini işler, Cennet'e girer."
İbn-i Mes'ûd'un bu hadîsinin bir mefhûmu halk dilinde: "Saîd anasının karnında saîddir. Şakî de anasının karnındaki şakîdir." suretinde bir düstur hâlinde meşhurdur.
Bu konuda Buhari'de geçen  İmran bin Husay’nın Peygamberimize (asv) sorduğu soru şöyledir:
İnsanların cennetlik veya cehennemlik olmaları mademki Allah'ın kaza ve kaderi eseridir. Şu halde insanların ibâdetlerinin ve birtakım hayır işlerinin ne te'sîri olabilir?
Hazret-i Peygamber (asv)'in cevâbı da şöyledir:
"Kula düşen vazîfe, niçin yaradıldıysa onun muktezâsını îfâ etmek ve Yaradan'a karşı me'mûr olduğu kulluk vazîfesini hayâtının sonuna kadar idâme eylemektir. Binâenaleyh saîd olan cennetlik kişinin saadet alâmeti, hiç delâlete düşmeden ömrünün sonuna kadar doğru yolda yürümek ve Cennet'e ermektir. Şakî olan Cehennemlik kişinin şakâvet alâmeti de hayâtının sonuna kadar delâlete düşmüş olmasıdır ki, bu kul da sapkınlığı ile Cehennem'e ermiş bulunur."
Bir Sual — Kişinin saîd veya şakî olması, ezelî takdirin ve ana karnında iken bu suretle damgalanmasının eseri olduğuna göre bu vaziyet, o kişinin serbest hareketine mâni bir zaruret ve bir özür değil midir?
Cevab — Değildir. Çünkü, bu ezelî takdîr ve bu suretle ana karnında  tahrîr,  Allah'ın ilim ve irâdesinin  eseridir.  Yâni Allah, bir kişinin dünyâda saîd veya şakî, Cennetlik veya Cehennemlik olacağını ezelde bildiği ve için o kişinin saîd veya şakî olacağını kaderinde takdir buyurmuştur. Felsefi bir hakikattir, ki, ilim dediğimiz sıfat, ma'lûm dediğimiz mevsûfa tâbi'dir. Yâni, ayan ve eşyanın hâriçte taayyün eden vücûduna ilim taallûk eder; ilim dediğimiz bilgi öyle hâsıl olur. Bu cihetle kul için ezelî takdir ne bir zaruret teşkil eder, ne de özür.
Bu hadis bir kısım insanların cennete bir kısmının da cehenneme gideceğini açıklamaktadır.
Allah'ın bir kısım insanları Cennet için yaratıp ona göre amel işlemesi sözü şu şekilde anlaşılmalıdır. Yani bazı insanlar bu dünyada cennete layık olacak ameller işlemeyi isteyecek ve Allah da onların bu isteklerine göre o fiili halkedecek ve bunun sonucunda da o insan cennete gidecektir.
Bazı insanların Cehennem için yaratılıp Cehennemlik ameller işlettirilmesi ise; kişi Cehennemi gerektirecek amel yapmayı ister ve Allah da o fiili yaratır ve kişi bu fiili işlemekle cehenneme girer.
Nitekim kişi kendi istiği ile günah işlenen yerlere de gidebilir, Allah'ın adının zikredildiği yerlere de gidebilir. Bu durumda serbesttir. Neticesine de katlanacaktır. İşte bu hadisde bu mana ifade edilmiştir.
Allah her insanı temiz bir fıtrat üzere özünde iyi olarak yaratmıştır. Her insanda iyiliğe olduğu gibi kötülüğüde meyil vardır. İnsanın sorumluluğu bunlardan hangisine ağırlık verdiğiyle ilgilidir. Allah her insanı potansiyel bir Ebubekir (ra) olarak yarattığı gibi, potansiyel bir Ebucehil olarak da yaratmıştır. Peygamberler istisna tutulursa genel olarak bu böyledir. Çünkü Allah adildir, zulmetmez.
Ama her insan kendisindeki iman filizini büyütememekte, bazılarıda tamamamen bunu kurutmaktadır. Kötü meyillerin verilmesi veya nefis ve şeytanın musallat olması ise hayırdır. İnsan meleklerden farklı yüksek makamlarada çıkabilir, alçak mertebelerede inebilir. Kainatın kurulması ve hayatın devamında asıl amaç kamil insanı netice vermesidir. İnsanın yüksek mertebelere çıkıp kamil insan olması için, kötü meyillerine, nefsine ve şeytana muhalefet etmesi, gerekmektedir. Bu olmasaydı melekler gibi makamı sabit kalırdı. Halbuki sabir makamlı melekler çoktur.
Bu meyillerden dolayı bir kısım insanların cehennem girmesininde kıymeti yoktur. Cehenneme girenler iki seçenekten kötü olanı seçmişlerdir ve buna müstehak olmuşlardır. Allah bu meyilleri veya nefis ve şeytanın tasallutunu derecelerini yükseltip kamil insan olmaları için vermiştir cehenneme girmeleri için değil.
Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye (Kimyasal muamele) görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa (Filizlenmeye başlamazsa), yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu"? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.
Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu"? Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.
İşte, nev-i beşer (İnsanlık), bi’set-i enbiya (Peygamber gönderilmesi) ile, sırr-ı teklif (imtihana tabi tutulma) ile, mücahede (kötü isteklerine muhalefet) ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra (zararlı hayvanlar) nevinden olan küffârı ve münafıkları kaybetti. Bunu yerine böyle kamil insanları kazandı
Allah bazı insanları cehennem için yaratmamıştır. Aksine cehennemi bazı insanlar için yaratmıştır. Mesela, bir devlet hapishane yapar, ama bu hapishaneyi falan falan insanlar içeriye tıkılsın diye yapmaz. Bu hapishaneyi kim hakkederse onu içine almak için yapar. Aynen bunun gibi, Allah hakkedenlere cehennemi inşa etmiştir. Yoksa “falan insanlara cehennemi hazırladım demek” Cenab-ı Hakk'ın adaleti ve hikmetine uymaz. Çünkü bu gibi insanlar hiç cehennemi hak etmemişlerse itiraz hakları olur.
Arapça`da korunmuş levha demektir. İslâm`da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah`ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah`ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmeşinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur`an`da Ümmü`l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kitabul-Kader (Kader Kitabı) da denir.
Levh-i Mahfuz adı Kur`an`da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kur`an`ın Levh-i Mahfuz`da bulunduğu bildirilir (el-Buruc, 88/22), ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (el-En`âm, 6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (el-Hadid, 57/22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin, 36/12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (en-Neml, 27/75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap`tır.
Bazı zayıf Hadislerde Levh-i Mahfuz`un yaratılışına ilişkin bilgiler vardır. İbn Abbas`tan rivayet edildiğine göre Allah Levh-i Mahfuz`u beyaz inciden, kenarlarını da kırmızı yakuttan yarattı, kalemi de, yazısı da nurdur. Aynı konuda Enes bin Mâlik`ten yapılan bir rivayete göre de Levh-i Mahfuz`un bir yüzü yakut bir yüzü yeşil zümrüt ve kalemi de nurdur. Allah buraya yaratacağı, rızıklandıracağı, yaşatacağı, öldüreceği, izzetlendireceği ve dilediği şeylerden yapacağı herşeyi o nurdan kalemle yazdırmıştır. Bu yazma işlemi her gün ve gece sürmektedir. İbn Abbas`tan gelen zayıf bir rivayete göre Allah Levh-i Mahfuz`a ilk olarak şu sözü yazdırmıştır:
"Muhakkak ki ben Allahım. Benden başka ilah yoktur. Rahmetim gazabımı geçmiştir. Kim ki Allah`tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O`nun kulu ve resulü olduğuna şehadet ederse, ona cennet vardır" Yine İbn Abbas`tan gelen diğer bir rivayete göre ise Levh-i Mahfuz`a ilk olarak "Bismillahirrahmanirrahim, kazâma teslim olan ve hükmüme ram olan ve belâma da sabredeni kıyamet gününde sıddıklarla birlikte diriltirim" sözü yazılmıştır.
Levh-i mahfuz,olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir İlâhî muhafaza levhası; İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, kâinatın programıdır. 
Levh-i mahfuzun insandaki küçük örneği, “hafıza”dır. Hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz. 
Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz. 
Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder. 
Nasıl insanın başından geçen bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kâinattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” (koruyan, muhafaza eden) ismi tecelli eder. 
Her şeyin levh-i mahfuzda yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklı. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar. 
İşte her şeyin ve her hadisenin, levh-i mahfuzun defterleri olan imam-ı mübîn ve kitab-ı mübînde yazılması bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.
Levh-i mahfuz, olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekândaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir ilâhî muhafaza levhası; ilahî ilmin aynası, kaderin defteri, kâinatın programıdır.
Levh-i mahfuzun insandaki küçük örneği, “hafıza”dır. Hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz.
Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz.
Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder.
Nasıl insanın başından geçen bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kâinattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” (koruyan, muhafaza eden) ismi tecelli eder.
Her şeyin Levh-i Mahfuz'da yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklı. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.
İşte her şeyin ve her hadisenin, "Levh-i Mahfuz'un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn'de yazılması" bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur. 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...