28 Nisan 2015

VEN-NİHAYE 24 NCÜ BÖLÜM İsra Ve Miraç Ahmet İbn Kesîr


VEN-NİHAYE 24 NCÜ BÖLÜM
İsra Ve Miraç
Ahmet İbn Kesîr
İbn Asakir, İsrâ ile ilgili hadisleri bisetin baş taraflarında anlatır, tbn îshak'a gelince, îsrâ'yi
bu kısımda bisetten on yıl kadar sonraki hadiseler meyanında zikreder.
Beyhakî, Musa b. Ukbe yoluyla Zührî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.),
Medine'ye hicret etmeden bir yıl önce geceleyin Mekke'den Kudüs'e götürülmüştür.
Hakim, el-Esamm vasıtası ile İsmail es-Süddî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah
(s.a.v.)'a, îsrâ gecesinde Kudüs'te beş vakit namaz farz kılınmıştır. Bu hadise, hicret
etmesinden onaltı ay önce vuku bulmuştur.
Süddî'nin kavline göre îsrâ hadisesi zilkade ayında, Zührî ile Ur-ve'nin kavline göre ise
rebiyülevvel ayında vuku bulmuştur.
Ebu Bekir b. Ebi Şeybe, Cabir ile İbn Abbas'm şöyle dediklerini rivayet eder: Rasûlullah
(s.a.v.), fil senesinin rebiyülevvel ayının on ikinci günü olan pazartesi gününde dünyaya
gelmiştir. Yine öyle bir günde ri-saletle görevlendirilmiş, öyle bir günde semaya çıkıp
miraca gitmiş, öyle bir günde hicret etmiş, öyle bir günde de vefat etmiştir.
Bu hadisin senedinde inkıta vardır. Hafız Abdülgani b. Sürür el-Makdisî, "es-Sîre" adlı
eserinde bunu benimsediğini ifade eder. Ayrıca orada senedi sahih olmayan bir hadisi de
nakletmiştir.
O hadisi, receb aynım faziletleri bahsinde anlatmıştık. Anılan hadise göre îsrâ hadisesi,
receb ayının yirmi yedinci gecesinde vuku bulmuştur. Doğrusunu Allah bilir. Bazı kimseler
ise İsrâ hadisesinin, receb ayının ilk cuma gecesinde vuku bulduğuna dair bir görüş ileri
sürmüşlerdir. Aslında receb ayının ilk cuma gecesi, reğaib gecesidir ki, regaib namazı diye
bilinen meşhur namaz, o gece için ihdas edilmiştir. Bunun aslı yoktur. Doğrusunu Allah
bilir. Bazı kimseler bu konuda delil olarak şöyle bir şiir okumuşlardır:
"Cuma gecesi ki, o gece peygamber miraca çıktı, Receb ayının ilk cuma gecesiydi o gece."
Bu şiirde, düzensizlik vardır. Biz burada bu görüşte olanların delili olarak bunu naklettik.
Aşağıdaki ayet-i kerimeden bahsederken bu konuyla ilgili hadislerin çoğunu nakletmişizdir:
«Kulu Muhammedi bir gece Mescid-i Haram'dan, kendisine bir kısım ayetlerimizi
göstermek için, çevresini mübarek kıldığınız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ınşanı yücedir.
Doğrusu O,işitirvegörür.»(ei-Isrâ,ı.)
Evet, bu ayetin tefsirini yaparken naklettiğimiz ifadelere bakılıp da yeteri kadar sened ve
açıklamalar yazılabilir. Orada kafi miktarda ikna edici deliller vardır. Hamd ve minnet
Allah'adır.
îbn İshak'm bu konudaki sözlerinin özetini burada nakledeceğiz. O, önceki fasılları
anlattıktan sonra şöyle der:
"Sonra Rasûlullah (s.a.v.), geceleyin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürüldü.
Mescid-i Aksa Kudüs'tedir. İslâmiyet, Mekke'de Kureyşliler ve diğer kabileler arasında
yayılmıştı. Rasûlullah'm geceleyin Mekke'den Kudüs'e götürülmesinde ve onun durumunun
bana anlatılmasında bir imtihan vardı. Ayrıca bu, Allah'ın emrinden, kudret ve
hakimiyetinden zuhur eden bir işti ki, akıl sahipleri için bunda ibret, iman edip tasdik eden
kimseler için de hidayet, rahmet ve sebat vardı. Bu, Allah'ın kesin bir emri idi. Allah dilediği
gibi onu geceleyin götürdü ki, istediği ayet ve alametleri ona göstersin. Ta ki o da Allah'ın
yapmak istediğini yapabilecek güce sahip olduğunu, yüce kudret ve saltanatı haiz olduğunu
gözleriyle görsün. Bana gelen rivayete göre Abdullah b. Me-sud şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a.v.)'a bir burak getirildi. Burak, kendisinden önceki peygamberin de
bindirildiği bir binit idi. Ayağını, gözlerinin görebileceği en son mesafeye kadar atabilirdi.
Hz. Peygamber, ona bindirildi. Sonra göklerle yer arasındaki ilahi ayetleri görmek üzere
götürüldü. Nihayet Kudüs'e varıldı. Orada İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerle
karşılaştı. Hepsi, onun için toplanmışlardı. Cemaat oluşturdular, Hz. Peygamber, önlerine
geçip onlara namaz kıldırdı. Sonra biri süt, biri içki, biri su dolu olmak üzere üç kupa
(bardak) getirildi. İçinde süt bulunanı alıp içti. Cebrail kendisine: "Sen hidayet buldun.
Ümmetin de hidayete kavuştu." dedi."
îbn İshak, Hasan-ı Basrî'nin mürsel olarak şöyle dediğini nakleder: Cebrail gelip Hz.
Peygamber'i uykudan uyandırdı. Sonra onu Mesid-i Haram'm kapısına götürerek burak
denen binite bindirdi. Burak, katır ile eşek arasında orta büyüklükte beyaz bir binit idi.
Bacaklarında iki kanat vardı ki ayaklarını, gözünün görebileceği en son noktaya atabilirdi-
Peygamber buyurdu ki: « Cebrail, beni buraka bindirdi. O da benimle birlikte yola koyuldu.
Ne ben onu geçebiliyordum. Ne de o beni geçebiliyordu.»
Ben derim ki: İbn îshak'a göre Katade'den rivayet edilen bir hadiste şu ifadeler yer
almaktadır: Rasûlullah (s.a.v.), buraka binmek istediğinde burak serkeşlik yaptı. Cebrail
elini yelesinin üzerine koyarak şöyle dedi:
- Ey burak, bu yaptığından utanmıyor musun?
Allah'a yemin ederim ki, Muhamed'den önce kendisine ilahi ikramlar gelmiş hiçbir Allah
kulu sana binmemiştir!
Cebrail'in böyle demesi üzerine burak utandı. Üzerinden terler aktı. Sonra sakinleşti.
Nihayet Rasûlullah (s.a.v.) ona bindi.
Hasan-ı Basrî, rivayet ettiği hadisinde sözüne devamla şöyle der:
Rasûlullah (s.a.v.), Cebrail ile birlikte yola devamla Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya geldiler.
Orada İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberler cemaatini gördü. Rasûlullah önlerine
geçerek onlara namaz kıldırdı.
Namazdan sonra ona süt ve içki bardağı sundular. O, süt bardağını alıp içti. Cebrail de ona:
"Hidayete erdin, Ümmetin de hidayete erdirildi. Ve size içki haram kılındı." dedi. Bundan
sonra Rasûlullah (s.a.v.) Mekke'ye döndü. Bu hadiseyi, Kureyşlilere haber verdi. İnsanların
çoğu, onu yalanladılar. Bazı kimseler de Müslüman iken İslâmiyet'ten dönüp irti-dat etti.
Ama hadiseyi duyar duymaz Ebu Bekir es-Sıddık, Rasûlullah'ı tasdik edip şöyle dedi:
- Gökten kendisine haber geldiğine dair sabah akşam onu tasdik ediyorum. Mescid-i
Aksa'ya gittiğine dair haberini mi tasdik etmeyeceğim!
Hasan-ı Basrî'ye göre Hz. Ebu Bekir es-Sıddık, Mescid-i Aksa'yı Hz. Peygamber'e sormuş,
o da kendisine Mescid-i Aksa'nm evsafim anlatmıştı. İşte o gün Ebu Bekir'e es-Sıddık
unvanı verilmişti. Cenâb-ı Allah,1 bu konuda şu ayetiinzal buyurmuştu:
«Sana gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'ân'da lanetlenmiş ağacı, insanların (imanını) sınama
(aracı) yaptık.» (el-îsrâ, 60.)
İbn îshak, Ümmü Hani'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), benim evimde
iken îsrâ'ya gitti. O gece yatsı namazını son vakitte kıldıktan sonra uyudu. Fecir'den az önce
bizi uykudan uyandırdı. Sabah vakti girince kendisiyle birlikte namaz kıldık. Bana dedi ki:
«Ey Ümmü Hani! Bu gece bu vadide (Mekke'de) son olarak yatsı namazım sizinle birlikte
kıldım. Sonra Kudüs'e gidip orada namaz kıldım. Gördüğünüz gibi sabah namazım da şimdi
sizinle beraber kıldım.»
Böyle dedikten sonra evden çıkmak üzere ayağa kaltı. Ben de abasının ucunu tuttum ve
şöyle dedim:
- Ey Allah'ın peygamberi! Bu sözü insanlara söyleme. Yoksa seni yalanlar ve sana eziyet
ederler!
- Vallahi, bunu onlara söyleyeceğim!
Hz. Peygamber, İsrâ hadisesini onlara anlattı. Kendisini yalanladılar
O da şöyle dedi: Kudüs'e gidişimin isbatlayıcı delili şudur: Falan vadide filan oğullarının
kervanının yanından geçtim. Binek hayvanımın hareketi onları ürküttü ve onların bir devesi
korkup kaçtı. Onlardan ayrıldı. Ben de onu, onlara gösterdim. Ben, Şam'a yönelmiş idim.
Sonra döndüm ve Dacinan dağlarının yamna geldiğimde filan oğullarının kafilesine
rastladım. Onları, uyur vaziyette gördüm, İçi su dolu bir kapları vardı. Üzerini örtmüşlerdi.
Ben de örtüsünü açıp, içindeki suyu içtim. Sonra tekrar eskisi gibi üzerini örttüm. Bunun
ispatı ise, onların kafilelerinin şimdi Tenimü'l-Beyda tepesinden inmekte oluşudur.
Önlerinde boz renkli bir deve vardır ki, devenin üzerinde biri siyah, diğeri beyaz olmak
üzere iki çuval vardır.
Ümmü Ham dedi ki; Onu dinleyenler süratle koşup kervana doğru gittiler. Önce,
Rasûlullah'ın özelliklerini anlattığı boz renkli deveyi gördüler. Sonra su kaplarım ve kaçan
develerim sordular. Kafiledekiler, onlara Rasûlullah'ın anlattığı gibi hadiseyi naklettiler.
Yunus b. Bükeyr, Esbat vasıtasıyla İsmail es-Süddî'den rivayet etti İd, anılan kervanın
gelişinden önce güneş batmak üzereydi. Rasûlullah, yüce Allah'a dua ederek güneşin
batmamasım diledi. Kervan gelinceye kadar güneş batmadı. Nihayet kervan geldi. Baktılar
ki tıpkı Rasûlullah'ın anlattığı vasıftadır. Oysa güneş, hiç kimsenin hatırı için batma-mazhk
etmez. Sadece Rasûlullah'ın hatırı için o giın batmamıştı, bir de Yuşa b. Nun (a.s.) için
batışını ertelemişti. Bunu, Beyhakî rivayet eder.
İbn İshak dedi ki: Kendilerini yalancıhkla itham edemiyeceğim kimseler, Ebu Said'in şöyle
dediğini rivayet ettiler: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
«Mescid-i Aksa'daki işimi tamamladıktan sonra miraç merdiveni getirildi. O zamana kadar
ondan daha güzel birşey görmüş değildim. Hastanız canım verirken gözünü ona diker.
Arkadaşım Cebrail beni o merdivene çıkardı. Nihayet göğün Hafaza kapısına vardım.
Kapıda İsmail adında görevli bir melek vardı. Eli altında görevli 12.000 melek daha vardı. O
meleklerden her birinin idaresinde de 12.000'er melek vardı.
Ravi diyor ki: Bu sözden bahsedildiğinde Rasûlullah (s.a.v.), şu ayeti okurdu:
«Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir.» (ci-Müddcssir,3i.)
Kesin olan husus şudur ki, İsrâ hadisesi, Hz. Peygamber'e vahyin gelişinden sonra vuku
bulmuştur. Bazılarının iddiasına göre bu az bir zamanı kapsayabileceği gibi, diğer
bazılarının iddiasına göre on senelik uzun bir zamanı da kapsayabilir. Ki, kuvvetli olan
görüş te budur.
O gece, îsrâ'ya gitmeden önce göğsü yarılıp kalbi çıkarılarak ikinci kez -bir kavle göre
üçüncü kez- yıkanmıştı. Çünkü o, yüce âlemlere ve Allah'ın huzuruna davet edilmişti.
Kendisi için bir tazim ve ikram olarak getirilen burak adlı binite bindi. Mescid-i Aksa'ya
geldiğinde, önceki peygamberlerin bineklerini bağladıkları halkaya burakı bağladı, sonra
Mescid-i Aksa'ya girdi. Onun kıblesine yönelerek Tahiyyetü'l-Mescid namazını kıldı.
Hüzeyfe (r.a.), onun Mescid-i Aksa'ya girdiği, orada namaz kıldığı ve burakı halkaya
bağladığına dair ifadeleri kabul etmemektedir.
Bu garibtir. Çünkü ispatlayıcı nass, reddedici nassa tercih edilir.
Alimler, Hz. Peygamberin diğer peygamberlerle cemaat olup onlara namaz kıldırdığı
hususunda farklı görüşler beyan etmişlerdir. Kimine göre semadan indikten sonra onlara
imamlık edip namaz kıldırmış-tır. Nitekim bazı ifadeler de buna delalet etmektedir ki uygun
olan da budur. İki kavle dayanarak bunu anlatacağız. Doğrusunu Allah bilir. Peygamberlere
semada iken namaz kıldırmış olduğunu söyleyenler de vardır.
İçki ve su bardaklarını bırakıp, süt bardağını tercih edişi hususun-. da da âlimler farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimine göre-daha önce . da anlatıldığı gibi- bunu Mescid-i
Aksa'da iken yapmıştır. Kimine göre ise- sahih hadisle de sabit olduğu gibi- semada iken
yapmıştır.
Özetle demek istediğimiz şudur ki Rasûlullah (s.a.v.), Mescid-i Ak-sa'daM işini
tamamladıktan sonra onun için miraç merdiveni göğe dikildi. Ona çıkıp semaya yükseldi.
Bazı insanların zannettikleri gibi burak üzerinde göğe yükselmiş değildir. Aksine burak
denen binit, Mescid-i Aksa kapısının üzerindeki halkaya bağlanmıştı. Semadan indikten
sonra ona binip Mekke'ye dönecekti. Semadan semaya yükseldi, yedinci semayı da aşıp
gitti. Her sema kapısına geldiğinde görevli meleklerle diğer büyük melek ve peygamberler
onu karşıladılar.
Hz. Peygamber, semalarda gördüğü belli başlı peygamberlerin adlarını da vermiştir. Nitekim
dünya semasında Adem peygamberi, ikinci semada Yahya ve İsa peygamberleri, dördüncü
semada îdris peygamberi, altıncı semada Musa peygamberi, yedinci semada da sırtını Beyt-i
Ma'mur'a dayamış vaziyette İbrahim peygamberi görmüştür. O Beyt-i Ma'mur M, ibadet
edip namaz ve tavaf için hergün içine 70.000 melek girer, oradan çıktıktan sonra bu
melekler, kıyamet gününe kadar ikinci kez sıra kendilerine gelipde oraya yeniden
giremezler.
Sonra Peygamber (s.a.v.), bütün diğer peygamberlerin makamlarını aşıp gitti. Nihayet ilâhî
takdir kalemlerinin cızırtısının duyulduğu bir seviyeye yükseldi. Sidretü'l-Münteha makamı,
onun için yükseldi. Baktı ki Sidre ağacının yaprakları fil kulağı büyüklüğünde, meyveleri de
Hecir[1] testisi iriliğinde. O esnada büyük ve göz alıcı çeşitli durumlarla karşılaştı. Sidretü'l-
Münteha'ya kargalar gibi çok sayıda melekler bindi, altından kelebekler toplandı. Yüce
Rabbin nuru, onu kapladı.
Orada Peygamber (s.a.v.), Cebrail'i gördü. Cebrail'in 600 kanadı vardı. Her iki kanadı
arasındaki mesafe, göklerle yer arasındaki mesafe kadardı. Onun hakkında Cenâb-ı Allah,
şöyle buyurmuştur:
«Andolsun ki onu bir defa daha görmüştü; Sidretü'l-Münteha yanında, ki onun yanında
oturulacak bahçe vardır. Sidreyi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed'in) göz(ü) şaşmadı ve
azmadı.» (en-Necm, 13-17.) Yani Peygamber (s.a.v.)'in gözü, ne sağa ne de sola kaydı. Ne
de bakması için belirlenen mekandan yükseğe kalktı. Bu büyük bir sebat ve yüce bir edeptir.
İbn Mesud, Ebu Hüreyre, Ebu Zerr ve Aişe'nin de naklettikleri gibi bu görüş, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in Cebrail'i asli suretinde ikinci kez görüşü idi. İlk görüşü hakkında şöyle
buyrulmuştur:
«Ona, çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrail öğretmiştir, en yüksek ufuktayken
doğrulu vermiş, sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı kadar belki daha da
yakın oldu. Allah o anda kuluna vahyedeceğini etti.» (en-Necm, 5-io.)
Evet, Mekke'de iken Peygamber (s.a.v.), Cebrail'i asli suretinde görmüştü. Cebrail, gökten
yere doğru sarkmış, yaratılışının büyüklüğü sema ile yer arasını doldurmuştu. Öyleki, Hz.
Peygamberle Cebrail arasındaki mesafe, iki yay ucu veya daha yakın mesafe kadar idi.
Önceki sayfalarda adları geçen büyük sahabelerin işaret ettikleri gibi tefsirde doğru ve
gerçek olan yol budur. Ama Şurayk'm Enes'ten, İsrâ hadisiyle ilgili olarak nakletmiş olduğu:
«Sonra izzet ve üstünlük sahibi olan, zorlu gücün sahibi Allah yaklaştı. Ona doğru sarktı.
Arala^ rmdaM mesafe, bir yayın iki ucu kadar veya daha az oldu.» sözüne gelince, bu
ravinin kendi şahsi anlayışı olup hadise ilavesidir. Doğrusunu Allah bilir.
Eğer bu Rasûlullah'tan nakledilmiş olsa bile, ayet-i kerimenin tefsiri değildir. Aksine bu,
ayet-i kerimenin delaletinden başka olan birşeydir. Doğrusunu Allah bilir.
Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, miraç gecesinde kulu Muhammed (s.a.v.)'e ve
onun ümmetine her gün ve gece için elli vakit olmak üzere namazı farz kıldı. Sonra
Muhammed (s.a.v.), Hz. Musa ile yüce Rabbi arasında gidip geldi. Nihayet Allah Teâlâ, elli
vakit namazı beş vakte indirdi. Hamd ve minnet O'nadır. Beş vakti indirirken şöyle buyurdu:
.
«Bunlar beş vakittir ama sevapları elli vakte bedeldir. Bire, on verilir.»
Muhammed (s.a.v.), o gece yüce Rabbi ile konuştu. Sünnet imamları bu hususta hemen
hemen mutabık gibidirler. Yalnız onu görüp görmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bazıları demişler ki: Muhammed (s.a.v.), Rabbini kalben iki kez gördü.
İbn Abbas ile bir grup böyle demişlerdir. Görmekten bahsederken
İbn Abbas ile diğerleri, kayıtsız bir görmeden söz etmişlerdir. Bu, kayıtlı görmeye
hamledilir. Diğer bazıları ise görmekten bahsederken, bunun kayıtsız bir görme olduğunu
ifade etmişlerdir. Bazıları ise görmekten kastın, gözle görmek olduğunu açıkça ifade
etmişlerdir. İbn Cerir, bu görüşü benimsemiştir. Üzerinde ısrarla durmuştur, Müteahhirin
âlimlerinden bir kısmı da, onun bu görüşüne uymuşlardır. Hz. Peygamberin, . Rabbini
gözleriyle görmüş olduğunu açıkça söyleyenlerden biri, Ebu'l-Hasan el-Eş'arî dir. Onun
böyle dediğini, Süheylî nakletmiştir, Nevevî de fetvalarında bu görüşü benimsemiştir.
Diğer bir grup ulema ise, böyle birşeyin vuku bulmadığını söylemişlerdir. Buna dayanak
olarak da Sahih-i Müslim'de yer alan Ebu Zerr'in hadisini göstermişlerdir. Ebu Zerr demiş
ki:
"Ya Resûlallah, Rabbini gördün mü?"
Resûlullah buyurdu ki: «O, bir nurdur. O'nu nasıl görebilirim?» Başka bir rivayete göre ise
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Ben, bir nur gördüm.»
Dediler ki: Baki olan zatı, fani gözlerle görmek mümkün değildir. Bu sebepledir ki yüce
Allah, Hz. Musa'ya şöyle demiştir: «Ey Musa, ölünceye kadar hiçbir canlı beni göremez.
Yuvarlanınadıkça da hiçbir kuru beni göremez.» Bu meselede selef ile halef arasında,
meşhur ihtilaf vardır. Doğrusunu Allah bilir.
Sonra Rasûlullah (s.a.v.), semadan Mescid-i Aksa'ya indi. Kuvvetli rivayetlere göre
peygamberler kendisini tazim etmek ve ikramda bulunmak için, Allah'ın yüce makamından
inerken onunla birlikte Mescid-i Aksa'ya indiler. Tıpkı misafir uğurlar gibi, onu uğurladılar.
Demek ki daha önce kendisiyle bir araya gelip toplanmamışlardı.
Bu sebepledir ki Peygamber (s.a.v.) semaya çıktığında, her peygamberle görüşürken
kendisinden önce Cebrail, o peygambere selam veriyor, sonra Hz. Peygamber'e: "Bu falan
zattır. Kendisine selam ver." diyordu. Eğer semaya çıkmadan önce peygamberlerle toplanıp
görüşmüş olsaydı, Cebrail'in ikinci kez onları kendisine tanıtmasına ihtiyaç duyulmazdı.
Şöyle demiş olması da bunu ispatlıyor: «Namaz vakti geldiğinde, onlara imamlık yaptım.»
O zaman sabah namazının vakti olmuştu. Cebrail'in teklin üzerine imam olarak önlerine
geçti. Aslında Cebrail, yüce Rabbinin emrine dayanarak ona böyle bir teklifi yapmıştı.
Bazıları buna dayanarak demiş-lerki: Büyük imam, namaz kıldırma hususunda ev sahibinin
önüne geçme hakkına sahiptir. Çünkü Mescid-i Aksa, o peygamberlerin mahalleri ve ikamet
yerleri olduğu halde Rasûlullah (s.a.v.), Önlerine geçip onlara imamlık etmiş ve namaz
kıldırmıştı. Sonra oradan çıkıp buraka bindi ve Mekke'ye döndü. Gayet sebatlı, sükunetli ve
vakarlı bir şekilde sabahladı.
Hz. Peygamber, o gece o kadar önemli hadiseler gördü ki, o hadiselerin tamamını veya bir
kısmını bir başka şahıs görmüş olsaydı, dehşete kapılır ya da aklını kaybederdi. Ama o,
sakin idi. Yalnız gördüklerini kavmine anlatması halinde onların hemen kendisini
yalanlamalarından endişe ediyordu. Bunu yavaş yavaş, hazmettire hazmettire onlara
anlatmayı düşündü. O gece sadece Mescid-i Aksa'ya gittiğini onlara söylemeyi düşündü.
Çünkü lanetli Ebu Cehil, Rasûlullah (s.a.v.)'ı sakin bir vaziyette Mescid-i Haram'da
otururken görünce, ona şöyle bir soru yöneltti:
- Bir haber var mı?
- Evet...
- Nedir o haber?
- Bu gece Mescid-i Aksa'ya götürüldüm.
- Mescid-i Aksa'ya mı?
- Evet.
- Ne dersin, kavmini senin yanına çağırsam da bana söylediklerini onlara da söyler misin?
- Evet.
Ebu Cehil, Hz. Peygamber'den bu sözleri duymaları için Kureyşli-leri çağırıp oraya
toplamak istedi. Rasûlullah da bu haberi onlara bildirmek ve tebliğde bulunmak istedi. Ebu
Cehil dedi ki:
- Ey Kureyş topluluğu, buraya gelin. (Onlar da grup grup toplandıkları yerden kalkıp
yanlarına geldiler). Ebu Cehil, Hz. Peygamber'e:
- Bana söylediklerini kavmine de söyle, dedi. Rasûlullah (s.a.v.) gördüğü şeyleri onlara
anlattı. O gece Kudüs'e, Mescid-i Aksa'ya gidip orada namaz kıldığını söyledi. Onu
yalanlamak ve anlattığı şeylerin mümkün olmadığını ifade etmek maksadıyla kimileri el
çırptı, kimileri ıslık çaldı. Bu haber, Mekke'de yayıldı. Kimileri de Ebu Bekir'in yanma
giderek durumu anlattılar. O, onlara şöyle karşılık verdi:
- Siz, Muhammed (s.a.v.)'e iftira ediyorsunuz.
- Vallahi kendisi böyle diyor.
- Eğer kendisi böyle diyorsa, mutlaka doğru söylüyordur. Böyle dedikten sonra kalkıp
müşriklerin arasında duran Peygamber'in
yanma geldi. Hadiseyi ona sordu. Rasûlullah, hadiseyi ona olduğu gibi anlattı. O da
Mescid-i Aksa'mn evsafını ona sordu ki, orada bulunan müşrikler bunu duysunlar ve
anlattığı haberlerin doğru olduğunu anlasınlar.
Sahih hadiste anlatıldığına göre bu soruyu Rasûlullah'a, müşrikler sormuşlardır. Rasûlullah
da şöyle buyurmuştur: "Ben, Mescid-i Aksa'nın alametlerini onlara bildirdim. Yalnız bazı
alametlerini karıştırdım. Bunun üzerine yüce Allah, bana Mescid-i Aksa'yı gösterdi. Oyle-ki
Ukeyl'in evinin yanındaymış gibi ona bakıyor ve evsafını onlara anlatıyordum. Ve evsafını
doğru, isabetli plarak bil diriyordum."
İbn îshak, Hz. Peygamberin Kureyş kervanımn yanından geçtiğini, onların sularından
içtiğini de Mekkelilere bildirdiğini nakleder. Artık Cenâb-ı Allah, onlara karşı hüccet ileri
sürmüş, doğru yolu aydınlatmıştı. Bunun üzerine kimi Rabbine yakînen iman etmiş, kimi de
bu hüccetin ibrazından sonra yine de küfretmiş ti. Nitekim yüce Allah buyurmuş ki:
«Sana gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'ân'da lanetlenmiş ağacı, insanların (imanını) sınama
(aracı) yaptık.» (el-Isrâ, 60.)
îbn Abbas dedi ki: İsrâ ve miraç, Rasûlullah'a gösterilmiş bir rüya idi.
Selef ve halef ulemasının cumhuruna göre Isrâ hadisesi, hem bedenen hem ruhen vuku
bulmuştur. Nitekim rivayetlerdeki ifadelerin zahiri de, buna delalet etmektedir. Ayrıca miraç
merdivenine çıkarak semaya yükselmesi de bunu isbatlamaktadır. Bunun için Allah Taâlâ
şöyle buyurmuştur:
«Kulu Muhammedi bir gece Mescid-i Haram'dan, kendisine bir kısım ayetlerimizi
göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı
yücedir.» (ei-Isrâ,u
Ayet-i kerimede geçen ve Allah'ın eksikliklerden münezzeh olduğunu ifade eden teşbih
kelimesi, harika ve muazzam mucizelerin görülmesi anında yapılır. Bu da gösteriyor ki İsrâ
ve miraç, hem ruhen hem bedenen gerçekleşmiştir. Zaten kul, hem ruhtan hem de bedenden
ibarettir. Eğer bu hadise, rüya halinde gerçekleşmiş olsaydı, Kureyş kafirleri bunu imkansız
görmez ve ilk etapta Peygamberimiz'i yalanlamaz-lardı. Çünkü böyle bir hadisenin rüyada
görülmesi, yalanlanmaya değer büyük bir olay değildir. Bu da gösteriyor ki peygamber, rüya
halinde değil de uyanık halde iken Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürülmüştür.
Şurayk'm Enes'ten rivayet ettiği: «Sonra uyandım. Birde baktım ki ben Hatim'deyim.»
hadisindeki ifadeye gelince bu, Şurayk'm yanılmasıdır. Ya da bir halden başka bir hale
intikal etme anlamına gelir ki, buna da yakaza (uyanıklık) tabiri kullanılır. Nitekim
Hz.Aişe'nin rivayet ettiği bir hadiste de, böyle bir ifade gelecektir. Rasûlullah (s.a.v.), Taife
gittiğinde Sakifliler onu yalanlamışlardı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), olayı anlatırken
şöyle buyurmuştu:
«Kederli bir şekilde Taif ten döndüm. Ancak Karnü's-Sealib denen yere vardığımda
ayıldım.» Çocuğunu, ağzına badem yağı sürmesi için Rasûlullah'm yanma getiren Ebu
Useyd, onun insanlarla konuşmakla meşgul olduğunu görünce, çocuğunu kaldırıp götürmüş,
Rasûlullah kendine geldiğinde çocuğun nereye gittiğini sormuş, orada hazır bulunanlar da
babasının alıp götürdüğünü söyleyince, o çocuğa Mümzir adını vermişti. Bu rivayette geçen
kendine gelme sözü de, ayılma gibi birşeydir. Doğrusunu Allah bilir.
İbn İshak, mü'minlerin annesi Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «İsrâ ve miraç
gecesinde Rasûlullah (s.a.v.)'m bedeni, Mekke'den ayrılmadı. Ama Cenâb-ı Allah, onu ruhen
gönderdi.»
Yine îbn İshak, Rasûlullah (s.a.v.)'m İsrâ ve miracının nasıl olduğu sorusuna cevaben
Muaviye'nin şöyle dediğini rivayet eder:
«Allah'ın ona gösterdiği, sadık bir rüya oldu.»
İbn İshak dedi ki: Bunların bu sözü, münker değildir. Çünkü Hasan, şu ayetlerin bu
mevzuyla ilgili olarak nazil olduğunu söylemiştir:
«Sana gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'ân'da lanetlenmiş ağacı, insanların (imanım) sınama
(aracı) yaptık.» (ei-Isrâ, eo.)
Nitekim İbrahim peygamber de şöyle demişti:
«Yavrum, ben uykuda görüyorum ki ben seni kesiyorum.» (es-Sâffât, 102.)
Bir hadiste de Hz. Peygamber, şöyle buyurmuştur:
«Gözlerim uyur, ama kalbim uyanıktır.»
İbn İshak dedi ki: Bunlardan hangisinin vuku bulduğunu Allah daha iyi bilir. Hz.
Peygamber, îsrâ ve miraç ta Allah'ın emrinden bazı şeyler müşahede etti. İster uyku halinde,
ister uyanıklık halinde olsun, bütün bunlar haktır ve doğrudur.
Ben derim ki: İbn îshak, bu konuda fikir beyan etmemiş ve her iki durumun da mümkün
olabileceğini söylemiştir. Ama üzerinde tartışılmayacak ve şüphe götürmeyecek gerçek
şudur ki, îsrâ ve miraç hadisesi, mutlaka uyanıklık halinde vuku bulmuştur. Önceki nakiller
de bunu teyid etmektedir.
Hz. Aişe'nin: "RasûiuUah'm cesedi yerinden ayrılmadı. İsrâ hadisesi ruhen gerçekleşti."
sözü, bu hadisenin -İbn îshak'm anladığı şekilde-uyku halinde cereyan etmiş olduğunu
gerekli kılmaz. Aksine bu ifade, îsrâ'nın uyku halinde değil de uyanık halde iken hakikaten
Peygam-ber'in ruhuyla cereyan etmiş olduğunu, buraka bindiğini, Mescid-i Aksa'ya
vardığını, semalara yükseldiğini, uyku halinde değilde uyanık olarak hakikaten bazı
hadiseleri müşahede ettiğini gerekli kılmaktadır. Belki de mü'minlerin annesi Hz. Aişe'nin
ve onun yolunda gidenlerin kastettikleri mana budur. Yoksa İbn îshak'ın anladığı şekilde Hz.
Aişe, bu ifadeleriyle, îsrâ'nın uyku halinde cereyan ettiğini söylemek kastını taşımamıştır.
Doğrusunu Allah bilir.
Tenbîh: Biz, İsrâ hadisesinden önce Hz. Peygamberin uykuda rüya gördüğünü inkar
etmediğimiz gibi, îsrâ hadisesinden sonrası için de inkar etmiyoruz. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in gördüğü rüya, mutlaka sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi. Bunun gibi bir hadiste,
vahyin başlangıcı bölümünde nakledilmiştir. Vahiyden önce uyanıklık halinde gördüğü bazı
hadiseleri, uyku halinde de görmüştür. Bununla da onun peygamber olacağı ve bu hadiselere
alışması amacı güdülmüştür. Doğrusunu Allah bilir.
Âlimler, İsrâ ve miraç hadiselerinin aynı gecede mi, yoksa herbiri ayrı ayrı olarak bir gecede
mi cereyan etmiştir? diye ihtilafta bulunmuşlardır. Bazılarına göre İsrâ hadisesi uyanıklık
halinde, miraç hadisesi ise uyku halinde gerçekleşmiştir. Mühelleb b. Ebi Süfra, Buharı
şerhinde nakleder ki bazı âlimler, biri ruhen ve uyku halinde, diğeri de hem bedenen, hem
ruhen uyanıklık halinde olmak üzere İsrâ hadisesinin iki kez vuku bulduğu görüşündedirler.
Süheylî dedi İd: Bu söz, bu konuda nakledilen hadisleri bir araya getirip toplamaktadır.
Enes'ten rivayet ettiği hadiste şöyle denmektedir: İsrâ ve miraç hadisesi, Hz. Peygamber'in
gözlerinin uyuduğu, kalbinin gördüğü bir demde cereyan etmiştir. Bu hadise gördüğü bir
anda cereyan etmiştir. Bu hadisin sonunda da Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Sonra uyandım. Bir de baktım ki, ben Hatim'deyim.» Bu, uyku halinde olan bir hadisedir.
Diğer hadisler ise, bu hadisenin uyanıklık halinde cereyan ettiğine delalet etmektedirler.
Bazı âlimlerde uyanıklık halinde de İsrâ'nm birkaç kez vuku bulduğunu iddia etmişlerdir.
Hatta bazıları demişler ki; İsrâ, dört kez vuku bulmuştur. Yine bazılarının iddiasına göre
Medine'de de vuku bulan İsrâ hadiseleri olmuştur.
Şeyh Şihabuddin Ebu Şame, îsrâ ile ilgili hadisleri uzlaştırma çabası içine girmiş ve İsrâ'nm
üç kez vuku bulduğunu söylemiştir. Bunlardan birisi, Mekke'den burak üzerinde Beyt-i
Mukaddes'e, diğer birinde Mekke'den Burak üzerinde semaya yükseliş şeklinde, üçüncüde
de Mekke'den Mescid-i Aksa'ya, oradan da göklere yükseliş şeklinde cereyan etmiştir.
Biz deriz ki: Şeyh Şihabuddin, ihtilaflı rivayetler yüzünden İsrâ'nın üç kez vuku bulduğu
görüşüne kail olmuştur. Oysa bu konudaki hadis lafızlarının, bu üç vasıftaki îsrâ'dan daha
fazla vasıflara şamil olduğu bilinmektedir. Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyen kimse,
tefsirimizin İsrâ sûresinin birinci ayetiyle ilgili kısmındaki açıklamalarımıza baksın,
İsrâ'nın, Kudüs'e ve semavata gidip yükselmeye göre vasıflandırılarak taksim edilmesine
gelince, bir delile dayanmaksızın sadece akla dayanılarak böyle bir sınırlama getirmek
doğru olmaz. İşin gerçeğim Allah bilir.
Buharî'nin, îsrâ hadisesini Ebu Talib'in ölümünü anlattıktan sonra anlatması hayret vericidir.
İşin sonunda miracı anlatmasına İbn îshak muvafakat etmiş ama Ebu Talib'in ölümünden
sona anlatmasına muhalefet etmiştir. İbn îshak ise Ebu Talib'in ölümünü, îsrâ hadisesinden
sonra anlatmıştır. Bunlardan hangisinin önce, hangisinin sonra vuku bulduğunu ancak Allah
bilir.
Özetle demek istediğimiz şu ki; Buharî, İsrâ ve miracı birbirinden ayırmış, bunlardan her
biri için müstakil bir bab düzenlemiş ve "Babu Hadisi'1-îsrâ" diye başlık atmıştır. Bu başlığı
attıktan sonra da Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: İşittim ki Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyuruyor:
«Kureyşlüer, beni yalanladıklarında Hatim'de idim. Allah, bana Mescid-i Aksa'yı gösterdi.
Ben de onun manzarasına bakarak işaretlerini, Kureyşlilere anlatmaya başladım.»
Sonra "Buharî Babu Hadisi'l-mirac" adında bir başlık atarak Malik b. Sa'saa'dan şöyle bir
rivayette bulunmuştur: Peygamber (s.a.v.), İsrâ'ya götürüldüğü geceyi halka anlatırken şöyle
buyurdu:
«Bir ara Hatim'de yatmış (uyku ile uyanıklık arası) bulunuyordum. Bu sırada bana gelen
Cibril (göğsümü) yardı- Ravi Katade Enes b. Ma-lik'in: «Şuradan şuraya kadar yardı»
dediğini işittim, demiştir. Rayi, bu işaret olunan yerin boğaz çukurundan kıl bittiği yere
kadar yani ön mahalli olduğunu bildirmiştir- ve kalbimi çıkardı. Sonra içi iman (ve hikmet)
dolu bir tas getirildi. Kalbim (Zemzem suyu ile) yıkandı, içine iman (ve hikmet) doldurulup
eski haline getirildikten sonra katırdan küçük ve merkepten büyük beyaz bir binit getirildi.
-Ravi Enes b. Maİik:«Bu-nun adı buraktır ki, o, adımını gözünün erişebildiği yerin sonuna
kadar, atardı.» demişti -Ben, buraka bindirildim. Cibril de benimle beraberdi. Nihayet dünya
semasına vardı. Cibril, gök kapısını çaldı. Görevli melek tarafından:
- Kim o? denildi. Cibril:
- Cibril'im, dedi. Bekçi melek:
- Yanındaki kimdir? diye sordu. Cibril:
- Muhammed, diye cevap verdi. Görevli Melek:
- Göğe çıkmak için ona, vahiy ve miraç daveti gönderildi mi? diye sordu. Cebrail:
- Evet, gönderildi, diye tasdik etti. Görevli melek:
- Merhaba gelen zata. Bu gelen kişi ne güzel yolcu? dedi. Ve hemen gök kapısı açıldı. Ben,
birinci semaya yarınca orada Adem peygamberle karşılaştım. Cibril bana:
- Bu senin baban Adem'dir, kendisine selam ver, dedi. Ben de selam verdim. Adem,
selamıma karşılık verdi. Sonra:
- Merhaba hayırlı, iyi oğlum, salih peygamber, dedi.
Sonra Cibril, benimle yukarı yükseldi. Nihayet ikinci semaya geldi. Bunun da kapısını çaldı:
- Kam o? denildi. Cibril:
- Cibril'im, dedi.
- Yanındaki kimdir? denildi. Cibril:
- Muhammed, diye cevap verdi.
- Ona, vahiy ve miraç gönderildi mi? denildi. Cibril:
- Evet, gönderildi, dedi.
- Merhaba gelen zata. Bu gelen kişi ne güzel yolcu, denildi. Hemen gök kapısı açıldı. Ben
ikinci semaya varınca orada Yahya ve İsa peygamberlerle karşılaştım. Yahya ve îsa, teyze
oğullarıdır. Cibril bana:
- Bu gördüklerin Yahya ile İsa'dır, bunlara selam ver, dedi. Ben de onlara selam verdim.
Onlar da selamıma karşılık verdiler. Sonra:
- Merhaba hayırlı kardeş, salih peygamber, dediler. Sonra Cibril benimle üçüncü semaya
yükseldi. Bunun da kapısını çaldı.
- Kim o? denildi. Cibril:
- Cibril'im, dedi.
- Yanındaki kimdir? denildi. Cibril:
- Muhammed, dedi.
- Ona, vahiy ve miraç daveti gönderildi mi? denildi. Cibril:
- Evet, gönderildi, dedi. Görevli melek tarafından:
- Merhaba gelen zata. Bu gelen, kişi ne güzel yolcu, denildi. Hemen gök kapısı açıldı. Ben,
üçüncü semaya vardığımda Yusuf peygamberle karşılaştım. Cibril:
- Bu gördüğün Yusuf tur, ona selam ver, dedi. Ben de Yusuf a selam verdim. O da karşılık
verdi. Sonra:
- Merhaba hayırlı kardeş, salih peygamber, dedi. Sonra Cibril benimle yükseldi, dördüncü
semaya vardı. Bunun da kapısını çaldı.
- Kim o? denildi.
- Cibril, diye cevap verdi.
- Yanındaki kim? denildi. Cibril:
- Muhammed, dedi.
- Ona, (miraç daveti) gönderildi mi? diye soruldu. Cibril:
- Evet, gönderildi, dedi.
- Merhaba gelen kişiye, bu gelen zat ne güzel yolcu, denildi. Hemen gök kapısı açıldı. Ben,
dördüncü kat göğe vardığımda îdris peygamberle karşılaştım. Cibril bana:
- Şu gördüğün İdris'tir. Ona selam ver, dedi. Ben de îdris'e selam verdim. O da selamıma
karşılık verdi. Sonra:
- Merhaba salih kardeş, salih peygamber, dedi.
Sonra Cibril benimle yükseldi, beşinci semaya vardı. Onun da kapısını çaldı.
- Kim o? denildi. Cibril:
- Cibril, dedi.
-Yanındaki kimdir? denildi. Cibril:
- Muhammed, dedi.
- Ona, (miraç daveti) gönderildi mi? denildi. Cibril:
- Evet, gönderildi, diye cevap verdi.
- Ferah ve inşirah ona. Bu gelen zat, ne güzel yolcu, denildi. Hemen
gök kapısı açıldı.
Ben, beşinci semaya varınca Harun peygamberle karşılaştım. Cibril bana:
- Bu Harun'dur, ona selam ver, dedi. Ben de Harun'a selam verdim.
O da selamıma karşılık verdi. Sonra:
- Merhaba salih kardeş ve salih peygamber, dedi.
Sonra Cibril benimle altıncı kat göğe erişti. Gök kapısını çaldı.
- Kim o? denildi. Cibril:
- Cibril, diye cevap verdi. -Yanındaki kimdir? denildi. Cibril:
- Muhammed, dedi.
- Ona, miraç için vahiy gönderildi mi? denildi. Cibril:
- Evet, gönderildi, dedi. Bu göğün bekçisi olan görevli melek:
- Bu gelen kişiye merhaba, ne güzel bir yolcu geldi, dedi. Ben, altıncı göğe varınca Musa
peygamberle karşılaştım. Cibril bana:
- Bu Musa'dır. Kendisine selam ver, dedi. Ben de Musa'ya selam verdim. O da karşılık
verdi. Sonra:
- Salih kardeşe ve salih peygambere merhaba, dedi. Ben, Musa'yı bırakıp geçince Musa
ağlamaya başladı. Musa'ya:
- Niçin ağlıyorsun? denildi. O da:
- Benden sonra bir genç peygambere be/at olundu ki, onun ümmetinden Cennet'e girenler,
benim ümmetimden girenlerden çoktur, ona ağlıyorum, dedi.
Sonra Cibril, benimle yedinci göğe yükseldi. Gök kapısını çaldı.
- Kim o? denildi. Cibril:
- Cibril, dedi.
- Yanındaki kimdir? denildi. Cibril:
- Muhammed, dedi.
- Ona miraç daveti gönderildi mi? denildi. Cibril:
- Evet, gönderildi, dedi.
- Bu gelen zata merhaba, bu gelen kişi ne güzel misafir, dedi. Yedinci kat gökte İbrahim
peygamber bulunuyordu. Cibril:
- Bu gördüğün, baban İbrahim'dir. Ona selam ver, dedi. Ben de İbrahim'e selam verdim. O
selamıma karşılık verdi. Ve:
- Ey hayırlı oğul, ey salih peygamber merhaba, dedi. (Rasûlullah buyurdu ki:)
- Sonra Sidretü'l-Münteha'ya yükseltildim. Baktım ki orada dört nehir var. İkisi zahir, ikisi
bâtın idi. Ben:
- Ey Cibril, bu dört nehir nedir? diye sordum. Cibril:
- Bâtınî nehirler Cemıet'te iki nehirdir. Zahiri oîan nehirler ise, Nil ile Fırat nehirleridir, dedi.
Sonra bana Beyt-i Ma'mur gösterildi. Gördüm ki her gün oraya 70.000 melek ziyarete
gidiyor. Sonra bana şarab, süt,bal dolu üç bardak sunuldu. Ben süt dolu bardağı aldım
(içtim.). Cibril bana: İçtiğin süt senin ve ümmetinin fıtratı, yani Islamî hilkatidir, dedi.
Sonra benim (le ümmetim) üzerine her gün elli vakit namaz farz kılındı. Ben dönüp Musa'ya
uğradığım da o:
- Ne ile emrolundun? diye sordu. Ben de:
- Her gün elli vakit namazla emrolundum, diye cevap verdim. Musa:
- Her gün elli vakit namaza ümmetinin gücü yetmez. Vallahi ben, kesin olarak insanları
senden önce denedim ve Isrâiloğullarını sıkı bir denemeye tabi tuttum. Dolayısıyla sen,
Rabbine müracaat edip ümmetin için hafifletmesini dile, dedi. Ben de müracaat ve niyazda
bulundum. Benden (ve ümmetimden) on vakit namaz indirildi. Bunun üzerine Musa'ya
dönüp geldim. Musa önceki gibi tavsiyede bulundu. Ben de Rabbi-me niyazda bulundum.
Bu kez on vakit namaz daha indirildi. Ben yine Musa'ya dönüp uğradım. Musa, eskisi gibi
öğüt verdi. Ben de Rahibime niyazda bulundum. Benden on vakit namaz daha indirildi. Ben
yine Musa'ya dönüp geldim. Musa, önceki tavsiyede bulundu. Ben de Rabbi-me tekrar
niyazda bulundum. Benden on vakit namaz daha indirildi de her gün on vakit namazla
emrolundum. Tekrar Musa'ya dönüp geldim. Musa, bana önceki mütalaasını söyledi. Ben de
Allah'a arzı niyazda bulundum, bu kez hergün beş. yaMt namazla emrolundum. Bunun
üzerine dönüp Musa'ya geldim. Musa:
- Ne ile emrolundun? diye sordu. Ben de:
- Her gün beş vakit namazla emrolundum, dedim. Musa:
- Ümmetin her gün beş vakit namaza muktedir olamaz. Ben senden önce insanları fazlasıyla
denedim ve İsrailoğullarını sıkı bir denemeye tabi tuttum. Şimdi sen Rabbine dön de bunun
ümmetin için hafifletilmesini dile, dedi. Ben de:
- Rabbime çok niyaz ettim. Öyleki bir daha arzı niyazda bulunmaktan utandım. Bu suretle
beş vakit namaza razı olacağım, buna teslimiyet göstereceğim, dedim. Ben, Musa'nın
yanından geçince bir münadi:
- Ben, beş vakit namazla farizamı imza ve irade eyledim. Kullarımdan fazlasını hafifletip
indirdim, diye nida eyledi.»
Buharı, bu hadisi, burada bu şekilde rivayet etmiştir. Sahihinin başka yerlerinde de bunu
rivayet etmiştir. Müslim, Tirmizî ve Neseî de bir kaç yoldan bu hadisi Katade'den, Enes'ten
ve Malik b. Sa'saa'dan rivayet etmişlerdir. Bu rivayette Mescid-i Aksa'dan söz
edilmemektedir. Belki de bazı raviler bilindiği için, bu rivayetteki bazı haberleri atlamışlar
veya unutmuşlardır. Yahut da faydalı ve gerekli kısımları anlatmış, diğer kısımları
atlamışlardır. İsrâ ile ilgili bütün rivayetleri, ayrı ayrı mütalaa eden ve herbirinin ayrı bir
İsrâ1 dan bahsettiğini söyleyen kimse gerçek ve doğruluktan uzaklaşmıştır. Çünkü bu
rivayetlerin tamamında Rasûlullah'm, peygamberlere selam verişi, ve onları tarif edişi ile
namazın farz kılmışı anlatılmaktadır. Şu halde bu îsrâ hadiselerinin birden fazla oluşunu
iddia etmek nasıl mümkün olur? Bu imkansız ve gerçekten uzak bir iddiadır. Doğrusunu
Allah bilir.
Buharı, daha sonra İbn Abbas'm şu ayetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder:
«Sana gösterdiğimiz rüyayı ve Kür'ân'da lanetlenmiş ağacı, insanların (imanını) sınama
(aracı) yaptık» (el-tsrâ, 60.)
Bu ayette sözü edilen rüya, Rasûlullah'ın Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürüldüğü
gece kendisine gösterilen bir rüyadır. Ayrıca Kur'ân'da sözü edilen lanetli ağaç ise, zakkum
ağacıdır. [2]
Fasıl
îsrâ hadisesinin vuku bulduğu gecenin ertesi günü zeval vaktinde Cebrail, Hz. Peygamber'e
gelerek namazın nasıl kılınacağını anlatıp vakitlerini belirledi. Rasûlullah (s.a.v.) da
ashabını çağırıp etrafında toplanmalarını istedi. Onlar, bu çağrıya uydular. Gelip etrafında
toplandılar. O günden başlayıp ertesi güne kadar Cebrail, Hz. Peygamber'e imamlık yaptı.
Müslümanlar da Hz. Peygamber'e uyarak hep birlikte cemaat halinde namaz kıldılar.
Nitekim Ibn Abbas ile Cabir'den rivayet olunan bir hadiste Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
«Beyt yanında Cebrail, iki kez bana imamlık etti.»
Cebrail, ona her namazın ilk ve son vakitlerim açıkladığı gibi, ikisi arasındaki geniş vakti de
açıkladı. Ancak akşam namazı için geniş bir vakit belirlemedi. Bu husus, Ebu Musa,
Büreyde ve Abdullah b. Amr'ın rivayet ettikleri hadislerde sabittir. Bütün bunlar, Müslim'in
sahihinde mevcuttur. Bu konuyu "el-Ahkam," adlı kitabımızda tafsilatlı olarak anlattık.
Hamd, Allah'a mahsustur. Buharî'nin sahihinde Hz. Aişe'nin şöyle dediğine dair bir rivayet
vardır:
«Namaz ilk defa iki rekat olarak farz kılındı. Sonra bu iki rekatlık namaz, yolculuk namazı
olarak kabul edildi. Mukimlik halindeki namaz ise artırıldı.»
Bu rivayeti anlamak müşküldür. Çünkü Hz. Aişe, yolculuk halinde iken de namazı tam
kılardı. Osman b. Affan da öyle yapardı. Şu aşağıdaki ayetin tefsirini yaparken bundan
bahsettik:
«Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkar edenlerin size bir kötülük yapmalarından
korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur.» (en-Nisâ, ıoı.)
Beyhakî dedi M: Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre ikamet halindeki namaz, ilk olarak dört
rekat şeklinde farz kılınmıştır. Nitekim İsrâ gecesinin sabahında, Hz. Peygamber'in öğleyi
dört, ikindiyi dört, akşamı üç (ilk iki rekat'mda kıraati sesli olmak kaydıyla), yatsıyı dört
(kıraati ilk iki rekatında sesli olmak kaydıyla) ve sabahı da iki rekat olarak (iki rekatında da
kıraati sesli olmak kaydıyla) kıldığını mürsel bir rivayetle nakletmiş tir.
Ben derim ki: Belki de Hz. Aişe, îsrâ hadisesinden önce namazların ikişer rekat halinde
kılındığını söylemek istemiştir. Beş vakit namaz farz kılındığında ise, mukimlik halindeki
namaz olduğu gibi bırakılmış, yani yine dört rekat olarak kılınmaya devam edilmiş,
yolculuk için ise sadece iki rekat olarak kılınmasına ruhsat tanınmıştır. Nitekim daha
önceden de durum böyle idi. Bunu bu şekilde anladığımız takdirde, hadisi anlamaktaki
müşküller tamamen ortadan kalkar. Doğrusunu Allah bilir. [3]
Hz. Peygamber Zamanında Ayın İkiye Bölünmesi
Cenâb-ı Allah, Rasûlü'nün getirmiş olduğu hak din ve hidayet hususunda doğru sözlü
olduğunu göstermek için ayı ikiye ayırarak müşriklere göstermişti. Evet, Hz. Peygamberin
işaret ettiği esnada Allah'ın emri üzerine ay ikiye bölünmüştü. Yüce kitabının muhkem bir
ayetinde konuyla ilgili olarak Cenâb-ı Allah, şöyle buyurmaktadır:
«Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır; onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve «süregelen
bir sihir» derler. Yalanlarlar da kendi heveslerine uyarlar. Ama her işin karar kılacağı bir
sonucu vardır.» (ei-Kamer,ı-3.)
Müslümanlar, ayın ikiye bölünmesi hadisesinin Peygamber Efendimiz zamanında vuku
bulduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Bunun kesin olarak vuku bulduğunu ifade eden
mütevatir hadisler, müteaddit yollardan nakledilmiştir. Konuyu kapsamlı bilen ve meseleye
iyice bakan kimse bunu anlar. Biz de Allah'ın müyesser kıldığı kadarıyla bunu anlatacağız.
Güvencimiz ve dayanağımız Allah'tır. Bunu tefsirimizde teferruatlı bir şekilde anlattık.
Orada rivayet yollarını ve lafızları kapsamlı bir şekilde naklettik. Burada da konuyla ilgili
rivayetlere işaret edecek ve bunları meşhur kitaplara nispet edeceğiz. Bunu Allah'ın güç ve
kuvveti sayesinde başaracağız. Buna dair rivayetler, Enes b. Malik, Cübeyr. b. Mut'im,
Hüzeyfe, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Mes'ud'dan nakledilmiştir.
Allah hepsinden razı olsun. Enes'ten gelen rivayete göre İmam Ahmed b. Hanbel, onun
şöyle dediğini rivayet etmiştir: Mekkeliler, Hz. Peygamber'den bir mucize istediler. Bunun
üzerine ay, Mekke'de iki kez yarıldı ve yüce Allah buyurdu ki:
«Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır.»
Bu hadis, Müslim'in sahihinde yer almıştır.
Buharî ile Müslim, Enes'in şöyle dediğini rivayet ederler:
«Mekkeliler, kendilerine bir mucize göstermesini Hz. Peygamber'den isteyince o da ayı
ikiye bölünmüş olarak onlara gösterdi. Nihayet onlar da ayın her bir parçasının Hira'nın
birer tarafında bulunduğunu gördüler.»
Cübeyr b. Mut'im'in rivayetine gelince, İmam Ahmed b. Hanbel, Cübeyr'in babası Mut'im'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Hz. Peygamber zamanında ay ikij^e bölündü. Her bir parçası bir dağın üzerinde idi. Bunu
gören müşrikler:
"Muhammed, bizi büyüledi. Bizi büyülese bile, bütün insanları büyülemeye güç yetiremez."
dediler.
Hüzeyfe b. Yeman'm rivayetine gelince, "Delail" adlı eserde Ebu Nuayra, Ebu Abdurrahman
es-Sülemî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Hüzeyfe b. Yeman, Medain'de bize bir hutbe irad
etti. Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi: «Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır.
» Bilesiniz İd kıyamet saati yaklaştı. Bilesiniz ki ay ikiye bölündü. Bilesiniz ki dünya,
gideceğini haber vermektedir. Bilesiniz ki bugün yanşa hazırlanmak, yarın da yarış yapmak
günüdür.»
ikinci cuma günü babamla birlikte cuma namazına gittim. Yine Hüzeyfe, Allah'a hamd ve
senada bulunduktan sonra aynı şeyleri söyledi. Ve sözlerine şunları ekledi:
- Bilesiniz ki yarışı kazanan, cumaya önce gelendir. Namazdan çıktıktan sonra eve giderken
yolda babama:-
- Yarıştan neyi kastediyor? diye sordum. Babam:
- Herkesten önce Cennet'e girmek için insanların birbirleriyle yarışmasını kastediyor, dedi.
îbn Abbas'm rivayetine gelince, Buharı, onun şöyle dediğini nakleder:
"Doğrusu ay, Peygamber (s.a.v.)'in zamanında ikiye ayrılmıştır." Yine Buharı ve Müslim,
aşağıdaki ayetlerle ilgili olarak Cafer'in şöyle dediğini rivayet ederler:
«Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır. Bir delil görseler, hemen yüz çevirirler ve "devam eden
bir sihir" derler.»
Hicretten önce ay ikiye bölündü. Öyleki onu iki parça halinde gördüler.
Hafız Ebu Nuaym, İbn Abbas'm aşağıdaki ayetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder:
«Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır.»
Aralarında Velid b. Muğire, Ebu Cehil b. Hişam, As b. Vail, As b. Hi-şam, Esved b.
Abdiyağus, Esved b. Muttalib b. Esed b. Abdül-Uzza, Zem'a b. Esved, Nadr b. Haris'in de
bulunduğu birçok müşrik, Hz. Peygamber'in yanına gelip toplandılar ve ona:
- Eğer doğru isen, bir parçası Ebu Kubeys dağının üzerinde, diğer parçası da Kuaykian dağı
üzerinde görünecek şekilde ayı iki parçaya ayır, dediler. Peygamber (s.a.v.) onlara:
- Böyle yaparsam, iman eder misiniz? diye sordu. Onlar da:
- Evet, dediler. O gece ay dolunay halinde idi. Peygamber, bu dileğin yerine getirilmesini
yüce Allah'tan niyaz etti. Ay da, yarısı Ebu Kubeys dağının üzerinde, diğer yarısı da
Kuaykian dağı üzerinde görünecek şekilde iki parçaya ayrılmış halde göründü.Bunun
üzerine Hz. Peygamberde onlara şöyle sesleniyordu:
- Ey Eba Seleme b. Abdi'1-Esed ve Erkam b. Erkam, şahadet edin. Sonra Ebu Nuaym, İbn
Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Mekke halkı, Hz. Peygamberin yanma giderek ona:
- Senin Allah Rasûlü olduğunu bilmemizi sağlayacak bir mucizen var mı? diye sordular.
Cebrail inip Hz. Peygamber'e şöyle dedi:
- Ya Muhammed, Mekkelüere de ki; "Bu gece toplansınlar ve -şayet yararlanacaklarsa- bir
mucize görsünler."
Hz. Peygamber, Cebrail'in bu sözlerini onlara bildirdi. Bunun üzerine ayın ondördüne denk
gelen gecede dışarıya çıkıp toplandılar. Ay, bir parçası Safa, diğer parçası da Merve
tepesinde olmak üzere ikiye bölündü. Onlar da bu hadiseyi seyrettiler. Sonra ellerini
gözlerine götürüp oğuşturmaya, tekrar aym iki parçasına bakmaya başladılar. Yine ellerini
gözlerine götürüp oğuşturmaya ve yine ayın iki parçasına bakmaya başladılar.
Ve:
- Ey Muhammed, Bu, müthiş bir büyüden başka birşey değildir, dediler. Bunun üzerine
Cenâb-ı Allah, şu ayeti inzal buyurdu.
«Kıyamet anı yaklaşır, ay yarılır.»
Dahhak, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Yahudi âlimleri, Hz. Peygamber'in
yanma gelerek:
- Bize bir mucize göster ki ona inanalım, dediler.
Hz. Peygamber de Rabbinden böyle bir dilekte bulundu, ayı ikiye bölünmüş vaziyette onlara
gösterdi. Bir parçası Safa, diğeri de Merve tepesi üzerinde olmak üzere iki parça halinde
görüldü. Ve bu ikiye ayrılmış halde gözlere görünmesine ikindi ile akşam arası kadarlık bir
zaman boyunca devam etti. Bu haliyle onu seyrettiler. Sonra ay, gözlere görünmez oldu.
Onlar da:
- Bu uydurulmuş bir büyüdür, dediler.
Hafız Ebu'l-Kasmı et-Taberanî, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder:
Peygamber (s.a.v.) zamanında ay tutuldu, Müşrikler: ' .
- aya büyü yapıldı, dediler. Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu. «Kıyamet anı yaklaşır, ay
yarılır; onlar bir delil görünce hâlâ yüz
çevirirler ve «süregelen bir sihir» derler.»
Bu sağlam bir senettir. Bunda anlatıldığına göre ay, ikiye yarıldığı gece tutulmuştur. Belkide
ayın ikiye yarılması, tutulduğu gece gerçekleşmiştir. Çoğuna gizli kalmıştı. Bununla beraber
dünyanın birçok yerindeki insanlar bunu gördüler. Anlatıldığına göre o gece, bu hadiseye
dayanılarak Hint ülkesinde tarih tutulmuş ve o gece bir bina yapılmış, "ayın ikiye yarılması
gecesi" diye tarih düşülmüştür.
İbn Ömer'in konuyla ilgili rivayetine gelince, Hafız Beyhakî Mücahid'in de bu konuda bir
rivayette bulunduğunu nakletmiştir.
Abdullah b. Mesud'un rivayetine gelince, İmam Ahmed b. Hanbel, onun şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.)'in zamanında ay ikiye bölündü, insanlar da ona baktılar.
Peygamber (s.a.v.)'de:
- Şahid olun, dedi.
Buharı ve Müslim, İbn Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Biz, Mina'da
Peygamber (&a.v.)'le birlikte iken ay ikiye yarıldı. O, bize: Şahid olun, dedi. Bir grup dağa
doğru gitti."
Ebu Davud et-Teyalisî, Ebu'd-Duhan'm hadisini Mesruk'a dayandırarak Abdullah b.
Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.)'in zamanında ay ikiye bölündü.
Kureyşliler:
- Bu, îbn Ebi Kebşe'nin (Muhammed'in) büyüsüdür. Seferden gelenlerin söyleyeceklerine
bakın. Çünkü Muhammed, bütün insanları büyüleyecek güçte değildir, dediler.
Bazı kimseler, yolculuktan geldiklerinde onlar da ayın ikiye yarıl-dığım gördüklerini
söylediler.
Beyhakî, Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet eder: "ay Mekke'de ikiye bölündü. İki
parça halinde göründü. Kureyş kafirleri de Mekke halkına şöyle dediler:
- Bu, İbn Ebi Kebşe'nin (Muhammed'in) bize yaptığı bir büyüdür. Seferden gelecek olanları
bekleyin. Eğer onlar da sizin gördüğünüzü görmüş iseler demek ki Muhammed doğrudur.
Ama sizin gördüğünüzü görmemişlerse demek ki, bu bir büyüdür ki Muhammed sizi
bununla büyülemiştir.
Birçok taraftan yolcular geldi. Onlar da ayın ikiye bölündüğünü gördüklerini söylediler."
İmam Ahmed b. Hanbel, İbn Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Peygamber
(s.a.v.)'in zamanında ay ikiye bölündü. Öyleki iki parçası arasında dağ görünüyordu.»
Hafız Ebu Nuaym, Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Mina'da
Peygamber (s.a.v.)'le beraberdik. Ay ikiye bölündü, iki parça halinde göründü. Bir parçası
dağın arkasında idi. Hz. Peygamber de: Şahid olun, şahid olun, dedi.»
Ebu Nuaym, İbn Mesud'un şöyle dediğini rivayet eder: «Biz Mekke'de iken ay ikiye
bölündü. Biz, Mekke'de iken bir parçasını Mina'daki dağın üzerinde gördüm.»
Ahmed b. İshak, Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini rivayet eder: "Mekke'de ay ikiye
bölündü. Onu, iki parça halinde gördüm."
Yine İbn Mesud'un şöyle dediği rivayet eder: "Allah'a yemin ederim ki ayı iki parça halinde
gördüm. İki parçası arasında Hira dağı vardı."
Ebu Nuaym, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "ay, iki parçaya bölündü. Bir parçası
gitti, bir parçası kaldı."
İbn Mesud dedi ki:"Hira dağını ayın iki parçası arasında gördüm. Bir parçası gitti.
Mekkeliler buna şaştılar ve:
- Bu uydurulmuş bir büyüdür, bu da gidecektir, dediler."
Leys b. Ebi Süleym, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "peygamber (s.a.v.)
zamanında ay ikiye ayrıldı. Hz. Peygamber, Ebu Bekir'e:
- Şahid ol ey Eba Bekir, dedi.Müşrikler de:
- Ay büyülendi, ikiye ayrıldı, dediler."
Bunlar, senedleri kuvvetli ve müteaddit rivayetlerdir ki, düşünen ve nakledici ravilerin
adaletli olduğunu bilen kimseler için kesinlik ifade ederler. Bazı kıssacılarm, ayın semadan
yere düşüp Hz. Peygam-ber'in bir yerinden girip diğer yerinden çıktığına dair anlattıkları
hikayelerin aslı yoktur. Bunlar uydurulan yalan ve iftiralardır ki sahih değildirler. Ay ikiye
bölündüğü esnada semâdan ayrılmış değildi. Yalnız Peygamber (s.a.v.), ona işaret ettiğinde
iki parçaya ayrılmış, bir parçası Hira dağının arka taraflarına gitmişti. Olayı seyredenler,
Hira dağını ayın iki parçasının ortasında görmüşlerdi. Nitekim İbn Mesud'da böyle bir
manzarayı müşahede ettiğini haber vermiştir. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde geçen: «Ay,
Mekke'de iki kez bölündü.» şeklindeki Enes'in rivayeti üzerinde ihtilaf vardır. Kuvvetli
görüşe göre o, bu sözüyle ayın iki parçaya bölündüğünü söylemek istemiştir. Doğrusunu
Allah bilir. [4]
Rasûlullah'ın Amcası Ebu Talîb'în Ölümü
Onun vefatından sonra Peygamber (s.a.v.)'in zevcesi Hüveylid kızı Hatice de vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun. Bazılarının söylediğine göre Hz. Hatice, Ebu Talib'ten Önce vefat
etmiştir. Ama meşhur görüşe göre Ebu Talib ondan önce vefat etmiştir. Hz. Peygamber'e
karşı şefkatli olan bu iki kimseden biri yani Ebu Talib kafir, diğeri yani Hz. Hatice mü'min
ve sıddıka bir kadındı. Allah ondan razı olsun ve onu hoşnud eylesin.
İbn İshak dedi ki: Hatice ile Ebu Talib aynı senede öldüler. Hatice'nin vefatından sonra Hz.
Peygamber'e musibetler peşpeşe geldi. Hatice, bela ve mihnetlere karşı Hz. Peygamber'in
gerçek yardımcısı idi. Onu teskin ederdi. Ebu Talib'in vefatı sebebiyle ona musibetler geldi.
Çünkü Ebu Talib, onun davetinde koruyucusu, destekçisi idi. Kavmine karşı güçlü bir
himayeci ve yardımcı idi. Ebu Talib'le Hatice'nin vefatı, Hz. Peygamber'in Medine'ye
hicretinden üç yıl önce vuku bulmuştu. Ebu Talib ölünce, Kureyşliler onun hayatında Hz.
Peygamber'e yapamadıkları eziyetleri yapmaya başladılar. Öyleki, Kureyş beyinsizlerinden
biri, onun önünü keserek başına toprak savurmuştu.
Hişam b. Urve, bana babasının şöyle dediğini anlattı: Rasûlullah (s.a.v.)evine girerken,-o
beyinsizin savunduğu toprak hâlâ başında idi. Kızlarından biri kalkıp başını yıkadı.
Yıkarken de ağlıyordu. Rasûlullah (s.a.v.)'da ona şöyle diyordu:
"Ağlama ey kızcağızım! Şüphesiz Allah, senin babanı koruyacaktır." Daha sonra da şöyle
diyordu:
"Ebu Talib ölünceye kadar Kureyşliler bana hoşlanmadığım birşeyi yapmadılar."
Bundan önce İbn îshak şöyle demiştir: Rasûlullah'ın kazanı ocağa konulduğu zaman
müşriklerden biri, bazen kazanma pislik atardı. O böyle yaptığı zaman RasûîuUah, o pisliği
bir değneğin ucu ile çıkarıp kapı önüne atar, sonrada şöyle derdi: "Ey Abdumenaf oğullan,
bu nasıl komşuluktur?" Böyle dedikten sonra kapı önündeki pisliği yola atardı.
ibn İshak dedi ki:
Ebu Talib hastalandığı ve ağırlaştığı zaman Kureyş'e haberi yayıldı. Kureyşliler birbirlerine
şöyle dediler:Hamza ye'Ömer, Müslüman oldular. Muhammed'in sesi, bütün Kureyş kabilesi
içinde yayıldı. O halde beraberce Ebu Talib'e gidelim de bizim için kardeşinin oğlundan bir
söz alsın ve bizden de ona bir söz versin. Vallahi, onların idareyi bizden zorla alacaklarından
emin değiliz.
İbn İshak, İbn Abbas'm şöyle dediğim rivayet eder: Kureyş kavminin eşrafı olan Utbe b.
Rebia, Şeybe foRebia, Ebu Cehil b. Hişam, Ümey-ve b. Halef ve Ebu Süfyan b. Harb, Ebu
Talib'e gittiler. Onunla şöyle
konuştular:
- Ey Ebu Talib, bildiğin gibi sen bizdensin." İşte gördüğün gibi ölüme yaklaşmışsın. Biz,
senin öleceğinden korkuyoruz. Bizimle ^kardeşinin oğlu arasındaki durumu biliyorsun. Onu
çağır da bizden ona söz.Ver ve bizim için de ondan bir söz al ki, biz onu bırakalım.
Bunun üzerine Ebu Talib, Hz. Peygamber'e haber gönderdi,. Hz. Peygamber yanma gelince,
Ebu Talib ona şöyle dedi:
- Ey kardeşimin oğlu, .bunlar senin kavminin eşrafıdırlar. Senin için toplanmışlardır ki,
birbirinize söz veresiniz.
Hz. Peygamber dedi ki:
- Evet, bir kelime var. Onu bana verirseniz onunla Arab'a hakim olursunuz, Acem de onunla
size itaat eder.
Ebu Cehil dedi ki:
- Evet, babana kurban, hadi on kelime olsun. Hz. Peygamber dedi ki:
- Lâ ilahe illallah dersiniz ve Allah'tan başka ibadet'ettiğiniz şeyleri söküp atarsınız.
Bunun üzerine el çırparak şöyle, dediler:
- Ey Muhammed, ilahları bir tek ilah mı kılmak istiyorsun? Senin işin çok tuhaf.
Sonra birbirlerine şöyle dediler:
- Vallahi bu adam, istediğiniz şeylerden size birşey verecek değildir. O halde gidiniz ve
Allah sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar babalarınızın dini üzere devam
ediniz. Sebatkar olunuz.
Böyle dedikten sonra dağılıp gittiler. Ebu Talib de Hz. Peygamber'e şöyle dedi:
- Vallahi ey kardeşimin oğlu, onlardan aşırı birşey istediğini görmedim.
Ebu Talib, bunu söylediği zaman Hz. Peygamber, onun Müslüman olacağını ümid etti ve
ona şöyle dedi:
- Ey Amca, sen o kelimeyi söyle, onunla kıyamet gününde senin için şefaat helal olur.
Ebu Talib, Hz. Peygamber'in, ona olan düşkünlüğünü görünce şöyle dedi:
- Ey kardeşimin oğlu, vallahi eğer sana ve senin babanın oğullarına bundan sonra küfretme
korkusu olmasa ve Kureyşliler, benim onu ölüm korkusundan dolayı söylediğimi
zannetmeseler, elbette o kelimeyi söylerdim. Onu söylemiyorum, ancak seni onunla
sevindirmek için söylüyorum.
Sonra Ebu Talib'in ölümü yaklaştığı zaman Abbas ona baktı ki dudaklarını hareket ettiriyor.
Kulağı ile onu iyice dinledi ve şöyle dedi:
- Ey kardeşimin oğlu, vallahi kardeşim senin söylemesini kendisine emrettiğin kelimeyi
söyledi.
Hz.. Peygamber de, işitmedim, dedi.
Cenâb-ı Allah, Ebu Talib'in yanma giden Kureyş heyeti hakkında şu ayetleri inzal buyurdu:
«Sad, Öğtit veren Kur'ân'a andolsun ki, inkar edenler gurur ve ayrılık içindedirler...» (Sâd,
1-2.)
Tefsirimizde bu ayetlerle ilgili açıklamaları yaptık. Hamd ve minnet Allah'adır.
Şia'nın bazı müntesipleri ile diğer Gulat-ı Şia, Hz. Abbas'm bu hadisteki; «Ey kardeşimin
oğlu! Kardeşim, kendisine söylemesini emrettiğin sözü söyledi, yani La ilahe illallah, dedi.»
sözünü delil göstererek Ebu Talibin Müslüman olarak vefat ettiği görüşünü ileri
sürmüşlerdir. Buna, bir kaç bakımdan cevap vermemiz mümkündür:
Bunlardan biri şudur: îbn Abbas'tan gelen bir rivayetin senedinde «Ailesinden
bazılarından... »tabiri kullanılmıştır ki, bu isim ve durumu belirsiz bir zincirdir. Eğer sadece
bu kelime bulunsaydı, sened mevkuf olurdu. İmam Ahmed, Neseî, İbn Cerir gibi zatlar da
Ebu Usame'nin A'meş'ten gelen buna benzer bir rivayetini nakletmişlerdir. A'meş, demişti:
Abbad, bize Said b. Cübeyr'den nakletti. Böyle derken Abbas'm sözünden bahsetmemiştir.
Bunu, Tirmizf de rivayet etmiş ve hasen bir hadis olduğunu söylemiştir. Bu hadis, Beyhakî
tarafından da nakledilmiştir. Onun rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: «Ebu Talib
hastalandı. Kureyşliler yanma geldiler. Hz. Peygamber de yanma geldi. Ebu Talib'in yanı
başında meclis toplanmış vaziyette iken Ebu Cehil kalkıp Hz. Peygamberi tebliğden
menetmek istedi ve onu Ebu Talib'e şikayet etti. Ebu Talib Hz. Peygamber'e: "Ey kardeşimin
oğlu! Kavminden ne istiyorsun?" diye sordu. O da şöyle cevap verdi:
«Ey Amca, ben onlardan sadece bir tek kelime istiyorum ki, o kelime sayesinde Araplar
onlara boyun eğer, Acemler de onlara cizye öder.» Ebu Talib sordu:
- O kelime nedir?
- Lâ ilahe illallah'dır.
Bunun üzerine Kureyşli müşrikler şöyle dediler:
- Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu, çok tuhaf birşeydir!
Böyle demeleri üzerine haklarında şu ayetler nazil oldu.
«Sâd; öğüt veren Kur'ân'a andolsun ki, inkar edenler gurur ve ayrılık içindedirler. Onlardan
önce nice nesilleri yok ettik. Feryad ediyorlardı; oysa artık kurtulma zamanı değildi.
Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşmışlardı. İnkarcılar: "Bu, pek yalancı bir sihirbazdır;
tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf birşeydir." demişlerdi.» (Sâd, 1-7.)
îbn îshak'm anlattığından farklı olan ve daha sahih olan Buharî'nin şu rivayeti vardır: İbn
Müseyyeb'in, babasından naklettiğine göre Ebu Talib Ölüm döşeğine yattığı zaman, Hz.
Peygamber yanma gitti. Yanında Ebu Cehil de vardı. Ona şöyle dedi: «Ey amca, Lâ ilahe
ilallah de ki, Allah katında o kelime ile senin için müdafaada bulunayım.»
Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebi Ümeyye dediler ki:
- Ey Ebu Talib, Abdülmuttalib'in dininden vaz mı geçiyorsun? Bu sözlerini o kadar ısrarla
tekrarladılar ki, Ebu Talib'in en son
söylediği söz: "Abdülmuttalib'in dini üzere..." oldu. Hz. Peygamber de şöyle dedi:
- Yasaklanmadığım müddetçe senin için istiğfarda bulunacağım. Böyle demesi üzerine şu
ayetler nazil oldu:
«Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret
dilemek, Peygamber'e ve mü'minlere yaraşmaz.» (et-Tevbe, 113.)
O zaman şu ayet te nazil olmuştu:
«Ey Muhammed! Sen, sevdiğini doğru yola eri süremezsin» (ei-Kasas, 56.)
Yine Buharî ile Müslim, Said b. Müseyyeb'in babasından buna benzer bir nakilde
bulunduğunu ve hususta şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber, bu teklifini Ebu
Talib'e tekrarladı. Öte yandan Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebi Ümeyye de sözlerini
tekrarlıyorlardı. Nihayet Ebu Talib'in en son söylediği söz; "Abdülmuttalib'in dini üzere..."
oldu. Ve Lâ ilahe illallah demeye yanaşmadı.
Hz. Peygamber de: «Yasaklanmadığım müddetçe senin için mağfiret talebinde
bulunacağım.» dedi. Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:
«Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret
dilemek, Peygamber'e ve mü'minlere yaraşmaz.» (et-Tevbe, 113.)
Ebu Talib hakkında da şu ayet de nazil oldu:. «Ey Muhammed, Sen, sevdiğini doğru yola
eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O
bilir.» (el-Kasas, 56.)
İmam Ahmed b. Hanbel, Müslim, Tirmizî ve Neseî, Ebu Hürey-re'nin şöyle dediğini rivayet
ettiler: Ebu Talib ölüm döşeğinde iken Hz. Peygamber, onun yanma gelip şöyle dedi:
- Ey amca! Lâ ilahe illallah de ki, kıyamet gününde senin için bu kelimeyi söylediğine dair
şahadette bulunayım.
- Kureyşliler beni ayıplara asalardı, Ebu Talib ölüm korkusundan böyle dedi demeselerdi, bu
kelime ile senin gözünü aydınlatırdım. Ben sadece senin gözünü aydın kılmak için bu
kelimeyi söylerim.
Ebu Talib'in bu sözü üzerine Cenâb-ı Allah, şu ayeti inzal buyurdu: «Ey Muhammed, Sen,
sevdiğini doğru yola eriştiremezsin. Ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola
girecekleri en iyi O bilir.»
(el-Kasas, 56.)
Abdullah b. Abbas, İbn Ömer, Mücahid, Şabî ve Katade de böyle demişlerdir: Bu ayet, Hz.
Peygamberin, kendisine, Lâ ilahe illallah demesini teklif ettiği zaman, Ebu Talib hakkında
nazil olmuştur ki; o, Lâ ilahe illallah demeye yanaşmamış ve kendi atalarının dini üzere
olduğunu ifade etmişti. Son olarak ta ağzından şu söz çıkmıştı: O, Abdülmuttalib'in dini
üzeredir.
Buharî'nin, Abdullah b. Haris'ten yaptığı şu rivayette bunu tekid etmektedir:. Abdullah,
Ahbas b. Abdülmuttalib'in şöyle dediğini naklet-miştir: «Peygamber (s.a.v.)'e:
- Amcana ne yararın oldu? O seni koruyor ve senin için müşriklere kızıyordu? diye sordum.
Bana şu cevabı verdi:
- O, Cehennem'in sığ bir tarafîndadır. Eğer ben olmasaydım, en alt tabakasında olurdu.
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde, Ebu Said'in şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Peygamber'in
yanında amcasından söz edildiğinde onun şöyle dediğini işittim:
«Belki de kıyamet gününde şefaatim ona fayda verir ve Cehennemin sığ bir tarafına
konulur. Ateş, onun topuk kemiklerine kadar ulaşır ama yine de o ateşin tesiri ile beyni
kaynar.»
Müslim, Ibn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
«En az azap görecek olan cehennemlik kişi, Ebu Talib'tir. Onun ateşten bir çift ayakkabısı
vardır ki, onlardan ötürü beyni kaynar.»
Yunus b. Bükeyr'in "Meğazi"sinde bu hadis, şöyle rivayet edilmiştir:
«O bir çift ayakkabıdan ötürü beyni kaynar, ta ki ayaklarının üzerine akmcaya kadar.»
Hafiz Ebu Bekir el-Bezzar, "Müsned" adlı eserinde Cabir'in şöyle dediğini rivayet eder:
Rasûlullah (s.a.v.)'a: "Ebu Talib'e faydan oldu mu?" diye soruldu. O da şu cevabı verdi:
"Onu ateşten çıkardım. Ateşin en az olduğu yere bıraktım."
Süheylî dedi ki: Hz. Peygamber, amcası Abbas'm Ebu Talib hakkındaki şahadetini kabul
etmemiş ve onun: "Kendisine söylemesini emrettiğin kelimeyi söyledi." sözüne karşı Hz.
Peygamber: "Ben işitmedim." demiştir. Çünkü Abbas, o zaman kafir idi ve şahadeti makbul
değildi.
Ben derim ki: Bana göre bu haber sahih değildir. Çünkü senedi zayıftır. Nitekim bundan
daha öncede söz edilmişti. Bunu ispatlayan bir husus da şudur ki; Hz. Peygamber'e bundan
sonra Ebu Talib'in durumu sorulduğunda o yine aynı şeyleri anlatmıştır. Ebu Talib, böyle
birşeyi söylemiş olsa bile, can boğaza geldiği ve ölüm meleğini gördüğü esnada söylemiştir
ki, o andaki imanın kimseye faydası olmaz. Doğrusunu Allah bilir.
Ebu Davut et-Teyalisî, Şube kanalı ile Naciye b. Kab m şöyle dediğini rivayet eder: Hz.
Ali'nin şöyle dediğini işittim: Babam vefat ettiğinde Rasûlullah'a gelip şöyle dedim:
- Amcan vefat etti.
- Git, onu göm.
- O, müşrik olarak vefat etti.
- Git, onu göm ve gömdükten sonra buraya gelinceye kadar birşey
söyleme.
Gidip gömdüm ve Rasûlullah'm yanına geldim, O da yıkanmamı
emretti.
Ebu Davud ile Neseî, Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet ettiler: Ebu Talib vefat edince dedim
ki:
- Ya Rasûlallah, sapıklıkta olan ihtiyar amcan Öldü. Onu kim defnedecek?
- Git, babanı defnet. Yanıma gelinceye kadar da birşey söyleme, dedi.
Gittim, defnettim ve Rasûlullah'm yanma döndüm. Yıkanmamı emretti. Sonra onun için
öyle dualar yaptı ki, yeryüzünde bana verilecek olan hiç birşey, beni o dualar kadar memnun
etmezdi.
Hafiz el-Beyhakî, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), Ebu Talib'in
cenazesinden döndü ve şöyle dedi: "Akrabalık bağlarını bağladın. Ve hayırla mükafat
gördün ey amca."
Ebu'l-Yeman el-Hevzenî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.v.), Ebu Talib'in mezarı
üzerinde durmamıştır.
Önceki sayfalarda biz Ebu Talib'in, Hz. Peygamberi koruduğunu, onu savunduğunu, ona eza
vermek isteyenlere engel olduğunu, onu ve sahabelerini müdafaa ettiğini, onun hakkında
övücü sözler sarfettiğini, ona ve ashabına sevgi, dostluk ve şefkatini de şiirlerinde dile
getirdiğini; ona muhalefet eden, onu yalanlayan kimseleri de ayıplayıp yerdiğini, bunu
yaparken de Haşimi, Muttalib'i, beliğ ve fasih ifadeler kullandığını, o ifadelerin üstünlüğüne
hiç kimsenin ulaşamayacağını, hiçbir Arab'ın o ifadelere yakın ifadeler kullanmasının
mümkün olmadığım o ifadelere zıt ve aykırı ifadeleri kimsenin kullanmaya gücünün
yetmeyeceğini anlatmıştık. O, bütün bunları yaparken de Rasûlullah (s.a.v.)'ın doğru sözlü,
doğru yolda ve hidayette bulunan iyi bir insan olduğunu biliyordu. Ama buna rağmen kalbi,
iman etmemişti. Kalbin bilmesi ile tasdik etmesi arasında fark vardır. Nitekim bu husus,
Buharî'nin sahi-hindeki "Ritabu'1-İman" bahsini şerhederken açıklamışızdır.
Bunun delili de şudur;
Kendilerine kitap verdiklerimiz, Muhammed'i, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan
bir takımı, doğruyu bile bile hakkı gizlerler.» (el-B akara, 146.)
«Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyuklen-meleirmden ötürü onları
bile bile inkar ettiler.»(en-Nemi, 14.)
Musa, Firavun'a şöyle demişti:
«Musa da: "Andolsun ki, bunları göklerin ve yerin Rabbinin açık belgeler olarak indirdiğini
biliyorsun, Ey Firavun! Doğrusu senin mahvolacağını sanıyorum." demişti.» (el-Isrâ,ı02.)
Bazı selef uleması da: «Onlar Kur'ân'dan ahkorlar ve ondan uzaklaşırlar.» (el-En'âm, 26.)
ayet-i kerimesinin Ebu Talib hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Ebu Talib,
insanları Rasûlullah'a eziyet etmekten menetmekle birlikte kendisi de Rasûlullah'ın getirdiği
hak dinden ve hidayetten uzak dururdu.
îbn Abbas'tan, Kasım b. Muhaymere'den, Habib b. Ebi Sabit'ten, Ata b. Dimar'dan,
Muhammed b. KaİD ve diğerlerinden de böyle bir rivayet varid olmuştur. Ancak bunda,
düşünmek gerekir. Doğrusunu Allah bilir. Kuvvetli görüşe göre, İbn Abbas'tan nakledilen
diğer rivayet daha sağlamdır. O rivayete göre ayetin manası şöyledir: Onlar insanları, Mu-.
hammed'e iman etmekten mene derlerdi. Mücahid, Katade, Dahhak ve birçok tefsirci bu
görüştedirler.
İbn Cerir et-Taberî de bu görüşü benimsemiştir.
Bu ayetten kastedilen mana özetle şudur: Bu kelam, müşriklerin yerilmesini tamamlamak
için burada ifade edilmiştir. Çünkü onlar insanları, Rasûlullah'a tabi olmaktan menederlerdi.
Kendileri de ondan yararlanmazlardı. Bu sebeple yüce Allah şöyle buyurmuştur:
«Onlardan seni dinleyenler vardır. Kur'ân'ı anlarlar diye kalbleri-ne örtüler kulaklarına da
ağırlık koyduk. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile, yine de ona inanmazlar, nihayet sana
geldiklerinde de seninle çekişirler. înkar edenler, "Bu, öncekilerin masallarından başka
birşey değildir." derler.
Onlar Kur'ân'dan ahkorlar ve ondan uzaklaşırlar. Böylece yalnız
kendilerini mahvederler de farkına varamazlar.» (el-En'âm, 25-26.)
Ayet-i kerimede geçen "onlar" zamirinin kullanılması da, bu ayetle bir cemaatın
kastedildiğini göstermektedir. Onlar, ayetin devamında anlatılmaktadırlar.
«Böylece yalnız kendilerini mahvederler de farkına varamazlar.» cümlesi de, onların tam
olarak yerildiklerine delalet etmektedir. Ancak Ebu Talib, bu mertebede değildi. Aksine o,
bütün gücüyle insanları, Rasûlullah'a ve ashabına eziyet etmekten menediyordu. Söz ve fiili,
can ve malı ile bu yolda gayret sarfedîyordu. Ama bununla birlikte Cenâb-ı Allah, onun için
iman takdir etmedi. Çünkü bunda yüce Allah'ın büyük hikmetleri ve kesin delilleri vardı.
Buna iman etmek ve teslim olmak gerekir. Cenâb-ı Allah bizi, müşrikler için mağfiret
dilemekten menetmiş olmasaydı, Ebu Talib için mağfiret diler ve onun için ilahi rahmet
niyazında bulunurduk. [5]
Hatice Binti Hüveylîdin Vefatı
Bu bölümde Hz. Hatice'nin faziletlerinden, menkıbelerinden, Cen-netü'l-Firdevs'e girip
yerleşeceğinden bahsedilecektir. Bütün bunlar, doğru sözlü ve sözü doğrulanan Rasûlullah
tarafından bildirilmiştir. Çünkü o, Hz. Hatice'yi Cennet'te bir köşkle müjdelemiştir. O köşk,
oymalı inciden inşa edilmiştir. Orada gürültü ve yorgunluk yoktur.
Yakup b. Süfyan, Ebu Salih tarikiyle Urve b. Zübeyr'in şöyle dediğini rivayet eder: Hz.
Hatice, namazın farz kılınmasından Önce vefat etti.
Sonra Yakup b. Süfyan, başka bir tarikten Zührî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Hatice,
Rasûlullah (s.a.v.)'in Medine'ye hicretinden ve namazın farz kılınmasından önce Mekke'de
vefat etti.
Muhammed b. İshak dedi ki: Hz. Hatice ile Ebu Talib aynı senede öldüler.
Beyhakî dedi ki: Bana gelen rivayetlere göre Hz. Hatice, Ebu Talib'in ölümünden üç gün
sonra vefat etmiştir. Bunu, Abdullah b. Men-deh, "Marife" kitabında ve üstadımız Ebu
Abdullah el-Hafız anlatmışlardır.
Beyhakî dedi ki: Vakidî'ye göre Hz. Hatice ile Ebu Talib, hicretten üç sene önce Şi'bi Ebi
Talib'den (boykot altında tutuldukları mahalleden) çıktıkları sene vefat etmişlerdir. Ayrıca
Hz. Hatice, Ebu Talib'in ölümünden otuz beş gece önce vefat etmiştir.
Ben derim ki: Bu rivayetlerden kastedilen mana, İsrâ gecesinde beş vakit namazın farz
kılınmasından önce vefat etmiş olmasıdır. Beyhakî ve diğer bir kaç zatm da anlattıkları gibi
bizim için burada en uygun olan husus, Ebu Talib ile Hatice'nin İsrâ'dan önce vefat etmiş
olduklarını söylemektir. Ancak ileride anlaşılacak olan bir sebepten ötürü bu bölümü, İsrâ
bölümünden sonraya erteledik. Çünkü kelam bununla dü-, zeliyor, bab (bölüm) bununla
intizama kavuşuyor. Allah murad ederse, buna siz de vakıf olacaksınız.
Buharı, Kuteybe vasıtasıyla Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet eder: «Cebrail,
Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip şöyle dedi: Ya Rasûlallah, bu Hatice'dir. Onunla beraber, içinde
katık (veya yiyecek yahud içecek) bulunan bir kap gelmiştir. İşte o da sana geldi. Rabbinden
ve benden, ona selam söyle ve ona Cennet'te, oymalı inciden yapılmış, gürültüsüz, rahat bir
evin yapıldığım müjdele.»
Buharı, İsmail'in şöyle dediğini de rivayet etmiştir: Abdullah b. Ebi Evfa'ya şöyle dedim:
Peygamber (s.a.v.), Hatice'yi müjdeledi mi?
Dedi ki: Evet, oymalı inciden yapılmış, içinde gürültü ve yorgunluk bulunmayan bir ev ile
müjdeledi.
Süheylî dedi ki: Hz. Peygamber, Hatice'yi: «Cennetteki oymalı, inciden yapılma bir evle»
müjdeledi. Çünkü o, iman yarışım kazanmıştı. «O evde yorgunluk ve gürültü yoktur.»
Çünkü Hz. Hatice, hiçbir zaman Hz. Peygamberi yormamış, huzurunda sesini
yükseltmemiş, karşısında gürültü yapmamış, ona eziyet vermemişti.
Buharı ve Müslim, sahihlerinde Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir:
"Onu andığını işittiğim için Peygamber (s.a.v.)'e karşı, Hatice'yi kıskandığım kadar hiçbir
kadını kıskanmadım. Hatice, Peygamberin benimle evlenmesinden önce ölmüştü. Cenâb-ı
Allah ona, Hatice'ye Cennet'te oymah inciden yapılma bir ev hazırlandığını müjdelemesini
emretmiştir. Hz. Peygamber, bir koyun kestiği takdirde onu Hatice'nin dostlarına yetecek
miktarda hediye ederdi."
Hz. Aişe şöyle demiştir: "Rasûlullah'm bana çok anlatmasından ötürü, Hatice'yi kıskandığım
kadar hiçbir kadım Rasûlullah'a karşı kıskanmadım. Onun ölümünden üç yıl sonra benimle
evlendi. Ve Rabbi (ya da Cebrail) ona, Cennet'te oymah inciden yapılmış bir evin hazır
olduğunu müjdelemesini emretmişti."
Başka bir rivayete göre de Hz. Aişe şöyle demiştir: "Hatice'yi kıskandığım kadar,
Peygamber'in kadınlarından hiçbirini kıskanmadım. Halbuki onu görmemiştim. Ama
Peygamber (s.a.v.), onu çokça anardı. Bazen ıir koyun keser, parçalara ayırır, sonra da onu
Hatice'nin dostlarına gönderirdi. Bazen ona şöyle derdim: Sanki dünyada hiçbir kadın
kalmadı da sadece Hatice kaldı. Böyle demem üzerine Peygamber (s.a.v.), şu cevabı verirdi:
"O şöyle oldu. O böyle oldu. Benim ondan çocuğum oldu."
Buharı, İsmail b. Halil kanalıyla Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder:
«Hatice'nin kız kardeşi Hale binti Hüveylid, Rasûlullah'm yanma girmek için izin istedi.
Rasûlullah onun izin isteyişini Hatice'ninkine benzetti. Çok sevindi ve: "Bu mutlaka
Hale'dir." dedi. Ben de kıskanıp şöyle dedim: "Kureyş acuzelerinden dişleri düşmüş ve diş
etlerinin kızarıklığı görünen bir kocakarıyı, ne de çok anıyorsun. O geçmişte ölüp gitti.
Allah, sana ondan daha iyi bir kadını verdi." dedim.
Bu ifadeden de açıkça anlaşıldığına göre Hz. Aişe, üstünlük ve zevcelik bakımından Hz.
Hatice'den daha hayırlıdır. Çünkü onun bu sözünü, Rasûlullah redetmemiş ve inkar
etmemişti. Merhum Buharî'nin ifadelerinden bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Ancak İmam
Ahmed b. Hanbel, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bir gün Rasûlullah (s.a.v.),
Hatice'yi andı, onu uzun uzadıya övdü. Ben de kadınlık gayretine kapılarak onu kıskanıp
şöyle dedim: "Ya Rasûlallah, Allah, sana Kureyş'in kocakarılarından dişi düşmüş, diş
etlerinin kızarıklığı görünen bir acuzeden daha iyi bir kadın verdi.»
Böyle demem üzerine Rasûlullah (s.a.v.)'m yüzü değişti. Vahyin nüzulü ya da yağmur yüklü
bulutları gördüğü zaman ancak yüzü öyle değişirdi. Yağmur yüklü bulutları gördüğünde
onların rahmet için mi, yoksa azap için mi olduğunu biliııceye kadar korkudan yüzünün
rengi değişirdi.
.. Yine İmam Ahmed b. Hanbel, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini de rivayet eder: Peygamber
(s.a.v.), Hatice'yi andığında onu çok güzel bir şekilde överdi. Bir gün ben onu kıskandım ve
şöyle dedim: "Dişleri düştüğü için diş etlerinin kızarıklığı görünen o kadını, ne de çok
anıyorsun. Oysa Allah, sana ondan daha hayırlı bir kadın verdi." Peygamber (s.a.v.), bu sözüm
üzerine şöyle buyurdu: "Allah, bana ondan daha hayırlısını vermedi. İnsanlar beni inkar
ederlerken o, bana iman etti. İnsanlar beni yalanlarken o, beni tasdik etti. İnsanlar beni
mahrum bırakırken o, malı ile bana yardımda bulundu. Kadınların beni çocuklarından
mahrum bıraktığı zaman Allah, onun evladını bana nasip etti."
«Kadınların beni çocuğundan mahrum bıraktığı zamanda Allah, onun evladını bana nasip
etti.*> sözünü belki de Hz. Peygamber, Mari-ye'nin, İbrahim'i doğurmasından önce
söylemiştir. Hatta Mariye'nin, Medine'ye gelişinden önce söylemiştir. Bu, kesindir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.)'in çocuklarının tamamı -önceki sayfalarda anlatıldığı ve ileriki
sayfalardada anlatılacağı gibi- hep Hatice'den doğmuştur. Yalnız İbrahim, Mısırlı Kıptî
Mariye'den doğmuştur. Allah ondan razı olsun.
İlim ehlinden bir cemaat, bu hadisi delil olarak ileri sürüp Hz. Hatice'nin Hz. Aişe'den daha
üstün olduğunu söylemişlerdir. Allah ondan razı olsun ve onu hoşnud kılsın.
Diğer bazı ilim ehli kimseler, bu hadisi tevil ederek Hz. Aişe'nin zevcelik bakımından daha
iyi olduğunu kasdetmiş olacağını söylemişlerdir. Bu mana, zahir ya da muhtemeldir. Sebebi
de şudur ki, Hz. Aişe gençliğini, güzelliğini ve hüsnü siretini vesile kılarak: «Allah sana
Hatice'den daha hayırlı bir kadın vermiştir.» demiştir. Yoksa bu sözü ile kendisinin,
Hatice'den daha üstün olduğu ve nefsinin temiz olup olmadığım belirlemek, yüce Allah'a ait
bir iştir. Nitekim O, bazı ayet-i kerimelerde buyuruyor ki:
«Kendinizi temize çıkarmayın. O, sakınanı çok iyi bilir.» (en-Necm, 32.)
«Allah dilediğini temize çıkarır.» (en-Nisâ, 49.)
Bu mesele üzerinde, öteden beri anlaşmazlık vuku bulmuştur. Bunun yanı sıra Şia ehli ve
diğer bazı kimselerin tutundukları ve başkasını kabul etmedikleri bazı yollar vardır ki,
bunlar, Hatice'ye başka hiçbir kadını denk görmezler. Zira derler ki, yüce Rab, ona selam
göndermiştir. Ve İbrahim dışında, Hz. Peygamberin çocukları hep ondandır. Ayrıca o, vefat
edinceye kadar Hz. Peygamber, ona ikram olsun diye üzerine ikinci bir kadınla
evlenmemiştir. Bunu yapmakla, onun İslâmiyet'ini, kendisini tasdik edicilerden olduğunu ve
bisetin ilk zamanında kendisini doğruladığı için sadakat makamına haiz oluşunu, canını ve
malını Rasûlullah uğruna sarfedişini takdir etmiştir.
Ehl-i sünnete gelince, bunlardan da bazıları aşırı giderek Hz. Hatice ile Hz. Aişe'den her biri
için bilinen bazı faziletler belirlemişlerdir. Ama sünnete olan aşırı bağlılıkları, Ebu Bekir'in
kızı oluşu ve Hatice'den daha bilgili oluşundan Hz. Aişe'yi, Hz. Hatice'den daha üstün tutmaya
sevketmiştir. Çünkü ümmetlerde Hz. Aişe gibi hafızası sağlam, ilmi üstün, fesahat ve
aldı mükemmel başka bir kadın yoktur; Rasûlullah, onu sevdiği kadar başka bir kadını
sevmemiştir. Onun suçsuzluğu ve be-raeti hakkında yedi kat semanın üzerinden ayetler nazil
olmuştur. Rasûlullah1 tan sonra Aişe, ondan birçok güzel ve mübarek sözler, ilim-. ler
rivayet etmiştir. Öyleki insanların çoğu, şu meşhur hadisi anarlar:
«Dininizin yarısını, şu beyaz tenli kadından alın (öğrenin).»
Doğrusunu söylemek gerekirse Hatice ile Aişe'nin her birine mahsus faziletleri vardır.
Faziletlerine bakan kimse hayrette kalır. Şaşkınlıktan gözleri kamaşır. En iyisi, bu hususun
takdirini yüce Allah'a bırakmaktır. Bu hususta kesin delili veya galip zannı bulunan
kimsenin kendi aklındaki ilmini söylemesi gerekir. Ama bu meselede ve diğer meselelerde
hüküm veremeyip çekimser kalan kimsenin uyacağı en sağlam yol: "Allah daha iyisini
bilir." demektir.
İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve Neseî Ebu Talib oğlu Ah (r.a.)'den rivayet ederek
Rasûlullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu nakletmişler dir:
«Zamanının en hayırlı kadını Meryem binti İmran'dı. Zamanının en hayırlı kadını, Hatice
binti Hüveylid idi.»
Şu'be, Kurre b. İyas'm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Erkeklerden bir çoğu kamil oldu. Ancak kadınlardan sadece üçü kamil oldu: îmran kızı
Meryem, Firavun'un karısı Asiye, Hüveylid kızı
Hatice."
"Aişe'nin diğer kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere
olan üstünlüğü gibidir."
Dediler ki: Asiye, Meryem ve Hatice adındaki bu üç kadının müşterek şeref noktaları şudur:
Bunlardan her biri, Allah katından gönderilen bir peygamberi kefaletleri altına almış, onlarla
güzel arkadaşlık etmiş, risalet görevini aldıkları zaman onları tasdik etmişlerdir. Nitekim
Meryem, oğlunu güzel bir şekilde korumuş, mükemmel bir şekilde onu kefaleti altında
tutmuş, risaletle görevlendirildiğinde de onu tasdik etmiştir.
Hatice de Peygamber (s.a.v.)'le evlenmeye arzu duymuş, bu uğurda malını sarfetmiştir.
Allah katından kendisine vahiy geldiğinde de onu tasdik etmiştir.
"Aişe'nin diğer kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir."
hadisine gelince bu, Buharî ve Müslim'in sahihlerinde sabittir. Yine Şu'be kanalı ile gelen bir
rivayete göre Ebu Musa el-Eş'arî demiş ki: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdular:
"Erkeklerden bir çoğu kamil oldu. Kadınlardan ise sadece Fira-vun'un karısı Asiye, îmran
kızı Meryem kamil oldular. Şüphesiz Aişe'nin diğer kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer
yemeklere olan üstünlüğü gibidir."
Tirid, etle ekmeğin karıştırılarak yapıldığı bir yemektir ki, Araplar nezdinde en kıymetli
yemek budur. Nitekim şairin biri demiş ki:
"Ekmeğe katık olarak eti katarsan, İşte bu, Allah'ın emaneti olan tiridtir."
"Aişe'nin diğer kadınlara olan üstünlüğü..." sözüne gelince, bunu mezkur kadınlarla
diğerlerini içine alan bir söz olarak kabul etmek mümkün olduğu gibi, umumi bir söz olarak
kabul etmekde mümkündür. O zaman bu umumi söz, başka kadınları kapsamına alır ama
Hz. Aişe ile mezkur kadınlar hakkında mevkuf olur. Yani üçünü eşit seviyede tutmak
gerekir. Bunlardan birinin, diğerine üstün olduğunu söyleyecek olan kimsenin harici bir delil
getirmesi gerekir. Doğrusunu Allah bilir. [6]
Hz. Peygamberin Aişe Ve Şevde Bintî Zem'a İle Evlenmesi
Sahih rivayetlere göre Hz. Peygamber, Sevde'den önce Aişe ile evlenmiştir.
Buharî, Hz. Aişe ile evlenme babında bizzat kendisinin şöyle dediğini rivayet eder: Hz.
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
«Ey Aişe, sen rüyamda bana iki kere gösterildin. Öyle sanıyorum ki, ben, bir ipekli kumaş
parçasında senin suretini görmüştüm de (Cebrail tarafından): "Bu resmin sahibi, senin
müstakbel zevcendir." denilmişti, -şimdi ben (yüzünden) anlıyorum ki, o suret, sen idin-
Cebrail'in o sözü üzerine ben: "Eğer şu rüyam Allah tarafından gösterilmiş ise, Allah'ın
takdiri infaz buyrulur." diyordum.»
Buharî'nin rivayetine göre İbn Abbas, Hz. Aişe'ye şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.),
senden başka bakire bir kadınla evlenmedi."
İsmail b. Abdullah, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Dedim ki: ırYa Raşûlallah!
Ne dersin? Eğer sen bir vadiye insen, o vadide bir kısmı yenilmiş, bir ağaç ile hiçbir tarafına
dokulmamış bir ağaç görsen, deveni bu iki ağaçtan hangisinde otlatırsın?"
Buyurdu ki: «Kendisinden hiç otlanmamış ağaçtan otlatırım.» Yani Peygamber (s.a.v.) bu
sözü ile, Aişe'den başka bakire bir kadınla evlenmediğini ifade etmek istemiştir.
Ubeyd b. İsmail, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), bana dedi ki:
«Sen rüyada iken, bana gösterildin. Senin suretin, ipek bir parça üzerinde idi. Meleğin biri
getirip bana gösterdi ve: "Bu senin müstakbel zevcendir." dedi. Suretin üzerindeki örtüyü
kaldırdığımda, seni gördüm ve dedim ki: Eğer şu rüyam Allah tarafından gösterilmiş ise,
Allah'ın takdiri infaz buyrulur.»
Başka bir rivayette de şöyle denmektedir: «Üç gece rüyada bana gösterildin.»
Tirmizî'deki bir rivayete göre Cebrail, yeşil bir ipek parçası üzerinde Hz. Aişe'nin suretim
Hz. Peygamber'e göstermiş ve: "Bu, senin dünya ve ahiretteki eşindir." demiştir.
Büyüklerin küçüklerle evlenmesi babında Buharî,Urve'den rivayet ederek şöyle demiştir:
"Rasûlullah (s.a.v.), Aişe'yi Ebu Bekir'den istedi. Ebu Bekir ona:
- Ben, ancak senin kardeşinim, dedi. Rasûlullah da şu karşılığı verdi:
- Sen, Allah'ın dini ve kitabında benim kardeşimsin Aişe, benim için helaldir."
Yunus b. Bükeyr, Urve'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Rasûlullah (s.a.v.), Hatice'nin
vefatından üç sene sonra altı yaşındaki Aişe ile evlendi. Dokuz yaşma vardığında Aişe ile
gerdeğe girdi. Rasûlullah vefat ettiğinde Aişe,onsekiz yaşında idi."
Bu, garip bir rivayettir.
Buharı, Urve'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Hz. Peygam-ber'in Medine'ye hicretinden
üç sene önce Hatice vefat etti. İki sene veya buna yakın bir zaman kadar bekledikten sonra
altı yaşındaki Aişe ile evlendi. Aişe, dokuz yaşma girdiğinde Hz. Peygamber, onunla
gerdeğe girdi.»
"Altı yaşında iken Aişe ile evlendi. Aişe, dokuz yaşma girdiğinde de onunla gerdeğe girdi."
sözünde insanlar ihtilaf etmişlerdir. Bu husus, sahih hadis kitaplarında ve diğerlerinde
sabittir.
Peygamber (s.a.v.), Medine'ye hicretinin ikinci senesinde Hz. Aişe ile gerdeğe girmiştir.
Ama Hatice'nin vefatından üç sene sonra, onunla evlenmiş olması hususunda ihtilaf vardır.
Çünkü Yakup b. Süfyan el-Hafiz, Urve'den rivayet ederek Hz. Aişe'nin şöyle dediğini
nakletmiştir: "Karısı Hatice'nin vefatından sonra ve Mekke'den çıkışından önce Rasûlullah,
ben yedi ya da altı yaşında iken benimle evlendi. Medine'ye vardığımda kadınlar yanıma
geldiler. O esnada ben, salıncakla oynamaktaydım, saçlarım gür olup omuzlarıma
varmaktaydı. Beni hazırladılar, süslediler. Sonra da Rasûlullah'ın yanına getirdiler. O da benimle
gerdeğe girdi. O sırada ben, dokuz yaşında bir kız idim."
Buharî, Urve'den rivayet ederek Hz. Aişe'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Ben altı yaşında
bir kız iken, Rasûlullah benimle evlendi. Sonra Medine'ye hicret ettik. Beni Haris b. Hazreç
yurduna indik. Orada sıtmaya yakalandım. Hastalıktan saçlarım döküldü. Şifaya
kavuştuktan sonra saçlarım gür olarak çıktı. Annem Ümmü Ruman -arkadaşlarımla birlikte
ben salıncakta oynamakta iken- beni alıp götürdü. Bende bana ne yapacağını bilemediğim
için yüksek sesle bağırmaya başladım. Elimden tuttu. Beni evin kapısına getirip durdurdu.
Ben, nefes nefese idim. Kaba bir şekilde soluk alıp veriyordum. Nihayet soluğum dindi. Ben
de sakinleştim. Annem biraz su alıp yüzümü ve başımı yıkadı. Sonra beni içeri koydu.
Orada Ensâr'dan bir kaç kadm vardı. Hayırlı, uğurlu bereketli olsun, dediler. Annem beni
onlara teslim etti. Onlar da beni süsleyip hazırladılar. Üstüme başıma çeki düzen verdiler. O
esnada hiçbir
şevden ürkmemiştim. Yalnız kuşluk vakti Rasûlullah geldiğinde biraz ürktüm. Beni, ona
teslim ettiler. O gün ben, dokuz yaşındaki bir kız
İmam Ahmed b. Hanbel, mü'minlerin annesi Aişe'nin "Müsned"inde Ebu Seleme ile
Yahya'nın şöyle dediklerini rivayet etmiştir: Hatice vefat ettiğinde Havle binti Hakim
(Osman b. Maz'un'un zevcesi) gelip şöyle
dedi:
- Ya Rasûlallah, evlenmez mısm?
- Kiminle?
- İstersen bakire bir kadınla, istersen dul bir kadınla...
- Bakire kimdir?
- Allah'ın yaratıkları içinde en çok sevdiğin Ebu Bekir kızı Aişe'dir.
- Dul kimdir?
- Şevde binti Zem'a. O sana iman etti ve sana tabi oldu.
- Öyleyse git. Onları iste. Bu hususu onlara söyle.
Havle kalkıp Ebu Bekir'in evine gitti ve zevcesine şöyle dedi:
- Ey Ümmü Ruman, biliyor musun? Allah sana ne kadar hayır ve bereket verdi?
- Nedir o hayır ve bereket?
- Rasûlullah (s.a.v.), Aişe'yi kendisine istemem için beni gönderdi.
- Bekle de, Ebu Bekir gelsin, bakalım, dedi.
- Ebu Bekir geldi. Havle ona şöyle dedi:
- Ey Ebu Bekir, biliyor musun? Allah sana ne kadar hayır ve bereket verdi.
- Nedir o hayır ve bereket?
- Rasûlullah, Aişe'yi kendisine istemem için beni gönderdi.
- Aişe ona olur mu hiç? Aişe, onun kardeşi kızıdır.
Dönüp Rasûlullah'ın yanma gittim ve Ebu Bekir'le aramızda geçen konuşmaları kendisine
naklettim. O da buyurdu ki:
- Ben ve sen, İslâm kardeşiyiz. Kazı da zevce olarak benim için uygun olur.
Dönüp Ebu Bekir'in yanma gittim. Ona, Rasûlullah'ın bu sözünü naklettim. O da: «Biraz
bekle» deyip yanımdan çıktı. Ümmü Ruman da bana şöyle dedi:
- Mut'im b. Adiy, Aişe'yi kendi oğlu için istedi. Allah'a yemin ederim ki, Ebu Bekir verdiği
sözü mutlaka yerine getirir. Vaadine muhalefet etmez.
Ebu Bekir, Mut'im b. Adiy'in yanına gitti. Mut'im'in yanında zevcesi Ümmü Sabi vardı.
Ümmü Sabi şöyle dedi: Ey Ebu Bekir, kızınla evlendiği takdirde her halde oğlumu kendi
dinine sokacaksın. Öyle mi?
Ebu Bekir şöyle sordu: Ey Mut'im, sen de bu kadın gibi mi söylüyorsun ve düşünüyorsun?
Mut'im, kendisi böyle söylüyor, diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebu Bekir yanlarından
ayrılıp gitti. Ama onlara kızını vereceğine dair vermiş olduğu sözü Cenâb-ı Allah, onun
kalbinden çıkarıp attı. Eve döndü. Havle'ye:
- Rasûlullah ı bana çağır, dedi. O da gidip çağırdı. Rasûlullah geldi. Ebu Bekir, kızı Aişe'yi
ona nikahladı. O gün Hz. Aişe, altı yaşında bir kız
idi.
Oradan çıkan Havle, gidip Şevde binti Zem'a'nın yanına vardı. Ona şöyle dedi:
~ Biliyor musun? Allah sana ne kadar hayır ve bereket verdi.
- Nedir o hayır ve bereket?
- Rasûlullah, beni, seni kendisine istemem için gönderdi.
- Bundan hoşlandım. Babam Bekir'in yanma git ve meseleyi ona anlat,
Bekir, yaşlı bir adamdı. Hac'dan geri kalmıştı. Yanına vardım. Ca-hiliye selamı ile kendisini
selamladım.
- Bu kimdir? diye sordu. Ben de şu cevabı verdim:
- Havle binti Hakim..
- Ne istiyorsun?
- Muhammed b. Abdullah, Sevde'yi kendisine eş olarak istemem için beni, sana gönderdi.
- Şerefli bir denktir. Ama arkadaşın Şevde ne diyor?
- O da bunu istiyor
- Onu, bana çağır.
Ben de gidip Bevde'yi çağırdım. Babasının yanma geldi. Babası, ona şöyle dedi:
- Ey kızcağızım, Abdülmuttalib oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed, seni kendisine eş olarak
istemek üzere bu kadını elçi olarak göndermiş. Muhammed, değerli ve şerefli denk bir
kocadır. Seni, onunla evlendirmemi ister misin?
- Evet.
- Öyleyse, Muhammed'i bana çağırın.
Rasûlullah (s.a.v.), Bekir'in yanma gitti. Bekir de kızı Sevde'yi onunla evlendirdi.
Sonra Sevde'nin kardeşi Abd b. Zem'a, haçtan geldi. Başına toprak saçtı. Bu evliliğe razı
olmadı. Fakat bilahare Müslüman olduktan sonra şöyle demişti: Ömrüme yemin olsun ki,
Rasûlullah'm Şevde binti Zem'a ile evlendiği gün başıma toprak saçtığımda, ben çok
beyinsiz bir kimse idim.
Hz. Aişe dedi ki: "Medine'ye geldik. Beni Haris b. Hazreç yurdunda Sunh denen yerde
konakladık. Rasûlullah gelip evimize girdi. En-sâr'dan bazı erkeklerle kadınlarda etrafında
toplandılar. Annem, beni getirdi. Ben o esnada iki dal arasında kurulan bir salıncakla
salınmakta idim- Annem, beni salıncaktan indirdi. Saçlarımı başımda topuz etmiştim. Onları
açıp düzelttim. Azıcık su ile yüzümü yıkadım. Sonra annem beni kapıya getirdi.
Heyecandan soluk soluğa idim. Sonra beni içeriye koydu. Rasûlullah'm evimizde bir kanepe
üzerine oturur vaziyette olduğunu gördüm: Yanında Ensâr'dan bazı erkeklerle kadınlar vardı.
Annem beni kucağına oturttu. Ve: "Artık senin ailen bunlardır, Allah sana bunlar içinde
hayır ve bereketler versin. Sende de bunlar için hayır ve bereketler ihsan etsin." dedi. O
esnada orada hazır bulunan misafir kadınlarla erkekler kalkıp gittiler, Rasûlullah'da
evimizde benimle gerdeğe girdi. Benim için, deve ve koyun kesmedi. Ancak sonra Sa'd b.
Ubade, bize bir kap yemek gönderdi. Rasûlullah, kendi kadınlarına uğradığı zamanlarda
Sa'd, ona o tabakla yemek gönderirdi. Ben de o gün dokuz yaşındaki bir kız idim."
Beyhakî, Ahmed b. Abdi'l-Cebbar tarikiyle Yahya b. Abdurrahman b. Hatib'in şöyle dediğini
rivayet eder: Hz. Aişe dedi ki: Hatice vefat ettiğinde Havle binti Hakim, gelip Peygamber
(s.a.v.)'e şöyle sordu:
-Ya Resûlallah! Evlenmez-misin?
- Kiminle?
- İstersen bakire, istersen dul bir kadınla....
- Bakire kimdir, dul kimdir?
- Bakire, Allah'ın yaratıkları içinde en çok sevdiğin kimsenin kızıdır. Dul ise, Şevde binti
Zem'a'dır. O sana iman etmiş ve sana tabi olmuştur.
- Öyleyse git kendilerine talip olduğumu onlara söyle.
Bu rivayet, Hz. Aişe'nin nikahının Şevde binti Zem'a'nın nikahından önce akdediİdiğini
gerekli kılıyor. Ama Mekke'de iken Hz. Peygamber, Şevde ile gerdeğe girmiştir. Hz. Aişe ile
gerdeğe girişi ise, Medine'ye hicretinin ikinci senesine ertelenmiştir. Nitekim bu husus,
önceki sayfalarda anlatıldığı gibi ileride de anlatılacaktır.
Ahmed b. Hanbel, Esved kanalıyla Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: Şevde
yaşlandığında, Rasûlullah'la geceleme sırasını bana bağışladı. Rasûlullah da diğer kadınlarla
birlikte sıralama yaparken Sevde'nin gece sırasını da benim sırama eklerdi. Benden sonra ilk
olarak Rasûlullah, Şevde ile evlendi.
İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: "Rasûlullah
(s.a.v.), kendi kavminden Şevde adında çok çocuklu bir kadınla evlenmeye talip oldu. O
kadının, ölen eski kocasından beş ya da altı çocuğu vardı. (Her halde Rasûlullah'la
evlenmek istememiş olacak ki,) Rasûlullah ona sordu:
- Benimle evlenmene engel olan nedir?
- Ey Allah'ın Peygamberi, Allah'a yemin ederim ki, seninle evlenmeme engel olan husus,
yaratıklar içinde en çok sevdiğim kimse olamaman değildir. Ama şu çocuklarımın, sabah
akşam yarnbaşmda (gürültü yaparak) rahatsız olmana sebeb olmaları ihtimali, seninle
evlenmeme engel teşkil ediyor. Ben, seni rahatsız etmek istemiyorum. Bilakis sana ikramda
bulunmak istiyorum.
- Benimle evlenmene bundan başka bir engel var mıdır?
- Hayır, vallahi yoktur.
- Allah sana merhamet etsin. Kadınların en hayırlısı, meşakkatlere tahammül edenlerdir.
Kureyş kadınlarının en iyisi de, küçüklüğünde çocuğuna karşı çok şefkatli olan ve kocasının
kendisine bıraktığı emanetlere de çok riayet edendir."
Ben derim ki: Hz. Peygamberle evlenmesinden önce Sevde'nin kocası Sekran b. Amr idi. Bu
zat, Süheyl b. Amr'ın kardeşidir. O, Müslüman olup Habeşistan'a hicret eden sahabelerdendi.
Sonra Mekke'ye dönmüş, orada hicretten önce vefat etmişti. Allah ondan razı oh sun.
Bütün bu rivayetler gösteriyor ki, Hz, Aişe'nin nikahı, Sevde'nin nikahından önce olmuştur.
Bu, Abdullah b. Muhammed b. Ukayl'm kavlidir. Bunu Zührî'den Yunus rivayet etmiştir. İbn
Abdi'l-Berr'in tercihine göre Sevde'nin nikahı, Hz. Aişe'nin nikahından önce akdedilmiştir.
O, bunu Katade ile Ebu Ubeyd'den nakletmiştir. Ukayl'm bunu, Zührî'den rivayet ettiğini de
söyler. [7]
Fasıl
Daha önce, Hz. Peygamber'in amcası Ebu Talib'in vefatından bahsetmiştik. Ayrıca onun, Hz.
Peygamber'e yardımcı olduğunu, safları arasında yer aldığını, olanca gücüyle can, mal, söz
ve fiille onu müdafaa ettiğini anlatmıştık.
Vefat edişinden sonra Kureyş akılsızları, Rasûlullah'a karşı cürettendiler. Daha önce Ebu
Talib hayatta iken yapamadıklarını yapmaya ve ona eziyet etmeye başladılar. Nitekim
Beyhakî, Abdullah b. Cafer'in şöyle dediğini rivayet eder:
Ebu Talib vefat ettiğinde Kureyş akılsızlarından biri, Rasûlul-lah'm önünü kesmiş, üzerine
toprak atmıştı. Rasûluİlah da bu halde evine dönmüş, kızlarından biri gelip yüzündeki
toprağı silmiş, silerkende ağlamıştı. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurmuştu:
"Ey kızcağızım, ağlama; şüphesiz Allah, senin babanı koruyacaktır."
O esnada şöyle diyordu: "Ebu Talib ölünceye kadar Kureyşliler bana hoşlanmadığım birşeyi
yapmadılar. Ama onun ölümünden sonra böyle yapmaya başladılar." Yine Beyhakî, Urve'nin
şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah
(s.a.v.) buyurduki:
"Ebu Talib ölünceye kadar Kureyşliler, korkak halde idiler." Hafız Ebu'l-Fereç, İbn el-Cevzî
senedi ile Salebe b. Sükayr ve Hakim b. Hüzzamın şöyle dediklerini rivayet etmiştir: Ebu
Talib ve Hatice beş gün ara ile vefat edince, Rasûlullah (s.a.v.)'m başına iki musibet birden
gelmiş oldu. Artık evine kapandı. Çok seyrek çıkıyordu. Kureyşliler, daha önce ona
yapmaya cesaret edemediklerini yapmaya başladılar. Bu durumdan Ebu Leheb haberdar
oldu. Yanma gelip şöyle dedi:
- Ya Muhammed, Ebu Talib hayatta iken yaptıklarını ve yapmak istediklerim yapmaya
devam etsen. Hayır, Lafa yemin ederim ki, ben ölünceye kadar kimse sana ilişemez.
O sıralarda İbnü'l-Gaytala, Rasûlullah (s.a.v.)'a küfretmişti. Bunu duyan Ebu Leheb, ona
gidip hakaret etmişti. Tokatlayınca İbnü'l-Ğaytala bağırarak kaçmaya başlamış ve:
- Ey Kureyş topluluğu, Ebu Leheb dinden çıktı, demişti. Bunun üzerine Kureyşliler, gelip
Ebu Leheb'in yanında durdular
ve ona çıkıştılar. Ebu Leheb de şöyle dedi:
- Abdülmuttalib'in dininden ayrılmış değilim. Ancak ben, yapmak istediği işi yaparken
kardeşim oğluna haksızlık edilmesine razı değilim. Bu sebeple onu koruyacağım.
Kureyşliler:
- İyi yaptm. Güzel yaptın. Akrabalık bağlarına riayet ettin, dediler.
Resûlullah (s.a.v.), bir kaç gün bu halde devam etti. Gidip geliyordu. Kureyşlilerden kimse
ona sataşmıyordu. Ebu Leheb'den korkmuşlardı. Nihayet Ukbe b. Ebi Muayt ile Ebu Cehil,
Ebu Leheb'in yanına gelip ona şöyle dediler:
- Kardeşin oğlu Muhammed'e: "Babam şu anda nerdedir?" diye sor. Ebu Leheb, Hz.
Peygamber'e sordu:
- Ya Muhammed, Şimdi Abdülmuttalib nerededir?
- Kavmi ile beraberdir.
Ebu Leheb, Hz. Peygamberin bu. cevabını aldıktan sonra gidip Ukbe b. Ebi Muayt ile Ebu
Cehil'e dedi ki:
- Muhammed'e sordum. Bana, Abdülmuttalib'in kendi kavmi ile beraber olduğunu söyledi.
Ukbe ile Ebu Cehil:
- Muhammed, Abdülmuttalib'in ateşte olduğunu iddia ediyor, dediler. Bunun üzerine Ebu
Leheb, gidip Hz. Peygamber'e sordu:
- Ya Muhammed, Abdülmuttalib ateşe girer mi?
- Abdülmuttalib ne halde öldü ise, o halde ölen herkes ateşe girşr. Lanetli Ebu Leheb dedi
ki: Allah'a yemin ederim ki, artık ebediyyen
senin düşmanın olarak kalacağım. Çünkü sen, Abdülmuttalib'in ateşte olduğunu iddia
ediyorsun.
Bunun üzerine Ebu Leheb ile diğer Kureyşüler, Allah elçisine karşı şiddetli tavırlar
takınmaya başladılar.
İbn îshak dedi ki: Peygamber (s.a.v.)'e eziyet veren müşrikler şunlardı: Ebu Leheb, Hakem
b. Ebu'l-As b. Ümeyye, Ukbe b. Ebi Muayt, Adiy b. Harara ve Îbnü'1-Asda' el-Hüzelî.
Bunlar, Rasûlullah'm komşularıydılar. Bunlardan Hakem b. Ebu'l-As dışında hiçbiri
Müslüman olmadı. Bana gelen rivayetlere göre bunlardan biri, namaz kılmakta olan Hz.
Peygamberin üzerine koyun rahmi atmıştı. Bir diğeri de ocağa tencereyi koyduğu zaman
Rasûlullah'm tenceresinin içine pislik atmıştı. Nihayet Rasûlullah, namaz kılarken kendini
onlara karşı korumak için yanına bir taş almıştı. Onlar, ocaktaki kazanma pislik attıkları
zaman bir değneğin ucu ile pisliği o kazandan çıkarıp kapıya götürür ve: "Ey Abdumenaf
oğulları! Bu nasıl komşuluktur?" der, sonra da pisliği yola atardı.
Ben derim ki: Önceki sayfalarda geçen ve eziyetlerle ilgili olan riva-yetlerdeki hadiseler,
Ebu Talib'in vefatından sonra olmuştur. Doğrusunu Allah bilir. Ama burada bunların
anlatılması, daha uygun ve münasip olur. Bu rivayetlerde anlatıldığına göre Hz. Peygamber,
namaz kılmakta iken üzerine deve işkembesi atılmıştır. İbn Mesud'un buna dair bir rivayeti
vardır. Yine anlatıldığına göre Hz. Fatıma gelmiş, bu pisliği üzerinden alıp atmış, dönüp
Kureyşlilere küfretmişti. Rasûlullah da onlardan yedi kişiye beddua etmişti. Yine Abdullah
b. Arar b. As'ın anlattığına göre Hz. Peygamber'in boğazını şiddetlice sıkmışlar, nihayet Ebu
Bekir es-Sıddık gelip onlara engel olmuş ve: "Bir adamı, «Rabbim Allah'tır» dediği için mi
öldüreceksiniz?" demişti. Lanetli Ebu Cehil de namaz kılmakta iken Hz. Peygamber'in
boynuna basmaya and içmişti. Ama Allah, bu maksadını gerçekleştirmesine engel olmuştu.
[8]
Fasıl
Hz. Peygamber'in, Allah'ın- dinine davet için Taife gidişi şöyle olmuştur:
İbn îshak dedi ki: Ebu Talib ölünce Kureyşliler, amcası Ebu Ta-Hb'in sağlığında kendisine
yapamadıkları eziyetleri Rasûlullah'a yapmaya başladılar, o da kavmine karşı kendisini
korumaları ve yardımcı olmaları için Taife, Şakulilerin yanma gitmek üzere yola çıktı. Allah
katından getirdiği daveti, kabul edeceklerini ümid ediyordu. Yalnız başına yanlarına gitti.
Taife vardığında Sakif kabilesinin efendileri ve eşrafı olan bir topluluğa yöneldi. Bunlar
Amr b. Umeyr b. Avf b. Ukde b. Giyere b. Avf b. Sakif in oğulları olan Abdi Yaleyl, Mesud
ve Habib adındaki üç kardeştiler. Bunlardan biri, Kureyş'in Beni Cumah kolundan bir kadın
ile evlivdi. Rasûlullah yanlarına gidip oturdu. Onları, Allah'a imana davet etti. İslâmiyet için
kendisine yardımcı olmaları, kavminden kendisine muhalefet edenlere karşı yanında yer
almalarını temin etmek maksadıyla yanlarına gelmiş olduğunu anlattı. Onlardan biri şöyle
dedi:
- Eğer Allah, seni peygamber olarak gondermişse; ben, Ka'be'nin örtüsünü çıkarıp atacağım.
İkincisi şöyle dedi:
- Allah, senden başka peygamber olarak gönderecek birini bulamadı mı?
Üçüncüsü de şöyle dedi:
- Allah'a yemin ederim ki, seninle asla konuşmayacağım. Eğer sen, iddia ettiğin gibi- Allah
katından gönderilmiş bir elçi isen; sana cevap vermene gerek kalmayacak kadar büyük bir
adamsın. Eğer Allah'a karşı yalan söyleyip iftira ediyorsan, yine sana cevap vermeme gerek
yok.
Rasûlullah (s.a.v.), Sakiflilerden bir hayır gelmeyeceğini anlayınca ve onlardan ümit
kesince, yanlarından kalkıp gitmeye yöneldi. Giderken şöyle dedi:
- Yapacağınızı yaptınız. Bari bu sırrı gizli tutun.
Rasûlullah (s.a.v.), onların yaptıklarının kendi kavmine ulaştırılmasını istemiyordu. Çünkü
kavmi olan Kureyşliler, bu olaydan haberdar olurlarsa kendisine karşı daha fazla taşkınlık
yaparlardı.
Sakifliler, Hz. Peygamberin dediğini yapmadılar. Aksine akılsızlarını ve kölelerini ona karşı
kışkırttılar. Ona küfretmeye, arkası sıra naralar atmaya başladılar. İnsanlar etrafında
toplandılar. Nihayet o da, Utbe b. Rebia ile Şeybe b. Rebia'mn bahçesine sığındı. Onlar da
orada idiler.Oraya girince, Sakiflilerin akılsızları peşine takılmaktan vazgeçip döndüler. Hz.
Peygamber, bir üzüm ağacının gölgesine yöneldi. Orada oturdu. Utbe ile Şeybe de ona
bakıyor ve Taifli akılsızlardan çektiği eziyetleri seyrediyorlardı.
Bana gelen rivayete göre, Rasûlullah (s.a.v.), Cumah oğullarından olan ve Sakiflilerden
birinin nikahında bulunan kadınla karşılaşmış ve ona: "Senin koca tarafından çektiğim
nedir?" demişti. Kendine geldikten sonra Hz. Peygamber, Allah'a şöyle tazarruda
bulunmuştu:
«Allahım, kuvvetimin zayıflığını ve insanlara karşı güçsüzlüğümü sana şikayet ediyorum.
Ey merhamet edicilerin en fazla merhamet edicisi! Zayıf düşmüşlerin Rabbi sensin ve
Rabbim sensin. Beni, kimin bakımına bırakıyorsun? Kötü muamele yapan uzak kimselere
mi, yoksa işimi eline verdiğin bir düşmana mı? Eğer bana karşı sende bir gazap yoksa, hiç
aldırış etmem. Fakat benim için daha rahat olan, senin afiyetindir. Senin zatının nuruna
sığınırım. O nur ki, onun için zulmetler açıldı ve dünya ile ahiretin işi, onun üzerine salah
buldu. Bana gazabını indirmenden veya benim üzerime senin öfkenin yerleşmesinden,
afiyetin benim için daha geniştir. Her şey senin rizan içindir. Bütün güç ve kuvvet, senin
elindedir.»
Bahçe sahipleri Utbe ile Şeybe b. Rebia, onu ve karşılaştığı eza ile cefayı görünce merhamet
duygulan harekete geçti. Addas adındaki Hristiyan kölelerim çağırıp ona şu talimatı
verdiler:
- Şu üzümden bir salkım al, tabağa koy ve şu adama götür, yemesini söyle.
Addas, kendisine verilen talimatı yerine getirdi. Üzümü tabağa koyup Rasûlullah'a götürdü
ve ona yemesini söyledi. Rasûlullah, elini üzüme uzatınca "Bismillah" dedi. Sonra yemeğe
başladı. Bunun üzerine Addas, onun yüzüne bakıp şöyle dedi:
- Allah'a yemin ederim ki, bu sözü, bu beldelerin ahalisi söylemez.
- Ey Addas, sen nerelisin, hangi dindensin?
- Hristiyamm, Ninovalıyım.
- Salih adam Yunus b. Metta'nm kasabasından mı?
- Yunus b. Metta'yı sana kim Öğretti?
- O benim kardeşimdir. O, peygamberdi. Ben de peygamberim.
Bu sözü üzerine Addas, Rasûlullah'm üzerine kapandı. Başını, ellerini ve ayaklarını öptü.
Bahçe sahipleri de bu manzarayı seyrederlerken biri diğerine: "Bu adam, köleni sana karşı
ifsad etti." dedi. Addas gelince, ona şöyle sitem ettiler:
- Yazıklar olsun sana ey Addas! Sana ne olmuş ki, şu adamm,başı-nı, ellerini ve ayaklarını
öpüyorsun?
- Ey efendim! Yeryüzünde bundan daha hayırlı birşey yoktur. Bana öyle şeyler anlattı ki,
onları bir peygamberden başkası bilemez.
- Yazıklar olsun sana ey Addas! Sakın bu adam seni dininden çıkarmasın. Çünkü senin
dinin, onunkinden daha hayırlıdır.
Musa b. Ukbe de buna benzer bir rivayette bulunmuş, ancak rivayetinde Hz. Peygamberin
yaptığı duadan söz etmemiş, sadece şu ilaveyi yapmıştır:
Taifliler, Hz. Peygamber'in gideceği yolun iki kenarına dizildiler. O, yoldan geçerken
tepiniyor, taş atıyor ve ayaklarını kanatıyorlardı. Ayakları kanamakta iken onlardan kurtuldu
ve sıkıntılı halde iken bir hurma ağacının gölgesine yöneldi. İçine girdiği bahçe, Utbe ve
Şeybe adında iki kardeşe aitti, bunlar da Rebia oğullarıydılar. Allah ve Rasûlüne düşman
olduklarından, onların mekanlarından hoşlanmadı.
Musa b. Ukbe daha sonra bu rivayetinin devamında Hristiyan köle Addas'm hikayesini de
nakletmektedir.
İmam Ahmed b. Hanbel, Abdurrahman b. Halid b. Ebi Cebel el-Advanî'den rivayet etti ki,
Abdurrahman'm babası Halid, Rasûlullah (s.a.v.)'ı bir değneğe veya oka dayanmış vaziyette
iken Salâfin doğu taraflarında görmüş. O esnada Rasûlullah, kendilerinden yardım talebinde
bulunmak için Taife gelmişti. Rasûlullah'm şu sûreyi sonuna kadar okuduğunu işitmişti:
«Göğe ve gece ortaya çıkana andolsun. Gece ortaya çıkanın ne olduğunu bilir misin? O,
ışığıyla karanlığı delen yıldızdır. Üzerinde gözetle-yici olmayan kimse yoktur. Öyleyse
insan, neden yaratıldığına bir baksın. O, erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından
atılagelen bir sudan yaratılmıştır.»
Ravi der ki: Ben, bu sûreyi, cahiliye döneminde müşrik iken Hz. Peygamber'den duyup
ezberledim. Sonra İslâmiyet'e girdiğimde de okudum. O esnada Sakifliler beni çağırıp:
- Şu adamdan ne duydun? diye sordular. Ben de bu sûreyi onlara okudum. Yanlarında
bulunan Kureyşlilerden biri, şöyle dedi:
- Biz adamımızı (Muhammed'i), sizden daha iyi biliriz. Eğer söylediği sözler hak olsaydı,
ona uyardık.
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde sabit olan bir hadiste anlatıldığına göre Hz. Aişe,
Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle bir soru yöneltmiş:
- Uhud gününden daha zorlu bir günün oldu mu?
- Akabe günü kadar, senin kavminden daha zorlu bir günle karşılaşmadım. Çünkü o zaman
ben, kendimi Abdi Yaleyl b. Abdi Kelale ar-zettim. Ama istediğim şeyi kabul etmedi.
Teklifime icabet etmedi. Ben de kederli bir şekilde geri döndüm. Karnu's-Sealip mevkiine
varınca kendime gelebildim. Başımı kaldırdığımda baktım ki, bir bulut beni gölgelendiriyor.
Buluta baktığımda Cebrail'i orada gördüm. Cebrail, bana seslenip şöyle dedi: «Doğrusu
yüce Allah, senin kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri cevapları işitti. Dağların
meleğini -dilediğin emri kendisine veresin diye- sana gönderdi.»
Sonra dağların meleği, bana seslenip selam vererek şöyle dedi: "Ya Muhammed! Allah, beni
sana gönderdi. Doğrusu o, kavminin sana söylediklerini işitti. Ben, dağların meleğiyim.
Dilediğin emri bana vermen için Rabb'in beni sana gönderdi. Dilersen Ahşebeyn dağlarını
onların üzerine bırakırım."
Rasûlullah (s.a.v.), şu cevabı verdi:
«Onların sulbünden Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayarak ibadet eden kimseleri, Allah'ın
çıkarıp (dünyaya) getireceğini ümid ederim.» [9]
Fasıl
Muhammed b. İshak, Rasûlullah'm Taif dönüşünde Nahle mevkiinde gecelerken ashabına
sabah namazını kıldırdığı esnada, cinlerden bir grubun, onun Kur'ân okuyuşunu dinlediğini
anlatır. Bunu anlatırken şu ifadeleri kullanır:
«Onu dinlemeye gelen cinler, yedi Mşi idiler. Yüce Allah, onlarla ilgüi olarak şu ayeti inzal
buyurdu:
«Ey Muhammedi Kur'ân'ı dinleyecek cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik.» (ei-Ahkâf,
29.) .
Bu konuda, tefsirimizde geniş açıklamalarda bulunduk. Buna dair bir bölüm önceki
sayfalarda geçmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
Rasûlullah (s.a.v.), Taif dönüşünde, Mut'im b. Adiyy'in himayesi altında Mekke'ye girdi.
Milleti ona karşı daha öfkeli, daha cüretkar, daha kindar, daha inatkar oldu. Onu, daha fazla
yalanladı. Ama yardımına müracaat edilecek ve kendisine güvenilip dayanılacak olan
Allah'tır.
"Meğazi" adlı eserinde el-Ümevf nin anlattığına göre, Rasûlullah (s.a.v.), Kureykit'i, Ahnes
b. Şerika göndermiş, ondan kendisini Mekke'de himaye etmesini talep etmiş, ancak o şöyle
demişti:
- Kureyş'in müttefiki, Kureyşlilerin içinden bir adamı himaye edemez.
Sonra Hz. Peygamber, kendisini himaye etmesi için Süheyl b. Amr'e haber göndermiş, o da
şöyle demişti:
- Amir b. Lüeyy oğulları, Ka'b b. Lüey oğullarım himaye etmez. Hz. Peygamber, kendisini
himaye etmesi için Mut'im b. Adiyy'e haber göndermiş, o şu cevabı vermişti:
- Olur. Ona gelmesini söylevin.
Rasûlullah (s.a.v.), Mut'imin yanma gitti. O geceyi, onun evinde geçirdi. Sabahleyin o ve
altı (ya da yedi) oğlu, kılıçlarını kuşanmış olarak Rasûlullah'la birlikte evden çıktılar.
Mescid-i Haram'a gittiler. Mut'im, Rasûlullah'a: "Tavaf et." dedi. O ve oğulları, tavaf alanını
kılıçlarının kabzasını tutarak kuşattılar. Ebu Süfyan, Mut'im'e gelip şöyle sordu?
- Onu himaye mi ediyorsun, yoksa ona tabi mi oldun?
- Hayır, sadece himaye ediyorum.
- Öyleyse sen, himaye edilmezsin. .
Rasûlullah (s.a.v.), tavafını tamamlayıncaya kadar Mut'im onun yanında oturdu. Tavafını
tamamladıktan sonra Mescid-i Haram'dan ayrıldı. Onlar da onunla birlikte Mescid-i
Haram'dan ayrıldılar. Ebu Süfyan da kendi yerine döndü. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra
Rasûlullah'a hicret izni verildi. Medine'ye hicretinden kısa bir süre sonrada Mut'im b. Adiyy
vefat etti. Hasan b. Sabit:
- Vallahi onun için bir mersiye okuyacağım, dedi. Mersiyesinde şunları söyledi:
"Eğer şeref, insanlardan bir kimseyi ebedi olarak yaşatmışsa, onun şerefi bugün Mut'im İ
hayatta bırakmış sayılır.
Çünkü o, Rasûlullah'ı müşriklerden korudu.
Telbiye ile sesini yükseltip ihrama girenler, telbiye getirdikleri sürece,
Onlar senin kulların oldular.
Eğer tek başına Maad kabilesine ve Kahtan'a veya Cürhüm'den geriye kalanlara,
Ondan sorulsa elbette derler ki: O, ahdine aldığı kimsenin ahd ve emanım ifa edendir.
Zimmet ve ahdine, yardımına aldığı zaman zimmetini yerine getirendir.
Aydınlatan güneş, onların üstüne, daha güçlü veya.büyük olarak, onun gibisi üzerine
doğmadı.
Razı olmadığı zaman imtina eder, çekinir, yumuşak huyludur.
Gece karanlık olunca emanma aldığı kimseyi, en iyi uyutup rahat ettirendir."
Ben derim ki: Bu sebepledir ki Peygamber (s.a.v.), Bedir savaşındaki esirler hakkında şöyle
demiştir: «Eğer Mut'im hayatta olsaydı da bu kokuşmuş kimseleri bağışlamamı isteseydi,
bunları ona bağışlardım.» [10]
[1] Hecir, bir mıntıka adıdır.
[2] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/166-181.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/181-182.
[4] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/183-187.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/188-195.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/196-200.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/201-206.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/206-208.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/208-211.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 3/211-213.
 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...