10 Ağustos 2017

ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ...ÜÇ



ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ...ÜÇDÖRDÜNCÜ KISIM
Son zamanlarda ortada dolaşan iki tabir var. Biri TÜRK-İSLÂM SENTEZİ, diğeri de TÜRK MÜSLÜMANLIĞI... Biz bu ifadelerin ikisini de tutmayız... Çünkü ilki önce TÜRK ile İSLÂM'ı ayrı telakki eder, sonra ikisini bağdaştırmaya çalışır. Sonuçta TÜRK İNSANI'na ARAP İSLÂM ANLAYIŞI'nı yamamak gibi bir durum ortaya çıkar... İkincisinde ise sanki İSLÂMLIK çeşit çeşitmiş te, biz birini seçmişiz gibi bir anlam gizli... ve bu artniyetli olanlarca kötüye kullanılabilecek bir durum ortaya çıkarmakta... Yani, bizi diğer MÜSLÜMAN MİLLETLER'den ve TOPLULUKLAR'dan koparmaya gidebilir.
İşte bu yüzden biz TÜRKLER'İN İSLÂM ANLAYIŞI ifadesini kullandık... İSLÂM DİNİ, HAK DİN'dir ve TEK'tir. Ancak insanların anlayışı, idraki farklıdır. Bir de yaşanılan ortamlar, iklim, örf, âdet farklılıkları vardır. Bu yüzden DİN'in esası değişmez, ama anlayışta ve toplum içi uygulamada farklılıklar olabilir. İSLÂM DİNİ'ni en iyi anlıyan ve içinde bulunduğu şartlara göre en iyi uygulayan MİLLET, elbette ki TÜRKLER'dir.
İşte bu sayfadan itibaren TÜRKLER'in İSLÂM içindeki yerini ve rolünü anlatmaya başlıyacağız.

YEDİNCİ BÖLÜM: GÖZDE İNSAN TÜRKLER
TALAS savaşının EMEVÎ hanedanının yıkılmasından hemen sonra olduğu gözönünde tutulursa, TÜRKLER'in İSLÂM'ı kabullenmedeki tavır değişikliği kolayca anlaşılır.
EMEVÎ devrinde TÜRKLER'in MÜSLÜMAN olmaya yanaşmamasının en önemli sebebi, İSLÂM DEVLETİ'nde ELİT TABAKA'nın tamamen Araplar'dan, hatta çoğunlukla EMEVÎ ailesinden ibaret olması idi.
Bu aile zihniyeti hâlâ bazı Arap ülkelerinde sürmektedir. Meselâ Türkiye'nin iki katı büyüklükte olan SUUDİ ARABİSTAN adını SUUD ailesinden alır... Hemen bütün bakan ve bürokratlar, komutanlar bu ailedendir... Ülke ekonomisi bu aile fertlerinin elindedir. Halbuki OSMANLI DEVLETİ de adını bir hanedandan almasına rağmen, PADİŞAH dışında hemen hiçbir OSMANLI ferdi önemli bir göreve getirilmemiştir. Vezir, bakan olmamıştır. AİLE hiç bir zaman ön plana çıkmamıştır. Zengin dahi olmamıştır... Bu husus dahi biz TÜRKLER'in İSLÂM anlayışının ne kadar ÖZ'e yönelik olduğunu gösterir. Çünkü KUR'AN ve HADİSLER VAZİFE ve MEVKİ tahsisinde KABİLE, AKRABALIK, TANIDIK vs.nin değil; EHİL olmanın önemini belirtir, bunun FARZ olduğunu söyler.
EMEVİLER'e dönersek, İSLÂM DEVLETİ çok genişlemişti. Çok büyük bir sahada ve bir çok millet üzerinde hükmü vardı. Bu yüzden ARAP-MEVÂLİ ayırımı, Arap olmayanın 2. sınıf, hatta KÖLE kabul edilmesi, diğer milletler gibi TÜRKLER'in de hazmedemediği bir husus olmuş, ve şiddetle direnmişlerdir.
Kesinlikle ifade edelim ki, bu direnme İSLÂM'a değil; İSLÂM'ı getirdiğini öne süren EMEVÎ idaresine karşı idi. Bu da bazı TÜRK-TÜRKMEN-ALEVÎ topluluklarına, ilerde SÜNNİLER'e karşı bir tavır olarak yansıyacaktır... Çünkü direnebilmek için muhaliflerin safında, yani ŞİİLER'in yanında yer almışlar, SÜNNî EMEVÎLER'e karşı durmuşlardı.
Elbette ki bu arada MÜSLÜMAN olan TÜRKLER de vardı ve EBA MÜSLİM-İ HORASANÎ bunlardan biri idi. Ama kitle halinde İSLÂM'a katılma EMEVÎ dönemi TÜRKLER'i için söz konusu olmamıştır.
ABBASÎ dönemi başlayınca (750) ARAP-MEVÂLÎ farkı kalktı. Doğu eyaletleri, özellikle HORASAN, HİLÂFET'in el değiştirmesinde oynadığı rol yüzünden önem kazandı. Mevki ve makamlar Arap olmayanların, özellikle Acemler'in eline geçti.
TÜRKLER, askerî alandaki üstünlüklerini 810'larda gösterme imkânını buldular. Kardeşi EMİN'le mücadeleye giren HALİFE MEM'UN, Arap ve Acemler'e güvenemiyeceğini anlayınca, HORASAN'da bulunduğu sırada yakından tanıdığı TÜRKLER'i sistemli bir şekilde ordusunda görevlendirmeye başladı... AFŞİN, AŞNAS, BOĞA (BÜKE) gibi komutanlar MEM'UN zamanında HİLÂFET ordusunda önemli yerlere geldiler.
Ama TÜRKLER'in hasletlerine uygun bir mevkiye çıkmaları HALİFE MU'TASIM zamanında oldu. Esasen MU'TASIM, MEM'UN zamanında ordunun teşkilatlandırılması ile ilgilenmişti. MEM'UN'un HORASAN'a, SEYHUN-CEYHUN bölgesine TAHİR, SAMAN gibi TÜRKLER'i VALİ tayin ettiğini görmüştü. HİLÂFET'i de kumanda ettiği TÜRKLER sayesinde ele geçirmişti. Bu yüzden hem onları seviyor, hem de bir nev'i şükran hissi duyuyordu.
Bütün bunlara ek olarak, 816'da başlıyan BABEK İSYANI da TÜRKLER'i ön plana çıkardı. Ülkelerinin bir anda fethedilmiş olmasını, haşmetli devletlerinin yıkılıp gitmesini bir türlü hazmedemiyen Acemler, her fırsatı değerlendirerek eski İRAN'ı ihya etmeye çalışıyorlardı. Bu yüzden son hükümdar YEZDİCERD'in bir kızını HALİFE'ye, bir kızını da Hz. HÜSEYİN'e vermişlerdi. Bu yüzden MEYMUN, İMAM CAFER'den sonra (765) onun İMAM olamıyan diğer oğlu İSMAİL'i öne sürerek ayrılık çıkarmıştı. Şimdi de BABEK, kadın ve malda ortaklığı savunan eski MEZDEK inancını canlandırmak istiyordu. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 45)
HALİFE MEM'UN, BABEK belâsını TÜRK komutan AFŞİN vasıtasiyle defedince (Bakınız: İSLAM'A FESAT KATANLAR, 14. Bölüm) TÜRKLER'e ayrı kıyafet giydirmeye, onları diğer birliklerden ayrı tutmaya başladı. Bu uygulama tabii ki, Arap unsurların ve artık yozlaşmaya başlamış olan BAĞDAT halkının tepkisini çekiyordu. Ama MU'TASIM yılmadı, çözüm olarak SAMARRA adını verdiği yeni bir şehir kurdu, ordusunu ve DEVLET dairelerini oraya taşıdı. SAMARRA'yı bir süre sonra DEVLET MERKEZİ yaptı. İMAM ALİ NAKİY ve İMAM HASAN-ÜL ASKERİY, işte bu şehrin ASKER mahallelerinde TÜRKLER ile birlikte ve HALİFE'nin yanıbaşında yaşamışlardır!.. Bu yüzden ASKERİY lâkabıyla anılırlar. Ama Alevî kardeşlerimiz işin bu yönünü, yani Halife'yle bağlantısını bilmez! Bilen de başkasına söylemez!
Böylece TÜRKLER İSLÂM'ın vazgeçilmez unsuru oldular. Onu Araplar'dan ve Acemler'den daha güçlü ve daha inançlı savundukları için bütün dünyada TÜRK ve İSLÂM kelimeleri birbirinden ayrılmaz iki kavram haline geldi... O kadar ki, HIRISTİYAN ARAP ifadesi tabii karşılanırken, BUDİST TÜRK, HIRİSTİYAN TÜRK denildiğinde, "öylesi de var mı?" diye hayret uyandırır oldu... (Bakınız: NOTLAR - 4B, 46)
TÜRKLER zamanla öyle önem kazandılar ki, bir HALİFE'yi indirip yerine bir başkasını getirebiliyorlardı. İşe KÖLE olarak başlayıp zekâsı, çalışkanlığı ve gücü sayesinde kısa zamanda KOMUTAN, hatta VALİ olanlar az değildi. Sonradan bu valiliklerden bir kısmı yarı bağımsız devletlere dönüşüyordu. TAHİROĞULLARI, daha sonra BAKIRCIOĞULLARI, SÂMANOĞULLARI 830'lardan sonra kurulmuş bu çeşit hanedanlıklardı... MISIR'da TULUNOĞLU DEVLETİ'ni de SAMARRA'lı bir köle TÜRK'ün oğlu AHMET kuracaktır. Tarihte KÖLEMEN diye anılan devletler de hep bu tarzda oluşmuştur.

SEKİZİNCİ BÖLÜM: GERÇEK MÜSLÜMAN TÜRKLER
FRANSA'nın güneyinden başlayıp bütün KUZEY AFRİKA, bütün ARABİSTAN ve İRAN'ı kapsayarak ta ORTA ASYA içlerine kadar uzanan İSLÂM DEVLETİ, 800'lü yıllardan itibaren bütünlüğünü koruyamadı. ABBASÎ kıyımından kurtulan EMEVÎLER İSPANYA'da ENDÜLÜS EMEVİ DEVLETİ'ni kurdular. (756-1031) Şİİ İDRİSOĞULLARI DEVLETİ FAS'ta (788-909), Şİİ FATIMİLER, MISIR'da (910-1171) ayrı birer devlet olarak varlıklarını sürdürdüler. Doğu tarafta ise HASAN BİN ALİ, HAZAR DENİZİ'nin güneyinde ALEVİ bir devlet kurdu. (864-928) TAHİROĞULLARI HORASAN'da, BAKIRCI YAKUB'un sülâlesi SECİSTAN'da, SÂAMANOĞULLARI da SEMERKANT'ta hüküm sürdüler. Özellikle 800'lerden sonra İSLÂM DEVLETİ, bir üzüm salkımı gibiydi, taneleri kendine bağlı ama kolayca kopabilecek DEVLETLER'den oluşuyordu. Küffardan çok birbirleriyle uğraşıyorlardı.
İsyanlar, mezhep çatışmaları da bu dönemde başlar... MEYMUN OĞLU ABDULLAH'ın ortaya çıkışı (800), ZİKRAVEH (892), KARMAT (900), ÜBEYDULLAH (913), EBU TAHİR (930, KÂBE saldırısı) ve arkasından Şİİ BÜVEYHİLER'in BAĞDAT'ı ele geçirmesi (945) birbirini takip eder ve İSLÂM'ın başına dert olur.
BÜVEYHOĞULLARI DEYLEMLİ'dir. HAZAR DENİZİ'nin güneyinde yaşarken ALİ OĞULLARI'ndan HASAN'ın orada bir devlet kurması ile önce ALEVİ'leşmişler, fakat sonradan İRAN etkisi ile Şİİ'leşmişlerdir. Aslen TÜRK'türler. SABAR ve KÜRT boylarından geldikleri belirtilir. Ancak diğer TÜRK devletleri gibi davranmamışlardır. Devletleri, EBU SUCA'nın oğulları tarafından kurulmuş, ve İRAN'a doğru genişlemiştir.
BÜVEYHOĞULLARI, ABBASİ HALİFESİ'ni tanımazlardı, ama onu DEVLET'in başında tutmayı uygun gördüler. SÜNNİLER'i kızdırmamak istiyorlardı. Ayrıca kendileri ZEYDΠkolundan olmalarına rağmen; iktidarı elden kaçırmamak için 12 İMAMLI ALEVÎ ileri gelenleri ile işbirliği yapmaya çalıştılar... Ama pek başaramadılar.
BÜVEYHOĞULLARI idaresinden memnun olmayan PEYGAMBER TORUNLARI, 12. İMAM MEHDİ'nin son elçisi ALİ'nin 941'de vefatıyla İMAMET'in hitame ermesini de gözönünde tutarak, peyderpey HORASAN'a göçtüler. ALEVİLİK ORTA ASYA'da ve TÜRKLER arasında yayılmaya başladı... Artık SEYYİD diye anılan PEYGAMBER TORUNLARI orada büyük saygı gördü. BÜVEYHLİLER'den memnun olmayan SÜNNİ eğilimli SAMANOĞULLARI, TAHİROĞULLARI, GAZNELİLER siyasetle igilenmiyen, kendilerini tamamen ilme vermiş bu muhterem kişilerle yakından ilgilendiler. Onların öğrenci yetiştirmesine, etraflarını toplananları eğitmesine imkân tanıdılar. Zamanla TÜRKLER'in SÜNNİ'liği Araplar'dan; ALEVİ'liği Acemler'den daha farklı, fakat daha tutarlı olarak gelişti.
Daha başka bir ifade ile, ilerde derinlemesine incelerken göreceğimiz gibi, o dönemdeki TÜRKLER'in ALEVİ'liği ve SÜNNİ'liği birbirinden ayrılmaz bir BÜTÜN idi... ki, işte buna biz TÜRKLERİN İSLAM ANLAYIŞI diyoruz!.. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 47)
Bu anlayışın arkasında SEYYİD BATTAL GAZİ'nin mücahitliği ile HACE AHMED YESEVİ'nin âlimliği vardır. Her ikisinin de İMAN'ı BİR'dir!..
Bu anlayışın esasları ANADOLU'daki, ORTA ASYA'daki ve bütün DÜNYA'daki TÜRKLER'in ruhunda benliğinde yer etmiştir!
Değerli bir MÜCEVHER gibi dikkatle, itinayla işlenmiş olan bu ÖZ'ü camdan incik-boncukla değişmek olmaz!.. ÖZ'den ayrılıp ALEVİ-SÜNNİ sürtüşmesine girmek olmaz!.. ÖZ'den ayrılıp ARAB'ın, ACEM'in peşine takılmak hiç olmaz! Evet, onlar da müslümandır, ama İSLÂM'ı bir oya gibi işleyen biziz!.. Onları müslüman olarak bağrımıza basarız ama, İSLÂM'ın 1000 yıllık lideri biziz. Onların peşine takılmak bize yakışmaz!
Bu özelliğimizi asla unutmamak, asla kaybetmemek gerekir! Bu liderliği elde tutmak için herkesten iyi müslüman olmak gerekir!

DOKUZUNCU BÖLÜM: SIKINTILI DÖNEM 902-1035
20 yıl kadar süren BABEK İSYANI'nın en kötü yanı BİZANS ile işbirliği yapmaları oldu. HALİFE MU'TASIM'ın TÜRK komutanı AFŞİN 835'de BABEK üzerine yürüyünce, MÜSLÜMAN olduğunu iddia eden bu kişi, BİZANS İMPARATORU TEOFİLOS'dan yardım istedi. Davet TEOFİLOS'un canına minnetti!.. 100.000 kişilik bir ordu ile sınırı aştı, KİLİKYA'ya girdi. DOĞANŞEHİR havalisini yaktı, yıktı. MÜSLÜMANLAR'ı kadın-çocuk-ihtiyar demeden gözlerini oydurdu, kızgın demirlerle dağladı, işkenceyle öldürdü. 25.000 esirle İSTANBUL'a döndü.
BABEK'in bu ihaneti İSLâM'a pahalıya mÂloldu... İlerde de İSMAİLİLER, FATIMİLER HAÇLI SEFERLERİ sırasında HIRİSTİYANLAR ile işbirliği yaparak İSLÂM DEVLETİ'ni müşgül durumda bırakacaklardır...
Katliamı duyunca gözyaşlarını tutamıyan MU'TASIM, 838'de BİZANS üzerine yürüdü. Ordusunda Arap ve Ermeni askerler olmasına rağmen çoğunluk TÜRK idi. Komutanlar da AFŞİN, BOĞA gibi TÜRKLER'dendi. ANKARA'ya kadar ulaşan ve daha ileriye akınlar yapanlar da, artık kitle halinde MÜSLÜMAN olan ve ANADOLU'ya gelip SUGUUR (uçbeyliği) olarak sınıra yerleşen TÜRKLER'di.
Savaşlar nedeniyle ANADOLU'da RUM nüfus azalınca, BİZANLILAR BALKANLAR'da yaşamakta olan HIRİSTİYAN ve ŞAMANİST TÜRKLER'i, yani PEÇENEKLER'i, UZLAR'ı, KUMANLAR'ı ANADOLU'ya naklettiler. MÜSLÜMAN TÜRKLER'in yaşadığı SUGUURLAR'ın karşısına onları diktiler. TÜRK'ü TÜRK'e kırdırarak kendilerini kurtarmaya çalıştılar.
İşte bugün KIRMANÇ KÜRTLERİ'nin iki ana kolundan birini teşkil eden ve BEÇENEVİ, BEÇENELİ, BEŞENEVİYYE, PEÇENE, PEÇENEK olarak bilinen Dicle civarındaki kürt aşiretleri; OĞUZ'un torunu BEÇENE soyundan gelen ve BİZANSLILAR tarafından BALKANLAR'dan getirilip bölgeye yerleştirilen HIRİSTİYAN PEÇENEKLER'in torunlarıdır!.. OSMANLI kayıtlarında "Göçer Ekrad-Ulus taifesinden" ve "TÜRKMEN Ekradı-Ulus taifesinden" diye yer almışlardı. Yani göçebe TÜRKMENLER'in dağda yaşıyan aşiretleri diye bilinirlerdi!..
KURMAÇ, KURUMANÇ, GURMANÇ, KURMANÇ diye bilinen Dicle civarındaki kürt aşiretleri ise, HIRİSTİYAN KUMANLAR'ın soyundandır. 1514'de ÇALDIRAN savaşından sonra YAVUZ SULTAN SELİM tarafından KÜTAHYA, AYDIN, SARUHAN'dan alınıp DOĞU ANADOLU'ya yerleştirilmişlerdir. OSMANLI kayıtlarında "konar-göçer TÜRKMEN taifesinden" şeklinde yer alırlar. Kırmanç kürtlerinin tipi aynen Ege Türkleri'ne benzer. Bir kısmının sarışın ve yeşil gözlü olması da bu yüzdendir.
KIRMANÇ kürt aşiretlerinin BOKHTİ, BOTON diye bilinen diğer kolu da, daha önce belirttiğimiz gibi OĞUZHAN'ın torunu BOGDUZ'den gelen ŞAMANİST UZLAR'dır. Bunlar eski âdetlerine daha bağlı ve dağlık yerlerde daha diğerlerinden kopuk yaşadıkları için OSMANLI kayıtlarında "Ekrad taifesinden" şeklinde yer almışlardır.
DOĞU ANADOLU, GÜNEYDOĞU ANADOLU, SURİYE, IRAK, İRAN ve KAFKASYA'da "kürt" olarak bilinen topluluk ve aşiretlerin bir kısmı ARAP, FARS, ERMENİ, hatta YAHUDİ kökenlidir... Yani ortada bir "kürt milleti" yoktur!.. Kürtleşerek kendi milletinden bir ölçüde kopmuş insanlar vardır. Meselâ Mustafa ve Mesut Barzani'nin BARZAN AŞİRETİ, Yahudi kökenlidir. ERZİNCAN'da "kürt" dendi mi akla ERMENİ gelir!.. TÜRK kökenli Kürtlerin ise aslını yukarda açıkladık.
Konu Kürtler'den açılmışken, bir de ZAZALAR'dan bahsedip sözü bağlıyalım. GURAN, GURLULAR, ZAZALAR diye bilinen ve daha ziyade TUNCELİ ve DİCLE boyunca yaşıyan bu aşiretler ORTA ASYA'dan GURİSTAN'tan HARZEM hükümdarı CELALEDDİN HARZEMŞAH'ın CENGİZ ordusu önünden kaçarken beraberinde getirdiği GUR-GUZ-OĞUZ TÜRKLERİ'dir!.. 1250'lerde bölgeye yerleşmişlerdir... Hikâyesini ilerde anlatacağız.

Bu aşiretler sonradan MİLAN (BEÇENE), ZİLAN (BOGDUZ) gibi başka adlar almışlar, başka dallara bölünmüşlerdir ama özleri TÜRK'tür! TÜRK'ten başka değildir! TÜRK TARİH KURUMU'nun 14 yıl başkanlığını yapan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun 6 ciltlik "Anadolu'da Aşiretler Cemaatler Oymaklar (1453-1650)" titabında bütün aşiretlerin kökü-kökeni anlatılmaktadır. Halaçoğlu, Anadolu'da 42 bin aşiret tespit etmiş. Bunların 37 bin 706'sı Türkmen, 166'sı Moğol, 90'ı Arap ve 2 bin 287'si de Kürt aşireti... Meselâ Güneydoğu'da tamamen Kürtlerin yaşadığı sanılır, (Karadeniz'de sırf Lazlar'varzannedildiği gibi) ancak Halaçoğlu araştırmada bu bölgede yaşayan TÜRK sayısının Kürtler'e oranla beş kat daha fazla olduğu ortaya çıkarmış. Ama bir kısım TÜRKMEN aşiretinin zamanla değişime uğrayarak "kürt"leştikleri görülmüş. KARAKEÇİLİ AŞİRETİ gibi... Batı'da Türkmen, güneydoğuda "kürt"... 
kaynak: http://www.on5yirmi5.com/haber/yasam/dogal-yasam/12110/1-tlye-soy-kutugu.html

İşte CANLAR, nasıl TARİH incelenmeden ALEVİ-SÜNNİ meselesi anlaşılamazsa, TÜRK-KÜRT meselesi de TARİH bilmeden halledilemez... Eğer son 50 yılda doğudaki aşiretlerin tarihi incelenseydi, dil, dini inanış, örf ve âdetler, el sanatları incelenseydi; görülecekti ki, "kürt" tabiri son 500 yıldır ayrı bir ırkı değil; sadece dağda yaşıyan göçebe aşiretleri tanımlamak için kullanılmıştır.
Biz gene konumuza dönelim... 900'lü yıllarda iş değişti. BİZANSLILAR sıkıntılı dönemlerini atlattılar. Başa güçlü imparatorlar geçti. 928 yılında tekrar saldırıya geçtiler. Önce ERZURUM'u, MALATYA'yı geri aldılar. 948'de MARAŞ, GİRİT, KIBRIS ve GAZİANTEP (ki aslında o zaman dahi GAZİ sayılırdı) elden gitti. 964'de ADANA, TARSUS; 969'da ANTAKYA'yı aldılar. Buralara yerleşmiş olan bir çok MÜSLÜMAN Arap ülkelerine göçtü. 973'de HUNUS, BAALBEK ve BEYRUT'u ele geçirdiler. ERCİS, MALAZGİRT ve URFA da 1030 yılında BİZANSLILAR'ın oldu.
Peki, ne olmuştu da, 800'lere kadar büyük başarılar kazanan; FRANSA'ya, ANKARA'ya, ÇİN'e kadar uzanan İSLÂM DEVLETİ 900'lerde zayıflamış, hatta küçülmüştü?..
Bizce en büyük sebep ayırımcı, isyancı Şİİ akımlardır... ABDULLAH Şİİ 913 yılında ÜBEYDULLAH'ı MEHDİ ilan ederek FATIMİ DEVLETİ'ni kurmuştu. Bunlar daha sonra MISIR'ı, SURİYE'yi alarak İSLÂM DEVLETİ'nin bölünmesine yol açtılar.
YEMENLİ KARMATİLER'in lideri EBU TAHİR 920'lerde BAĞDAT'ı basmış, HALİFE MUKTEDİR'i yenmiş, MEKKE'ye saldırmış, HACER-İ ESVED'i çalmıştı!.. Girdiği her yerde katliam yaptığı, halkı soyup soğana çevirdiği gibi, DEVLET düzenini de bozmuştu.
Bu iki grup, aynı görüşte olmalarına rağmen, menfaat yüzünden birbirleriyle de savaşmışlardı. FATIMİLER ŞAM'ı alınca, şehrin haracını yiyen KARMATİLER'le aralarında anlaşmazlık çıkmış, harp etmişler, sonunda KARMATİLER, FATIMİLER'in kontrolüne girmişti.
945'de Şİİ BÜVEYHLİLER BAĞDAT'ı ele geçirmişlerdi.... Bu sûretle hemen bütün İSLÂM diyarı ŞİİLER'in idaresi altına girmişti, ENDÜLÜS ve TÜRK DİYARI hâriç!..
Ama ne FATIMİLER, ne KARMATİLER, ne de BÜVEYHİLER ANADOLU'da olanlarla fazla ilgilenmediler. İlgisizlikleri büyük toprak ve can kaybına sebep oldu.
Bütün bu olaylar 12 İMAM DÖNEMİ'nin kapanmasından önce cereyan etmişti. Ama ne İMAM HASAN-ÜL ASKERİY, ne de İMAM MEHDİ bu olaylar içinde yer almadı. ALİ OĞULLARI'ndan hiç biri çıkıp ta, "iktidar bizimkilere geçti," diyerek FATIMİLER'e, KARMATİLER'e, BÜVEYHİLER'e destek vermedi!.. Tam tersine, bu olayların cereyan ettiği yerlerde kalmak bile istemediler, HORASAN'a göçtüler!...
ENDÜLÜS ve TÜRK DİYARI dışında ŞİİLER'in hâkim olduğu 913-1059 yılları, İSLÂM TARİHİ'nin en üzücü olayları ile doludur... Onun için diyoruz ki, ŞİA (ALİ SOYU gerçek İMAMLAR'a yakın olanlar) ile Şİİ diye bilinenler (ALİ SOYU'na bağlıyız deyip menfaat peşinde koşanlar) birbirinden ayrıdır... ve bu anlattıklarımız bunun en açık delilidir...
Öyleyse HUMEYNİ'yi "ALİ âşığı" sayan ALEVİLER ile, onu "İSLÂM'ın kurtarıcısı" gören SÜNNİLER varsa, 913-1069 DÖNEMİ'ni iyi incelemelidirler!
Dikkate şâyândır ki, ABBASİLER'ce korkunç bir kıyıma uğramış, ve bunun tabii bir sonucu olarak onlara düşman olması gereken ENDÜLÜS EMEVİLERİ'nin bu dönemde menfi hiçbir tutumu olmamıştır. Tıpkı TÜRKLER gibi onlar da HIRİSTİYANLAR'ı hasım görmüşler ve 1490'lara kadar AVRUPA'da İSLÂM bayrağını düşürmeden varlıklarını korumuşlardır.
Peki, İSLÂM DÜNYASI bu sıkıntılı dönemden nasıl kurtuldu?..
EMEVİLER'in ARAP-MEVÂLÎ ayırımına bir TÜRK son vermişti: EBÂ MÜSLİM!..
BABEK isyanını bir TÜRK bastırmıştı: AFŞİN!..
İSLÂM DEVLETİ'ni bu kargaşadan bir TÜRK çıkaracaktı: TUĞRUL BEY!..
Ancak nasıl oldu da ŞAMANİST, MANİST, BUDİST, HIRİSTİYAN hatta MUSEVİ olan TÜRKLER, MÜSLÜMAN olmalarından kısa bir süre sonra İSLÂM'a Araplar'dan daha iyi hizmet edebildiler?..
Evet... Daha önceleri İSLÂM'ı kabul edip KÖLE olarak işe başlayıp yükselenler ve büyük hizmetler görenler vardı... Ancak nasıl olmuştu da, TOPYEKÜN kitle halinde yararlı hale gelmişlerdi?... Bu konu üzerinde çok az kişi durmuştur.
659 yılında ikiye bölünen GÖKTÜRK DEVLETİ'nin 744 yılında yıkılmasından sonra, doğuya ve batıya büyük TÜRK göçleri oldu. 900'lü yıllarda kuzeyden KITAY TÜRKLERİ'nin baskısı ile çeşitli TÜRK boyları güneye inmek zorunda kaldılar. Bunlardan bir kısmı KARADENİZ'in kuzeyinden BALKANLAR'a geçti. PEÇENEKLER, BULGARLAR, MACARLAR, BAŞKIRTLAR bu grupta idi... Bir kısmı da HAZAR DENİZİ'nin güneyine indi. OĞUZLAR işte bu grupta idi.
950 yıllarında 200.000 çadırlık büyük bir OĞUZ grubu müslümanlığı kabul etti. Biraz sonra da TÜRKMEN diye anılmaya başladılar. Bu arada MÜSLÜMAN KARLUK TÜRKLERİ de ORTA ASYA'da KARAHANLILAR DEVLETİ'ni kurmuşlardı.
Aynı tarihlerde İMAMET'in sona ermesi ve Şİİ BUVEYHİLER'in gelmesi üzerine ALİ SOYU HORASAN'a göçmüş, ve ALİ OĞULLARI HASAN-HÜSEYİN ayırmadan SEYYİD diye anılmaya başlamıştı. (Bakınız NOTLAR - 4B, 48)
Bu iki önemli olayın aynı tarihlerde cereyan etmesi, elbette ki tesadüfi değildir, İLÂHÎİ bir sebebi vardır. Çünkü İSLÂM TARİHİ'nde Hz. MUHAMMED'in PEYGAMBER olmasından sonraki en önemli gelişme, buna bağlı olarak ortaya çıktı... SEYYİDLER henüz MÜSLÜMAN olmuş TÜRKLER'e MUHAMMED ve ALİ'nin NUR'unu aktarmaya başladılar. Dedelerinden kendilerine kadar saflığı bozulmadan ulaşmış olan İLÂHÎ BİLGİLER'i etraflarına toplananlara aşıladılar.

Bu muhterem PEYGAMBER TORUNLARI'nın talebelerinin arasında elbetteki Araplar, Acemler ve başkaları vardı. Ama bu feyzden en çok TÜRKLER yararlandı. ÖMER HAYYAM, HAFEZ gibilerinin yanında AHMED YESEV$I, HACI BEKTAŞ, MEVLÂNA, NİZÂMÎ, NESİMÎ gibi TÜRKLER bu sûretle yetişti ve MANEVİ yönden yüceldi.
DÖRDÜNCÜ KISIM

ONUNCU BÖLÜM: MEVALİ NEDİR?
- "MEVALİ nedir, ya RESULULLAH?"
- "Onlar sizin AZATLILAR'ınızdır... Yani FARİS YÖNÜNDEN gelecek olan bir KAVİM'dir ki, şöyle diyecekler:

- 'Ey ARAPLAR!.. Siz fazla TAASSUB'a kaçtınız !..'
"Siz bunlara gereği gibi HAK tanımazsınız. Sizinle hiç kimse BİRLİK kurmayacaktır!"

***
Bu HADİS, KIYAMET alâmetlerini bildirdiği söylenen HADİS'in bir kısmıdır... MEVALİ, ARAP OLMAYAN MÜSLÜMAN KÖLE'dir... FARİS, İRAN'dır... FARİS YÖNÜ, HORASAN'dır!.. HORASAN'DAN GELEN de TÜRKLER'dir!.. AZATLI KÖLE olup ta HÜKÜMDAR mevkiine yükselen TÜRKLER'dir!..
Bizce bu HADİS,
- "Ey iman edenler!.. İçinizden kim dininden dönerse (bilsin ki), ALLAH Teala bir KAVİM getirir ki, onları sever! Onlar da O'nu severler!"
âyetinin (MAİDE Suresi, 54) açıklamasıdır!
912 ile 1059 yılları arasında dalga dalga artan ANARŞİ, GERİLEME ve BÖLÜNME o tarihe kadar Araplar'ın liderliğini yaptığı İSLAM DEVLETİ'ni sarsmış, ÇÖKME noktasına getirmişti. TUĞRUL BEY, 1059'da bizzat BAĞDAT'a gelip BÜVEYHİLER saltanatını yıktı, onların korkusundan kaçmış olan HALİFE'yi tekrar tahtına oturttu. O tarihten sonra da İSLAM DÜNYASI'na TÜRKLER hakim oldu!
Bu kaçınılmaz bir değişme idi. Aslında İSLAMİYET çok hızlı yayılmış, ilk 100 yıl içinde dahi çok geniş bir imparatorluk haline gelmişti. Ama unutmamak gerekir ki, bu DEVLET'in kuzeyinde koca bir ROMA İMPARATORLUĞU, sağında güçlü bir ZERDÜŞT kültürüne sahip İRAN, onun hemen ötesinde bir kaç bin yıllık bir HİNT medeniyeti, solda yanıbaşında ise YAHUDİLER'in 3000 yıllık sarsılmaz alışkanlıkları vardı. Bu ülkeler fethedilse de, halkının İSLAM içinde eritilmesi zordu. Ayrıca ARAPLAR'ın kendi PUTPERESTLİK, BEDEVİLİK, AİLE SÜRTÜŞMELERİ, KABİLE KAVGALARI gibi sorunları vardı. ARAP liderliğinde 300 yıl yol almış olan İSLAMİYET, artık onların güç yetiremeyeceği bir noktaya ulaşmıştı. Hele HİLAFET, İMAMET, MEZHEP mücadeleleri binlerce masum MÜSLÜMAN'ın canına malolunca, İLAHİ TAKDİR daha önce KUR'AN-I KERİM'de açıkladığı hükmünü icraya koydu. Araplar'ın yerine İSLAM'a onlardan daha iyi sahip çıkacak bir milleti, TÜRKLER'i göreve getirdi!.. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 49)
PEYGAMBER SOYU bu sırrı sezdiği için HORASAN'a göçmüştü. Bu göç belki de daha önce anlattığımız 12. İMAM MEHDİ'nin kaybolmasından önce başlamıştı. Öyle ya, ABBASİLER hazırlıklarını HORASAN'da yapmamışlar mıydı?.. (750) ALİ OĞLU ZEYD'in torunlarından HASAN orada ayaklanmamış mıydı?.. (900'ler)
Ama büyük göç 940'larda olmuştur... ve PEYGAMBER TORUNLARI'nın çoğu insan yetiştirmekle uğraşmış, siyasete hiç bulaşmamışlardır. Onların etraflarına toplananların çoğu TÜRK'tü... Bu eğitimin sonucunda ortaya HORASAN ERLERİ diye bilinen KAMİL İNSAN topluluğu çıkmıştır.
Bunlar BİR LOKMA-BİR HIRKA ile yetinirlerdi ama, TEMBEL değillerdi!..Fazla okumamışlardı ama, CAHİL değillerdi!.. Hemen her şeye akılları ererdi ama, UKELA değillerdi!..KILIÇ BELDE, KELLE KOLTUKTA gezerlerdi ama, CANİ değillerdi!.. Onlar her bakımdan MÜKEMMEL kişilerdi.

O dönemin TÜRK devletleri, SAMANİLER, KARAHANLILAR, GAZNELİLER hep ALİ SOYU'ndan olan SEYYİTLER'e önem verirler, saygı gösterirlerdi. 
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 50)

Böyle bir ortamda yetişen ve sayıları artan HORASAN ERLERİ'nden bir bölümü, 1250'lerde AHMED YESEVİ HAZRETLERİ tarafından atılan dal ile ANADOLU'ya yönlendirilmiş, böylece doğudan gelen MOĞOL istilası ile çökmekte olan İSLAM kaleleri esas tehlike olan BATI'ya, HIRISTIYAN DÜNYA'ya karşı güçlendirilmişti...Bu OLAYLAR DİZİSİ'nin MANEVİ yönünü kavrayabilmek için, üzerinde ciddi olarak durmak ve tefekküre dalmak gerekir.
İşte ALİ SOYU'nun rolü ve gerçek ALEVİ anlayışının esası bu noktada ortaya çıkar. SELÇUKLULAR dahil bütün o saydığımız TÜRK devletlerini birer İSLAM kalesi haline getiren güç, ALEVİLİK'tir!.. ALİ YOLU'nda gitmektir!.. HORASAN ERLERİ'ni KÂMİL İNSAN yapan ALEVİLİK'tir, GERÇEK PEYGAMBER TORUNU SEYYİTLER'in gösterdiği ALİ YOLU'dur!.. Ama bu ALEVİLİK, "YEZİD'e, MERVAN'a söğmek, rakı içmek, saz çalmak, 12 İMAM'ı bilmezse olmaz" şekline dönmüş olan şimdiki ALEVİLİK değildir!..
Çünkü o dönemde dahi, daha önce uzun uzun anlattığımız gibi 12 İMAMLI ALEVİLİK azınlıkta idi... İlerde göreceğiz, HACE AHMED YESEVİ, kendisi ALİ OĞLU MUHAMMED soyundan olduğu için 12 İMAM'a bağlı değildi!.. Eserlerinde buna yönelik ifadeler hiç yoktur... MÜSLÜMAN TÜRKLER, ALİ SOYU'ndan bir SEYYİT'ten FEYZ almaya önem verirlerdi, ama hiç HİLAFET-İMAMET meselesi üzerinde durmazlardı. Önemli olan KAMİL İNSAN olabilmekti!.. Alevilik buydu, Ali yolunda olabilmekti! (Bakınız: NOTLAR - 4B, 51)
Peki, nedir Ali’nin yolu?... Buna geçmeden önce bir kıssa nakledelim:
Hz. Muhammed ile Hz. Ali sık sık bir köşeye çekilir, kendi aralarında sohbet ederlermiş... Hz. Muhammed bu sohbet sırasında çok yakın bulduğu Ali’ye Kuran’ın ihtiva ettiği derin manaları anlatır, Miraç sırlarını öğretirmiş. Ama kimseye söylemesin diye de sıkı sıkıya tembih edermiş... Bu irfanın manevi ağırlığı ve sadece kendinde birikmesi Hz. Ali’ye öylesine işlemiş ki, artık dayanamaz hale gelmiş. Kimseye de bir şey nakledemediği için, bir gün kör bir kuyunun başına gitmiş, içinde birikenleri bağırarak kuyuya dökmüş. Kendisi ferahlamış ama bir de bakmış ki, bu sefer kör kuyu coşmuş, suları taşmaya başlamış!...

Bu kıssanın anlatmak istediği husus şudur: Kuran’ın açıklaması hadislerde; yine Kuran’ın ve hadislerin açıklaması ise Ali’dedir. Zaten Hz. Ali bunu açıkça ifade etmiştir. 
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 52)

Bu sır, "Herkese idraki nispetinde hitap ediniz" prensibi gereğince, rasgele değil; son derece planlı ve düzenli bir şekilde başkalarına intikal etmiştir.
Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi ile ilgilenenlere göre, Hakikat İlmi Hz. Ali’den iki yoldan gelmiştir. Biri "Açık Yol"dur. Özellikle Cüneydi Bağdadi’den (ki, Hallac-ı Mansur ile çağdaştır ve 909 yılında vefat etmiştir) itibaren bir çok kollara ayrılır. Her kolun yani yolun piri kendi düşünüş ve görüşüne göre bir zikir ve taat şekli benimsemiş, bunu ayet ve hadislere dayandırmıştır. Kaadiri, Rufai, Mevlevi tarikatları bu yoldan sayılır.
"Kapalı Yol" ise, adından da anlaşıldığı gibi, ancak belirli bir zümreye mahsus tutulmuş, sır ehli olmayana verilmemiştir. Nakşibendi (Ama hakiki Nakşibendiî tarikatı, Muhammed Nakşıbendî'den gelen, Mevlâna Hâlidi'den türeyen şimdiki Nakşilik değil) ve Bektaşi tarikatları bu gruptan sayılır. 
Hz. Ali ile tarikat kurucusu arasındaki zatları da şöyle sayarlar:
HZ. ALİ – SELMAN FARİSİ – KASIM BİN MUHAMMED – CAFER ÜS SADIK – BAYEZİD-İ BİSTAMİ – EBÜL HASAN HARKANİ – EBU ALİ AL FARMEDİ – HOCA YUSUF-AL HAMEDANİ – HACE AHMED YESEVİ – HACI BEKTAŞİ VELİ
Nakşibendiler ise, Hamedani’den sonra 6 silsilede Muhammed Bahaeddin Nakşibendi’ye getirirler.
Biz hakikat sırlarının icabata göre Muhammed’den Ali’ye, Ali’den İmamlar'a (ama sadece 12 İmam’a değil, Ali soyundan bütün imamlara), İmamlar'dan Şia’ya (yani imamlara bedenen ve kalben yakın olanlara) ve Seyyitler'e, Seyyitler'den de Horasan Erenleri'ne, Rum Abdalları'na, Anadolu dervişlerine intikal ettiğine inanıyoruz. Halifelik de, İmamlık da, Seyyitlik de devrini tamamlamıştır. Ama Velayet nuru ehlinden ehline geçip durmaktadır.

ALEVİ-SÜNNİ SÜRTÜŞMESİNİN İÇYÜZÜ



DÖRDÜNCÜ KISIMONBİRİNCİ BÖLÜM: İSLAM GAZİSİ SALÇUK


Konunun manevi yönü üzerinde derinleşmeden önce yine tarihle başlayalım ve Türk göçleri sırasında kurulmuş olan Türk devletlerine bir göz atalım. 

Göktürk Devleti'nin ikiye ayrılmasından hemen sonra, aynı topraklar üzerinde Kutluk Devleti kuruldu (681-745). Bu devletten sonra da yine aynı topraklar üstünde bu kez Uygur Devleti, Türkler'in devlet geleneğini sürdürdü. 745 yılında kurulan bu devlet, sonradan Kırgızlar'ın hakimiyetine girmesine rağmen 1209 yılına kadar ayakta kaldı.

Türk göçlerinin yoğunlaştığı 900'lü yıllarda Horasan'da Tahiroğulları, Semerkant'ta Sâmanoğulları, daha doğuda Kaşgar'da Karahanlılar, Horasan'ın güneyinde Gazne'de de Gazneliler vardı. 

Bu devletlerin hepsi de eğitime ve dine önem verirler, Ali soyundan seyyitlere büyük saygı gösterirlerdi. Seyyitlerin büyük prestiji olduğu gibi, vergi ayrıcalıkları da vardı. Sâmanîler, Tahiroğulları, Karahanlı hükümdarları Ali soyundan kız almışlar, böylece Peygamber sülâlesiyle akraba olmuşlardı. Bu devletler kendi içlerinde taht kavgalarıyla uğraştıkları gibi sık sık birbirleriyle de savaşmışlardır. Ancak Şii, İsmailî ayaklanmalarında birbirlerine destek olmaktan kaçınmamışlardır. Çünkü hepsi de mezhep çatışmalarının İslâm'a ve Türk'e vereceği zararları sezebiliyorlardı. 

Meselâ, Müslüman olduktan sonra Karahanlı Devleti'ni kuran Saltuk Buğra Han, seyyitlerden, mensup olduğu Karluk Türklerini eğitmesini isterken, hasmı olan Sâmaniler, "Zeydi İsyanı"nda sıkışınca yardımına koşmuştu. Aynı Buğra Han, İsmaililer'in arasına karışmış, onları iyice tanıdıktan sonra zararlarını bertaraf etmek için hepsini tepelemişti. 
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 53) 

TAHİROĞULLARI (821-873) Horasan'da 

KARAHANLILAR (930-1210) Orta Asya, Türkistan'da 

SÂMANLILAR (844-999) Maveraünnehir, Horasan'da 

GAZNELİLER (962-1183) Afganistan ve Pakistan'da


varlık gösterdiler... 

Görüldüğü gibi bu devletlerin üçünün kurulduğu tarihler birbirine yakındır ve kuzeyden gelen 200.000 çadırlık Oğuz grubunun göç ettiği zamana denk düşer. Selçuklu Devleti'nin kurucusu sayılan Salçuk da bu grubun içindeydi. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 54) 

Salçuk'un babası Dukak, Oğuzlar arasında prestij sahibi, Yabgu yanında yeri olan bir adamdı. Salçuk 900 yıllarında doğmuştu. Babası öldüğünde 18 yaşlarındaydı. Ama kısa zamanda önemli mevkilere geldi, hatta zayıf bir kişi olan Yabgu'nun yerine gözünü dikti. Bu yüzden araları açıldı. Sonunda Salçuk mensup olduğu Kınık boyundan yakınlarıyla kaçmak zorunda kaldı. Hazar Denizi'nin kuzeyinde, Cend şehrine yerleşti (935 yılı). O tarihlerde Müslüman Türkler ve Araplar daha çok Asya'da kendilerine baskı yapan gayrımüslim Oğuzlar ve diğer Türkler'le savaşıyorlardı ve Cend de bu savaşın sürdüğü uç beyliklerinden biriydi. Salçuk valiye bir adam göndererek Müslüman olmak istediğini ve ailesine Müslümanlık esaslarını öğretecek fakihler talep ettiğini bildirdi... 950'lere gelindiğinde, Salçuk bir İslam gazisi olarak büyük ün sahibi olmuş ve etrafına toplananların sayısı çığ gibi artmıştı. 

Hizmetlerinden son derece memnun olan Sâmani hükümdarı, Salçuk'a Buhara civarını otlak olarak verdi. Salçuklular hem devleti korumaya, hem de kendi arazilerini genişletmeye başladılar. En büyük oğlu Mikail (Mişel), bu savaşlar sonunda şehit oldu. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 55) 

Bu esnada Karahanlılar, Samanlılar ve Gazneliler Türk ve Müslüman olmalarına rağmen, birbirleri ile Maveraünnehir, Horasan ve İran'ın egemenliği için mücadele ediyorlardı. Bu mücadelede Salçuk, işine gelen tarafı tutup güçlenmeye başladı.

999 yılında Gazneli Mahmut Horasan'ı tamamen ele geçirdi. Karahanlılar da Sâmanlılar'ı yenip Maveraünnehir'i ele geçirdiler (1001 yılı). Salçuklular da onlara tâbi oldular. 1007 yılında Salçuk 100 yaşını çok aşmış olarak vefat etti. Yerine oğlu Arslan (İsrail) yabgu oldu. 
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 56) 

Bu sefer Karahanlılar ile Gazneliler arasında sürtüşme başladı. Gazneli Mahmut 1025 yılında Maveraünnehir'e girdi. Salçuklular'ı tehlikeli bulduğu için bir hile yanına çağırttığı Arslan Yabgu'yu Hindistan'a sürgüne gönderip bir kaleye hapsettirdi. Arslan o kalede 1032 yılında vefat etti. Oğlu Kutalmış, kale civarına gelip, onu kurtarmaya çalışmışsa da, imkânsız olduğundan babası ölünce geri dönmüştü. 

Salçuk'un ölümünden sonra Arslan'ın yabgu olması, Mikail'in oğulları Tuğrul ile Çağrı'nın kendilerine ait gruplarla ayrılmasına yol açmıştı. Bunlar Buhara'da bulunuyorlardı ve kendi başlarına hareket etmeye başlamışlardı (1010'lar). Bu durumdan rahatsız olan Karahanlı Sultanı Buğra Han, Tuğrul'u yakalatıp hapsetti, ama ordusu Çağrı Bey'in kuvvetlerine yenilince serbest bırakmak zorunda kaldı. 

Ancak bu olaydan sonra Tuğrul ve Çağrı, Buhara ve Semerkant yöresini terkettiler. Bunun sebebi ise, sayıları gittikçe artan Türkmenler'e yer bulma arzusu idi. Çağrı Rum diyarına, Tuğrul da çöle gidecekti. Çağrı, 1016 yılında Anadolu'ya gelip Vaspurakan Ermeni Krallığı'na saldırdı, Gürcü ülkesini işgâl etti. Ermeni Ani Krallığı ile yaptığı savaşta pek başarılı olamadı. Ama yine de geri döndüğünde Tuğrul'a, "Oralarda bize karşı çıkacak kimse göremiyorum" dedi. Bu olay prestijlerini arttırdığı için, etraflarına daha çok adam toplandı. Arslan Yabgu'nun ölümüne kadar, onun önemli kumandanları olarak kaldılar. Daha sonra bir süre, amcaları Musa ve oğlu Yusuf ile Selçuklular'ı ortaklaşa idare ettiler. O döneme kadar daha çok Karahanlılar'a tâbi olan Selçuklular, 1035 yılında Horasan'a göçüp oradaki Türkmenler'le birleştiler ve Gazneliler'e tâbi oldular, daha doğrusu tâbi olmak istediler. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 57) 

Türkmenler 950'lerden itibaren sürekli göç ettikleri için gittikleri ülkenin yerli halkına ve yöneticilerine dert oluyorlardı. Gazneli Mahmut da onlarla çok uğraşmış, mümkün mertebe ülkesi dışında tutmaya çalışmıştır. Oğlu Mesut da Türkmenler'in dikbaşlılığından, kural tanımazlığından ve isyanlarından yıldığı için, 50 Türkmen şefini hile ile çağırtıp öldürtmüş, ama bu hareketi yeni bir isyana yol açmıştı.Yani, Türkmenler'in başına buyruk göçmen bir halk olduğu, yerleşik halklarla pek anlaşamadığı ta o tarinten bilinmektedir. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 58)
İşte Selçuklular Horasan'a yerleşirken, Gazneli Hükümdarı'na Türkmenler'i yola getireceklerini, zarar verenleri de süreceklerini bildirmişlerdi. Ama Cürcan'da bulunan Sultan Mesut bir kere yerleştiler mi, bir daha kurtulamayacağını anlamıştı. Bu yüzden üzerlerine ordu gönderdi. Bunlar Türkmenler'in bir kısmını katlettiyse de, arkadan gelenler büyük gruplarla karşılaşınca mağlup oldular.
Yapılan anlaşmayla, Selçuklulara sancak ve menşur ile üç eyalet verildi, karşılığında aileden biri Gazneliler'in yanında rehin tutuldu. Buna rağmen Selçuklular diğer Türkmenler'le birleşerek sınırlarını aştılar ve etrafta çapula devam ettiler. Nihayet Gazneli Sultanı Mesut bizzat ordusunun başında, Selçuklular'ı Horasan'dan sürmek için fillerle takviye edilmiş bir orduyla Dandanakan kalesi önünde saldırıya geçti. Ancak bir süredir devam etmekte olan çarpışmalar ordusunu yıpratmış, Selçuklular'ın aldığı tedbirler sonucu, kendileri aç ve susuz, hayvanları da otsuz kalmıştı. Mesut'a karşı olan bir kısım komutan ve asker, peyderpey Selçuklular'ın saflarına katıldı. Sonuçta Mesut, yenilmekten kurtulamadı. (1040 yılı) 
Bu önemli savaş, Horasan'ın resmen Selçuklular'ın idaresine geçmesini sağladığı gibi, Gazneliler'in gittikçe gerilemesine ve Selçuklular'ın süratle yayılmasına yol açtı. Tuğrul Bey Nişabur'u kendine payitaht yaptı. Sonra Harzem ülkesini, Kirman'ı, Fars'ı ve tüm İran'ı zaptettiler. Ermenistan, Kafkasya, Azerbaycan ve Irak'ı aldılar. Gürcistan ve Abazistan'ı fethettiler. Bütün bunlar 15 yıl gibi kısa bir zaman içinde oldu. Daha sonra payitaht Rey'e nakledildi. Anadolu'da Trabzon'a kadar sefer yapıldı.
Eski Türk törelerine göre Tuğrul, büyük yabgu idi. İran ve Irak'a hükmediyordu. Kuzey Azerbaycan, Gürcistan ve Anadolu, ArslanIn oğlu Kutalmuş'un; Mezopatamya ve Suriye, Musa'nın oğlu İbrahim Yinal'ın idaresinde idi. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 59) 
Selçuklular, Nişabur'u aldıktan sonra, özellikle Dandanakan Savaşı'ndan sonra, İslâm ülkelerindeki yağmalarına ve çapula son vermişlerdi. Yani artık Selçuklular da yerleşik bir toplum olma yolundaydılar. İşte aynı yıl, yani 1040'da, Karahan Sultanı Buğra Han, içyüzlerini öğrendiği İsmaililer'le savaşmış ve çoğunu yok etmişti. Tuğrul Bey de Halife'ye başvurarak Şii Buveyhiler'e karşı harekete geçmek istediğini söyledi, fakat sözünü dinletemedi!... 15 yıl sonra Halife'nin kendisi Tuğrul Bey'i çağırmak zorunda kalacaktı. 
Bu arada göçe devam eden, ancak bağımsız kalmayı ve göçebe yaşamayı, yerleşik olmaya tercih eden Türkmenler, İslâm ülkelerindeki yerli halkla sürtüşmeye devam ediyorlardı. 1044 yılında Halife, meşhur âlim Maverdi'yi göndererek olaylardan Tuğrul'u sorumlu tuttuğunu bildirdi.

- "Zaptettiğin yerler sana yeter, İslam ülkesine zarar verme,"
dedi... Halife'nin o dönemde fazla gücü yoktu. Ama son derece dindar ve Halife'ye karşı saygılı olan Tuğrul Bey,
- "Ben dürüst davranıyorum, ama milletimden aç ve perişan olanlar kötü davranıyorsa ne yapabilirim?"
cevabını verdi. Ama yine de göçebeleri kontrolü kabullendi. Bir süre sonra Türkmenler, kendilerini denetim altına almaya çalışan Selçukluları hasım bildiler.

Böylece ortaya enteresan bir çelişki çıktı. Selçuklular hem Türkmenler'in iktidarıydı, hem de onlarla uğraşmak durumundaydılar!.. Yalnız bunu bazı tarihçi ve sosyolog geçinenlerin yaptığı gibi Selçuklu-Türkmen düşmanlığı şeklinde göstermek yanlış olur. Olaya, "Yerleşik şehirleşmiş Türkmenler ile hâlâ göçebe olan Türkmenler arasındaki farklı sorunlar" olarak bakmak daha gerçekçi bir değerlendirmedir. Selçuklu hükümdarları göçebe Türkmenler'e yurt bulmayı kendilerine ilk ve en önemli görev edinmişler, ama yersiz yurtsuz olanların itaatsizliklerini de hoş görmemişlerdir. Ortada iddia edildiği gibi bir "alevî katliamı" falan yoktur, huzursuzluk yaratanların tedibi, yola getirilmesi söz konusudur. (Bakınız: NOTLAR - 4B , 60) 
Yine Diyarbakır Emiri Nasirüddevle, Türkmenler'den şikayet edince Tuğrul Bey,


- "Kullarımın senin memleketine geldiğini haber aldım. Sen bir Suguur (uçbeyi) emirisin. 
Onlara mal verip kâfirlere karşı kullanmalısın. Zira onların asıl maksadı Ermeni beldeleridir,"


demiştir.
1047 yılında Nişabur'a gelen kalabalık bir Türkmen grubuna oradaki Selçuklu Beyi İbrahim Yinal,

- "Rum diyarına gidiniz. Ben de arkanızdan geleceğim,"

diyerek yön göstermiştir... Böylece Selçuklular, akın akın göç eden Türkmenler'e hem yer buluyor, hem de âsi beylerini düşmanla meşgul ederek devlet düzenini koruyorlardı.
O tarihlerde Anadolu'da bir kısım Rum halkının yanı sıra, Bizans'ın İslâm saldırılarına karşı yerleştirdiği Müslüman olmayan Peçenek, Uz, Kuman gibi Türk boyları da vardı. Yani Anadolu 1071 tarihinden çok önceleri Türkleşmişti. (Bakınız: NOTLAR - 4B, 61) 
Ne var ki, 928 yılında tekrar güçlenen Bizans, karşı hücuma geçip kaybettiği toprakları geri almış, Müslümanlar'ın elinde sadece Diyarbakır, Mardin ve Siirt kalmıştı. 
İslam Devleti'nin Bizans'a sınır üç Suguur'u vardı: Doğu Anadolu (Ermeniye), Malatya (Ceziriye), Şam (Suriye)... Bu uçbeyliklerinin halkı hep harp içinde yaşardı. Bilhassa IX. Asır'dan itibaren de çoğunluğunu da Türkistan ve Horasan'dan gelen gaziler oluşturuyordu. Bu beylikler bir nevi askeri cumhuriyetlerdi. Halife'ye bağlıydılar ama kendi adlarına para bastırırlar, emir veya sultan diye anılırlardı... Türk masallarındaki "şehzâde, padişah kızı" diye geçen kişiler, elbette 36 Osmanlı padişahı ile ilgili değil; bu bölgenin, Horasan'ın, bütün Türk diyarının sayıları yüzleri bulan padişahlarından kalmadır.
Aşağı yukarı üç asır süren bu dönem (700'ler-1000'ler), bize Seyyit Battal Gazi gibi kahramanların, komutanların destanları ile intikal etmiştir. 
Tuğrul Bey, Azerbaycan ile ilgilenirken, Kutalmış Ermenistan'a girdi. O tarihlerde Ermeniler Bizans hakimiyetindeydiler. 1045 yılında bir Bizans ordusunu yendiyse de, 1047 yılında yenik düştü. İşte bu yenilgiden sonra Anadolu'nun fethi sistemli bir şekilde planlandı. 1048'de Hasankale'de yeni bir muharebe oldu. Bizans ordusu yenildi. Yapılan anlaşmayla, o zamana kadar İstanbul'daki camide Fatımi Halifesi adına okunan hutbenin Abbasi halifesi ve Türk Hakanı adına okunması sağlandı. Halbuki adına hutbe okunan halife İslâm Devleti'nin lideri olmak bir yana, Bağdat'tan dışarı çıkamıyordu. Selçuklular'dan önce Endülüs, Mısır, Suriye, İran, Türkistan hep İslâm Devleti'nden (Abbasiler) kopmuştu. Ancak Tuğrul Bey, halifeye gösterilecek saygının İslâm'ın birliğini sağlamakta yararlı olacağı düşüncesindeydi.
Nitekim, çıkan bir Şii-Sünni çatışmasından sonra, Buveyhlilerden bezmiş olan Halife Kaim Biemrullah'ın daveti üzerine, bu konuya el attı. Mekke yolunu ıslah etmek ve hacıları emniyete almak için Bağdat'a gelerek Buveyhoğulları devletini yıktı. Çağrı Bey'in kızını da halifeye vererek onunla akrabalık kurdu. (1055) 
Aslında Buveyhliler de Türk'tü. Kürtlük iddialıra doğru değildir. Deylem'de iken Alioğullarından Zeyd'in torunu Hasan'ın kurduğu devlet zamanında Alevileşmiş, sonradan kendileri İran'da bir devlet kurmuş ve Şiileşmişlerdi. Hatırlanacağı gibi, Zeydi Alevileri ilk üç halifeyi de kabul eden mutedil bir inanca sahiplerdi. Buveyhliler Bağdat'ı aldıktan sonra halifeye dokunmamayı menfaatlerine daha uygun buldular. Hatta Şii olmalarına rağmen, Fatımi Halifesi adına hutbe okutmaktan bile çekindiler. Bizce makbul olmayan yanları, Bizans'ın İslâm ülkesine yaptığı saldırılara (900'ler) ilgisiz kalmaları, böylece ülkenin bölünmesine, Müslümanlar'ın öldürülmesine veya tekrar Hıristiyan yapılmasına ses çıkarmamalarıdır. Bu açıdan Ali'ye pek uydukları söylenemez.
(Bakınız: NOTLAR - 4B, 62) 
Tuğrul Bey'in tutuklattığı Buveyhli komutan Arslan Besasiri sonradan hapisten kaçtı. Arslan adından da TÜRK oldukları anlaşılır... Ürslan, dağılmış olan Buveyhliler'i etrafına topladı ve Selçuklular'ın isyanlarla uğraşmasından yararlanarak Bağdat'ı ele geçirdi. Halife kaçmak zorunda kaldı (1058) Besasiri bu sefer çekinmeden hutbeyi, Şii Fatımiler Halifesi adına okuttu. Böylece Orta Asya'nın, Selçuklular'ın dışında kalan ve Endülüs haricindeki bütün İslam ülkesinde Şiilik hâkim oldu!.. Ama bu ancak bir yıl sürdü... Tuğrul Bey tekrar Bağdat'a geldi, Halife'yi eliyle tahtına oturttu. Bu kez onun kızını kendine alarak akrabalık bağlarını pekiştirdi. (1059) 
İbrahim Yinal Tuğrul Bey'e isyan etmiş, fakat yapılan savaş sonucunda yenilerek 1059 yılında idam edilmişti. 1060 yılında Çağrı Bey, 1063 yılında da Tuğrul Bey vefat etti. Yerine Çağrı'nın oğlu Alparslan geçti.
Alparslan önce Bizans'ın bir vilayeti olan Ermenistan'ı aldı. Gürcistan, Şirvan ve Halep'i zaptetti. Karşı hücuma geçen Bizans İmparatoru Diyojen, Türkler'in eline geçmiş olan Doğu vilayetlerini geri aldı. Malazgirt'i tahrip edip kale muhafızlarını idam etti. O sırada Alparslan ordusunu dağıtmıştı. Sulh istediyse de, İmparator Rey ve Bağdat'ı talep edince savaşmak kaçınılmaz oldu. 
İmparatorun yanında 200.000, Alparslan'ın yanında ise düzenli 15.000 kişi vardı. 26 Ağustos 1071 Cuma günü Alparslan sabah namazını kılıp beyaz elbiseler giydi. Ordusuna döndü,

- "Artık ben bir hakan değil, neferim. Ölürsem bu elbise kefenim olsun,"

diyerek taarruz emrini verdi. Selçuklu ordusunun kahramanlığının yanında, Bizans ordusunda bulunan Uz, Peçenek gibi Türk boylarının, karşılarında düşman diye gördükleri kişilerin kendi âdetleriyle savaşan Türkler olduğunu öğrenmeleri ve Alparslan'ın saflarına geçmeleri, zaferi kolaylaştırdı.
Malazgirt savaşı ile Anadolu Selçuklular'a kesin olarak açıldı. Alparslan'ın ordusuyla birlikte Türkmen oymakları, onların peşine takılarak İran-Irak dağlarından kalkıp gelen Kürt aşiretleri Anadolu'ya girdiler... Kürtler'in Anadolu'daki varlığı böyle başladı. Yoksa öyle Kurti, Komagene gibi kelimelere bakarak 5000 yıllık bir tarih çıkarma çabaları boş ve temelsizdir.


Alparslan'a Esir düşen İmparator Diyojen, bir milyon dinar karşılığı serbest bırakıldı ama, İstanbul'a dönerken Ermeni Kralı tarafından yakalanıp gözlerine mil çekildi.
Alparslan, oğlu Melikşah'a bir de Bizanslı prenses aldı. Bununla, "kadının malı kocasının" töresi gereği Bizans'a tâlip olduğunu göstermek istiyordu. Sonra Melikşah'a, Semerkant'ta Kanklı bir Türk hakanının kızını daha aldı. Kendi kızını da Halife'nin torununa verdi. 
Mekke'ye gidip nâmına hutbe okuttu. Böylece Kâbe ve civarı da Türk idaresine girdi. Bu arada isyan eden Buhara beyleri ile Harzemli Yusuf'a derslerini verdi. Tutuklanan Yusuf burada da kendisine kafa tutunca, cesur fakat tedbirsiz Hakan, sinirlenerek bırakılmasını emretti. Yusuf bir anda hançerini çekip Alparslan'ı şehit etti. (1072) Büyük bir Türk, gururu yüzünden 40 yaşında bu dünyadan göçmüş oldu.


Aynı tarihlerde Uygfuir Türkü Yusuf Has Hâcip, KUTATGU BİLİG adlı eserini yazıp Doğu Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han (Ebû Ali Hasan bin Süleyman Arslan)’a sunuyor, 
Kaşgarlı Mahmud da DİVÂN-I LUGAT-IT TÜRK'ü hazırlıyordu!.. 

Alparslan'ın oğlu Melikşah'a 10 milyon kilometrekarelik koca bir imparatorlukla birlikte, mükemmel bir devlet adamı olan veziri Nizamülmülk'ü devretmişti. Zamanında 200 kadar padişah, han ve şehzade önüne gelip bağlılığını bildirmişti. Alparslan, Türklüğe son derece bağlı, Türkçe konuşan, halifenin verdiği ünvanları kullanmayan, âlimlere, şâirlere destek olan muhterem bir zattı.
Bu arada Melikşah da yeni halifeye kızını vererek akrabalığı kuvvetlendirdi. Çok gayretli bir hakandı. Yemen'den Amuderya'ya, Anadolu'dan Hindistan'a dayanan koca imparatorluğu 12 defa dolaşmıştır. Hanedan mensuplarının çıkardığı isyanları bastırdı. Nizamülmülk ile birlikte pek çok iş başardı. Ülkeye yollar, çöllere kuyular açtırdı. Yeni şehirler inşa ettirdi. Ömer Hayyam'ın da katkısıyla meşhur Celâli Takvimi'ni hazırlattı... Melikşah dönemi Selçuklular'ın "Altın Çağı" idi. Hasan Sabbah'ın yarattığı tedhiş dışında ülkede asayiş hakimdi.
Ancak son yıllarında Nizamülmülk ile arası açıldı. Nizamülmülk, gelecekte büyük şehzade Berkyaruk'un sultan olmasını istiyordu. Melikşah'ın sevgili karısı Turhan ise, oğlu Mahmut'un veliaht olmasına çalışıyordu. Bu sebeple Nizamülmülk'ü kocasına kötüledi. Sonunda Melikşah, "Devletime ortak mısın?" diyerek vezirlik alâmeti olan börk ve diviti geri istedi. Nizamülmülk de,

- "Padişah bilsin ki onun tacı, tahtı ile benim börküm ve divitim birbirinden ayrılmaz şeylerdir. Ayrılırsa bâki kalamaz,"

dedi. Buna kızan Melikşah, Nizamülmülk'ü azletip, Turhan Hanım'ın tuttuğu Tac-ül Mülk'ü vezir yaptı. Bu kişi, içten pazarlıklı beceriksiz olduğu kadar da hırslı biriydi. Devletin başına belâ oldu. 
Köşesine çekilen Nizamülmülk, geçmişte çok uğraştığı Hasan Sabbah'ın fedailerinden biri tarafından şehit edildi (1092). 33 gün sonra da Melikşah vefat etti. Böylece Nizamülmülk'ün işaret ettiği husus gerçekleşmiş oldu.
Yetkisi olmamasına rağmen, padişah eşlerinin devlet idaresine karışmasının acı sonuçlarından birincisi, Nizamülmülk gibi bir vezirden mahrum kalmak, ikincisi de böyle önemli bir mevkiye Tac-ül Mülk gibi hiç de ehil olmayan birinin gelmesi olmuştur. Böylece devlet de parçalanmıştır.
Halbuki Nizamülmülk, adı gibi devleti de nizama sokmuştu. Devletin evrak teşkilatını oluşturmuş, kademelerini tesis etmiş, toprakları IKTA sistemine göre başarılı askerlere tahsis ederek hem onları ödüllendirmiş hem de iyi idare edilmesini sağlamıştı. Bağdat'ta Nizamiye diye bilinen medreseyi kurmuş, ayrıca eğitim sistemini geliştirmişti. Arkadaşı olan Ömer Hayyam gibi pek çok şâir ve âlim onun da desteği ile sultanın iltifatına mazhar olmuşlar, değerli eserler vermişlerdir. Nizamülmülk'ün etkisi bizlere kadar uzanmıştır. O kadar ki, hâlâ askeriyede olduğu gibi, pek çok devlet binasının ana giriş kapısına "Nizamiye" denir. Nizamülmülk'ün "Siyasetnâme" adlı eseri, Makyavel'den çok önce devlet adamlarına ışık tutmuştu. Prensipleri hâlâ da geçerlidir. 
Melikşah'ın ölümü üzerine, Turhan Hatun tahta 4 yaşındaki oğlu Mahmut'u geçirmek istemişti. Bu esnada Berkyaruk İsfahan'da, Mahmut da Bağdat'ta idi. Devletin bir tarafında Berkyaruk, diğer tarafında da Mahmut hüküm sürmeye başladılar. Bu esnada, daha önceden Fatımiler'den Suriye'yi alan Adsız'a yardıma gitmiş, ama onu öldürerek Suriye'de ıkta sahibi olmuş olan Tutuş ayaklandı. Tutuş, Melikşah'ın kardeşiydi. Horasan'da da Melikşah'ın öteki kardeşi Arslan Argun başkaldırdı. Melikşah'ın üçüncü oğlu Mehmet ise, kendisine ıkta olarak Berkyaruk tarafından verilen Gence havalisinde hutbeyi kendi adına okutmaya başlamıştı. Yani o da bağımsız olmak arzusundaydı. Daha sonra da dördüncü kardeş Sancar (Sencer) yine Horasan'da başına buyruk hareket etmeye başladı. Melikşah'ın diğer kardeşi Böri Pars ise Arslan Argun ile hareket ediyordu.


Mahmut iki sene sonra, 1094 yılında vefat edince taht, Berkyaruk'a kaldı. Ama 12 yıllık saltanatı; üç amca, üç kardeş ile taht mücadelesi, "Haşhaşî" fesatı ve anarşi ile geçti. Ondan sonra İsfahan'da sultan olan Gıyaseddin Ebu Seca, 14 yıl kadar hüküm sürdü. Bu devirde Haşhaşîler sultanı öldürmeye cesaret edecek kadar güçlenmişlerdi. Sonra, 1117 yılında Sancar hakan oldu. Sancar, Berkyaruk zamanında, daha 12 yaşında iken, Gazne seferine katılmış ve orayı zaptetmişti. Böylece Horasan, Sogd ve Semerkant da onun hissesine düşmüştü. Ama bu yerlerin beyleri, kendisini tanımadılar. Aslında Melikşah zamanında parçalanmış olan Selçuklu İmparatorluğu, böylece dağılmış ve tamamen taksim edilmişti. Ayrıca dışarıdan gelen baskılar bu dönemde çok artmıştı. Kuzeyden Karahıtaylar, Harzemşahlar, Şaman Oğuzlar ülkeye saldırıyorlardı. Selçuklular toparlanmaya ve birleşmeye çalıştılarsa da geç kalmışlardı. 
Sancar isyanları bastırmaya uğraşırken, 1142'de Guz Türkmenleri'nin eline düştü. Ülkenin eserleri, kıymetli hazineleri yağma edildi. Sancar 1152'de esaretten kurtulduysa da bir daha saltanat tesis edemedi. 1157 yılında da vefat etti. İmparatorluğun doğusu Karahıtaylar ile Harzemşahların eline geçti (1187). 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...